DÜNYAMIZIN GÜNEŞİN ETRAFINDAKİ BU YENİ TURUNDA...
Halil Cibran’ın ‘’Deli’’ isimli kitabında ‘‘çoğu zaman geceyi dinlenmenin zamanı olarak düşünür ve anarsınız, oysa gerçekte gece aramanın ve bulmanın zamanıdır’’ diye yazar. Yine Cibran geceye şöyle hitap ederdi; ‘‘Evet, biz ikiz kardeşiz, ey Gece; çünkü sen evreni görünür kılarsın, ben ruhumu.’’
Yılın bu son uzun gecelerinde görünür kıldığım ruhumda neler aradım neler, neler buldum neler… Önce Fransız şair ve politikacı, Türk dostu Lamartine’yi aradım, O’nun bir şiirindeki dizeleri buldum:
‘’Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.’’
Lamartine’nin söylediği gibi; zaman adlı denizde liman yoktu biz insanlar için, sahil de yoktu zaman için, zaman geçer, bizler de göçer, hep başka sahillere doğru sürüklenirdik. Bugün; zamanın geçtiği, bizlerin başka sahillere doğru sürüklendiği, göçtüğü bir anda olduğumuzu buldum… Karacaoğlan’ı aradım sonra;
‘’Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekine misal
Seni eken biçer bir gün’’
Karacaoğlan’ın söylediği gibi konduğumuz gibi dünyadan göçeceğimizi, bizi ekenin bir gün biçeceğini buldum… Veysel’i aradım daha sonra;
‘’İki kapılı bir handa
gidiyorum gündüz gece’’
Veysel’in söylediği gibi, bugün; iki kapılı bir handa gündüz gece gittiğimiz bir anda olduğumuzu buldum… Yunus’u aradım daha daha sonra;
‘’Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun’’
Bu dünyadan gidenlerin sadece insanlar değil, esas gidenin zaman olduğunu buldum. Geçip giden zamana selam olsun demeyi buldum.
Melih Cevdet Anday’ aradım, O’nun bir sözünü buldum; ‘‘Zaman birimlerinin çoğulu doğaya, tekili bize ilişkindir, bizim yaşamış olduğumuzu gösterir. ‘Binlerce yıl’ sözü masaldır, ‘bir gün’ ise gerçektir.’’ Anday’ın söylediği gibi iki binli yılların bir masal, bugün ise gerçek olan bir anda olduğumuzu buldum…
Felsefeci Bedia Akarsu’yu aradım sonra, O’nun bir yazısını buldum, şöyle yazardı Akarsu: ‘‘Geçmiş zaman sürekli olarak bugüne akar. Böyle bir akıntıda ‘zaman’ ortadan kalkar ‘süre’ başlar. Süreyi yaşayabilmemizin koşulu, bellektir. Bellek zaman aralıklarını yener, geçmiş şimdi olarak yeniden yaşanır.’’ Akarsu’nun söylediği gibi, geçmiş zamanın sürekli bugüne aktığını, bugünün geçmişi şimdi olarak yaşadığımız bir an olduğunu buldum…
İS 161- 180 yıllarında yaşamış olan Roma imparatoru Marcus Aurelius’u aradım sonra… Filozoftur kendisi, sürekli yazmıştır… ‘‘Kendime Düşünceler’’ isimli kitabında şöyle derdi Marcus Aurelius; "Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın." Marcus Aurelius’un söylediği gibi; durmadan dönüp duran yıldızları, sanki ben de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyretmeyi ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmayı buldum…
Gabriel Garcia Marquez’i aradım daha sonra, O’nun ‘’Yüzyıllık Yalnızlık’’ adlı romanında bilge bir kişi ile genç birisi arasında geçen şu diyalog buldum: Genç kişi yaşlı bilgeye sorardı: ‘’Bugün günlerden ne?’’ Yaşlı bilge cevap verirdi: ‘’Salı’’ Genç kişi itiraz ederdi: ‘’Olmaz, dün Salı idi. Bugün ne?’’ Yaşlı bilge cevabının doğruluğunda ısrar ederdi: ‘’Bugün de Salı’’ Sonra nedenini açıklardı bilge kişi: ‘’Bugün de Salı, çünkü dünden hiçbir farkı yok.’’ Sonsuzluğa doğru akıp giden, uçsuz, bucaksız ve hep birbirinin aynı olan rutin günlerden sonra, dikkatli yaşandığında her günün Salı olmadığını buldum…
Daha başka şeyler de buldum… Aslında bugünün dünyamızın güneşin etrafında dönerken yeni bir tura başladığı bir an olduğunu buldum… Zamanın akışının anaforlu olduğunu buldum. Bu anaforun hayat süresini kısalttığını, sürenin kısa olduğunu, hiçbir şeyin bâkî olmadığını buldum. Ölümün, hayatta savunulacak bir kırıntı bile kalmayınca vuku bulduğunu buldum... İnsanın, hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten dolayı öldüğünü buldum... Sonra sonra, evreni ayakta tutan tek şeyin hep iyi dilekler olduğunu buldum…
Zamanın geçtiği, bizim göçtüğümüz, hep başka sahillere doğru sürüklendiğimiz, iki kapılı bir handa gittiğimiz bir andayız bugün... Bugün bu anda, zaman geçer, biz göçerken ve hep başka sahillere doğru sürüklenirken, dünyamızın güneşin etrafındaki bu yeni turunda, ülkemin güzel insanlarına ve tüm insanlığa iyi dileklerimi sıraladım ard arda;
Her günü bin yıl gibi, bir günü masal gibi yaşamalarını diledim…
İki kapılı bir handa giderken iyi yolculuklar diledim…
Herkes için hayatı yaşamaya değer kılmayı diledim…
Yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmalarını diledim…
Salı’dan da farklı günlerinin olmasını diledim…
Süreyi iyi yaşamalarını diledim…
Her şeyin en güzelini ve en iyisini diledim…
Dileklerinin gerçekleşmesini diledim…
Yunus’u aradım tekrar…
Kalanlara selam verdiği dizeleri şöyle biterdi;
‘’Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun’’
Son olarak bizi bilenlere selam söyledim…
Osman AYDOĞAN 31 Aralık 2015
ŞEHRİYAR NELER ÖĞRETMİŞTİ BANA NELER
Celâlâbâd’da yaz gelip geçerken, Hindukuş dağlarına kadar uzanan o ışıltılı yeşillik birden bire sararıp solup kaybolurken, seraplarda otlar bir deniz gibi dalgalanıp, bir bayrak gibi sallanırken Şehriyar’ın bana öğrettikleri gelmişti aklıma…
Şehriyar neler öğretmişti bana neler;
Kendimi dünyadan ayrı değil, dünya ile bağlantılı olduğumu, onun, hatta o muazzam evrenin bir parçası olduğumu öğretmişti bana…
Evrendeki her şeyin organik bir bütün olduğunu öğretmişti bana…
Problemlerimi dışarıdan bir başkasının veya bir başka şeyin yol açmadığını, kendi eylemlerimin kendi problemlerimi nasıl yarattığını öğretmişti bana...
Yaklaşmadığım her şeyin benden bir nasıl uzaklaştığını öğretmişti bana…
Nerede ve kiminle olduğumun önemli olmadığını, ''nasıl'' olduğumun, kendimi ''nasıl hissettiğimin'' önemli olduğunu öğretmişti bana.
Bu dünyada iyi olmanın herkesin iyiliğini istemekle mümkün olduğunu öğretmişti bana…
Sevmenin ve tutkuyla bağlanmanın, bu dünyada insanı mutlu eden yegâne erdem ve sevecenliğin Tanrı’nın insandaki gölgesi olduğunu öğretmişti bana…
Hayatta haklı olmanın değil, haklı kalabilmenin önemli olduğunu öğretmişti bana…
Yanlışa yanlışla cevap vermenin daha büyük yanlış olduğunu öğretmişti bana…
Yaşamımızdaki en zarif güzelliklerin görülmeyen ve duyulmayanlar olduğunu, fırtınaların çiçekleri mahvedebildiğini, fakat tohumlara zarar veremediğini öğretmişti bana…
Hayata nasıl bir inatla ve azimle tutunmam gerektiğini öğretmişti bana...
Aslında yaşadığım her zorluğun ve kendime düşman bildiğin her şeyin, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçası olduğunu öğretmişti bana…
Ve en çok da, insanın her koşulda yaşayıp çalışabileceğini, kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceğini öğretmişti bana…
Kazanmayı değil, yetinmeyi öğretmişti bana…
Dünyada hiçbir şeyin başkalarının hakkından daha kutsal olmadığını öğretmişti bana…
Haksızlık yapmanın haksızlığa uğramaktan daha acı olduğunu öğretmişti bana…
Şehriyar neler öğretmişti bana neler…
Osman AYDOĞAN 30 Aralık 2015
CELÂLÂBÂD'DA GEÇEN YAZ
Celâlâbâd’da yaz gelip geçmişti artık…
Alışık olmama rağmen, kışın o soğuklardan sonra yazın bu kadar sıcaklığına aklım almıyordu…
O ışıltılı yeşillik birden bire kayboldu…
Önce yeşilin rengi soldu…
Hindukuş dağlarına doğru olan o yeşil görüntü kayboldu…
O muazzam yeşil örtü önce soldu, sonra sarı, sapsarı bir görünüm aldı…
Otların boynu büküldü, sonra sarardı soldu…
Oluşan seraplarda otlar bir deniz gibi dalgalandılar, bir bayrak gibi sallandılar, tohumları saçıldı etrafa…
Sürüngenler, gelincikler ve o sararan otlar öğleden sonraları oluşan toz fırtınaları ile birbirlerine karıştılar…
Toprak özlemle gökyüzüne baktı, nadir zamanlarda gelen bulutlar ise yeryüzüne hasretti hep…
Güneş olanca parlaklığı ile ısıttı her yeri…
Nadiren zaman zaman esen rüzgâr sanki bir fırından çıkmışçasına alev alev yaladı yüzümü…
Bu yaz bana diğer yazlara göre daha bir solgun, daha bir yorgun gözüktü…
Bu yaz bana diğer yazlardan daha bir üzgün, daha bir arzusuz, daha bir hevessiz göründü…
…………………….
Bu yaz uzun geçmişti..
Bu yaz hayal gibi geçmişti…
Bütün bir yaz sanki gözüm açık rüya görmüş gibiydim…
Bütün bir yaz ben hayal görmüş, düş görmüş gibiydim.
Asaf Hâled'in ''Mâra'' isimli şiirinin son kısmında olduğu gibi ‘’ne uykuda’’ geçmişti, ne de ‘’uyanık’’;
''Ne uykudayız ne uyanık''
…………………
Şehriyar hatırlatmıştı bana Thomas Hobbes'un ‘’Leviathan’’ isimli eserini…
‘’Leviathan’’da ne yazmıştı Thomas Hobbes:
‘’Bir kimsenin bir rüyet gördüğünü veya bir ses duyduğunu söylemek ise, uyku ile uyanıklık arasında düş gördüğünü söylemektir: Çünkü böyle durumlarda insan, uyukladığının farkında olmadığı için, gördüğü düşü genellikle bir vizyon sanır. Bir kimsenin doğaüstü ilhamla konuştuğunu söylemek, o kimsenin, güçlü bir konuşma isteğini duyduğunu veya kendisi hakkında, doğal ve yeterli bir neden gösteremediği, iddialı bir görüşe sahip olduğunu söylemektir.’’
Kitabının başka bir yerinde de şöyle yazıyordu Thomas Hobbes:
‘’…………. ve uykuda ve bazen hastalık veya şiddet nedeniyle organların büyük bir rahatsızlığında, bir düş deriz; ………’’
Hobbes’in bu ifadeleri aylardır yaşadığım ve benim anlamakta zorlandığım olayları bana daha iyi açıklıyordu…
Benedictus Spinoza’nın ‘’Ethica’’ isimli eserini de Şehriyar hatırlatmıştı bana…
Şöyle yazmıştı Spinoza ‘’Ethica’’sında:
‘’Ruhumuzun iradesi bedenimizin iştahasından başka bir şey değildir.’’
‘’Bununla birlikte rüyada konuştuğumuzu gördüğümüz zaman yalnız ruhun emriyle konuştuğumuzu zannederiz, hâlbuki konuşmuyoruz ve eğer konuşuyorsak, bu yalnızca bedenin kendiliğinden bir hareketiyledir; nitekim insanlardan bazı şeyleri sakladığımızı da rüyada görürüz, bu da uyanıkken bildiğimizi söylememizi sağlayan aynı ruh emriyledir. En son uyanıkken yapmaya cesaret edemediğimiz bir şeyi ruhun emriyle yaptığımızı rüyada görürüz. Ruhun hür emriyle söylediklerini veya sustuklarını ya da herhangi bir hareketi yaptıklarını zanneden kimseler gözleri açık rüya görmektedirler.’’
Spinoza haklıydı…
Hobbes de haklıydı…
Ben kaç gündür, kaç aydır gözleri açık rüya görmekteydim…
Ben kaç gündür, kaç aydır hâyâl görmekteydim, düş görmekteydim…
Anladım;
Ruhumuzun iradesi bedenimizin iştahasından başka bir şey değildi…
Sanki Spinoza benim bu durumumu açıklamak için yazmıştı ‘’Ethica’’sını…
Spinoza’nın şu sözleri aylardır gördüğüm rüyanın, hâyâlin ve düşün bir özetiydi sanki:
‘’İnsan bir objenin hâyâliyle duygulanmış oldukça onu var olmasa bile, hazır gibi görür ve onun hâyâli ya geçmiş ya gelecek bir zamanın hâyâline bağlı olduğu zaman da onu geçmiş veya gelecek gibi tasarlar. Bunun için kendi başına göz önüne alınan objenin hâyâli ister gelecek, ister geçmiş zamana, ister hâle atfedilsin, her zaman aynıdır, yani ister hâyâl geçmiş bir objeden gelsin, isterse geleceğe veya hâle ait objeden gelsin, beden yapısı veya duygulanış aynıdır. Bundan dolayı, ya geçmiş ya gelecek, ya da hazır bir şeyin hali ruhumuzda aynı sevinç veya keder duygulanışını doğurur.’’
Yine Asaf Hâled Çelebi’yi hatırladım…
Garip akımının çıkardığı gürültü ve toz duman arasında pek fark edilemeyen, anlaşılmayan ve kendisi ‘’garip’’ kalan Asaf Hâled’in çok sevdiğim ‘’Ayna’’ isimli şiiri aklıma geldi:
‘’bana aynadan bir suret göründü
benden başkası
bilmem memleket-i çînden midir
ya mâçînden mi?’’
…
Şehriyar…
Şehriyar’ı anımsadım..
Şiirde olduğu gibi ‘’memleket-i çînden’’ ve ‘’mâçînden’’ değilse de hemen yakınından Kâbil’den aylardır bana aynada benden başka bir suret görünmüştü…
Asaf Hâled ‘’Cep’’ şiirinde şöyle diyordu:
‘’en güzel oyuncağım sen
bahçelerimin beni eğlendirmediği zamanlarda
gel
ve beni avut’’
Anlamıştım ki; bütün bir yazda, bütün bir kışta, ilkbaharda, sonbaharda en zor günlerimde Şehriyar’ın sureti gelip beni avutmuştu… Sanrılar içindeyken, âteşler içindeyken, hâyâl görürken, düş görürken, rüyadayken Şehriyar’ın sureti gelip beni avutmuştu…
….
Ve ben sonbaharı yazarken, zemheri aylarını, ilkbaharı yazarken, şimdi yazı yazarken ve Şehriyar’ı yazarken aynada gördüğüm bir suretti Şehriyar…
Osman AYDOĞAN 29 Aralık 2015
KİTAP ile ÇALAR SAAT
‘’Fahrenheit 451’’ isimli kitabın yazarı Amaerikalı yazar Ray Bradbury’in güzel bir sözü vardı: "Kitap yakmaktan daha kötü suçlar vardır. Bunlardan biri de kitap okumamaktır." Yazar Orhan Tüleylioğlu’nun bu sözü doğrularcasına konu aldığı güzel bir kitabı var: “Yalnız Kitap” , (UM:AG Araştırmacı Gazetecilik Vakfı)
“Yalnız Kitap” bir yandan dünden bugüne kitap düşmanlığına ışık tutarken; diğer yandan kitabın yaşamımızdaki yerine de dikkat çekiyor. Kitaptan bir bölüm:
“Okuyan insan, okuduğunu beyninde canlandırır ve algılar. Bu sayede beyin hücreleri çalışmaya başlar. Analiz-sentez (ayrışma birleştirme), yorumlama, akıl yürütme (usa vurma) gerçekleşir. İşte buna düşünme diyoruz.”
Kitapta bir başka bölüm (Kanuni döneminde, 5. Karl’ın elçisi Busbecq’in 1560’ta hazırladığı Osmanlı’ya ilişkin raporundan bir bölüm):
“Yeryüzünde Türkler kadar, başka ülkelerin yararlı icraatlarını kolaylıkla alıp benimseyen bir millete daha rastlamak zordur... Buna rağmen nedense kitap basmaya ve çalar saat kullanmaya bir türlü ikna edilememişlerdir.”
Tüleylioğlu, kitabında kitap ile çalar saatin ortak özelliğini de vurgulamış:
“Her ikisi de insanları uyarmaya ve uyandırmaya yarar...”
16. yüzyıldan 21. yüzyıla aradan geçen tam beş yüzyıl.
Değişen bir şey yok.
Horlamaya ve horlanmaya devam…...
Osman AYDOĞAN 28 Aralık 2015
OLGUNLUK!
Yıllaaar yıllar öncesiydi. 30 yıl kadar önce. Çok çok uzak diyarlardaydım. Şehriyar’la yeni tanışmıştım. Henüz aramızdaki o muazzam yakınlık doğmamıştı. Şehriyar’ın yanından ayrıldığımda öğrendiklerimi unutuyor, gerçek doğasını hatırlamayan, üzüntü, keder ve tasa içerisinde birisi olarak buluyordum kendimi. Nedenini sormuştum Şehriyar’a . Bana demişti ki;
‘’Çocukluğuna dönüşündendir. Henüz tam büyümüş değilsin. Özen gösterilmediği için gelişmeden kalmış olan düzeyler var. Sadece içinde kaba, ilkel, şefkatsiz, acımasız ve tümüyle çocuksu kalmış yönlere tam dikkatini ver, olgunlaşacaksın. Esas olan akıl ve gönül olgunluğudur. Başlıca engel –dikkatsizlik, farkında olmayış - giderildiğinde bu kolayca gerçekleşir. Farkındalık içinde büyürsün. Her şeyi bana bırak ve günü gününe mümkün olduğunca dürüst yaşa ve iyi ol. Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığın dünyanın senin tarafından yansıtıldığını idrak ettiğinde korkuların sona erecektir. ‘’
Osman AYDOĞAN 27 Aralık 2015
İNSAN HAYATI
“İlahi Komedya”, İtalyan şair Dante Alighieri’nin, bir vecd anında kendini antik çağda yaşamış olan meslektaşı Vergilius’un düşsel rehberliğinde Cehennem`de başlayan, arada kalmışlığın mekânı Araf`ta devam eden ve nihayet günahsızların huzur bulduğu Cennet`te son bulan düşsel yolculuğunu anlattığı bir eserdi.
Müzik ise, Yunanlıların muhayyilesine göre, insanlığa peri kızlarının armağanı olan bir sanattı.
‘’Müzikteki 24 aralık, altının ‘en saf’ olan 24 ayar hâlinden mülhemdir!’’ (mülhem: esinlenmiş) diye bir veciz söz vardır.
İşte "Dante'nin Yolculuğu" da, bu "en saf" halin arayışıdır bir nevî...
‘’Dante'nin Yolculuğu" hayatımızın merkezidir, kendisidir aslında…
Ve hayat her şeyin, ama her şeyin ‘’en saf’’ halini aramakla geçer, çorak vahalardaki kurumuş kör kuyularda su arar gibi debelenir durur insan ve hiçbir şeyin ‘’en saf’’ hali bulunmaz bir türlü…
Ve hayat dediğimiz şey aslında çocukluktan sonra kalan bu debelenmelerdir…
Ve derdi zaten edebiyatçılar; ‘’insan hayatı, çocukluktan verilmiş kocaman bir tavizdir.’’
Osman AYDOĞAN 26 Aralık 2015
İSLAM DÜNYASI NEDEN BU HALDEDİR? (2)
Anadolu'da yetişmiş iki tane şair Nesimî vardır. Bunlar; XIV. yüzyılda Bağdat'ta doğmuş, Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüş tasavvuf şairi Seyyid Nesimî ile XVII. yüzyılda yaşadığı sanılan Kul Nesimî'dir. Bu iki şair adlarının benzerliğinden ötürü genellikle birbirleri ile karıştırılır. Asıl adı Ali olan Kul Nesimî'nin yaşamı pek bilinmemektedir.
Kul Nesimî’nin güzel bir şiiri vardır. Adı: ‘’Minnet Eylemem’’dir.
Hâr içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim Rahîm’i
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem.
Bir acaip derde düştüm herkes gider kârına
Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Huda’dır kula minnet eylemem.
Oy Nesimi, can Nesimi ol Ganî mihmân iken
Yarın şefaatlerim Ahmed-i Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol Ganî settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem.
Sizler biliyorsunuzdur muhakkak ama ben yine de genç arkadaşlarımın bilemeyeceğini tahmin ettiğim bazı kelimeleri açıklamak istiyorum.
Sırat-i müstakim: Doğru yol, dosdoğru yol.
Hâr: Diken.
Rahîm: Kur'an'da geçen Allah'ın 99 adından biridir. Bağışlayıcı, sevdiklerine ve müminlere âhirette merhamet eden, onları koruyan, onlara acıyan demektir.
Ganî: Kur'an'da geçen Allah'ın 99 adından biridir, çok zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir.
Mihmân: Gönül misafiri.
Ahmed-i Muhtar: Hz. Muhammed’in güzel isimlerinden birisidir.
Settar: Allah'ın isimlerinden olup "ayıpları örten" anlamındadır.
İslam dünyası bu hâldedir çünkü bu dünyanın halkı Kul Nesimî’nin aksine dile ve dine minneti olanların arasında kahrolmuşlardır, iblisin talim ettiği yollarda iblislerden dar olmuşlardır, kula minnetli harislerden har olmuşlardır, yeryüzü halifesi hünkâra tabilerden düçar olmuşlardır, rahimi, hüdayı, settarı, rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerden bizar olmuşlardır.
İslam dünyası bu hâldedir çünkü kendisine doğru yolu gösteren kendi insanlarını anlayamamışlardır. Eğer anlasaydı bu dünyanın insanı gerçek dinlerini ve anlasaydı Kul Nesimi’yi, Seyyid Nesimî’yi, Yunus Emre’yi, Mevlânâ’yı, Şems-i Tebrizi’yi, Hayyam’ı, Şirazlı Şadi’yi, Hafız’ı, İbni Sina’yı, İbni Rüşd’ü, İbni Haldun’u, Hallac-ı Mansur’u, Cüneyd-i Bağdadî’yi, Beyazıt-i Bistami’yi, Firdevsî’yi, Ali Şir Nevai’yi, Babürşah’ı, Şehriyar’ı, Bahtiyar Vahapzade’yi, Ahmet Yesevi’yi, Hacı Bektaşi Veli’yi, Muhyiddin İbn-i Arabî’yi, İmam-ı Rabbanî’yi, İmam Azam Ebu Hanife’yi ve hatta yüzeysel değil de tam derinliği ile İmam-ı Gazalî’yi anlasalardı ve Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü bilselerdi ve anlasalardı bu hâle düşmezlerdi, iblisin talim ettiği yollarda iblislerden dar olmazlardı, kula minnetli harislerden har olmazlardı, yeryüzü halifesi hünkâra tabilerden düçar olmazlardı, rahimi, hüdayı, settarı, rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerden bizar olmazlardı…
İki gündür yazıyorum. İşte bunun için İslam dünyası bu haldedir.
Osman AYDOĞAN 25 Aralık 2015
İSLAM DÜNYASI NEDEN BU HALDEDİR?
İslam dünyası neden bu haldedir? Bunu anlamak için bin yıl geriye gitmek gerekir diye düşünüyorum…
İslam dünyasının bu hâle gelmesinin esaslı nedeni İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutan aydınların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Horasan’ın Tus kentinde doğan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) egemen olmasıdır.
Gazali 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (El-Gazzâlî, Filozofların Tutarsızlığı, Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak) “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için akılcı gidişi önlemeye çalışmıştır.
Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli kitabında şöyle yazar: “…Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Allah’ı akıl ile açıklamaya çalışmak, Allah’I yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Allah’ın iradesini yadsıma sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkânsızdır.”
Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatmıştır. İmam-ı Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.
Gazalî (1058-1111), “İhya-i Ulum ud-Din” (Din Bilimlerinin Dirilmesi) (Huzur Yayınevi, 2008) isimli kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia etmiş, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunmuştur. Gazalî kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenir: “Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.” Gazalî, eserini dört cilt hâlinde düzenlemiş, ciltlere sırasıyla İbadetler (İbâdât), Âdetler (Âdât), Helak Edici Hususlar (Mühlikât) ve Felaha Erdirici Ameller (Münciyât) adlarını vermiş, her bir cildi de on konu hâlinde işlemiştir.
Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’sında (İbn Sînâ, Şifa Kitabı, Tıp Kanunu, Felsefe Meseleleri, Müzik / Fikir Mimarları Dizisi, Say Yayınları, 2013) geçen düşünceleri de eleştirir. (Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır.)
İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) (Kurtubalı İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, Bordo Siyah Yayınları, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle de (kutsal söz, vahiy) uygundur.’’
Gerçekte de İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.”, “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.”, “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.”, “Bir saatlik tefekkür (düşünüş) 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır.” gibi İslam’ın bilim ile çatışmadığını, evrensel bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)’in hadisleri vardır.
Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir; ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler’’. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986)
Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir.
Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilmektedir. İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybetmiştir. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi desteklemişler, İbn-i Rüşd’ü ise ihmal etmişlerdir.
Ancak İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilmektedir. Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olmuştur. Öyle ki Fatih İstanbul’u kuşatması esnasında sur önlerinde top döktürecek kadar ileri teknolojiye sahipken 1529’da bu teknoloji kaybolmuş o Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Anadolu’dan Viyana’ya öküzlerle top çekmek zorunda kalmıştır. (1683’de de aynısı tekrarlanmıştır) Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulmuş, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilmiş ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin başında gelmiştir.
Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilmiş ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatmıştır. Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gitmiştir. Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanmıştır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Denilebilir ki Mustafa Kemal Atatürk İbn-i Rüşd’ün manevi öğrencisidir.
Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD (İD), Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (11. yüzyıl) olmuştur. Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir.
2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlandı. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son 1000 (bin) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade etti: “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.)
O günden (1100-1200) bugüne İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramamıştır.
Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam dünyasını 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcileri de olmamıştır. Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının Thomas Hobbes, Baruch Spinoza, Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville, Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam dünyasında olmamıştır. Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam dünyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı.
Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir.
1970’lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler uygulamaya konulmuş ve bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir.
Bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar tüm bölgede siyasi iktidarlar parçalanarak devlet kapasitesi çökertilmiş, paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta El Kaide, El Nusra gibi radikal dinci çeteler, IŞİD (İD) gibi terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye başlamışlardır. Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi İslam dünyasının da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler.
İslam dünyasındaki bu Batı karşısındaki gerileyişinin, mevcut siyasal kavgaların, sosyolojik ve ideolojik ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer, bir sonuç olduğu düşünülmektedir. Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu coğrafya o günden (11. yüzyıl) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle İslam dünyasının insanları birbirini boğazlar hale gelmiştir.
Çatışma potansiyelinin çok yüksek olduğu bu coğrafyada bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı ve acıkan topraklar olduğu görülmektedir.
Bölgede barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve bölge ülkeleri arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesidir. Bu olduğu takdirde bu coğrafya cennetin katlarına dönüşecektir.
İbn-i Rüşd'ün ve Atatürk'ün düşüncesinden sapılan her yol İslam dünyasını karanlığa sürüklemektedir. Ortası yoktur. Tarih bize bunu böyle göstermiştir. Bu böyle biline.
Osman AYDOĞAN 23 Aralık 2015
MEVLİT KANDİLİ
Bu gece peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa SAV'in dünyayı şereflendirdiği gecedir.
Hicri takvimde Rebiülevvel ayının on birinci gününü on ikinci güne bağlayan gece (2015 yılı için 22 Aralık Salı gününü 23 Aralık Çarşamba'ya bağlayan gece) doğum manasına gelen "Mevlit Kandili’’dir. Veladet Kandili diye de isimlendirilir. Şiiler Rebiülevvel ayının 17. gününü Mevlid günü ve 17'ye dönen geceyi de Mevlit Gecesi olarak adlandırırlar. Bu iki tarih arasındaki haftayı da Vahdet Haftası olarak isimlendirirler. Bu güne Mevlid en-Nebi (Peygamberin doğumu ) ve Mevlid-i Şerif (Mübarek doğuş) ismi de verilir.
Araplar, Hazreti Peygamberin ölümünden sonra, doğumunu kutlamak için herhangi bir tören düzenlememişlerdir. Mevlidi günümüzdeki manasıyla bir bayrama dönüştüren ilk hükümdarın Selçuk Atabeklerinden Muzafferüddin Gökböri olduğu bilinmektedir.
Bu dönemden sonra mevlit bütün İslam âleminde kutlamaların yapıldığı bir tören haline getirilmiştir. Padişahı II. Selim'den itibaren bu kutlama gün ve gecelerinde, minarelerde kandil yakılmasıyla birlikte kandil adını almıştır. Mevlit Kandili, Osmanlı İmparatorluğu'nda en canlı kutlanan mübarek gecelerden birisiydi.
Mevlidin resmi törenle kutlanışı 1910'dan itibaren kanunla kabul edilmiştir. Bu kutlamaların önemli özelliği halkın padişaha maruzatını sunmalarına da vesile olmasıdır.
Diğer dört mübarek geceden farkı peygamberin ölümünden sonra bu gecenin mübarek ilan edilmesidir.
Bu geceyi en iyi anlatan eser Süleyman Çelebi’nin Mevlit mesnevisidir. Bu mesnevi Süleyman Çelebi’nin tek eseridir. Bu esere "Vesîletü'n necât" (Kurtuluş Vesîlesi) adı da verilir. Mevlit, ‘’bahir’’ adı verilen bölümlerden oluşmaktadır. Mevlid okuyanlara mevlidhân denir.
Çelebi eserini yazarken Âşık Paşa’ nın ‘’Garibnâmes’’sini, Erzurumlu Darîr’in “Siyerü’ n- Nebî”'sini, Eb’ul Hasan Bekrî’nin “Siyer”'ini ve Muhiddîn-i Arabî’nin “Füsûs”'unu kaynak olarak kullanmış ve eserini 60 yaşında tamamlamıştır. 1422'de vefat eden Süleyman Çelebi'nin mezarı Bursa’da Çekirge yolu üzerindedir. Mezarının bulunduğu yere 1952'de bir türbe yapılmıştır.
Bu geceyi anlatan diğer bir eser de büyük İslâm şâiri İmâm-ı Busayrî’nin kaleme aldığı kasidesi ‘’Kasîde-i Bürde’’dir. (Kasîde-i Bürde on kısımdır, sadece Dördüncü Kısım Resûlullah’ın dünyâya teşrifini anlatmaktadır.)
Sadece Mevlit Kandilinde yapılması gereken özel ibadetler yoktur her kandil gecesinde yapılması gereken ibadetler bu gece de yapılır.
Bu gecede Allah'ın rahmeti, bereketi sizinle olsun, gönül güneşiniz hiç solmasın, yüzünüz aydın olsun, dualarınız kabul olsun. Kandiliniz kutlu olsun…
Osman AYDOĞAN 22 Aralık 2015
İNSAN RUHU, SEFALETİMİZ ve MUTLULUĞUMUZ
Jean-Jacques Rousseau’nun güzel bir kitabı var, ancak adı da uzun mu uzun; ‘’İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma’’ (Say Yayınları / Düşünce Dizisi, 2001)
Rousseau bu kitabının bir bölümünde şöyle diyordu:
‘’İnsanın içinde var olan ve hiçbir zaman doyuramadığı ‘yalnızlık’ hissidir. O yalnızlık hissi ki, kimilerinde din algısını yaratır. Bir tanrının kanatları altında olduğunu düşünüp güvende hisseder insanoğlu. O yalnızlık hissi ki, aile mevhumunu yaratır. Bir ömür sürmesi planlanan imzaları atar ve herkesin de atmasını bekler, toplumsal ahlak anlayışı oturur, baskı doğar. O yalnızlık hissi ki, kapitalizmi körükler. Parçası olamadığı toplumda hükümdar olmak ister insan. Kendini özel, önemli hissetmek için kapitalistleşir, kapitalist sistemde ahlak sadece kitlesel bir sakinleştiricidir. Eşitsizliklerin kaynağı, insanın içindeki yalnızlık, ölümlülük, önemsizlik hissidir. Çünkü insan ruhu, var olanların hem en güzeli, hem de en çirkinidir.’’
Rousseau bu kitabın bir başka bölümünde ise şöyle yazar:
''insanların ormanda yaşadıkları ilkel zamanlarda, mağazalarda alışveriş yapmadıkları ve gazete okumadıkları dönemlerde önemli bir fırsatı vardı insanlığın: kendini dinleyebiliyor ve bu yüzden tatminkâr bir yaşamın en temel gereklerini karşılama şansını elinde tutuyordu.''
Rousseau'ya göre tatminkâr bir yaşamın en temel gerekleri ise; aile sevgisi, doğaya saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan hazdı.
Roussaeu kitabında, bizlerin her ne kadar bağımsız akıllara sahip olduğumuzu düşünsek de aslında kendi ihtiyaçlarımızın neler olduğunu anlamak konusunda sefil bir durumda olduğumuzu, aklımızın, bize tatmin olabilmek için neye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyen dış seslerin tesiri altında olduğunu iddia eder. Roussaeu’ya göre dışarıdan güdülenen hırsın, isteğin, arzunun sonu yoktur ve insan vazgeçebildiği oranda zengindir.
Bu düşünce bana Şehriyar’ı ve onun tane tane, usul usul, ağır ağır üzerine basa basa söylediği şu sözünü anımsatır:
‘’Siz nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsünüz. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir. Sizin bu mutluluk arayışınız, kendinizi mutsuz ve çaresiz hissetmenizin asıl nedenidir. Dünyadan hiçbir şey talep etmediğiniz, hiçbir şey aramadığınız, hiçbir şey beklemediğiniz zaman en yüce hal size gelecektir, davet edilmeden, beklenmeden. Arzusuz olmak en yüce mutluluktur. İnsan beklentisi kadar mutludur. Sıfır beklenti, sonsuz mutluluk getirir.’’
Osman AYDOĞAN 22 Aralık 2015
AŞK MEKTUPLARI
Franz Kafka’nın, sevgilisi Milena’ya yazdığı mektupları içeren ‘‘Sevgili Milena’’ (Milena'ya Mektuplar) isimli güzel bir kitabı var. (Say Yayınları, 2000) Kafka, yapıtlarını Çekçeye çevirirken tanıştığı Milena’ya, istirahate çekildiği Meran’dan mektuplar yazar. Dostça başlayan mektuplaşmalar bir süre sonra tutkulu bir aşka dönüşür.
Yalnızca mektuplarda kalan gizli bir aşktır bu… Ancak Milena evli, kendisi de nişanlıdır. Bu sebepledir ki Milena’ya yazdığı mektuplar, aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Kafka’nın Milena’ya olan aşkı, aşkın; dehâ dâhil hiç bir olgunun durduramadığı, en irrasyonel, en zehirli tutsaklık olduğunun kanıtıdır. Lois Aragon'un, "aşk insana güç veren tek özgürlük yitimidir" sözünün romantik ve beyhude bir temenni oluşu, Kafka'nın Milena'ya mektuplarında apaçık ortadadır. Bu nedenle Kafka bir mektubunda Milena’ya şunları yazar: ‘’Ah Milena! Denize düşmüşüz sanki elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz. Boğulmuyorsak, bu da kötülük olsun diyedir.’’ Bu aşk, Attila İlhan’ın ‘’Ben sana mecburum’’ isimli şiirindeki şu dizeyi anımsatır; ‘‘Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’
Bu mektuplar büyük bir yazarın iç hesaplaşmalarını ve duyarlılığını sergiler… Bu mektupların birinde Kafka şu ifadeleri kullanır; ‘‘İçimizin korkunç sarsıntılarını kor ortaya mektup yazmak.’’ ‘‘Mektup yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek demektir.’’
Bir mektubunda evlilik ile ilgili olarak şunları yazar Kafka Milena’ya; ‘‘Bütün evliliklerin ’yalnızlıktan’ kurtulmak için yapıldığına inanmıyorum. Daha kutsal nedenleri vardır; yanılmıyorsam o ’melek’ de benim gibi düşünüyor. Evlenmenin nedeni yalnızlıktan kurtulmaksa, ne elde edilir? Yalnızlığı yalnızlıkla birleştirmekle bir yuva kurulmaz. Birinin yalnızlığı ötekine yansır, karanlık gecelerde bile.’’
Burada Kafka, insanların genellikle düştükleri yanılgıyı vurgular; ‘‘Mutlu olmak için evlenilmez; ancak ve ancak mutluluğu paylaşmak için evlenilir.’’ Siz mutlu değilseniz neyi paylaşacaksınız ki? Özdemir Asaf’ın da söylediği gibi ‘’yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsaydı zaten yalnızlık olmazdı…’’ Çünkü yalnızlık ruhsal, sosyolojik ve toplumsal bir durumdur. Çünkü insanın bireysel özü, kendi içinde değil, dışıyla kurduğu nesnel ilişkilerde gizlidir.
Kafka, Milena’ya yazdığı mektupları hep ‘’Senin Franz’’ diye bitirir. Milena ile birkaç kez buluşurlar. Bir buluşma öncesi Milena’ya şöyle yazar Kafka: "Aylar sonra ilk defa gözlerim bir işe yarayacak, seni görerek."
Farklı farklı mektuplarında Milena’ya şunları yazar Kafka:
‘’Yorgunum, hiçbir şey bilmiyorum; tek istediğim, yüzümü kucağına koymak, başımın üzerinde dolaşan elini hissetmek ve sonsuza dek öyle kalmak."
‘’Bugün bir Viyana haritası gördüm. Senin sadece bir odaya ihtiyacın olduğu halde böylesine büyük bir şehrin inşa edilmiş olmasını bir anlığına aklım almadı.’’
‘’Hiçbir masalda herhangi bir kadın için, benim kendi içimde senin için verdiğim mücadeleden daha büyük bir mücadele verilmiş olduğuna inanmıyorum.’’
''Bak Milena, ‘en çok seni seviyorum’ diyorum; ama gerçek sevgi bu değil, ‘sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla’ dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki.”
"Yanımda yürümüştün Milena, düşünsene yanımda yürüyordun..."
"Dünyada benim ihtiyaç duyduğum kadar sabır var mı Milena?"
"Hayatın iki saati, iki sayfa yazıdan iyidir demeyin; yazı daha yoksul ama daha açıktır."
'Kalbim bir olta iğnesinin ucunda asılıymış gibi oluyor, küçük, incecik bir iğnenin ucunda. Ve bu yüzden çok ince korkunç keskin bir acıyla yırtılıyor sürekli.'’
"Ve senin yanında öylesine huzurlu, öylesine huzursuz, öylesine baskı altında ve öylesine özgürüm ki böyle olması çok doğal. Bu yüzden bunu fark ettikten sonra hayatın geri kalanından vazgeçtim."
Kafka ciğerlerinden rahatsızdı. Bir mektubunda da bu rahatsızlıkla ilgili olarak Milena’ya şunları yazar; ‘’Ruh ve yürek, yükü taşıyamaz olunca hiç değilse eşit bölünmesi için ağırlığın yarısını ciğer üstlenir.’’ Zayıf bir bünyesi vardı Kafka’nın. Kafka’nın mektubundaki bu ifadesi yine bünyesi zayıf olan Lübnanlı yazar Halil Cibran’ın yine âşık olduğu Mey Ziyâde isimli bir kadına yazdığı mektubundaki şu ifadesini anımsatır; ‘‘Zayıf bir bedenin içinde güçlü bir ruhun bulunmasından daha zor bir şey yoktur.’’
Her ne kadar Kafka lise yıllarından itibaren yoğun bir şekilde Friedrich Nietzsche ile ilgilenmiş, özellikle de Nietzsche’nin “Also sprach Zarathustra” (Böyle Buyurdu Zerdüşt) eseri Kafka’yı büyülemiş ve Kafka kendine yaşam paraleli olarak filozof Kierkegaard’ı görmüş ve onun için; “O beni bir arkadaş gibi doğruluyor“ demişse de aslında Lübnanlı yazar ve şair Halil Cibran’la hayatı büyük bir benzerlik içindedir.
Halil Cibran’ın Mey Ziyâde’ye yazdığı mektuplarında Kafka’nı Milena’ya yazdığı mektuplardaki ifadeler ile benzerlikler vardır; ‘’Bazen uzakta olan bir dost, yakında elinizin altında olan bir arkadaştan daha iyidir.’’ ‘’Yetenekli bir kadın her zaman bin erkekten daha iyidir.’’ ‘’Bu dünyada ruhunuzun dilinden anlayabilen çok insan var mı?’’ "Bizi anlayanlar, bizim içimizdeki bir şeylere de hükmederler."
Mektup kültürümüzü hatırlamak için Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektupları içeren ‘’Sevgili Milena’’ (Say Yayınları, İstanbul, 2000) ve Halil Cibran’ın 20. yüzyılın Arap edebiyat dünyasının önde gelen kadın yazarlarından Lübnan’lı Mey Ziyâde’ye yazdığı mektupları içeren ‘’Aşk Mektupları’’ (Anahtar Kitaplar, İstanbul, 2009) okunmalı diye düşünüyorum…
Osman AYDOĞAN 21 Aralık 2015
BİR HAZİN AŞK HİKÂYESİ
‘’Genç Werther’in Acıları’’ (Almanca: Die Leiden des jungen Werthers), Johann Wolfgang von Goethe (1749 - 1832) tarafından 1774 yılında ve iki haftada yazılmış bir mektup romandır. (Genç Werther’in Acıları, Goethe, Can Yayınları, 2007)
‘’Genç Werther’in Acıları’’, Werther adındaki genç bir hukuk stajyerinin nişanlı bir kadın olan Lotte ile intiharına kadar kurmuş olduğu ıstırap dolu ilişkilerini konu alan, Goethe’nin mektup tarzındaki romanının ismidir. Lotte de kayıtsız değildir bu aşka ama Lotte Albert’le nişanlıdır ve verilen sözler, ahlaki değerler önemlidir. Lotte Albert ile evlenir. Werther ise bir aile dostu olarak yer alır yanlarında. Ne var ki aşk ve dostluk arasındaki sınır çizgisi zayıftır. Sınırı geçmekten korkan Lotte, bir daha görüşmemeleri gerektiğini bildirir genç adama. Werther’in bu acıya dayanması ise imkânsızdır.
Werther bu halet-i ruhuye ile Lotte’ye bir mektup yazar; “Bak Lotte! Bana ölümün sarhoşluğunu tarttıracak olan o soğuk ve korkunç kadehi elime alıyorum. Onu bana sen uzatıyorsun, ben de alırken hiç duraksamıyorum. Hayatımın bütün istekleri ve ümitleri yerine geldi. Ölümün çelikten kapısını vurmak öylesine titretici ve çetin ki” diyen Werther, “Silahlar dolu. Saat on ikiyi vuruyor. Alınyazısı bu, önüne geçilmez. Lotte! Elveda Lotte! Elveda” sözleriyle mektubuna ve yaşamına son verir.
Werther’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’ Bu rezilce korkuyu kimler yaşamaz ki!
Goethe hayatı boyunca kendine kusursuz eş aramış hatta bir-iki kez evlenmiş fakat aradığını bulamamış, bu kitapta Goethe sıkça bu sorununa vurgu yapmış. Romanın kahramanı Lotte, kitabın oluşum safhasında, genç Goethe’nin tanışmış olduğu Maximiliane La Roche’den de izler taşır.
Goethe'nin hakkında "eğer Werther ölmeseydi, ben ölecektim" dediği eserdir bu roman. Sadece aşk acısı ve kara sevda açısından bakmamak gerek bu kitaba çünkü romanda diyalektik de var.
Platonik bir aşkı anlatır Goethe bu kitabında. Bu kadar büyük bir aşk ancak platonik olur zaten dedirtiyor insana. Çünkü insan aşkı elde edince ne kadar değerli olursa olsun onun için artık sıradandır. Halil Cibran derdi zaten; ‘’ulaşamadıklarınız ulaşmış olduklarınızdan daha değerlidir.’’
Goethe eserinde; kişinin acı çekmekten zevk almasını, kendisini nasıl da kendi zoruyla bir uçuruma çektiğini, hayatın anlamsızlaşmasını ve karşılıksız aşkı, mükemmel bir şekilde anlatır…
Başkarakter, bizlere, aşkın; karşı taraftan ziyade kendi içimizde yaşadığımız, büyüttüğümüz, putlaştırdığımız bir duygu olduğunu, en yakın arkadaşına yazdığı mektuplarla içten bir dille izah eder. Âşık olduğumuz "şey" aslında çoğu zaman da bir hayalden ibarettir. Ona atfettiğimiz her şey bizimle ilgilidir. Onu güzel–yakışıklı bulmamız, çok akıllı ve zeki olduğunu düşünmemiz, dünyada eşi benzeri olmayan bir dürüstlüğe sahip olduğuna inanmamız, bizimle ilgilidir. Çünkü aşk, bir avcı ile aynanın karşılaşmasından başka bir şey değildir. Ayna kırılır, çünkü avcı yalnızca kendi yansımasına ateş etmiştir. Sevdiğimiz şey aslında kendi yansımamızdan başka bir şey değildir. Halil Cibran derdi zaten; ‘’Her erkek iki kadına aşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.’’ Ve birisini sevmeyi başaramayanı, kimse sevemez. Zaten "seni seviyorsam bundan sana ne?" diyen Goethe gibi bir dâhiden başka ne beklenebilirdi ki?
Bu kitabın Türk edebiyatındaki muadili; Mehmet Rauf'un ‘’Eylül’’ isimli psikolojik romanıdır. Kısmen sonu da benzer. Sabahattin Ali'ye ‘’Kürk Mantolu Madonna’'yı yazarken ilham vermiştir. Ayrıca Şeyh Galib'in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ı da bu esere benzer...
Kitaptan üzerinde düşünmeye değer bazı bölümler:
"Eğer insanlar imgelemleriyle geçmişteki kederin anılarını çağrıştırmak uğruna bu denli çaba gösterecekleri yerde kayıtsız bir şimdiye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu."
‘'Tanrı’nın bize her gün sunduğu güzel şeylerin tadını çıkaracak kadar kalbimizin kapıları açık olursa, başımıza gelen kötü şeylere katlanacak gücümüz olur.’'
"Ama öte yandan, sabahları doğan güneş güzel bir günü vaat ettiğinde, 'işte yine insanların birbirine zehir edebileceği bir nimeti bağışlıyor gökyüzü' diye haykırmaktan kendimi alamıyorum."
"Ey ulu tanrım! Önce akıl sahibi olup sonra onu kaybetmedikçe mutlu olmamak insanların kaderi midir?"
"Herkesin aynı olmadığını biliyorum ve hiçbir zaman da herkes eşit olmayacak. Fakat saygınlıklarını korumak için halktan uzak durmaları gerektiğini düşünenler, en az düşmanın karşısında ölüm korkusuyla saklananlar kadar yenilmeyi hak eden kimseler.."
‘‘Sevgili değerli dost, unutulmaması gereken bir şey var, o da: insan duyarlılığı!"
‘‘Sefaletim ve yalnızlığım belki de mutlu edemediğim kişinin bir başkası tarafından mutlu edilmesinden kaynaklanıyor.’’
"Ayrıca yüreğimi değil, aklımı ve yeteneklerimi beğeniyor, oysa her şeyin kaynağı yürektir: Tüm gücün, tüm mutluluğun, tüm kederin. Ah, benim bildiklerimi herkes bilebilir ama yüreğimdir yalnızca bana ait olan.’’
‘‘Dışa vurduğu ufak sevinçleri elinden almak için, bir insana baskı yapanlara yazıklar olsun. Ne dünyanın tüm armağanları, ne de tüm lütufları, başımızdaki despotun kıskanç sıkıntısının bize zehir ettiği bir anlık neşenin yerini tutar.'’
‘'Gerçi dünyadaki bütün işler değersiz, başkaları istiyor diye kendi tutkusunu, kendi gereksinimini dikkate almadan para, onur ve başka şeyler uğruna kendini yiyip bitiren insan her zaman budalanın biridir.’'
‘'Çünkü her şeyi kendimizle, kendimizi de herkesle karşılaştıracak şekilde yaratılmışız bir kere, bundan dolayı mutluluk ve hüznümüz bağlı olduğumuz şeylerden etkileniyor kuşkusuz, bu durumda en tehlikeli şey de yalnızlık.'’
"Üzerinde zevkle yaşamak için insanın sadece biraz toprak parçasına, altında huzurla yatmak içinse bundan daha azına ihtiyacı var.’’
"Sahip olduğum o kadar çok şey var, ama Lotte için duyduklarım sahip olduğum her şeyi yutuyor; sahip olduğum o kadar çok şey var, ama onsuz her şey bir hiçe dönüşüyor."
''Her gün kendime söz veriyorum, yarın ona gitmeyeceğim. Fakat ertesi gün yine esaslı bir sebeple ve nasıl olduğunu anlayamadan kendimi onun yanında buluyorum.''
“… Sevgili arkadaşım, dünyadaki karışıklıklara yol açan şeyin, kurnazlık ve kötü niyetten öte, belki de yanlış anlamalar ve atalet olduğunu bir kez daha saptadım. En azından ilk ikisine daha az rastlanıyor.”
"Aklımızı, mantığımızı serbestçe kullanmaktan bizi alıkoyacak her şeyden kaçınmalıyız; çünkü ruh özgürlüğüne ancak böyle ulaşabiliriz."
“Kendimizi yitirdiğimizde her şeyi yitirmiş oluruz! Kendimizden yoksunsak, elbette her şeyden yoksun kalıyoruz.'’
“Bazen aklım almıyor; onu yalnızca ben, hem de öylesine içten, öylesine dolu dolu severken, ondan başka hiçbir şey görmez, bilmezken, ondan başka hiçbir varlığım yokken, nasıl olur da onu bir başkası da sever, sevebilir?”
‘‘Sabahları ağır rüyalardan kurtulmaya çalışırken kollarımı ona boşuna uzatıyorum. Çimler üzerinde yanında oturduğumu ve elini tutup binlerce kez öptüğümü gördüğüm mutlu ve masum düşler beni kandırdığında yatağımda çaresizlik içinde onu arıyorum. Ah, uyku sersemliği içinde uyanıyorum, sıkışan yüreğimden gözyaşı seli boşalıyor ve karanlık bir geleceğe doğru tesellisiz ağlıyorum.’’
‘‘Acının insanlarla paylaşıldığı takdirde azalacağı konusunda kuşkusuz haklısın, değerli dostum, keşke insanlar-niçin böyle olduklarını ancak Tanrı bilir!- geçip giden şimdiyi yaşamak yerine, geçmişte kalan bir sıkıntının hatıralarını anımsamak için hayal gücünü bu kadar zorlamasalar.'’
‘'Tembellik neyse keyifsizlik de odur, tembelliğin bir türüdür. Doğamızın buna eğilimi var, ancak toparlanma gücünü bulursak kolaylıkla çalışmamız mümkün olur, gerçek hazzı elde etmenin yolu çalışmaktan geçer.'’
“İnsan doğası sınırlıdır. Sevince, kedere, acılara ancak belli bir dereceye dek dayanabilir. Ve o derece aşılırsa insan yok olur. Yani söz konusu olan birinin güçlü ya da zayıf olup olmadığı değildir. (buraya dikkat!) kendi yaşantısına ne ölçüde dayanabiliyor, soru budur! Hem ahlaki, hem bedensel anlamda…’’
"Yaşamanın bir rüyadan, bir hayalden başka bir şey olmadığını düşünen ilk kişi ben değilim.’’
‘’Bizler aynen zindanların duvarlarına gönül ferahlatan, güzel resimler çizen mahkûmlara benziyoruz.’’
‘’… çünkü sanırım ölmek hayatın türlü cefalarına göğüs germekten daha kolaydır. Öyleyse canına kıymak yiğitlik değil, uyuşukluk, korkaklıktır."
‘‘Ama şimdi hatırlıyorum da içimi kemiren o eski günler neden böyle tatlıydı? Tanrı’nın rahmetini sabırla beklediğim, bana verdiği sevinci içten ve minnet dolu bir kalple duyduğum için mi?''
Kitabin en güzel tarafı Goethe’nin okuyucuya şu notu: ‘'Ey güzel insan, sen de onun gibi bir tutkunun esiriysen, onun acıları sana avuntu olsun, eğer yazgından veya kendi hatandan dolayı bir arkadaş bulamıyorsan, bu küçük kitap dostun olsun.'’
Goethe, bu romanı yazdığında 25 yaşındadır. Romanın piyasaya çıkmasının ardından Almanya sokakları bir “Werther salgınına” uğrayarak, ortalığı Werther’in giysileri olan mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençler istila ederler.
Okurken yavaş yavaş üstünüze bir fil oturduğunu, kalbinizin, beyninizin, midenizin sıkıştığını hissedip yine de bırakamayacağınız, tansiyonunuzu çıkarma gücü yüksek, yudum yudum içilmesi gereken ve tekrar tekrar okunabilecek bir başyapıttır Goethe’nin bu kitabı.
Goethe’nin bu kitabında İçerdiği her mektup hayata dair ayrı bir kitaptır. Cennetle cehennemin nasılda birbiriyle yoğrulup iç içe geçtiğinden bahseder Goethe bu kitabında.
Bu kitabın dünya üzerinde bunca sevilmiş olmasının nedeni içeriğinden ziyade yazarın kullandığı dildir.
Yaşamınızda şimdiye kadar Goethe’nın bu kitabını okumamışsanız eğer çok şey kaçırdığınızı bilin isterim! Eğer Almanca da biliyorsanız kitabı kendi dilinden okumaya da doyum olmaz derim.
Osman AYDOĞAN 20 Aralık 2015
KADIN PSİKOLOJİSİ
Psikolog Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın "Kadın Psikolojisi" adlı çok güzel bir kitabı var. (Nesil Yayınları, 2005) Nevzat Tarhan kitabında eşlere birbirini anlamanın altın kurallarını anlatır. Eşlere, birbirlerini anlamaları için; "sinirli, kızgın, öfkeli veya ilgisiz tavırlarında" iyi zanlı yaklaşma önerisinde bulunan Tarhan, kitabında aile içi iletişimin sağlanabilmesi için altın kuralları aşağıdaki şekilde sıralıyor. Kitabı; henüz evlenmemiş, yeni evlenmiş veya çoktaaan evlenmiş arkadaşlarıma öneririm.
Eşinizi yanlış anlayabileceğinizi, sizi incitmek amacı ile yapmadığını düşünmeli ve olumsuz senaryolara inanmamalısınız. Aksi takdirde analitik düşünce yeteneği bozulur ve kişi yanlış yargılara varır.
Bir insan, diğer insanın kendisi hakkında kötü düşündüğüne inanırsa farkında olmadan beden dili ile bunu yansıtır. Karşı taraf, olumsuzluğu hisseder ve savunmaya geçer. Karşılıklı negatif etkileşim ve yersiz düşmanlık duyguları oluşur. Bunun çaresi ise diyaloğu sabırla devam ettirmektir.
Eşinizin sinirli olmasının nedeni, sizinle hiç ilgili olmayabilir. Ona saldırı hakkı tanımak gibi güzel bir armağan verirseniz fırtınaya fırsat vermezsiniz.
Kendinizi kanıtlamanız gerekmiyor. Her anlaşmazlık genelde tarafların güç mücadelesine dönüşüyor. Kendi kimliğini, özgürlüğünü ispat etmek için fırsat olarak görülüyor. Bu düşünce tarzı, karşılıklı duygusal enerjileri savunmaya harcamaya iter. Sürekli gerilim hali devam eder. Böyle durumlar, ilişkileri sağlamlaştırmaz. Kendine güvenen insan kendisini ispata ihtiyaç hissetmez.
Duygular, genelde ak ve kara şeklinde değildir, gri tonları daha fazladır. İnsan duygu yapısı çeşitli duyguların karışımından oluşur. Şu an sevgi hissetmediğiniz kişi ve olay tekrar sevmeyeceğiniz anlamına gelmez. Sevgi değişkendir, bırakın karşınızdaki farklı duygular gösterebilsin.
Avukat gibi değil hakim gibi olmalı; bir şeyler ters gittiğinde hata nerede objektifliği ile hareket etmeli, benim ’eşim haksız da olsam beni desteklemeli’ düşüncesini sorgulamak gerekli. Bazen kol kırılır yen içinde kalır ama bu hatayı onaylamak şeklinde olmamalıdır.
Evlilik anlaşmaya varma sanatıdır. Bunun için gündemli oturumların ihtiyaç sıklığına göre yapılması, çok işe yarar.
Evlilik sorunlarının önemli bir kısmı, kişinin kendisi hakkında değil eşi hakkında düşünmesinden kaynaklanır. Onun ruhunu bile kontrol etmek ister. Başkalarının olmalarını istediği gibi olmadıklarına sinirlenmek yanlıştır.
Şok konuşmalar yapmak, evliliği test etmek, tehlikeli yöntemlerdir. Güven ve sevgiyi arttırmaz. Egonuzu tatmin çabasından başka bir şey değildir. Kazananı olmayan bir uygulamadır.
Sorun olduğunda verdiğiniz tepki karşınızdakini düşündürtüyorsa başardınız demektir. Sorunlu evliliklerde çocuğu kullanmak, eğer düşünce kalıplarını değiştirirse faydalıdır.
Karşınızdaki kişide ’'kontrolü kaybediyor'’ hissini uyandırırsanız ilişki zarar görür. Kazan-kazan ilişkisi için iki taraf da ’kontrol bende’ diyebilmelidir.
Fırtınalara fırsat verin. '’Bu adam beni deli etti'’ diyorsanız, bırakın fırtına essin, arkasından sağanak yağış gelsin. Sonradan çiçekler açacaktır.
Sabırlı olmak, diğer bütün erdemlerin geliştiği temel erdemdir. Sabır ve zaman duygusu birbiri ile ilişkilidir. Meditatif bir eylem olan sabır, sadece katlanmak anlamına gelmez. İnsan kendisini bir zevkten mahrum bırakıyorsa mantıklı bir nedeni olmalıdır.
Aktif sabır dendiğinde kişi hareket halinde bekler. Ümidini kaybetmez, sürekli fikir üretir. Kesinlikle sabır, haklı ve mantıklı olmalıdır. Kişiliği ezdirmek, hakkını aramamak sabır değil pasifliktir. Girişimciliği yok eder. Aktif sabır ise sessiz ama soylu bir davranıştır. ’Senin yaptığını onaylamıyorum ama evliliğimiz için bu yaptıklarına katlanıyorum’ diyebilen insan, karşı tarafın kendisini suçlu hissetmesine neden olur ve sonuca yaklaşır.
Sahip olduğu şeyin değerini bilen ama çoğu hedefleyen insan tehlikeden kurtulur. Yetinme duygusu, tembelliğe itmemeli. Nankörlük, evliliğe çok zarar verir. Doyumsuz eşler, ciddi evlilik sorunlarına neden olurlar.
Osman AYDOĞAN 19 Aralık 2015
DOĞRU İNSAN OLMAK, DOĞRU İNSANLA EVLENMEKTEN DAHA ÖNEMLİDİR
Zig Ziglar kişisel gelişim uzmanı Amerikalı bir yazardır. Asıl adı Hilary Hinton Ziglar’dır. Ziglar, 06 Kasım 1926 yılında Amerika’da doğdu, halen yaşıyor, 89 yaşında. Kitaplarında Zig Ziglar adını kullanır.
Yazarın Sistem Yayıncılık’tan yayınlanan ‘’Hayat Boyu Flört’’ isimli güzel bir kitabı var. ‘'Hayat Boyu Flört'’ün ilk sayfası şöyle başlar:
''Birkaç yıl önce bir uçak yolculuğu sırasında yanımdaki koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark ettim. O anda yorum yapmaktan kendimi alamadım. 'Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız dedim ' Adam bunun üzerine bana dönerek; 'Yanlış kadınla evlendim de ondan' diye karşılık verdi.’’
Sonra şu tespiti yapar Ziglar; ‘’Doğru insan olmak, doğru insanla evlenmekten daha önemlidir.’’
Yazar kitabında eş seçimi konusunda şu tespiti yapıyor; ‘'Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olursunuz. Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız kesinlikle yanlış bir evlilik yapmışsınızdır. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha önemlidir. Kısacası evlenmek için doğru mu yoksa yanlış eş mi seçtiğiniz asıl olarak size bağlıdır.''
Zig Ziglar kitabın ilerleyen sayfalarında (Sayfa 47) ‘'on ineklik bir kadın aranıyor’' başlıklı bir öyküyle destekler tezini;
''Çok yıllar önce Hawai adalarından Ohao da insanlar alışık olmadıkları bir olaya tanıklık ederler. Ohao da müstakbel bir koca bir aileye kızlarıyla evlenebilmek için belli sayıda inek vermek zorundadır. Ama kız bir eşte bulunabilecek bütün özellikleri ve güzelliğiyle alışılmadık bir örnekse dört inek verildiği de olmuştur. Yıllar önce adanın en ücra köşelerinde n birinde doğruluğu kanıtlanmamış da olsa çok çekici ve iyi huylu bir kadının astronomik fiyat sayılan beş inek karşılığında gelin gittiği doğrultusunda belli belirsiz bir rivayet de dolaşmaktadır.
Ada da iki kızı olan bir adam yaşamaktadır. Büyük olanı bizim toplumumuzdaki deyişle 'kabul görmeyen' tipte baştan şansı olmayan bir tiptir. Neredeyse bir cüce kadar kısadır. Babası ona üç inek fiyat biçmiştir. İki inekli bir teklife de severek kabul edecektir. Hatta iyi pazarlık yapan biri çıkarsa tek ineğe 'fit' olmaya razıdır. Aslında pazarlık çok ağırlaşırsa yaşlı baba ömür boyu kızını besleme yükünden kurtulacağını düşünerek hiç inek almadan bile verecektir. Küçük kız kardeşte ise durum farklıdır. Baba muhteşem bir güzellik ve cazibenin iyi huyla birleşmesinin örneği olan küçük kızdan çok kolay kurtulacağını bilmekte ve geleceğinden hiçbir endişe duymamaktadır.
Adanın en zengini olan Johny Lingo bu evin kapısına geldiğinde herkes onu küçük kızı isteyeceğini düşünür. Oysa o herkesin tahmininin dışında bir şey yapar. Yaşlı adamı sevince boğarak büyük kıza talip olur. İhtiyar sevincinden neredeyse havaya uçmaktadır. Hem çok zengin hem de eli açık insan olarak tanındığı için en azından standart fiyatın karşılığı olarak üç ineği ödeyeceğini düşünür. Sonra biraz hayal kurarak cömertliği ve zenginliğiyle belki dört inek vereceği de aklına gelir. Derken adam hayal sınırlarını zorlar. Ve belki de beş inek bile verebileceğini düşünür.
Johny kızı istemeye gelince yanında on tane inekle gelince babanın nasıl duygular beslediğini anlayamazsınız. Yaşlı baba neredeyse kalpten gitmek üzeredir. Johny fikrini değiştirmeden ölmeden veya kendini toparlamadan kabile reisine hazırlıklar yapması için haber vermeye koşar. O günlerde normal balayı bir yıl sürerdi ama on ineklik gelin aldıysanız herhalde üç ineklik balayı ile yetinmezsiniz. Böylece gelin ve damat iki yıllık balayı niyetiyle bilinmeyen yerlere gitmek üzere yola çıkarlar.
Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün onları görür görmez haber vermek üzere köyün dışına bir gözcü gönderilir. Gün doğduktan az sonra gözcünün sesi duyulur. Doğal olarak gelenler gelinle damat mı diye merak ederler. Gözcü öyle tahmin ettiğini ama emin olamadığını söyler. Adam Johny'i hemen tanımış fakat kızdan emin olamamıştır. Kız aşina gelmiştir. Ama yaklaşan kadın çok güzel zarif ve kendinden emin birisidir. Çift iyice yaklaştığında hiç kimsenin tereddütü kalmaz. Kızın güzelliği cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözlerde bile reddedilmeyecek ölçüdedir. Yakından bakanlar. Johnny'nin on inek karşılığında iyi alışveriş yaptığını düşünürler.''
İşin püf noktasını şöyle özetler Zig Zaglar : ‘'Johnny on inek ödedi, kız on ineklik bir kadın haline geldi.’'
Ziglar bu hikâyesini şu şekilde bitiriyor; ‘’Evet beyler, on ineklik bir eş istiyorsanız, ona on ineklik bir eş gibi davranmaya başlamalısınız. Buda yeterli olmaz, beyler, ona saygılı olursanız o da hiç başınızı ağrıtmaz. Bayanlar, aynı kurallar kocalarınız için de(aslında daha çok) geçerlidir. Erkek yavan ekmekle yaşamaz, zaman zaman ‘yağlanmaya’ ihtiyacı vardır. Erkeklerinize ‘şampiyon’ muamelesi yapın, bir daha ‘dik kafalılık’ etmediklerini göreceksiniz.’’
Goethe’nin bir sözü vardır; ‘’Bir insana olduğu gibi davranırsanız, olduğu gibi kalır, olabileceği gibi davranırsanız, olabileceği gibi olur.’’ Bu söz insan üzerinde yetki ve etki sahibi olan herkes için kulaklarında küpe olacak bir sözdür. Eşinize, çocuklarınıza, sevdiğinize, astınıza, çalışanınıza, insanınıza verdiğiniz değer, aslında ona kazandırdığınız değerdir.
‘'Doğru adam’' doğru kadını inşa eder, ‘’doğru kadın’’ da doğru adamı diyor Zigler hikâyesinde ve şu mesajı veriyor;
‘’Doğru insan olmak, doğru insanla evlenmekten daha önemlidir.’’
Osman AYDOĞAN 18 Aralık 2015
AHMAKLARIN SEFERİ
ABD’li yazar Diana Johnstone'in özgün ismi "Fool's Crusade; Yugoslavia, NATO and Western Delusions" olan ve 2002 yılında yayınlanan kitabı ülkemizde ''“Ahmakların Seferi: Yugoslavya, NATO ve Batı’nın Aldatmacaları” ismiyle 2004 yılında Bağlam Yayınları’ndan yayınlanmıştı.
Kitapta AB ve ABD’nin ‘’Demokratikleşme’’ baskısıyla Yugoslavya meclisinden çıkarılan yasalara dayanarak Slovenya ve Hırvatistan’ın nasıl bağımsızlığına kavuştuğu anlatılır.
Yazar, kitabında emperyalizmin Balkanlar’daki iç yüzünü gösterirken azgın bir milliyetçilikle Yugoslavya’nın çözülüşünde önemli bir rol oynayan Miloseviç yönetiminin günahlarını görmezden gelir.
Yazar, esas olarak eserinde Sıpları savunsa da kitapta adı geçen ‘’Yugoslavya’’ yerine ‘’Türkiye Cumhuriyeti’’ konarak okunursa ortaya Yugoslavya ile bire bir örtüşen dehşet verici bir tablo çıkmaktadır.
Kitap eski Yugoslavya’da olanları anlatırken sanki Türkiye’de de olacakları anlatmaktadır.
Almanya Dışişleri eski Bakanı Hans Dietrich Genscher’in ‘’Yugoslavya’da uygulanan modelin Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi için de uygulanabileceği’’ küstah söylemi umarım unutulmamıştır.
Günümüzde yaşananlar bana ''Ahmakların Seferi''ni hatırlattı...
Osman AYDOĞAN 17 Aralık 2015
DERSU UZALA
‘’Dersu Uzala’’ filmi, sinema tarihinin en önemli ve etkileyici yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Japon sanatçı Akira Kurosawa'nın yönettiği Rus- Japon ortak yapımı olan ve 1975 yılında çekilen bir filmdir.
Akira Kurosawa işsiz kaldığı 1960 ve 1970 yılları arası sonrası intihara teşebbüs eder, ölümden dönen Kurusawa Rusların teklifi ile Dursu Uzala flmini Ruslarla ortaklaşa çekerler. Film, Rus gezgini Vlademir Arseniev’in 1923 yılında yayınladığı anılarından yola çıkarak çekilmiştir.
20’inci yüzyılın başlarında, bir Rus askerî haritacı ekibinden bir Rus Yüzbaşı (Vlademir Arseniev), Rus Uzak Doğu'sunda Mançurya Ormanlarında araştırma yaparken, atalarının yaşamından pek farklı olmayan bir hayat süren yaşlı bir Moğol avcıyla (Dersu Uzala) tanışır. Yüzbaşı Arseniev Dersu Uzala adındaki bu bilge adamdan çok şey öğrenir.
Yaşlı bir avcıyla bir yüzbaşının yaşadıklarıdır Dersu Uzala... Soğuk kış şartlarında yaşanan ölüm kalım mücadelesi içindeki onurlu bir hikâyedir Dersu Uzala.... Doğru olanın doğa ile savaşmak doğayı kendimize uyarmak değil, doğa ile birlikte yaşamak olduğu mesajını verir Dersu Uzala… Bizim bu Dünyaya ait olduğumuzu ama bu dünyanın bize ait olmadığını anlatır Dersu Uzala… Şehir denilen dev hapishanelerde ve ev denilen ‘’kutularda’’ tüm özgürlüklerden ve insanın tabiatından tamamen uzak bir nasıl yaşadığımızı bize anlatır Dersu Uzala… Vahşi kapitalizmin canavar kollarında tüketim girdabına kapılarak ‘’tüketici’’ adıyla nesne olarak yok olan insanın yok olmadan önceki doğallığını anlatır Dersu Uzala… Modernitenin antitezidir Dersu Uzala…
Bir gün bir barakaya rastlar Dersu Uzala. Bir süre barakanın içinde ve dışında dolaştıktan sonra eskiyen yerleri onarır ve Yüzbaşı'dan da bir miktar yiyecek ister. Yiyeceği ne yapacağını soran Yüzbaşı'ya Dersu, onlar ayrıldıktan sonra barakaya gelecek olanları düşünerek yiyecek bırakmak istediğini söyler. Gelecek olan insanları görmeden, tanımadan böylesi bir şeyi düşünen sanki eski bir Anadolu bilgesidir Dersu Uzala....
Bir gün Yüzbaşı'yla beraber tabiatın vahşi pençeleri arasında kalakalınca bir an bile bocalamaz ve hayata sımsıkı sarılır Dersu. Kendisi ayakta kaldığı gibi Yüzbaşı'sını da ölümden kurtarır. Dersu'ya bir hayat borçlu olan Yüzbaşı, minnetle teşekküre hazırlanırken Dersu son derece aldırışsız, şöyle diyecektir: "Beraber geldik, beraber çalıştık, teşekkür gereksiz."
Dersu fakirdir. Geçimini avcılıkla sağlamaktadır. Askerlerle yolları ayrılırken Yüzbaşı, onu da şehre götürmek istediğini söyler. Yüzbaşı gerçekten bu yaşlı adamı sevmiştir. Yarım ağızla yapılan tekliflerden değildir yaptığı... Şehri düşünürken Dersu'nun yüzünün aldığı imrenme hali görülmeye değerdir. Fakat o, dağlarda kalmayı seçecektir. Kendisine para vermeyi teklif eden Yüzbaşı'ya teşekkürlerini bildirirken "alınteri" ile kazanmanın her şeyden daha yüce olduğunu söylemez ama hal ve hareketleri bunu bağırmaktadır. Avlayacağı somonları satarak kazanacağı paraların kendisine yeteceğini düşünmektedir çünkü o.
Yüzbaşı, görev için kendini tekrar dağlarda bulduğunda içinde hep Dersu'yla karşılaşma ümidi vardır. Rütbesine ve karşısındakinin kim olduğuna bakmaksızın Dersu'yu arar. Yüzbaşı, Dersu'yu bulduğunda ona hasretle sarılır. Yüzbaşı Arseniev ile Dersu’nun ormanda karşılaştıklarında birbirilerine koşmaları ve sarılmaları esnasında sanki insan annesini, babasını, kardeşini, eşini, çocuğunu bundan daha fazla bir özlemle sarılamayacağı hissine kapılır.
Konuşurlarken Yüzbaşı Dersu'ya ‘’somon bulup bulamadığını’’ sorar. Ne de olsa aradan epey zaman geçmiştir. Dersu ise, ‘’çok somon bulduğunu ve iyi para kazandığını’’ söyler. ‘’Peki, paraları ne yaptığını’’ soran Yüzbaşı'ya Dersu, ‘’onları emanet için bir tüccara verdiğini, onun da paraları kaybettiğini’’ anlatır. Bunları anlatırken, hayata boşvermiş bir ruh haliyle, giden paraya yanmanın anlamsızlığını çağrıştıran bir gülümseme de fırlatır havaya. Kafaya takmadığı bellidir, sonra da bunun lafını hiç etmez. Üzüntüsüne dair hiçbir emare göstermez.
Ormanın kurduydu Dersu Uzala.. Sanki eski bir Anadolu bilgesiydi Dersu Uzala...
Dersu Uzala rolünü hakkını vererek başarıyla canlandıran sanatçıydı Maksim Munzuk… Maksim Munzuk'un Rus Yüzbaşı bağırarak arayışı vardı vadilerde ve dağlarda yankılanan: ''Kapitaaan, Kapitaaaaaaaan''. Ferhat Şirin’ine, Kerem Aslı’sına, Mecnun Leyla’sına böylesine bir özlemle çağırmamış, bağırmamış, haykırmamıştır.
Kar fırtınasındaki ot toplama sahnesi vardı Dersu Uzala'nın... Yüzbaşının Rus aksanıyla "Dersu" demesi da ayrı bir hoş duyguydu... Dersu ateş başında bir şarkı söyler… O şarkıda Dersu sanki tüm bir hayatı anlatır.
Filmdeki müthiş diyaloglardan bir tanesi :
- Bir şey mi arıyorsun
- Evet, bir mezarı
- Burada henüz kimsenin ölmeye vakti olmadı...
Bu söz bana hazin hazin Anadolu’yu hatırlatır…
Çünkü bu topraklarda kimsenin huzur bulmaya vakti olmadı…
Osman AYDOĞAN 16 Aralık 2015
İNSAN KAFASINDA YARATTIĞI HAYALE ÂŞIK OLUR
Karl Marx’ın karısı Jenny’ye yazdığı mektuptan bir alıntı:
“Dünyada pek çok kadın vardır; bunlardan bazıları da çok güzeldir. Ama her çizgisi, hatta her kırışıklığı yaşamımın en güzel, en tatlı anılarını taşıyan bir başka yüzü nasıl bulurum? Sonsuz acılarımı, yerine konma olasılığı bulunmayan kayıplarımı bile o güzel yüzünde okuyorum ben.”
Karl Marx'ın tercümanlığı yapmak istiyorum! Demek istiyor ki Marx:
''Erkek, âşık olduğu kadına baktığında, yüzündeki çizgileri, vücudundaki yaşlanma izlerini görmez. Gördüğü bir tanrıçadır, heyecan verici bir tanrıçadır. Önemli olan sizi seven insanın sizi nasıl bulduğudur. Göz kenarındaki bir kırışıklığın bile eğer o kadına aşk ile bağlıysanız ne kadar değerli olduğunu bilirsiniz. O küçük çizgicik, size ortak geçmiş bir hayatı hatırlatır çünkü. Sevgilinle birlikte yaşlanmak iyidir. Aradan kaç yıl geçerse geçsin, vücudunda ne türden değişiklikler olursa olsun, onun seni, senin onu gördüğünüz 'şey' değişmez çünkü.''
Ve son olarak demek istiyor ki Marx:
''İnsan kafasında yarattığı hayale âşık olur ve hayaller hiç yaşlanmaz!''
Osman AYDOĞAN 14 Aralık 2015
RUHLARIMIZ GERİDE KALIYOR
"Par dela les Nuages" (Bulutların Ötesinde) filmi Michelangelo Antonioni’nin Wim Wenders'la senaryo ve yönetmenliği paylaştığı ama Antonioni'nin şairane dilinin daha çok hâkim olduğu dört kısa öyküden oluşmuş 1995 yapımı lirik bir filmdir. ... Filmdeki her bir öykü aslında müthiş görüntüler eşliğinde aşka ve hüzne dair yazılmış bir şiir gibidir. Derinliğine bakılmazsa film sıkıcı da gelebilir.
Bu filmde geçen diyaloglardan birkaç alıntı:
"Garip... İnsan hep birilerinin hayalinde yaşamak ister."
"Hiçbir şey tesadüf değildir."
"Şimdi gözler moda. Gerçek konuşmalar içimizde kalmış."
"Şimdi senin sessizliğinin esiriyim."
"Geride bırakılan şeyler daima vardır. Kahvenin telvesi gibi."
Ve filmin sonunda Antonioni der ki:
"We shroud reality in so many layers of interpretation that the truth will never be seen." (Gercegi o kadar çok yorum katmanında saklarız ki, gerçek hiç bir zaman görünmez.)
Filmde genç kız bir kafede gizemli bir erkekle tanışıyor ve adam ona şu hikâyeyi anlatıyor:
Bir zamanlar Afrika'da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile zor doğa koşullarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş.
Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı birden durmuşlar. Taşıdıkları yükleri yere indirmişler ve hiç konuşmadan beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen Batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekliyorlarmış.
Bu anlaşılmaz durumu yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra şu şekilde ifade etmeye çalışmış:
"Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor."
Modern şehir hayatının ve çağımızın getirdiği en büyük sorunlardan birini anlatıyor bu hikâye; "hızla ve sonu bir türlü gelmeyecek olan hedeflere doğru çılgınca koşuşturmak" ve koşuştururken etraftaki ayrıntıları, manzaraları, küçük mutlulukları, kısaca hayata dair pek çok yaşanası güzelliği görememek ve kaçırmak...
Ya da yaşanan yığınla drama, saçmalığa ve ilkelliğe seyirci kalmak, duyarsızca sadece bakıp geçmek ve gitmek...
Halbuki durup ruhlarımızı beklemeli, her günün bitiminde yatağa uzanıp "kendimize doğru’’ bakmalıyız.
Osman AYDOĞAN 13 Aralık 2015
YÜKSEK BİLİNÇ
Ken Keyes JR'ın bir kitabı var: ''Yüksek Bilinç Kılavuzu'' (Akaşa Yayınları, 2014) yazar; kitapta gerçek mutluluğa ve özgürlüğe erişebilmemizin tek yolunun kendimize, diğer insanlara ve tüm evrene yüksek bilinç düzeyinden bakabilmemiz olduğunu, sık sık mutsuzluk bataklığına saplanmamızın gerçek nedeninin, düşük bilinç merkezlerinde dolaşmamız, bizi köleleştiren duygu-destekli bağımlılıklardan bir türlü kurtulamayışımız, beynimizi ve zihnimizi gerektiği gibi kullanamayışımız olduğunu iddia eder.
Kitaptan kısa bir hikaye:
Bir Zen bilgesi uçurumun kenarına geldiğinde arkasına bakıyor ve kaplanların hemen gerisinde oldukların görüyor. Aşağı sarkan bir sarmaşığı fark ediyor ve sarmaşığa tutunarak kendisini aşağı bırakıyor. Aşağı baktığında kaplanların, kendisini bu kez aşağıda beklemekte olduklarını görüyor. Yukarı baktığında ise iki farenin sarmaşığı kemirdiğini fark ediyor.
Tam o anda güzel bir çilek görüyor, uzanıp alıyor ve tüm yaşamı boyunca yediği en lezzetli çileğin tadını çıkarıyor! Bilge ölüme bir kaç dakika kala bile, burada ve şimdinin tadını çıkarabiliyor.
Yaşam, sürekli "kaplanlar" ve "çilekler" gönderir bize. Çileklerin tadını çıkarabiliyor muyuz? Yoksa değerli bilincimizi kaplanlar için üzülmekte mi kullanıyoruz?"
Osman AYDOĞAN 12 Aralık 2015
ŞEYTAN ve GENÇ KADIN
Hepimizin bildiği ''Simyacı''nın da yazarı olan Brezilyalı romancı ve söz yazarı Paulo Coelho’nun güzel bir kitabı daha var: ‘’Şeytan ve Genç Kadın’’ (Can Yayınları, 2015)
Gözlerden uzak, kuytu bir dağ köyü ve bu köyün dış dünyadan soyutlanmış, kendi halinde, çoğunluğu yaşlı, zamanın dışında bir yaşam süren insanları. Köydeki tek genç kadın, küçük otelin barında çalışan güzel Chantal'dır. Gelip geçen avcılarla ya da turistlerle gönül eğlendiren genç kadının tek dileği bu sıkıcı yerden kurtulmaktır.
Beklenmedik bir anda köye gelen ve gerçek kimliğini gizleyen bir yabancı, köy halkına, hepsinin yaşamını alt üst edecek, onları kışkırtacak, değer yargılarını tersine çevirtecek, hatta kökünden değiştirtecek bir öneride bulunur. Yabancı, köy halkına yedi gün süre tanımıştır. Bu süre içinde bu insanların her biri yaşam, ölüm, adalet ve dürüstlükle ilgili temel sorunlarla yüzleşecek, bir yol ayrımında durup kendi yaşam çizgilerini değiştirecek bir karar almak zorunda kalacaklardır.
Yabancıya kucak açan köy halkı, onun tehlikeli oyununa alet olurken, Adem'le Havva'dan bu yana insanoğlunun ruhunu ele geçirme mücadelesi veren ‘’İyi’’ ile ‘’Kötü’'nün ikilemi, bu basit insanların örneğinde romanda evrensel boyutlarda anlatılır. Roman aslında ‘’İyi’’ ile ‘’Kötü’’nün romanıdır…
Kitaptan sizlere üç hikaye anlatacağım. Ancak önce kitaptan kısa birkaç alıntı vermek istiyorum:
''Siz cennetteydiniz ama bunun farkında değildiniz. Dünyada pek çok insan da böyledir. Mutlu olmayı hakketmediklerini sanarak en büyük sevinci bulabilecekleri yerlerde keder ararlar.’’
''İnsanın sahip olabileceği en değerli şeyi yitirmiştim ben: insanlara duyulan güveni."
"Trajedilerin olması kaçınılmazdı, ne yaparsak yapalım, bizi bekleyen kötü şeylerin bir tanesini bile önleyemezdik."
"Yaşam, giyotinin gölgesinde bir terör rejimiydi."
"Yüreğinin sesini dinle, Allah hoşnut kalacaktır."
"Sevip de karşılığında sevilmeyi bekliyorsanız boşa zaman harcamış olursunuz."
Size şimdi bu kitaptan aldığım üç hikayeyi sunuyorum. Beğeneceğinizi umarım..
***
Ahab bir akşam dostlarını akşam yemeğine çağırıp onlara yumuşacık bir et kızartmak istemiş. Ama birden tuzu kalmadığını fark etmiş. Oğlunu yanına çağırmış.
-‘’Köye git de tuz al. Ama gerçek bedelini öde. Ne daha az ne de daha fazla.
Oğlu şaşırmış.
- ‘’Fazla ödememem gerektiğini anlıyorum baba, ama pazarlık edebileceksem neden paradan biraz tasarruf etmeyeyim ki?’’
- ‘’Büyük kentlerde böyle yapabilirsin. Ama bizim ki gibi bir köyde bu çirkin bir şey olur.’’
Oğlan başka soru sormayıp gitmiş. Bu konuşmaya tanık olan konuklar oğlanın tuzu neden daha ucuza almaması gerektiğini öğrenmek istemişler; Ahab da bunun üzerine;
- ‘’Tuzu ucuza satanın acilen paraya ihtiyacı var demektir.’’ demiş. Bu durumdan yararlanan kişi, bir şey üretmek için alnından ter akıtarak çalışmış olan adama saygısızlık etmiş olur.’’
- ‘’Ama bir tutam tuzun köye ne zararı olabilir ki?’’
- ‘’Dünya kurulduğunda haksızlık da bir tutamdı. Ama her yeni kuşak, ne önemi olur diye düşünerek biraz biraz üstüne ekledi, görün bakın şimdi ne durumdayız.’’
***
Leonardo da Vinci 'Son Akşam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı... İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı..
Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı.. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti.. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi..
Aradan üç yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı.. Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı..
Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu.. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı.. Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı..
Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı.. Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.. Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle söyle dedi: 'Ben bu resmi daha önce gördüm'... 'Ne zaman' diye sordu 'Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı. 'Üç yıl önce.. Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti'..
İyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır.. Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...
***
Yolları oldukça uzunmuş, yokuş yukarı gidiyorlarmış, güneş yakıcıymış, ter içinde kalmışlar, susamışlar. Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler; kapı, ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş, çeşmeden berrak bir su akıyormuş.
Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş.
- "İyi günler."
- "İyi günler", diye yanıt vermiş bekçi.
- "Burası harika bir yer, adı ne?"
- "Burası cennet."
- "Ne iyi, cennete gelmişiz, çünkü çok susadık."
- "İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz", demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş.
- "Atımla köpeğim de susadılar."
- "Kusura bakmayın", demiş bekçi.
- "Buraya hayvanlar giremez."
Yolcu çok üzülmüş, çok susamışmış, ama suyu tek başına içmek istemiyormuş. Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş. Epeyce bir süre yamaç yukarı gittikten sonra eski görünümlü, küçük bir kapıya varmışlar, kapı iki yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş. Ağaçlardan birinin altında, şapkasını alnına indirmiş, uyur gibi yatan bir adam varmış.
- "İyi günler", demiş yolcu. Adam başını sallamış.
- "Atım, köpeğim ve ben çok susadık."
- "Şurada taşların arasında bir pınar var", diyen adam eliyle orayı işaret etmiş.
- "İstediğiniz kadar su içebilirsiniz."
- Yolcu, atı ve köpeği pınara gidip susuzluklarını gidermişler. Yolcu bekçiye teşekkür etmiş.
- “İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz", demiş bekçi.
- "Buranın adı ne?"
- "Cennet."
- "Cennet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.
- "Orası cennet değil cehennemdi."
- Yolcunun aklı karışmış,
- "Sizin adınızı kullanmalarına niye izin veriyorsunuz? Yanlış bilgi vermeleri büyük karışıklığa neden olur!"
- "Hiç de değil. Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orada kalıyor çünkü."
Osman AYDOĞAN 11 Aralık 2015
APTALLIK ÜZERİNE NOTLAR
Carlo Maria Cipolla, (1922 -2000) İtalyan akademisyen ve ekonomi tarihçisidir. Carlo M.Cipolla’nın güzel bir kitabı var: ‘‘Neşeli Öyküler‘‘ (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007)
Yazar, kitabında tarihe yön veren basit ama komik bazı olayları irdeliyor. Ona göre tarih; büyük çapta aptalların yönlendirdiği komik olaylar ile gelişiyor. Dünyada insan var olalı beri aptallık da var, hatta kitabın yazarı ünlü tarihçiye göre yasaları bile var! Carlo M. Cipolla kitabın sonunda yer alan makalesinde ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘nı irdeliyor. (Sayfa: 72-87)
Ona göre, tarih bazı insanların (A), belirli eylemleri sonucunda diğer insanları (B) etkilemesi ile şekilleniyor. İnsanlar (A) kendilerine ‘‘fayda‘‘ sağlamak amacı ile eyleme giriyorlar ve ister istemez başka insanlara (B) da eylemleri sonucunda zarar veriyor veya onlara da fayda sağlıyorlar.
Önce temel tanımlar:
İnsanlar dörde ayrılır: Saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar. Yaptığı eylemden zarar eden, ama bir başkasına da yarar sağlayanlara saflar, yaptığı bir eylemden yarar sağlayan, ayni zamanda bir başkasının da yarar sağlamasına neden olanlara zekiler, yaptığı eylemle kendine yarar sağlayan, başkasına da zarar verenlere haydutlar diyoruz.
Aptallara gelince: Aptal bir insan, kendisine hiçbir yarar sağlamadan, hatta bazen zarara uğrayarak başka birine zarar veren kişidir. Cipolla'ya göre dünyaya zekilerden çok aptallar yön veriyor.
Aptallığın temel yasaları ise şöyle:
1. Çevremizde her zaman ve kaçınılmaz olarak bizim tahmin ettiğimizden daha fazla aptal vardır.
Bu yasa, nüfusun toplamındaki aptallar oranı hakkında sağlıklı bir tahmin yapmayı engelliyor. Çünkü yasanın da belirttiği gibi, her tahmin gerçek sayıdan az olacaktır. Ancak bir çıkarsamayla, tarih boyunca ve çeşitli grup, sınıf ve katmanlar içinde nerdeyse sabit bir oranda aptal bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu oranı "S" (sigma) simgesiyle belirteceğiz.
2. Belirli bir insanin aptal olma olasılığı, ayni kişinin herhangi bir başka karakter özelliğinden bağımsızdır.
Aptallığın "ilahiliğine" ilişkin olağanüstü bir gerçek var: Tabiat, her zaman ve her yerde "S" oranına eşit aptal bulunmasını sağlar. Sorun, bunların kimler olduğunu, aptallıklarının doğal sonuçlarını (Bkz. Temel Tanımlar) yaşayıncaya kadar fark etmenizin mümkün olmamasıdır. Ancak, nereye giderseniz gidin, sonuçta etrafınızda her zaman aynı oranda -ve birinci temel yasa gereği, en kötümser tahminlerinizin de üstünde- aptal olacağını varsaymanız yararınızadır.
3. Bir aptalın çevresine zarar verme olasılığı toplumsal hiyerarşi içindeki yerinin yüksekliği ile doğrudan orantılıdır.
Geleneksel toplumların kati ve değişmez hiyerarşisi içinde aptal olduğu halde iktidar sahibi olanları bu gücü ellerinde tutmayı sürdürmeleri doğal görülebilir. Peki neden modern toplumlarda da aynı durum geçerli? Bu noktada, genel seçimlerin, iktidar sahipleri arasında da "S" sabit oranında aptal olmasını güvence altına almanın en etkili aracı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Birinci temel yasaya göre, seçmenlerin arasında, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla "S" oranında aptal vardır. Birinci ve ikinci temel yasanın bileşimi ise, adaylar arasında, yine, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla "S" oranında aptal olduğunu, üstelik de bunları, kendilerini eylemleriyle ortaya koyana, yani seçildikten sonraya kadar fark etmenizin olanaksız olduğunu ortaya koyar. Seçmenler arasındaki "S" oranındaki aptalın, kendilerine hiçbir yarar sağlamaksızın, size ve topluma zarar verecek şekilde oy kullanacakları, yani mümkün olan en çok sayıda aptal adayı seçecekleri ise, Temel Tanımlar'ın bir gereğidir.
4. Aptal bir yaratık, en umulmadık ve en düşünülmedik zaman ve yerde, nedensiz ve belirli bir planı olmadan karşınıza çıkar.
5. Aptalların eylemleri mantık kurallarına uymadığı için su sonuçları doğurur:
a. İnsanlar şaşkınlıkla kalakalır,
b. Şaşkınlıktan kurtulanlar ise ne yapacaklarını bilemezler, Çünkü aptalın mantıksız eylemine mantıkla karşılık vermek mümkün değildir.
6. Aptal olmayanlar her zaman aptalların zarar potansiyelini küçümserler. Özellikle de, herhangi bir yer ve zamanda, herhangi bir durumda aptallarla ilişki kurmanın veya onlarla bir araya gelmenin, kendilerini kaçınılmaz olarak, pahalıya mal olacak bir yanlışa sürükleyeceğini unuturlar.
7. Aptal insan, varolan en tehlikeli insan türüdür. Kusursuz bir haydudun eylemi bile toplumu fakirleştirmez, Çünkü biri soyulurken biri de zenginleşmiştir. Ancak aptallar kendilerine çıkar sağlamadan başkaların zarar verirler. (Bkz. Temel Tanımlar) Yani aptallar isin içine girince tüm toplum yoksullaşır.
8. Geri ya da gerilemekte olan bir toplumda, aptallara toplumun öbür üyelerinden daha etkin olma hakkı ve/veya olanağı tanınmıştır.
Normalde, geri bir toplumda da, ileri bir toplumda da ayni "S" oranında aptal olması gerekir. (Bkz. Birinci Temel Yasa) İki toplum arasındaki temel fark, aptallara verilen bu etkin konumdan ileri gelir. Bu durumda, bir de, toplumun aptal olmayan kesimleri içindeki, ''Aptallık Unsuru Taşıyan Haydutlar'' ile ''Aptallığa Eğilimli Saflar''ın oranında beklenmedik ve normalin üzerinde bir artış olursa, normal aptal oranı "S"nin yıkıcı gücünü aşan güçler oluşur ve ülke felakete sürüklenir.
Cipolla kendilerine fayda sağlamak için başkalarına zarar verenleri haydut olarak niteliyor, ancak onları da ikiye ayırıyor: Kendilerine az fayda sağlamak için başkalarına çok zarar verenler aptal-haydutlar oluyorlar. Kendilerine çok fayda sağlarken başkalarına az zarar verenler ise zeki-haydutlar oluyorlar. Yine yazara göre siyasiler her ülkede aptal-haydutların arasından çıkıyor.
Cipolla'ya göre demokrasi ise her ülkede eşit oranda bulunan ve ne zaman ne yapacakları belli olmayan aptalların inatla ve sürekli olarak aptal-haydutları iktidara getirmesi olarak tecelli ediyor.
Osman AYDOĞAN 10 Aralık 2015
BİR ŞEY HAKKINDA KONUŞULMUYORSA
Uykusuzluğa en iyi çare bol bol uyumaktır.
Işık sesten hızlı gittiği için bazı insanlar ağızlarını açıncaya kadar zeki imiş gibi görünürler.
Sorun bilgisizlik değildir. Bildiğini sanmaktır.
Sadece kendi kazancı için yaşayanın ölümünden dünyanın kazancı olur.
Ümit, lambasını yakmış sabırdır.
Hiddet, dilin kafadan daha hızlı çalıştığı duruma verilen isimdir.
Tanrı'ya ait hiçbir şey para ile elde edilemez.
Ayın en zor günü en son 29 günüdür.
Hayatta en hakiki mürşit ilim değildir.
Hayat, var olmamanın sonsuzluğundan alınan bir izindir. Keyfini çıkarın.
Ortalama bir kız, güzel olmayı akıllı olmaya tercih eder. Çünkü ortalama bir erkeğin gözlerinin kafasından daha iyi çalıştığını bilir.
Hayatta hiçbir gayret sarf etmeden elde edilebilecek tek şey başarısızlıktır.
Piyango, matematik bilmeyenlerden alınan bir vergidir.
Bazen insan en büyük karşılığı, karşılıksız olanı elde etmeye öder.
Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır. İnsanlığın kızamığıdır.
Kötümser, çok şey bilen iyimserdir.
Bilgelik öğrenilebilir. Ama öğretilemez.
Bazı insanların harikuladeliği güzel yazmalarından gelir. Bazılarının yazmamalarından.
Sarışın, bir saç rengi değildir. Bir varoluş biçimidir.
Ayın sonunu rahat getirecek paraya kavuştuğunuz anda hep birileri ayın sonunu daha uzağa taşır.
Ölmekten korkuyorsanız doğmamayı tercih edin.
Eskiden kararsız bir insan olduğumu düşünürdüm. Artık bundan o kadar emin değilim.
İstediklerin için dua et. İhtiyacın olanlar için çalış.
Mantık karşısında en iyi savunma cahilliktir.
Yapmak için yüz yaşına kadar yaşamak istiyorum dediğiniz her şeyden vazgeçerseniz yüz yaşına kadar yaşayabilirsiniz.
Eğer bir adam sürekli gülümsüyorsa, muhtemelen çalışmayan bir şeyi satmaya çalışıyordur.
Hav'ın kedicesi miyav'dır.
***
Ülkenin gündemini takip etmek istedim, ama söyleyecek söz bulamadım. Bir önceki yazımda Ludwig Wittgenstein'ı anlatmıştım. Wittgenstein’ın dediği gibi, eğer bir şey hakkında konuşulamıyorsa o şey konusunda susmak lazım.
(Yukarıdaki metnin büyükçe bir kısmını Metin Münir’in bir yazısından aldım.)
Osman AYDOĞAN 9 Aralık 2015
MERHAMET
Selim İleri’nin "Anılar; Issız ve Yağmurlu" adlı eseri, (Doğan Kitap, 2002) bir anı kitabı olduğu kadar, Türkiye’nin son elli yılına damgasını vurmuş siyasal olayları ve çalkantıları da çok renkli bir anlatımla dile getirir. Kitap sanki son elli yılımızın romanı gibi... İşte size Selim İleri’nin nefis üslubu ve merhamet duygusu:
"Üstelik merhamet yalnızca insanda yok. Çocuktum... Bir sabah Bahariye Caddesi’nde iki kedi görmüştüm. Yavru değillerdi ama birlikte yan yana yürüyorlardı. Oysa kediler yalnız yaşar. Sonra bir evin kapısı açıldı. Eski Kadıköyü evlerinden, kapısına yedi sekiz basamaklı merdivenle çıkılan. Bir kadın kedilere yemek verdi. Biri yiyor, öteki kedi yiyen kedinin önüne yiyeceği iletiyor. Anlaşılır şey değil. Ama sonra farkediyorsunuz: Yiyen kedi kör! Daha o zaman anlamıştım, hissetmiştim. Yaşamın nasıl şefkate ve merhamete muhtaç olduğunu!"
Osman AYDOĞAN 8 Aralık 2015
BURALARI KARANLIK
Geçen günlerde Türk medyası (Gazeteler, TV’ler) üç büyük meseleyi tartıştılar… Bunlar: Rusya ile yaşanan uçak düşürme krizi, AB’nin göçmenleri durdurmamız karşılığında vizeyi kaldıracağı vaadiyle 3 milyar Euro vereceğini açıklaması ve Suriye’de hem ABD’nin de hem de Rusya’nın da IŞİD’e karşı kullansınlar diye PYD’ye silah yardımı yapması..
Bu gündem bana Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasını anımsattı…
Nasrettin Hoca evinin kapısının önüne çıkmış süpürülmüş, tertemiz yolun üstünde aranmaya başlamış. Onun bu hâli görenlerin dikkatini çekmiş.
- “Ne arıyorsun Hoca efendi, yerde hiçbir şey görünmüyor. Ne aradığını söyle de beraber arayalım” demişler.
- “Anahtarlarımı düşürdüm de, şöyle el kadar dört tane birbirine zincirle bağlı anahtar” demiş Hoca.
Soranlar da aramaya katılmışlar. Hiçbir şey bulamayınca iyice şaşırmışlar;
- “Buralarda bir şey yok. Sen nerede yitirdin anahtarlarını Hocam?” demişler.
- “İçeride bodrumda” demiş Hoca.
- “Öyleyse ne diye burada arıyorsun ?” demişler.
- “İçerisi karanlık, görünmüyor. Onun için burada arıyorum.’’
Asıl konuşulması, tartışılması gereken Güneydoğu!. Güpegündüz büyük bir şehrin göbeğinde çatışmalar.. Hendekler.. Sokağa çıkma yasakları.. Hemen hemen her gün şehit edilen polis ve asker haberleri. Eskiden köyler boşaltılıyor diye şikâyet edilirdi.. Şimdi ilçeler boşalıyor… Hoca misali, buraları karanlık, bu nedenle gündem başka konularla dolduruluyor…
Osman AYDOĞAN 7 Aralık 2015
GECE BÜYÜYEN BAŞAKLAR
Sen doğduğun gece tosunum
Ne melekler indi gökten
Ne toplarla selamlandı gelişin
Ortasında zifiri karanlığın
Bir garipçeydi beklenişin
Anan sancılar içindeydi tosunum
Ufacık yüreğine düğümlenmiş yüreği
Kanlı bir dünyayı kucaklıyordu
Babanın geceler yığılmış gözlerine
Geceler korkulu sevinçlerle parıldıyordu
Sen doğduğun gece tosunum
İnsanlar uyuyordu bir yanda
İnsanlar öbür yanda koşuşuyordu
Aydın ümitler kiminin içinde
Kara duygularla boğuşuyordu
Sen doğduğun gece tosunum
Başka çocuklar da doğuyordu
Dünyanın bilmem kaç yerinde
İnsanlar insanları boğazlıyordu
Sen doğduğun gece tosunum
Başaklar boy atıyordu
Celalettin Algan
Osman AYDOĞAN 6 Aralık 2015
PASTORAL SENFONİ
Ne zaman bir çiçeğe dikkatle baktınız, ne zaman bir kuş gördüğünüzde gökyüzüne nasıl yakıştığını ya da kelebeklerin doğaya kattığı renkleri düşündünüz? Bazen görmemiz gerekenleri görmez, duymamız gerekenleri duymayız, anlamamız gerekenleri anlamayız.
Fransız, hümanist yazar Andre Gide duru ve içten anlatımıyla “Pastoral Senfoni ” adlı eserinde (L&M Yayıncılık, 2006) bir rahip ile eğittiği doğuştan gözleri görmeyen bir kız (Gertrude) arasındaki ilişkiyi irdeler.
Andre Gide, Beethoven'ın en etkileyici eserlerinden biri olan "Pastoral Senfoni"nin eşliğinde bir canlının yeniden doğuşunu, gelişimini izler. Gide, Pastoral Senfoni'de kendi yaşamından da nüanslar almıştır ve bu da kitabı daha etkileyici hale getiriyor.
Rahip kör kıza hayatı, sevgiyi, mutluluğu dostluğu, aşkı ... yani güzel ve doğru olan her şeyi öğretir. Gertrude tedavi olur ve gözlerinin körlüğü ortadan kalkar. Fakat genç kızın yalnız göz körlüğü değil, sevgiyi ve kötülüğü fark etmeyen ruh körlüğü de vardır. Çünkü, rahip günah, ölüm ve kötülükten hiç bahsetmemiş, dünyayı olduğu gibi değil de olması gerektiği gibi ona anlatmıştır. Tıpkı çoğumuzun inandığı gibi!
Gertrude hayal kırıklığı ile trajik bir biçimde hayatına son verir. Genç kız ölmeden önce şu itiraflarda bulunur: “Bana görme olanağını sağladığınız vakit gözlerim, olabileceğini düşlediğimden çok daha güzel bir dünyaya açıldı; evet, gerçekten, ben gün ışığının bu denli parlak, havanın bu denli aydınlık, gökyüzünün bu denli engin olduğunu düşünemiyordum. Şu sözleri hatırlayın: “Kör olsaydınız günahınız olmazdı.” Bütün bir gün kendi kendime tekrarladığım şu sözü hatırlıyorum: “Eskiden yasalar olmadığından yaşıyordum; Tanrı emirleri gelince günah dirildi ve ben öldüm.”
Kör kızın tüm varlığını kaplayan mutluluk ve yaşama sevinci, günahı hiç tanımamış olmasından kaynaklanıyordu. Onun içinde sevgi ve ışıktan başka hiçbir şey yoktu.
Gözleri görmüyordu ama gözleri görenlerin bakmasını bilmediği için fark edemediği mutlulukları tadıyordu.
Bu kitaptan bazı bölümler aşağıda sunuyorum. Beğeneceğinizi umarım.
***
‘’ ...Hemen cevap veremedim, çünkü tarif edilemeyecek kadar güzel olan bu ses uyumu, dünyayı olduğu gibi değil, kötülüklerden ve günahlardan arınmış bir şekilde, olması gerektiği gibi anlatıyordu. Ve ben Gertrude'e o zamana kadar kötülükten, günahtan ve ölümden bahsetmeye cesaret edememiştim. Bir süre sonra: "Gözleri olan insanlar mutluluğun ne olduğunu bilmezler, dedim."...
***
‘’Bu öğretimin ilk başlarının tümünü burada yazmayı yararsız buluyorum, çünkü bütün körlerin eğitiminde vardır bunlar. Böylece de, her kör için, onu yetiştiren öğretmenin renk konusunda aynı güçlükle karşılaştığını sanıyorum. Başkaları bu işi nasıl becermişlerdir bilmiyorum; ben kendi payıma, ilkin gökkuşağının bize gösterdiği sıraya göre prizmadan çıkan renkleri adlandırmakla başladım. Ama çok geçmeden kafasında ışıkla renk kavramları birbirine karıştı; ve anladım ki muhayyilesi, ressamların sanırsam ‘değer’ dedikleri, renklerdeki açıklık koyuluk derecelerinde hiçbir ayrım yapamıyordu. Her rengin açığı ve koyusu olabileceğini ve renkler kendi aralarında karışarak sonsuz sayıda renkler meydana getirebileceklerini anlamakta en büyük güçlüğü çekiyordu. Hiçbir şey onu bu kadar çok düşündürmüyor, durmadan hep bu konuya dönüyordu.’’
***
Bu sıralarda onu Neuchatel’e götürüp bir konser dinletme olanağını buldum. Senfoninin çalınışında her bir müzik aletinin aldığı rol, bu renk konusuna dönebilmemi sağladı. Gertrude’e, yaylı çalgıların, nefesli bakır çalgıların, flütlerin her birinin çıkardığı sesleri ayırt ettirdim ve bunların her birinin kendine göre az ya da çok güçlü olarak en tizinden en pesine kadar bütün ses çeşitlerini verebildiklerini anlattım. Bunlara benzer biçimde, doğadaki renkleri de gözünün önüne getirebileceğini söyledim. Örneğin, dedim, kırmızı ve turuncu renkler borulu çalgılarla, mızıkaların seslerine, sarılarla yeşiller kemanların, viyolonsellerin ve basların seslerine benzer; morlarla maviler de flütlerin, ağız çalgılarının seslerini hatırlatır. Kuşkularımın yerini içinden gelen bir çeşit hayranlık alıverdi:
‘’Kimbilir ne güzel şeylerdir bunlar!’’ diye tekrarlıyordu.
Sonra birden ‘’Ya beyaz?’’ diye sordu, ‘’beyazın neye benzediğini düşünemiyorum..’’
O anda, kıyaslamalarım pek eğreti göründü bana, gene de bir şeyler söylemeye çalıştım. ‘’Beyaz mı?’’ dedim, ‘’beyaz, bütün tonların birbirine karıştığı en keskin uçtur; tıpkı karanın en karanlık uçta olması gibi.’’
Ne var ki bu açıklama beni ondan daha fazla doyurmadı. Çok geçmeden, en tiz seslerle olduğu gibi en pes seslerde de nefesli bakır çalgıların, flütlerin ve kemanların birbirinden ayırt edilebildiklerini söyleyerek bu kıyaslamaya pek inanmadığını belli etti. Çoğu kez olduğu gibi, o anda da şaşırıp kaldım, söyleyecek söz bulamadım, hangi kıyaslamaya başvurabileceğimi aradım durdum.
‘’Pekala’’ dedim, ‘’beyazı şöyle getir gözünün önüne: Hiçbir rengin bulunmadığı, sadece aydınlıktan ibaret tamamıyla arı bir şey olarak düşün; kara’ya gelince, tam tersi, o kadar çok renk yığılmış ki, kapkaranlık olmuş...’’
Bu konuşma kırıntılarını burada hatırlatmamım nedeni, çoğu zaman karşılaştığım güçlüklere bir örnek vermek içindir. Gertrude’ün iyi bir yanı da hiçbir zaman anlamayınca anlamış gibi görünmüyordu. Oysa kimi insanlar kafalarını belirsiz ya da yanlış birtakım verilerle doldururlar çoğu kez, sonra bunlara dayanarak işlettikleri düşünme düzenleri de bozuk sonuçlara. varır. Gertrude ise bir kavramı açık-seçik öğrenmedikçe bu onun için bir tedirginlik ve sıkıntı kaynağı oluyordu.
Yukarda sözünü ettiğim güçlüklerden bir başkası da, kafasında ışık ve sıcaklık kavramlarını birbirinden ayıramamasından ileri geliyordu. Sonradan onları ayırt ettirinceye kadar akla karayı seçtim. Böylece, onun kafa gelişmesi için aralıksız uğraşırken, gözle gördüğümüz evrenle sesler evreni arasında ne derin farklar bulunduğunu ve ikisi arasında yapılan kıyaslamaların ne denli kusurlu olduğunu kendi deneylerimle anladım.’’
Osman AYDOĞAN 5 Aralık 2015
YABANCI
‘’Yabancı’’, Albert Camus'nün 1942 yılında yayınlanan edebiyat alanında en önemli yapıtıdır. (Can Yayınları, 1996)
Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler.
Camus; kitabında bir yandan Fransız adaletini inceden inceye tiye alıp eleştirirken diğer yandan da bir insanın kendisine ve topluma, ölümü bile kabul edebilecek kadar hayata, kısacası tüm varoluşa yabancılaşmasını yalın bir dille anlatır.
Camus’un yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’’
Camus kitabında kahramanına şöyle söyletir; ‘‘herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (...) İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.’’ Bu sözler aslında, çağdaş nihilizmin "saçma" kavramı altında irdelenmesidir.
Özetle söylenmesi gerekirse, dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Bunu düşünmek çok yorucu, hayattan bezdiricidir. Yaşamın tekdüzeliği altında, makineleşmiş bir dünyada makineleşmiş insan, ölümü bile rahatlıkla kabul eder. Hayat yaşamaya değmez.
Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir.
Albert Camus'nün bahsettiğim bu '’Yabancı'’ isimli eserinden seçtiğim kısa birkaç bölümü aşağıda sunuyorum. Beğeneceğinizi umarım.
******
''Az bir zaman sonra Maria bana mektup yazdı. İşte, o andan sonra hiçbir zaman sözünü etmek istemediğim şeyler başladı. Herhalde hiç bir şeyi gereğinden fazla büyütmemeli insan. Ama bu şeyler, başkalarına oranla benim için çok daha zararsız oldu.
Tutukluluğumun başlarında, bana en ağır gelen şey, Özgür bir insan gibi düşünmemdi. Örneğin, içimden kumsalda olmak, denize doğru yürümek geliveriyordu. İlk dalgaların sesini tabanlarımın altında duymayı, bedenimin suya girişini ve bundaki ferahlığı hayal edince, hücre duvarlarının birbirine çok yakın olduğunu hissediyordum.
Ama bu, ancak bir kaç ay sürdü. Sonraları, sadece hükümlüler gibi düşünür oldum. Artık avluda yaptığım günlük gezintiyi, ya da avukatımın gelmesini beklemeye başladım.
Vaktimin geri kalan kısmını gayet iyi idare ediyordum. 0 zaman sık sık düşünüyor ve içimden: Beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum. Buracıkta, nasıl avukatımın o acayip boyunbağını gözlüyor ve bir başka dünyada Maria’nin gelmesini cumartesilere kadar sabırla bekliyorsam, orada da, kuşların geçişini, bulutların karşılaşmalarını beklerdim herhalde. Oysa kuru bir ağaç kovuğunda değildim. Benden daha bahtsızlar da vardı. Zaten anacığım da böyle düşünür ve sık sık insan eninde sonunda her şeye alışır der dururdu.''
******
''Bu sıkıntılar dışında pek de mutsuz sayılmazdım. Yine bütün sorun vakit öldürmekti. Anılarımı gözümün önünde canlandırmayı öğrendim öğreneli artık sıkılmıyordum. Kimi zaman odamı düşünmeye koyuluyor, düşümde, bir köşeden kalkıyor, yolum üzerindeki eşyaları bir bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyordum. İlk zamanlar bu gezi çabucak bitiveriyordu. Ama her tekrarlayışımda daha uzun sürüyordu. Çünkü, her eşyayı, her birinin üzerindeki nesneleri, sonra bunları, bunların ayrıntılarını, her ayrıntıda örneğin bir çatlağı, kakmayı. onun yenik kenarını, renklerini ya da pürüzlerini bir bir gözümün önüne getiriyordum.
Aynı zamanda sayılarını unutmamaya, hepsini tam tamına saymaya çalışıyordum. Öyle ki, birkaç hafta sonunda, sadece odamdaki eşyaları bir bir saymakla saatlerimi eşeledikçe, iyi tanımadığım, unuttuğum şeyleri de bulup çıkarıyordum.
0 zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. Canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. Bir bakıma bu da bir kazançtı.''
******
''Bir gün gardiyan bana “Beş aydır buradasın”, deyince sözüne inandım ama, bunu aklım almadı. Benim için sanki bu, hücremde yuvarlanıp giden aynı gündü ve ben aynı işi yapıp duruyordum. 0 gün gardiyan gittikten sonra yemek kabımda yüzümü seyrettim. Bana öyle geldi ki, gülümsemeye çalıştığım halde, görüntüm ciddi duruyordu. Kabı oynattım. Yeniden gülümsedim ama, görüntüm hep o aynı ciddi, o aynı üzgün halini bırakmadı.
Gün sona eriyordu. Vakit, cezaevinin bütün katlarından, akşam gürültülerinin büyük bir sessizlik alayı halinde yükseldiği, sözünü etmek istemediğim o adsız saatti. Tepe penceresine yaklaştım, günün son ışığında bir daha görüntüme baktım. Yine ciddiydi. Bun şaşılacak ne vardı! O anda ben de öyleydim. Ama, aynı zamanda, aylardır, ilk kez kendi sesimi açık açık duydum. Bu ses ne zamandır kulaklarımda çınlayan sese benziyordu. O vakit anladım ki, bütün bu zaman içinde, kendi kendim konuşmuşum.
O vakit, anacığımın cenazesinde hastabakıcı kadının söylediklerini anımsadım. Hayır, çıkar yol yoktu ve kimse hapisteki akşamların ne olduğunu aklının köşesinden geçiremezdi.''
***
Aslında ben bu yazıyı bu sayfada iki yıl önce yazmıştım. Yazının sonunda da şu yorumu yapmıştım: ''Bir gün gelecek bir vicdan da Türk adaletinin Balyoz, Ergenekon gibi davalarında uyguladığı yöntem ve verdiği karaları da ‘Yabancı’dan daha beter olarak tiye alacak ve tertipçilerinin ve kumpasçılarının evlatlarının bile yüzlerine bakamayacağı kadar yüzlerine vuracak…''
Osman AYDOĞAN 4 Aralık 2015
SONRA, SONRASI KARANLIK
11 Eylül 1916. Günlerden pazartesi... Hücremde ordan oraya yürüyorum. Benim içeri atılıp yargılanmam İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde tartışmalara, endişelere neden olmuştu.
Talat Bey'in beni idama mahkûm ettirdiğini biliyordum. Ne yapalım, "takdiri ilahî!" Ancak kişi ümitlenmeden de yapamıyor. Sonucu bilmemenin verdiği sinirlilik çöktü üstüme. Hücremde dolanıp duruyorum...
Tan yeni yeni ağarıyor. Süleymaniye Camii'nin heybetli kubbelerini seyrediyorum. Sabah ezanı henüz bitmişti ki, hücremin kapısının hafifçe vurulduğunu duydum. Hapishane Müdürü İsmail Hakkı Bey, yumuşak bir sesle, yukarıdan beklediklerini söyledi. İdam edileceğim artık kesindi. İsmail Hakkı'ya sağ elimle kendi boğazımı sıkar gibi yaparak, "Hakkıcığım böyle mi?", silahın tetiğine dokunur gibi şahadet parmağımı oynatarak, "Yoksa böyle mi?" diye sordum. İsmail Hakkı mütevazı bir ifadeyle, hiçbir malumatı olmadığını söyledi, sadece yukarıdan istenildiğimi tekrarladı.
Artık son dakikalarımı yaşadığımı anladım. İsmail Hakkı'dan aptes almak için müsaade istedim. Koridordaki musluğa gidip, kollarımı sıvadım. Ellerimi, kollarımı, ağzımı yıkadım, aptes aldım. Son dualarımı yaptım. Temiz iç çamaşırlarımı giydim. Ve hücreden çıktım. Ellerime kelepçe takmadılar. Tökezlemeden, başım yukarıda, dimdik yürüyorum. Her yer nöbetçilerle dolu, kasvetli, sessiz bir hava bölüğün üzerine çökmüş. Kimse yüzüme bakamıyor. Yüzlerce nöbetçinin dolaştığını görünce dayanamadım. "Silahsız bir adam için bu kadar kalabalığa ne lüzum gördünüz?" Cevap veren olmadı.
Sessizlik insanın içini ürpertiyor. Dış kapıya yaklaştığımızda arabanın hazır olduğunu gördüm. İtfaiye Bölüğü kasaturalarını silaha takmış, süvari kıtası da kılıçlarını kınından çıkarmıştı. Kılıçların ışıltıları altında arabanın kapısını kendim açtım ve hızla içeri girdim. Bu "tören" bir an önce bitsin istiyorum. Herkesin işi vardır, meşgul etmeyeyim. Savcı Yardımcısı Reşid ve Hapishane Müdürü İsmail Hakkı beyler bir başka arabaya bindiler. Benim arabamın yanında, at üstünde, soruşturma üyelerinden Veli, İnzibat Bölük Komutanı İhsan beyler geliyorlardı. Arabayı bir süvari bölüğü önden, bir diğer süvari bölüğü de arkadan koruyordu.
Haliç kıyısını izleyerek Eyüp'e doğru ilerliyoruz. Deniz kızıl kızıl tüm güzelliğiyle parlıyordu. Eyüp'e geldiğimizde yol üzerinde bir karpuz sergisi gördüm. Karpuz alınmasını İhsan Bey'den rica ettim. Beni kırmadı. Son lokmamı arabanın içinde iştahla yuttum.
Enver Paşa, cezanın infazı için Talat Bey'e kendisinin beklenmesini sıkı sıkı tembih etmişti. Talat Bey'i yakından tanıdığı için, bir oldubittiyle karşılaşmak istemiyordu anlaşılan. Tabiî Talat Bey beni şaşırtmamıştı. Enver Paşa'yı beklemeden, mazbatanın hazırlanmasını emretmişti. Gelen evrakı da vakit kaybetmeden Merkez Komutanlığı aracılığıyla Harbiye Nezareti'ne göndermişti.
Enver Paşa yurtdışında olduğu için Harbiye Nezareti'ne de, Dahiliye nazırı olarak kendisi vekâleten bakıyordu. Karar hemen onaylamıştı. Gereğinin yapılması için evrakı hemen Merkez Komutanlığı'na da göndermişti. Merkez Komutanı Cevad Bey cezamın kürek cezasına çevrilmiş şekliyle onaylanacağını beklerken, aynen onaylandığını görünce yanlışlık olduğunu düşünüp Harbiye Nezareti'ne istirhamname yazarak bu durumun düzeltilmesini istiyor.
Söylediklerine göre Merkez Komutanı Cevad Bey diyor ki: "Yakub Cemil Bey'in Meşrutiyet'in ilanı günlerinde fedakârca hizmetleri görülmüş ve Meşrutiyet'ten sonra ortaya çıkıp Meşrutiyet'i yok etme amacı güden hareketleri etkisiz kılmakta da büyük yararlılığı görülmüş olmasından dolayı bu cihet kendisi hakkında takdiri hafifletme sebebi teşkil ettiği gibi bu zatla birlikte aynı suçtan dolayı sanık olan öteki kimselerin kısmen beraat etmesi, kısmen de cezadan affedilmiş olması suretiyle ceza dışı kalmalarından anlaşıldığına göre adı geçen Yakub Cemil Bey'in sözü edilen eylemlerinin tek başına yapılması da ayrıca kanunî hafifletici sebeplerden bulunduğundan, yüksek Nezaret makamları uygun gördükleri takdirde idam cezasının ömür boyu küreğe çevrilmesi suretiyle hükümlünün affa mazhar kılınmasına atıfet buyurulması arz olunur."
Zabit çocuklar söylemiyordu ama ben anlıyordum, Talat Bey yazıyı görünce hiddetlenmiştir. İdamımın acele yapılmasını emretmiştir. Güneş yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyor. Haliç kıyılarını seyretmek hep hoşuma gitmiştir. Silahtarağa Köprüsü'nü geçip, Kâğıthane Köprüsü'nün gerisinde bir sırtın önünde durduk.
O güne kadar ağzıma sigara koymamıştım. Ama arabada bizim zabitlerden bir tane istedim. Onca kez ölümle burun buruna yaşamış, silah, kan hayatımdan eksik olmamıştı. Ama hiçbir zaman tütüne ihtiyaç duymamıştım. Şimdi ise bayağı iyi gelmişti. Araba durdu. Ağzımda sigara olmasına rağmen ellerim cebimde indim arabadan. Bir sigara daha isteyip yaktım.
Bir manga silah çatmış asker gördüm. Demek beni bekliyorlardı. Karşılarında bir kazık var. Bir de kenarda bir piyade bölüğü. Şimdiye kadar görmediğim tedbir alınmıştı benim için. Ne gereği varsa... Bir sigara daha istedim. Sigaramı içerken Savcı Yardımcısı Reşid Bey idam fermanını okumak isteyince sözünü kestim: "İstemez... İstemez... Okumayınız! Ben idamımın sebebini biliyorum, hacet yok. Fakat şunu söyleyeyim ki, memleketimi felaketten kurtarmaya çalıştım. Memleketi mahvedenlerin yakın zamanda benim akıbetime uğrayacaklarını görürsünüz!.." Bir vasiyetimin, aileme tebliğ edilecek bir sözüm olup olmadığım sordular. "Param malım yok ki sana söyleyecek lafım olsun. Çoluk çocuğuma Cemiyet ve arkadaşlarım bakar. Benim bir tek ailem vardı: İttihat ve Terakki! İttihat ve Terakki benim ailemi ne aç bırakır, ne çıplak!"
Müftü de dinî telkine başlamıştı ki ona da izin vermedim: "Zahmet etme Hocam, ben Allah'a karşı görevimi yaptım, sana lüzum yok!" Cebimdeki altın saatle parmağımdaki yüzüğü çıkardım ve eşime vermelerini istedim. İttihat ve Terrakki'ye dua ettim.
"Askerleri benim yüzümden bekletmek, işgal etme doğru değildir" diyerek kazığa doğru ilerledim. Arkamı dayadım. Yüzümü müfrezeye çevirdim. Ellerimi ve gözlerimi bağlatmak istemiyordum. "Söz veriyorum, bulunduğum noktadan kımıldamam, ölüme gözlerim açık olarak gitmek isterim!" dedim. Kabul etmediler.
Ellerimi ve gözlerimi bağlamak üzereyken, kurşuna dizecek müfrezenin subayına, "Subay Efendi, görevini iyi yap ve yaptır! Hükümetin emrini unutma! Kalbime nişan alın. Yoksa bu kalp kolay kolay durmaz. Başka söyleyecek bir şey kalmadı" dedim.
"Yaşasın İttihat ve Terakki" diye bağırdım. Sonra keskin bir düdük sesi ve hemen ardından patlayan on dört tüfek... Zor nefes alıyordum... Yanı başımda bir sürü fısıldaşma... Sonra, sonrası karanlık...
Soner Yalçın, ‘’Teşkilatın İki Silahşoru’’, Doğan Kitap, 2007
Osman AYDOĞAN 3 Aralık 2015
TÜRKMEN
Biz Musul ve Kerkük’ü, o zaman Antep kadar Türk olan Halep'i Lozan’da Irak’a ve Suriye'ye terk etmek zorunda kalıyorken, bir coğrafyayı, bir toprak parçasını değil, işte suları çekilmiş balıklar gibi çırpınan Türkleri de öylece bırakıp gidiyorduk oradan...
Pınarbaşılı öğretmen Şair Fazıl Ahmet Bahadır'ın bir şiiri vardı:
''Gözden gönülden ırak,
Derdimin adı firak,
Canımdan kopan candı,
Irak’ta kalan toprak.''
Yine kimindi hatırlayamadığım bir şiir daha:
“Irak mıdır?
Yakın mı, ırak mıdır?
Yıllardır hissettiğim
Firâk-ı Îrak mıdır?”
Türk ulusunun ortak bilinçaltına işlemiş satırlardı bu mısralar...
BOP, GBOP diyerek bir çürük ipliğe hülyâ dizdik. Ne Kerkük'te ne de Irak'ta Türkmen bıraktık..
Şimdide Suriye'de Türkmen bırakmıyoruz.. Suriye'deki sahipsiz Türkmenler alev alev yanan yurtlarında aks-i sadasız feryât figân halindedirler:
''Feryadıma karşı aks-i sada yok,
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.''
Feylezof Rıza'dan değil de sanki başında siyah tül ile bir yangın yerine dönen Türkmendağı'ndan sesler geliyor şimdi tarihin derinliklerinden:
''O çay ağır akar, yorgun mu bilmem,
Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem,
Yaslı gelin gibi mağmum mu bilmem,
Yüce dağ başında siyah tül vardır.''
Ve bu hasreti, bu özlemi, bu ayrılığı, bu gurbeti de en iyi Arif Nihat Asya anlatırdı: ''Adı Kerkük'' şiirinde. Şiir uzun, tamamını yazımın sonunda veriyorum. Şimdilik iki kıtası:
''Daha gelmedi mi sırası
Uçup ey kuşlar büyük küçük
Akıp ey bulutlar köpük köpük
Siz söyleyin kaç günlük
Yoldu orası
Perdeleri örtük
Lambaları sönük
Sırtında yıllar yük
Hatıraları kırık dökük
Bir yer olacak orada
Adı Kerkük''
Ve beynimde takılmış bir plak gibi döner Nida Tüfekçi tarafından derlenen Kerkük türküsü:
''Altın hızma mülayim/ Seni Hakk'tan dileyim''
***
ADI KERKÜK
Yılların ötesinden gelen
Kanatları yorgun kuşum
Büyük Kar'da ablam doğmuş
Küçük Kar'da ben doğmuşum
Masallara karışmış
Eski eski eski günlerde
Parmakla gösterilmişiz
Nişanlarda düğünlerde
O ipek çilesiymiş yumuşak
Ben bembeyaz kartopuymuşum
Bir gün, hastalanmış ablam
Muska da kâr etmemiş ekşi toprak da
Şimdi yatıyor annemle babamın
Yattığı yatakta
Ben -gördüğünüz gibi- uzakta uzakta
İkinci çocukluğumu emeklemekteyim
Onların çağıracağı saati
Hızır beklercesine beklemekteyim
Daha gelmedi mi sırası
Uçup ey kuşlar büyük küçük
Akıp ey bulutlar köpük köpük
Siz söyleyin kaç günlük
Yoldu orası
Yıllar birer ikişer derken
Beşer onar mı yürüdü
Yollar silindi çoktan
Tarihi duman bürüdü
Ne kapı ne eşik ne ocak
Ağlar çardağına bağ
Bağına çardak
Horyatlar söylenir ağıttan acıklı
Ağıtlar söylenir horyattan yanık
Bulamazsınız ey turnalar artık
Çocukluğumuzu gölgeleyen söğüdü
Arasanızda bucak bucak
Dağılsanız da bölük bölük
Ki yıllar analarla babaları gömdü
Biz Kerkük'ü gömdük
Yine de içim diyor
Şuracıkta yakındadır
Ya Büyük ya Küçük
Kar'ın altındadır
Geçerken kapılardan kemerlerinden
Zaman denilen sarayın
Arayın kuşlar arayın
Arayın bulutlar arayın
Perdeleri örtük
Lambaları sönük
Sırtında yıllar yük
Hatıraları kırık dökük
Bir yer olacak orada
Adı Kerkük
Arif Nihat ASYA
Osman AYDOĞAN 2 Aralık 2015
NEREYE DOĞRU GİTTİĞİMİZ
Cemal Kutay’ın ‘’47 Gün (Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü)’’ isimli çok güzel bir anı kitabı var. (Abm Yayınevi / Tarih Dizisi, İstanbul, 2012)
Osmanlı Padişahı Sultan Abülaziz Han 600 küsur yıl süren Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa'ya giden ilk ve tek Osmanlı sultanıdır. Abdülaziz’in 1867 yılındaki bu gezisi 47 gün sürer. Kitabın adı da buradan gelir. Gezi boyunca İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Ömer Faiz Efendi Sultan Abdülaziz'in yanında bulunur ve günlükleri tutar. İşte bu kitap da bu günlüklerden oluşur…
Çok önemli bir hareketi başlatan Yeni Osmanlıların öncüleri Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Agâh Efendi ve Suavi beylerin imparatorlukla ilişkileri ve perde arkasındaki olaylar günlüklerde bütün çıplaklığıyla anlatılır.
Kitabın önsözünde Cemal Kutay, Osmanlı’nın “medeniyet” kavrayışına işaret eden şu satırlara yer verir:
“Matbaayı iki yüz yetmiş yıl sonra benimsemiştik. Buharı devlet kabul etmiş, halk ürkmüştü. Üzerine bastığımız medeniyet anlayışı devrini tamamlamıştı. Sultan İkinci Mahmud’un 1830 yılında, Moskofların nasıl güçlenerek Osmanlı devletini gerilettiğini anlamak için Rusya’ya gönderdiği eniştesi Damad Amiral Halil Paşa şöyle diyordu: ‘Şevketmeap... Bizde şehirlerde kadın kafes arkasındadır, erkek meydandadır. Köylerde ise kadın tarladadır, erkek kahvelerdedir. Yani bizim nüfusumuz milli hayatta daima yarımdır, tam değildir. Avrupa’da ise kadın da, erkek de, umumi yaşama içinde kıymettirler ve her ikisi birleşerek milleti teşkil ediyorlar. Bizler önce bu ayrı iki yarımdan Bir Tam çıkarmaya mecburuz.’ Sultan Aziz, 1867 Paris Milletlerarası Sergisi’nin şeref misafiri olarak, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile Batı’yı ziyaret ederken, ülkesindeki manzara, Amiral Halil Paşa’nın 1867’den 37 yıl önce çizdiğinin aynı idi.”
Bence kitabın en can alıcı bölümü 113. sayfada veriliyor:
Dönüşte Sadrazam ve paşaların da yer aldığı bir toplantıda Avrupa seferi ve “Batı’nın nesini alalım...” konusu tartışılırken Ömer Faiz Efendi söze girer: ‘’Paşa hazretleri bu memleketlerden her şeyi alalım, hatta Müslümanlığı bile alalım.’’
Sadrazam dâhil herkesi şaşırtan sözlerine Faiz Efendi şöyle devam eder:
‘’Evet Paşa hazretleri, evet efendimiz. Müslümanlığı da bu memleketlerden alalım, çünkü onlar ilim irfan medeniyet çalışkanlık, adalet, müsavatları ile Müslümanlığın asıl emirlerini Hıristiyan oldukları halde tatbik ediyorlar, yani bilmeden hidayete mazhar olmuşlar... Cehaleti bırakıp ilmi, iptidailiği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçareliğini bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkeni bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın erkeğimizle birlikte hem dinin hem devletimizin bekasını ve izzü şan ile devamını temin ediriz.”
Kitabı okudukça, Osmanlı’nın neden “hasta adam” haline geldiğini anlamanız ve nereye doğru gittiğimiz daha da kolaylaşıyor...
Osman AYDOĞAN 1 Aralık 2015
ZÜLEYHA
Evet, kasvetli günler yaşıyoruz. Yaşananları düşündükçe İnsanın ruhu kararıyor. Aydınlık ruhlarda bir sızı, hisseden kalplerde bir acı, düşünen beyinlerde bir keder, bir yük vardır . Nedenini biliyorsunuz.. Gelin bu kasvetten uzaklaşmak için Züleyha'nın hikâyesini, onun büyük aşkını okuyun...
***
Züleyha'nın aslı Zelicka'dır, Potifar'ın eşi ve Yusuf'un aşkı, su perisi olduğu da söylenir ama dünyanın en büyük aşkıdır belki de Züleyha'nın aşkı. Yusuf, İbrani peygamberidir. Yakup peygamberin oğlu... Yusuf'un serüveni Tevrat'ta, Tekvin bölümünde yer alır. Yusuf, Kur'an'ı Kerim'de de Yusuf Suresinde anlatılır.
Aşkları masal değil, öykü değil, efsanedir artık. Kenan ülkesinde yaşayan Yusuf - ki adı İbranice Yosaf'dır- babası Yakup peygamber tarafından çok sevilince onu kıskanan kardeşleri tarafından kör kuyuya atılır. Ve kervancılar tarafından kurtularak köle olarak Mısır'da satılır. Mısır Azizi Kıtfir satın alır onu. Çok güzel bir erkektir Yusuf. Kıtfir'in karısı Züleyha çılgınca aşık olur Yusuf'a. Züleyha'nın Hz. Yusuf'a karşı duyduğu aşk tanımsızdır. Bütün servet ve güzelliğini onun uğrunda harcamıştır.
Kocasına, ailesine tüm Mısır halkına karşı durmuştur bu aşk… Derler ki yetmiş deve yükü mücevher ve gerdanlığını vardır hiçbir şey gözünde değildir... "Bugün Yusuf'u gördüm" diyen, ondan haber veren herkese onları zengin edecek değerde mücevher dağıtırmış..
Aşkın ağır tutkusuyla karşılaştığı herkesi "Yusuf" diye çağırır olmuş, o kadar ki, başını geceleri gökyüzüne kaldırdığı zaman Yusuf'un adını yıldızların dizilerek yazdığını iddia edermiş. Fakat Yusuf efendisiyle evli olan Züleyha'nın aşkına karşılık vermesi olanaksızmış. Aşkını kalbine gömüp susmuş sadece.. Oysa Züleyha kendini kınayan tüm insanlara sevdasını haykırıyormuş.
Hatta şöyle bir söylence vardır: Züleyha, bir gün bütün kadınları evine davet etmiş.. Sofra düzenleyerek önlerine meyve koymuş ve onları soymak için bıçak vermiş.. Kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf'a seslenerek, "Onların yanına çık" demiş. Karşılarına çıkan Yusuf'u gören kadınlar güzelliği karşısında öyle büyülenmişler ki bıçakla parmaklarını kesmişler de farkına bile varmamışlar. "İşte sizin gördüğünüz güzellik benim aşkımdır! " diye haykırmış Züleyha.
Fakat Züleyha'nın ağır aşkı Yusuf'un zindanı boylamasına neden olmuş. Yıllarca peygamber sabrıyla zindanın ağır çilesini çekmiş Yusuf Peygamber. Sonra yine bir söylenceye göre Mısır kralının tabiri olanaksız rüyasını doğru olarak yorumlayınca Hz. Yusuf hapisten çıkmış. Ve bu arada Kıtfir öldüğü için Züleyha'yla evlenmiş.
***
Züleyha’nın Yusuf’a yazdığı bir mektup vardır:
"Yusuf" yazdı Züleyha, sayfanın ortasına. Hala hitaptaydı kalemi, bir satır ileri geçemedi. ''Bir satır ileri geçsem hitaptan'', dedi, ''yanacağım''. Ses verdi içinden bir ses: "Yan o zaman, yan o zaman!" Züleyha devam etti: "Ah benim Yusuf'um, ah benim, ah/senim’’, dedi, başka bir şey diyemedi. Züleyha Yusuf'a yazdığı mektubu "Yusuf " diye başladı, "Yusuf " diye bitirdi. Gördü ki hitaptan öteye geçemedi. Anladı ki aşkın namesinde ser-nameden öte kelam yok. Ve Züleyha'nın lügatinde "Yusuf"tan öte sözcük yok. "Yusuf'', dedi, ''kelamım artık sende hükümsüz. Ama kelamımın hükümsüz kaldığı bu yerde beni küçümseme. Bil ki kelamdan da ötede sadece ah var, ah ki dünya onun üzerinde durur, gök kubbe onun hararetiyle döner.."
***
Puta tapıyordu Züleyha; ancak Yusuf ateşiyle yanarken taptığı puttan da utanıyordu. Bir yolunu buldu; putun başını yüzünü örttü; sonra Yusuf’a heveslendi… Yusuf Kaçtı; Züleyha Yusuf'u yakaladığı yerde kucakladı:
- ''Ne acımasızsın, dedi, halimi görmüyor musun ?.. Sana nasıl sevdalandığımı bilmiyor musun?. Ne olur beni dışlama..''
İki eliyle yüzünü kapadı, ağlamaya başladı Yusuf; çünkü Züleyha yasaklıydı. Yusuf dedi ki:
- ''Sen, tahtadan yapılmış bir puttan utandın; ben Allah’tan utanmaz mıyım?..
(Ne diyeyim ben günümüzün bu hırsızlarına, rüşvetçilerine, sahtekarlara...
Hem Allah’tan utanmazlar hem de putlarına tesettür uygulayıp Müslümanlığı siyaset piyasasında pazarlarlar... Bunlarda utanmazlığın dibi yok ki!..)
***
Bir de ‘’Züleyha'nın gülümsemesi’’ var:
Bir gün Züleyha, arkalığına beyaz sümbül dalları işlenmiş tahtırevanıyla
geçiyordu kütüphanelerin ve tapınakların kenti olan kentinin sokaklarından. Görkemli bir alayla geldiğini görenler saygı ve hayranlıkla kenara çekiliyor ve Züleyha'ya yol açıyorlardı. Zengin ve güçlüydü, en fazla da güzeldi. Ve kimse kırmızı gülleri saçına Züleyha gibi takamazdı.
Birden bir meczub, ehil arslanları, atları ve arabaları aşarak Züleyha'nın tahtırevanının önünde dikiliverdi, yürüyüş durdu. Züleyha tül cibinliği aralayarak bu duraklamanın nedeninin anlamak istedi. Gözlerini kaldırarak Züleyha'nın yüzüne bakmaya başladı meczub, "Züleyha..." dedi, "sevindir beni!" Züleyha kölelerine meczubun sevindirilmesi için işaret etti. Köleler mor renkli kadife bir keseyi uzattılar avucuna; ama meczub oralı bile olmadı. "Züleyha..." dedi, "Sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem."
Züleyha bu sesi hatırladı ve yüzüne dikkatlice bakınca, aşkını reddettiği silik bir yığın sima arasından bir zamanların ordu kumandanını tanıdı. Usulca gülümsedi.(...) Başını önüne eğen meczub sessiz ve sakin geldiği gibi çekiliverdi.
O günden sonra Mısır'ın lisanına "sadaka vermek" anlamına gelen yeni bir deyim yerleşti: ‘’Züleyha'nın gülümsemesi."
Züleyha'yı Züleyha yapan da işte bu gülümsemesiydi...
Osman AYDOĞAN 30 Kasım 2105
DEVİR ARTIK BU DEVİR, ÜZÜLME, DERT ETME CAN (2)
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş.... Demirel de soruyu yönelten kişiye:
- "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş.
Demirel'in anlattığı rivayet edilen fıkra şu:
Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. (Karakuşi pep abuk sabuk kakarlar verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşi’nin verdiği kararlara da ‘’Hükm-ü Karakuşi’’ denirmiş. Günümüzde de – gerçi genç hukukçular bilmez ama - mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşi’’ derler.)
Bir gün Karakuşi kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşi kadı, fırıncıya:
- '’Ben bunu aldım'’ demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.
Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- '’Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
- ‘‘Uçtu’' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı o uzun küreği ile, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor... Fırıncı bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi kadının karşısına çıkarmışlar.
Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi,
- '’Bu adam ördeğimi hiç etti'’ diye şikâyet etmiş.
Karakuşi kadı, fırıncıya sormuş:
- '’Ne yaptın bu adamın ördeğini?'’
Fırıncı
- '’Uçtu’' demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- ‘’Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil'’ diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.
Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- '’Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o Müslimin tek gözü çıkarıla...’’
Davacı:
- '’Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?’' diye sorunca Karakuşi kadı;
- '’Şimdi' demiş, ‘’fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.’’ Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş. Fırıncı bu davadan da beraat etmiş.
Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşi kadı:
- ‘’Tamam'’ demiş, ‘'karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak’'. Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş.
Kadı dönmüş Yahudi’ye:
- ‘’Senin şikâyetin nedir bre?'’ Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış…
- '’Ne diyeyim kadı efendi’' demiş, '’hiç adaletinizden sorgu sual olur mu? Adaletinle bin yaşa sen, e mi !’’?
Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek,
- ‘’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?"
***
Devir artık bu devir, bugün ülkedeki durum bu. Mevlana derdi zaten ‘’Üzülme! Dert etme Can! Aydınlık, geceye hiçbir zaman yenik düşmedi CAN!’’
Osman AYDOĞAN 28 Kasım 2015
DEVİR ARTIK BU DEVİR, ÜZÜLME CAN
Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...
Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşi) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.
Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşi Kadı, "anlat bakalım!" demiş.
Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama, cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"
Karakuş Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"
Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"
Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.
Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"
Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"
Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"
Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"
***
Devir artık bu devir. Mevlâna derdi zaten: ‘’Üzülme! Dert etme Can! Aydınlık geceye hiçbir zaman yenik düşmedi Can!’’
Osman AYDOĞAN 27 Kasım 2015
KADINA YÖNELİK ŞİDDET
25 Kasım. ''Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' Tüm dünyada kutlanıyor. 1999’da, kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararıyla ilan edilmiş bir gün.
Tarihin, 25 Kasım olarak belirlenmesinin nedeni de 1960’ta Dominik Cumhuriyetleri’nde meydana gelen üç kız kardeşin tecavüz edilerek vahşice öldürüldüğü kara gün. Bu kara gün de tarihe, “Kadına Yönelik Şiddete KarşıUluslararası Mücadele Günü'' olarak geçiyor.
Toplumda şöyle bir varsayım vardır: Eğitimsiz, cahil ve kültürsüz erkekler kadına ''şiddet'' uygularlar.. Ancak şöyle de bir tespit vardır: Eğitimli, bilgili ve kültürlü erkekler de kadına ''ihmal'' uygularlar...
Kadına yönelik şiddete tabii ki karşıyız... Ancak burada gözardı edilen ve görmezden gelinen hassas bir konu var: Psikologlar ''ihmal''in ''şiddet''ten daha tahripkâr olduğu konusunda hemfikirler...
Kadına yönelik şiddetin en tahripkâr halidir ''ihmal''... Görmezden gelmek, beğenmemek, bir teşekkürü, bir güler yüzü, bir demet çiçeği çok görmek, nezaketi, iltifatı ve sevgi sözcüklerini esirgemek, kıskanmak, yardımdan uzak durmak vb. konular ihmalin en büyük göstergeleridir..
Kadına yönelik şiddete karşı mücadelede en başta eğitilmesi gerekenler eğitimli, bilgili ve kültürlü erkeklerdir...
Çünkü kadına yönelik şiddette en tehlikeli erkek tipi kadının bedenini değil ruhunu örseleyen erkeklerdir.
Osman AYDOĞAN 26 Kasım 2015
HER ŞEY AMA HER ŞEY YÜZYIL ÖNCESİNE NE KADAR DA BENZİYOR
Birinci Dünya Savaşına girişimiz kısaca anlatmıştım… Almanya’dan gelen ve ‘Goeben’ (Yavuz) ile ‘Breslau’ (Midilli) isimleri verilen iki Alman savaş gemisinin Rus limanlarını bombardıman etmesinin ardından Rusya 11 Ekim’de Osmanlıya savaş ilân etmişti…
Her iki devlet, özellikle almanlar savaşta müttefik olmalarına rağmen kendi çıkarlarını takip ediyorlardı. Almanların bu ittifakta bambaşka amaçları vardı.
İnönü anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler ibaresini kullanır.
Doğan Avcıoğlu, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” der.
Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırdılar. Bu haberi Maliye Nazın Cavit Bey ilk kez olarak, Istanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildirir. Tam bir sürprizle karşılaşır. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletler’i Istanbul’a saldırırlarsa, Osmanlı’yı savunmayacaklarını anlatmaktadır. En sonunda,
- ''Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz'', der.
Savaş esnasında bile Osmanlı ve Almanya müttefik olmalarına rağmen birbirleriyle çatışmaktan dahi çekinmediler…
Yahudi asıllı Alman tarihçi Jehuda L. Wallach, ‘’’Anatomie einer Militaerhilfe, Die preussisch- deutschen Militaermissionen in der Türkei’’ isimli eserinde (Droste Verlag Düsseldorf, 1976) 241’inci sayfasında bu çatışmadan bahseder.
Jehuda L. Wallach’a göre Rusların devrimden sonra savaştan çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun dağılmasından sonra Kafkasya’da Türk ve Alman çıkarları çatışmaya başlar. Osmanlı’nın açık hedefi Tiflis-Bakü iken, Almanlarınki ise Bakü’deki petrol yatakları idi. Bunun üzerine Almanya Kırım’da bulunan bir tümenini Kafkasya’ya kaydırır.. Karşılıklı harekât sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı muharebeler cereyan eder. Türk durum haritalarında Alman birlikleri düşman olarak gösterilir. (Türk kaynaklarında böyle bir çatışmadan bahsedilmemektedir. Ancak adı geçen Alman kaynağı bu kanlı çatışmadan bahsetmektedir.)
Türklerin Bakü‘yü talepleri üzerine Prof. Dr. Lothar Rathmann ‘‘Berlin- Bağdat, Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi’ eserinde (Belge Yayınları, İstanbul, Mayıs 1982) 13. sayfada Alman General Ludendorf'un şöyle dediğini yazar: ‘Bu çapulcu Türklerin istekleri de çok fazla oluyor.’’
Yine bütün bunlar bana sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatır:
‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’
Mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıralardır.
Her şey ama her şey yüzyıl öncesine ne kadar da benziyor… Sadece aktörlerin adı değişik...
Osman AYDOĞAN 25 Kasım 2015
GÖRÜNEN KÖY
Biliyorsunuz bugün (24 Kasım 2015) Suriye sınırında bir Rus savaş uçağı Türk savaş uçakları tarafından düşürüldü. Olayın ardından Rusya Devlet Başkanı Putin'den açıklamalar geldi. Putin, "Rus uçağının vurulmasını sırtımızdan bıçaklanmak olarak yorumluyoruz. Uçak düşürme olayının Rusya-Türkiye ilişkileri açısından ciddi sonuçları olacaktır" diye konuştu.
Putin'in konuşmasından öne çıkan bölümler şöyle:
"Uçak Suriye topraklarında, Türkiye sınırından 4 kilometre ileride bir bölgeye düştü. Saldırı esnasında, 6000 metre yükseklikte ve Türkiye topraklarından 1 kilometre uzaklıkta bulunuyordu. Rus uçağı ve pilotları, Türkiye için hiçbir şekilde tehdit teşkil etmedi. Bu çok açık. Suriye’de düşürülen Rus uçağı, IŞİD’le savaş görevini yerine getiriyordu. Türkiye, Rus uçağının düşürülmesinden sonra acilen Rusya ile iletişim kurmak yerine, sanki uçağı Rusya düşürmüş gibi NATO’ya başvurdu"
Bunlar bugün (24 Kasım 2015) yaşananlar.. Gelin iki gün geriye gidelim ve bu sayfada yazdığım ''Köşe Yazıları'' bölümündeki yazımı üşenmeden bir daha okuyalım.. (Aşağıda kopyaladım)
Ne yapalım, sakalımız yok ki!
***
MAZİ KALBİMDE BİR YARADIR
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nun sadrazamı olan Said Halim Paşa’nın Fransızca olarak kaleme aldığı “L’Empire Ottoman et la Guerre Mondiale”, yani “Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı” isimli hatıralarından savaşa nasıl girdiğimizi anlattığı bölümün kısaca özeti şu şekilde:
''Savaşa henüz resmen dâhil olmamış ama tarafımızı belli etmiştik, Almanya’nın yanında duracağımız anlaşılmıştı. Almanya’dan gelen ve ‘Goeben’ (Yavuz) ile ‘Breslau’ (Midilli) isimleri verilen iki Alman savaş gemisinin Rus limanlarını bombardıman etmesinin ardından Rusya 11 Ekim’de bize savaş ilân etti, İngiltere ile Fransa’nın da savaş ilânı üzerine kendimizi dünya harbinin içerisinde bulduk.’’
(Nereden nereye. Ben Almanya’da iken ‘’Goeben’’ ve ‘’Breslau’’ gemilerinin komutanı Koramiral Wilhelm Souchon’un kardeşinin torunu denizci bir asker ve akademisyen olan Lennart Souchon ile bu konuyu uzun uzun tartışmıştık…)
Gelelim günümüze… 07 Kasım 2015 tarihli gazete haberleri:
‘’ABD Avrupa Komutanlığı 6 adet F-15C hava muharebe uçağının İngiltere’deki üslerden İncirlik Üssü’ne gönderildiğini bildirdi. Hava savaşında etkili olan bu uçakların Türk hava sahasının korunmasına destek için görevlendirildiği açıklandı. Washington Times gazetesi 'F-15’ler Suriye’ye Rus uçaklarını düşürmek üzere gönderiliyor' diye yazdı. ABD Avrupa Komutanlığı uçakların 'Türkiye’nin talebi üzerine gönderildiğini' belirtti.’’
‘’Goeben’’ (Yavuz) ve ‘’Breslau’’ (Midilli) isimli Alman savaş gemilerinin yerine koyun ABD F-15 uçaklarını… Tek fark birisinin ‘’Kuzey’’de başımıza bela sarmış olması, diğerinin ise ‘’Güney’’de başımıza bela saracak olması…
Mehmet Akif Ersoy tarihin tekerrürden ibaret olduğunu şöyle söylerdi:
''Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
'Tarih'i ' tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?''
‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi.
Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’
Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın. 1914'teki Birinci Paylaşım Savaş'ının bütün koşulları yinelenmekte. Hem de komedi olarak. Sadece aktörler isim değiştirmiş. İngiltere'nin ve Almanya'nın yerini ABD almış, Rusya İmparatorluğunun yerini yine Rusya, Osmanlı'nın yerini T.C., almış.
Bütün bunlar bana sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatır:
‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’
Mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıralardır.
Osman AYDOĞAN 24 Kasım 2015
ATATÜRK'ÜN KÜTAHYA LİSESİNDE ÖĞRETMENLERE YAPTIĞI KONUŞMA
''Muallime hanımlar ve muallime efendiler,
bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.
Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatidir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.
Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.
Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkar edemeyiz.
Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi. Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.
Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.
Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserden ordunun ruhu kumanda heyetidir deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kudreti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kudreti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim.
Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.''
Kütahya Lisesi, 24 Mart 1923
Tüm öğretmenlerimizin ''Öğretmenler Günü''nü kutlar, ellerinden öperim..
Osman AYDOĞAN 23 Kasım 2015
İSTESEK DE İSTEMESEK DE, BİLSEK DE BİLMESEK DE HEPİMİZ TÜRK'ÜZ!
Batı kaynakları Viyana kapılarına dayanan güce çok uluslu olmasına rağmen Osmanlı demezler, ‘’Türkler’’ derler. Avrupalılar Osmanlı ile yaptıkları savaşa da Osmanlı savaşları değil ‘’Türkenkrieg’’ (Türk savaşları) derler. İtalyanların meşhur ‘’Mamma li Turchi ‘’ (Anne Türkler geliyor) sözü ve daha nice binlercesi var, bunların çoğunda Osmanlı denmez, hep ‘’Türk’’ denir. Avrupalılar bütün haritalarında, atlaslarında hep ‘’Türk’’den bahsederler… Avrupa’ya yapılan Osmanlı değil Türk akınları, Türk seferleridir… Çin seddinden Viyana kapılarına kadar bu böyledir.
Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık…
Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen var ne de Batı Türkistan’ı… Mitolojide geçen bir Yunan atasözüdür: ‘’Sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır.’’ Atasözünün ne demek istediğini anlıyorsunuz değil mi?
Adriyatik’ten Çin seddine, Alp Dağlarında Altay Dağlarına kadar ‘’Türk’’ sadece etnik bir aidiyetin adı değildir, ‘’Türk’’ ulusal bir aidiyetin adıdır. Türk ulusunun içerisinde Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Çeçen’i, Gürcü’sü, Abaza’sı, Tatar’ı, Arnavut’u, Boşnak’ı onlarca milliyet vardır.
***
Şimdiki yaşadığımız coğrafyanın adı Türkiye’dir, burada yaşanılan Türk kültürüdür, burada yaşayanlar ise etnik kimliklerine, milliyetlerine ve inançlarına bakılmaksızın Türk’türler, bayrakları Türk bayrağıdır, dilleri Türkçedir. Bütün bunlar bu coğrafyanın bin yıllık tarihinin reddedilmesi bir mümkünsüz tabii sonucudur.
Bu nedenle Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk diyor ki; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. ” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)
Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır. Sosyal bilimci Ernest Renan da ulusu şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.” Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.
Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bir Arap ulusuna dönüşemedikleri için emperyal güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür. Zaten bu nedenle kendileri hep ulus devlet olan emperyal güçler (Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rus vb.) sömürmek istedikleri milliyetlerin ulus devlet olmalarını istemezler ve bu nedenle de Osmanlının bakiyesi bir ümmet topluluğundan çağdaş bir Türk ulusunu yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ten bu emperyal güçler pek hazzetmezler.
***
Roma Hukuku uzmanı İtalyan hukukçu (aynı zamanda Adalet ve Eğitim Bakanı) Arangio Ruiz (1884-1964)’in Roma hukuk mirası için söylediği bir deyim vardır: ’’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Romanisti.''…. Bunu Anadolu’daki, Balkanlar’daki, Ortadoğu’daki ve Orta Asya’daki Türk mirası için de kullanmak mümkündür: ’’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Turkisti.''… Yani, tarih bilincinden yoksun, kendini bilmez bir siyasetçi veya bir başkası istedikleri kadar Türk olmadıkları söyleseler, istedikleri kadar Türk olduklarını bilmeseler de, istedikleri kadar ''Türkiye milleti''nden bahsetseler de (sanki Almanya milleti, sanki Fransa milleti, sanki İtalya milleti varmış gibi) Latince sözde olduğu gibi; ‘’istesek de istemesek de, bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.’’
***
Şu sözler Lübnanlı şair, ressam, yazar ve filozof Halil Cibran’a aittir:
"Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer, kendi dokumaz, bir ekmek yer kendi hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz.
Ne yazık o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar.
Bir ulusa ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer.
Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri duracaktır.
Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazıktır.
Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar.
Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz.
Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır. "
Yukarıda izah edildiği gibi ‘’istesek de istemesek de, bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.’’ Aksi halde Halil Cibran’ın bu kadar ileri görüşlü olduğunu düşünmek demektir ki bu da bu aziz ulusa yazık olur, hakaret olur ve Etrüsklere ne olduysa Türklere de olur!…
***
Herkesin ulus devlet inşa etmeye çalıştığı bir zamanda var olan çağdaş bir ulus devleti yıkmaya çalışanı ve yandaşlarını ‘’ulus yıkıcısı’’ ve ‘’emperyal güçlerin işbirlikçisi, maşası’’ olarak tarih baba affetmeyecektir…
Osman AYDOĞAN 22 Kasım 2015
BİZİ BİLMEYEN NE BİLSİN, BİLENLERE SELAM OLSUN
Halil Cibran’ın ‘’Deli’’ isimli kitabında ‘‘çoğu zaman geceyi dinlenmenin zamanı olarak düşünür ve anarsınız, oysa gerçekte gece aramanın ve bulmanın zamanıdır’’ diye yazar. Yine Cibran geceye şöyle hitap ederdi; ‘‘Evet, biz ikiz kardeşiz, ey Gece; çünkü sen evreni görünür kılarsın, ben ruhumu.’’
Yılın artık bu uzayan gecelerinde görünür kıldığım ruhumda neler aradım, neler buldum neler… Önce Fransız şair ve politikacı, Türk dostu Lamartine’yi aradım, O’nun bir şiirindeki dizeleri buldum:
‘’Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.’’
Lamartine’nin söylediği gibi; zaman adlı denizde liman yoktu biz insanlar için, sahil de yoktu zaman için, zaman geçer, bizler de göçer, hep başka sahillere doğru sürüklenirdik. Bugün; zamanın geçtiği, bizlerin başka sahillere doğru sürüklendiği, göçtüğü bir anda olduğumuzu buldum…
Karacaoğlan’ı aradım sonra;
‘’Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekine misal
Seni eken biçer bir gün’’
Karacaoğlan’ın söylediği gibi konduğumuz gibi dünyadan göçeceğimizi, bizi ekenin bir gün biçeceğini buldum…
Veysel’i aradım daha sonra;
‘’İki kapılı bir handa
gidiyorum gündüz gece’’
Veysel’in söylediği gibi, bugün; iki kapılı bir handa gündüz gece gittiğimiz bir anda olduğumuzu buldum…
Yunus’u aradım daha daha sonra;
‘’Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun’’
Bu dünyadan gidenlerin sadece insanlar değil, esas gidenin zaman olduğunu buldum. Geçip giden zamana selam olsun demeyi buldum.
Melih Cevdet Anday’ aradım, O’nun bir sözünü buldum; ‘‘Zaman birimlerinin çoğulu doğaya, tekili bize ilişkindir, bizim yaşamış olduğumuzu gösterir. ‘Binlerce yıl’ sözü masaldır, ‘bir gün’ ise gerçektir.’’ Anday’ın söylediği gibi iki binli yılların bir masal, bugün ise gerçek olan bir anda olduğumuzu buldum…
Felsefeci Bedia Akarsu’yu aradım sonra, O’nun bir yazısını buldum, şöyle yazardı Akarsu: ‘‘Geçmiş zaman sürekli olarak bugüne akar. Böyle bir akıntıda ‘zaman’ ortadan kalkar ‘süre’ başlar. Süreyi yaşayabilmemizin koşulu, bellektir. Bellek zaman aralıklarını yener, geçmiş şimdi olarak yeniden yaşanır.’’ Akarsu’nun söylediği gibi, geçmiş zamanın sürekli bugüne aktığını, bugünün geçmişi şimdi olarak yaşadığımız bir an olduğunu buldum…
İS 161- 180 yıllarında yaşamış olan Roma imparatoru Marcus Aurelius’u aradım sonra… Filozoftur kendisi, sürekli yazmıştır… ‘‘Kendime Düşünceler’’ isimli kitabında şöyle derdi Marcus Aurelius; "Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın." Marcus Aurelius’un söylediği gibi; durmadan dönüp duran yıldızları, sanki ben de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyretmeyi ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmayı buldum…
Gabriel Garcia Marquez’i aradım daha sonra, O’nun ‘’Yüzyıllık Yalnızlık’’ adlı romanında bilge bir kişi ile genç birisi arasında geçen şu diyalog buldum: Genç kişi yaşlı bilgeye sorardı: ‘’Bugün günlerden ne?’’ Yaşlı bilge cevap verirdi: ‘’Salı’’ Genç kişi itiraz ederdi: ‘’Olmaz, dün Salı idi. Bugün ne?’’ Yaşlı bilge cevabının doğruluğunda ısrar ederdi: ‘’Bugün de Salı’’ Sonra nedenini açıklardı bilge kişi: ‘’Bugün de Salı, çünkü dünden hiçbir farkı yok.’’ Sonsuzluğa doğru akıp giden, uçsuz, bucaksız ve hep birbirinin aynı olan rutin günlerden sonra, dikkatli yaşandığında her günün Salı olmadığını buldum…
Daha başka şeyler de buldum… Aslında bugünün dünyamızın güneşin etrafında dönerken yeni bir tura başladığı bir an olduğunu buldum… Zamanın akışının anaforlu olduğunu buldum. Bu anaforun hayat süresini kısalttığını, sürenin kısa olduğunu, hiçbir şeyin bâkî olmadığını buldum. Ölümün, hayatta savunulacak bir kırıntı bile kalmayınca vuku bulduğunu buldum... İnsanın, hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten dolayı öldüğünü buldum... Sonra sonra, evreni ayakta tutan tek şeyin hep iyi dilekler olduğunu buldum…
Zamanın hep geçtiğini, bizim de göçtüğümüzü, hep başka sahillere doğru sürüklendiğimizi, iki kapılı bir handa gittiğimizi buldum...
Bugün bu anda, zaman geçer, biz göçerken ve hep başka sahillere doğru sürüklenirken, dünyamızın güneşin etrafında her an yeni bir tura başlarken, ülkemin güzel insanlarına ve tüm insanlığa iyi dileklerimi sıraladım ard arda;
Her günü bin yıl gibi, bir günü masal gibi yaşamalarını diledim…
İki kapılı bir handa giderken iyi yolculuklar diledim…
Herkes için hayatı yaşamaya değer kılmayı diledim…
Yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmalarını diledim…
Salı’dan da farklı günlerinin olmasını diledim…
Süreyi iyi yaşamalarını diledim…
Her şeyin en güzelini ve en iyisini diledim…
Dileklerinin gerçekleşmesini diledim…
Yunus’u aradım tekrar…
Kalanlara selam verdiği dizeleri şöyle biterdi;
‘’Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun’’
Son olarak bizi bilenlere selam söyledim…
Osman AYDOĞAN 21 Kasım 2015
ASIL EN BÜYÜK TRAJEDİ
Yahya Kemal Beyatlı, ölümü ‘’meçhule giden bir gemi’’ olarak tanımladığı şiirine şöyle başlamıştı;
‘’Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.’’
Yahya Kemal’e göre ölüm ‘’zaman’’dan demir almak, ayrılmakmış…
Şiirini şöyle bitirirdi Yahya Kemal;
‘’Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden’’
Birçok gidenin her biri memnunmuş ki yerinden, bu seferlerinden hiç ama hiç dönen olmamışmış…
Halil Cibran derdi ki; ‘’hayat ve ölüm, birbirine hasret nehir ve deniz gibidir. Nehirlerin denizlere aktığı gibi, hayat da ölüme doğru akar.’’
Cibran’a göre ise hayat ve ölüm, birbirine hasret nehir ve deniz gibilermiş. Nehirlerin denizlere aktığı gibi, hayat da ölüme doğru akar gidermiş…
Ölüm deyince aklıma Hegel gelir; Georg Wilhelm Friedrich Hegel…
Hegel’e göre dünya demek mantık demekti… Hegel’e göre; insanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin de sınırlarını çözmüş olacaklardı… Hegel’e göre, biricik canlı felsefe; çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesiydi. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gerekliymiş.
Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmakmış.
Hegel’e göre ölüm; hem ortadan kaldırmaymış, hem de yeniden doğuşu sağlayan bir koşulmuş.
Hallac-ı Mansur da ölüm için şöyle söylemişti;
'‘Hayatım ölümdedir benim
Ölümüm de hayatımda’'
Mansur’a göre hayatımız ölümümüzmüş…
Mevlânâ’ya göre ise; ‘’doğum, hayatın bitmeye başladığı an, aradaki bölüm ise ölümden çalınan zamandır.’’ Mevlânâ’ya göre doğum, hayatın bitmeye başladığı anmış…
Mevlânâ gibi bir benzer sözü de Alman filozof Arthur Schopenhauer söylemişti; ‘’Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker... Nihai olarak zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da, olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi.’’ Schopenhauer’e göre de kaçış yok, zafer ölümünmüş, kedinin fare ile oynadığı gibi ölüm de hayatla oynarmış…
Fransız şair Alphonse de Lamartine bir şiirindeki dizelerinde şöyle yazmıştı;
‘’Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.’’
Lamartine’nin yazdığı gibi; zaman adlı denizde liman yokmuş biz insanlar için, sahil de yokmuş zaman için, zaman geçer, bizler de göçermişiz, tıpkı Yahya Kemal Beyatlı’nın ölümü ‘’Artık demir almak günü gelmişse zamandan’’ diye tanımladığı gibi…
Veysel derdi ya hani;
'‘İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece’'
Bu sonbahar günlerimizde Veysel’in söylediği gibi ‘’zaman’’dan göçerken gidiyormuşuz gündüz gece… Zamanın akışı anaforluymuş... Bu anafor hayat süresini kısaltırmış. Süre de kısaymış... Hiçbir şey bâki değilmiş.... Ölüm, hayatta savunulacak bir kırıntı bile kalmayınca vuku bulurmuş....
Bernard Shaw’ın söylediği gibi asıl İnsan, hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten dolayı ölürmüş... Derdi zaten Halil Cibran; ‘’arzu hayatın yarısıdır, kayıtsızlıksa ölümün.’’
Kimindi bu söz anımsamıyorum; hayat herkes için başlar ve bitermiş. Aradaki boşluğu her insan kendi çapına, tıynetine göre doldururmuş.
Yüce Tanrı, hadîs-i kudsî’de de; “gizli hazine idim, bilinmek istedim ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım” diye buyuruyor. Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşırmış; insanların Hakk’tan gelip yine Hakk’a dönüşleri anlamındaymış… İbn Arabî, Seyyid Nesîmî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî kendilerinin çoğunu ölüme götüren "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) sözünü bu anlamda söylemişlermiş; insanlar Tanrı'dan gelip yine Tanrı’ya dönerlermiş…
Schopenhauer de söylemişti zaten; ‘’ölümden sonra, doğduğundan önce neysen, o olacaksın.’’ Jostein Gaarden de ''Sophi'nin Dünyası'' isimli kitabında uzun uzun anlatmıştı bu görüşü desteklercesine; ‘’bizler yıldız tozuyuz.’’
Fransız filozof Michel Foucault ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında ‘’bakanın bakılan olduğu’’ yazardı. Günümüzde de Kuantum teorisi ''gözlemleyenle gözlemlenenin birliğinden bütünlüğünden'' bahsetmektedir. Bütün bu bilgeler şunu iddia ederlermiş; ‘’evrendeki her şey organik bir bütündür…’’ Zaten bir Çin atasözü de şunu söylerdi; ‘’bir ot yolarsanız tüm evreni sarsarsınız.’’
Dünyamızın etrafında döndüğü Güneş, Dünya’dan 1 milyon 303 bin kez daha büyükmüş. İçinde yer aldığımız Samanyolu Galaksisinde bulunan Güneş’imiz gibi yıldızların sayısı ise yaklaşık 400 milyar civarındaymış. Samanyolu Galaksisinin de içinde bulunduğu Evren’de de, Samanyolu Galaksisi ve Andromeda Galaksisi gibi milyarlarca galaksi varmış… Ve uzayda bu Evren’imiz gibi milyarlarca evren varmış… Kimi yeni doğmuş, kimi kendi Evren’imiz gibi büyümüş gelişmiş, kimisi de kendi üzerine çökerek kara delikler haline gelmişmiş…
Üzerinde yaşadığımız Dünya da işte bu uzayın herhangi bir kenarında, köşesinde çok ama çok küçücük bir yerindeymiş… Güneş sistemimizin Samanyolu Galaksisi etrafında dönerek oluşturduğu bir tam turuna bir kozmik yıl denirmiş. Bu kozmik yılın zaman birimine göre de insan ömrü birkaç saniye sürüyormuş…
Görüldüğü gibi bu evrende yerimiz sıradan ve çok çok küçük, zamanımız ise çok çok kısaymış… Bu muazzam zaman ve mekân büyüklüğü içerisinde bize ayrılan mikro düzeydeki zaman ve mekân küçüklüğünü anlamak da zormuş aslında…
Immanuel Kant da bunu söylerdi zaten; ‘’bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını yaşamaktayız, bildiğimiz hiçbir şey yoktur, bildiğimizi sandığımız sadece olaylardır, o olaylar ki, hiç bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir subjenin ilişkisinden doğmuştur.’’
Kant’a göre evren asla çözemeyeceğimiz bir sırdı, ancak Halil Cibran da şöyle söylerdi; ‘’Evrenin bütün sırlarını çözen kişi ölümü de arzular, çünkü ölüm de bir sırdır.’’
Dünyadaki canlılardan sadece insan öleceğini bilerek yaşarmış. Varoluşçu akımda bu ölümlü olma bilgisiyle yaşam haline ‘’insanın trajedisi’’ olarak adlandırılırmış.. Bir kutsal kitap da bir başka trajediden bahsederdi; ‘’insanoğlu için en büyük trajedi, insan olduğunu anlayamadan ölecek olmasıdır….’’ Uzayın bu küçücük köşesinde, bu kısacık zaman diliminde insan olduğumuzu nasıl anlayacaktık ki??? Kant’ın söylediği gibi ‘’bildiğimiz hiçbir şey yokken’’ insan olduğumuzu nasıl anlardık ki???
Daha büyük trajedi; uzayın bu küçücük köşesinde, bu kısacık zaman diliminde ufacık ufacık şeyleri anlamsız bir şekilde dert edinmek ve Tanrı’dan gelip yine Tanrı’ya dönecek olan varlıkları görmemek değil midir???
Garip akımının içinde pek fark edilemeyen, anlaşılmayan ve kendisi de ‘’garip’’ kalan Asaf Hâled Çelebi’nin ‘’Mârâ’’ isimli bir şiir vardı. Şiirine şöyle başlardı Asaf Hâled; ‘’Bilmemek bilmekten iyidir, düşünmeden yaşayalım Mârâ’’
Gerçekte günümüzün asıl en büyük trajedisi ‘’bilmek’’ ve ‘’düşünerek yaşamak’’ değil midir??
Osman AYDOĞAN 20 Kasım 2015
AŞK VURGUNU BİR YAZAR
Mehmet Rauf... Selim İleri’nin ‘’Aşk Vurgunu Bir Yazar’’ diye tanımladığı bir yazar. Servet-i Fünûn yazarı... ‘’Eylül’’ ve ‘’Siyah İnciler’’in yazarı... Artık kimseciklerin pek bilmediği ‘’Ferdâ-yı Garam’’ ve ‘’Kimsesizliklerim’’in yazarıdır Mehmet Rauf...
Mehmet Rauf 1875’de İstanbul’da doğar… Bahriye Mektebini (Deniz Harp Okulu) bitirir... Deniz zabiti olur… 1931 yılında vefat eder... Teşvikiye Camiinde kılınan cenaze namazını müteakip Maçka Kabristanına defnedilir…
Nûr içinde yatsın...
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cenaze törenine katılan bir yakınından şu ifadeyi dinler: ‘’Mehmet Rauf’un genç karısı (Muazzez) gözleri tabuta dikili olarak tâ önde yürüyordu ve tabutu sanki bu gözlerden çıkıp uzanan bir sevgi bulutu taşıyor gibiydi.’’
Mehmet Rauf, sağ koluna felç gelip yazamaz olduktan sonra bütün yazılarını Muazzez Hanıma yazdırır. Bu nedenle yakın çevresine Muazzez Hanım için; ‘’Bu benim sadece eşim değil, aynı zamanda sağ kolum’’ der.
Mehmet Rauf’un ilk eşi Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet Hanım’dır... Bu evlilikten olan kızı Fatma Nihâl yazar Selami İzzet Sedes ile evlenir.
İkinci eşi; yazılarından etkilenip mektupla kendisine evlenme teklifi yapan ve daha sonra ayrılmayı kendisi isteyip ayrılan Besime Hanım’dır...
Muazzez Hanım Mehmet Rauf’un üçüncü eşidir ve ona ‘’Zezi’’ diye hitap eder. Zezi’sine Mehmet Rauf; ‘’Sen benim ilk veya son değil, bütün hayatımın bir tek yıldızısın’’ diye yazar bir kitabını Zezi’sine atfederken...
‘’Ferdâ-yı Garam’’ şimdilerde hiçbir yerde bulunmaz.. ‘’Siyah İnciler’’i şimdilerde pek bir kimse okumaz... ‘’Eylül’’ ise, çok şükür hâlâ kitapçı vitrinlerini süsler... ‘’Eylül’’ okunmalı diye düşünürüm... ‘’Eylül’’deki Necip’le Suad tanınmalı diye düşünürüm...
Bir vakitler Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarından Rahim Tarım’ın Mehmet Rauf’u tanıtan bir kitabı yayınlanmıştı... (‘’Mehmet Rauf; Hayatı, Sanatı, Eserleri’’, Rahim Tarım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1998) Depolarda, vitrinlerde kaldı mı bilmiyorum... Zaten buradaki bilgilerin çoğu da bu kitaptan alınmıştır.
Mehmet Rauf’un hemen hemen hiç bilinmeyen diğer romanları: Genç Kız Kalbi, Bir Aşkın Tarihi - Mültehip- , Menekşe, Böğürtlen, Define, Kan Damlası, Karanfil ve Yasemin, Son Yıldız ve Halâs. Romanlarının isimleri bile Mehmet Rauf’u anlatır.
Mehmet Rauf sadece edebî eser vermekle kalmaz, okur, sever, hisseder, yaşar ve bütün yaşadıklarını edebiyata aktarır ve çoğu zaman da kahramanlarını kendi duygu ve düşüncelerini aktarmak için araç olarak kullanır.
Bu nedenle ‘’Eylül’’deki roman kahramanı Necip’in kendisi olduğu iddia edilir.
‘’Bir Genç Kız Kalbi’’ isimli romanının yazarın ikinci evliliği ile sonuçlanan aşkını anlattığı ileri sürülür. ‘’Ferdâ-yı Garam’’ kurtuluşu ölümde görecek kadar derin bir aşkla birbirini seven iki gencin aşklarının hikayesidir. Kendi aşkını anlattığı söylenir...
Selim İleri doğru teşhis koymuştur: Mehmet Rauf ‘’aşk vurgunu bir yazar’’dır.
Halid Ziya bir yazısında Mehmet Rauf’un aşk vurgunluğunu şöyle anlatır:
‘’Onun için aşk, ciğerlerinin nefes alması, damarlarındaki kanın durmadan akması demekti. Bir daha kalkmamak üzere döşendiği o yatakta bile hayatını anlatan itirafları hep böyle baştanbaşa aşk iptilasının kasideleriyle doluydu.’’
‘’Bir Zambak’ın Hikâyesi’’ isimli müstehcen romanı ile düşüşe geçmiştir Mehmet Rauf.
Yine Halid Ziya onun ‘’sevimliliğini’’ ve ‘’zavallılığını’’ bu aşk tutkusuna bağlar ve şöyle yazar: ‘’Aşkları sanatını kemire kemire ve onu kemirirken kendi mevcudiyetini yıpratdıra yıpratdıra akıbetlerin en feciine uğrattı.’’
Hüseyin Cahit Yalçın da onun aşklarını bir mecusî tapınağının sönmez ateşine benzeterek ‘’onda esas olan yanmaktı’’ der.
Agâh Sırrı Levend’e göre Mehmet Rauf’ta asıl amaç sevmek ve sevilmektir. Buna ulaşmak her zaman kolay olmadığı için yaşamın türlü emelleriyle karşılaşıldığında Mehmet Rauf’ta pişmanlıklar ve şikayetler başlar.
Tevfik Fikret’in aracılığı ile kurduğu aile ocağını ilk yıllarından itibaren harabeye çevirmiş, genç karısını küçücük çocuğu ile ortada bırakarak o kadından bu kadının peşinde dolaşmaya başlamış ve bu sıralarda İstanbul’un güzelliği, zarifliği, kibarlığı ile tanınmış hanımlardan birine âdeta karasevda denilebilecek bir aşkla tutulup meramına eremeyince intihara kalkışmıştır.
Şu söz Mehmet Rauf’a aittir: ‘’Her güzel şey kalbimde başka bir yara açar.’’
Mehmet Rauf aslında aşka âşıktır.
Mehmet Rauf annesini çocuk denecek yaşta kaybetmiştir. Bu nedenle o âşık olduğu kadınlarda anne şefkati ararken, bunun yanında kadında bilgi, kültür, incelik ve zarafet de arar. Mehmet Rauf bu arayışını ‘’Siyah İnciler’’de şu şekilde ifade eder:
‘’Bir ihtiyaç, derin, dayanılmaz, zalim bir ihtiyaç, ele geçmesi hayal olan bir kadın ihtiyacı ruhumu yakıyor; bir kadın, kalbimin bütün yaralarını saracak nazik ellerle, avutulmaz yaşlarını unutturacak sıcak bakışlarla, ruhumun bu hüzün boşluğunu dolduracak ince bir kalple bir kadın; bir kadın ki bütün harap olmuş gençliğime samimi gözyaşlarla ağlasın, dizinde hayatımın bütün elemlerini ağlayabileyim; bir kadın ki bu yalancı sözlerin, ağlayan emellerin, âh eden ümitlerin yaslarını şefkat ve bağlılığı ile avutsun. Bu vefasız, bu kalpsiz kadınlardan, hatta aşklarıyla, hatta vefalarıyla bile zehirli yaralar açan, gençliğimin bütün hararet ve sevgisini söndüren bu kadınlardan gelen acılarımı göğsünün üstünde ağlaya ağlaya unutayım... Böyle bir kadın ihtiyacı ile bütün gençliğim işte mahvoluyor: Ölüyorum. Bir kadın ki bir kardeş olsun, bir eş olsun; yok yok bir anne olsun, bir anne ki her şeyiyle bir kadın, fakat kalbiyle, vefasıyla bir anne...’’
Burada Necip Fazıl’ın ‘’Sayıklama’’ isimli şiirinde son dizesinde geçen;
‘’Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda...’’
ifadeleriye bir benzerlik vardır ki Necip Fazıl Mehmet Rauf’tan sonra yazmıştır.
Mehmet Rauf’un romanları dışında yazdığı yüzotuziki hikâyesi vardır. Bu hikâyelerinin hepsinde kadın, aşırı duyarlılık, karşılıksız aşklar, ihanetler, alınganlık, hastalık, ölüm fikri ve intihar gibi kötümser bir atmosfer hâkimdir.
Mehmet Rauf ‘’Yarıda Bırakılmış Bir Romanın İlk Bâbı’’ isimli hikâyesinin karamsar kahramanını şöyle konuşturur: ‘’Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.’’
Edebiyatçı Selim İleri’nin yazar Mehmet Rauf’u anlattığı, yazarın Eylül, Kimsesizliklerim ve Siyah İnciler isimli eserleri üzerine seksenli yıllarda yazdığı ‘’Aşk vurgunu bir yazar’’ adında güzel bir yazısı var. Selim İleri bu yazısında Mehmet Rauf’un ‘’Eylül’’ü ile ilgili şu değerlendirmeyi yapar;
‘’İşte Mehmet Rauf Bey her Eylül renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyor. Bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlığını duymaktadır. Kıpkırmızı yapraklar birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Yalnız yaprak dökümü mü, itiraf edelim ki Eylül ayrılıkların ayıdır.
Herkesin kısa boyundan dolayı cüce sandığı romancımız -Siyah İnciler şairi - üzüntüyle başını sallar. Zira hangi ayrılık yürek yakmaz!
Necip’le Suad’ı karşısına almış, ille ayrılmaları gerektiğini belirtmektedir. Bu sahne Eylül’de geçer. Necip, Suad’dan yana yana son bir lütuf daha istirham eder: Onu gözlerinden bir kere, son bir kere öpmek istemektedir.
- Madem ki ayrılıyoruz...
Bu nihayetsiz saadet rüyasından geriye dönüş pek zalim, pek yırtıcı bir şeydir. Dört bir yanda Ekim ayının - çünkü Eylül de geç gelmiştir - ürpertici rüzgârları esmektedir. Dört bir yanda doğa kışların zalim uykusuna yatar. Suad zehir dolu, mahveden bir yara gibi yanmaya başlamış yeni hayatının eşiğinde herhalde ağlamaya, hıçkırmaya koyulacaktır.
Anlıyor musunuz? Eylül romancısı için hayat karanlık ‘mağmum’, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Aşk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken sonsuz bir pişmanlıkla ezilip kalır insan.’'
‘’Her güzel şey, kalbimde başka bir yara açarak geçer’’ diyen, duyarlı, içten bir kalbi olan, güzelliğe ve aşka tutkun bu yazar unutulmamalı diye düşünüyorum... Mehmet Rauf’un yazıları onun kalbinden ve ruhundan kopmuş birer parçalarıydı... En azından ‘’Eylül’’, Eylül geçmişse de okunmalı, daha önce okunmuşsa tekrar okunmalı diye değerlendiriyorum...
Osman AYDOĞAN 19 Kasım 2015
MİHRİBAN
Mihriban; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır....
Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki mihribandır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.
Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiştir hayat manasızlaşmıştır, aşk acısı yüreğini yakmıştır.
Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce kız küçük derler, bahane bulurlar bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”
Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da “bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der.
Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır.
Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor mihriban
Yar, deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor mihriban
Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor mihriban
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut cizilmiyor mihriban
Boşa bağlanmış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım karabahtım tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor mihriban
Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor mihriban
Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz tabi.. Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar:
''Unutmak kolay mı?” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım.
Zaman erir kelep kelep..
Meyve dalında kalmaz hep.
Unutturur birçok sebep,
Unutursun Mihriban’ım.
Yıllar sinene yaslanır;
Hatıraların paslanır.
Bu deli gönlün uslanır...
Unutursun Mihriban’ım.
Süt emerdin gündüz-gece
Unuttun ya, büyüyünce...
Ha işte tıpkı öylece
Unutursun Mihriban’ım.
Gün geçer, azalır sevgi;
Değişir her şeyin rengi
Bugün değil, yarın belki
Unutursun Mihriban’ım.
Düzen böyle bu gemide;
Eskiler yiter yenide.
Beni değil, sen seni de
Unutursun Mihriban’ım.
“Mistik bir olgunlukla, son bir kez'' diyor, ''son bir kez daha görmek istemezdim.'' ''O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” “Bazen aklıma düşüyor. Ben unutursun diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun. 'Unutmak kolay mı deme / Unutursun Mihriban’ım' diyorum.''
''Düzen böyle bu gemide
Eskiler yiter yeni de
Beni değil, sen seni de unutursun Mihriban’ım”
Siyasi görüşünü beğenmeyebilirsiniz, Akit yıllarına lanet de okuyabilirsiniz. Ama o bir şairdi... Protest şiirlerini, duygusal şiirlerini, Türk şiirine katkılarını nasıl unutabiliriz...
Şair Abdürrahim KARAKOÇ 07 Haziran 2012'de vefat etmişti. Allah rahmet eylesin.... Unutuldu gitti.. Şairi kendi fikirdaşları dahi kimse anmıyor..
Nietzsche söylerdi zaten;
‘’Toplum yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşup kültürün önemini göz ardı ederse, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşecektir.’’
Osman AYDOĞAN 18 Kasım 2015
DÜZENBAZ
“Baz” eki Farsça “oynayan” anlamına gelir.
Canbaz: Canı ile oynayan..
Sihirbaz: Sihir ile oynayan..
Hokkabaz: Hokkalarla oynayan vb.
***
Ancak bu kural “Düzenbaz”da işe yaramaz. Bu sözcükteki ‘’baz’’; “düzen’’ ile oynaya anlamına gelmiyor. Çünkü Farsça “baz”ın önüne konacak sözcüğün de Farsça olması şart. Çünkü “düzen” Türkçe bir sözcük… Baz ise Türkçe değil, Farsça…
***
Farsçada ise “düzenbaz” diye bir sözcük var. “Dü” malum, “iki” demek. “Zen” ise “kadın”. “Baz” da “oynayan” anlamına geldiğine göre… Buradaki “düzenbaz”, “iki kadınla oynayan, oynaşan” demek!
***
Ancak Türkçede “Düzenbaz” daha çok, siyasette her kesimden görüş sahiplerini idare eden anlamında kullanılır. İşte bu tipler her devirde vardırlar ve Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. İşrete, kadına düşkün, düzenbaz bir adamdırlar. Hazırlopçudurlar.. . Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar.. Onlar ''Düzenbaz''dırlar...
Osman AYDOĞAN 17 Kasım 2015
TERÖR ÜZERİNE
‘‘Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’
Peter Ustinov
Osman AYDOĞAN 15 Kasım 2015
YALNIZ, GÖNLÜMDE BİR ACI VAR, ADINI BULAMADIM
(Hafta sonu, vaktiniz var diye düşünüyorum. Yazılarımı beğeniyorsanız uzunluğuna aldanmayın bu yazımı kaçırmayın derim. En güzel yazım ! )
Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en duygusal, en içli, en mahzun ve aynı zamanda da en unutulan bir yazarı, şairi ve özgürlüğe tutkun, mücadeleci ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır. 1896 doğumludur…
Hâlide Nusret ’’Bir Devrin Romanı’’ isimli kitabında (Timaş Yay. 2009) birinci elden Şükûfe Nihal’den bahseder.
Şükûfe Nihal ve Hâlide Nusret İstanbul Kız Lisesinden yakın arkadaştırlar.
Hâlide Nusret kitabında Şükûfe Nihal’i şöyle anlatır; ‘’Çok zevkli döşenmiş evinde tertiplediği toplantılarda devrin genç, yakışıklı pek çok şair ve yazarı onun etrafında fır dönüyorlardı. Güzeldi, zarifti, kültürlüydü, üniversite bitirmiş nâdir kadınlardan biriydi.’’
Şükûfe Nihal’in yakın arkadaşı İsmet Kür (yazar Pınar Kür’ün annesi, Hâlide Nusret’in kardeşi), ‘’Yarısı Roman’’ (Everest Yay. 2011) adlı kitabında Şükûfe Nihal’i şu şekilde tanımlar:
‘’Şükûfe Nihal hemen her görenin âşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. ‘Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı... Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu ‘dünyaya metelik vermeyen’ haliydi. Ve de, o sıralar, ‘hayran olunacak kadın’ sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hâlâ sevdiğini biliyorum. Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.’’
Kadınlı erkekli toplantılarda;‘’Geldikçe Şükûfe sahn-ı meclis – Pürzemzeme gülistana döndü’’ diye övülen bir kadındı…
İlk eşi biraz da ailesinin ısrârı ile çok genç yaşta evlendiği Türkçe öğretmeni Mithat Sadullah (Sander) Beydi. Aralarında büyük yaş farkı vardı. Babasının zoruyla evlenmiş, evlenmemek için bileklerini keserek intihara teşebbüs etmişti. Bu evliliğinden oğlu Necati (Sander) dünyaya gelmişti. Zorla evlendirildiği eşinden iki sene sonra ayrılmıştı.
Bu ayrılık günlerindeki sıkıntılarına teselli olan ve ona aruzu öğreten biri vardı. Cenap Şahabettin’in küçük kardeşi edebiyatçı, şair ve ressam olan otuz yaş civarında genç adam; Osman Fahri. Osman Fahri Şükûfe Nihal’e çılgınca âşıktı. Bu ayrılık onu cesaretlendirmiş, hislerini sevdiği kadına açıklamıştı. Ama aldığı cevap olumsuzdu.
Genç adam ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle ve Cervantes’in söylediği; ‘’aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır’’ sözüne uyup öğretmen olarak Elazığ’a gitmiş, oradan da yalvarmıştı;
‘’Sen benim hem dem-i hayalâtım,
Ben senin yârı tesellikârın
Olacakken; fakat nedense, Nihal
Sen benim gözlerimde dert aradın…
Ah! Mâdem ki sen de bir şair,
Ben de şâirim, bu kâfidir’’
Hepsi boşunaydı. Sevdiği kadından tamamen ümidini kesip kafasına tabancayı dayayıp hayatına son verdiğinde takvimler 1920 senesini gösteriyordu.
Şükûfe Nihal’in, karşılıksız aşkı yüzünden intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca hiç unutmadı, unutamadı…
Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Bu kişilerden sadece Osman Fahri’yi unutmadı, unutamadı Şükûfe Nihal… Aşkı sadece ruhunda yaşıyordu. ‘‘Yakut Kayalar’’ adlı romanının kahramanıydı Osman Fahri. Kaldığı huzur evinde ölene kadar düşüncesinde, dilinde, kaleminde, şiirlerinde hep Osman Fahri vardı...
Âdile Ayda ‘’Böyle İdiler Yaşarken’’ (Edebî Hatıralar, Ankara, 1984) adlı kitabında Şükûfe Nihal’in Osman Fahri için kendisine şu ifadeyi kullandığını yazar; ‘’Ben ona layık değildim. O mütekâmil insandı. Bir dâhi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı hâtıra defterini, karaladığı şiirleri her gören aynı fikirde…’’ Yakın dostlarına da Osman Fahri için; "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yanar.
Huzur evinin o kasvetli havasında her vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini açmakta, yazdığı şiirleri okumakta, yenilerini yazmaktadır. Âdile Ayda bu şiirler için ‘’Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır.’’ demektedir.
‘’Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı?
Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?
Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…
Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan.
Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…’’
Şükûfe Nihal’in etrafında ateşin etrafında dönen pervaneler gibi dönen âşıklardan birisi de de Nâzım Hikmet’ti... 1920’li yıllar... Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairlerin yazarların edebi sohbetlerin birindeydi… Hâlide Nusret’in dizlerinin üzerinden Şükûfe Nihal’e uzatılan, onun ise gülerek okusun diye Hâlide Nusret’e verdiği kağıt… Nâzım Hikmet’in delişmen yazısıyla; “Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.”
Hâlide Nusret’in, kız kardeşi İsmet Kür’e söylediğine göre Nâzım Hikmet, “Bir Ayrılış Hikâyesi” adli şiirini Şükûfe Nihal için yazmıştı:
‘’Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum,
ama nasıl?
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya,
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum,
ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz
yüzde hudutsuz kere yüz... ’’
Dönemin ünlü şairlerinden sadece Nâzım Hikmet âşık değildi Şükûfe Nihal’e. Hâlide Nusret’e göre Ahmet Kutsi Tecer de Şükûfe Nihal’e âşık edebiyatçılardan biriydi.
İkinci evliliğini İstanbul Üniversitesinden arkadaşı olan Ahmet Hamdi Başar’la yaptı. Otuzbeş sene sonra nihayete erecek olan bu evlilikten kızı Günay dünyaya gelmişti. Hâlide Nusret’in çok sevdiği Günay...
Şükûfe Nihal’in edebiyat çevrelerindeki en bilinen aşkı ise hiç şüphesiz, Fâruk Nâfiz Çamlıbel’di... Hicran Göze ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ (Kubbealtı Yay. 2010) isimli kitabında Fâruk Nâfiz bölümünde bu aşkı şu şekilde anlatır;
Fâruk Nâfiz Çamlıbel Şükûfe Nihal’i, halası Saide Hanım’ın Erenköy’deki köşkünde görür ve ilk görüşte âşık olur. Aşkları karşılıklıdır. Hep şiirler yazarlar birbirlerine.
Fâruk Nâfiz’in 1928’de yayınladığı ‘’Suda Halkalar’’ kitabının ‘’Macera ve Gençlik’’ bölümünde yazmış olduğu şiirde geçen kızın adı da Nihal… Aynı kitapta bulunan ‘’Gurbet’’ şiirini de Şükûfe Nihal’e ithaf etmişti. ‘’Şükûfe Nihal Hanımefendi’ye’’ diyerek:
‘’Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar giden ağlar’’
Şu iki mısrada ise Fâruk Nâfiz sevgilisinin adını da açıklamıştır:
‘’Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyarımdan uzakta.’’
Bir şiirinde gene sevgilisinin adı vardır:
‘’İnce bir kızdı bu, solgun, sarı, heykel gibi lâl
Sanki rûhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihal.
Ben küreklerde, Nihal’in gözü enginlerde
Gizli sevdâlar için yol soruyorduk nerde.’’
Aşkları üzerine roman yazdılar. Fâruk Nâfiz Çamlıbel ‘’Yıldız Yağmuru’’nda, Şükûfe Nihal ise ‘’Yalnız Dönüyorum’’ adlı romanında sevdalarını dile getirdiler.
Fâruk Nâfiz’in bu aşkı olanca coşkunluğu ile yaşarken yaptığı ani evlilik herkesi olduğu gibi Şükûfe Nihal’i de şaşırtır. Fâruk Nâfiz, 1932 senesinde kendisiyle aynı lisede görevli Biyoloji öğretmeni Azîze Hanımla evlenmişti. Epeydir araları açıktı, uzun zamandır konuşmuyorlardı. Fâruk Nâfiz’in kocasından ayrılarak kendisiyle evlenmesi için ısrar etmesine hep olumsuz cevap vermişti Şükûfe Nihal.
Şükûfe Nihal ‘’Son Hâtıra’’ adını taşıyan şiirinde kendisini üzen ani ayrılığın acısını dile getirir:
‘’Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’’
Şükûfe Nihal dökülen yapraklara hitaben yazdığı ‘’Hazan Rüzgârları’’ isimli şiirinde de ümidini ve ümitsizliğini anlatır:
‘’Kollarıma düştünüz
Solgun periler gibi;
Ruhumla öpüştünüz,
Bir ümid diler gibi...’’
Fâruk Nâfiz 1954’te Cumhuriyet gazetesinde çalışan Sermet Sami Uysal’ın: “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” sualine “Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik; duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu.” diye cevap vermişti… Gençlik devrinin fırtınalı aşklarını şiirlerine döken şairin asil ruhlu Azîze Hanım’a hissettikleri belki aşktan da üstündü. Aklın ve mantığın arkadaşlığında bir beğenme ile başlayan bu evlilik aşktan da üstün bir sevgi ve dayanışmayla yıllarca sürmüştü.
Azîze Hanım’ın bir amansız hastalıktan ani ölümü ile perişan olan Fâruk Nâfiz, Azîze’sinin arkasından o zor günlerini dile getiren bir şiir yazrar ve ‘’Bunu senin bestelemeni ve ölümsüzleştirmeni istiyorum’’ diyerek yakın dostu üstad Alâeddin Yavaşça’ya verir. Bu güzel güfte Alâeddin Yavaşça tarafından hicaz makamında bestelenince gönül tellerini titreten bir şarkı oluşur:
‘’Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok’’
Kader midir, rastlantı mıdır bilinmez; eski aşkı Şükûfe Nihal huzur evinde öldüğü zaman o bir hanım arkadaşıyla Samsun vapuruyla çıktığı Akdeniz gezisindeydi, şiirler yazdığı kadının ölümünü duymadan o da o vapurda son nefesini verir.
Fâruk Nâfiz’le birbirlerine âşık olduklarında, Şükûfe Nihal evlidir. Bu arayış nedeniyledir ki sadece tinsel ve uzaktan uzağa nezih, ulvi bir aşkı yaşar ve romanlarında ve şiirlerinde yaşatırlar bu aşkı. Bu nedenle evli olmasına rağmen, bu ulvi tinsel aşk herkes tarafından, hatta eşi tarafından da bilinmesine rağmen hep saygıyla kabul görmüştür.
Fâruk Nâfiz’in eşinden ayrılıp evlenmelerini hep reddeder Şükûfe Nihal. Çünkü evlenmezlerse tene değmezse o devasa sevda, aynı ulviyetini muhafaza edecektir, kirlenmeyecektir ve ölümsüz olacaktır. Bu nedenle reddeder Fâruk Nâfiz’i Şükûfe Nihal. Ancak bu aşk huzursuz eder Şükûfe Nihal’i…
Selim İleri, ‘’Mavi Kanatlarında Yalnız Benim Olsaydın’’ adlı romanında (Everest Yay. 2010) Şükûfe Nihal’in bu huzursuzluğundan bahseder;
“Renksiz Istırap romanının yazarı asrî yaşayışın bize özgü uyarsızlıkları ortasında yasak bir aşkın kurbanı oluyordu. Galiba ikinci izdivacında da mutluluğa kavuşamıyor, galiba evli bir beyle, kendisi de evliyken bir gönül macerası geçiriyor. Onu artık salonlarda, edebi toplantılarda, çay saatlerinde, şiir günlerinde öyle şuh, azametli, göremiyormuşsunuz. Gitgide zayıflıyor, sözleri azalıyor, neşesi soluyor, elleri titriyor, gözleri ikide bir hep yaşarıyormuş. Girip çıktığı evlerde, katıldığı toplantılarda, bulunduğu mekânlarda durup dururken buhranlara kapılıyormuş, artık yerinde duramıyormuş, oralardan çılgıncasına fırlayıp gidiyormuş… Hem edebî toplantılar olmaksızın yaşayamıyormuş, hem de edebî toplantılara katlanamıyormuş… Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklar takmadan içiyormuş, birini yakıp, birini söndürüyormuş. Başka konular, edebi, siyasi, içtimai konular konuşulurken o sözü ille aşka, sonu meçhul aşklara getiriyormuş. Bu salonlarda yalnızca aşkın acıları, hüsranları konuşulsun istiyormuş… Kendisinden rica edildiğinde yeni şiirlerini okuyormuş ve bu yeni şiirlerin hepsi aşkı Fuzulî’ye yaraşık bir gönül küskünlüğüyle dile getiriyormuş. O artık Nedimvâri şuhlukları büsbütün unutmuş, büsbütün yalnızmış… Çünkü âşık olduğu evli bey, galiba yuvasına dönmek istiyormuş. Şükûfe Nihal Hanım hislerini gizleyemediğinden bu yasak aşk herkes tarafından konuşuluyormuş. Yasak aşk dile düşmüş. Sözler, dedikodular, kınayışlar Şükûfe Nihal Hanım’ın kulağına çalındıkça, o, hislerini, hasretlerini hiç dinginleyemiyormuş. Sevdiği adamın adını sayıklayacak kertelere geliyormuş ve onu kimse anlamıyormuş. O artık bu aşkı… aşkı kendi kendine yaşıyormuş.’’
Şükûfe Nihal’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’
Şükûfe Nihal aradığı huzuru ikinci evliliğinde de bulamaz. Şükûfe Nihal, 64 yaşındayken Ahmet Hamdi Başar ile olan ikinci evliliğini de bitirir.
1960 yılında başına talihsiz bir olay gelir; kızından dönerken sokaktaki bir çukura düşerek kalça kemiğini kırar. Kaza sonucu birçok ameliyat geçirir, yatağa mahkûm kalır. Kızı Günay’ın bebeğini doğururken hayata gözlerini yumması yaşamla ilişkisinin tamamen kopmasına neden olur.
Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten sonra Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan ilk eşinden olan oğlu Necati Sander, annesinin bu durumuna çok üzülüyor ve onu böyle görmemek için ‘’yüreğim dayanamıyor’’ diyerek yanına uğramaz, annesiyle alâkasını keser.
Hayatın zorlaşması sonucu yakın arkadaşları Hasene Ilgaz ve İffet Halim Oruz’un açtıkları Bakırköy’deki huzurevine yerleşir. Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş da artık yaşlanmışlardı, sık gelemezler huzurevine. Yalnızlığı ve hüznü olanca şiddetiyle yaşadığı ve belki de geçmişin muhasebesini yaptığı son durağıdır huzur evi…
Şükûfe Nihal yaşamı boyunca hep mükemmel aşkı aramıştır. O’nun aradığı aşk tensel değil, tinsel bir aşktır.
Şükûfe Nihal’in ‘Bir Şey Unuttum’’ isimli şiirindeki şu dizeleri sanki huzur evindeki hesaplaşmasını anlatır:
‘’Yalnız,
Gönlümde bir acı var, adını bulamadım;
Kırık gibi kanadım!
Bir şey mi kaybettim, ne? Ellerim bomboş gibi.. .
Bir yakuttan kadeh ki varlık çatlamış gibi .. .
Ses mi, çiçek mi desem;
Işık mı, renk mi desem;
Sanki, geçtiğim yolda bir şey unuttum!... ‘’
Huzur evinde bütün ilişkileriyle hesaplaşır. Evlilikleriyle, kendine âşık olan herkesle iç hesaplaşması yapar. Bunlar arasında Nazım Hikmet, Fâruk Nâfiz ve Ahmet Kutsi Tecer de vardır.. Bir tek, aşkı uğruna ölümü seçen ve yakın dostlarına, "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yandığı Osman Fahri'yle hesaplaşamaz… Son nefesini verdiği 24 Eylül 1973 yılına kadar onu düşünür. Son nefesine kadar Osman Fahri’yi hayalinde yaşatır ve ona duyduğu aşkla hayata veda eder.
‘’Şükûfe’’ Farsça kökenli bir isimdi, ‘’açmamış çiçek, tomurcuk’’ anlamına gelirdi... Şükûfe Nihal adı gibi açmadan solan bir çiçek olarak bu dünyadan göçtü gitti.
Selim İleri’nin ‘’Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” isimli kitabının sonlarına doğru “Uzlet” başlığıyla yer alan bölümde Şükûfe Nihal’in huzur evindeki son günleri anlatılır. Kitapta bir yakınını huzurevinde ziyaret eden anlatıcı şu şekilde anlatır Şükûfe Nihal’i:
“ ….. o kadar mahzun, yalnız, içli, o kadar ‘mükedder’miş ki, yarı ’mefluç’ olmasa bile aşağıya, oturma odasına, öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi ‘mehpes’inde hala şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya dargın, küskün ayrılıyormuş. (Mehpes: Hapishane. Mükedder: Kederli, üzgün. Mefluç: Felçli )
Huzurevinde bir iki kez ziyaret ettiğiniz gözleri sürmeli Bedia Hanım, ille Şükûfe Nihal Hanımın odasına da uğramamızı isterdi. Yatağında yarı doğrulmuş, daima eski şiirlerini okurken ya da yeni şiirler yazmak isterken bulurduk onu. Daima diyorum ama, Şükûfe Nihal Hanımı en çok gördüğüm gün beş on dakikadan öteye geçmez.
Gözleri sürmeli Bedia Hanım bir edebiyat aşığı olduğumu söyleyince, Şükûfe Nihal, ‘Size bir şiir okumamı ister misiniz çocuğum?’ diye sormuştu. Arkadaşının elini bırakıp gittiğini söylediği bu şiiri dudağımı ısırarak dinlemiştim. Sonra bir seçki de rastlayınca ağlamaktan kendimi alamadım:
‘Son Hatıra
Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!..
İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…
Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
“Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere”
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’
Şükûfe Nihal Hanım şiirini bitirince ‘Uzlet köşesindeki şu ihtiyar kadını, sizin için okuduğu şiiri hepten unutmanızı temenni ediyorum’ demiş, hayatımda ‘uzlet’ sözcüğüne bir yer açmıştı.” (Uzlet: Tasavvuf yolcularının kutlu manalar yüklediği yalnızlığın adıdır, ayrılmak, bir köşeye çekilmek anlamına gelir..)
Artık ne o aşklar kaldı, ne de o Şükûfe Nihal, ne de Osman Fahri, ne de Fâruk Nâfiz… Hepsini unuttuk…
Soner Yalçın ‘'Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor’' isimli kitabında (Doğan Kitapçılık, 2009) Şükûfe Nihal'den bahseder. Soner Yalçın kitabında Şükûfe Nihal için adı okullara verilmiş diye yazsa da, adını sadece Ankara Yenimahalle Şentepe’deki bir okul taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal İlköğretim Okulu’’ İstanbul Bahçelievler’de de bir sokak adını taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal Sokağı’’
Yine Soner Yalçın, Şükûfe Nihal’in Rumeli Hisarı Aşiyan Mezarlığı’ndaki mezarı için iç acıtacak kadar bakımsız diye yazsa da, mezarı o iç acıtan bakımsızlığından o kadar harap haldedir, ismi bile yazılı değildir. Mezar kayıtlarında dahi ismi yoktur. Gittiğinizde bulamazsınız.
Unuttuğumuz sadece Şükûfe Nihal değildi… Unuttuğumuz sadece ‘’uzlet’’, ‘’mefluç’’, ‘’mehbes’’ de değildi… Bir toplum ‘’vefa’’yı unutmuştu ‘’vefa’’yı...
Pek bilinmez, dile getirilmez ama; İstanbul’un Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar mandacılığı savunurken, İstanbul’un Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir.” diye haykırıyordu…
Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en unutulan bir değeridir. Ülkemizde Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı, halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir: ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002)
Aşkı bilen, tadan ve düşünen herkese olduğu gibi bu duygu yüklü şair Şükûfe Nihal'e de büyük saygı duyuyorum, unutulmasın istiyorum.
Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Ve Şükûfe Nihal’den son bir şiir:
SU
Kalbinden kalbime akan bir sesti
Akşam gölgesinde çağlayan o su...
Sesini en tatlı yerinde kesti
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su.
O su, bir sır gibi mırıldanırdı;
Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı;
Bizi Leylâ ile Mecnun sanırdı
Gamlı yolumuzda ağlayan o su...
Sessiz ruhumuzu o bestelerdi,
Bize "Unutalım dünyayı" derdi...
Bir aldı sonunda verdi bin derdi,
Bizi bizden fazla anlayan o su.
Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere;
Yolumuz ayrıldı başka ellere;
Benzetti bizi bir kırık mermere
Ruha zehir gibi damlayan o su.
***
Şükûfe Nihal hakkında:
Babası V. Murat'ın başhekimi Emin Paşa'nın oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey’di, entelektüel birisiydi… Annesi Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba tarafından Katipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet'in Başressamı Nakkaş Mehmet Efendi'ye dayanır.
Şükûfe Nihal babasının görevleri gereği gittikleri Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te Arapça, Farsça, Fransızca öğrenir.
1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü'nü bitirerek "Türkiye'nin ilk üniversite mezunu kadını" unvanını almıştır…
Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk şiir kitabı "Yıldızlar ve Gölgeler" yayımlanır. Aruzla yazılan bu şiirleri hece ölçüsü ile yazdığı şiirler izler. 1928 yılında "Hazan Rüzgârları", 1930 yılında ise "Gayya" adlı şiir kitabı yayınlanır. Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek, sık sık toplumsal konularda yazmıştır. Ancak, kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmamıştır. O, belki de kadın sorunlarını ve yaşantısını ilk dile getiren kadın şair ve yazarımızdır…
Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini ekonomik açıdan, üretkenliğini insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular. Yaşamındaki çok yönlülük, edebiyat alanında da görülür. Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar yazmıştır…
1928 yılında "Tevekkülün Cezası" adlı öykü kitabı ve ilk romanı "Renksiz Istırap" yayımlanır. Bunları, "Çöl Güneşi" (1933), "Yalnız Dönüyorum" (1938), "Domaniç Dağlarının Yolcusu" (1946), "Çölde Sabah Oluyor" (1951) adlı romanları izler. 1935 yılında "Finlandiya" adlı gezi notları yayımlanır. 1910 yılından itibaren "Kadın", "Tan", "Cumhuriyet" gazetelerinde, "Ayda Bir", "Her ay" gibi dergilerde köşe yazarlığı yapmıştır. Bu eserlerinden ''Yalnız Dönüyorum'' okunmaya değer bir eserdir.
Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında eylemci kişiliğiyle de tanınır. Cumhuriyetin kurulması aşamasında, ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar'la Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde önemli çalışmalar yapmışlardır. Şişli'deki evlerinde toplantılar düzenlenmiş, kurtuluş mücadelesinin kararları alınmıştır.
Halide Edip, Sultanahmet'te tarihi demecini verirken, Şükûfe Nihal de, Fatih Mitingi'nde dinleyenleri oldukça etkileyen tarihi konuşmasını yapıyordu; “Ey aziz vatan beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın.”
Bununla da kalmayıp Anadolu'ya çıkmış, sonraki yıllarda da Anadolu'yu gezmiş, gördüklerinden etkilenen Nihal, eserlerinde Anadolu sorunlarına yer vermiş, gördüğü, tanıdığı köyleri ve köy kadınlarını anlatmıştır.
Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk temsilcileri ve savunucularından biri olan Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği'nin de kurucularındandır. Kurtuluş Savaşı sonrasında da, ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının vazgeçilmez konuğudur…
Osman AYDOĞAN 14 Kasım 2015
Nitelikli sanatçı Murat Göğebakan’ı geçen sene (31 Temmuz 2014) genç yaşta kaybetmiştik. ‘’Ay Yüzlüm’’ isimli şarkısını severdim. Bu şarkının girişini hatırladım. Melodisi hep aklımdadır. Bulutlu bir gecede dinlemiştim ilk. Ay ışığı bulutlar arasında saklambaç oynarcasına bir görünüp bir gidiyordu.
Çok uzaklardan bir müzik sesi geliyordu, o çok sevdiğim nağmeler: Melihat Gülses’in sesiydi, Arda Şendoğan’ın güftesi, İsmet Nedim Saatçi’nin bestesi o çok sevdiğim ve bana hep hüzün şırınga eden Muhayyerkürdî şarkıyı söylüyordu Melihat Gülses: ‘’Boş çerçeve’’ Ne de olsa hüzün hepimize olduğu gibi bana da mutluluk verirdi. (!)
Birkaç sene önceydi, bir Eylül sonunda Bodrum’da ben ve eşim, Melihat Gülses ve eşi, Grup Eşref Vakti üyeleri ve Bekir Ünlüataer bir konser sonrası bir sahil lokantasında gece 03’e kadar sohbet etmiştik…
***
Haberleri pek izlemem. TV’den kulağıma Kerkük haberleri çalınıyor. Bir hüzün doluyor içime… Arif Nihat Asya’nın şiirini hatırlıyorum. (şiir uzun buraya iki kıt'asını aldım)
Yunus Emre Müslümanda bulunması gereken bazı nitelikleri, erdemleri şöyle ifade etmişti:
İnsan başkalarını hor görmeyecek, gönül kırmayacak, insan sevecek, alçakgönüllü, hoşgörülü davranacak, kibirli, yüksekten bakan olmayacak. İnsan, bilgisini çıkar amaçlı kullanmayacak, olduğundan fazla görünerek insanları kandırmayacak, gösterişçi değil, gerçekten bilgili olacak. Bu niteliklere sahip olanların ancak ibadet hakkı olurdu. Yunus Emre bir dizesi ile bu niteliği veciz şekilde ifade etmişti: