06 Kasım 2018
Aslında daha önce iki defadır bu başlıkla yazı yazdım ama her defasında meramımı, derdimi, kaygımı açık açık anlatamadım, bu nedenle de anlaşılmadım… Bu defa eski iki yazımı kısmen tekrar ederken meramımı da açık açık anlatayım istedim.
Fars şâir ve İslam âlimi Şeyh Sâdî Şirazi (1193-1292)’nin ‘’Bilsem!’’ isimli güzel bir şiiri vardı:
‘’Ah!.. Bilsem...
Kirlendi söz, şiire nasıl başlarım bilmiyorum....
Sevdiğim şiirleri unuttum, sevdiğim şehirleri terk ettim ve sevdiğim şairler öldüler.
Bilmediğim bir sebep olmalı, burada olmam için...
Sormaz ki bilsin: Sorsa bilirdi;
Bilmez ki sorsun: Bilse sorardı.’’
Ben de nasıl anlatsam bilmiyordum, her daim bir arı kovanı gibi zihnimde vızıl vızıl kaynayan, bir trenin hiç bitmeyen vagonları gibi içimden katar katar geçen, bir yağmurdaki damlalar gibi ruhuma sağanak sağanak yağan kelimelerim yetersiz, cümlelerim kifayetsiz kalıyordu derdimi, sıkıntımı, kaygımı, kederimi, halimi, ahvalimi anlatmama, aktarmama. Hani Orhan Veli’nin bir şiiri vardı ya: ‘’Bir yer var, biliyorum; her şeyi söylemek mümkün; epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; anlatamıyorum.’’ diye... Ben de epeyce yaklaşmışım, duyuyorum ama anlatamıyordum. Ama Şeyh Sâdî Şirazi’nin işte yukarıda verdiğim bu şiiri yetişiyor imdadıma; derdimi, sıkıntımı, kaygımı, kederimi, halimi, ahvalimi bir bu şiir anlatıyor:
‘’Kirlendi sözlerim; kelimelerin yetersiz, cümlelerin kifayetsiz kalıyor, söze nasıl başlarım bilmiyorum...
Sevdiğim şiirleri unuttum, ben de sevdiğim şehirleri terk ettim…
Ve arkadaşlarımın, dostlarımın, akrabalarımın, yakınlarımın bir kısmı beni birer birer, beni teker teker terk ettiler…
Bilmediğim bir sebep olmalı, beni terk etmeleri için...
Sormam ki bileyim: Sorsam bilirdim…
Bilmem ki sorayım: Bilsem sorardım…’’
Bir Karadenizli fıkrasındaki ‘’Temel’’ gibiyim:
Temel, otobana ters istikametten girmiş. Polis hemen radyo anonsuna başlamış: ‘’Bütün sürücüler, dikkat! Bir araç yola ters girmiştir!’’ Bu anonsu duyup yola bakan Temel kendi kendisine söylenmiş: ‘’Ne birisi? Ne birisi? Hepisi! Hepisi!’’
Bu insanlarımın hepsi birden yanılmayacaklarına göre, yanılan bendim. Bir terslik, bir sorun, bir aksaklık, bir araz vardı bende… Ama neydi bende ters olan, aksayan, sorun olan, bende araz olan?
Benim bilmediğim bir şey vardı mutlaka… Bilmediğim bir sebep olmalı. Sormam ki bileyim: Sorsam bilirdim… Bilmem ki sorayım: Bilsem sorardım.
Ancak bu terslik, bu aksaklık, bu sorun, bu sebep, bu araz konusunda günlerdir, haftalardır, aylardır, hatta yıllardır içimi bir kurt gibi için için, bir fare gibi kıtır kıtır kemiren, paylaşıp paylaşmamakta yine günlerdir, haftalardır, aylardır, yıllardır tereddütler içinde kaldığım bir zannım var, bir vehmim var, bir şüphem var!
O zan, o vehim, o şüphe ‘’Şehriyâr’’ idi…
’’Şehriyâr’’ idi de önce anlatmam lazım ‘’Şehriyâr’’ ne idi? Sabredin okuyun derim…
Ama önce şunu söyleyeyim; Şehriyâr’ı oluşturmaktaki maksadım düşüncelerimi paylaşmaktı. Çünkü düşüncelerimizi paylaşmadığımız sürece, kendi hapishanemizi de yaratmış oluruz diye bilirim. Düşüncelerin paylaşılmaması da kendini yok etme sürecinin de başlangıcıdır diye düşünürüm. Düşüncelerin paylaşılmasını bir varlık sorunu olarak görürüm…
Ve artık anlatmaya başlayayım her zaman olduğu gibi sıkıcı bir şekilde kaynak vererek, alıntılarla, kitabi olarak; Şehriyâr neydi?
‘’Varoluşcu’’ akımın temsilcilerinden Fransız bir filozof Gabriel Marcel’in (1889-1973) çalışma alanlarından birisi de ben’ler arası varlıktı. Marcel'in ben'ler arası varlığı nasıl anladığını kısa bir anlatımla özetlemek istiyorum... (Bu kısmını çooook daha önce de yazmıştım. Özetle tekrarlıyorum.)
Ben’ler arası varlığı anlatmak için somut bir örneğin yardımına başvuruyor Marcel: Bir çocuk annesine seğirtmekte, ona bir demet çiçek sunuyor; sözü, yüzü, eli şöyle bağırıyor sanki: "bu çiçekleri ben topladım, ben kendim..." Marcel'e göre, çocuğun bu seslenişinden maksat; dikkati kendi üstüne çekme isteği, başkalarınca onaylanma, başkalarınca beğenilme dileği değildir. Bu Marcel'in bir deyimiyle, "tanığım ol" dileğinin dile gelmesidir. Kuşkusuz bu anlatım, çocukta çocuksu bir kılıkla ortaya çıkan, yetişkinlerdeyse durumdan duruma ince ayrımlar gösteren bir dilek.
Ben ile ‘’başkası'’nı birbirine bağlayan o ilk, o derin taşıyıcı. Böylece insan için var olmak, başka bir insana seslenmek demek. Özüyle bir bağlılık içinde bulur kendini insan: Sözle, ya da el-kol devinimleriyle işte buradayım diye ortaya çıkar. Marcel’e göre ‘’varolmak’’ için herhangi bir şeye sahip olmanın (mal, mülk, para, şan, ün, rütbe, şöhret) hiç ama hiçbir önemi yoktur. Marcel’e göre ‘’varolma’’da asıl olan, bir başkasıyla kurulan iletişimdir.
Böylece Marcel varoluşu alışılagelenden apayrı bir doğrultuda yorumlamaktır. Şöyle ki, Marcel: "Ben varım demek, bana yabancı bir varlıkla aramda bağ kurmadıkça ben ne kendimi ne de başkasını bilip kavrarım demektir." Buysa "varoluş"u (existence) "birlikte-varoluş" (co-existence) diye nitelemektir.
Gerçekten de, Marcel'e göre, hayvanlar bile (bağırış çağırışlarıyla, hoplayıp sıçramalarıyla biyolojik bir biçimde de olsa) kendilerini açığa vurmamazlık, kendilerini ortaya koymamazlık edemezler. İnsanlarsa; konuşma, yazma, eylem, bakış, ilgi, hayranlık, yardım, dostluk, sevgi gibi davranışlarla başkalarıyla bağ kurarak kendilerini gerçekleştirip anlarlar.
İşte ‘’Şehriyâr’’, Marcel’in söylediği gibi ‘’ben varım’’ demekti, ‘’tanığım ol’’ demekti, ‘’bana yabancı bir varlıkla aramda bağ kurmadıkça ben ne kendimi ne de başkasını bilip kavrarım’’ demekti. Yine Marcel’in örneğinde olduğu gibi ‘’Şehriyâr’’; dikkati kendi üstüme çekme isteği, başkalarınca onaylanma, başkalarınca beğenilme dileği değildi. Marcel'in bir deyimiyle, "tanığım ol" dileğinin dile gelmesiydi ‘’Şehriyâr’’.
Bilmeyenler beni kara kuru, içe kapanık, Tuna nehri gibi sessiz, sakin ve sükûn halimle bilirler.
Ganiyyi Muhtefî mahlaslı bir sufînin bir dizesi vardı:
‘’Sûretimi görüp de şu fakîre levm eden
Sîretime erseydi sûretimi görmeden''
(Sûret: Dış güzellik, geçici olan, yüzeysellik, zahirî olan, okyanusun maviliği…
Sîret: Gönül güzelliği, kalıcı olan, derinlik, bâtıni olan, okyanusun derinliği…
Levm etmek: ayıplamak, kötülemek, kınamak)
Ganiyyi Muhtefî’nin söylediği gibi bilmeyenler benim kara kuru, içe kapanık, Tuna nehri gibi sessiz, sakin ve sükûn halime aldanmayıp sîretime ersin istedim… Bir gizli bahçe idim ben bilinmek istedim, işte bu nedenle bahçemin kapılarını açtım, bahçemi görün istedim…
İşte bu nedenlerle ben ‘’Şehriyâr’’ı oluşturdum, ‘’Şehriyâr’’ı, Şehriyâr’ın şahsında ‘’ben varım’’ demek istedim, ‘’tanığım olun’’ demek istedim, ‘’bana yabancı bir varlıkla aramda bağ kurmadıkça ben ne kendimi ne de başkasını bilip kavrarım’’ demek istedim…
Şehriyâr’da hep kendimi, kendimden olanı, kendimle özdeşeni yazdım… Paylaştığım tarih, edebiyat, felsefe ve sanat yazıları, anlattığım yazarlar, şairler, şiirler, şarkılar, türküler, müzikler, sinema filmleri bendim aslında… Okuduğum kitaplardı Şehriyâr… Şehriyâr’da yazdığım Şükûfe Nihal bendim, İhsan Raif Hanım bendim, Türkan İldeniz bendim… Mehmet Rauf bendim, Tanburi Cemil Bey bendim, Sakallı Celâl bendim… Heinrich Heine bendim, Puşkin bendim, Dr. Jivago bendim, Dersu Uzala bendim, Schopenhauer bendim, Franz Kafka bendim, Halil Cibran bendim… Şems-i Tebrizî bendim, Şeyh Sâdî Şirazi bendim… Hülasa ‘’Şehriyâr’’ bendim… Hep beni yazdım, ben olmayanı almadım bu bahçeye… Montaigne’nin kalesi neyse Şehriyâr da benim iç dünyamın kalesiydi. Şehriyâr aslında bir has bağçe idi ve bu has bağçede bana bir ‘ayş u tarab idi Şehriyâr… Bir nefes sıhhatti bana bu bahçe… İçimden çıkıp gökyüzüne, arş-ı Âlâ’ya uzanan bir feryâddı, bir figândı Şehriyâr.
Gerçi Şehriyâr’da ben, Hz. Ali’nin “İlim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı” sözüne binaen kısa ve öz anlatım yerine cahillik edip çoğaltarak hep uzun uzun yazdım… Yeri geldi, burada tüm okuyucularımdan, tüm arkadaşlarımdan af diliyorum, özür diliyorum bu cahilliğim için.
Benden ve Şehriyâr’dan uzaklaşan bu dostlarım, arkadaşlarım, akrabalarım da içindeki esrarı araştırmadan kendi zanlarınca neden olarak belki de Şehriyâr’a yüzeysel siyasi bir anlam yüklediler... Tabii ki doğruydu, tabii ki Şehriyâr’ın siyasi bir anlamı vardı…
Ancak;
Hayatın bizzat kendisi siyasi değil miydi?
Duruşumuz ve yaşayışımız, yazdıklarımı ve yazmadıklarımız, konuştuklarımız ve konuşmadıklarımız, düşündüklerimiz ve düşünmediklerimiz, yutkunduklarımız ve yutkunmadıklarımız, içimize attıklarımız ve atmadıklarımız, beğendiklerimiz ve beğenmediklerimiz siyasi değil miydi? Durduğumuz yer ve durmadığımız yer siyasi değil miydi? Haksızlıklar ve hukuksuzluklar karşısında susan ahlakımız ve vicdanımız siyasi değil miydi? Bana kara diyen dilberin kaşları da kara pardon, siyasi değil miydi?
Tarih, edebiyat, felsefe ve sanat hem de bir felaket siyasi değil miydi? Tarihten, edebiyattan, felsefeden günümüze çıkarımlar yapmayacaksam masal mı anlatmış, hikâye mi anlatmış olacaktım? Tarih hep tekerrür ediyorsa, gündem de her daim tarihi çağrıştırıyorsa ne yapsındı hep tarihi anlatan Şehriyâr?
Fransız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre de yazarı “Çağının dünyasına sırt çevirmeyen, yaşadığı dönemin gerçeklerinden, çıkmazlarından esinlenerek tavrını ve eylemini belirleyen aydın” olarak görürdü. Bir yazarın yanlış politikaları eleştirmesi, doğruları söylemesi onun haysiyeti ve şahsiyeti ile ilgilidir. "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" diye buyurmaz mıydı Hz. Peygamber (s.a.v.)? İktidarda kim olursa olsun, iktidarda hangi ideoloji olursa olsun muktedirlere karşı her daim muhalif olan değil midir aydın olan, yazar olan?
Yazdıklarım hep duruyor Şehriyâr’da; Balyoz ve Ergenekon kumpaslarını teee başından beridir yazdım bunlar Pensilvanya kaynaklı kumpaslardır diye… Uygulanan ekonomik politikalara, eğitim politikalarına, dış siyasete teee baştan beridir karşıydım sonu bir hüsrandır diye. Suriye siyasetine teee baştan beridir karşıydım sonu felakettir diye... Bu konularda teoride eğitim veren mekteplerin bir üstü kalmamacasına tamamında tahsil görmüş, oralarda mürekkep yalamış, pratikte ise sahada hayatı pahasına haddinden fazla ter dökmüş birisi olarak, okuyan, sorgulayan ve düşünen birisi olarak bunları ben söylemeyecek, yazmayacaktım da kim yazacaktı? Hz. İbrahim’in karıncası gibi bu ateşe gücümün yettiğince bir damla su taşımayacak mıydım? Tüm yaşadıklarımız karşısında bir duruş, bir tavır sergilemeyecek miydim?
Ancak tüm bu karşı gerekçelere rağmen bu sevgili arkadaşlarıma, değerli dostlarıma, akrabalarıma hak vermiyor da değilim. 1980 darbesinden sonra iğdiş edilircesine depolitize edilen bir toplumda, siyasetin alanının daraltılıp, daraltılıp, daraltılıp sonuçta bir kişinin belirlediği bir alana hapsedildiği, hatta muhalefetin de yıllardır belirlenen bu alanda siyaset yapmaya mecbur bırakıldığı, en ufak bir siyasi eleştirinin, aykırı bir siyasi duruşun, aykırı bir görüşün vatan hainliği ile eş tutulduğu, kocaman kocaman korku dağlarının yaratıldığı bu ortamda sevgili arkadaşlarıma, değerli dostlarıma hak vermiyor da değilim. Kime ne diyebilirim ki? Muhtemel ki yine bu nedenle ayrıca bir kısım dostlarım, arkadaşlarım da işte bu Şehriyâr’ı gördüler de görmezden geldiler, yok saydılar, yokmuş gibi davrandılar, namevcut addettiler…Ve görmezden gelinmenin de ne büyük bir âzap olduğunu bilmediler...
Gerçi belki de derdime devâ olur da böylece hayatımın son döneminde etrafımda birkaç arkadaşım, dostum, akrabam kalır diye 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’nin ‘’İçe Kapanış’’ isimli şiirinde söylediği gibi ‘’yeter!’’ deyip, sakin olup dinlenmeye, kendi iç dünyamın kalesine kapanıp, Türkan İldeniz’in ‘’Cılız Haykırış’’ isimli şiirinde söylediği gibi kapılarıma beş kilit daha vurup, kuyulardaki sular gibi susup bir süreliğine gözden, gönülden, dilden, dîlden ve dîdeden ırak durmayı düşünmedim de, denemedim de değil... Ancak düşündüm ki böylesi bir sansür; sansürlerin en gaddarı, sansürlerin en acımasızı, sansürlerin en acıtanı, sansürlerin en vahşisi olurdu…
Ve bu yaşta öğreniyorum ki statüsü, sıfatı, kimliği, özelliği ne olursa olsun, ‘’İnsan Neyle Yaşar’’sa (Tolstoy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012) yaşasın, herkes tek başına yaşar, değilse de mutlaka ‘’Bir Gün Tek Başına'’ (Vedat Türkali, Everest Yayınları, 2014) kalır ve gün gelir ‘’Herkes Tek Başına Ölür’’müş. (Hans Fallada, Everest Yayınları, 2014)
Eyvallah olsundu, canları sağ olsundu dostlarımın, eski dostlarımın, arkadaşlarımın, akrabalarımın ki onlar ne olursa olsun benim ebedi her daim dostlarım, arkadaşlarım, akrabamdılar, ki onlar bir elin parmak sayısından azdılar, ki onlara değil bir, bin Şehriyâr feda olsundular...
Belki de bir vehimdir, belki de bir kuruntudur, belki de aşırı bir alınganlıktır benimki… Belki de başka bir şey vardır, belki de hiçbir şey yoktur. Dedim ya, bilsem, bir bilsem söylerdim…
Derdimi, sıkıntımı, kaygımı, kederimi, halimi, ahvalimi anlatmaya Fars şâir ve İslam âlimi Şeyh Sâdî Şirazi’nin bir şiiri ile başlamıştım. Bu dertten, bu sıkıntıdan, bu kaygıdan, bu kederden, bu halimden, bu ahvalimden dolayı kimseciklerden bir şikâyetimin olmadığını da Nev’i’’nin divan edebiyatının en güzel beyitlerinden biri olan bir beytini aracı ederek yazıma son vereyim:
‘’Belâ dîldendir, ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.’’
(Belâmın, sıkıntımın sebebi benim gönlümdür; yoksa o sevgiliden şikâyetimiz yoktur. Bizim şikâyetimiz gönüldendir, kimseden feryâdımız –şikâyetimiz- yoktur.)
Kimsecikler, hiçbir dostum, arkadaşım, akrabam, yakınım yazdıklarımdan alınmasınlar; Belâ dîldendir, ol dildâr elinden dâdımız yoktur. Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.
Yoruldum da… Bir süre yazılarıma ara vereceğim… Bu suretle posta ve mesaj kutularını, sayfalarını kendilerinden izinsiz işgal ettiğim arkadaşlarımdan, büyüklerimden özür diliyorum. Yazılarıma beğeni ve yorumlarıyla beni yazmaya teşvik eden arkadaşlarıma ve büyüklerime şükranlarımı sunuyorum. Ve Şehriyâr'a karşı yankısız, sessiz, sedâsız kalan vadilerde de bu yazımın son yazım olduğunu ifade etmek istiyorum. Bu arada yazılarımı buradan aşırıp da benden izinsiz Youtube ortamlarında kullanan genç arkadaşımdan da babasına selam söyleyip bu sürede artık eski yazılarımla yetinmesini talep ediyorum!
Bu vesileyle yeni yılınızı erkenden kutluyor, mutluluk ve esenlikler diliyorum...
Yeni yılda görüşmek üzere…
Osman AYDOĞAN
Sultan II. Abdülhamid ve Günümüzdeki Özentileri
05 Kasım 2018
19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı Devleti’nin başında bulunmuş, bir nevi ‘’başkanlık sistemi’’ uygulayarak devlet idaresini bizzat yürütmüş olan Sultan II. Abdülhamid söz konusu döneme damgasını vurmuştur. Hükümdarlık süresinin 33 yıl gibi uzun bir döneme yayılması da bu damgayı pekiştirir. Hükümdarlık yıllarının yakın bir dönem olması ve günümüzde varlığını devam ettiren birçok kurumun temellerinin Sultan II. Abdülhamid’in döneminde atılmış olması, o yıllarda yaşanan hadiselerin Türkiye’nin bugününe tesir etmesi bu dönemin bir hayli tartışılır olmasına sebep teşkil etmiştir.
Bu dönemi ve Abdülhamid’i anlatan çok yazar ve çok eser vardır. Ben bu kitaplardan üçünden kısa kısa alıntılar yapmak istiyorum.
Ancak bu kitaplardaki alıntıyı vermeden önce de bir düşüncemi aktarmak istiyorum…
Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.
Sağıyla, soluyla zihnimiz önyargılar, semboller, kült ve idoller tarafından işgal edilmiştir. Abdülhamid; ya “Kızıl Sultan”dır ya da “Ulu Hakan”dır. Abdülhamid; ya “korkak, vesveseli, zavallı’’dır, ‘’millete kan kusturmuş’’tur ya da “sade, müşfik, münzevi, dikkatli, hafızası güçlü, nazik ve kibar, cesur, sabırlı, hayvansever, tabiatsever ve mizahsever.”dir… (Tırnak içinde olması Abdülhamid’i anlatan kitaplardan alıntı olduğu içindir.)
Yine Abdülhamid’i anlatan bir kitaptan yine bir alıntı: “Mevzilerde bir kurşun, siperlerde bir çığlık, secdede bir dua olan, cennetmekân ulu hakan Sultan II. Abdülhamid Han.” Bu satırlardaki bir “bilgi” değil, kendisinden hiç kurtulamadığımız bir “hamaset”tir. Bir nehir; membağı, uzunluğu, genişliği ve debisi ile bir akarsudur. Bu bir “bilgi”dir. Bu nehir karşısında “duygulanmak” da İnsan olmamızın gereğidir. Biri bilim alanı, öbürü duygu ve değerler alanına giren bir kavramdır. Fakat toplum olarak bu kavramları bizler hep birbiri ile karıştırırız. ‘’Bilgi’’ye ihtiyacımız olduğu yerde ‘’duygu’’muzu kullanırız. Tıpkı Abdülhamid’de olduğu gibi, tıpkı Lozan ve Musul konularında olduğu gibi…
Türk dostu Amerikalı tarihçi Stanford Shaw, Abdülhamid dönemini “Tanzimat’ın zirvesi” olarak anlatır. Hâlbuki İslamcılara göre Tanzimat neredeyse bir “ihanet”tir! Abdülhamid 1876’da Mebusan Meclisi’ni açış nutkunda imparatorluğun nasıl geri kaldığını, güçsüz düştüğünü anlatarak sanki bir Tanzimatçı imiş gibi aynen şu vurguyu yapar: “Bugünkü Avrupa medeniyetinin en evvel ülkemize ithal edilmesi...” Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmak istediği neydi o zaman? Ama İslamcılar Atatürk’ü sevmezler, ancak Abdülhamid’i de göklere çıkarırlar.
Hukuk sahasında kadın erkek eşitliği yönündeki adımlar da Abdülhamid zamanında atılır. İngiliz - Rus yakınlaşması karşısında Almanya ile çok sıkı ilişkiler kurar, genç subayların Alman eğitimiyle yetiştirilmesini sağlar. 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda modernleşme sürecini, siyasi, toplumsal ve kültürel değişiklikleri ele alan İlber Ortaylı'nın ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (Timaş Yayınları, 2016) isimli kitabı bu dönemi en iyi anlatan eserdir.
Ancak bunların yanında Osmanlı İmparatorluğu en büyük toprak kaybını da Abdülhamid zamanında yaşar. Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Kıbrıs Abdülhamid zamanında kaybedilir. 1878 Berlin Anlaşması’yla Batum, Kars, Ardahan, Oltu Ruslara, Kotur kazası İran’a bırakılır. 1881’de Tunus Fransızlara terk edilir. 1887’de Girit’in özerkliği kabul edilerek Osmanlı’dan ayrılmasının yolu açılır.
Sadece Abdülhamid’i değil, toplumsal alanda tartıştığımız her konuyu; okumadan, araştırmadan, analiz edip mukayese ve muhakeme etmeden, hamasetten bilgi seviyesine gelemeden ve neticede de rasyonel, metodik ve analitik düşünemeden önyargı ve duygularımızdan beslenerek anlamaya çalışıyoruz… Keşke anlamak bu kadar kolay olsaydı?
Konu uzun. Bu konuyu burada bırakıp şimdi gelelim bahsettiğim kitaplara…
Girişte bahsettiğim üç kitaptan birincisi yakınçağ Osmanlı tarihi uzmanı olan ve özellikle Sultan Abdülhamid dönemine ilişkin araştırmalarıyla tanınan Prof. Vahdettin Engin, “II. Abdülhamid ve Dış Politika” (Yeditepe Yayınları, 2005) adlı eseri ile bu tartışmalı bir döneme açıklık getirir.
Prof. Vahdettin Engin’in bu kitabında Padişahın Sadrazam'a yazdığı 13 "hususî irade"nin metinlerine yer verilir. Bu metinleri incelediğimizde; Sultan II. Abdülhamid’in; - dış siyaseti açısından - Rusya’yı yanı başımızda ürkütülmemesi gereken bir dev olarak gördüğünü, Almanya ve Avusturya’yı dostane ilişkilerin geliştirilmesi gereken devletler olarak düşündüğünü, İran’ı ise Osmanlı Devleti’nin rakibi olmakla birlikte İslam devleti olması hasebiyle diğer Batı devletlerine karşı gücün kırılmaması için iyi geçinilmesi gereken bir devlet olarak değerlendirdiğini görürüz. Bu değerlendirme Abdülhamid’i çok seven, yere göğe sığdıramayan özentileri İslamcılar tarafından ne yazık bugün dahi yapılamamaktadır.
Bu kitapta ilginç bir bölüm var… Hani Türkiye’de Osmanlı medreselerini savunan ve medreselerin kapatılmasına hayıflanan bir kısım zevat var ya… Sanki bu bölüm onlara cevap gibidir:
Kitapta Japon İmparatoru’nun, İslamiyet’in muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir din heyetinin ülkesine gönderilmesini Sultan Abdülhamid’den talep ettiğini yazıyor. Abdülhamid bu talep üzerine ne cevap vermiş? Onu da kitaptan okuyalım:
“Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim. Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmi kudretleri olduğu kadar, cihanı telakki tarzları, bu kadar büyük ve İslamiyet’in mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi. Velhasıl Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimlerine ve onları yetiştirecek kaynaklara sahip değildik. Medreselerimiz birer ilim irfan kaynağı olmaktan mahrumdu.”
Osmanlı’ya özenenlerin, Osmanlı’nın medreselerini özleyenlerin özendikleri Osmanlı’nın ve özledikleri medreselerin hali işte budur. İşin tuhaf tarafı ise bu medreseleri özleyen İslamcıların kendilerinin de Abdülhamid’in tarif ettiği din adamı vasıflarına bile sahip olamayışlarıdır.
Bahsettiğim kitaplardan ikincisi ise Mim Kemal Öke’nin pek bilinmeyen bir kitabıdır: ‘’Saraydaki Casus: Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery’’ (İrfan Yayıncılık, İstanbul 2009)
Arminius Vambery Macar asıllı bir Türkolog, seyyah, siyasi Siyonist ve bir İngiliz casusudur. Vambery aynı zamanda da bir İslam araştırmacısıdır. (Der Islam im 19. Jahrhundert - 19. Yüzyılında İslam- Leipzig 1875)
Arminius Vambery, Turancılığı Pan-Cermenizm ve Pan-İslavizm'e karşı ilk ortaya atan kişidir. Bir yazısında "Bir Anglo - Sakson, bir İslav, bir Latin milleti mevcut olduğu gibi bir turan kavmiyeti ve medeniyeti vardır ve o cemiyetin bayraktarı Türklerdir... Türkler atisi birçok kavimden daha emindir." diye yazar. Hani Abdülhamid’in torunları olduklarını iddia edenler tarafından içinde ‘’Türk’üm’’ ifadesi geçiyor diye okullardan öğrenci andını kaldırılmak istenir ya! Acep bu cümleden onlar bir şey anlarlar mı ki?
Vambery 1906’da ‘’Panislamizm’’ adlı yapıtında Abdülhamid’in Panislamizm’ini korkuluğa benzetir. Nitekim İslam Halifesi’nin Panislamist bir politika gütmesi veya cihat çağrısı yapmasının Osmanlı düşmanı ülkelerin kâbusu olduğunu bilen Abdülhamid’e göre ''cihat'' bir göz korkutma aracı, tehdit olarak kalmalıydı.
Abdülhamid de saltanatı boyunca bu silahı hiç kullanmaz. Bu nedenle 93 Harbi olarak anılan 1877-78 savaşı sırasında Abdülhamid, Ruslara karşı cihat açmadığı için Ali Suavi tarafından eleştirilir.
Birinci Dünya Savaşı ilan edildiğinde Abdülhamid, Beylerbeyi Sarayı’nda sürgünken halefi Mehmet Reşat’ın cihat ilan ettiğini öğrenince çok şaşırır, bunu büyük bir hata olarak niteler ve kızına şöyle der: ‘’Cihadın kendisi değil, fakat ismi elimizde bir silahtı.’’ Nitekim olaylar Abdülhamid’i haklı çıkarmış cihat ilanı fiyasko ile sonuçlanmıştı. Yine Abdülhamid’in torunları olduklarını iddia edenler bir hilafet hayali güderler ya! Bir cinayetten (Kaşıkçı) ne hayallere kapılırlar ya…
Girişte bahsettiğim Abdülhamit hakkındaki üçüncü kitap ise Abdülhamid’in doktoru Atıf Hüseyin Bey'in hatıralarından oluşan ve akademisyen Metin Hülagü’nun yayına hazırladığı "Sultan II. Abdülhamid'in Sürgün Günleri" (Timaş Yayınları, 2010) adlı kitaptır.
Bu kitabı anlatmadan önce kitabın yazarı hakkında kısa bir bilgi vermem gerekiyor. Atıf Hüseyin Bey 1896 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye mektebinden Tabip Yüzbaşı rütbesiyle mezun olur. Atıf Hüseyin Bey Sultan Abdülhamid Selanik'e sürgüne gönderildiği zaman kendisine ve aile efradına bakmakla görevlendirilir. Atıf Hüseyin Bey, Sultan Abdülhamid'le ilgilendiği yıllar boyunca günlük tutar. Tamamı 12 defter olan, yaklaşık 9 yılı kapsayan bu günlükler, Sultan Abdülhamid'in sürgündeki Selanik yıllarından başlayarak İstanbul Beylerbeyi Sarayı'na nakline ve burada da ölümüne kadar sürer. İşte bu günlüklerden yola çıkarak akademisyen Metin Hülagü da kitabı yayına hazırlar. Kitaptan alıntılar vermeden önce Doktor Atıf Hüseyin Bey’in İttihatçı olduğunu ve de Abdülhamid'e hiç de yakınlık duymadığını belirtmem gerekiyor.
Bu kitapta yer alan Abdülhamid’e ait bazı düşünceleri aşağıda vereceğim. Ancak Abdülhamid’in düşüncelerini okurken üzerinde düşünerek okumanızı isterim bu düşünceler sizlere tanıdık geliyor mu diye:
"Devletin başına ne geldiyse mürtekiplerden geldi..." (s. 110) (Mürtekip: Para, kazanç karşılığı olarak kötü, uygunsuz işler çeviren kimse, rüşvetçi, yiyici.)
"Avrupa bizi hukuku medeniyeden iskat etmiş gibi davranıyor." (s. 221)
"Dış borç bağımlılık getirir..." (s. 302)
"Avusturya veliahdini vurmuşlar... Sırbıstan'la bir harp zuhur ederse Avusturya Selanik'e iner. Rusya da müdahale ederse harbi umumi olur. Pek fena!" (s. 221)
Abdülhamid, denizlere hâkim bulunan İngiltere'nin Anadolu'yu taksim etmek isteyeceğini, Boğazlar'ı zorlayacağını, harbin uzayacağını, azınlıkların büyük sorunlar çıkaracağını, bizim savaşta mutlaka "bitaraf" kalmamız gerektiğini, savaşı hangi taraf kazanırsa kazansın Osmanlı'nın büyük zarar göreceğini düşünür. (s. 224 - 234)
"Ben Türküm ama alafranga müsikiyi severim. Alaturka minördür, insana hüzün verir." (s. 174, 307) Ne ilginç değil mi, Abdülhamid’in torunu olduklarını iddia edenler ‘’Türküm’’ demekten imtina ederler ve hatta yasayla da kaldırmak isterler.
"Rumlarla ahval iyi gitmiyor. Bir şey çıkartacaklar... Ben Rumları hep okşardım. Biz İstanbul'u Rumlardan zapt ettik. Fetih günü onlar matem tutmak ister. Biz tezahürde bulunursak onların hissiyatını rencide ederiz... Ben buna izin vermedim. Hükümet tebaasının hepsinin hissiyatını rencide etmemeye çalışmalı..." (s. 216) Hani Abdülhamid’in torunları olduklarını iddia edenler 29 Mayıs’ı ‘’Fetih Günü’’ diye coşkuyla kutlamak isterler ya!... Bakın fetih kutlamaları için izin isteyenlere: "Fetih bizim için kutlanacak bir gün, Rumlar için ise matem günü. Tebaamın üzülmesini istemem" diyerek Abdülhamid kutlamalara izin vermiyor.
Abdülhamid "dini taassubu" eleştiriyor, "teceddüd"ü (yenileşmeyi) savunduğunu söylüyor. (s. 116, 176, 269)
Abdülhamid'e göre, keşke askerlikten ziyade ticarete yönelmiş bir millet olsaydık... Sürekli savaşlar bizi cahil ve geri bıraktı. (s. 76, 141)
Tarihi yerinde ve geride bırakıp gelelim günümüze…
TRT’de geçen sene yayına başlanan ‘’Payitaht Abdülhamid’’ dizisinin ilk bölümünde geçen bir sahne vardı. Abdülhamid, İngiliz İmparatorluğu’nun en görkemli Kraliçe Victoria döneminde yapılan bir anlaşmayı yırtıp bir de İngiliz elçisinin suratının orta yerine bir Osmanlı tokadı konduruyor. Elçi yere seriliyor. Abdülhamid’i anlatan hiçbir kitapta böyle bir sahne yoktur. Kaldı ki Abdülhamid devlet işlerinde protokol kurallarını önemseyen bir padişahtır.
Eh.. Ne yapsınlar… Vatan toprağı Süleyman Şah türbesini koruyamayanlar, Ege adalarını Yunanlılara kaptıranlar, Irak ve Libya’nın parçalanmasında, Suriye'nin karıştırılmasında Haçlı ordusuyla işbirliği yapanlar, tüm komşularıyla kavgalı olanlar, Suriye'de fetih peşinde koşanlar, Merkel’in, Macron’un, Trump’ın, Suudi Kralı'nın ricalarına kayıtsız kalamayanlar sanal da olsa bir paye peşinde koşuyorlar.
Görüldüğü gibi Tarihi “anlamaya” çalışarak ve ''anlayarak ders çıkarmak'' yerine, sanal da olsa tarihi çarpıtıp, önyargılarla egolarını tatmin ederek, toplumun sanal da olsa gazını alarak açıklarını kapatmaya çalışıyorlar. İnsanlarımızın zihinlerini analitik düşünceyle harekete geçirecek araştırmalara yönelteceklerine, onları önyargılara, kült ve idollere hapsederek zihinlerini boğmaya çalışıyorlar.
Girişte de vurguladığım gibi toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.
Eğer bu eksikliklerimiz olmasaydı işte o zaman anlardık Osmanlı’yı da, Abdülhamid’i de, medreseleri de, Türkiye Cumhuriyeti’ni de, Lozan’ı da, Musul’u da, içinde ‘’Türk’’ geçiyor diye kaldırmak istedikleri öğrenci andını da…
''Hayat ileriye doğru yaşanır ancak geriye doğru anlaşılır'' derler… Bir nebze de olsa Tarih bilmiyorsanız hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir. Geleceğiniz karanlık demektir, hele hele bir de bilmediğiniz tarihi çarpıtıyorsanız, siyasi emellerinize alet ediyorsanız eğer...
Osman AYDOĞAN
Yaşayan bir organizma olarak Türkçe
04 Kasım 2018
Dün, önceki gün ve daha önceki gün üste üste Türkçemizde yer alan yabancı sözcüklere yer vermiştim. Türkçemizin aziz bir dil olduğunu söyleyip Türkçemizin başta Farsça ve Arapça olmak üzere Rumcadan, Fransızcadan, İngilizceden ve diğer dillerden oldukça etkilendiğini yazmıştım. Dünkü yazımda da bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de benim bu durumu bir zenginlik olarak değerlendirdiğimi yazmıştım. Yanlış da anlaşılmamak için konuyu biraz daha açmak istiyorum. Çünkü konu hassas, hassas olduğu kadar da çetrefilli bir konudur.
Düşünüyor musunuz, yüzyıllar süren bir yolculukla, yüzyıllar süren konaklamalarla Türkistan'dan, Çin'den başlayıp Orta Avrupa'ya kadar geliyorsunuz. Bu yolculuk esnasında Moğol, Acem, Arap, Kürt, Rum, Laz, Çerkez, Çeçen, Gürcü, Ermeni, Abaza, Tatar, Arnavut, Boşnak, Rumen, Macar, Alman onlarca millet ile yüzyıllar sürecek bir ilişkiye giriyorsunuz... Şaman dininden gelip bu yolculuk esnasında Müslüman oluyorsunuz, Yahudi ile Hristiyan ile yüzyıllar boyu süren temaslarınız oluyor. Son yüzyıllarınız hep Batı ile kah kavgayla kah dostluklarla geçiyor. Böylesi bir süreçte bu kültürlerle harman oluyorsunuz.
Bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de ben işte bu şekilde oluşan farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görüyorum. Kültürümüzün ve dilimizin yaşadığı bu süreçi doğal ve güzel bir süreçtir diye değerlendiriyorum. Nazım Hikmet, ‘’Dörtnala gelip Uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim’’ derken iki dizede işte bu süreci anlatıyordu.
Aslında son zamanlardaki sıkıntılarımızın kaynağını da bu farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görmeyen, gerek kültürel, gerek etnik ve gerekse de mezhep olarak tek tip insanı topluma dayatan zihniyetlerden, ideolojilerden, politikalardan kaynaklandığını değerlendiriyorum.
Neyse, esas konumuz bu değil... Esas konumuz ‘’dil’’ ve dilin de bu süreçten nasıl etkilendiği… Ve bu etkileşimin de hiç de basit olmadığı. Dilimiz bu süreçten öylesine etkilenmiş ki Türkçe bildiğimiz nice sözcüklerin bir nasıl yabancı kökenli olduğunu üç gündür örnekleriyle yazıyorum.
Konuyu ve meramımı daha iyi anlatabilmem için yine başka örnekler de vermem gerekiyor…
Örnek olarak ‘’Şampiyon Fenerbahçe’’ dediğimizde bir tane bile Türkçe kelime kullanmıyoruz… Çünkü ‘’Şampiyon’’; Fransızca, ‘’Fener’’; Rumca, ‘’Bahçe’’ ise Farsça kökenlidir… Şimdi yabancı sözcük diye örneğin ‘’Bahçe’’yi, ''Fener''i Türkçeden attınız mı Türk edebiyatı düşer, yok olur… Öyle değil mi?
Türkçe diye bildiğimiz ve sadece ‘’a’’ harfi ile başlayanlardan örnek verirsem; akasya, alçı, amblem, Anadolu, anahtar, anarşi, analiz, angarya, anonim, aritmetik, arşiv, asfalt, atlas, atlet, avlu kelimeleri Türkçede yer alan Rumca kökenli kelimelerdir… Arapçadan ve Farsçada, Fransızcadan, İtalyancadan geçenleri saymaya kalksam bu sayfa değil, bu sitem yetmez. Gelin isterseniz Rumca kökenli diye akasya, Anadolu, anahtar, atlas, atlet, avlu vb. kelimelerini Türkçeden atalım!... Ortada Türkçe mi kalır?
Gelin isterseniz şöyle basit bir cümle kuralım: ‘’Bakkaldan aldığım somun içine peynir koyup sandviç yaptım balkonda oturup hanımın getirdiği çay ve su beraberinde afiyetle yedim.’’ Bu cümle içerisinde sadece ‘’sandviç’’ yabancı sözcük gibi gözüküyor değil mi? Ancak kelimelerin kökeni incelendiğinde: Bakkal: Arapça, somun: Rumca, peynir: Farsça, Sandviç: İngilizce, balkon: Fransızca, hanım: Moğolca, çay: Çince, su: Çince, afiyet: Arapça, beraber: Farsça, yedim: Türkçe. Görüldüğü gibi bu basit cümlede sadece ‘’yedim’’ sözcüğü Türkçe… Şimdi bu sözcükleri yabancı kökenli diye atalım mı? Yani hanım ile balkonda oturup, çay içip, sandviç de yemeyelim mi?
Bir başka örnek; ‘’Birinci Dünya Harbindeki Çanakkale Muharebelerindeki Arıburnu Mücadelesi’’ dediğimizde üç boyuttan bahsediyoruz; Harp, muharebe ve mücadele… Ancak bir kısım pek aziz muhteremler Arapçadan arındırıp Türkçeleştireceğiz diye ‘’Harp’’in karşılığını ‘’savaş’’ yapıp bu cümleyi şöyle kuruyorlar: ‘’Birinci Dünya Savaşındaki Çanakkale Savaşlarındaki Arıburnu Savaşı’’. O zaman da bu üç boyut kayboluyor ve üç boyutu tek boyuta indirgiyoruz, boyut kaybediyoruz, anlam daraltıyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Gençliğe Hitabesi’’ ilk hali ile okunduğunda verdiği anlamla Türkçeleştirilmiş hali ile okunduğunda verdiği anlam bir değildir. ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’’ ifadesindeki anlamı, ‘’Gereksinim duyduğun güç damarlarındaki soylu kanda bulunmaktadır’’ ifadesi vermemektedir.
Demek ki dilimize yerleşmiş ve artık Türkçeleşmiş yabancı sözcükler değiştirilmeye zorlanmamalıydı, onun yerine yeni özellikle teknik yabancı sözcüklerin (televizyon, telefon, faks, internet, otomobil vb.) yerine Türkçe sözcük konulmalıydı…
Eski diye Türkçemizden sözcükleri atıp da yerine yenilerini koymazsak ne olur biliyor musunuz? Yine size örnekler vereyim:
19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir. 1890’da 12 cild halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içermektedir. Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...
Türkçe o kadar yoksullaştırılmış ki; yabancı dilden Almanca, İngilizce, Fransızca veya Arapça bir sözlük alın, rastgele herhangi bir yabancı sözcük seçin ve Türkçe anlamına bakın. Bu yabancı sözcüğün Türkçe anlamı olarak muhakkak ki birden fazla, hatta sekiz on Türkçe sözcük bulacaksınızdır. Çünkü tam karşılığı bir Türkçe sözcük olmadığı için açıklama için birden fazla sözcük kullanılmaktadır. Dünyanın en zengin ve en güzel dilinin geldiği hale bakın.
Yapılan bir araştırmaya göre; ilköğretimini bitirdiğinde bir öğrenci ABD’inde 71.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşmış oluyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise öğrenci ilköğretimini bitirdiğinde 6.000 civarında sözcükle karşılaşmış oluyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor. Bizim çocuğumuz ilköğretimini bitirdiğinde 6.000 sözcükle karşılaşırken el âlemin çocuğu bunun on misli ile karşılaşıyor... Böyle bir nesil ile neyin rekabetini yapacaksınız ki?
Dil konusunda yetkin bir düşünür olan Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein (1889-1951) kişinin ve toplumun düşünce ufkunun dilin sınırları ile belirlediğini iddia ederek “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” derdi...
Tabii ki bu kadar dar, bu kadar az, bu kadar sığ kelimelerle ne sanat üretebilirsiniz ne edebiyat yapabilirsiniz ne de felsefi düşünebilirsiniz... Tabii ki bu kadar dar, bu kadar az, bu kadar sığ kelimelerle olsa olsa ''stratejik sığ'' bir politika izleyebilirsiniz, birbirinizle kavga edersiniz, mahalle kahvesindeki gibi politika yaparsınız, olmadı birbirinizi yersiniz... Zaten de yaptığımız farklı bir şey mi ki? Değil mi?
Konu uzun, anlatmak istediklerim de çok uzun... Burada yazımı bitireyim istiyorum. Dil konusundaki düşüncelerimi ''Dil Bayramı'mızı kutlarken!...'' diye daha önce yazmıştım. Bu makalemin de bağlantısını yazımın sonunda veriyorum... Bu konuya ilginiz ve zamanınız (!) da varsa ayrıca bu bağlantıdaki yazımı okumanızı öneririm.
Özetle; Türkçemiz aziz bir dil… Her dilden etkilenmiştir. Ve ben bu etkilenmenin bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. Dün Farsçadan Türkçeye geçen sözcüklerden örnekler vermiştim ya. Bu şekilde sadece Farsçadan Türkçeye geçmiş üç bin civarında sözcük var. Sadeleştirme adı altında hangisini atacaksınız dilimizden? Eğer yabancı diye verdiğim örneklerdeki sözcükleri atarsak Türkçemizden ortada ne Türkçe kalır, ne Türk edebiyatı ne de Türk tarihi…
Bugünkü nesil ne ''mâverâ''yı bilir ne ''mâsivâ''yı, ne ''zillet''i bilir ne ''illet''i, ne ''mihnet''i bilir ne ''muhannet''i... Anlıyor musunuz?
Bir şiirinde şöyle derdi Yahya Kemal Beyatlı:
"Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"
Şiirde geçen ''musikimizden'' sözcüğünü ''kelimelerimizden'' olarak değiştirerek bir daha okuyun... Öyledir, anladığınız gibi düşünüyorum...
Sizlere güzel mi güzel, sıcak mı sıcak, prpıl pırıl bir Türkçe, pardon, Pazar günü diliyorum...
Osman AYDOĞAN
Dil konusundaki düşüncelerimi anlatan yazım: ''Dil Bayramı'mızı kutlarken!...'' Dedim ya eğer ilginiz ve zamanınız (!) varsa eğer:
http://www.sehriyar.info/?pnum=755
Türkçeye Farsçadan geçen sözcükler
03 Kasım 2018
Türkçemiz aziz bir dil… Başta Arapça ve Farsça olmak üzere her dilden Türkçemize sözcükler girmiş… Bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de ben bunu bir zenginlik olarak değerlendiriyorum… Bu konu hakkında ayrıca yazacağım… Ama önce yabancı dillerden hangi sözcüklerin Türkçeye girdiğini birkaç örnekle açıklamak istiyorum.
Önceki gün; günler, haftalar, aylar, mevsimler diye başlayarak, dün de; yeme içme yerlerindeki yabancı sözcüklerden bahsederek dilimizdeki yabancı sözcükleri anlatmıştım.
Bu yazımda ise sadece Farsçadan Türkçeye geçen sözcüklere yer vereceğim...
Önceki gün de yazmıştım; tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler: Yek, du, se, cehar, penç, şeş. Ancak onlara Farsça ''Yedi'' nedir diye sorsam bilmezler. Onu da ben söyleyeyim, Farsça yedi: ''heft'' dir (veya hefte). Yedi günlük, ''hafta'' ismi de buradan gelir.
Halen Türkçe'de kullandığımız Farsça gün isimlerini de yazmıştım ama tekrar edeyim:
Pazar: Ba (yemek), zar (yer), Bazar, Pazar. Pazartesi: Pazar'ın ertesi, Pazartesi. Çarşamba: ‘’Cehar’’, ‘’dört’’ demek, ‘’şenbe’’ ise gün, Ceharşenbe (dördüncü gün), Çarşamba. Perşembe: Pençşenbe (beşinci gün), Perşembe. (Haftanın günleri Farsça ve Arapçada pazardan itibaren başlarlar),
Bu örneklerden yola çıkarak Farsçadan Türkçeye geçen sözcüklerden bir kısmını açıklamak istiyorum:
Farsçada rüzgâr, hava anlamındaki ''bâd'' ile çıkış yeri demek olan ‘'cah'’ birleştirilerek ‘’Bâdcah'' (Baca),
Aynı şekilde Farsça ''bâd'' kelimesini aynı anlamdaki Arapça '’heva'’ ile yan yana getirip '’bâdheva'' (bedava),
Farsça ‘’dört’’ anlamına gelen '’cehar‘’ (çar) kelimesini 'kemer’' anlamına gelen '’tag'’ ile birleştirip '’çardak’’ (dört kemerli),
Yine aynı şekilde '’cehar‘’ (çar) kelimesini çivi anlamına gelen '’mıh’' ile birleştirip '’çarmıh’’ (dört çivili),
Yine aynı şekilde '’cehar‘’ (çar) kelimesini ‘'köşe, duvar’' anlamına gelen ‘'su'’ ile birleştirip '’çarşı’',
Yine aynı şekilde '’cehar‘’ (çar) kelimesini ‘'tek, bir’' anlamındaki ‘'yek’' ile birleştirip '’çaryek’’ (çeyrek, dörte bir),
Yine aynı şekilde '’cehar‘’ (çar) kelimesini ‘'sopa'’ anlamındaki '’çube’' ile birleştirip '’çerçeve’’ (dört sopalı),
'’Sol'’ anlamındaki ‘'çep'’ ve '’sağ’’ anlamındaki ‘'rast' birleştirilerek sol-sağ anlamındaki '’çapraz'’,
'’Çarşaf'’ın ‘'örtü'’ anlamındaki '’çadur'’ ve '’gece’' anlamındaki ‘'şeb'’ den '’çadurşeb’' (Çarşaf),
‘’Şeb'’,‘’gece’’ anlamındaydı, buradan da '’gecenin nemi’' anlamındaki '’şebnem’’,
Farsça ‘’aynı’' anlamına gelen '’hem’' ile '’süt’' anlamındaki ‘'şir'’ birleştiğinde '’aynı sütü emen’' anlamındaki '’hemşire'’, (kız kardeşe hemşire dendiğini hatırlatırım) (Aynı şekilde ‘'hemşehri'’; '’aynı şehirli’', '’hemhal'’; ‘'aynı halde bulunan’', '’hemzemin’'; de '’aynı zeminde’' anlamında)
Farsça ‘’Ab’’; su, ‘’dest’’ ise el demek. ‘'Ab-u dest'’; '’el suyu, avuç suyu’'nun ''abdest'',
Farsça ‘’erre’’; ‘’bıçkı’’, ‘’dest’’ el demekti, ''dest-erre'’; '’el bıçkısı’' anlamındaki ‘’testere’',
Farsça ‘'alu’'; ‘’erik’’ demek, '’şeft-alu'’; ‘’semiz erik’’, ‘'zerd-alu’' ise ‘’sarı erik’’,
'’Emir-ul ahr'’ padişah ahırının üst düzey görevlisi olan '’ahır emiri'’ anlamındaki ‘'İmrahor’',
Farsçada üç ayak demek olan ‘’Se-pa'’’nın dört ayaklı küçük masa; ''sehpa'',
'’Çorba’'nın da tuzlu '’şûr'’ ve yiyecek '’bâ'’dan ‘’şûrbâ’’ (çorba) olduğunu, türediğini söyleyebiliriz.
Ayrıca İslam’ı İranlılar yoluyla kabul ettiğimiz için dini terimlerin çoğu da Farsça kökenlidir. ''Peygamber'' kelimesi Farsçadır, Arapçası ''resul'', Türkçesi ise ''elçi''dir. ''Namaz'' kelimesi Farsçadır (Farsçaya da Hint kökenli bir yoga türü olan ''Namas'' sözcüğünden geçmiştir), Arapçası ise ''Selah''dır. ''Bayram'' kelimesi Farsça kökenlidir; ''badram'', ''beyrem'' kelimelerinden dönüşmüştür. Bu liste uzayabilir...
Sadece sözcükler değildir Farsçadan Türkçemize giren. Kelime sonlarına gelen Farsça bazı ekler vardır ki kelimelere başka anlamlar yüklerler. Bunlardan en çok kullandığımız üç tanesini örnek olarak vermek istiyorum.
Bunlardan birincisi Farsça ‘’kâr’’ ekidir. Farsça ‘’kâr’’ eki isimleri sıfat yapar, ‘’eden, edici, yapan’’ anlamına gelir ve -li, -lı, -cı, -ci gibi eklerin de karşılığıdır. Hilekâr, sahtekâr, riyakâr, hizmetkâr, kanaatkâr, itaatkâr, tamahkâr vb. kelimeler işte bu şekilde türemiştir.
Bunlardan ikincisi Farsça ‘’baz’’ ekidir. “Baz” eki Farsça “oynayan” anlamına gelir. Farsça oynamak demek olan ‘’bâhten’’ fiilinden gellen “bâz”, hangi sözcüğün sonuna eklenirse ona ‘’oynayan’’ anlamı verir...
Türkçemizde sonu ''baz'' ile biten o kadar çok kelime var ki! Kumarbaz (Kumar oynayan), canbaz (canı ile oynayan), sihirbaz (sihir ile oynayan), hokkabaz (hokkalarla oynayan), madrabaz (insanları değeri düşük mal ile kandıran, aldatan ve çıkar sağlayan, hileci), dilbaz (dili ile oynayan, bir yığın lafa ebeliği yaparak tartışmalarda üste çıkan), dinbaz (din ile oynayan, dini siyasetine alet eden) vb. kelimeler bunlardan bazılarıdır.
Ancak bu kural “Düzenbaz” sözcüğünde işe yaramaz. Bu sözcükteki ‘’baz’’; “düzen’’ ile oynayan anlamına gelmiyor. Çünkü Farsça “baz”ın önüne konacak sözcüğün de Farsça olması şart. Çünkü “düzen” Türkçe bir sözcük… Baz ise Türkçe değil, Farsça… Dolayısıyla bu sözcük Türkçe değil tamamen Farsça… O zaman bu ''düzenbaz'' sözcüğü nedir ki?
İşte Farsçadaki bu “düzenbaz” sözcüğünün açıklaması: “Dü” malum, “iki” demek. “Zen” ise “kadın” demek. “Baz” da “oynayan” anlamına geldiğine göre… Buradaki “düzenbaz”, “iki kadınla oynayan, oynaşan” demek! Yani hem karısı hem de metresi, sevgilisi olan demek… Veya birden fazla sevgilisi olan demek…
(Bunu açıklamışken şu sözcüğü de açıklayayım: ‘’Zen'’ kelimesi farsça ‘’kadın’’ demek olduğuna göre, buna '’koşan'’ anlamındaki '’bare'’ eklendiğinde kadın peşinde koşan anlamındaki ‘'zambare’' (zampara) kelimesi ortaya çıkmaktadır. )
Başta da dedim ya Türkçemiz aziz bir dil… Bu anlam Farsçada böyle diye Türkçede de böyle olacak değil. Türkçede “Düzenbaz” daha çok, siyasette her kesimden görüş sahiplerini idare eden, sahtekâr, hilebaz, madrabaz ve dilbaz anlamında kullanılır. İşte bu tipler Türk siyasetinde her devirde vardırlar. Ve bu tipler Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. İşrete, kadına düşkün, düzenbaz, hilebaz, madrabaz ve dilbaz bir adamdırlar. Sahtekardırlar, hilebazdırlar, madrabazdırlar, dilbazdırlar, yalancıdırlar, hırsızdırlar... Bunlar hazırlopçudurlar.. . Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar… Onlar ''Düzenbaz''dırlar...
Bu eklerden bahsetmek istediğim üçüncü ek ise ‘’dâr’’ ekidir. Farsça “dâşten” fiilinden gelen “dâr” eki de sonuna geldiği her ne ise onu ‘’sahiplenen’’i tanımlar. Örneğin: ‘’Mühürdar’’: Mühür sahibi. ‘’Alemdar’’: Bayrağı veya sancağı sahiplenen, (taşıyan). ''Serdar'': ''Ser'' kafa, baş demek, Serdar; kafayı, başı sahiplenen, yani askerin başı, başkomutan. ‘’Hükümdar’’: Hükmün sahibi, sultan, padişah. ‘’Dindar’’: Dine sahip olan, dine sahip çıkan, dini koruyan, dini hakkıyla yaşayan...
‘’Dindar’’ insanlar Allahü teâlânın öyle kullarıdır ki, halk onları bilemez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değildirler. Hulûs-u kalp ile boyun büker ümmet-i Muhammed'e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar iyi insanlara. Onlar adsız şansız Allah dostlarıdırlar, onların bir seher vakti gözyaşıyla yaptıkları dua binlerce topun yapamadığını yapar, kralları, sultanlıkları yıkar, kaleleri paralar.
‘’Dinbaz’’ insanlar ise dini iyi bilirler ancak bu özelliklerini masivaya (dünya, kainat, Allah’tan başka her şey) tamah ve tenezzül doğrultusunda seferber ederler. ‘’Dinbaz’’ insanlarda din, amaç değil araçtır, özne değil nesnedir. ‘’Dinbaz’’, dini iyi bilse de onunla oynayan, onu oyuncak yapandır. Din, dindarın seciyesi ancak dinbazın sermayesidir. Dinbaz insanlar dini siyasete alet ederler, kutsal mekânları siyaset meydanına çevirirler. Bu insanlar Giordano Bruno’nun; "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" diye bahsettiği kötü insanlardır.
Ancak Türkçedeki ‘’Düzenbaz’’ kelimesi ile ‘’Dinbaz’’ kelimesi arasında bir anlam korelasyonu vardır: Bütün dinbazlar aynı zamanda da düzenbazdırlar… En başta da söyledim ya; Türkçemiz aziz bir dil…
Anlıyorsunuz değil mi ‘’Dindar’’ kim, ‘’Dinbaz’’ kim, ‘’Düzenbaz’’ kim? Son iki tanımdan etrafımızda o kadar çok var ki, açın TV’yi, bakın gazetelere, bunlardan mebzul miktarda görürsünüz. Bunlar en çok hulûs-u kalp ile dua eden Allah dostu dindar insanlara ve dine zarar veriyorlar… Allah bu devleti, bu milleti ve bu kutsal dini; bu dinbaz ve bu düzenbazların şerrinden korusun. Amin!...
Türkçemiz aziz bir dil... Görüyorsunuz ya Farsçadan ne kadar da sözcük geçmiş dilimize değil mi?
Osman AYDOĞAN
Yeme içme yerleri hakkında
02 Kasım 2018
Askerlerin ve okullarda öğrencilerin çok sevdikleri bir sözcük var: Kantin. Bu sözcük Fransızca kökenlidir ve Fransızca ‘’La Cantine’’den gelir. Oturarak yemek yenen yer anlamındadır. Lokanta da buradan gelir: La Cantine’den.
Ayrıca İtalyancada da hem yatılan hem de yemek yenen yer (han) anlamındaki ‘’locanda’’ diye bir sözcük var. Locanda’nın da kökeni latince ‘’localis’’den (yer, mekan) gelir. Günümüzde İtalya’da mütevazi otellere ‘’locanda’’ diyorlar. ‘’Lokanta’’nın buradan geldiğini söyleyenler de var… Belki de ikisi de doğrudur. Ne de olsa ikisi de Latin kökenli...
Restaurant (Restoran) da Fransızca kökenlidir. Fransızca "restaure" eden, tamir eden, onaran anlamına gelir. Çünkü insan yemek yerken kendini restore ettiği, tamir ettiği düşünülmektedir.
Yeme içme yerleri Fransa kültüründe bu kadar da değildir.
‘’Brasserie’’ de Fransız kültüründe bir yeme içme mekânıdır. Sözlük anlamı birahanedir. Eskiden bira imalatı yapan küçük işletmelere denirmiş. Biranın yanında meze servisi de yapılırmış. Ancak ''Brasserie'' sözcüğü Alman kökenlidir.
‘’Brasserie’’ Paris’te ilk olarak Alsace’tan (Alsace Lorraine) göç eden, Alman kültürüne aşina kişilerin 1870’lerde açtığı, genelde bira servisi yapılan, çay kahve de içilen ve ayaküstü yemek yenilen ‘’kahve-lokanta’’larına verilen isimmiş. Biranın yansıra Riesling, Sylvaner ve Gewürztraminer gibi Alsace yöresine ait şaraplar da servis ederlermiş. En yaygın yemekleri ise Sauerkraut (Almanca "ekşi" anlamına gelen "saur" ve "sebze, lahana" anlamlarına gelen "kraut" kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur) ve deniz ürünleriymiş.
Günümüz ‘’Brasserie’’lerinin biçimi ise biraz daha değişik olmuş. Hem çok yemek yemek isteyenlere hem de sırf iki tek atmak isteyenlere hitap eden gönlü geniş mekânlar haline gelmiş. Bir Fransız’ın her gün yemeğini yiyebileceği, lokanta tarzındaki bu yerler pahalı restoranlara göre daha ucuz. Bira ve şarap servisi vazgeçilmez.
Birçok Fransız restoranında genelde yemek servisi belli saatlerde yapılır. Yani öğle yemeği servisi yapıldıktan sonra bir süre yemek servisine ara veriliyor, sonra aksam yemeği servisi başlıyor. Ancak '’Brasserie’’lerde her an, her zaman ayaküstü yemek yenilir ama isteyen de bir bardak bira, bir fincan kahve de içerek saatlerce oturabilir. Brasserie’lerin iki tür müşterisi var: Acelesi olanlar ve olmayanlar. Acelesi olmayanlar saatlerce tek başına oturur, gazete, kitap okur veya dostu ile sohbet ederler.
Fransa, Belçika ve Hollanda’da eskiden çok sayıda Brasserie varmış. Bunların göze batan müşterileri de yazar-çizer-düşünür takımı imiş. Paris’ten bir Brasserie hatırlıyorum. ‘’Burada Sartre oturmuştu’’, ‘’Burada Camus oturmuştu’’ diye üzerinde levhası vardı.
Fransız yemek yeme mekânlarından birisi de ‘’Bistro’’dur. Bistro ismine; 1812 yılında Fransa’yı işgal eden Rus askerlerinin, hızlı yemek yeme alışkanlıklarının buna sebep olduğu düşünülür. Çünkü ‘‘bystro’’ Rusça’da ‘’hızlı’’ anlamına gelmektedir. “Çabuk yap savaşıyoruz burada işimiz gücümüz var, bystro bystro” diyen Rus askerleri de böylece yemek sektörünün geleceğini etkilemişler!
Bistrolar günümüzde; orta düzeyde fiyatlara sahip, en çok tüketilen, en bilinen yemeklerin yapıldığı, bu yemeklerin her gün değişebildiği, haliyle hızla tüketildiği, içeri girmek için grand tuvalet giyinmek gibi bir zorunluluğu olmayan lokantalar olarak faaliyet gösteriyor.
''Patisserie'' ise pastanenin Fransızcadaki birebir karşılığı. Zaten ''pastane'' sözcüğü de ''patisserie''den geliyor... Oraya da İtalyancadan gelmiş... Patisserie günümüzde pastane tabelalarının son yıllardaki moda sıfatı olmuş.
‘’Café’’ sözcüğü ise Arapça kökenli ‘’kahve’’den gelir. Arapçaya ise Etiyopya'nın Kaffa bölgesinden gelen kahve bitkisinden gelmiş. Bu sözcük Batı dillerine de Türkçeden geçmiş. İlginçtir ki "café’’ eski Fransızların Türkçe "kahve"den aldıkları, yeni Türklerin ise Fransızlardan ‘’cafe’’ olarak geri aldıkları bir sözcüktür.
Gelelim ülkemize… Son yıllarda ülkemizde yukarıda anlattığım isimlerine sahip yeme içme yerlerinden bol miktarda bulunur hale geldi. Mutlaka bu yerlere gitmişliğiniz vardır. Birebir Avrupa’daki, Fransa’daki gibi olsa gam yemeyeceğim. Brasserie diye gidiyorsunuz, bistro diye gidiyorsunuz; bildiğiniz lokanta. Bütün bu isimler (brasserie, patisserie, bistro) özenti esnafın müşteriye "ben entelim, ben elitim, ben kaliteliyim" vb. mesajları vermek için tabelalarına bilinçsizce eklediği görüntü kirliliğinden başka bir şey değildir aslında. Değil garsonu o mekânların sahiplerini çağırıyorum soruyorum kendilerine; ''bu isim nereden geliyor, ne ifade ediyor?'' diye... Cevap olarak eveleme geveleme seslerinden başka bir şey duymuyorum...
Lokantanın da restoranın da yazdığım bu mekânların isimlerinin tamamının tam Türkçe karşılığı ise bildiğimiz ‘’aşevi’'dir. ''Aşevi'' ise ne yazık ki ülkemizde üvey evlat muamelesi görür. ''Aşevi'', belediyelerin açtıkları evsizlere, barksızlara, yoksullara yardım maksadıyla yemek verdikleri yerler dışında hiçbir yerde kullanılmaz.
Edip Cansever ‘’Sonrası Kalır II’’ (YKY, 2015) kitabında yer alan ‘’Nerden nereye’’ başlıklı şiirinin bir yerinde şöyle derdi:
"Göksu deresinin orada
köhne ahşap bir bina
üstünde bir yazı: Brasserie
sanırım işgal zamanlarından kalma"
Şimdi kendine lüks hava katıp o oranda da hesap çıkaran her özenti kahve, pastane ve aşevi; hadi ''lokanta'' ve ''restoran'' neyse de ‘’brasserie’’, ‘’bistro’’, ‘’patisserie’’ ve ‘’café’’ adını tabelalarına koymuyorlar mı? Ben de soruyorum onlara: Bunlar işgal zamanlarından mı kalma yoksa Türkçe mi artık işgal altında?
Türkçedeki bu işgal sadece yeme içme alanında değil ki... Bakın etrafınıza toplum hayatının her alanında bu böyle...
Hani günümüzde ''yerli ve milli'' politika diye kasım kasım kasılanlar var ya! Türkçe ''yerli'' ve ''milli'' bir lisan değil mi? Bu konuda samimiyseniz eğer, buyurun işte o zaman, buradan başlayın! Sözcükleri yerli olmayanların zihinleri de yerli olmaz, olamaz!
Bu yazımda hep Fransızca sözcüklerden bahsettim. O zaman yazımı da bir Fransız yazar ve diplomat olan Jean Giraudoux’un bir sözüyle bitireyim: “Önce bir dil katledilir, ardından onu konuşanlar.”
Osman AYDOĞAN
Ve sadece Kasım ayının kökeni Arapçadır.
01 Kasım 2018
Tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler: Yek, du, se, cihar, penç, şeş. Ancak Farsça ''Yedi'' nedir diye sorsanız bilmezler. Onu da ben söyleyeyim, Farsça yedi: ''heft'' dir. (veya hefte). ‘’Yedi günlük’’ anlamına gelen ''hafta'' ismi de buradan alınmıştır.
Halen Türkçe'de kullandığımız gün isimlerinin kökenleri şu şekildedir:
Cuma (Arapça) : Toplama, toplanma
Cumartesi: Cuma (Arapça) + Ertesi (Türkçe)
Pazar (Farsça): Ba: Yemek, zar: Yer
Pazartesi: Pazar (Farsça) + Ertesi (Türkçe)
Salı (İbrânice) : Üçüncü (Arapça ‘’salisen’’ de üçüncü anlamındadır…)
Çarşamba (Farsça) : Ceharşenbe: Dördüncü gün
Perşembe (Farsça): Pençşenbe: Beşinci gün
Günümüzde kullandığımız ay isimlerinin geldikleri yerler de çok farklı kaynaklardır. Hicri takvimdeki Arabi ay isimlerinin bugün hiçbirini kullanmamamıza rağmen yine de Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül aylarının isimlerinin kökenleri Süryanice; Kasım ayının ise Arapçadır.
İşin daha ilginç yanı bunlardan Şubat, Nisan, Temmuz ve Eylül hemen hemen aynı telaffuzla Yahudi takviminde de yer alıyor olmasıdır.
Ayların isimleri ve kökenleri:
Ocak (Türkçe): Kışın evlerde ateş yakılan yer.
Şubat (Süryanice)
Mart (Latince): Maritus (mitolojik isim Mars'tan)
Nisan (Süryanice)
Mayıs (Latince): Tanrıça Maria'nın ayı.
Haziran (Süryanice)
Temmuz (Süryanice)
Ağustos (Latince): Roma İmparatoru Augustus'un adından…
Eylül (Süryanice)
Ekim (Türkçe): Toprağı ekmekten
Kasım (Arapça): Bölen
Aralık (Türkçe): İki zaman dilimi arası.
Görüldüğü gibi sadece Kasım ayının kökeni Arapçadır.
Ayrıca Anadolu'da eski ay isimleri de şimdi kullandığımızdan daha farklı idi:
Zemheri: Ocak
Gücük: Şubat
Mart: Mart
Abrul: Nisan
Mayıs: Mayıs
Kiraz: Haziran
Orak: Temmuz
Ağustos: Ağustos
İlkgüz: Eylül
Ortagüz: Ekim
Songüz: Kasım
Karakış: Aralık
Ayrıca mevsimler de farklı adlandırılırdı:
Bahar: Mart (22 Mart - 5 Mayıs)
Hıdırellez: 5 Mayıs - 21 Haziran
Yaz: Gündönümü (22 Haziran - 13 Ağustos) / Ağustos (14 Ağustos - 21 Eylül)
Güz: Güz (22 Eylül - 5 Kasım) / Kasım (6 Kasım - 21 Aralık)
Kış: Zemheri (22 Aralık - 31 Ocak) / Karakış (1 Şubat - 21 Mart)
Kış mevsimi ayrıca Erbain ve Hamsin diye de ikiye ayrılır. Erbain, 22 Aralık’tan 30 Ocak’a kadarki 40 günlük kış dönemine verilen isimdir. Erbain’den sonra 31 Ocak’ta başlayan Hamsin ise 21 Mart’a kadar devam eder.
Hamsin’de havalar yumuşamaya başlayınca cemreler düşer. Cemre sıcaklık anlamına gelen bir kelimedir.
Kış Gündönümü’nde güneş ışıkları Oğlak Dönencesi’ne dik gelir. Kuzey Yarıküre’de günler uzamaya, Güney Yarıküre’de kısalmaya başlar. Bu tarih, Kuzey Yarıküre’de kışın, Güney Yarıküre’de yazın başlangıcı sayılır.
Hani uzun süredir şiirler yazıyorum ya… Bir arkadaşım ‘’ülkemde dertler, şehitler, fakirlik, hastalık değil de sanat, edebiyat ve şiir konuşulsa herkes mutlu olsa Osman Bey’’ diye nazik bir eleştiride bulunmuş… Yani ‘’ülkede bütün sıkıntılar bitti de sıra şiire mi geldi?’’ der gibi… İşte ben de o zaman şiir dışında başka bir şey yazayım istedim...
Çünkü son yıllarda artık üzerinde konuşulacak hiçbir şey kalmadığını düşünüyorum...
Daha önce yazmıştım ya Ludwig Wittgenstein'ı… Wittgenstein’ın dediği gibi, eğer bir şey hakkında konuşulamıyorsa o şey konusunda susmak lazımdır. Ancak çözüm susmak da değildir, çözüm körlük ve sağırlıktadır.
Ve anlattığım gibi sadece Kasım ayının kökeni Arapçadır.
Osman AYDOĞAN
George Bernard Shaw
31 Ekim 2018
George Bernard Shaw oyun yazarı olarak ünlenen İrlandalı bir yazardır. Bernard Shaw, yazarlığının yanında siyaset ve düşünce adamı, tiyatro kuramcısı, müzik ve sanat eleştirmeni ve çağdaş İngiliz tiyatrosunun kurucusudur. 1856'da, Dublin, İrlanda doğumludur. 2 Kasım 1950’de, İngiltere’de, 94 yaşında bahçesinde bir erik ağacını budamak için çıktığı merdivenden düşerek yaralanması sonucu vefat eder. Son nefesini verirken "bu da benim için bir deneyim olacak" der.
Bernard Shaw, başyapıtı olan ve pek çok kişi tarafından da yüzyılın en büyük oyunu kabul edilen ‘’Jan Dark’’ oyunu ile hem 1925 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü hem de 1938 yılında (1913’de yazdığı) ‘’Pygmalion’’ isimli oyunu ile Senaryo Oscar'ı alarak, bu iki ödülü de alabilen ilk ve tek insandır.
Shaw'un, ‘’Pygmalion’’ isimli oyunu (daha sonra ‘’Bir Kadın Yarattım’’ özgün adıyla da Türkçeye çevrilir) 1938'de sinemaya uyarlanır ve Shaw işte bu filmle senaryo dalında Oscar kazanır. Shaw bu eserinde bir insanı değiştirmede dilin ve çevrenin ne derecede önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Oyun 1964'te ‘’My Fair Lady’’ adıyla müzikal olarak yeniden filme çekilir.
Oyunun konusu şu şekildedir; Üst tabakadan bir bilim adamı, bataklıktan çıkaracağı kaba saba konuşan eğitimsiz bir kadını kısa süre içinde büyüleyici bir sosyete gülüne dönüştüreceğine dair arkadaşı ile iddiaya girer ve sonunda yarattığı bu eserine âşık olur. Oyunun dayandığı Yunan mitolojisinde ise, Kıbrıslı bir heykeltıraş olan Pygmalion kendi yonttuğu bir heykele âşık oluyordu.
İşte 1964'te ‘’My Fair Lady’’ adıyla müzikal olarak yeniden filme çekilen oyun, 1956 tarihli ‘’My Fair Lady’’ adlı Broadway müzikalinin filme uyarlamasıdır. George Cukor'un yönettiği Audrey Hepburn ve Rex Harrison'lu bu film tam sekiz Oscar kazanır.
Bernard Shaw’ın bu eseri Türk filmlerine de uyarlanır... Bunlardan birisi ‘’Benim Tatlı Meleğim’’ adıyla gösterilen film, diğeri de 1942 yılında çevrilen ‘’Sürtük’’ filmidir. Filmde Avni Dilligil, Halide Pişkin ve Hulusi Kentmen gibi oyuncular rol alırlar.
Eserin bir diğer Türk uyarlaması da 1960 tarihli ‘’Aslan Yavrusu’’ adlı Hulki Saner filmidir. Bu filmde de Orhan Günşiray, Leyla Sayar, Suphi Kaner, Ahmet Tarık Tekçe, İsmet Ay, Sami Hazinses ve Mualla Sürer oynarlar. Ayrıca; bu oyunun konusu Yeşilçam sinemasında birçok filmde de işlenir.
Shaw’ın başyapıtı olan ‘’Jan Dark’’ (Fr.: Jeanne d'Arc – İng.: Joan of Arc) ilk kez 1924'te sahnelenir. Zamanın en iyi oyunu olarak kabul edilen bu yapıtta Shaw, kendine özgü anlatımıyla Fransa tarihinin ünlü genç kadın kahramanı Jan Dark'ın kahramanca yaşamı ve ölümünü öyküleştirir… İşte Shaw’ın 1925'te kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü bu oyunun başarısı üzerine verilir, ama o bu ödülü geri çevirir.
Bu oyunun kahramanı olan Jan Dark (1412 - 1431) Fransız milli kahramanıdır. Bir köylü kızıdır aslında. Jan Dark onüç yaşında iken Tanrı'dan geldiğine inandığı sesler duymaya başlar. Bu sesler ona İngilizler tarafından kuşatılan Orléans şehrini ve bütün Fransa'yı kurtarmasını söyler. O sırada Fransa çok güç durumdadır. Kral akli dengesini bozmuştur. İngilizler bütün kuzey Fransa'yı ele geçirmişlerdir. Silah kuşanarak asker kılığına girer. Orléans şehrini İngilizlerden kurtarır. Jan Dark VII. Charles'ın kral olmasını sağlar. Ancak Jan Dark savaş sonunda bir entrika ile 1430 yılında İngilizlere satılır. Büyücülükle ve dine karşı gelmekle suçlanarak 1431 yılında Rouen şehri meydanında henüz 19 yaşındayken yakılarak öldürülür. Jan Dark'ın yakılmasını Bernard Shaw eserinde "çünkü dünya erdemlileri istemiyordu" diye açıklar. Adını korumak için ölmeden önce ve öldükten sonra görülmüş tüm mahkeme kayıtları bugün Fransa Millî Kütüphanesi'nde saklanmaktadır.
Batı’nın Jan Dark'ı yakmaları sadece yarım saat, ancak onun kim olduğunu anlamaları ise tam beş yüz yıl sürer. "Orleans Bakiresi" adıyla Fransa'nın yurtseverlik simgesi haline gelen Jan Dark, ölümünden beş yüzyıl sonra 1920'de Papalık tarafından azize ilan edilir.
Fransa'da, Orleans Kalesi'nin İngilizlerden kurtarıldığı 8 Mayıs 1429 gününü anmak için, halen her yıl mayıs ayının ikinci pazarı ulusal bayram olarak kutlanmaktadır.
Bernard Shaw’un Jan Dark oyunu 1928 yılından beri birçok defa sinemaya uyarlanır. En son 1999 yılında ‘'Jeanne d'Arc’’ ismiyle (İngilizce: The Messenger: The Story of Joan of Arc) ismiyle sinemaya aktarılır. Görülmeye değer bir sinema filmidir. Özellikle ‘’liderlik’’ nedir, nasıl bir şeydir, liderlikten en çok bahsedenlerin, bu konuda ahkâm kesenlerin görmesi gereken bir filmdir. Dünyada Jan Dark’ın tanınmasına ve üzerinde çokça film çevrilmesine Bernard Shaw’ın bu oyununun büyük etkisi olduğu düşünülür.
‘’Silahlar ve Kahraman’’, ‘’Kandida’’, ‘’Hiç Belli Olmaz’’, ‘’Caesar'la Kleopatra’’, ‘’İnsan, Üstün İnsan’’ ve yukarıda bahsedilen ‘’Bir Kadın Yarattım’’ isimli eserleri Bernard Shaw’ın Türkçeye de çevrilen yapıtlarıdır.
Shaw’ın oyunları insanları düşünmeye yöneltmesiyle özellik arz eder.
Yılmaz bir kadın hakları savunucusu olmuştur Bernard Shaw.
Bernard Shaw’ın insan, toplum, aile, din, bilim, uygarlık, kültür, sanat, eğitim, devlet, siyaset, savaş ya da barış gibi sayısız kavramlar hakkındaki düşüncelerini ülkemizde Şakir Eczacıbaşı ‘’Bernard Shaw: Gülen Düşünceler’’ (Remzi Kitabevi, 2010) adıyla yayınladı. Bu kitapta Bernard Shaw’ın bu kavramlarla ilgili özlü sözleri yer almaktadır. Bernard Shaw’ın düşünce yapısını tanımak için bütün eserlerini okumaya zaman bulamayanlar için bu kitap okunması gereken güzel bir başucu eseridir…
Bernard Shaw'ın nüktedan, esprili ve hazırcevap bir özelliği vardır. Aşağıda Bernard Shaw’ın bu özelliğinden birkaç anekdotu sunuyorum;
1926’da Nobel ödülünü kazandığı açıklanınca: ''Bu Nobel ödülü, başıma bela oldu... Hâlbuki 1925’te hiçbir şey yazmadım. Belki de ödülü ondan vermişlerdir.'' der...
Londra da Corno di Basetto takma adıyla yazdığı müzik eleştirileri ilk sürekli yazılarıdır. Bir resital sonrası yaşlı, zengin bir Fransız madamla arasında şöyle bir diyalog geçmiştir. ''Nasıl buldunuz Mr. Shaw?'' ''Bana Victor Hugo’yu hatırlattı.'' ''İyi ama Victor Hugo keman çalmazdı.'' ''Bu da çalmıyor.''
Kendisine ‘’sir’’ unvanı vermek isteyen kraliçeye, '’George Bernard Shaw olmak benim için yeterli bir onurdur'’ cevabını verir.
‘’Arms and the Man’’ adlı eseri çok beğenilir, oyunun yazarı olarak sahneye çağrılır. Sağa sola selam verirken, bir seyirci arkalardan ''yuh'' çeker. Shaw seyirciye döner ve "ben de tastamam sizin fikrinizdeyim. Ama ikimiz bir tiyatro dolusu halka karşı ne yapabiliriz?" der.
‘’Jan Dark’’ oyunundan bir bölümü okul kitabına almak isteyenlere karşı şu yanıtı verir; "Kim benim oyunlarımı okullarda zorla okutur, benden de Shakespeare den nefret edildiği kadar nefret edilmesine neden olursa, Allah’ından bulsun! Benim oyunlarım işkence aracı olmak için yazılmamıştır."
İkinci Dünya Savaşı başlamış ama İngiltere henüz savaşa girmemiş. Bir gazeteci Bernard Shaw’a sorar: ''İngiltere İkinci Dünya Savaşı’na girmeli mi?'' Bernard Shaw der ki: ''Birinci Dünya Savaşı’nda üç imparatorluk yıkıldı. Çarlık yıkıldı, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, Avusturya - Macaristan İmparatorluğu yıkıldı. Eğer bu savaşta da Büyük Britanya İmparatorluğu yıkılacaksa girelim o savaşa...'' O zaman der ki gazeteci: ''Siz sürekli basın özgürlüğünün yetersizliğinden yakınmaktasınız. Oysa imparatorluğumuz batsın bile diyebiliyorsunuz. Nasıl olur da hâlâ basın özgürlüğü yok diyebilirsiniz?'' Shaw gülümser: ''Siz benim neleri söylediğimi biliyorsunuz ama neleri söyleyemediğimi bilmiyorsunuz...''
Shaw kendini şu şekilde tanımlar: "Çılgın mı doğmuştum, yoksa fazla mı akıllıydım bilmiyorum; benim dünyam yeryüzüne uygun değildi... Düş dünyasından çıkıp gerçeklerle karşılaşınca tedirgin oluyordum. Toplumun dışında, siyasetin dışında, sporun dışında, kilisenin dışındaydım. O günlerde, eğer öyle bir deyim bulunsaydı, ‘her şeyin dışındaki’ denebilirdi bana..."
Gerçekten de Shaw’ın dünyası bu yeryüzüne uygun değildi, onun dünyası çoğumuzda olduğu gibi bu dünyanın dışındaydı. Ayrıca her yerde ve her zaman olduğu gibi nükteden ve espriden hoşlanmayanlar tüm iyi özelliklerine karşın onu pek de sevmezlerdi. Oscar Wilde’nin Bernard Shaw için söylediği şu söz sanırım bir cümle ile onu anlatmaya yeter; ‘’Kusursuz bir adam Shaw. Hiçbir düşmanı yok ve hiç bir dostu sevmiyor onu.’’
Günümüzde ne Avrupa’da ne de ülkemizde Bernard Shaw gibi yazarlar kaldı, bir daha gelmeyen göçmen kuşları gibi bu dünyadan göçüp gittiler. Shaw gibi düşün adamları bu dünyadan göçünce hem Avrupa’da hem de ülkemizde meydan '’Embedded journalist’' deyimi içinde ifadesini bulan ‘’siyasal güce yamanmış’’ sözde filozof, yazar, gazeteci, sanatçı müsveddelerine kaldı.
Hiçbir düşmanı olmayan, hiçbir dostunun sevmediği bu kusursuz yazarı ve düşün adamını tanımak için en azından aşağıda vereceğim sözleri üzerinde düşünülmeli diye değerlendiriyorum.
Toprağı bol olsun.
Osman AYDOĞAN
Bernard Shaw’ın bazı sözleri;
‘’Tarihten hiçbir şey öğrenilemeyeceğini, tarihten öğreniriz. Hukukumuzu yargıçlara, dinimizi rahiplere bırakırsanız, kısa sürede hem hukuksuz, hem de dinsiz kalırsınız. Hatalarla dolu bir hayat, bomboş geçirilmiş bir hayattan çok daha faydalı ve onurludur.’’
‘’Komik bir şeyle karşılaştınız mı, arkasına gizlenmiş gerçeği arayın...’’
"Yaptığınızı, bir başka budalanın bunları sizden beklediğini düşündüğünüz için yapıyorsanız, onun sizden bunları beklemesi de, sizin onun bunları beklediğini umduğunuzu sandığından ileri geliyorsa, herkes istemediği bir şeyi yapıyor demektir... O zaman ortaya budalaca bir durum çıkar"
”Hareket halindeki cehaletten daha korkunç bir şey yoktur.”
"İlk aşk, birazcık aptallık ama çok miktarda meraktan doğar."
"Köle gibi yetiştirilenler köle gibi yönetilirler ancak..."
"Sorun çaresizlik değil isteksizlik... İsteksiziz, çünkü çocuklukta bize uygulanan şey içimizdeki isteği öldürmektir."
"Hayatta hiç hayal kırıklığına uğramamış insanlar hiç hayal kurmamış olanlardır."
‘’Dürüst insan her zaman gerçeği söyler, akıllı ise yalnız zamanında.’’
‘’İşleyebileceğiniz en büyük günah, başkasından nefret etmek değil, ona kayıtsız kalmaktır. İnsanlık dışı olmanın özü nefret değil kayıtsızlıktır.’’
"Bir işin nasıl yapılabileceğini biliyorken, bir başkasının yapamadığını görüp dilini tutmak imkânsızdır!"
"Attığınız tokada karşılık vermeyen kişiden sakının. O hem sizi bağışlamaz hem de kendinizi bağışlamanıza olanak bırakmaz."
"Deneyimden daha güçlü bir öğretmen yoktur; ama öğrenme isteği bulunmadıkça deneyimden bir şey öğrenilmez."
"Bu dünyada ilerleyen kişiler kollarını sıvayıp istedikleri ortamı arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir."
‘’İnsanın dünyaya karşı ilgisi, kendine duyduğu ilginin dışarı taşmasıdır gerçekte.’’
"Eğer yürüdüğün yolda engeller yoksa o yol seni bir yere götürmez."
”İstediğinizi elde edemezseniz, elde ettiğinizi istemek zorunda kalırsınız.”
‘’İnsanların ölmesiyle yaşamın gülünçlüğü nasıl değişmezse, insanların gülmesiyle de yaşamın ciddiliği değişmez.’’
"Ben sana bir elma versem, sen bana bir elma versen, bende bir elma, sende bir elma olur. Ben sana bir bilgi versem, sen bana bir bilgi versen, bende iki bilgi, sende iki bilgi olur."
‘’Demokrasi okurken güzel, oynanırken kötüdür; bazı yazarların oyunları gibi...’’
”Sağduyulu kişi, kendini dünyaya uydurur; sağduyusuz kişi, dünyayı kendine uydurmaya çalışır. Tüm ilerlemeler o nedenle sağduyusuz kişilere dayanır. ”
"Keyifler değildir yaşamı değerli yapan. Yaşamdır, keyif almayı değerli kılan."
”Sözünüz senediniz kadar sağlam olamaz; çünkü belleğiniz hiçbir zaman onurunuz kadar güvenilir olamaz…”
‘’Mutluluk ve güzellik yan ürünlerdir.’’
”Yaşlanmadan akıllanmayı çok isterdim… ”
"Bir isteğin olduğu sürece, yaşamak için bir nedenin vardır. Kesin tatmin ölümdür."
"Yanılgılarla tüketilmiş bir yaşam hiçbir şey yapmadan tüketilmiş yaşamdan daha onurlu olduğu gibi daha yararlıdır da."
"İnsanlar neden ölür gerçekten bilir misiniz? Tembellikten, inançsızlıktan ve yaşamı yaşanmaya değer kılmayı becerememekten..."
‘’İnsanlar, deneyimleri değil, deneyime yetenekleri oranında akıllıdırlar…’’
‘‘Dertli olmanın sırrı, dertli olup olmadığımızı düşünecek kadar boş vakte sahip olmamızdır.”
"Yaratmanın başlangıcıdır düş gücü. Dilediğinizi düşler, düşlediğinizi amaçlar, amaçladığınızı yaratırsınız sonunda."
"Çok zor bir şeyi yapmakla uğraşan ve çok iyi yapan bir kişi, kendisine saygısını hiçbir zaman yitirmez."
”Kızın iyi bir evlilik yaparsa, bir oğul kazanırsın, yoksa kızını kaybedersin.”
‘’Suikastların en kötüsü darağacında yapılanıdır; çünkü bu tür suikast toplumun onayıyla gerçekleştirilir…’’
”Bir insanın zekâsı, bilgisine göre değil, bilgi edinme kabiliyetine göre ölçülür. ”
”Akıllı adam, aklını kullanır. Daha akıllı adam, başkalarının aklını da kullanır. ”
"Beden er geç bıkkınlık verir insana. Düşünceden başka hiçbir şey güzel ve ilginç kalmaz; çünkü düşüncedir gerçek yaşam.’’
‘’Mutluluk istemiyorum artık, yaşamak mutluluktan da asildir.’’
”İnsan hayatında iki feci olay vardır: Biri insanın çok istediği şeyi elde edememesi, diğeri de etmesidir.”
‘’Bir hastalıktır yaşam ve bir kişinin ötekinden farklı olması, bulunduğu hastalık aşamasından ileri gelir yalnızca.’’
“Sonsuza dek yaşamaya çalışmayın: başarılı olmazsınız”.
”İnsanlar başlarına gelenler için hep içinde bulundukları durumu suçlarlar. Ben durumlara inanmam. Bu dünyada başarılı olan insanlar istedikleri durumları arayan ve bulamadıkları zaman onları yaratanlardır.”
”Başarısızlık, başarının anahtarıdır.”
"Yaşamımız yaşadıklarımızla değil, beklentilerimizle şekillenir."
‘’Suskunluk, aşağılamanın en iyi anlatım biçimidir.’’
”Yapan yapar, yapamayan eleştirmen olur.”
"Herkesin işi gerçekte hiç kimsenin işi değildir..."
"Her yıldızın kendi yörüngesi vardır ve onunla en yakın komşusu arasında yalnız güçlü bir çekim değil, erişilmez bir uzaklık da bulunur. Çekimin gücü uzaklığa oranla artarsa, iki yıldız kucaklaşmayıp çarpışır ve yok olurlar. Bizim de onlar gibi yörüngelerimiz var ve acıklı bir çarpışmayı önleyebilmek için aramıza erişilmez bir uzaklık koymamız gerekir. Saygılı davranmanın tüm sırrı, birbirinden yeterince uzak durabilmektedir; saygının bulunmadığı toplumda yaşam ne çekilebilir ne de sürdürülebilir."
‘’Yalancının cezası kimsenin kendisine inanmayışı değil, asıl kendisinin kimseye inanmayışıdır.’’
”İnsanın kendini berbat hissetmesi, mutlu olup olmadığına önem verecek kadar boş zamanı olmasından ileri gelir. ”
‘’Savaşları kazanabilir, kentleri zapt edebilirsiniz, ama ulusları fethedemezsiniz. Hala anlamadınız mı bunu?’’
”Benim en iyi dostum terzimdir. Çünkü ne zaman beni görse, derhal o andaki ölçülerimi alır. Oysa bütün öteki tanıdıklarım, benim hala eskisi gibi olduğumu düşünürler.”
”Bir erkek veya kadının ne şekilde yetiştiğini bir kavgadaki hareketlerinden anlayabilirsiniz.’’
"Siz var olan şeyleri görür ve şöyle dersiniz: Neden? Ama ben olmayan şeyleri hayal ederim ve derim ki: Neden olmasın?"
"Para açlığı giderir; mutsuzluğu değil, yemek mideyi doyurur; ruhu değil."
‘’Kötülük yapmamış kişi iyilik yapamaz; hata yapmamış kişi hiçbir şey yapamaz..’’
"Bir adam bir kaplanı öldürürse bunun adı spordur, bir kaplan bir adamı öldürürse bunun adı vahşettir. Suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir"
"Bir resim sergisi bir köre göre can sıkıcı bir yerdir."
"Nefret, yüreksizlerin korkutuldukları zaman duydukları bir öç alma isteğidir."
"En mutlu rüyadan daha mutludur uyanmak."
"Gençlik çocuklarca harcanmayacak kadar değerli bir şeydir.’’
"Linç edilmememin tek nedeni, her sözümün alay sanılmasıdır. Tek kelimemi ciddiye alsalardı, toplumsal düzen çoktan sarsılırdı."
"Dünyada barışı sağlamak isterseniz; politikacıları öldürün yeter, halklar anlaşır."
Arthur Schopenhauer
30 Ekim 2018
Arthur Schopenhauer 1788 – 1860 yılları arasında yaşamış, Alman filozof ve düşünürdür. Felsefe Tarihi'nde irrasyonalist ve karamsar olarak bilinir. Kant'ın en en çok değer verdiği öğrencisiydi.
Irmak Zileli ‘’Schopenhauer’i okumak ve anlamak’’ isimli makalesinde şöyle yazar; Schopenhauer’in ‘karamsarlığı’ onun ‘acı, yaşamın özüdür’ düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Hegel’in etkisindeki Alman felsefesinde Hegel’in karşıtı konumunda olan Schopenhauer, dinci anlayışlara karşı insancı anlayışı temsil eder. Hegel genel ve kabul gören düşüncelerin temsilcisiyken, Schopenhauer, topluma aykırı düşüncelerin temsilcisi konumundadır. Belki de bu yüzden sonu yalnızlık ve sefalet olmuştur.
Schopenhauer, Alman felsefe dünyasındaki ilklerdendir ve dünyanın anlaşılmaz, akılsız prensipler üzerine kurulu nedenselliklerinin olduğunu söyleyerek dikkatleri çekmiştir. Felsefe tarihinin, Batı kadar Doğu’ya da en açık, hayatın temel sorunlarını yazan filozoflarından birisidir. Doğu felsefesinden etkilendiği söylenir.
Bazı eleştirmenler kendisini düşüncelerini bir bilgi kuramına oturtmadığı için bir filozof olmaktan çok bir düşünür olarak tanımlarlarken Nietzche de “Schopenhauer’i anlamadan felsefe yapılmaz” diye düşünür. Franz Kafka Schopenhauer’i bir üslup dâhisi olarak ve sadece dili için bile kesinlikle okunmalı diye niteler. Arjantinli yazar Jorge Luis Borges Schopenhauer için şöyle konuşur; ‘’Benim diğerlerinden daha çok beğendiğim bir Alman yazar var: Schopenhauer. Alman dilini sadece Schopenhauer'i orijinal dilinde okuyabilmek için iyice öğrendim.’’
En ünlü yapıtı henüz 30 yaşına varmadan 1818 Yılında yayınladığı ‘‘İstenç ve Tasarım Olarak Dünya’’dır. (Die Welt als Wille und Vorstellung) Bu kitap ülkemizde Biblos Yayınları tarafından ‘’İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’’ adıyla 2005 yılında yayınlanmıştır. Ancak Schopenhauer’in değeri bu kitapla anlaşılmamıştır. Schopenhaur’ın asıl anlaşılması 1851′de, altmış üç yaşındayken yayımladığı denemeler ve aforizmalar toplamı olan ve okunması mitolojik bilgi gerektiren ‘’Parerga ve Paralipomena’’ kitabı ile anlaşılmaya başlanmıştır.
Schopenhauer ‘’‘İstenç ve Tasarım Olarak Dünya’’ isimli eserine şöyle başlar; ‘’Die Welt ist meine Vorstellung: – dies ist die Wahrheit, welche in Beziehung auf jedes lebende und erkennende Wesen gilt.‘‘ (Dünya benim tasarımımdır; bu yaşayan, kavrayan her varlık için geçerli bir gerçekliktir.) Schopenhauer’in ‘’Tasarım olarak Dünya’’ ve ‘’Dünya benim tasarımımdır‘’ düşüncesi Ludwig Wittgenstein’nin temel düşüncesiyle çok yakın benzerlik gösterir. Wittgenstein ‘’Tractatus’’ isimli eserinde şu düşünceleri dile getirir; ‘’Olguların mantıksal tasarımı düşüncedir. Bir olgu bağlamının düşünülebilir olması şu demektir; biz onun bir tasarımını kurabiliriz. Doğru düşüncenin toplamı dünyanın bir tasarımıdır. Düşünce, düşündüğü olgu durumunun olanağını içerir. Düşünülebilir olan olanaklıdır da. Tasarı da gerçeğin taslağıdır.’’ Görüldüğü gibi Schopenhauer gibi Wittgenstein de ’’Dünya benim tasarımımdır’‘ düşüncesinde birleşirler.
Schopenhauer ‘’İstenç ve Tasarım Olarak Dünya’’ isimli en önemli eserinde içimizdeki gerçekliğin bilincimiz tarafından bastırıldığını söyler. Schopenhauer’e göre; bilinçdışı gerçekler, yani istenç, bilincin altında bastırılmış bir şekilde mevcuttur. İstem, hayati bir güçtür; ayak direyen, zorlayan, her türlü eylemimizin kökü, bastırılmaya çalışılan veya dışa vurulmaya çalışılan bir istence dayanır. Bu eserinde Schopenhauer, görünen dünyanın ardında yatan esas gerçekliğin istenç (irade) olduğunu ileri sürer. Schopenhauer'a göre bu istenç akılsız, bilinçsiz bir öze sahiptir ve kendisini görüngü dünyasında gösterir. Bütün görünenlerin kaynağıdır. İnsan bedeni de onun eseridir. Aklın denetimde olmayan bu istenç, insanları parmağında oynatır ve geçici tatminlerle veya ulaşılamayan hayâllerle, insanı hiçbir zaman dışına çıkamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne sokar.
O'na göre; anlamsız, boş, acı dolu, kötü bu hayattan kaçınmanın tek yolu vardır; o da istencimizi öldürmek. Bu onu Hinduizm, Budizm gibi dünyevi bir yaşamdan el çekmeyi ve bir keşiş gibi yaşamayı, başkalarına yardım etmeyi, mutluluğumuzu olabildiğince arttırmayı değil, acılarımızı olabildiğince azaltmayı öneren bir yaşam şeklini önermeye yöneltir.
Felsefesi, aklın (Rasyonalizm) temele oturtulduğu felsefe tarihinde yeni bir bakış açısı anlamına geliyordu ve Psikoloji, Psikanaliz, Müzik, Edebiyat gibi entelektüel ve sanatsal alanlarda büyük etki gösterdi.
Schopenhauer'a göre; birbirlerini en çok büyüleyenler, birbirlerini en çok tamamlayanlardır. Schopenhauer felsefesinde, Budizm’e ve ateizme oldukça yakın ve zengin duran veriler ve bilgiler vardır. Budizmin Almanya'daki yayılımında Schopenhauer'in etkisi olmuştur...
Arthur Schopenhauer'in listesini yazımın sonunda verdiğim kitaplarından alınan sözleri aşağıda sunulmuştur. Her bir sözün üzerinde düşünülmeli diye değerlendiriyorum. Ancak Schopenhauer’in bu sözleri üzerine düşünürken;
- Schopenhauer'in yaşadığı dönemin düşünce ortamı, hayatı, melankoli yüklü yaşamı ve kişiliği, (Bu konuda Schopenhauer’in kitaplarını yayımlamış olan Dergâh Yayınları arka kapağa, “Schopenhauer’i anlamak için dönemin düşünce ortamından çok kendi hayat hikâyesini incelemek gerekir. Schopenhauer’in yaşamı melankoli yüklüdür” diye yazmıştır.)
- Başlangıçta bahsettiğim özelliklerinden irrasyonalist oluşu ve karamsarlığı,
- Schopenhauer’in sahip olduğu ‘‘acı, yaşamın özüdür’’ düşüncesi ve
- Yalnızlık ve sefalet ile sona eren yaşamı değerlendirilmeli ve dikkate alınmalıdır diye düşünüyorum.
Schopenhauer’in “Aşka ve Kadınlara Dair” isimli eserinde yer alan kadınlara ait genellikle olumsuz olan görüşlerine burada yer vermedim. Bu olumsuz düşüncelere yukarıda bahsedildiği gibi yaşadığı dönemin düşünce ortamının ve kendisi 43 yaşında iken 17 yaşındaki Flora’ya olan karşılık bulmayan aşkının etkili olduğu değerlendirilmektedir.
Schopenhauer’in sözlerine günümüzü ifade eden en güzel sözü ile başlamak istiyorum; ‘’Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiç bir şeyi olmayandır.’’
Schopenhauer’in sözleri (her bir söz üzerinde düşünmeniz dileği ile)
* Kalbin gerçek, derin barışı ve tüm ruhun huzuru sadece yalnızlıkta bulunur. Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahiptir.
* Dünyaya bakış açımızın sağlam temelleri ve derinlik veya sığlığı çocukluk yıllarında oluşur. Bu görüş daha sonra özenle düzeltilir ve mükemmel hale getirilir, ama özde değişmeden kalır.
* İnsanları keyifli bir ruh haline sokmanın başınıza gelen kötü bir şeyi anlatmaktan veya kişisel bir zayıflığınızı açıklamaktan daha başka yolları da vardır.
* Üç türlü aristokrasi vardır; birincisi yaş ve kıdem; ikincisi servet; üçüncüsü akıl ve bilgidir. En şereflisi sonuncusudur.
* İyimserlik dinlerde olduğu gibi felsefede de gerçeklerin yerini almış temel bir yanılgıdır.
* İnsanlarla uğraşmada üstünlüğe ulaşmanın tek yolu onlardan bağımsız olduğunuzu göstermenizdir.
* Önemsememek önemsenmeyi getirir.
* Hayatın ilk elli yılı metin, geri kalanı yorumdur.
* Gelişimimiz için bir aynaya ihtiyacımız vardır.
* Kimseyi yaralama, ondan çok yardım et herkese yapabildiğince.
* Her mesele kabul edilene kadar üç aşamadan geçer; ilkinde gülünç duruma düşürülür, ikincisinde ona karşı mücadele edilir, üçüncüsünde tabii sayılır.
* Her çocuk bir bakıma bir dahi ve her dahi bir bakıma bir çocuktur.
* Tüm sınırlamalar kişiyi mutlu kılar. Görme, etki ve temas alanımız ne denli dar ise o denli mutlu oluruz; ne denli geniş ise o denli sıklıkta kendimizi azap içinde ya da ürkütülmüş duyumsarız. Çünkü bu alanla birlikte kaygılar, istekler, ürkünç şeyler de çoğalır ve büyür...
* En değersiz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanlarla paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu ülkesinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her zavallı aptal gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu ülkesi ile gurur duyar.
* Yıkmak düzeltmekten, yalan söylemek ispatlamaktan daha kolaydır.
* Beraberinde getirdikleri umutlar ve korkularla akın akın gelen arzulara teslim olduğumuz sürece kalıcı mutluluğa ya da huzura hiçbir zaman kavuşamayız.
* Acı çekenler ile acı çektirenler aynıdır.
* Hayvanlarla beraber acı çekmek, kendisine güvenileceğine izin verdiğimiz karakterin yardımseverliğine bağlıdır. Kim hayvanlara karşı gaddar davranıyorsa, iyi bir insan olamaz.
* En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır, çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz, çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez.
* Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona şöyle bağırmak hakkımızdır; "bunca mutsuzluğu ve bu üzüntüyü ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"
* Herkes kendinde eksik olanı sever.
* Kim ne derse desin, mutlu insanın en mutlu anı, uykuya daldığı andır ve mutsuz bir insanın en mutsuz anı, uykudan uyandığı andır. İnsan hayatı, bir tür hata olmalı.
* Para deniz suyuna benzer, ne kadar çok içersen o kadar çok ona susarsın.
* Merhamet ahlakın temelidir.
* Yazgı kartları karıştırır, biz de oynarız.
* Yanlış bir görüşü geri almak onu savunmaktan daha çok kişilik gerektirir.
* Sayfaların arasında gözyaşları, ağlama, dişlerin birbirine çarpması ve karşılıklı katletmenin korkunç gümbürtüsü olmayan felsefe, felsefe değildir.
* Sağlık her şey değildir, ama sağlık olmadan her şey bir hiç.
* Evlenmek, haklarını ikiye bölmek ve görevlerini ikiye katlamak demektir.
* Bilincimiz ruhun sadece yüzeyi ki yerkürenin sadece yüzeyini bildiğimiz gibi onun da içini değil, sadece kabuğunu biliyoruz.
* Her aptal çocuk bir böceği ezebilir. Ama dünyanın bütün profesörleri bir böcek yaratamaz.
* İnsanları tanıdığımdan beri hayvanları severim.
* Başkalarının fikirlerine aşırı derecede önem vermek, herkeste var olan bir manyaklık.
* Çok insan kafaları olmadığı için kafayı bozmuyor.
* İnsanların kader dedikleri çoğu zaman sadece kendi kendilerine yaptıkları aptal oyunlar.
* Bana yapılan haksızlık bana hiç bir şekilde ona haksızlık yapma hakkını vermez.
* Çoğu hakikat sadece kimsenin sorunu ele alacak ve üstüne gidecek cesareti bulamamasından dolayı ortaya çıkmıyor.
* Dili bir kelime daha fakir kılmak, bir ulusun düşüncesini bir kavramdan yoksun kılmak demektir.
* Dinler ateşböcekleri gibidir: Parlayabilmek için karanlığa gereksinim duyarlar. Tüm dinlerin koşulu yaygın olan belirli bir derecede cehalettir. Ki sadece bu havada yaşayabilirler ancak.
* Hayvanlara karşı acımasız olan, iyi bir insan olamaz.
* Akıllı olan, sohbet sırasında ne hakkında konuştuğundan ziyade kiminle konuştuğunu düşünerek hareket edecektir. Bunu yaptığı takdirde sonradan pişman olacağı hiçbir şey söylemeyeceğinden emindir.
* Nasıl gemide giderken ilerlememiz kıyıdaki nesnelerin geri çekilmesiyle, dolayısıyla da küçülmesiyle kendini belli ediyorsa, ihtiyarlamamız da büyük yaşlardaki insanların bize genç görünmeleriyle kendini belli eder.
* Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker... Nihai olarak zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da, olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi.
* Yetenek başkalarının vuramadığı hedefi vuran nişancı gibidir; dahi ise başkalarının göremediği bir hedefi vuran bir nişancı.
* Mutlu bir hayat olanaksızdır; insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.
* İnsanların çoğu hayatlarının sonunda geriye dönüp baktıklarında molalarda yaşadıklarını görürler. Takdir etmeden ve zevk almadan geçip giden şeyin aslında hayatları olduğunu gördüklerinde şaşırırlar. Ve böylece umutlarla kandırılan insan ölümün kollarına koşar.
* Ölümden sonra doğduğundan önce neysen o olacaksın.
* Büyük acılar daha önemsizlerinin hissedilmesini engeller ve tersine, büyük acıların yokluğunda en küçük dertler ve sıkıntılar bile bize büyük acı verir.
* Olabildiğince az şey dilemek ve çok şey öğrenmek istiyorum.
* Değişim değişmeyen tek şeydir.
* Gençliğimizdeki neşelilik ve karamsarlığa kapılmama hali, kısmen hayat tepesine tırmanıyor ve tepenin öteki tarafındaki ölümü görmüyor olduğumuz gerçeğine dayanır.
* Felsefe yüksek bir dağ yoludur, ıssız bir yoldur ve yukarı çıktıkça daha da ıssızlaşır. Bu yolu her kim izlerse hiç korkmamalı, her şeyi geride bırakmalı ve kış karında güvenle ilerlemelidir... Kısa süre içinde altındaki dünyayı görür; kumsalları ve bataklıkları gözünün önünden kaybolur, düzgün olmayan noktaları düzelir, yırtıcı sesleri artık kulağına ulaşmaz. Ve yuvarlaklığını da görür. Kendisi her zaman saf ve serin dağ havasındadır ve güneşi görür, oysa aşağıdaki herkes gecenin karanlığıyla kuşatılmıştır.
* Mantıkla beslenmeyen şey mantıkla yönetilemez.
* Sırrım konusunda sessizliğimi korursam benim esirim olur; eğer ağzımdan kaçırırsam ben onun esiri olurum. Sessizlik ağacında huzur meyveleri yetişir.
* Eğer dalaverecilerin oyuncağı ve soytarıların maskarası olmak istemiyorsak, ilk kural içine kapanık ve ulaşılmaz olmaktır.
* Birisi sizin için gerçekten çok değerli ise, bunu ondan sanki bir suçmuş gibi gizleyin. Bu hoş bir şey değildir ama doğrudur. Çünkü bırakın insanları, köpekler bile büyük dostluklara katlanamazlar.
* İki ayaklı hayvanların sıradan sohbetleri kadar kısır ve sıkıcı bir sohbeti sürdürmektense hiç konuşmamak daha iyi.
* İnsanlarla kurulan neredeyse bütün bağlar bir kirlenme, bir pislenmedir. Ait olmadığımız acınası yaratıklarla dolu bir dünyaya indik. Daha iyi olan az sayıda insana saygı duymalı ve değer vermeliyiz; gerisine talimat vermek için dünyaya geldik, onlarla arkadaş olmak için değil.
* Kibar ve dostça davranarak insanları esnek ve itaatkâr yapabilirsiniz; bu yüzden sıcaklık balmumu için neyse kibarlık da insan doğası için odur.
* Hayat bir parça nakış işlemesine benzetilebilir. Hayatının ilk yarısındaki herkes işlemenin ön tarafını görür, ikinci yarısında ise tersini. İkincisi o kadar güzel değildir, ama daha öğreticidir, çünkü iplerin birbirine nasıl bağlandığını görmemizi sağlar.
* Karşımızdakinin yalnızca kendi budalalığımız, kusurumuz ve kötülüğümüz olduğunu akıldan çıkarmayarak her insan budalalığına, kusuruna ve kötülüğüne hoşgörülü bir şekilde yaklaşmalıyız.
* Kısa süre sonra kurtların bedenimi yiyeceği düşüncesine dayanabiliyorum, ama felsefe profesörlerinin benim felsefemi kemirdikleri düşüncesi ürpermeme neden oluyor.
* İnsanoğlu benden hiç unutamayacağı birkaç şey öğrendi.
* Şükür ki yüz tane ahmak bir araya gelse bir tane akıllı adam etmez.
* Dikensiz gül yoktur ama gülsüz pek çok diken vardır.
* Zekâm bana değil, dünyaya aittir.
* İsteklerimizi sınırlamalıyız, arzularımızı dizginlemeli, öfkemizi bastırmalı, bireyin sahip olmaya değecek şeylerden yalnızca sınırlı bir paya erişebileceği gerçeğini akıldan çıkarmamalıyız...
* İnsan, büyük bir hayretle, binlerce yıllık var olmayıştan sonra birdenbire var olduğunu görür; bir süre yaşar ve sonra yeniden yok olması gereken aynı oranda uzun zaman gelir.
* Avrupa'nın bilgili adamlarına ve filozoflarına: Sizin için Fichte gibi çenesi düşük birisi bütün zamanların en büyük düşünürü Kant'ın eşitidir ve Hegel gibi işe yaramaz, arsız bir şarlatan derin düşünür olarak değerlendirilir. Bu yüzden sizin için yazmıyorum.
* İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
* Dünyanın özü kötüdür. Yapılması gereken en iyi şey yaşam istencini reddetmektir.
* Tüm istekler ihtiyaçtan, dolayısıyla yoksunluktan, dolayısıyla ıstıraptan doğar.
* Benim gibi insanlar tarafından geride bırakılan fikirler, anıtlar hayattaki en büyük zevkimdir. Kitaplar olmasa uzun zaman önce umutsuzluğa gömülürdüm.
* Kütüphaneler insanlığın tek güvenilir ve kalıcı olan belleğidir.
* Okurken bir başka kimse bizim için düşünür; biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki öğrenci yazmayı öğrenirken öğretmen tarafından kalemle çizilmiş yerleri takip eder; okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir. Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak bizi her zaman bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir. Ve dolayısıyla öyle olur ki, çok fazla - yani neredeyse bütün gün okuyan- ve arada düşünmeksizin geçirilen eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen adamın sonunda yürümeyi unutması gibi... Birçok eğitimli adamın durumu bundan farklı değildir. Okumak kendilerini ahmaklaştırır. Okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir.
Schopenhauer’in sözleri bunlar. Tabii ki hepsi bu kadar değildir.
Kendisinin de söylediği gibi gerçekten de insanoğlu ondan hiç unutamayacağı birkaç şey öğrendi. Portekizli yazar José Saramago’nun, 2007 yılında söylediği ve yaşadığımız günümüzün tarifini en iyi şekilde yapan bir tespiti vardı; ‘‘Özgürlüklerin giderek daraldığı, eleştirinin yer bulmadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın totalitarizminin artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel hoşgörüsüzlüğün yükselişe geçtiği karanlık bir çağda yaşıyoruz.’’
Saramago’nun bu tespitini düşündüğümüzde, Schopenhauer’in sözlerinde bahsettiği o yüzyıla ait insan ve düşünce tipinin ne yazık ki çevremizde hiç de az olmadığı ve giderek de arttığı görülmektedir. Yaşar Kemal'in ''Demirciler Çarşısı Cinayeti'' adlı eserinde yazdığı gibi ''O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler; demirin tuncuna insanın piçine kaldık.''
Osman AYDOĞAN
Schopenhauer’in ülkemizde yayınlanan diğer eserleri;
‘’Aşka ve Kadınlara Dair’’, Say Yayınları, 2006
‘’Parerga ile Paralipomena’’, Biblos Yayınları, 2007 ( Bu kitap 2009 Yılında ‘’Hukuk, Ahlak ve Siyaset Üzerine’’ adıyla Say Yayınlarından yayınlandı)
‘’Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine’’, Say Yayınları, 2007
‘’Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar’’, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2006
‘’Üniversiteler ve Felsefe’’, Say Yayınları, 2008
‘’Hayatın Anlamı’’, Say Yayınları, 2007
‘’Okumaya ve Okumuşlara Dair’’, Say Yayınları, 2011
‘’Güzelin Metafiziği’’, Say Yayınları, 2010
‘’Din Üzerine’’, Say Yayınları, 2009
‘’Aşkın Metafiziği, Kör İradenin Tutsaklığı’’, İkarus Yayınları, 2009 (Sosyal Yayınlar, Selahattin Hilavîn Türkçesi ile, 1997)
29 Ekim: ''En büyük bayramımız''
29 Ekim 2018
Cumhuriyet Bayramı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına her yıl 29 Ekim günü Türkiye'de ve Kuzey Kıbrıs'ta kutlanan bir millî bayramımızdır.
2 Şubat 1925'te, Hariciye Vekaleti'nce (Dışişleri Bakanlığı) düzenlenen bir kanun teklifinde 29 Ekim'in bayram olması önerilmiş ve bu teklif 19 Nisan 1925 tarihinde TBMM tarafından kabul edilmiştir. 628 sayılı bu kanun ile 29 Ekim, 1925'ten itibaren ülke içinde ve dış temsilciliklerde bayram olarak kutlanmaya başlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet'in Onuncu Yıl Kutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutku'nda, bu günü ‘’en büyük bayram’’ olarak nitelendirmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a ayak basarken kafasında var olan projeyi Nutuk’ta şöyle anlatır: “Efendiler.. Bir tek karar vardı, o da milli egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak.”
Cumhuriyet neden 29 Ekim’de ilan edildi? Bu soruyu Fahrettin Altay, Atatürk’e sormuş, şu yanıtı almıştır: ''Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.'' Çünkü Emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında, Lozan Antlaşması sayesinde bağımsızlığın kazanılmasıyla, yeni kurulan devletin idare şeklinin Cumhuriyet olarak belirlendiği gündür 29 Ekim.
Cumhuriyet; ''bağımsızlık'', ''özgürlük'' ve ''eşitlik'' gibi kavramları içinde barındırır. ''Bağımsızlık'', ''özgürlük'' ve ''eşitlik'' kavramları Türk ulusunun önem verdiği unsurlar olduğu için Türk ulusu ancak bir Cumhuriyet yönetim şekliyle yönetilebilirdi.
İkinci Meşrutiyet dönemi aydınlarından Celal Nuri (İleri) Cumhuriyetin ilanını “milletin taç giymesi” olarak takdim etmişti. Cumhuriyetin millete vaat ettiği “taç” ise yıllardır ülkeyi yönetenlerin bir türlü anlayamadıkları ''farklılıkların bir arada yaşamasını mümkün kılma tasavvuru'' olan “demokrasi” fikrine dayanan ''toplumsal barış'' idi... Cumhuriyet’in fazileti, ''demokrasi'' ile taçlandığı ölçüde, ''taç'' giyen millet, özgür ve barış içinde yaşama imkânı bulabilecektir. Bu anlamda bir ''taç'' ile onurlanmayan bir ''Cumhuriyet''in içi boş bir kavram olmaktan öte anlamı olmayacağı da aşikârdır.
Şair Bekir Sıtkı Erdoğan’ın ‘’Cumhuriyetin 50. Yıl Marşı’’nda söylediği gibi:
‘’Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.’’
''En Büyük Bayramımız'' kutlu olsun…
Osman AYDOĞAN
Yürüyün!
28 Ekim 2018
Dünkü yazımı şöyle bitirmiştim: ‘’ ‘’Şimdi nerede ve hangi vakitte olursanız olun... Gece demeyin, gündüz demeyin, hava yağmurlu, soğuk, rüzgârlı demeyin, çıkın dışarıya, atın kendinizi kaldırımlara ve yürüyün!...’’
Ve yazımı da ‘’Yürüyün!’’ diye bitirince, aklıma yıllaaaaar yıllar önce tanıdığım, beni ben yapan en yakın dostum, sırdaşım, arkadaşım, sanki bana en yakın akrabam Şehriyâr geldi… Ve Şehriyâr’ın bir sohbetinde aldığım notlarım aklıma geldi…
Yine böyle bir zamandı Şehriyâr ile olan sohbetimiz… Her zaman olduğu gibi sohbet değildi aslında, Şehriyâr anlatır ben dinlerdim. Suskun birisiydim zaten. Bazen o anlatırken, bazen da onun anlatışından sonra not alırdım anlattıklarını… İyi ki o zaman (neredeyse kırk yıl önce) bu notlarımı almışım diye düşünüyorum. Şimdi o notlarımı tekrar tekrar okuyorum… İşte bu güz aylarında o zamanki notlarımı tekrar tekrar okudum. Tekrar tekrar anlamaya çalıştım.
Düzensiz olarak aldığım notları aşağıda olduğu gibi aktarıyorum. Kimi cümlelerde Şehriyâr’ın anlattıklarından anladıklarım var, kimi cümlelerde ise tamamen Şehriyâr’ın kendi sözleri.
Şehriyâr'ın anlattıklarının merkezinde hep insan ve doğa ilişkisi vardı. İnsanın doğa ile uyum içinde yaşamasını öğütlerdi Şehriyâr. İnsan doğayla bütünleştiği oranda doğru davranır derdi. Doğada varlıklar, süreçler ve biçimler kendiliğinden oluşur, doğada her şey kendiliğinden gelişir, insan doğanın yasasına göre yaşarsa yaşamı barış, denge ve çevreyle uyum içinde geçer, insanın başına doğanın düzenine uymadığı için felaketler, kötülükler gelir derdi.
''Doğa; ağaçlarıyla, dallarıyla, yapraklarıyla, otlarıyla, bitkileriye, taşı ile toprağı ile insanı gözetler. Doğa bu gözetlemesi yoluyla da insana verdiği frekansla insanla rezonansa girer ve bu şekilde de doğa insanın ruhunu doyurur'' derdi Şehriyâr.
''Doğa ayrıca insana alçakgönüllüğü öğretir'' derdi Şehriyâr. ''Sadelik çok önemli bir özelliktir, sade insan; kurnaz değildir, yaptığı işin kârını düşünmez, bencil değildir, haris değildir, hırslarıyla dengesini yitirmemiştir, varlığı sevdiği için ona saygılıdır, bu davranışlar sükûnet getirir, yaşamı aydınlatır, tarafsız yapar, birbirlerine böyle davranan insanlar kavga etmezler, iyi yardımsever ve aydınlık olurlar'' derdi Şehriyâr.
Ben hep ama hep sorardım Şehriyâr’a… Yine sordum; ‘’doğa ve sadelik diyorsunuz ama bu nasıl olacak?’’ demiştim…
O simsiyah ve derin gözleriyle gülümsemişti bana… Zaten Şehriyâr güldüğünde sadece ve sadece gözleri gülerdi…
Her cevabında olduğu gibi usul usul ve sakince cevap vermişti bana: ‘’Evrenin titreşimi ile bedenin titreşimini uyumlu hale getirdiğinde hem doğa ile uyumlu hale gelirsin hem sadeliğe kavuşursun hem de huzur ve şifa bulursun!’’
Bu cevap da bana bulmaca gibi gelmişti; ‘’Evrenin titreşimi ile bedenin titreşimini uyumlu hale getirmek’’… Aval aval baktığımdan anlamadığımı anlamış olacak ki bir generalmiş de tek bir kelime ile emir veriyormuş gibi kısa ve öz konuşmuştu cevap olarak: ‘’Yürüyeceksin!’’
Ben yine anlamamıştım... Bakışlarımdan yine de anlamadığımı anlamıştı Şehriyâr:
‘’Bak, bana bak’’ dedi bana... ‘’Yıllardır beraberiz... Hiç mi gözlemlemiyorsun beni? Ben yılardır ne yapıyorum?’’ diye sordu bana Şehriyâr… İşte bu soru üzerine fark etmiştim; Şehriyâr hep ama hep yürüyordu… Çoklukla da ben de refakat etmiştim kendisine… Tempolu, koşmaya yakın ve hızlı yürürdü Şehriyâr… Tam olarak Şehriyâr’ın bir parçasıydı yürüyüş… Rüzgâr tabanlı adamdı o. Zaman zaman da kendi de ‘’sadece bir yayayım ben, başka bir şey değil’’ derdi hep… Tanıdığım, beraber olduğum süre boyunca hep yürümüştü Şehriyâr… O muazzam mesafeleri çok hızlı, hem de hiç yorgunluk hissetmeden yürürdü Şehriyâr…
Sabahları da hep erken, gün doğmadan kalkardı Şehriyâr… Hep güneşin doğuşunu bir tepe üzerinde seyrederdi. Bunun nedenini sorduğumda da; ‘’Sağlık, kendini sabahlara duyulan sevgide belli eder’’ derdi...
Tane tane bana; ‘’Yürüyen kişi toprağın evladıdır. Yürüyen kişi kraldır, dünya da onun krallığıdır. Yürümek insanın ruhunu dinlendirir… Yürümek durmadan faniliğimizi hatırlatır bize. Yürümek; kiri pası ovulmuş, safrası atılmış, sosyal becerilerden kurtulmuş, kofluklardan ve maskelerden sıyrılmış bir hayat yaşamaktır. Ayrıca yürüyüşte bir onur vardır: Dik dururuz. Yürümek kusursuz bir sadeliktir. Yürümek öfkeyi söküp alır, insanı arındırır.’’ demişti…
Ve anlatmıştı bana yürüyüşü Şehriyâr:
‘’Yürümek spor değildir. Yürümek için iki bacağınızın olması yeterlidir. Gerisi fasa fisodur. Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan. Yürümek öncelikle erteleme özgürlüğü sunar. Şöyle bir dolaşmaya çıkmak bile endişelerin ağırlığını hafifletmeyi, işleri bir süreliğine unutmayı sağlar. Yürürken dikkat edeceğimiz tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürüyüşçüyü çağıran ve evinde hissettiren de budur: Manzaralar, ovalar, tepeler, renkler, bitkiler, ağaçlar... Tepelerin arasında kıvrılan patikanın büyüsü, sonbaharda lâl ve altın rengi örtülere bürünmüş üzüm bağlarının güzelliği, meşe yapraklarının bulutsuz yaz göğünün altındaki gümüşi pırıltısı… Görkemli manzaralar, onu yürüyerek fetheden kişiyi hem yere serer hem de muzafferane bir kuvvetle doldurur. Bir yandan zafer çığlığı atmak, bir yandan yere kapanıp ağlamak ister yürüyen kişi. Bakışlarıyla hükmettiği dağın görüntüsü onu ezip geçer. Maddi olan şey aldatıcıdır, değişken ve görecelidir, beden bir kılıftır, hakikatse ruhta, fikirde ve zihinde gizlidir. Doğadan, güneşten, rüzgârdan, topraktan ve gökyüzünden daha hakiki bir şey yoktur; onların hakikati de sonsuz enerjilerinde saklıdır.’’
Bu noktada durup derin derin uzaklara bakmıştı Şehriyâr… Sonra da sanki yanında ben yokmuşum gibi kendi kendisine mırıldanmıştı; ‘’Aşktan, paradan, şöhretten ziyade hakikati verin bana… Hakiki yaşamı verin bana… Ve hakikate sağlam bir kayaya tutunur gibi sıkıca tutunmak gerekir.’’
Şehriyâr anlatırken o zaman Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçiyordu. O beyaz bulutlar çekip çekip evlerine gidiyor, yerine, Hindikuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geliyordu... Yavaş yavaş pastel bir renk alıyordu uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler. Sarı, kahverengi, kırmızı ve soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakıyordu ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına. Börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuş, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa Şehriyâr bana anlatırken.
Yine sakin sakin ‘’yürüyüş’’ü anlatmaya devam etmişti Şehriyâr:
‘’Yürümek her zaman bir başına öylesine dolanmak, amaçsızca takılmak anlamına gelmez… Ciddi ciddi yürümekle şöyle bir gezintiye çıkmak arasındaki fark vardır. Kalabalıkta yürümek de değildir benim kastettiğim. Benim kastettiğim yürüyüş sizlerin kalabalık caddelerde, şehirlerde yürüyüşünüz de değildir. Kalabalıkta herkes iki şekilde sıkışmıştır: Hem hızlı olması gerekir hem de sürekli engellenir. Aceleyle gidip gelen kişinin bedeni hızlandıkça, zihnin verimi azalır. Kalabalık içinde olmak, tüketiliyor olma intibaı uyandırır: Bedeni kısıtlayan hareketler, bedeni sarsan ani krizler. Sokaklar, bulvarlar tarafından tüketilir insan. Tabelalar ve vitrinler yalnızca meta değiş tokuşunu ve dolaşımını güçlendirmek için vardır.’’
Yine susmuştu Şehriyâr… Sanki anlattığı her bir konu için benim not almama imkân tanımak için ara verirdi konuşmasına… Bu sırada da muhtemel ki ben not alırken o da anlatacaklarını düşünürdü…
Yine devam etmişti Şehriyâr:
‘’Yürüyüşte doğaya dalıp gitmek insanın dikkatini dağıtır. Her şey ve her şeyin seninle konuştuğunu, seni selamladığını, senden ilgi istediğini görürsün… Ağaçlar, çiçekler, yollar, rüzgârın iniltisi, dağların gümbürtüsü, böceklerin vızıltısı, derelerin çağıltısı, adımlarının sesi... Hepsi seni gözetleyen ve varlığına yanıt veren mırıltılardır. Yağmur da öyle. İnce, yumuşak bir yağmur; rengini, ahengini, seslerini dinlediğin şaşmaz bir refakatçidirler sana… Tefekkürün mutlak kavrayışıyla burada sana sunulan onca şeye şahitlik ederken yalnız kalmak mümkün değildi aslında. Bir gayretle bir tepeye tırmandıktan sonra oturup manzarayı seyre daldığında yaşadığın sarhoşluk, o araziler, o ovalar, o ağaçlar, o kayalar, o dağlar, ormanlar, patikalar; hepsi senindir, senin içindir. Dağlara, tepelere tırmanarak onların efendisi kılan kendine, geriye bu hâkimiyetin tadını çıkarmak kalır sadece. Dünyaya sahip olunca kim yalnız hissedebilirdi ki kendini, değil mi? Görmek, egemen olmak, bakmak sahip olmak demektir. Hem de mülkiyetin külfetleri olmadan… Burada gördüğün, görebildiğin her şey sana aittir. Ne kadar uzağı görüyorsan, o kadar çoğuna sahipsin. Yalnız değilsin buralarda: Dünya burada sana aittir; dünya burada senin için ve seninle vardır…’’
Yürümenin başka anlamları ve işlevleri de vardı Şehriyâr için. Düşünmek için bağımsız bir bakış açısına, belli bir mesafede bulunmaya ve temiz hava almaya ihtiyaç olduğunu düşünürdü. ‘’Daha incelikli düşünmek serbestlik ister’’ derdi. Yürürken düşünmek, düşünürken yürümek; sonra da yazmayı kısa kısa bir mola anına indirgemek onun yaşam biçimiydi… ‘’Sadece elimizle yazarız evet, ama sadece ayağımızla daha iyi yazarız’’ derdi…
‘’Yazma’’ konusuna gelince de göz göze gelmiştik Şehriyâr ile… Çünkü ‘’yazma’’ konusu benim en zayıf olduğum alandı… Gözlerimi yere indirdim… Çünkü bu konuda vukuatlı idim... Tekrar eski derslere gittim… Şehriyâr’dan aldığım ilk dersler ‘’yazma’’ üzerine idi…
Bu derslerde, ‘’İnsan etten ve kemikten yapılmıştır derler ama bana göre insan sadece kelimelerden yapılmıştır’’ derdi bana. Şehriyâr, bana yaşamayı hak eden kelimelerin yalnızca sessizlikten daha iyi kelimeler olduğunu öğretmişti. ‘’Şu arkasında silgisi olan eski kalemlerle yazar gibi yazmak lazım, çünkü ucundan çok arkasıyla yazılır kalemin, yani ekleyerek değil; silerek’’ derdi bana. Ve devam ederdi; ‘’aynı metni bir, iki, üç, beş, yirmi farklı şekilde yaz, her seferinde daha kısa, daha yoğun, düzeltilmiş ve küçültülmüş son halini çıkar ortaya.’’ Zaten konuşurken bile sessizlikten daha değerli olduğuna inanmadığı bir sözü asla söylemezdi. Hayatın öznesi olduğumuzu hatırlatırdı bana.
Ama heyhat! Ben yazıyı kısa tutmayı bir türlü öğrenemedim gitti... Görüyorsunuz ya halimi! Ben bir durumu, bir duyguyu ya da bir düşünceyi önce gözlerimi kapatıp göremiyorsam eğer onu aktarma yeteneğinden de yoksun kalıyorum hep. Bu görüntüyü aktarma gücüne sahip, görüntünün görkemine yaraşır sözcükleri bulmak da bana her zaman pahalıya patlıyor. Ya bunun için çok zaman harcıyorum ya da uzun çok uzun yazıyorum. Bu konuda çoook azarlar işitmiş, çooook fırçalar yemiştim Şehriyâr’dan. ‘’Uzun yazıyorsun, kısalt’’’ derdi bana hep… O vakitler Türkiye’deki çok sevdiğim bir arkadaşıma buradan hep mektuplar yazardım ‘’Türkiye Mektupları’’ diye… Sonra da numaralandırırdım bu mektupları. Kimi 20 sayfa olurdu kimisi de 30 sayfa... Birisinde de tam 40 sayfa bir mektup yazmıştım… Beğeneceği umuduyla Şehriyâr’a da göstermiştim… Dikkatlice okuduktan sonra da beğenmediğini belli edecek şekilde yüzünü buruşturarak ‘’topu topu iki - üç sayfalık bir düşünceyi kırk sayfaya dağıtmışsın, berbat olmuş’’ demişti… Çoook sonraları Türkiye’ye döndüğümde bu arkadaşımın bu mektuplarımı biriktirerek birkaç klasörde muhafaza ettiğini görmüştüm.
Bir vakitler bir camı didikleyen bir tavuk görmüştüm… Sonra fark ettim ki tavuk kendi görüntüsünü öpüyordu. Yazmanın da böyle bir şey olduğunu fark ettim zamanla. İnsan bir iletişim ve diğerleriyle buluşma ihtiyacından dolayı yazıyordu, kendisine acı vereni açıklamak ve mutluluk vereni paylaşmak için yazıyordu, insan kendi yalnızlığına ve başkalarının yalnızlığına karşı yazıyordu… Kendi görüntüsünü didikleyen tavuk gibiydi aslında yazan insan…
Benim bu kısa dalgınlığım ve kendisinin de kısa bir duraklamasından sonra da ağır ağır şöyle konuşmuştu Şehriyâr: ‘’Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. Kutsal Tin’e karşı işlenen en büyük günah yerinden kıpırdamamaktır.’’
Edebi ve felsefi eserler hakkında da şunları söylemişti: ‘’Duvarların arasına hapsolmuş, sandalyelerine çakılıp kalmış yazarların kitapları hazmedilmeyecek kadar ağırdır. Onlar masada duran kitapların derlemelerinden doğarlar. Bu kitaplar semiz kazlara benzer: Alıntılarla beslenmiş, referanslarla doldurulmuş, dipnotlarla oldukları yere çökmüşlerdir. Gülle gibidirler, obezdirler, sıkıcıdırlar ve güçlükle, yavaş yavaş okunurlar. Oysa eserini yürürken yaratan yazarın böyle prangaları yoktur; düşüncesi başka ciltlerin kölesi değildir, doğrulamalarla ve başkalarının düşünceleriyle hantallaşmamıştır. Kütüphanelerde doğan kitaplarsa ağır ve sığdır, birer kopya seviyesinde kalırlar ancak.’’
Sonra da kendisinden örnek vermişti: ‘’Kıpırdamadan oturduğumda düşüncelerim uykuya yatıyor; tahayyülüm bacaklarımla daha iyi ilerliyor.’’
Gerçekten öyleydi; sanki Şehriyâr bacaklarını felsefenin hizmetine sunan bir kişiydi... İlk tanıştığımızda çalışma odasını sormuştum. O zaman önümüzde uzanan uçsuz bucaksız vadiyi göstererek; ‘’işte çalışma odam!’’ demişti. Ve eklemişti: ‘’Yaşamak için ayağa kalkmışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.’’
Şehriyâr anlatırken bazen dalıp giderdim… Her zaman dikkatimi toplayamazdım anlattıklarına... Bu zamanlarda da ya konuyu değiştirir ya da sesini yükseltirdi…
Yine öyle olmuştu… Konu değişmişti… Ben elde kalemim ne yazacağımı düşünürken o anlatmaya başlamıştı:
‘’Tek başımıza da olsak, bedenimizle ruhumuz arasında bir diyalog vardır. Yalnızlıklar nasıl muhtelifse, sessizlikler de muhteliftir. Aslında bizi yalnızlığa sürükleyen de çoğunlukla başkasıyla karşılaşmaktır. Sohbet kendinden ve farklıklarından bahsetmeye götürür kişiyi. Ve bu başkası da bizi, tarihimiz ve kimliğimiz içindeki, bencil ve yalanlar söyleyen özümüze taşır yavaş yavaş... Sanki hep öyleymişiz gibi... Sessizlik, çoğunlukla, karşılaştığım insanlardan daha fazla şey öğretiyordu bana...’’
Benim düşünceli halim Şehriyâr’ı etkilemişti ki hemen tekrar konuya dönmüştü;
‘’Başlangıçtaki sorun üzerine ben sana ne demiştim?’’ dedi… Ne demişti ki? Notlarımı karıştırırken; ‘’sen arama yazdıklarını, bulamazsın şimdi, söyleyeyim sana ne dediğimi’’ diyerek cevap vermişti; '’Sana demiştim ki ‘Evrenin titreşimi ile bedenin titreşimini uyumlu hale getirdiğinde hem doğa ile uyumlu hale gelirsin hem sadeliğe kavuşursun hem de huzur ve şifa bulursun!’ ’’
Ve konuyu sonlandırmak istercesine bir ses tonuyla anlatmıştı:
‘’Bedeni hareketlendirerek zihni yeniden etkinleştirmek için yürüyün. Yürümenin; doğayla birlik kurmayı, bedeni tatmin etmeyi, manzara karşısında tefekküre dalmayı sağlayan şiirsel bir eylem olduğunu idrak edersiniz. Buradaki işleyiş bir tetiklenmedir, etkinleştirmek için yürümek. Bunun ötesinde yürüyüş, düzenliliğiyle öyle bir salınım sağlar ki adeta şiir yazarsınız; ritme girer, vezninizi bulursunuz, evrenin titreşimini yakalarsınız. Burada mevzubahis olan; dünyayı yürüyerek parçalamak değil, dünyanın mevcudiyetini hissedilir kılmak ve onunla aynı ritmi tutturmaktır.''
Anlatacakları bitmişti Şehriyâr’ın… Bu, onun uzaklara dalgın dalgın bakışından belliydi… Bir süre öylesine kalmıştı… Ayağa kalkarken o simsiyah ve derin mi derin gözlerini gözlerime dikerek şöyle anlatmıştı bana:
''Ancaaakk, dünyanın mevcudiyetini hissedilir kılmak sadece yürümekle mümkün değildir... Yürümek tek başına bir hiçtir... Algıda da seçicilik lazım; bir kedinin hırıltısını, bir kadının mırıltısını, böceklerin vızıltısını, yapraklarının hışırtısını, suların şırıltısını, gece gökyüzünün ışıltısını, yağmurun tıpırtısını, rüzgârın uğultusunu, dağların, ormanların gümbürtüsünü, bir müziğin ahengini ve güneşin doğuşunu ve batışını görmek, duymak ve hissetmek insanın ruhi açlığını doyurur ve insanın evrenin titreşimi ile rezonansa girmesini sağlar... İşte anlattığım yürümek ise bunların tamamlayıcısı ve pekiştiricisidir. Bir kere keşfettin ve yakaladın mı evrenin titreşimini ve onunla girdin mi rezonansa kolayca huzur ve şifa bulursun artık. Bundan sonraki zorluk bu titreşimi ve rezonansı kaybetmek olacaktır. Ruhunu doyurmayan insanın huzur ve şifa bulma imkân ve ihtimali yoktur....''
Notlarım burada sona ermişti...
Ancak Şehriyâr'ın son cümlesi takılmış bir plak gibi beynimde, zihnimde, aklımda günlerce, aylarca, yıllarca dönüüüüp durmuştu işte: ''Ruhunu doyurmayan insanın huzur ve şifa bulma imkân ve ihtimali yoktur....''
Şimdi başa dönüyorum ve ilk cümlemi tekrar ediyorum: ‘’Şimdi nerede ve hangi vakitte olursanız olun... Gece demeyin, gündüz demeyin, hava yağmurlu, soğuk, rüzgârlı demeyin, çıkın dışarıya, atın kendinizi kaldırımlara ve yürüyün!...’’
Sizler de sükûn, huzur ve şifa bulmak istiyorsanız eğer sonbaharın bu son en güzel günlerinde, hem de pazar gününde oturmayın evinizde, kırlara, bayırlara, parklara, bahçelere, sokaklara atın kendinizi ve oralarda sararan, solan, dökülen, lâl olan yapraklar içinde yürüyün!
Yürüyün, yürüyün, yürüyün!!!.. Yürüyebiliyorken yürüyün!... Zaten bir süre sonra yürüyemez hale geleceksiniz!..
Osman AYDOĞAN
Gece Büyüyen Başaklar
27 Ekim 2018
Gazetelerde şehit haberleri görürürsünüz. Sanki nesne gibi.. Üç şehit, beş şehit, sekiz şehit gibi.... Eğer sayı tek ise haber bile verilmez... Veya sanki olay Patagonya'da olmuşcasına, en alt sayfalarda umursamadan verilir; ''Bir Şehit'' gibi... TV'lerde vur patlasın çal oynasın programları, toplum gerçeklği dışındaki, toplumu şiddete yönelten diziler... Ertesi gün de gazetelerde şehit ilanları görürsünüz: Fidan gibi gencecik aslan fotoğrafları, altına isim, rütbe, tertip yazıları, bazen doğum tarihi, şehit tarihi... Kimisi nişanlı, kimisi evli... Kimisinin bebeği yolda, kimisininki daha yeni kucakta... Kimisinin terhisi gelmiş, kimisinin daha yeni tayini çıkmış, kimisi daha yeni göreve başlamış... Onlarca genç insan... Her birisinin, ciğerleri sızlatan daha nice hikâyesi... Eline diken battığında yüreği yanan anaların bir anlatılamaz evlat acısı… Gece üşüdü mü diye onlarca defa kalkıp evladının üstünü örten annelere ''oğlunuz donmuş'' diye gelen bir anlatılmaz felaket haberi…
Ve genellikle artık okuyana hiçbir anlam ifade etmeyen, şehit ailesine hiçbir katkı sağlamayan sıradanlaşmış ibareler, ifadeler; ‘’… Silah arkadaşlarımızı kaybetmiş olmanın üzüntüsü içindeyiz. Merhuma Tanrı’dan rahmet, kederli ailesine ve silah arkadaşlarımıza başsağlığı dileriz..” Ve genellikle de altına şu yazılır: “Kara Kuvvetleri Komutanlığı personeli” veya ‘’Jandarma Genel Komutanlığı personeli’’…
Aslında şehidi en iyi tanımlayan Mehmet Âkif idi: “Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor” diyerek ve ''Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber'' diye bitirdiği o meşhur ‘’Çanakkale Şehitlerine’’ isimli şiirinde... O şiirde, o ruhta ve o günlerde şehidin bir değeri vardı, bir anlamı vardı, bir kıymeti harbiyesi vardı, toplumda bir ağırlığı vardı, toplumun şehit karşısında bir mahcubiyeti vardı...
Ancak asıl anlatmak istediğim konu fidan gibi gencecik aslanların nasıl şehit oldukları değil, şehidin, şehadetin anlamı da değil. Çürümüş bir toplumun, askere gitmemek için hep ''çürük'' raporu alan sapasağlam sahtekâr insanları da değil... Bu sapasağlam insanlara ''çürük'' raporu veren veya parası olana askerlik yaptırtmayan çürümüş sistem de değil... Çürümüş bir medyanın ve çürümüş bir siyasetin umursamazlığı da değil... 2008 yılından beri onuru çiğnenerek, gururu çiğnenerek, genetiği bozularak, disiplini darmadağın edilerek, kurumları yağmalanarak bir hallaç pamuğu gibi atılan, düzeni darmadağın edilen bir ordunun içler acısı hali de değil... Asıl anlatmak istediğim o fidan gibi gencecik aslanların nasıl doğdukları…
O fidan gibi gencecik aslanların nasıl doğdukları öğrenmek ister misiniz?
Buyurun işte o zaman... Tane tane okuyun, her bir sözcüğü üzerinde düşünün o zaman...
Osman AYDOĞAN
Gece Büyüyen Başaklar
Sen doğduğun gece tosunum
Ne melekler indi gökten
Ne toplarla selamlandı gelişin
Zifiri karanlığın ortasında
Bir garipçeydi beklenişin
Anan sancılar içindeydi tosunum
Ufacık yüreğine düğümlenmiş yüreği
Kanlı bir dünyayı kucaklıyordu
Babanın geceler yığılmış gözlerine
Geceler korkulu sevinçlerle parıldıyordu
Sen doğduğun gece tosunum
İnsanlar uyuyordu bir yanda
İnsanlar öbür yanda koşuşuyordu
Aydın ümitler kiminin içinde
Kara duygularla boğuşuyordu
Sen doğduğun gece tosunum
Başka çocuklar da doğuyordu
Dünyanın bilmem kaç yerinde
İnsanlar insanları boğazlıyordu
Sen doğduğun gece tosunum
Başaklar boy atıyordu
Dr. Celalettin Algan
Kaldırımlar
27 Ekim 2018
Dün bu sayfada Necip Fazıl'ın ''Dönemeç'' isimli şiirini verirken Necip Fazıl'ın ''Kaldırımlar'' isimli şiirinden de bahsetmiştim. Adını da anınca Necip Fazıl'ın en güzel şiiri olan ''Kaldırımlar'' isimli şiirini anlatmasam olmazdı.
Ancak şiiri geçmeden öne şu kısa bilgiyi vermek gerekiyor...
19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire (1821-1867) Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairi olarak kabul edilir. Charles Baudelaire’nin Türk şiiri açısından bir özelliği daha vardır: Charles Baudelaire, Türk şairlerini en çok etkileyen bir şairdir.
Daha önceleri bu sayfalarda yazmıştım: Ahmet Hâşim’in Baudelaire’den etkilendiğini. Hatta Ahmet Hâşim’in sizlere bu sayfada tanıtımını yaptığım ‘’O Belde’’ isimli şiirini Baudelaire’nin ‘’Uzak İklimlerin Kokusu" isimli şiirinden etkilenerek yazdığını… Hatta hatta bu konuda intihal diyen eleştirmenler de vardır. Charles Baudelaire’den etkilenen sadece Ahmet Hâşim değildir. Yahya Kemal’den, Attila İlhan’a ne kadar Fransa’da Paris’te eğitim almış, bulunmuş şairimiz varsa Charles Baudelaire’den etkilenmişlerdir.
Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde bir süre eğitim alan Necip Fazıl da Charles Baudelaire’den etkilenir. Hatta Necip Fazıl, Baudelaire'nin nin koyu bir hayranıdır da. Belki de bundandır ki Mina Urgan, ‘’Bir Dinozorun Anıları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli kitabında bu şiirin 7. kıtasının Baudelaire'den intihal olduğunu iddia eder.
Necip Fazıl Maarif Vekâleti tarafından yapılan sınav sonucunda Paris'te Sorbonne Üniversitesi'ne eğitime gönderilir. Genç Necip Fazıl orada kendisini bohem hayatına kaptırır ve tüm parasını harcar. Bu olayın ardından işte Necip Fazıl bu şiirini (Kaldırımlar) yazar. Basılı ilk hali, Hayat Dergisi'nin 19 Nisan 1928 tarihli sayısında (Sayı; 73, sayfa; 3) Osmanlıca olarak yer alır. Sonradan üzerinde değişiklikler yapılır.
‘’Kaldırımlar’’ şiiri Necip Fazıl Kısakürek’in tasavvuf müderrisi ve 1924 yılından itibaren İstanbul vâizi olan Abdülhakîm Arvâsî ile tanışmadan önceki zamanlarında 22 yaşında iken yazdığı bir şiirdir... Necip Fazıl, 1934 yılına kadar bohem bir hayat sürerken, bu şahısla tanışınca mistisizme yönelir ve İslami kesimin belli başlı ideologlarından birisi haline gelir. Hatta Necip Fazıl bu tarihten önce yazdığı bir kısım şiirlerini inkâr eder, bir kısmında da yeni ideolojisine göre düzeltmeler yapar. Necip Fazıl'ın ‘’O ve Ben’’ (Büyük Doğu Yayınları, 2013) isimli kitabında müridi olduğu Abdülhakîm Arvâsî’yi anlatır. Bu kitapta Necip Fazıl hocasıyla ilgili münasebetini de şu dizeyle anlatır:
"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum."
''Kaldırımlar'' şiiri; benzetme gerekirse Fatih’in o yaşlarda İstanbul’u fethetmesiyle eşdeğer bir konuma sahiptir aslında... Bu şiir ile Necip Fazıl "şairlerin sultanı" unvanını alır…
''Kaldırımlar'' şiiri Cumhuriyet döneminin Türkçede hece vezniyle yazılmış en güzel şiiridir. Arjantinli şair Jorge Luis Borges’ten esintiler taşıdığı söylenir. Şiir; ses / iç ses, imgelem, anlam ve tasvir gibi poetikasının tüm unsurları ile göz kamaştıran bir yapıttır. (Poetika: Şiir üzerine düşüncelerin ve teorilerin bütünü.) Edebiyatta ‘’şiir nedir?’’ diye sorsak ve cevap olarak ‘’Kaldırımlar’’ desek yeterdir aslında…
Şiirde büyük kentin ortasında yaşayan çağdaş insanın toplum içinde ve hatta kendi içinde yaşadığı yalnızlık inanılmaz dizelerle bir trajedi havasında anlatılır. Şiirin barındırdığı o poetik hava; yeri geldiğinde isyan, yeri geldiğinde teslimiyet ile insanın yaşadığı yalnızlığı daha güzel anlatılamazdı herhalde. Her bir kıtası insan ruhunu kavrayıp, tahlil ederek, kaçacak bir delik bırakmayacak şekilde nerede, hangi şehirde, şehrin neresinde olursanız olun sizi yakalar.
Şiir başlarda çok ilgi toplamışsa da bu durum Necip Fazıl’ı pek de mutlu etmez. Çünkü Necip Fazıl yanlış anlaşıldığını düşünmektedir. O; “yirminci yüzyılın ruhunu, amacını yitirmiş, toplumunda bunalım yaşayanların” şiirini yazmış, ancak şiiri okuyanlar “kaldırımlarda geceleyen, evsiz barksız birisinin” anlatıldığını sanmışlardır. Bu sebepten olsa gerek mısralardaki sözcükler ve diziliş Necip Fazıl tarafından zaman zaman değiştirilir. Bu değişikliklerin bir kısmında da anlattığım gibi ideolojik kaygılar vardır!
Kaldırımlar şiiri üç bölümdür. Ben size yazımın sonunda bu üç bölümü de veriyorum... En popüler olanı 1. Bölümdür. Tamamı kendimi bildim bileli ezberimdedir…
Şimdi nerede ve hangi vakitte olursanız olun... Gece demeyin, gündüz demeyin, hava yağmurlu, soğuk, rüzgârlı demeyin, çıkın dışarıya, atın kendinizi kaldırımlara ve yürüyün!... Yürürken de bu şiiri mırıldanın: ''Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. Yolumun karanlığa saplanan noktasında, sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.'' Şehrin o kadar kalabalıklığı, insan yığınları arasında hissettiğiniz yalnızlığa bir çare olarak yolunuzun karanlığa saplanan noktasında mutlaka sizi bekleyen bir hayal görürsünüz!
Dikkat ederseniz hep şiirin etrafında dolaştım, hala şiiri sizlere hakkıyla tanıtamadım. İtiraf etmem gerekirse bu şiiri sizlere hakkıyla tanıtabilecek kelime haznem kifayetsiz, cümlelerim yetersizdir. Çünkü bu şiiri sizlere layıkıyla anlatabilmem bir mümkünsüz, bu şiir üzerinde hakkıyla yazabilmem bir imkânsızdır. Şiir hakkında ancak şunu söyleyeblirim ki ‘’Kaldırımlar’’ı okumamışsanız eğer şiir okudum demeyin!
Osman AYDOĞAN
Kaldırımlar
I
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...
II
Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.
İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.
Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur...
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...
III
Bir siyah kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Dalgın bir hayal gibi eteğini sürükler,
Gözlerim onun kara gözlerine değince;
Ey kaldırım çocuğu, haydi düş peşime der.
Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Kucaklamak isterim onu koynuma atıp
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.
Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.
Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...
Giriş bölümünde bahsetmiştim, şiirin sözcük ve mısralarının zaman içinde şairi tarafından değiştirildiğini. Üçüncü şiirinin değiştirilmiş şekli de şu şekildedir:
Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler.
Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince,
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.
Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp.
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.
Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.
Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...
Necip Fazıl KISAKÜRAK
Dönemeç
26 Ekim 2018
''Dönemeç'', Necip Fazıl Kısakürek’in değeri pek bilinmeyen, ‘’Kaldırımlar’’ kadar da pek tanınmayan, ancak insanın kalbine bir hançer gibi saplanan, insanın beynine bir mıh gibi çakılan hüzünlü şiirlerinden birisidir… Bu şiir, Necip Fazıl’ın ‘’Çile’’ kitabının ‘’Kadın’’ başlığında geçer.
Şiirde iki bölüm vardır. Birinci bölümde canlı bir hayat anlatılır; ''hava ılık ve cadde kalabalık''tır. Bu canlı hayatta bir yıldırım aşkı da anlatılır: ‘’Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince. Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, çarpıldım, sendeledim.’’
İkinci bölüm ise bu ‘’dönemeç’’ten sonraki manzara anlatılır. Bu bölümde mevsim bayattır. Yani zaman geçmiş, hayat akıp gitmiştir. Ve sevilen kadının yokluğu üzerine bayatlamış hüzünlü bir mevsimin tasviri yapılmıştır: ‘’Bir gündü mevsim bayat ve esmekte hayat.’’ Ve ’’o'' ipince endam gidince de bir köşede oturup ağlamıştır.
Hayatınızın bir dönemecinde bir şekilde değmişse o ipince endam onu artık unutmak asla mümkün değildir… Çarpılırsınız, sendelersiniz... Kalbiniz göğüs kafesinizde, kafesine çarpan yabani kuşlar misali çırpın çırpın çırpınır... Bu dönemeçte ''hayat'' vardır.... Artık hayatınız her daim bahardır... Öteki dönemeçte ise ''memat''. vardır... Orada da kalbiniz bir sonsuzluğa kadar, bitmemecesine, dinmemecesine kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığadır... Ve artık umutsuzca çırpın çırpın çırpınır..
Şiirde geçen ''tabut''; o incecik kadının yokluğunu, erişilmezliğini anlatır, yoksa ölümünü değil...
Ve her hayatın birçok ‘’dönemeç’’i vardır.
Ve bu dönemeçlerin her birinde insan bir köşede oturup için için ağlar, hüngür hüngür ağlar, zırıl zırıl ağlar... Dönemeçten önceki mevsimin hatırası insanın yüreğini dağlar... Dışarıda mevsim, hazin hazin sonbahar...
Osman AYDOĞAN
Dönemeç
Bir gündü, hava ılık
Ve cadde kalabalık
Bir kadın sapıverdi önümden dönemece;
Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince.
Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim,
Çarpıldım sendeledim.
Bir gündü mevsim bayat
Ve esnemekte hayat.....
Dönemeçten bir tabut çıktı ve üç beş adam;
Yalnız bir ahenk sezdim, çerçevede bir endam.
Ve tabutta, incecik, o kadın var, anladım;
Bir köşede ağladım.....
Necip Fazıl Kısakürek, 1940
İstesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.
25 Ekim 2018
Okullarda söylenen ‘’Öğrenci andı’’ 08 Ekim 2013 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığının yönetmelik değişikliğiyle ilköğretim okullarından kaldırılmıştı. Eğitim-İş’in değişikliğin yürürlüğe girmesinin ardından açtığı ve beş yıl süren dava sonucunda 18 Ekim 2018 tarihinde Danıştay 8. Dairesi öğrenci andının okunmasının kaldırılmasına ilişkin düzenlemenin iptaline karar verdi. İşte bu karardan sonra tartışmalar başladı. Tabii ki her zaman olduğu gibi bu tartışmalara benim de sessiz kalmam olmazdı. Şiirlerime ara verip ben de bu tartışmaya maydanoz olmak istedim!
Ama önce şöyle bir geriye gidelim…
Cumhurbaşkanı Erdoğan 1 Nisan 2017 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “Dikkat ediniz. Türk demiyoruz, Kürt demiyoruz. Çerkez, Laz, Boşnak, Roman demiyoruz. Hepsini birden içine alan bir ifade kullanıyoruz. Tek millet, diyoruz. 80 milyonuyla tek millet” ifadelerini kullanmıştı
Biraz daha geriye gidelim...
Cumhurbaşkanı Erdoğan 2013 yılı Şubat ayı ortalarında ise Başbakan iken Midyat’ta konuşurken de şöyle demişti: “Biz Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde hep beraber tek bir milletiz. Bu milletin içinde Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Gürcü’sü, Abaza’sı var...”
Daha fazla örnek vermeğe gerek yok… Açın gazete arşivlerini bu sözlerin onlarcasını bulabilirsiniz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Tek bir milletiz’’ diyor, bunu her konuşmasında söylüyor; ‘’bu millet’’ diyor ama bu milletin adını söylemiyor. Arap milleti mi? Afgan milleti mi? Acem milleti mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Türk’’ adını ağzına almadığına göre, bu millet Türk milleti değilse bu milletin adı nedir?
Gazete makalelerine baktığımızda, TV’deki bu konudaki programları izlediğimizde her seviyede büyük bir kavram karışıklığı yaşandığı görülmektedir. Çünkü bu tartışmalarda genel anlamda ‘’millet’’, “milliyet”, milliyetçik’’ sözcüklerinin ‘’ulus’’, “ulusal” ve ‘’ulusalcılık’’ sözcükleri ile eşanlamlı olduğu gibi bir yanılgı yaşandığı gözükmektedir. Ancak bu sözcüklerin anlamları tamamen apayrıdır.
Bu noktada ‘’millet’’, “milliyet”, milliyetçik’’ ile ‘’ulus’’, “ulusal” ve ‘’ulusalcılık’’ kavramlarının açıklanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder...
“Millet” kavramı, feodal toplum döneminde de kullanılan ve toplumda karşılığı olan Arapça bir kavramdır. Arapçada “millet”, aynı dinden olanların ortak adıdır ve genel olarak dinsel birliği anlatır. Osmanlılar da “millet” sözcüğünün “bir dinden olanların topluluğu” anlamında kullanıldığı gibi. “Osmanlı Milleti” dendiğinde, Osmanlı Hanedanı’na bağlı olan Müslümanlar anlaşılır. “Milliyet” sözcüğü se “ümmet” anlamında kullanılmıştır. ‘’Milliyetçik’’ ise sözcüğün bu anlamıyla, dinciliktir; din ayrımcılığıdır. “Ulus” sözcüğü ise Orhun Yazıtlarında geçer. Ancak “ulus” sözcüğü bir ırkı tanımlamak için kullanılamamıştır. ‘’Ulus’’ sözcüğü halkın yaşadığı ve belli sınırları olan toprak parçasına yani ülkeye denirken zamanla anlam genişlemesi ile bir ülkede yaşayan halkların tamamını tanımlayan bir sözcük haline gelmiştir. Bunun nedeni de ‘’ulus’’ sözcüğünün daha kapsayıcı olması, ırk ve din ayrılığı gözetmemesi, yani ayrımcılıktan uzak olmasıdır. “Ulus” sözcüğünün, Bilim ve Sanat Terimler Sözlüğü/Halkbilim Terimlerindeki anlamı şöyledir: ‘’Ulus: Belli bir sınır içende yaşayan ve halk kültürüyle seçkin kültürünü yaratan insanların oluşturduğu siyasal toplum.’’ Bu bağlamda “ulusal” sözcüğünün de ırkla, etnik yapıyla hiçbir ilişkisinin olmadığı da aşikârdır.
‘’Ulusal’’; “bir ülke sınırları içerisinde yaşayan topluluklarla ilgili” anlamındadır. ‘’Ulusalcı’’ se “yaşadığı ülkenin topraklarına ve halklarının çıkarlarına duyarlı” demektir. Ulusalcılığı, ırkçılıkla bağdaştırmak kastın değilse cehaletin ürünüdür.
Bu anlamda “Türk milleti” kesinlikle ırkı çağrıştıran bir söylem değildir. Sözü edilen bir ırk değil tüm Türkiye halkıdır. Burada sorun olan dil, tanım ve anlam sorunudur. . Burada bahsi geçen sözcüklerin dil, tanım ve anlamlarının yerli yerine oturtulması gerekmektedir. Çünkü her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder.
Tanımları şimdilik burada bırakıp isterseniz –mutat olduğu üzere!- şöyle bir Tarih turu yapalım…
Batı kaynakları Viyana kapılarına dayanan güce çok uluslu olmasına rağmen Osmanlı demezler, ‘’Türkler’’ derler. Avrupalılar Osmanlı ile yaptıkları savaşa da Osmanlı savaşları değil ‘’Türkenkrieg’’ (Türk savaşları) derler. Avusturya’nın kırsal kesimlerinde çocukların “Es ist schon dunkel. Türken kommen. Türken kommen” (Hava karardı. Türkler geliyor. Türkler geliyor.) diye tekerleme söyledikleri bugün de duyulabiliyor. Fransızcada “Turc” kelimesi eskiden “C’est un vrai Turc” (Tam bir Türk) olarak kullanılıyordu. Norveççede “Sint som en tyrker” (Bir Türk kadar kızgın) deyimi bulunuyor. İtalyanların meşhur ‘’Mamma li Turchi ‘’ (Anne Türkler geliyor) sözü ve daha nice binlercesi var, bunların hepsinde Osmanlı denmez, hep ‘’Türk’’ denir. Avrupalılar bütün haritalarında, atlaslarında hep ‘’Türk’’den bahsederler… Avrupa’ya yapılan Osmanlı değil Türk akınları, Türk seferleridir… Çin seddinden Viyana kapılarına kadar bu böyledir.
Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık…
Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen var ne de Batı Türkistan’ı… Mitolojide geçen bir Yunan atasözüdür: ‘’Sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır.’’ Atasözünün ne demek istediğini anlıyorsunuz değil mi?
Adriyatik’ten Çin seddine, Alp Dağlarında Altay Dağlarına kadar ‘’Türk’’ sadece etnik bir aidiyetin adı değildir, ‘’Türk’’ ulusal bir aidiyetin adıdır. Türk ulusunun içerisinde Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Çeçen’i, Gürcü’sü, Abaza’sı, Tatar’ı, Arnavut’u, Boşnak’ı onlarca milliyet vardır.
Şimdiki yaşadığımız coğrafyanın adı Türkiye’dir, burada yaşanılan Türk kültürüdür, burada yaşayanlar ise etnik kimliklerine, milliyetlerine ve inançlarına bakılmaksızın Türk’türler, bayrakları Türk bayrağıdır, dilleri Türkçedir. Bütün bunlar bu coğrafyanın bin yıllık tarihinin reddedilmesi bir mümkünsüz tabii sonucudur.
Bu nedenle Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk diyor ki; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. ” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)
Dikkat edilirse Mustafa Kemal Atatürk “Türk halkına” demiyor, “Türkiye halkına” diyor. Bu tanımın ne ırkçılıkla ne de etnikçilikle bir ilgisi vardır. Aslında “Türk Ulusu”nu tarif ediyor Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu da bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır.
Sosyal bilimci Ernest Renan da ulusu şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.” Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.
Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bir Arap ulusuna dönüşemedikleri için emperyal güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür. Zaten bu nedenle kendileri hep ulus devlet olan emperyal güçler (Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rus vb.) sömürmek istedikleri milliyetlerin ulus devlet olmalarını istemezler ve bu nedenle de Osmanlının bakiyesi bir ümmet topluluğundan çağdaş bir Türk ulusunu yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ten bu emperyal güçler ve onların işbirlikçileri pek hazzetmezler.
Roma Hukuku uzmanı İtalyan hukukçu (aynı zamanda o zamanlar Adalet ve Eğitim Bakanı) Arangio Ruiz (1884-1964)’in Roma hukuk mirası için söylediği bir deyim vardı: '’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Romanisti''… (İstesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Romalıyız.) Bunu Anadolu’daki, Balkanlar’daki, Ortadoğu’daki ve Orta Asya’daki Türk mirası için de kullanmak mümkündür: ’’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Turkisti''…
Yani, Cumhurbaşkanı, AKP yetkilileri veya bir başkası istedikleri kadar Türk kelimesini ağızlarına almasalar, istedikleri kadar Türk olduklarını bilmeseler de Latince sözde olduğu gibi; ‘’istesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.’’ Gözünüzü sımsıkı kapatmışsanız eğer, güneş yok değildir ki!...
Ülkenin her tarafından ‘’Türk’’ sözcüğü silinirken, içinde ‘’Türk’’ sözcüğü geçiyor diye okullarda söylenen ant kaldırılmak istenirken milli şair Mehmet Âkif’in dizeleri geliyor aklıma:
“Ey dipdiri meyyit (ölü) ‘iki el bir baş içindir’
Davransana, eller de senin baş da senindir
His yok, hareket yok, acı yok... leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin”.
Acı olan bu konuda kimin ne söylediği veya söylemediği değildir. Acı olan Türk ulusunun bu konudaki yaşadığı sessizliktir. Herkes meşrebine göre düşünüyor, konuşuyor ve davranıyor da...
Osman AYDOĞAN
Hancı ve Yolcu
24 Ekim 2018
Dün anlattığım Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘’Han Duvarları’’ isimli şiiri, bu şiire çok yakın, bu şiirle büyük benzerlikleri olan bir başka şiiri hatırlatır: Bizlerin ‘’Hancı’’ ismiyle bildiğimiz Bekir Sıtkı Erdoğan’ın (1926 - 2014) ‘’Bin Birinci Gece’’ isimli şiirini.
‘’Kara gözlüm, efkârlanma gül gayri, ibibikler, öter ötmez ordayım’’ diye başlayan hepimizin bildiği ‘’Kışlada Bahar’’ isimli şarkının söz yazarıdır Bekir Sıtkı Erdoğan. Aynı zamanda Cumhuriyetimizin 50. Yıl Marşı’nın da söz yazarıdır Bekir Sıtkı Erdoğan.
Daha önce ‘’Acıyor’’ isimli şiirini paylaştığım Turgut Uyar Işıklar Askerî Lisesi mezunu iken Bekir Sıtkı Erdoğan da Kuleli Askerî Lisesi mezunudur. 1948 nasıplı Harbiyelidir (Kara Harp Okulu). Aynı zamanda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi mezunudur. On yıl kıt’a hizmeti yaptıktan sonra Heybeliada Deniz Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapar. Halk şiiri geleneğini gününün koşullarıyla bağdaştırarak hece ölçüsüyle, bazen de aruz vezniyle Türkçe’nin inceliklerini yansıtan duygulu şiirler yazar. Gerçekte aruz veznini çok iyi kullanan bir şairdir. Bu vezinle pek çok gazel ve rubai yazar. Bekir Sıtkı Erdoğan şiirlerinde ‘’Nihai’’ mahlasını kullanır… ‘’Kışlada Bahar’’da olduğu gibi bazı şiirleri bestelenir.
Bekir Sıtkı Erdoğan’ın en bilinen şiiri de hepimizin ‘’Hancı’’ diye bildiği ‘’Bin Birinci Gece’’ isimli şiiridir. Bu şiir ilk olarak 1949 yılında ‘’Şadırvan’’ dergisinde yayımlanır. Bu şiir Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘’Han Duvarları’’ şiirini hatırlatır. Ancak ‘’Han Duvarları’’nda geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın hüzünlü, melankolik ve titrek dizlerinin yanında ‘’Hancı’’ şiirinde hüznün yanında neş’e de vardır.
Faruk Nafiz ‘’Han Duvarları’’ şiirini Niğde'den Kayseri’ye giderken yazar, Bekir Sıtkı Erdoğan ise ‘’Hancı’’ şiirini yolculuğunun bir kesiti olan Kayseri’den Niğde’ye giderken yazar... Her ikisinin de bahsettiği han Kayseri İncesu ilçesindeki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı handır.
Ancak her iki şairin de yolculuk esnasında içinden geçtikleri ama şiirlerinde geçirmedikleri, şiirlerinde yer vermedikleri bir ilçe var: Yeşilhisar… ‘’Han Duvarlar’’ı şiirinde Araplıbeli’nden sonra gelen, ‘’Hancı’’ şiirinde ise bu handan sonra gelen Yeşilhisar. ‘’Hancı’’ şiirinde sıla burcu burcu, ille ocağım, çoluk çocuk hasretinde kucağım diye geçen Yeşilhisar, on yıldır evimin kapısı örtük diye geçen Yeşilhisar... İlk önce kımıldar hafif bir sancı, ayrılık sonradan kor yavaş yavaş diyen Yeşilhisar… Benim memleketim olan Yeşilhisar...
Aslında Bekir Sıtkı Erdoğan’ın bu şiirinin devamı bir başka şiiri daha var: ‘’Bin İkinci Gece’’ isimli şiiri. ‘’Bin Birinci Gece’’ şiiri ‘’Hancı’’yı anlatırken ‘’Bin İkinci Gece’’ şiiri ise hepimizi, bizleri, yani ‘’yolcu’’yu anlatır.
Girişte de bahsettiğim gibi Bekir Sıtkı Erdoğan aynı zamanda Cumhuriyetimizin 50. Yıl Marşı’nın da söz yazarıydı. 1973 yılında yapılan yarışmada birinci olan mısraların son dizleri şöyleydi:
‘’Cumhuriyet özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu... ‘’
Öyledir; bilmeyen bilmese de Cumhuriyet özgürlük, insanca varlık yoludur. Cumhuriyet Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yoludur.
Şiirlerde geçen o hancıların da o yolcuların da hepsi bu hanlardan, bu diyarlardan göçtü gitti... Ancak o hanların hepsi duruyor yerli yerlerinde...
Merak etmeyin! Bu yolcular da bu hancılar da bir gün göçüp gidecekler… Bu han, bu Cumhuriyet, bu ''Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidâr kalacaktır!...''
İsterseniz ''Yolcu'' şiirini bir daha okuyun...
Osman AYDOĞAN
‘’Hancı’’ şiiri 1977'de Ajda Pekkan - Tanju Okan ikilisiyle Türk pop tarihinde gelmiş geçmiş en mükemmel, en olağanüstü, en muhteşem düeti icra edilir. Ancak bu şarkının orijinali 80'li yıllarda slow eserlerini severek dinlediğimiz Paul Mauriat Orkestrasının ‘’Toccata’’ isimli şarkısıdır. ‘’Hancı’’'nın bir de Selâhattin İnal’ın bestesiyle Uşşak makamında Müzeyyen Senar’ın söylediği Türk sanat müziği versiyonu da vardır. Bu eserlerin bağlantılarını veriyorum. Severek dinleyeceğinizi umuyorum.
Tanju Okan – Ajda Pekkan: ‘’Hancı’’
https://www.youtube.com/watch?v=YKv9BJAolT8
Şarkının orijinali Paul Mauriat: ‘’Toccata’’:
https://www.youtube.com/watch?v=pfkIWnThTB4
Müzeyyen Senar: ‘’Hancı’’:
https://www.youtube.com/watch?v=yMsYywz74BE
Bin Birinci Gece
(Hancı)
Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş
Aman karanlığı görmesin gözüm
Beyaz perdeleri, ger yavaş yavaş
Sıla burcu burcu... ille ocağım
Çoluk çocuk hasretinde kucağım
Sana her şeyimi anlatacağım,
Otur baş ucuma, sor yavaş yavaş
Güç bela bir bilet aldım gişeden
Yolculuk başladı Haydarpaşa'dan
Hancı n'olur, elindeki şişeden
Birkaç yudum daha ver yavaş yavaş
Ben o gece, hem ağladım, hem içtim
İki gün, diyardan diyara uçtum
Kayseri yolundan, Niğde'yi geçtim
Uzaktan göründü, Bor yavaş yavaş
Garibim, her taraf bana yabancı,
Dertliyim; çekinme, doldur be hancı
İlk önce kımıldar hafif bir sancı
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş
Bende bir resmi var, yarısı yırtık
On yıldır evimin kapısı örtük
Garip bir de sarhoş oldu mu artık
Bütün sırlarını der yavaş yavaş
İşte hancı ben, her zaman böyleyim
Öteyi ne sen sor, ne ben söyleyim
Kaldır artık, boş kadehi neyleyim
Şu bizim hesabı, gör yavaş yavaş
Bin İkinci Gece
(Yolcu)
Ben sarhoş değilim, yol sokak sarhoş
Hancıyı kaybettim, hanı kaybettim
Hayatı sayfa sayfa okuduğum boş
Sonundaki, imtihanı kaybettim
Anladım, her gerçek, bir yalan gizler
Beni aldatıyor dağlar, denizler
Meçhul bir zamana karıştı izler
Saati, dakikayı, anı kaybettim
Beni benden, kendi benliğim çaldı
Gölgem uzadıkça, boyum kısaldı
Ellerim bomboş bir roman kaldı
İçimdeki kahramanı kaybettim
Bu başımda esen, bir kavak yeli
Ben ondan deliyim, o benden deli
Onu aynalarda gördüm göreli
Bekir Sıtkı Erdoğan'ı kaybettim
Bekir Sıtkı ERDOĞAN
Han Duvarları
23 Ekim 2018
Faruk Nafiz Çamlıbel’in Türk edebiyatının kilometre taşlarından birisi olan ‘’Han Duvarları’’ isimli güzel bir şiiri var. Faruk Nafiz bu şiirini, umutsuz aşkı Şükûfe Nihal’den ayrılmak için 1922 yılında Kayseri Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayinini isteyip atama gerçekleştiğinde Kayseri'ye giderken yazar. Bu konuyu bu sitede (Şehriyar) Şükûfe Nihal’i anlattığım ‘’Yalnız, gönlümde bir acı var, adını bulamadım…’’ isimli yazımda daha detaylı olarak bahsetmiştim.
Faruk Nafiz önce trenle Ulukışla’ya gelir. Buradan da at arabasıyla Kayseri’ye geçer. Ve ‘’Han Duvarları’’ şiiri buradan, Ulukışla’dan başlar. Ve şiir Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ulukışla’dan Kayseri’ye at arabası ile yaptığı üç günlük yolculuğu anlatır. Şiiri bu kadar etkileyici kılan şairin şiirde kullandığı kelimeler ve duygudur. Şiir için edebiyatçılar; ‘’duygudan yoksun olmayan düşünce ve düşünceden yoksun olmayan duygu’’ derlerdi. İşte bu tanım tam da bu şiir için geçerlidir. Türk edebiyatının kilometre taşlarından birisi olan ‘’Han Duvarları’’ şiiri, aslında şiirin yolculuğa bürünmüş halidir.
Şiirde birkaç mevsim birden anlatılır.. Aylardan marttır. Ulukışla ve Niğde, Araplıbeli'ne kadar bu ay hala kış ayı gibidir, soğuk ve karlıdır... Şiirde de belirtildiği gibi Niğde'den Kayseri'ye giderken Araplıbeli geçildi mi Yeşilhisar ovası gelir. İşte bu ayda da Yeşilhisar ovası uçsuz bucaksız yeşillikleri ve çiçekleriyle bahar mevsimindedir. Bu mevsimler şiirde net olarak -Yeşilhisar'ın ismi zikredilmeden- anlatılır.
Şiirin içinde parça parça Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın hüzünlü hikâyesi de koşma şeklinde anlatılır. Şiire adını veren de ''Han Duvarları''ndaki bu yazılardır. Aslında iki şiir iç içedir. Biri koşma diğeri modern şiir türünde yazılan iki şiir bir şiirde buluşur. ‘’Han Duvarları'’ şiirinin en önemli özelliği de budur. İstanbul ile Anadolu’yu birleştirir, aydın ile halkı kaynaştırır. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış diye bir halk şairinin gerçekten var olup olmadığı, ona atfedilen dizelerin Faruk Nafiz tarafından mı yazıldığı veya monte edildiği tam olarak bilinmemektedir. Şiirin akışına göre Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış ile Faruk Nafiz mart aylarında ve bir yıl arayla arka arkaya bu hanlarda konaklayarak seyahat etmişlerdir.
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın hikâyesi hüzünlüdür, gamlıdır, kederlidir. Ve bu hikâyede tam olarak da Anadolu'nun o zamanki insanının hikâyesi anlatılır... Şiirde savaşların ne kadar gaddar, ne kadar vahşi, ne kadar kötü olduğu Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın şahsında anlatılır. Türküler, ağıtlar, feryâdlar, figânlar boşuna yakılmamıştır.
Faruk Nafiz'in bu yolculukta konakladığı ilk han Ulukışla'daki Öküz Mehmet Paşa Hanı'dır. (Şimdiki adı Kervansarayı'dır.) Bu handan şiirde bahsedilmez. Faruk Nafiz'in konakladığı ikinci han Niğde'deki handır. Faruk Nafiz, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın bu han duvarına yazdığı koşmayı 1921 yılına tarihlendiğini bilir. Çünkü şiirinde şöyle diyordu Faruk Nafiz: ''Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi... '' Bu şu demektir: koşmanın yazıldığı tarih 08 Mart 1337'dir. Yani miladi takvime göre 08 Mart 1921'dir. "10 yıldır ayrıyım Kınadağı'ndan" diye başlayan mısra ile Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın 1911'den beri evine dönemediğini anlar. Bunun nedeni ise savaşlardır; Balkan Savaşı’dır, Çanakkale Savaşı’dır, 1. Dünya Savaşı’dır, Kurtuluş Savaşı’dır... Aslında Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, Anadolu insanının, savaştan savaşa koşan Türk askerinin sembolüdür. Maraşlı Şeyhoğlu Satımış’ın en büyük derdi, en büyük acısı ayrılıktır, evden, aileden, sevgiliden ayrı kalmaktır, rüzgârın önüne katılmış kuru bir yaprak misali huduttan hududa sürüklenmektir.
‘’Han Duvarları’’ şiiri Ulukışla’dan Kayseri’ye doğru iklimi ve coğrafyayı anlatırken Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın dizeleri ise tarihi ve bütün bir hayatı anlatır. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın dizelerinde hüzün vardır, ayrılık vardır, gurbet vardır. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın dizeleri Faruk Nafiz’in yolculuğunun Kayseri'den önce son durağı olan İncesu’daki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı handa son bulur.
Faruk Nafiz şiirinde bu dizelere başlamadan şöyle der:
''Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.''
Şiirde ayrıca geçecek ama ben bu koşmanın tamamına burada yer vermek istiyorum:
On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben
Faruk Nafiz'in konakladığı üçüncü han Niğde'den sonraki Araplıbeli'ndeki handır. Bu handaki duvarda da şu dizeleri okur:
Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben
Faruk Nafiz, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın Araplıbeli'nden sonraki İncesu’daki handa duvarda son dizelerini görünce bu son dizelere yer vermeden önce şiirinde söyle ifade eder: ‘’Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!’’ (Küçük bir bilgi: İncesu'daki bu han Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın yaptırdığı handır.)
Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben
Faruk Nafiz bu dizelerden sonra şiirine şöyle devam eder:
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
Anlıyoruz ki; on yıldır baba ocağından, yar kucağından ayrı kalmış, gönlü çekse de yârin hayali aşmaya kudreti yetmemiş cibali (dağları), bir çiçek dermeden sevgi bağından, rüzgârın önüne katılmış bir kuru yaprak misali huduttan hududa atılmış, gidemediği memleketinde Aslı'sını da eller almış ve bu nedenle kendisine Kerem, derdine de verem denilen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, terhisinden sonra memleketi Maraş’a ulaşamadan Hakk’ın rahmetine kavuşmuş... İşte Maraşlının bu hikâyesi, bu derdi, bu sıla hasreti ve bu çaresizliği insanın yüreğini dağlar, burnunun direğini sızlatır, ruhunu incitir…
Ve ben Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ın kaderine yandım...
Osman AYDOĞAN
Han Duvarları
-Osmanzâde Hamdi Bey'e-
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına! ...
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli! "
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna! ..
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu? "
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende! "
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları! ..
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Şarkıcı Kıraç da ‘’Keklik’’ isimli şarkısının sonunda Maraşlı Şeyhoğlu’nun dizelerini okur:
https://www.youtube.com/watch?v=WRxTIOrYSM0
Pusudaki Suikast!
22 Ekim 2018
Günümüzde hem Türkiye’de hem de tüm dünyada bütün ajanslar bir isimden ve bir ülkeden bahsediyorlar: Cemal Kaşıkçı ve Suudi Arabistan… İsimlere, kişilere ve şimdiki zamana odaklanırsak yanılırız ve büyük resmi kaçırırız diye düşünüyorum.
Önce gelin sizi biraz geriye, eskiye, her zaman olduğu gibi sizi tarihe götüreyim…
Son yıllarda bütün Batılı düşünürler Avrupa'nın 5'inci yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi Ortadoğu'nun da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia edrek 1618 ile 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve temelinde bir Protestan-Katolik mücadelesi yatan mezhep savaşları dizisi gibi Ortadoğu'nun da bir otuz yıl mezhep savaşlarına girmekte olduğunu yazmaktadır.
Bütün Batılı gazeteler Ortadoğu'nun 1914 Birinci Dünya Harbi öncesi şartları yaşadığını yazmaktadırlar. Tabii ki yüzde yüzlük bir benzeme değil. O dönem dünyanın süper gücü Britanya’nın yerini bugün ABD almıştır. Almanya ve Rusya Birinci Dünya Savaşı arifesinde aynı bugün olduğu gibi yükselen devletler olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın yerini Türkiye Cumhuriyeti almıştır. Ancak bugün bir de fazladan göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir Çin faktörü var.
Ancak o dönem muharebe sahası Avrupa kıtası iken bugün muharebe sahası olarak (mamur Avrupa mahvolmasın diye) Ortadoğu seçilmiştir. Bu muharebe sahasında ise; filler (ABD, AB, Rusya ve Çin) inlerinde, vekil muharip güçler (Suudi Arabistan, İran) tetikte, çiğnenen çimenler (Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Filistin) yerlerde ve Franz Ferdinand suikastı ise pusuda beklemektedir.
Cambridge Üniversitesi Tarih Profesörü Christopher Clark’ın “Uyurgezerler” (Pegasus Yayınları, 2017) isimli bir kitabı var. Yazar kitabında I. Dünya Savaşı’na yol açan krizin nasıl meydana geldiğini anlatıyor. 28 Haziran 1914 Pazar günü̈ Arşidük Franz Ferdinand ve karısı Sophie Chotek, Saraybosna tren garına geldiğinde Avrupa barış içindedir. Otuz yedi gün sonra ise tüm Avrupa savaştadır. Bu savaş 15 milyondan fazla insanın ölümü̈, üç imparatorluğun yıkılması ve Dünya tarihinin kalıcı olarak değişmesiyle sonuçlanır... Kitaba göre o dönem Avrupalı güçler, yükselen milliyetçilik ve savaş tehdidini göremeyen “Uyurgezerler” gibiymiş. O dönem Rusya modernleşme, Almanya sanayileşme çabası içerisinde, İngiltere şu an ABD’nin olduğu konumda ve en güçlü devlet, Amerika ise kendi iç dünyasındadır. Osmanlı, Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya- Macaristan, Rusya; hiçbirisinde savaş belirtisi yoktur. Kamuoylarının, entelektüellerin, devletlerin de inancı artık savaşların olmayacağı, sonsuz bir barışa kavuştukları doğrultusundadır… Ancak Franz Ferdinand suikastı ile savaş birdenbire tüm dünyayı sarar.
İşte anlattığım gibi şimdi de bazı tarihçiler, içinde bulunduğumuz dönemi Birinci Dünya Savaşı arifesine benzeterek dünya güçlerinin ve kamuoyunun ve entelektüellerin de benzer bir ‘’aymazlık’’ içinde olduğu görüşünü savunuyorlar…
Günümüz Dünyasında da tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi yükselen popülist milliyetçilik, ırkçılık, ABD’de yeni Trump politikası, Avrupa’nın iç kavgaları, Rusya’nın yükselen imparatorluğu vardır. Bir de Birinci Dünya Savaşında olmayan bir Çin faktörü var...
Günümüz Ortadoğu’sunda ise; mezhep ve vekâlet savaşları, Irak, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Suriye, İŞİD, Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler, Ilımlı İslam, Lübnan ve Yemen gibi çok karmaşık sorunları var…
Bu sorunlar devam ederken geçen seneden itibaren haberlerde hep Suudi Arabistan yer almaya başlıyor: Suudi Arabistan Kralı Kral Salman’ın 32 yaşındaki genç veliahttı Prens Muhammed Bin Salman’ın (Kısaca kendisine MbS deniyor) elindeki Suudi rejimi, kraliyet ailesinden 11 prensi, düzinelerle bürokratı yolsuzluk yaptıkları iddiasıyla tutuklayarak toplam 800 milyar dolara ulaşan varlıklarını hedef alıyor, iki prens de şüpheli şekilde ölüyor.
Suudi yönetimi ayrıca, Suudi pasaportlu, kendisine göbekten bağlı ve kısa bir süre önce İran’ın dini liderinin danışmanı Velayeti’yi ağırlayıp ülkesine katkılarından ötürü teşekkür etmiş olan Lübnan’ın Başbakanı Hariri’yi özel jetle Riyad’a getirtip istifa ettiriyor. Hariri, istifa mektubunda 2005’te gizemli bir suikasta kurban gitmiş babası gibi bir akıbete uğramaktan korktuğunu söyleyerek Hizbullah’ı ve İran’ı suçluyor.
Bundan başka Yemen’deki savaş nedeniyle Prens Muhammed Bin Salman, İran’ı suçluyor. Filistin yönetimi başkanı Abbas, muhtemelen Hamas’ın İran ile yeniden gelişmeye başlayan ilişkileri nedeniyle Riyad’a çağrılıyor.
Bu noktada biraz geriye gitmek istiyorum…
Suudi Arabistan veliaht prensi, savunma bakanı ve Kral Salman'ın oğlu Prens Muhammed Bin Salman ayrıca Suudi Kraliyet Mahkemesi başkanı ve Ekonomik İşler ve Kalkınma Konseyi başkanıdır. Ülkesinde babası Kral Salman'ın tahtının arkasındaki güç olarak tanımlanır. Haziran 2017'de kraliyet kararnamesi ile Veliaht Orens Muhammed bin Nayif'in yerine atanarak tahtın vârisi ilan edilir ve Başbakan Yardımcılığı görevine getirilir. Prens Muhammed Bin Salman'ın genç, deneyimsiz, hırslı ve agresif bir kişilik sahibi olduğu söyleniyor.
Prens Muhammed Bin Salman yönetime gelir gelmez iki konu üzerinde çalışıyor. Birinci konu; ülke ekonomisinin petrole bağımlılığını azaltarak ülkesini bir uluslararası finans ve teknoloji merkezi olarak yeniden şekillendirmek, diğer ikinci konu ise; Ortadoğu’da, İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak.
Birinci konu, Prens Muhammed Bin Salman’ın ekonomiyi yeniden şekillendirme projesi petrol fiyatlarının düşmesi ve giderek daralan kaynaklar nedeniyle belirsizliğe düşüyor.
İkinci konu olan, Suudi rejiminin İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak projesi ise tamamen fiyasko ile sonuçlanıyor. Bu uğurda Suudi rejimi; Yemen’de savaşa girer iflas eder, Suriye’de asileri destekler iflas eder, Katar politikası geri teperek iflas eder, Körfez İşbirliği Konseyi’ni ise işlemez hale getirerek iflas eder, Lübnan’da Hizbullah karşıtı hamleler yaparak hükümet krizine neden olur iflas eder.
Şimdi biraz daha geriye gidelim…
Suudi rejimin meşruiyetinin ve siyasi gücünün dayandığı iki temel dayanağı vardı. Bu dayanaklardan birincisi dinci Vahhabi yapılanmasının başından beri Suudi ailesine verdiği destekti. İkinci dayanak ise Suudi klanının üç büyük ailesi arasında, kararların alınmasına, devlet kurumlarının ve kaynaklarının paylaşılmasına ilişkin kurulmuş ''mutabakat'' ve ''meşveret'' geleneği idi…
Ancak bu iki dayanak da genç Prens Muhammed Bin Salman’ın deneyimsiz, hırslı ve agresif kişiliği nedeniyle zayıflamaya başlıyor.
Birinci dayanak olan Vahhabi desteği; Prens Muhammed Bin Salman’ın hiç de samimi olmayan ancak Batı'ya ve özellikle ABD'ye şirin gözükmek amacıyla kadınlara otomobil kullanma hakkının tanıması, din-ahlak polisinin yetkilerini kısıtlayarak içişleri bakanlığına bağlaması ve nihayet, Vahhabi İslam’ından ılımlı İslam’a yönelme iddiası ve buna paralel, Eylül 2017’de Vahhabi entelektüellerini hedef alan tutuklamalar ile zayıflıyor.
İkinci dayanak olan Suudi klanının üç büyük ailesi arasında, kararların alınmasına, devlet kurumlarının ve kaynaklarının paylaşılmasına ilişkin kurulmuş olan ‘’mutabakat'' ve ''meşveret'' geleneği de sarsılmaya başlıyor. Suudi rejimi, iyi-kötü yarım yüzyıldır bir cins ‘’meşveret’’ sistemiyle yönetilen bir monarşiydi. Orada bazı dengeler, bazı güç odakları vardı. Prens; Suudi klanının, ailelerinin temsilcilerini tutuklamasıyla ''mutabakat'' ve ''meşveret'' geleneğini bir kenara atıp bu dengelerin hepsini dağıtarak bu geleneği de koparıyor...
İşte sorun da burada başlıyor…
Prens Muhammed Bin Salman’ın aklındaki modernleşme projesi için belki de bu dayanaklardan kurtulması gerekiyordu. Ancak, “bu dayanakların yerini ne alacak’’ sorusu halen cevapsızdır. Bu cevapsızlık Prens Muhammed Bin Salman’ın aklındaki modernleşme projesinin kendi katı, mutlakiyetçi rejimi için Batı’ya karşı bir göz boyama olduğunu düşündürmektedir...
Bu iki dayanağın sökülmeye başlaması ve Prens Muhammed Bin Salman’ın İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak projesindeki fiyasko ve iflaslar ülke içinde rejime karşı şiddetli bir karşı tepki ve toplumsal kargaşa olasılığını güçlendiriyor.
Prens Muhammed Bin Salman’ın dış politikasındaki bu fiyaskoları, ekonomiyi yeniden şekillendirme projesinin de giderek daralan kaynaklar nedeniyle belirsizliğe düşmesi ve içerideki bu muhalefet ise Prens Muhammed Bin Salman’ı daha önce hiç olmadığı kadar ABD’ne yaklaştırmaktadır.
Bu dönem ABD’nin de Suudilere geçmişte hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardır. Prens Muhammed Bin Salman, İsrail ile birlikte ABD’nin Ortadoğu projelerinin merkezinde yer almaktadır. Prens Muhammed Bin Salman Ortadoğu’daki İran karşıtı cephenin liderliğine oynamaktadır. Suudi Arabistan, Amerikan savunma endüstrisinin en büyük alıcılarından birisidir. İsrail’in güvenliği, Rusya’nın ve Çin’in bölgede frenlenmesi, enerji kaynaklarının kontrolü ve Suriye, Lübnan, Yemen, Bahreyn ve Katar konularında ABD Suudi Arabistan’a muhtaçtır.
Daha yeni Mayıs 2017’de ABD Başkanı Trump’ın yaptığı Riyad ziyaretinde, Suudi Arabistan ile 100 milyar dolarlık silah antlaşmasının imzalamıştı. Bu anlaşmaya göre Suudi Arabistan’a satılacak silah tutarı önümüzdeki 10 yılda 350 milyar dolara ulaşacaktır... Bu anlaşmayı İsrail de desteklemiştir.
Prens Muhammed Bin Salman’ın bu politikalarına karşı ülkede şimdilik şiddetli bir karşı tepki ve toplumsal kargaşa olmasa da itirazlar başlamıştır. Bu itirazlar arasında Suudi Arabistan’ın, ABD’yi ürkütmeden Rusya ve Çin’le de ilişkilerini geliştirmesi istekleri de vardır. Buna örnek olarak Prens Muhammed Bin Salman, Suudi Aarabistan'ın dev petrol şirketi Aramco'yu New York Borsası'na sokmak isterken, ülke içinde bazı muhalif güç odakları ise Aramco'yu Çin Borsası'na sokmak istemektedirler.
Batılı bir ülkede olsa ‘’demokratik muhalefet’’ diyeceğimiz, ancak otoriter Doğu ülkelerine özgü her türlü muhalefeti vatan hainliği ile bir tutan bir anlayış nedeniyle bu itirazlar ve muhalefet Prens Muhammed Bin Salman tarafından ihanetle, vatan hainliği ile suçlanmaktadır.
İşte bu noktada Kaşıkçı olayının mercek altına alınması gerekmektedir.
Cemal Kaşıkçı, baba tarafından Kayseri kökenli olan, dedesi Muhammed Kaşıkçı Suudi Arabistan’da saray doktorluğu yapmış, milyarder Adnan Kaşıkçı’nın da yeğeni olan muhalif bir gazetecidir.
Ancak Cemal Kaşıkçı, önceden yirmi beş yıl süreyle Suudi gizli servisinin başında görev yapan, sonra da sırasıyla ABD ve İngiltere büyükelçiliklerinde çalışan, daha sonra da anne tarafı Türk kökenli olan Prens Turki’nin danışmanlığını yürüten ve son olarak da Washington Post da makale yazan bir muhalif gazetecidir. Bu gazetedeki yazılarında da Arap Baharı, Yemen ve Suriye politikaları gibi temel konularda hep Suudi rejimini eleştirir. Bu şekilde de ülkedeki muhalefetin neredeyse sözcüsü haline gelir.
Muhalefetin sözcüsü haline gelen Cemal Kaşıkcı’nın Suudi rejimi (siz onu Prens Muhammed Bin Salman’ın rejimi diye okuyun) tarafından susturulması veya çok daha başka yollardan ortadan kaldırılması mümkünken, İstanbul’da Konsolosluk içerisinde göz göre göre, dünyanın gözü önünde, fütursuzca, alenen ve vahşice katledilmesi Ortadoğu ülkelerine özgü diğer muhalif çevrelere verilen bir gözdağı olduğu değerlendirilmektedir.
Bu cinayete ABD yukarıda anlattığım çıkarları gereği sessiz kalmakta, olayın örtbas edilmesini istemektedir... Muhtemel ki ABD, sadık bir müttefikinin bir baş ağrısından kurtulmasından mutlu bile olmuştur. ABD'nin kendi BOP projesine karşı çıkan, ulusalcı TSK'nin pasifize edilmesi sürecinde Balyoz ve Ergenekon gibi kumpas davalarında işbirlikçilerine verdiği destek hâlâ hafızalardadır.
Türkiye ise Mısır ve Katar nedeniyle arasının soğuk olduğu Suudi Arabistan’ı zora sokmamak ve iyice karşısına almamak için ve biraz da ''mezhep'' güdüsüyle Kaşıkçı olayının üzerine gidiyor gözüküp de işi ağırdan alarak gitmemektedir.
Sanılanın ve söylenenlerin aksine Kaşıkçı olayı; deneyimsiz, hırslı ve agresif kişiliği ile Prens Muhammed Bin Salman’ın yönetimindeki Suudi Arabistan'ı, dengesiz, hırslı, kinci ve intikamcı kişiliği ile Trump yönetimindeki ABD'yi İran'a karşı olan politikalarında birbirlerine daha çok yaklaştıracaktır. Bu olaydan sonra muhtemel ki Suudi Aarabistan'ın dev petrol şirketi Aramco'nun New York Borsası'na giriş işi de kolayşacaktır. Belki de bu cinayetin ardında Aramco'nun istikbali, hangi borsaya gireceği, New York Borsa'sına mı yoksa Çin Borsası'na mı gireceği kavgası yatmaktaydı!. Yani bir ABD - Çin çatışması!
Böyle bir yaklaşma ise İran'a karşı olan yaptırımlarda isteksiz olan Türkiye'yi daha fazla sıkıştıracaktır.
Burada vahim olan olasılık; içerideki muhalefeti bu şekilde fütursuzca bastırarak yok eden ancak politik hırsları ile devlet kapasitesi arasında uçurum olan genç, tecrübesiz, hırslı ve agresif Prens Muhammed Bin Salman’ın krallıkta birlik sağlayarak gücünü pekişmek için yakınlaştığı dengesiz, hırslı, kinci ve intikamcı kişiliği ile Trump yönetimindeki ABD'nin de desteğiyle doğrudan İran ile bir savaşı göze alması durumunda tüm Ortadoğu’yu yutacak bir ateşin içine atabilecek olmasıdır.
Ancak bu sefer, günümüzde yaşadığımız gibi bir vekâlet savaşı değil, tüm Ortadoğu’yu kapsayacak, arkasında ABD, İsrail ve Mısır’ın bulunduğu Suudi Arabistan ile arkasında Rusya, Çin ve Suriye’nin bulunduğu İran’ın yer alacağı bir Sünni – Şii savaşı yaşanabilir…Böylesi bir savaşın Türkiye'yi de en ağır biçimde etkilemesi pek bir mümkündür.
Montaigne bir denemesinde; ‘’Adamın biri, zaten karanlıktan korkarmış. Bir gün büyük bir hangarda elindeki mumla tek başına kalmış. O an o kadar korkmuş ki elindeki mumu üfleyivermiş’’ derdi.
Elde kalan son mumu da üfleyerek tüm Ortadoğu’nun kopkoyu bir karanlığa gömülmesini sağlayacak bir Franz Ferdinand suikastı ise pusuda beklemektedir.
Kaşıkçı olayı işte böylesi bir ''Puzzle'' oyununun bir parçasıdır. Allah tavla oynayanların yâr ve yardımcısı olsun!
Osman AYDOĞAN
Dersu Uzala
21 Ekim 2018
‘’Dersu Uzala’’; 1975 yılında çekilen Akira Kurosawa'nın yönettiği Rus- Japon ortak yapımı, gayet sakin bir şekilde akan ve çok uzun sürmesine rağmen hiç sıkıntı vermeden izlenebilen, müthiş diyaloglara sahip mükemmel bir filmdir. Akira Kurosawa ise sinema tarihinin en önemli ve etkileyici yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Japon bir sanatçıdır.
Akira Kurosawa işsiz kaldığı 1960 ve 1970 yılları arası sonrası intihara teşebbüs eder. Ölümden dönen Kurusawa Rusların teklifi ile Dursu Uzala flmini Ruslarla ortaklaşa çeker. Filmin muazzam film müziğini de 2009 yılında vefat eden Rus besteci Isaac Schwartz yapar. Isaac Schwartz da film boyunca dağalrın, tepelerin, ağaçların, bozkırın, rüzgârın, tipinin, doğanın melodisini müziğine işler.
Film, Rus gezgini Vlademir Arseniev’in 1923 yılında yayınladığı anılarından yola çıkarak çekilir. Güç koşullar altında iki yıl çekimi süren film 1976 yılında en iyi yabancı film Oscar'ını da kazanır. Kurosawa da bu ödülü iki kez kazanan tek yönetmendir.
20’inci yüzyılın başlarında, bir askerî haritacı Rus Yüzbaşı (Vlademir Arseniev), Rus Uzak Doğu'sunda Mançurya Ormanlarında araştırma yaparken, atalarının yaşamından pek farklı olmayan bir hayat süren yaşlı bir Moğol avcıyla (Dersu Uzala) karşılaşır. Yüzbaşı Arseniev Dersu Uzala adındaki bu bilge adamdan çok şey öğrenir.
İşte bu yaşlı avcıyla bu yüzbaşının yaşadıklarıdır Dersu Uzala... Soğuk kış şartlarında yaşanan ölüm kalım mücadelesi içindeki onurlu bir hikâyedir Dersu Uzala....
Doğru olanın doğa ile savaşmak, doğayı kendimize uyarmak değil, doğa ile birlikte yaşamak olduğu mesajını verir Dersu Uzala… Bizim bu Dünyaya ait olduğumuzu ama bu dünyanın bize ait olmadığını anlatır Dersu Uzala…
Şehir denilen dev hapishanelerde ve ev denilen ‘’kutularda’’ tüm özgürlüklerden ve insanın tabiatından tamamen uzak bir nasıl yaşadığımızı bize anlatır, yüzümüze çarpar Dersu Uzala…
Vahşi kapitalizmin canavar kollarında tüketim girdabına kapılarak ‘’tüketici’’ adıyla nesne olarak yok olan insanın yok olmadan önceki doğallığını anlatır Dersu Uzala…
Modernitenin antitezidir Dersu Uzala…
Arseniev, Dersu Uzala hakkında yazdığı kitapta onun engin doğa bilgisiyle kendisini sıkça şaşırttığını itiraf eder. Aynı şekilde çok iyi bir iz sürücü olan Dersu Uzala, izin hangi canlıya ait olduğunu bilmekle kalmaz aynı zamanda izi bırakan canlının yaşını, cinsiyetini, herhangi bir rahatsızlığı olup olmadığını, izi bıraktığı zaman dilimini, bir olay yaşadıysa olayın niteliğini yine o izden yola çıkarak anlar. Arsenyev, Dersu Uzala'nın izlerde gördüğünden çok daha azını kelimelere döküp kendisine aktardığını ve aktarmadığı çok daha fazla şeyi bildiğini düşünür.
İlk karşılaştıklarında Rus asker sorar Dersu Uzala'ya: ''Kimsin sen?'' Ve sorusuna devam eder asker: ''Çinli mi? bir Koreli mi?'' Dersu Uzala cevap verir: ''Hayır, ben bir gezginim!'' Kim olduğuna hayatta verilecek en güzel cevaplardan birisini verir dersu Uzala.
Dersu Uzala fakirdir. Geçimini avcılıkla sağlamaktadır. Dersu bir avcıdır ama aynı zamanda doğanın zor şartlarıyla mücadele edip, geçimini de doğadan sağlamasına rağmen, ona zarar vermekten kaçınan bir avcıdır Dersu Uzala...
Bir gün bir barakaya rastlar Dersu Uzala. Bir süre barakanın içinde ve dışında dolaştıktan sonra eskiyen yerleri onarır ve Yüzbaşı'dan da bir miktar yiyecek ister. Yiyeceği ne yapacağını soran Yüzbaşı'ya Dersu Uzala, onlar ayrıldıktan sonra barakaya gelecek olanları düşünerek yiyecek bırakmak istediğini söyler. Gelecek olan insanları görmeden, tanımadan, kim olduklarını bile bilmeden böylesi bir şeyi düşünen sanki eski bir Anadolu bilgesidir Dersu Uzala....
Birgün ormanda bir kaplan kafileyi takip eder. Kaplanın vurulma riski vardır. Dersu kaplanla konuşur, kaplana vurulmasın diye kaçması için yalvarır, bağırarak söyler kaplana; ''Neden bizi takip ediyorsun? Bizim seninle işimiz yok bu tayga hepimize yetmez mi? Ormanda yeterince yer yok mu?"
Dersu ormanda hiç suçu olmayan kaplanı yanlışlıkla öldürdüğü için doğa ananın adaletinde kendisinin de cezalandırılacağını düşünür. Vicdan azabının hükmünü doğa anaya bırakır. Bu nedenle kendini her gün bir parça daha yer, bitirir.
Bir gün Yüzbaşı'yla beraber tabiatın vahşi pençeleri arasında kalakalınca bir an bile bocalamaz ve hayata sımsıkı sarılır Dersu Uzala. Kendisi ayakta kaldığı gibi Yüzbaşı'sını da ölümden kurtarır. Dersu Uzala'ya bir hayat borçlu olan Yüzbaşı, minnetle teşekküre hazırlanırken Dersu Uzala son derece aldırışsız, şöyle der: ''Beraber geldik, beraber çalıştık, teşekkür gereksiz."
Yüzbaşı, görevi bitip dağlardan ayrılırken Dersu Uzala'ya onu da şehre götürmek istediğini söyler. Yüzbaşı gerçekten bu yaşlı adamı sevmiştir. Yarım ağızla yapılan tekliflerden değildir yaptığı... Şehri düşünürken Dersu'nun yüzünün aldığı imrenme hali görülmeye değerdir. Fakat o, dağlarda kalmayı seçecektir. Kendisine para vermeyi teklif eden Yüzbaşı'ya teşekkürlerini bildirirken "alınteri" ile kazanmanın her şeyden daha yüce olduğunu söylemez ama hal ve hareketleri bunu bağırmaktadır. Avlayacağı somonları satarak kazanacağı paraların kendisine yeteceğini düşünmektedir çünkü o.
Yüzbaşı, beş yıl sonra görev için kendini tekrar dağlarda bulduğunda içinde hep Dersu Uzala'yla karşılaşma ümidi vardır. Rütbesine ve karşısındakinin kim olduğuna bakmaksızın Dersu Uzala'yı arar. Yüzbaşı, Dersu Uzala'yı bulduğunda ona hasretle sarılır. Yüzbaşı Arseniev ile Dersu Uzala'nın ormanda karşılaştıklarında birbirilerine koşmaları ve sarılmaları esnasında sanki insan annesini, babasını, kardeşini, eşini, çocuğunu bundan daha fazla bir özlemle sarılamayacağı hissine kapılır.
Konuşurlarken Yüzbaşı Dersu Uzala'ya ‘’somon bulup bulamadığını’’ sorar. Ne de olsa aradan epey zaman geçmiştir. Dersu Uzala ise, ‘’çok somon bulduğunu ve iyi para kazandığını’’ söyler. ‘’Peki, paraları ne yaptığını’’ soran Yüzbaşı'ya Dersu Uzala, ‘’onları emanet için bir tüccara verdiğini, onun da paraları kaybettiğini’’ anlatır. Bunları anlatırken, hayata boşvermiş bir ruh haliyle, giden paraya yanmanın anlamsızlığını çağrıştıran bir gülümseme de fırlatır havaya. Kafaya takmadığı bellidir, sonra da bunun lafını hiç etmez. Üzüntüsüne dair hiçbir emare göstermez.
Dersu Uzala rolünü hakkını vererek başarıyla canlandıran 1999 yılında hayata gözlerini yuman sanatçıydı Maksim Munzuk… Maksim Munzuk'un Rus Yüzbaşı bağırarak arayışı vardı vadilerde ve dağlarda yankılanan : ''Kapitaaan, Kapitaaaaaaaaaaaaaaan!'' Sanırsınız ki Ferhat Şirin’ine, Kerem Aslı’sına, Mecnun Leyla’sına böylesine bir özlemle bağırmamıştır.
Kar fırtınasındaki ot toplama sahnesi vardı Dersu Uzala'nın... Yüzbaşının Rus aksanıyla çaresizce "Dersu" demesi da ayrı bir hoş duygudur...
Dersu Uzala ateş başında bir şarkı söyler… O şarkıda Dersu Uzala sanki tüm bir hayatı anlatır.
Filmdeki müthiş diyaloglardan sadece bir tanesiydi: Yüzbaşı sorar Dersu Uzala'ya: ''Bir şey mi arıyorsun?'' Yüzbaşı: ''Evet, bir mezarı.'' Dersu Uzala cevap verir: ''Burada henüz kimsenin ölmeye vakti olmadı...''
Viladimir Arseniev'in Dersu Uzala hakkında kaleme aldığı kitapla anlattığına göre Arseniev ile Dersu Uzala 1902'den 1907'e kadar Ussuri ormanlarında kilometrelerce yol alırlar. Bu geziler her ikisini de çok iyi ve yakın dostlar haline getirir. Keşif gezilerinin bittiği 1907'de Arseniev gözleri artık eskisi kadar iyi görmeyen ve bu haliyle avcılık yaparak hayatta kalması neredeyse imkansız hale gelen Dersu'yu Kabarovsk'daki evinde birlikte yaşamaya davet eder.
Dersu Uzala Yüzbaşı'nın teklifini bu sefer kabul eder. Arseniev'in evine şehre gelmiştir Dersu Uzala. Bir süre evde Arseniev'in misafiridir.
Bir gün eve sucu gelir. Dersu suya para ödeyen Arseniev'in karısına "Niye suya para ödüyorsunuz? Su çok var; nehirlerde, göllerde, yağmur yağdığında. Bu adam bir hırsız!" deyip sucuya saldırır...
Arseniev'in evi içinde bir masaya çarpar Dersu Uzala... Ve masadan özür diler Dersu Uzala... Çünkü ormanda bir ot çiğnese ondan özür dileyecek yapıdadır Dersu Uzala... Dersu Uzala için bir ağacın, bir odunun, bir karıncanın, bir yaprağın bir insandan hiç farkı yoktur...
Dersu Uzala bir gün Yüzbaşı'ya bu kibrit kutusu gibi evlerde nasıl yaşayabildiklerini sorar... O kış şartlarında evin bahçesine çadırını kurar ve bir süre orada yaşar Dersu Uzzala...
Dersu Uzala, Yüzbaşı'ya (Arseniev) minnettar olmakla birlikte dört duvar arasında ikamete ve şehrin boğucu ortamına daha fazla tahammül edemeyerek ayrılmak ister. Arseniev, Dersu Uzala'nın gitme isteğini üzüntüyle karşılar ancak ona engel olamayacağını anladığında orman koşullarında iyi bir tüfeğin kıymetini bildiğinden kendi tüfeğini hediye ederek onu yolcu eder.
Shakespeare trajedilerinde, perde kapanırken sahnede kan gölü oluşurdu. Kurosawa da kaderin kahpe cilvesini Shakespeare'vari bir ustalıkla sona saklar:
1908 baharında dostu "kapitan"a veda eden Dersu Uzala, Primorsky Krai'de Amur bölgesine, kendi anayurdu olan Ussuri Nehri'nin kaynağına doğru yayan yola koyulur. Ancak Kabarovsk yakınlarındaki Korfovski istasyonunun yakınlarında elindeki kaliteli tüfeğini almak isteyen bir hırsız tarafından katledilir. Arseniev'in ifadesine göre öldürüldüğü tarih 13 Mart 1908'dir.
Filmin final sahnesinde, Yüzbaşı'nın o boynu bükük, o kolu kanadı kırık halini hatırladıkça hala sızım sızım sızlar içim...
Günümüzde Dersu'nun öldürüldüğü yerden çok uzak olmayan bir yerde, Korfovski köyünde onun hatırasına granit bir kaya yerleştirilmiştir. Bu kayanın etrafında da öğrenciler tarafından dikilen çam ağaçları bulunmaktadır.
Filmi orijinal diliyle izlerseniz Dersu Uzala'nın konuştuğu Moğol dili içinde bir çok kelimenin Türkçe olduğunu görürsünüz..
Ve görürsünüz ki sanki eski bir Anadolu bilgesiydi Dersu Uzala...
Ve filmi izledikten sonra görürsünüz ki günümüzde kirlenen sadece hava, toprak ve su değildi: İnsanın ruhu kirlenmişti günümüzde, insanın ruhu! Günümüzde kirlenen insanın ruhu idi hiçbir deterjanın temizleyemediği...
Ve insan ruhunun kirlenmeden önceki haliydi Dersu Uzala...
Ve filmin benim için çok daha fazla bir anlamı var: Sanki Yüzbaşı Arseniev bendim, Dersu Uzala da Şehriyar... Nasıl anlatsam bilmem ki, bir başka nasıl örtüşürdü Desru Uzala'ya Şehriyâr? Yüzbaşı Arseniev için Mançurya Ormanlarındaki Dersu Uzala neyse, benim için de Kâbil'de, Celâlâbâd'da, Hindikuş Dağlarında oydu Şehriyâr..
Hani bugün Pazar ya... Hava da ülke gibi, ülkenin, dünyanın gündemi gibi kapalı, kasvetli, boğucu ya... İşte böyle bir zamanda içinizin, ruhunuzun, gönlünüzün açılması için gün boyu evde kalıp izlenebilecek bir filmdir Dersu Uzala!
Osman AYDOĞAN
Filmde orjinal fotoğrafları da gösterilirdi Yüzbaşı Arseniev ile Dersu Uzala'nın ara ara siyah beyaz olarak:
Herkes ve Birkaç Kişi
20 Ekim 2018
İdeolojinin şiirle ilişkisine dair bir bağ bulan ilk düşünür Platon (Eflatun)’dur. Platon şairleri Devlet’in dışında bırakmak ister ve şiiri insanlar üzerindeki etkisi bakımından tehlikeli bulur. Bu anlamda Platon’un yaklaşımı çerçevesinde şiir, ideolojik olarak “muhalif” bir konumdadır.
Bu anlamda 1980 ihtilâli sonrasında Türkiye’de şairlerin sindikleri, korktukları ya da bezdikleri iddia edilir. Bir görüşe göre de, ihtilâl sonrası topluma dayatılan depolitizasyon şiiri de içe dönükleştirmiştir. Bu çerçevede Murathan Mungan ise “sistem”in bireye dayattığı rolleri ve bu rollerin bireyler tarafından istemsizce üstlenilmesini şiirlerinde sıklıkla işler… Murathan Mungan’ın bu şiirlerinden birisi de ‘’Herkes ve Birkaç Kişi’’ isimli şiiridir.
Murathan Mungan bu şiirde de olduğu gibi Türkçe’yi çok iyi kullanan bir yazardır, şairdir. Bu özelliğini de şöyle anlatır: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin. "
Murathan Mungan, Osmanlı zarafetini günümüze taşıyan adamdır. Murathan Mungan, okuyucusunu kendi akrabası olarak görür. Bir yazısında şöyle der: “Hayattan kaçtım, sanata sığındım. Yazıyı evlat edindim, okurları akraba.” “Rüzgâr Kâhini” adlı şiirinde ise 19. yüzyıl Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’in ‘’Şer Çiçekleri’’ne bir gönderme yaparak: “Ey okurum/uzak akraba/bir giz aramızdaki yangın” dizeleri ile okurlarına seslenir.
Bu nedenle "ne zaman içime biraz fazla baksam, yükseklik korkum depreşir" diyerek insan ruhunun ne kadar derin olduğunu en güzel şekilde anlatan Murathan Mungan’ın şu sözlerini sizi evlat edinen bir akrabanın sözleriymişçesine içinizde hissedersiniz, ''sanki hayatımı özetlemiş'' dersiniz, ''içimden geçenleri anlatıyor'' dersiniz, ''sanki, sanki beni anlatıyor'' dersiniz...
"Hayat bazılarına mutsuz olmakla duygusuz olmak arasında bir tercih hakkı tanır, daha fazlasını değil."
"Sessizliğe borcum var, birkaç kelime."
‘’Kabuklarımızı dünyaya çarpa çarpa kırmaya çalışıyoruz.’’
"Can kırıkları, cam kırıkları gibi değildir. Öyle süpürünce gitmez; içinde kalır insanın, aklına geldikçe de batar."
''Hatırladığınız dünler, hayalini kurduğunuz yarınlardan daha fazla olmaya başlıyor.''
"Hepimiz varoluşumuza bir anlam ararız. Kundak ile kefen arasındaki şeyin adı ömürdür, hayat değil. Hayatı biraz da kendimiz yaparız."
"Dört tane gerçek dost edin, tabutunu taşısın yeter."
"Aşklarım, arkadaşlarım, dostlarım dağılıp gitti herkes... İçimi sızlatacak kimse kalmadı içimde."
"Acı veriyorsa geçmiş, geçmemiş demektir."
''Aşk kapıyı çaldığında hemen açma, bazıları çocuklar gibi zile basıp kaçıyor... ''
‘’Şu meydanlar, caddeler, sokaklar, ölmüş ruhlarıyla yürüyen insanlarla dolu!’’
"Hayatım, içimden geçen cümleler içinde geçti."
"Nüfus arttıkça, insan azalıyor."
‘’Bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır. Hayatın kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu...'’
“Kader aradığı kişiyi insanın karşısına her zaman kapı komşusu olarak çıkarmaz. Uzakları yakın etmek düşer size. Haritaları seviniz.”
"Aradıkların ya ölmüştür, ya kaybolmuş... Bulsan bile, onların senin bıraktığın insanlar olmadığını göreceksin. En kötü yabancı çeşidi, bir zamanlar tanıdıklarının arasından çıkar."
"İnsanların acıları onları çok konuştukları için uzun sürüyor."
"Ayrılıkları ayrıntılar acıtır. Kadınları mahveden erkekler değil ayrıntılardır."
“Yalancı ışıklarla geçici umut vermek değildir doğru olan. Hayatla mücadele azmi, dayanma gücü, karanlığa bakma gücü kazandırmak daha kıymetlidir. Aydınlığı, en iyi karanlığa bakmayı bilenler görür çünkü. Gözü karanlığa alışmamış insan aydınlığın kıymetini bilmez. O gelip geçici çiğ ışığı aydınlık zanneder.’’
"Şu memlekette yaşayıp da yorgun olmamak mümkün mü? Beden yorgunluğu dediğinden ne olacak, iki-üç dinlenmeyle geçer, ama ben aslında vatan yorgunuyum! Ruh yorgunuyum, gönül yorgunuyum, hayat yorgunuyum; öğrenmek, bilmek, anlamak, anlamamış gibi yapmak, düşünmek, hissetmek, tanımak, tanık olmak, katlanmak, anlayış göstermek, görmezden gelmek, üzerinde durmamak, idare etmek, üzülmemiş görünmek, alışmak, alışamamak, sabretmek, katlanmak, beklemek yorgunuyum. Tam da artık bu memlekette hiçbir şey şaşırtamaz beni sanırken, her seferinde yeniden şaşırmak yorgunuyum.."
......
Platon'un söylediği gibi şiir insanlar üzerindeki etkisi bakımından tehlikelidir. Şairler ise daha bir tehlikelidir. Bu anlamda Platon’un yaklaşımı çerçevesinde şiir ve şair ideolojik olarak “muhalif” bir konumdadır. Muhalif olmayan şiir, şiir değil, şair de şair değildir. Tabii ki muhalif olmayan ''aydın'' da aydın değildir. Bu nedenle muktedirler şiirleri, şairleri ve aydınları sevmezler. Ellerine geçirdi mi diri diri derilerini yüzerler (Seyyid Nesimî), diri diri yakarlar (Giordano Bruno), olmadı hapsederler, ülkeden sürerler (Nâzım Hikmet), olmadı öldürürler (Sabahattin Ali), daha olmadı topluca diri diri yakarlar (Sivas Katliamı). Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu bütün dünyada her zaman böyledir. Mungan’ın şu sözleri ise şiiri ve şairi ideolojik olarak “muhalif” bir konumda gören Platon’u haklı çıkarır:
'’Yozgat 1915 öncesi 70 evde piyano olan bir yerdi, şimdiyse milletvekili olarak Bekir Bozdağ çıkıyor.’'
‘’Türkiye'de her şey olabilirsiniz, ama asla rezil olamazsınız."
"Türkiye'nin resmi dini iki yüzlülüktür."
Ve ben kendim için bu gidişle artık Mungan'ın bahsettiği o dört kişiyi de bulamayacağımdan korkuyorum!...
......
Ayyyy! Ama ben şairi değil ki, şiirini anlatacaktım....
‘’Yağmur herkese yağar, ama bazısının içine işler!’’
Bu kadar güzel olmak zorunda mıydı bu dizeler?
Osman AYDOĞAN
Herkes ve Birkaç Kişi
Yağmur herkese yağar
Güneş ısıtır herkesi
Mevsimler herkes içindir
Yalnız çığ altında kalan
Sele kapılan her zaman bir kaç kişi
Herkes içindir aşk da ayrılık da
Yalnızca bir kaç kişi ölür acıdan
Eskiden ölümle tartılırdı ayrılık
Kiminin hayatı yalnızca unutkanlıktan
Her şey, herkes için değildir oysa
Kimi hiç birşey öğrenmez karanlıktan
Yalnızlığı kullanmayı bilmez kimi
Kimi ayrılamaz karanlıktan
Yağmur herkese yağar
Ama çok az insan tutar yağmurun ellerini
Onca şarkı onca film onca roman
Ama sevmeye yetmez herkesin kalbi
Çığ altında kalan sele kapılan
Aşktan ve acıdan ölen
Bir kaç kişi dünyayı başka bir yer yapmaya yeter
Aslında onların hikayesidir anlatılan
Diğerleri dinler, seyreder, geçer gider
Geçer gider herkes
Hikayelerdir geriye kalan
Murathan Mungan
Buluşmak Üzere…
19 Ekim 2018
Geçen hafta Ahmet Muhip Dıranas'ın ''Olvido'' isimli şiirini paylaşırken yazmıştım; şiirin ufuklar açtığını, şiirdeki anlamın da şiirin sunduğu imgeden, hayalden kaynaklandığını, şiirin yaşamın anlamını aradığını, şiirin her okunuşunda şiirin yeniden doğduğunu ve okuyanın her okuyuşunda ona yeni ve farklı anlamlar yüklediğini...
Bu düşüncelerle bugün bir şiir daha paylaşacağım... Can Yücel'in bir şiiri: ''Buluşmak Üzere''
Mutat olduğu üzere önce açıklama sonra şiiri değil de bu defa önce şiiri veriyorum, sonra da açıklaması...
Buluşmak Üzere…
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım
Görüldüğü gibi şiir üç bölümden oluşur.
Birinci bölümde ‘’aşk’’ anlatılır.. Evinin kadınına olan aşk, yaşanan mutlu bir evlilik ve beraberlik anlatılır: ''Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın, dar attın kendini karşı evin sundurmasına, işte o evin kapısında bulacaksın beni…''
İkinci bölümde ayrılık ve cennet tasviri vardır: Erkek yaşlanmıştır... Ölümü beklemektedir... Ayrılık vakti gelmiştir... O çok sevdiği kadınından ayrılacaktır artık... Şairin kadınıyla cennette buluşma arzusu vardır. Ama bu cennet gökyüzünde değil, cennet olan Ege Denizinin altındadır: ''Çil çil koşuşan balıklar, lapinalar, gümüşler, eylim eylim salınan yosunlar, onların arasında bulacaksın beni…''
Üçüncü bölümde ise Cumhuriyet değerlerinin ve kazanımlarının savunulduğu meydanlara vurgu yapılarak daha özgür ve mutlu bir dünya için mücadele anlatılır. Bir anlamda bir vasiyet gibidir: ''Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı, herkes orda sen de ordasın, herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından, yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim, özgürlüğe mutluluğa doğru, her işin başında sevgi diyor.'' Belki de bu nedenledir meydanları, özellikle Taksim meydanını harab ederler, tarümar ederler, darmadağın ederler, şairi de mezarında bile rahat bırakmazlar, habire mezarını yıkarlar, tahrip ederler...
İşte bu nedenle yürek çağrısı bir şiirdir Can Baba’nın bu şiiri. İşte bu nedenle yürek burkan bir şiirdir Can Baba’nın bu şiiri. İnsana defalarca ama defalarca, bıkmadan, usanmadan, doymadan okuma arzusu veren bir şiirdir Can Baba'nın bu şiiri.
Şimdi bu şiiri yüreğiniz burkula burkula bir daha bir daha okuyun…
Diyelim ki haftanın her günü, bıkmadan usanmadan şiir paylaşan bir herif çıkmış ortaya…
Osman AYDOĞAN
Gününüz kutlu olsun!
17 Ekim 2018
Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan MÖ 209 yılı Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluş yılı olarak kabul edilir. O günden bugüne Göktürkler, Uygurlar, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti dâhil çeşitli Türk devletlerine hayat vermiş Türk ordusunun askerî tarihinde çeşitli sınıflar, rütbeler, hiyerarşiler vardır ancak bütün bu ordularda o günden (MÖ 209) 1951 yılına kadar ‘’Astsubay’’ sınıfı, rütbesi ve hiyerarşisi yoktur.
Yani 1951 yılına kadar Türk ordu geleneğinde ‘’ast’’ diye başlayan bir sınıf, bir sıfat, bir unvan, bir zümre yoktur. Ordunun ‘’Nefer’’i vardır, ‘’Onbaşı’’sı vardır, ‘’Çavuş’’u vardır, ‘’Mülazım’’ı vardır, ‘’Yüzbaşı’’sı vardır, ‘’Kolağası’’sı vardır, ‘’Binbaşı’’sı vardır, ‘’Kaymakam’’ı vardır, ‘’Miralay’’ı vardır, ‘’Mirliva’’sı vardır, ‘’Ferik’’i vardır, ‘’Müşir’’i vardır, vardır, vardır ama ‘’Ast'' ile başlayan bir sınıfı, bir zümresi, bir rütbesi, bir ünvanı yoktur. Bu orduda ayrıca ‘’Astsubay’’ sınıfı olmadığı gibi bugünkü anlamda ‘’Subay’’ ve ‘’General’’ sınıfı da keskin anlamlarıyla yoktur. Sadece askerlerin rütbeleri vardır… ‘’Er’’ de er değil, ‘’Nefer’’dir Nefer.
Türkiye’nin NATO’ya girecek olması nedeniyle NATO’ya (siz onu ‘’ABD ordusuna’’ diye anlayın) uyum maksadıyla 1951 yılında Astsubaylık Kanunu kabul edilerek ‘’Astsubaylığın’’ tanımı yapılır… Çeşitli düzenlemeler olduysa da o günden bugüne bu böyledir.
Hani günümüzde moda ya ‘’reform’’ yapmak… Günümüzde moda ya ‘’Osmanlıcılık’’ aşkı. Yapacaksanız eğer buyurun buradan yapın. Dönün eskiye, yeniden düzenleyin sınıfları, rütbeleri! Ne yani; Harbiye ‘’Kartal Yuvası’’dır da Balıkesir’deki Yüksek Okul da ‘’Şahin Yuvası’’ değil midir?... ''Ast'' da ne oluyor? Yokmudur o güzelim Türkçemizde bu kelimenin karşılığı olacak daha naif, daha latif, daha zarif bir kelime?
Ben müteakip satırlarımda ‘’Ast’’ sıfatını kullanmak istemezdim ama meramımı da bu düzenleme ile başka türlü de anlatamam…
29 Aralık 1962 tarihinde ‘’Türkiye Emekli Malül Müstafi Astsubaylar Yardımlaşma Cemiyeti’’ kurulur... Bu cemiyet 17 Ekim 1984 tarihinde ‘’Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD)’’ne dönüşür.
‘’Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD)’’nin kuruluş günü olan 17 Ekim de ‘’Astsubaylar Günü’’ olarak kutlanır.
Türk ordusunun gururu, belkemiği, cefakârı, vefakârı, emektârı arkadaşlarımın günlerini kutluyor, kendilerini saygıyla, şükranla ve minnetle anıyor, kendilerine sağlık, sıhhat ve afiyet diliyor, ebediyete intikal edenleri ve şehitlerimizi rahmet ve şükranla anıyorum.
Gününüz kutlu olsun!
Osman AYDOĞAN
Mâverâ
17 Ekim 2018
Dili felsefenin merkezine oturtan 20. yüzyılın Avusturyalı önemli bir filozofu vardı: Ludwig Josef Johann Wittgenstein (1889 - 1951).
Ölümünden sonra, defterlerinden, makalelerinden ve ders notlarından seçilmiş birçok yazısı yayınlanmış olmasına rağmen, hayatı boyunca yayınladığı bir tek kitabı vardır Wittgenstein’ın: Tractatus (Metis Yayınları, 2008)
Wittgenstein'in işte bu tek eseri Tractatus, felsefenin belirli bir dönemine son noktayı koyar; filozofun kendine göre bile felsefe "tükenmiştir" artık. Çünkü "üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı"dır. Bu ifade Tractatus'ta son cümledir: ‘’Üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı.’’
Bu yalnız ve güzel ülkemde de böyle olmuştur. Hak bitmiştir, hukuk bitmiştir, adalet bitmiştir, diplomasi bitmiştir, onur bitmiştir, gurur bitmiştir, tarım bitmiştir, ticaret bitmiştir, eğitim bitmiştir, kültür, sanat ve felsefe de bitmiştir, ticareti yapıla yapıla din de bitmiştir din...
Siyaset de bitmiştir. Siyasete ayrı bir paragraf açmamın nedeni siyasetin daha yeni bitmemiş olmasıdır. Bu memlekette siyasetin zemini yıldan yıla azala azala kaybolmuş, bitmiş, tükenmiştir. 1980 darbesinden sonra iğdiş edilircesine depolitize edilen bu toplumda, siyasetin alanı daraltılıp, daraltılıp, daraltılıp sonuçta bir kişinin belirlediği bir alana inhisar edilmiş, hapsedilmiş, sıkıştırılmış, hatta hatta muhalefet de yıllardır bu belirlenen alanda siyaset yapmaya mecbur bırakılmıştır…
Artık üzerinde konuşulacak hiçbir şey kalmamıştır. O zaman Wittgenstein’a kulak kabartacağız: ‘’Üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı.’’
Ben de öyle yapıyorum zaten üzerinde konuşulamayan konularda susuyorum…
Ancak her şeye rağmen bitmeyen ve bitmediği için de yaşama arzusu veren bir şey var: Şiir.. İşte benim de son yazılarımda kendimi şiire vermem de böyle bir düşüncenin ürünüdür. İyi ki şiir var…
Ancak sanırım bende de bir başka sıkıntı var. Divan şiirinin şaheserlerini sunuyorum Osmanlıca diye eleştiriyor arkadaşlarım, Türk şiirinin şaheserlerini sunuyorum dili ağdalı diye eleştiriyor arkadaşlarım. Dün yazmıştım ‘’Mehlika Sultan’’ı anlatırken; ‘’Mâverâ’’ nedir diye soruyorlar… ‘’Alem-i misal’’i neden kullandığımı merak ediyorlar… Daha önceleri yazmıştım bu sayfalarda; dilde Türkçeleşmiş yabancı kelimelerin varlığı bir zenginliktir aslında. Bu Türkçeleşmiş yabancı sözcükleri Türkçeden atamayız!... Attınız mı yerine yeni bir sözcük koyamayız!...
Güncel bir ifadeyle ‘’şampiyon Fenerbahçe’’ diye şarkı söylendiğimizde bir tek Türkçe sözcük kullanılmıyoruz. Çünkü ‘’şampiyon’’ Fransızca kökenli, ‘’fener’’ Rumca kökenli, ‘’bahçe’’ ise Farsça kökenli sözcüklerdir. Eğer yabancı sözcük diye ‘’fener’’ ve ‘’bahçe’’ sözcükleri Türkçeden atarsak Türk edebiyatı mı kalır ortada?
Şöyle basit bir cümle kuralım: ‘’Bakkaldan aldığım somun içine peynir koyup sandviç yaptım balkonda oturup hanımın getirdiği çay ve su beraberinde afiyetle yedim.’’ Bu cümle içerisinde sadece ‘’sandviç’’ yabancı sözcük gibi duruyor. Ancak kelimelerin kökeni incelendiğinde hiç de öyle olmadığı gözüküyor. Bakkal: Arapça, somun: Rumca, peynir: Farsça, Sandviç: İngilizce, balkon: Fransızca, hanım: Moğolca, çay: Çince, su: Çince, afiyet: Arapça, beraber: Farsça, yedim: ha bakın bu sözcük Türkçe işte! Görüldüğü gibi bu basit cümlede sadece ‘’yedim’’ sözcüğü Türkçe… Şimdi bu sözcüklerin hepsini yabancı kökenli diye atalım mı?
19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca- İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir. 1890’da 12 cilt halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bugün British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe- İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içeriyor. Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...
Neyse… Bu konu uzun ve hazin bir hikâyedir. Ben geleyim sadede! Dünkü yazımda ‘’Mehlika Sultan’’ şiirini anlatırken kullandığım, arkadaşlarımın sorduğu bir sözcük vardı: ‘’Mâverâ’’…
Nedir ‘’Mâverâ’’?
Mâverâ; sözcük olarak Arapçada "ile" ve "arkasında" kelimelerinin birleşmesiyle Türkçemize "ötesinde" anlamında geçen bir kelimedir. - mea (ile) + vera (arkasında)
Ancak anlam olarak Mâverâ; ''gaip'' demektir. Mâverâ; herhangi bir şeyin bittiği yer ve ötesi demektir. Mâverâ; ötelerin ötesi, ötesizliklerin de ötesi demektir... Mâverâ; görülen ve yaşanan âlemin ötesi demektir...
Zamansızlaştırılmış, sebepsizleştirilmiş bir ötedir Mâverâ... Eşyanın köleliğinden ve fizîkî alakalardan kurtulmuşluk, mâsivâdan arınmışlıktır Mâverâ... (Şimdi de ‘’mâsivâ’’ nedir diye soracaklar!) Gücün ne olursa olsun kendini hiç olmadığı kadar '’garip’' hissetmektir Mâverâ… Kendini unutmak demektir Mâverâ… Boşluğa doğru, Kaf Dağı’na doğru sonu gelmez bir yürüyüştür Mâverâ… Zamansızlıktır, mekânsızlıktır Mâverâ… Bilinenin ötesinde durup; herkesin bildiğini bilmemek, herkesin gördüğünü görmemek, herkesin geldiğine gelmemek, herkesin gittiğine gitmemektir Mâverâ…
Mâverâ kimisi için erişilmesi imkânsız bir aşk, kimisi için bir tutku ve varılmak istenen son konak yeridir… Kim bilir belki de gerçek aşkın sahibiyle buluşma yeridir Mâverâ... Ama şu bir gerçek ki; her canlının arzu ettiği, hayaliyle bile olsa ruhunu ve gönlünü dinlendirdiği bir yerdir Mâverâ… Görülen âlemin ötesi, ötelerin ötesidir Mâverâ…
İşte şimdi gelin de yabancı sözcük diye ‘’Mâverâ’’ kelimesini Türkçeden atın ve yerine öz Türkçe bir kelime koyun!...
‘’Kim karışır ki’’ adlı şarkıdan bir kıta şöyle yer alırdı:
‘’Kim karışır ki şu gökyüzüne,
İşte hepsi benim.
Özgürlük ikinci sınıf bir tat,
Sınırsızı isterim...’’
İşte o ‘’sınırsız’’ olandır Mâverâ…
Dün verdiğim ''Mehlika Sultan'' şiirinin de şairi Yahya Kemal Beyatlı'nın şöyle bir dizesi vardı:
"Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"
Dizede geçen ''eski musikimizden'' ifadesini ''eski kelimelerimizden'' olarak değiştirerek bir daha okuyun dizeleri... Başka ne diyem ben!
Osman AYDOĞAN
Mehlika Sultan
16 Ekim 2018
Kaf Dağı; masallarda yer alan, genellikle eski doğu ve daha çok İran mitolojisinde sözü edilen, aşılması güç olup dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten yapılmış bir dağdır. İran mitolojisine ait Zümrüd-ü Anka kuşu da bu dağda yaşar. Zümrüd-ü Anka'ya İranlılar ‘’Simurg’’ diye de adlandırır. Bu kuşun, dağın tepesinde köşke benzer bir yuvada yaşadığı, insanlar gibi düşünüp konuştuğu, çok geniş bir bilgi ve hünere sahip olduğu, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yaptığına inanılır.
Kaf Dağı'nın Kafkasya’da olduğu rivayet edilir ama nerede olduğu bilinmez. Masallarda oraya gidilir ama oraya varılmaz.
Kaf Dağı zihinlerde bir ‘’öte’’ imgesi yaratır. Kaybolmuşların, kavuşamayanların, yurt özlemi içinde yaşayanların, sürgünlerin, sürülmüşlerin rüyasıdır Kaf Dağı… Bu nedenle Kaf Dağı ‘’âlem-i misal’’ de görülebilen bir dağdır. Âlem-i misal ise uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal bir âlemdir. Simgeler, yansımalar âlemidir âlem-i misal. Mistik ve tasavvufi inanışlarda âlemin, evrenin dünya ile arasındaki geçit yeridir âlem-i misal. İlahi âlemden maddi âleme yani dünyaya geçerken, ruhların geçiş yoludur âlem-i misal … Platon (Eflatun)'un ‘’idealar dünyası’'nın hemen hemen aynısıdır, kısmen de olsa karşılığıdır âlem-i misal…
Kaf Dağı sadece masallarda değil, masalımsı şiirlerde de yar alır. Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk şiirine kazandırdığı bir şaheser olan ‘’Mehlika Sultan’’da da geçer Kaf Dağı... Şiirde sadece Kaf Dağı geçemez. Şiirde geçen; “çıkrığı yok kuyu”, “uzun gözlü, uzun saçlı peri”, “viran kuyu” gibi ifadeler ve “yedi” sayısı da masalsı unsurlardır. Bu haliyle şiir Asaf Hâled Çelebi’nin şiirlerine benzer. Birçok araştırmacı “Mehlika Sultan”ı Belçikalı şair Maurice Maeterlinck’in “Serres Chaudes” isimli masalsı şiirine de benzetirler.
Halil Cibran ‘’Her erkek iki kadına aşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır’’ derdi… İşte Halil Cibran’ın bahsettiği hayallerimizdeki aşkın somutlaşmış halidir ‘’Mehlika Sultan’’… Kaf Dağı'nın ardında yaşayan, hayallerimizi süsleyen ve kavuşmaya bir türlü vasıl olamadığımız dünya güzeli bir peridir ‘’Mehlika Sultan’’. Hayal edilen güzelliktir, sonsuzluğun sembolüdür ‘’Mehlika Sultan.’’ Zaten ‘’Mehlika’’ ismi de Farsça kökenli ‘’ay parçası, çok güzel kadın’’ anlamında bir kelimedir.
‘’Mehlika Sultan’’a âşık yedi genç ise Doğu klasiklerinde geçen meşhur yedilerdir... Yâni ''üçler, yediler, kırklar'' deyiminin ortancası. Bu yola düşenler üçler kadar az değil, ama kırklar kadar da çok değil, orta sayıda bir grup...
‘’Mehlika Sultan’’ bir kez bir gencin rüyasına girdi mi o genç âlem-i misalde Kaf Dağı'nın ardına o güzeli bulmaya yola çıkarmış. Ümitlerle çıkılan bu yolculuk hem zahmetli hem de hüsran dolu olurmuş…
Uzun sayılacak nitelikte olan şiirde sadece sözcüklerle anlatılır, tasvir edilir ‘’Mehlika Sultan’’; ‘’Bir hayâlet gibi dünya güzeli’’, ‘’Hepsi meşhûr, o muammâ güzeli’’.
Yedi âşık da rüyalarına girdiği hayallerindeki bu ‘’muammâ güzeli’’ aramak uğruna bir gün memleketlerini terk ederler ve yollara düşerler. Bu yolculuk her gün daha da uzar ve daha da ıstırap vermeye başlar. Niceleri bu yolda hayatlarını feda etmiştir ama Mehlika’nın kara sevdalıları varırlar Kaf Dağı'nın ardına. Kendilerini bekleyen tek şey ise çıkrığı olmayan bir kuyudur. Kuyunun çıkrığı olmayınca susuzluklarını da gideremezler... Suya bakınca gizli bir dünya görürler. Zannederler ki etrafı ölüm servileriyle çevrili bu dünya o muamma güzelin yaşadığı yerdir. İçlerinden birisi parmağındaki yüzüğü atar suya ve o gizli dünyanın son bulmasıyla ererler yolculuğun son demine.
Belki de ‘’Mehlika Sultan’’ın ölümsüz bir dünyada yaşaması gerektiği için atar içlerinden biri parmağındaki yüzüğü ve yaşatmaya devam ederler hayallerinin sonsuzluğunda dünya güzeli o periyi. Kalır yedi âşık Kaf Dağı'nın ardında ve geriye hiçbir zaman dönmezler.
”Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir” derdi Montaigne… İşte arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildi Mehlika Sultan…
‘’Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım’’ derdi Halil Cibran… İşte aşkı konuşmak için hiçbir sözcük bulamadığımız bir duyguydu Mehlika Sultan…
‘’İnsanın değeri ulaşmak istediğiyle ölçülür, ulaştığıyla değil’’ derdi yine Cibran… İşte ulaştığımız değil de ulaşmak istediğimiz bir hayaldi Mehlika Sultan…
‘’Siz, sevgiye yol göstereceğinizi sanmayın, çünkü sevgi sizde değer görürse, her yolu gösterir’’ derdi yine Cibran… İşte sevginin bize Kaf Dağı olarak gösterdiği bir yoldu Mehlika Sultan…
Belki de hayat ‘’Mehlika Sultan’’ların uğrunda yaptıklarımızdır, hayallerimize hedeflerimize uğraşma çabasıdır. Bir hedef, bir maksat değildir ‘’Mehlika Sultan’’. Kaf Dağı'na giden yoldur ‘’Mehlika Sultan’’. Kaf Dağı'nın ardına kadar ulaşamasak ta bu uğurdaki çabamızın ödülüdür ‘’Mehlika Sultan’’.
Biliyor musunuz ki şiirde bahsi geçen işte bu yedi gençten sonra ‘’Mehlika Sultan’'a âşık olup da Kaf Dağı'na doğru değilse de; bir mâverâya gidercesine Pamir'den Kuhi Baba'ya dek 650 km boyunca uzanan sıradağlar zinciri Hindikuş dağlarına doğru tek başına yola çıkan sekizinci genç de bendim!... Bu çok uzun emel gurbetinin yoktu ucu... Daimâ yollar uzadı, uzadı, uzadı... Aynada bir gizli cihân göründü... Sonra ayna düştü, hayal perdelerinin arasından bir akiscik çıktı aradan... Su çekildi rü'yâ oldu... Yolumun karanlığa saplanan noktasında bir hayâl âlemi peydâ oldu... Ve ben de göçtüm o hayâl âlemine... İnanmıyorsanız -ve de sabrınız varsa eğer- okuyun sitemdeki ''Şehriyar'a dair'' olan notları...
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç seneler geçti henüz gelmediler...
Osman AYDOĞAN
Mehlika Sultan
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı:
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Kara sevdalı birer âşıktı.
Bir hayâlet gibi dünya güzeli
Girdiğinden beri rü'yâlarına;
Hepsi meshûr, o muammâ güzeli
Gittiler görmeye Kaf dağlarına.
Hepsi, sırtında aba, günlerce
Gittiler içleri hicranla dolu;
Her günün ufkunu sardıkça gece
Dediler: ''Belki bu son akşamdır''
Bu emel gurbetinin yoktur ucu;
Daimâ yollar uzar, kalp üzülür:
Ömrü oldukça yürür her yolcu,
Varmadan menzile bir yerde ölür.
Mehlika'nın kara sevdalıları
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.
Gördüler: ''Aynada bir gizli cihân..
Ufku çepçevre ölüm servileri.....''
Sandılar doğdu içinden bir ân
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri.
Bu hâzin yolcuların en küçüğü
Bir zaman baktı o viran kuyuya.
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
Parmağından sıyırıp attı suya.
Su çekilmiş gibi rü'yâ oldu!..
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayâl âlemi peydâ oldu
Göçtüler hep o hayâl âlemine.
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Seneler geçti, henüz gelmediler;
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Oradan gelmeyecekmiş dediler!..
Yahya Kemal BEYATLI
Olvido
15 Ekim 2018
Geçen haftalarda Turgut Uyar, Muhyiddin Abdal, Hayyam, Tevfik Fikret, Vedat Türkali, Nâzım Hikmet, Attila İlhan ve Ahmet Hâşim’den şiirler paylaşmıştım. Bu siteyi takip edenler bilirler ki daha önceki haftalarda, aylarda, yıllarda çooook daha fazla şairimizin şiirlerini paylaştım...
Çünkü şiirin ufuklar açtığını, ufkun bilinmedik gerçeklerinin alanına yelken açtığını, şiirdeki anlamın da şiirin sunduğu imgeden, hayalden kaynaklandığını, şiirin yaşamın anlamını aradığını, araştırdığını düşünürüm. Yaşamın anlamını araştırmak da hem felsefenin hem de şiirin ve sanatın en başlıca işi olduğunu değerlendiririm. Aslında, söz konusu "anlam" da felsefe, şiir ve sanat aracılığıyla ''insan''ı aramak değil midir? Bu nedenle şiir felsefeye ve metafiziğe yakın durur diye kıymetlendiririm. Tüm bu çerçevede ise şair; kendi ruhunu bulan insan, şiir okuyan ise kendi ruhunu arayan insandır diye düşünürüm. Şiiri; duygudan yoksun olmayan düşünce ve düşünceden yoksun olmayan duygudur diye kabul ederim. Ve şiirin her okunuşunda yeniden yeni bir anlamla yazıldığını, okuyanın ona her okuyuşunda yeni ve farklı anlamlar yüklediğine inanırım.
Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına ‘’Fahriye Abla’’sıyla tanıdığımız Ahmet Muhip Dıranas’ın felsefi derinliği olan harika bir şiiri var: ‘’Olvido’’... Aynı zamanda benim şiir hakkındaki düşüncelerimin tamamını içinde somutlaştırmış bir şiirdir ‘’Olvido’’…
Olvido olarak yazıldığında "unuturum", olvidó olarak yazıldığında ise "o unuttu", isim olarak (el Ovido) kullanıldığında ise unutulmuşluk, meçhullük, yitiklik anlamına gelen bir İspanyolca sözcüktür ‘’Olvido’’...
Cemal Süreya'ya göre, Dıranas'ın şiirleri arasında 19. yüzyılın önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire karamsarlığının ve iç sıkıntısının en çok hissedildiği şiirdir ‘’Olvido’’...
Edip Cansever'in en sevdiği şiirlerden birisidir ‘’Olvido’’… Edip Cansever’e göre şiirimizin klasiklerinden, köşe taşlarından biridir, en başlarda gelendir ‘’Olvido’’… Edip Cansever'in; ''Bildiğim tek şey, yaşlanmayan bir şiirdir 'Olvido', Türk şiirinin başyapıtlarından biridir'' diye tanımladığı şiirdir ‘’Olvido’’...
Edip Cansever ‘’Şiiri Şiirle Ölçmek’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2009) isimli kitabında şunları yazar ‘’Olvido’’ için: “ 'İşte böyle kendime hayatımı anlatıyorum' diyen Nietzsche, ekler gibidir. 'Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı.' Bu sözleri bir an için şiire uygulayabilirsek, karşımıza sık sık çıkacak şiirlerden biri de 'Olvido'dur diyebilirim. Gerçekten de bütün dizeler güvercin ayaklarıyla doluşuyor şiire: Usul usul, sokulgan, biraz da ürkek. Ama bir toz ve tüy karışımını havalandırıyor gene de. Sessizliğin katılığı, sessizliğin yumuşaklığı bu... Sonra? Başlıyor yaşamını anlatmaya. Kime? Kime olacak, kendi yaşamını kendine. Dış dünya ile bir diyalog kurmuyor Dıranas. Kurmasın! Nasıl olsa fısıltılarla gelen o ürpertili monoloğu duyuyoruz biz. Ölüsüne iç çeken, yasını içine akıtan bir tragedya kişisi gibi konuşuyor kendi kendisiyle. Adı olmayan bir mevsimin içinde sanki haziransız, eylülsüz…''
Adı olmayan bir mevsimin içinde sanki haziransız, eylülsüz bir şiirdir ‘’Olvido’’... Türkçenin en kederli, en hüzünlü, en duygusal, en yumuşak ve en güzel bir şiiridir ‘’Olvido’’… Unutmanın sanki gamları, kederleri alacakmışçasına unutuşa en güzel seslenen bir şiirdir ‘’Olvido’’… Hava kararınca çöken aşk acısını, yalnızlığı, gamı, kederi, endişeyi ve bunlardan kurtulma çabasını en güzel anlatan bir şiirdir ‘’Olvido’’... Yalnızlığın başka hiçbir şiir tarafından bu kadar güzel anlatılamadığı bir şiirdir ‘’Olvido’’… Freud'un; ''Gerçeğin sesi yavaş çıkar'' sözünü haykırırcasına sizi rahatsız etmeden gerçekleri usul usul, sessiz sessiz, için için anlatan bir şiirdir ‘’Olvido’’... İçimizdeki o ince ve derin hüznümüzün en somut yansımasıdır ‘’Olvido’’…
Kızarmış, sararmış, solmuş sonbahar yapraklarının dallarından kopup salına salına düşüşü gibi içinizdeki karamsarlığı, kasveti, kederi, hüznü, yalnızlığı alıp salına salına yokoluşa gönderen bir şiirdir ‘’Olvido’’...
‘’Olvido’’da akşamüstüler hoyrattır, gün, yalnızlığımızla doldurup her tarafı, gitti mi saltanatıyla gider... ‘’Olvido’'da pişmanlıklar insanın ruhuna dalga dalga hücum eder, ruh atılan oklarla delik deşik olur... ‘’Olvido'’da aşkın güzelliği söylenmeyişindedir... ''Olvido''da şiirler kağıtlarda yarım bırakılır... ‘’Olvido'’da bir gülüşü olsun görülmemiş kadın aşkın aynasında ölümsüzdür... ‘’Olvido'’da unutuşun bizi gamlardan, kederlerden kurtarması istenir...
Her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan bir şiirdir ‘’Olvido’’…
Osman AYDOĞAN
Olvido
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! Ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.
Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.
Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.
Ey unutuş! Kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.
Ahmet Muhip DIRANAS
Pazar günü asla
14 Ekim 2018
"Pygmalion’’ eski bir mitolojik öyküdür. Bu öyküye göre; Kıbrıs prensi, heykeltıraş Pygmalion, tüm kadınların kusurlu olduğunu düşünüp ideal bir kadının heykelini yapmaya çalışır. Galatea adını verdiği bu eser, o kadar güzel olmuştur ki, Pygmalion kendi eserine umutsuzca âşık olur ve onun gerçek olduğunu düşünmeye başlar. Daha sonra heykel canlanır.
Bu öyküden yola çıkarak İrlandalı yazar George Bernard Shaw ‘’Pygmalion’’ isimli oyunu yazar. Oyunun konusu şu şekildedir: Üst tabakadan bir bilim adamı, bataklıktan çıkaracağı kaba saba konuşan eğitimsiz bir kadını kısa süre içinde büyüleyici bir sosyete gülüne dönüştüreceğine dair arkadaşı ile iddiaya girer ve sonunda yarattığı bu eserine âşık olur.
Bernard Shaw’ın bu eseri Türk filmlerine de uyarlanır... Bunlardan birisi ‘’Benim Tatlı Meleğim’’ adıyla gösterilen film, diğeri de 1942 yılında çevrilen ‘’Sürtük’’ filmidir. Filmde Avni Dilligil, Halide Pişkin ve Hulusi Kentmen gibi oyuncular rol aldılar. Eserin bir diğer Türk uyarlaması da 1960 tarihli ‘’Aslan Yavrusu’’ adlı Hulki Saner filmidir. Bu filmde de Orhan Günşiray, Leyla Sayar, Suphi Kaner, Ahmet Tarık Tekçe, İsmet Ay, Sami Hazinses ve Mualla Sürer oynarlar. Bu oyunun konusu Yeşilçam sinemasında bunlardan başka birçok filmde de işlenir.
İşte bu "Pygmalion’’ mitolojik öyküsünü esas alan 1960 yılı, Yunanistan - ABD ortak yapımı bir romantik komedi filmi var: ‘’Pazar Günü Asla’’ (Never on Sunday )
Amerikalı senarist ve yönetmen Jules Dassin’in senaryosunu yazıp yapımcılığını üstlendiği ve aynı zamanda da başrollerini Yunan sinema sanatçısı Melina Mercouri'yle paylaştıkları filmin özgün müziğini de yine Yunan müzisyen Manos Hacidakis bestelediği film Türkiye'de de 1962 yılında gösterime girer.
Film, Yunanistan'ın liman kenti Pire'de yaşayan, herkesin sevgilisi, hayat dolu, şakacı, altın kalpli ve eksantrik bir fahişe olan Ilya (Melina Mercouri) ile Yunan kültürü, tarihi ve hayat tarzıyla büyülenmiş eğitimli bir Amerikalı olan Homer (Jules Dassin)'ın öyküsünü anlatır. Homer, Ilya'nın yaşam tarzının kendisini büyüleyen Yunan kültürüne hiç de yakışmadığını ve bu kültürün yozlaşmasında onun da bir payı olduğunu düşünerek bu gamsız kadını doğru yola getirmeye çalışır. Bu açıdan bakıldığında film bir tür Pygmalion öyküsü gibidir.
İlginçtir, daha sonra filmde Homer'i canlandıran Amerikalı aktör ve sinemacı Jules Dassin, senatör McCarthy'nin ülkede başlattığı Komünist avı ve bunun için kurduğu cadı kazanının akabinde ülkesini terk ederek Fransa'ya yerleşir ve 1966 yılında da filmdeki rol arkadaşı Melina Mercouri'yle evlenir!
"Pazar Günü Asla", Mayıs 1960'da ilk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali'nde festivalin büyük ödülü olan Altın Palmiye'ye aday gösterilir ve filmin başrol oyuncusu Melina Mercouri'ye aynı yarışmada "en iyi kadın oyuncu" ödülü verilir. Film yine aynı kategorilerde Altın Küre ve BAFTA ödüllerine aday gösterilir. Film ayrıca dört dalda daha Oscar'a aday gösterilir.
Filmin özgün müziğini yapan Yunan besteci Manos Hacidakis, film için bestelediği ve filmde Melina Mercouri'nin Yunanca seslendirdiği "Ta paidia tou Peiraia" (Pire'nin Çocukları) adlı şarkıyla ‘’En İyi Orijinal Şarkı Akademi Ödülü'’nü kazanır.
Melina Mercouri'nin Yunanca seslendirdiği "Ta paidia tou Peiraia" şarkısını daha sonra İtalyan asıllı Fransız sanatçı Dalida (Iolanda Cristina Gigliotti) "Les enfants du Pirée" ismiyle Fransızca seslendirir. Ancak bu şarkının en güzel yorumu orijinal haliyle Melina Mercouri'nin yorumudur. Cıvıl cıvıl, fıkır fıkır çok güzel bir şarkıdır...
Hatta hatta şarkıyı beğenmişseniz eğer, yazımın sonunda verdiğim bütün bağlantıları dinleyin ta ki şarkı zihninizde takılmış bir plak gibi dönene kadar... Hatta bağlantılarını verdiğim şarkıların devamlarını da dinleyin! Ve görün ki şarkıdaki melodi ve şarkıya eşlik eden görüntüler bizlere ne kadar tanıdık!... Ve görün ki onlardan farklı olarak bizler yaşadığımız ince ve derin hüznün müziğini yapmışız!
Yazar Mehmet Eroğlu’nun ‘’Zamanın Manzarası’’ (Agora Kitaplığı, 2013) isimli bir kitabı vardı. Ve kitap şu cümle ile başlardı: “Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı…'' Filmde de öyleydi... Filmde Melina Mercouri mücevher takmamıştı ama gözleri vardı, gözleri!...
Bu filmde Melina Mercouri'nin mücevher gibi gülen ışıldayan gözleriyle, cıvıl cıvıl yaşam enerjisiyle ve yaşam sevinciyle Altın Palmiye ödülünü, ''En iyi kadın oyuncu'' ödülünü ve bu mükemmel şarkısıyla da ‘’En İyi Orijinal Şarkı Akademi Ödülü'’nü tabii ki fazlasıyla hak eder... Tabii ki böyle bir sanatçıyı da Yunanlılar unutmazlar ve Atina'da bir parka heykelini dikerler...
Bugün Pazar... Bırakın şimdi ülke gündemini, gamı, kederi, kasveti, rahibi, papazı... Hem bize ne elin papazından?.. Değil mi?... ''Papaz nasıl kaçtı?'' diye hayıflanacağınıza, ''Arda Turan neden Saray'ın kurullarında yer almıyor?'' diye hayıflanın!... Filmin adı gibi Pazar günü asla gam, keder, kasvet taşımayın! Bırakın zihninizdeki muzır soruları, her bir şeyi bu müziği dinleyin! Hatta vaktiniz varsa, bağlantısını da verdim işte bu filmi izleyin!
Sizlere güzel mi güzel, sıcak ve mutlu, musmutlu bir Pazar günü diliyorum...
Osman AYDOĞAN
Filmin tanıtım bölümünden Melina Mercouri ve "Ta paidia tou Peiraia" şarkısı:
https://www.youtube.com/watch?v=2Wap_KyNF_s
Şarkının potpuri şeklindeki Disco müziği olarak yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=RBdMvWQBINc
Filmden kısa bir bölüm:
https://www.youtube.com/watch?v=ZAh-RA6IjRQ
Filmden kısa bir bölüm daha:
https://www.youtube.com/watch?v=w_ri4D0Vync
Eğer filmin tamamını izlemek isterseniz onun bağlantısını da vereyim:
https://www.youtube.com/watch?v=GLtGEM1fct8
Melina Mercouri'nin Atina'da bir parktaki heykeli
Kabadayı!
13 Ekim 2018
Bugün Cumartesi… Şimdi bırakalım ciddi konuları, şairleri, onların atışmalarını, eski dilde yazılmış şiirlerini, sizlere bir fıkra anlatayım!
Mahallenin kabadayısıydı… Hem de şehrin en kabadayı mahallesinin kabadayısı idi... Boylu posluydu... Astığı astık, kestiği kestikti… Kimse kendisine yan gözle bakamazdı… Mahallede raconu sadece o keserdi... Mahallede sürekli olarak ceketi omuzunda, kasketi hafif öne doğru eğik, sağ elinde de sürekli salladığı tespih ile dolaşırdı. Zaman zaman da ceketini sağ koluyla geriye atarak altın kabzalı belindeki tabancasının görülmesini sağlardı. Mahallede, mahalle başında onun gelişini görenler hemen yolun kenarına çekilerek başları öne eğik, elleri önlerinde bitişik kabadayının geçişini beklerlerdi. Kavgada en çok da Osmanlı tokadını kullanırdı… Bir vurdu mu, alimallah, yere sererdi hasmını…
Bir gün yine kabadayı mahalle başında gözükür… Fakat bizim kabadayıda bir tuhaflık vardır… Kabadayı, başındaki kasketi yamulmuş, omuzundaki ceketi, pantolonu parçalanmış, lime lime olmuş, üstü başı per perişan, yüzünde morluklar, yara bere izleri ile o kabadayı yürüyüşünden hiç eser kalmamış, sallana sallana gelmektedir. Mahalleli merak içinde başında toplanır… Merakla, hayret içinde ve çekinerek sorarlar: ‘’Hayrola ağam, ne bu hal, ne oldu böyle sana?’’
Kabadayı hafiften doğrulur, mahallenin yüzüne mağruru mağrur bakar, sonra da tane tane anlatır başına gelenleri: ‘’Otuz kişiydiler... Etrafımı sardılar... Tabancamı istediler…’’ Sonra duraklar… Derin bir nefes alır… Mahalleli de devamını sormaya çekinerek merakla bekler… Kabadayı bir süre mahallenin yüzüne melül melül baktıktan sonra kısık bir sesle anlatmaya devam eder: ‘’Verdim tabiii… Ama kılıfını da isteselerdi, ben biliyordum yapacağımı…’’
Değil mi, iyi ki kılıfını da istemediler!
Osman AYDOĞAN
Ahmet Hâşim ve Nâzım Hikmet
12 Ekim 2018
Dün Ahmet Hâşim’in Türk şiirinde bir şaheser olan ‘’O Belde’’ isimli şiirini vermiştim… Mademki söz Ahmet Hâşim’den açıldı, bu yazımda da Ahmet Hâşim’den başlayayım Nâzım Hikmet ile bitireyim istedim. Bugün de Nazım Hikmet'in Ahmet Hâşim'e bir taşlama olarak cevaben yazdığı ''Cevap No. 2'' isimli şiirini anlatmak istiyorum.
Ama her iki şair arasındaki bağlantıyı kurmam için önce kısa bir bilgi vermek gerekiyor.
Nâzım Hikmet genç bir şairdir. Geçimini sağlamak için Babıâli'de ‘’Resimli Ay’’ dergisinde müsahhih (düzeltici) olarak çalışmaktadır. Daha sonra dergide şiirler, yazılar yayımlamaya başlar. İlk şiiri 1929 Haziranında “Yarıda Kalan Bir Bahar Yazısı” başlığıyla ve “İmzasız adam” adıyla basılır. Nâzım bu şiir ve yazılarıyla yeni bir şiir, yeni bir sanat anlayışı, yeni bir edebiyat anlayışı ile bütün gözleri üzerinde toplar ve edebiyatta yeniliğin sembolü haline gelir...
Babıâli’de o zamanlar eskiden de olduğu gibi bir ‘’‘yeniler’’ ve ‘’eskiler’’ tartışması vardır. Bu tartışma içinde Türk Ocağı da Hamdullah Suphi’nin liderliğinde eskiyi savunanların merkezi halindedir.
Nâzım Hikmet’in ‘’Resimli Ay’’ dergisinde dilden dile dolaşan şiirleri eski edebiyatı savunan edebiyatçıları çileden çıkarmaya başlar. Nâzım Hikmet’in ‘’Resimli Ay’’ dergisinde Haziran 1929 sayısında yayınlanan “Putları Yıkıyoruz” isimli yazı dizisi büyük infial yaratır. Nâzım Hikmet bu yazı dizisinde en çok yüceltilen şairlerden Abdülhak Hâmit ve Mehmet Emin için yazdığı eleştiriler büyük tepki çeker.
Bu yazı üzerine eskilerden Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ahmet Hâşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve hatta yenilerden Peyami Safa Nâzım Hikmet’e açıktan açığa saldırırlar. Gerçekten de Nâzım Hikmet edebiyatta putları yıkıyordu. Bu kadar tepki çekmesi de olağandı.
Nâzım Hikmet 1929 yılında ‘’835 Satır’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) adlı şiir kitabını yayınlar. Kitap, Türk edebiyat dünyasında bir bomba gibi düşer. Biçimiyle olduğu kadar içeriğiyle de edebiyat dünyasında büyük yankılar uyandırır. Aşırı yergilerle övgüler birbirini kovalar. O kadar ki, o günlerin en gözde şairlerinden Ahmet Hâşim bile yeni akımına karşı olmasına rağmen Nâzım Hikmet’i alkışlamaktan kendini alamaz:
“… Şair müheykel bir şekil halinde semanın maviliğine karşı durmuş, cidden tuhaf; fakat ahengi cidden emsalsiz bir garip aletin tellerini söyletiyor. Bu vezin bildiğimiz vezinlerden değil, bu lisan şiirin bugüne kadar kullandığı lisana benzemiyor… Bu şiirin eskisine nazaran rüçhanı muhakkak... Eskiden şiir bir tek düdükle söylenirdi. Nâzım Hikmet Bey bir tek âlet yerine koca bir orkestra takımı vücuda getirmiş…”
Başlangıçta Nâzım Hikmet için olumlu konuşan, yazılar yazan Ahmet Hâşim, Yakup Kadri eski-yeni kavgası başlatınca eskilerin yanında yer alarak Nâzım'ı alaya alan, suçlayan yazılar yazmaya başlar. Ahmet Hâşim’in Nâzım Hikmet’e olan karşıtlığının özünde Nâzım Hikmet’in Mehmet Emin’in milli şair olamayacağına dair yazdığı makalesinin yatıtığı düşünülür.
Bu arada Ahmet Hâşim bir mülakatta ("Üç Büyük Üstadla Mülâkat", Kâzım Sevinç, Garba Doğru, 1 Ağustos 1930), Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na Nâzım Hikmet hakkında şunları söyler:
‘’….. . Bir edib, diğer bir edibe benzemeyen adam diye tarif edilmelidir. Binaenaleyh, mademki yeni birtakım imzalar var, o kadar da yeni edebiyatların mevcut olduğuna inanmalıyız. İsimlerini yeni işitmeye başladığımız yeni ediblerin en kabiliyetlisi serbest nazımla şiir yazan bir genç imiş. Bazı şiirlerini okudum. Bana öyle geliyor ki, bu zatın yeniliğine vaktiyle Fecr-i âti'nin yeniliğine yapılan itirazlar yapılabilir. Onlar Régnier ve Samain'i taklit ederlerdi. Bu genç şair de, geçenlerde intihar eden, Bolşevik şairi Mayakovski'yi taklit ediyor. Mayakovski'den haberdar olmayanlar, bizde, yeri göğü sarsan, emsalsiz bir dâhinin, bir mucizenin dünyaya geldiğini zannettiler. Bunda biraz mübalağa olsa gerek. Külhanbeyi lehçesiyle şiir yazmağı ilk düşünüp yapan Mayakovski'dir. Şiire muhatap olarak efendiyi ihmal edip sokak serserisini intihap eden yine odur. O da kundurasından, çizmesinin çivilerinden bahseder, o da Goethe'ye, Shakespeare'e küfürler savurur, filozoflara söğüp sayar. Onun da bazı kitaplarının serlevhaları rakamlıdır. Bu estetik güzel veya çirkinse şeref veya kusuru münhasıran Mayakovskiy'ye aittir.
Taklit eden adam dâhi de olsa, ne yazık ki, dâhi bir mukalitten başka bir şey değildir. Nitekim her gün ‘835 Satır’ın (Nâzım Hikmet'in Mayakovski çizgisine yöneldiği şiir kitabının adı) ne mükemmel taklitlerini, mecmualarda görüyoruz. Esasen bu şiirin de taklit olduğu şundan belli ki, bahsettiği şeylerin hiç birini tanımıyoruz. Burjuva, nasıl şeydir? Proletarya ne cins bir kuştur? Kızıl süvarilerden, beyaz süvarilerden bahsediyor. Müthiş bir ‘duvar’a meydan okunuyor. Hangi süvariler, hangi duvar? Bütün bunlar Merih gibi, dünyamıza tamamen yabancı bir âlemin dedikodusudur.’’
Nâzım Hikmet de cevap vermede gecikmez, cevabını da hemen yapıştırır… Tabii ki de şiirle... Nâzım Hikmet’in Ahmet Hâşim’e cevap verdiği şiirinin adı: ‘’Cevap No. 2’’dir. Nâzım Hikmet kendisine saldıran edebiyatçılara ‘’Cevap No. 1’’, ‘’Cevap No. 2’’ ve ‘’Cevap No. 3’’ isimleriyle taşlama şiirlerini kaleme alır. Yakup Kadriye ‘’Cevap No. 1’’ şiiri ile Ahmet Hâşim’e ‘’Cevap No. 2’’ şiiri ile Hamdullah Suphi’ye ise ‘’Cevap No. 3’’ şiiri ile cevap verir.
Biraz uzuuun bir bilgi oldu ama bunları anlatmam gerekiyordu Nâzım Hikmet’in Ahmet Hâşim’e cevaben yazdığı ‘’Cevap No. 2’’ şiirini anlamak için. Nâzım Hikmet “Cevap No. 2” adlı bu şiirinde Ahmet Hâşim’i yerden yere vurur, ona hakaretler yağdırır ve edebiyat dünyasında Ahmet Hâşim’in kurtulamayacağı bir sıfat olan “Bağdadî Şaklaban” sıfatını Hâşim’e yapıştırır. Nâzım Hikmet’in cevabını okumadan önce şunu da bilmemiz gerekir: Ahmet Hâşim Bağdatlıdır. Bağdat doğumludur…
Ahmet Hâşim'in de bu yergi şiirini okuduğu gün yanındakilere hiçbir öfke belirtisi göstermeden, "Uşak ile kuşağı iyi kullanmış," dediği söylenir. Şiiri okurken Nâzım'ın ''uşak'' ile ''kuşak'' sözcüklerini bir nasıl hakaret maksadıyla kullandığını görürsünüz.
Görüyorsunuz ya; eski insanlar (Ahmet Hâşim) ne engin hoşgörülü insanlarmış, eski şairler de (Nâzım Hikmet) ne ileri görüşlü şairlermiş! Bakın etrafınıza, TV'lere, sözde basına, Nazım'ın şiirinde bahsettiği ''İki Serseri''yi her yerde görürsünüz. Alın bu şiiri günümüzdeki istediğiniz kişiye, istediğiniz şekilde uyarlayın! Şiir sanki günümüze, günümüzdeki şaklabanlara hitaben yazılmış...
Osman AYDOĞAN
Cevap No. 2
İki serseri var:
Birinci serseri
köprü altında yatar,
sularda yıldızları sayar geceleri..
İki serseri var:
İkinci serseri
atlas yakalı sarhoş sofralarında
Bağdatlı bir dilencinin çaldığı sazdır.
Fransız emperyalizminin
idare meclisinde ayvazdır.
Ben:
Ne köprü altında yatan,
ne de atlas yakalı sarhoş sofralarında
saz çalıp Arabistan fıstığı satan-
-ların
şairiyim;
topraktan, ateşten ve demirden
hayatı yaratan-
-ların
şairiyim
ben.
İki serseri var:
İkinci serseri
yolumun üstünde duruyor
ve soruyor
bana:
"PROLETER
dediğimin
ne biçim kuş
olduğunu?"
Anlaşılan
Bağdadî şaklaban
unutmuş
Mösyö kimle beraber
Adana-Mersin hattında o kuşu yolduğunu...
İki serseri var:
İkinci serseri
pencerelerden bir gölge gibi girer
geceleri..
İki serseri var:
İkinci serseri
halkın alınterinden altın yapanlara
kendi kafatasında hurma rakısı sunar.
Ben hızımı asırlardan almışım,
Bende her mısra bir yanardağ hatırlatır.
Ben ki halkın ne alınterinden on para çalmışım
ne de bir şairin cebinden bir satır...
İki serseri var:
İkinci serseri
meydana dört topaç gibi saldığım dört eseri
sanmış ki yazmışım kendileri
için.
Halbuki benim
bir serseriye hitap eden
ikinci yazım işte budur:
Atlas yakalı sarhoş sofralarının sazı
Fransız sermayesinin hacı ayvazı
bu yazdığım yazı
örse balyoz salanların şimşekli yumruğudur
katmerli yağ yağ ensende
Ve sen o kemik yaladığın
sofranın altına girsen de
-dostun KARAMAÇABEY gibi-
kaldırıp kaldırıp yere çaaal-
mak için
canını burnundan aaal-
mak için,
bulacağım seni..
Koca göbeklerin Russel kuşağı sen,
sen uşşşak murabbaı,
sen uşşşak mik'abı
satılmış uşşakların uşşşağı sen!!!
(Nâzım Hikmet: Portreler, Yeni Kitapçı, İstanbul 1935)
''O Belde''nin güzel, ince, sâf ve leylî kadınları...
11 Ekim 2018
19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’nin (1821-1867) bir sözü vardı. Derdi ki Baudelaire; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir.’’
20. yüzyılın en büyük Fransız şairlerinden Paul Valery (1871 - 1945) de ‘’çeviri şiiri öldürür’’ derdi... Ben de bu nedenle hep şiirleri kendi lisanından okumak isterim. Almancam nedeniyle Alman şairlerinden bu konuda sıkıntım yok. Arapçam nedeniyle de Osmanlıca yazılmış şiirlerde de Divan edebiyatında da bir sıkıntım yok... Ancak sırf Baudelaire’ni anlamak için Fransızca öğrenmek isterdim...
Neyse.. Dün sizlere Attila İlhan'ın ''Ne kadınlar sevdim zaten yoktular'' dizeleriyle başlayan ''Böyle bir sevmek'' isimli şiirini anlatınca sizleri bugün de aç, -pardon- şiirsiz bırakmak istemedim... Bugün de sizlere Attila İlhan'ın bu şiiriyle hemen hemen aynı konuyu işeleyen, aynı anlamı veren bir başka şairimizin bir başka şiirini anlatmak istiyorum.
Charles Baudelaire Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairidir. Baudelaire’nin "Uzak İklimlerin Kokusu" isimli bir şiiri var. Baudelaire bu şiirinde kendi melankolik dünyasını anlatırcasına; "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir..." der... Bu şiirden alınmış bir dörtlük:
"Doğanın bahşettiği görülmemiş ağaçlar
Ve tatlı meyvelerle bu bir uyuşuk ada
ince, güçlü kuvvetli erkekler var orada
Temiz kalpliliğiyle şaşırtıcı kadınlar"
Baudelaire bu şiirinde temiz kalpli kadınlarla dolu ütopik bir adadan bahseder…
Kendisi de Baudelaire gibi melankolik olan, yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları hiç eksik olmayan Ahmet Haşim ise Türk şiirinde bir şaheser olan "O Belde" isimli şiirinde de Baudelaire’nin temiz kalpli kadınlarla dolu adası gibi temiz kalpli kadınların olduğu ‘’O Belde’’yi anlatır. ‘’O Belde’’de; o belde, kadın ve şair anlatılır.... ‘’O Belde’’de; hüzün, akşam ve kadın vardır… ‘’O Belde’’ de Baudelaire’nin adası gibi ütopyadır, hayaldir. Bu hayal ürünü beldede masum, ince, huzur veren kadınlar vurgulanır. “O Belde” kadınları güzel, ince, saf ve leylîdir. Hepsinin gözlerinde hüzün ve sükûn vardır.
''Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!''
Hepsi de kız kardeş ya da sevgilidir, annedir. Şair daha yedi yaşında çocukken annesini Bağdat’ta kaybetmiştir. Şiirde geçen akşamlar ile Bağdat’ta Dicle kenarındaki akşamlar arasında benzerlikler vardır.
Şair yaşadığı hayattan mutlu değildir ve ‘’O Belde’’de hayale sığınmaktadır. “O Belde” ile daha mutlu olacağı, düşsel bir dünya kurar şair. ‘’O Belde’’de her şey yerli yerindedir, insan daha mutludur. ‘’O Belde’’ ideal bir liman, eşsiz bir sığınaktır. Ama ‘’O Belde’’de yine de bir hüzün vardır. Kadınların leylî olması, kamerin hüzünlü, denizin hasta olması şairin iç dünyasını da yansıtır. Deniz için kullanılan “hasta” sıfatı üzüntü hâlini göstermektedir.
Şiirde akşam, çirkinliklerden, ikiyüzlülüklerden ve kötülüklerden arınmış bir dünyanın başlangıcıdır. Bu nedenle "O Belde"de şair de kadın da özlemle akşam ufuklarına bakarlar.
Şiirde kadın güzeldir. Ancak bu güzellik maddi değildir. Kadın güzeldir; akşam ufuklarına özlemle bakabilen gözleri vardır. Kadın güzeldir; çünkü yüreğinin en hassas yerinde ince bir hüzün taşımaktadır.
''Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var.''
Şiirde akşamla kadın bütünleşir, özdeşleşir. Bu bütünleşmenin, bu özdeşleşmenin bir sonucu olarak akşam, kadının güzelliğinde toplanır.
Akşamın ilerleyen saatlerinde, acılara sığınak olan, düşüncelere liman olan mavi bir deniz, sevimli yüzünü bize gösterir.
Ancak bütün bu kavramlar; kadın, akşam, deniz ve şair, hüzünden anlamayan, yalnızca maddeyle ilgilenen insana yabancıdır:
“Melali anlamayan nesle âşinâ değiliz.”
Çünkü bu tür insanlar, şairi böyle hayallenmeleri için "budala", kadını ise yalnızca genç bir kadın olarak, maddi olarak değerlendirir. Oysa anlam gözlüğünden bakıldığında, kadın gençliği için değil, içinde taşıdığı hüzün için güzeldir:
“Sana yalnız bir ince taze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer
Bu sefil iştihâ, bu kirli nazar
Bulamaz sende bende bir mânâ”
Deniz ve akşamın da bir ruhu vardır. Onlar da insan gibi acı çeker, kıskanır ve gücenir. Onlardaki bu duygulanmayı, ancak hüzünden anlayanlar bilebilir. Somut hayat görüşü taşıyan insanlar, ne denizde, ne akşamda, ne kadında, ne de şairde bir anlam bulabilir. Akşamdaki hüznü, denizdeki gücenikliği ve isteksizliği ise hiç göremez.
Şair ve kadın için, akşamla başlayan ve mavi gölgeli bu beldeden uzak ve ayrı yaşamak bir gurbettir. Bu ideal beldeye ulaşmak mümkün değildir. Hayal edilen bu belde, dünya üzerinde olmayan bir yerdir. O beldenin yanı başında duran deniz ruhlara sürgit huzur verir.
''Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.''
Oradaki kadınlar hep güzeldir. Çünkü geceye aittirler. Akşam, yüzümüzdeki bütün ayrıntıları ortadan kaldırdığı için, akşamla birlikte her şey güzeldir. Geceye karışan, geceyle bütünleşen bütün kadınlar da o beldede güzeldir. Çünkü hepsinin gözlerinde hüzün bulunmaktadır.
Hissetmesini bilen kadın güzeldir.
Dün sizlere Attila İlhan'ın ''Böyle bir sevmek görülmemiştir'' isimli şiirini anlatmıştım.. Bu şiirde Attila İlhan ''Ne kadınlar sevdim zaten yoktular'' diyerek hayalindeki kadını aradığını söylemiştim. ''O Belde'' isimli bu şiirinde de Ahmet Haşim hayalindeki ülkeyi ve bu hayal ülkesinde hayalindeki kadınları arar, ancak bu arayışın sonu yine hüsrandır. Sonunda şair, gerçeğe teslim olur. Ve bizi, bizleri, hepimizi, kaderimizi anlatır:
“Ve mâi gölgeli bir beldeden cüda kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz.”
(Ve uzak mavi bir ülkeden ayrı kalarak
bu yerde bu sürgün ve hasrete ebediyen mahkûmuz.)
Evet...
Eyyyy ''O Belde''nin hissetmesini bilen, yüreğinin en hassas yerinde ince bir hüzün taşıyan, güzel, ince, sâf ve leylî kadınları! Bizler, bizler, bizler bu yerde, bu sürgün ve bu hasrete ebediyen mahkûmuz! Ve bizler, bizler, bizler melali anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Gerçek hayat karanlık, mağmum, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Aşk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken ''O Belde''de ve ''O Belde''nin gözlerinde hüzün ve sükûn olan, güzel, ince, sâf, leylî kadınlarının özlemi içinde sonsuz bir melankoliyle ezilip kalır insan...
Anlıyor musunuz?
Osman AYDOĞAN
Şiirin aslını vermeden önce genç arkadaşlarım için küçük bir sözlük vermek istiyorum:
Melâl-i hasret ü gurbet: Hasret ve gurbet üzüntüsü
Ufk-ı şâm: Akşam ufku
Mesâ: Akşam
Âlâm-ı fikir: Acılı, hüzünlü düşünceler
Mersi: Liman, sığınak
Melal: Hüzün, keder
Âşinâ: Tanık
Gam-ı nermîn: Hafif üzüntü
Muğber: Gücenmek
Lerze-î Istitâr: Gizli dalgalanma
Menâtık-ı dûşîze-yi tahayyül: El değmemiş hayal bölgeleri
Ârâm: Durmak, dinlenmek
Sükûn-ı menâm: Uykusuz gece
Nefy ü hicre: Sürgün ve ayrılık
İşte şimdi Türk şiirinde bir şaheser olan ‘’O Belde’’
Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...
O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...
O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz...
Mehmet Fuat’ın Türkçesi ile ‘’O Belde’’
denizlerden
esen bu ince rüzgar saçlarınla eğlensin.
bilsen
özlem ve gurbet sıkıntısıyla akşam ufkuna bakan
bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne güzelsin!
ne sen
ne ben,
ne de güzelliğinde toplanan bu akşam,
ne de düşünce acılarına bir liman
olan bu mavi deniz
iç sıkıntısını anlamayan kuşağa yakın değiliz.
sana yalnız bir ince genç kadın,
bana yalnızca eski bir budala
diyen bugünkü insan,
bu düşük açlık, bu kirli bakış,
bulamaz sende bende bir anlam,
ne bu akşamda ince bir kaygı,
ne de durgun denizde bir gücenik
içine kapanma ve isteksizlik titreyişi.
sen ve ben
ve deniz
ve bu akşam ki, titreyişsiz, sesiz,
topluyor ruhunun kokusunu sanki,
uzak
ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkumuz...
o belde?
durur el değmemiş hayal bölgelerinde;
mavi bir akşam
hep dinlenir üstünde;
eteklenir deniz
döker ruhlara bir uyku durgunluğunu.
kadınlar orada güzel, ince, temiz, geceye bağlıdır,
hepsinin gözlerinde hüznün var,
hepsi kızkardeştir veya sevgili;
gönüldeki üzüntüleri yatıştırmayı bilir
dudaklarındaki ağlayan öpücükler, yahut,
o gözlerindeki çivit rengi soru sessizliği.
onların ruhu gücenik akşamdan
yoğunlaşmış menekşelerdir ki
durmadan durgunluk ve susmayı arar;
ayın hüznünün ışıksız alevi
sığınmış sanki yalnız ellerine.
o kadar çelimsiz ki, ah, onlar.
onların dilsiz ve ortak hüzünleri,
sonra dalgın akşam, o hasta deniz
hepsi benzer o yerde birbirine...
o belde
hangi bir hayal anakarasında?
hangi bir uzak ırmak ile çevrili?
bir yalan yer midir, veya var olan,
ama bulunmayacak bir hayal sığınağı mı?
bilmem ... yalnız,
bildiğim sen ve ben ve mavi deniz
ve bu akşam ki uzun uzun titretiyor
bende hüzün ve ilham tellerini.
uzak
ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular...
10 Ekim 2018
‘’Böyle Bir Sevmek’’ Attilâ İlhan'ın sekizinci şiir kitabının adıdır. (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016) ‘’Böyle Bir Sevmek’’ şiiri ise kitaba ismini veren Attila İlhan’ın en güzel şiirlerinden birisidir.
Bu şiiri Attilâ İlhan Ankara’da yaşarken yazar ve kitabının ‘’Kavaklıdere Baladları’’ adlı bölümde yer verir. İlk kez ‘’Varlık Dergisi’’nde yayımlanır, sonra Rauf Mutluay 4 Mayıs 1975'te Cumhuriyet gazetesinde yayımlar...
Daha önce sizlere Murathan Mungan’ı tanıtırken onun bir sözüne yer vermiştim. Murathan Mungan ‘’Türkçe’yi çok iyi kullanan bir yazardır, şairdir’’ demiştim. Ve ‘’bu özelliğini de şöyle anlatır’’ diye devam etmiştim: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin. "
İşte Attilâ İlhan da Murathan Mungan’ın tarif ettiği Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen üç-beş yazardan birisiydi. Attilâ İlhan içimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan bir şairdi.
‘’Hiçbir dil insanın hissettiklerini anlatmaya muktedir değildir derler’’ ama sanırım bu ifade Murathan Mungan ve Attila İlhan gibi şairler için geçerli değildir.
Attila İlhan'ın gönüllere girmiş, dillere sinmiş, okuyan herkes için adeta içselleşmiş şiirlerinden birisidir "Böyle bir sevmek".
Türk edebiyat tarihinde bir erkeğin ağzından, gönlünden, ruhundan ve kalbinden çıkabilecek en içten sözcüklerle bir aşk, bir sevda yakarışıdır ‘’Böyle bir sevmek’’.
‘’Böyle bir sevmek’’, "şöyle bir sevmek" değildir.
‘’Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir’’
Bir kadın nasıl bu kadar güzel, nasıl bu kadar hoş, nasıl bu kadar tatlı ve nasıl bu kadar masum ifade edilebilir, bir şiir nasıl bu kadar insanın ruhuna dokunabilir, insanın gözlerini nemlendirebilir, bu dizeler nasıl bu kadar güzel olabilir?
Bu şiir; bizlere, aşkın; karşı taraftan ziyade kendi içimizde yaşadığımız, büyüttüğümüz, putlaştırdığımız bir duygu olduğunu, içten bir dille izah eder. Âşık olduğumuz "şey" aslında çoğu zaman da bir hayalden ibarettir...
Halil Cibran derdi zaten; ‘’Her erkek iki kadına âşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.’’
Bu duygudan, yüzyıllar önce Nedim bir gazelinde dem vururdu:
"Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim
bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana"
Dostoyevski’nin ‘’Beyaz Geceler’’ kitabında da şöyle bir bölüm geçerdi: "Âşık mı oldunuz? Kime?'' ''Hiç kimseye. Bir ideale. Düşüme giren kadınlara…"
Yine Dostoyevski’nin ‘’Yeraltından Notlar’’ isimli kitabında da şöyle bir ifade vardı: ‘’Hayal dünyamda bu ‘güzel ve yüce şeylere’ sığınarak ne aşklar yaşadım… Gerçek hiçbir varlıkla ilgisi olmayan, bütünüyle hayal ürünü bu aşklar sayesinde ruhum öylesine cömertçe doyuyordu ki, sonradan gerçek bir aşka ihtiyaç bile duymuyordum. Gerçek birini sevmek benim için gereksiz bir lüks olurdu.’’
William Shakespeare'in ‘’Othello’’ isimli oyununda da geçerdi; ‘’Beğendiğimiz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, aşk sanıyorsunuz!’’
Ama bu duygunun en güzelini de Attilâ İlhan kendisi anlatırdı:
"Yokluğum fazla uzayabilir, zaman zaman, dediklerimi dinleyerek saptarsın ki: hayatta kimse kimseyi anlayamaz, kimse kimsenin yerini tutamaz; aşk dediğimiz, ya vahim bir yanlış anlaşılmadır, ya kötü bir hayal kurma tarzı: İki kişinin ikisi de, öbürünün yerine hayal kurmaya kalkıştığından, sukut-u hayaller eksik olmaz! Sen dediğime kulak ver, kendimizden başkasını sevemiyoruz; sevdiğimiz, şahsiyetimizin dışlaştırılmış, bir başkasının üzerinde somutlaştırılmış hayali; o başkası da kendisini üçüncü bir şahıs üzerinde dışlaştırır, somutlaştırır: Arada ahenk kurulamaz, nasıl kurulsun, sevdiğimizle sandığımız farklı!
Muvaffak bir çift, yalnızlığa tahammülü yüksek iki insan manasını taşır: Çift demek, yanyana iki yalnızlık demek, beraber bile olamamış, kesişmesi bile zor! Onun için böyle bir hayatı, içine girip kurbanı olmadan yaşayacaksın, yani uzaktan. Uzaktaki, soyut, hemen hemen yok bir şahsı sevmekten güzelini tasavvur edemiyorum. Yakında olmayan sevgili tahayyülde yaşatılır, hayalde yaşamak az evvel açıkladığım kaideye uygun olarak, onu kendine benzetmektir; yanında bulunmayacağından, o buna ne itiraz edebilir, ne müdahale: Sevdiğini hayalinde değiştirdikçe, kendine benzettikçe daha çok seversin, böylece denge korunmuş olur.
Sevmek! Sevmek esasında alıp başını gitmektir, sevgiliden uzaklaşan mutlak aşka yaklaşır, sevdiğini gönlünde kendi bildiğince yeniden yaratarak..”
Hani derlerdi ya ''uzaktan sevmek aşkların en güzelidir'' diye... Attilâ İlhan da hem yazısında hem de şiirinde bunu söylüyor işte...
Yine Attila İlhan ''Böyle bir sevmek'' şiirinde de bu düşüncesini en net şekliyle ifade ediyordu: ''Ne kadınlar sevdim zaten yoktular...''
Bu sonbahar günü ülke gündeminden, gamdan, kederden, kasvetten, soğuktan uzaklaşmak istiyorsanız, içinizi ve ruhunuzu ısıtmak istiyorsanız bu şiiri okuyun derim.
Bugün Attila İlhan'ın vefatının 13. yılı... Bu büyük şairi 10 Ekim 2005 tarihinde kaybetmiştik. Kendisini bu şiiriyle (Böyle bir sevmek) ve bu şiirinde geçen ''Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular..'' dizeleriyle anmak istedim...
Ruhu şâd olsun...
Osman AYDOĞAN
Böyle Bir Sevmek
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir.
Ne kadınlar gördüm zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir
Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala arasıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkı belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir
Yalnızlıklarımda elimden tuttular
Uzak fısıltıları içimi ürpertir
Sanki gökyüzünde bir buluttular
Nereye kayboldular şimdi kimbilir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir.
Attila İlhan
Bir not: Eğer bu şiiri bir kadın yazsaydı muhtemel ki bu kadar uzun uzun yazmazdı diye düşünüyorum... Uzatmadan bir dizede anlatırdı anlatacaklarını:
''Ne erkekler sevdim zaten bo....tular...''
Hasta Siempre
09 Ekim 2018
‘’Hasta Siempre’’ okunuşu "asta siempre", anlamı; "sonsuza dek". Che Guevara'nın anısına yazılmış bir ağıttır. Küba'nın ‘’Guantanamera’’ ve ‘’Chan Chan’’ ile birlikte en tanınmış şarkılarındandır. Sözleri Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla'ya, bestesi ise Şilili şarkıcı ve müzisyen Victor Jara'ya aittir. Victor Jara, muhtemel ki bu eserini vıcık vıcık ortamlarda şarkının anlamını bilmeyenler tarafından dans edilsin diye bestelememiştir!.
Şarkının ortaya çıkış süreci ise şu şekildedir:
Che Guevara devrimden sonra Küba’da bir müddet bakanlık yapar. Ancak bürokrasiden çabuk sıkılır. Ayrılır bakanlıktan ve komünist devrimleri sağlamak için önce Kongo sonra Bolivya’ya gider. Bir başka ihtimal de Fidel Castro ile olan fikir ayrılığıdır. (Castro Sovyetlerle yakınken, ülkenin iki numarası Che ise Sovyetlerden haz etmeyip Çin’deki komünizme yakın durur.)
Che, Fidel Castro’ya bir veda mektubu yazar. Bu mektupta parti başkanlığından, bakanlıktan, ordudan ve hatta Küba vatandaşlığından ayrıldığını yazmaktadır. Fidel’in şahsına yazılmış bu mektup ulusal radyodan okunarak halka duyurulur. Küba’da pek sevilen Che’nin vedası halkı oldukça üzer. (Bir rivayet aslında Che’nin bu mektubun kendi ölümünden sonra halka açıklanmasını istediğidir.)
Che mektubu “hasta la victoria, siempre” (zafere kadar, daima) sözleriyle bitirmektedir. Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla işte bu sözlerden etkilenerek ve esinlenerek bildiğimiz şarkıyı yazar.
Şarkının ilk kaydı her ne kadar 1965 yılındaysa da iki yıl sonra 1967’de Che’nin Bolivya’da yakalanıp öldürülmesinden sonra çok daha popüler olur. Şarkı günümüze kadar 200 civarında şarkıcı veya grup tarafından yorumlanır.
Bunları arasında en güzeli bu ağıtın söz yazarı Carlos Puebla’ya aittir. Marş gibi bir parça olmasına rağmen usul usul söyleyerek Puebla şarkıya sakinlik katar. Güzel olan diğerleri Compay Segundo, Maria Farantouri, Violeta Parra, Silvio Rodriguez, Joan Baez, İnes Rivero, Pierre Barouh, Jan Garbarek ve Maria Carta’nın yorumlarıdır. Alman sanatçı Wolf Biermann’ın yorumu da dinlenilmeye değerdir. İran'lı müzisyen Mohsen Namjoo (Muhsin Namcu) da yorumlamıştır. Türk sanatçı Ahmet Koç'un bağlama yorumu da dinlemeye değerdir.
Bunların dışında hepimizin bildiği Fransız sanatçı Nathalie Cardone'nun popüler yorumu diğer isimlerini verdiğim yorumların yanında yavan kalır ama klipindeki görüntüler (Che'nin cansız bedeni, Natalie Cardone’nin Kalaşnikof taşıması) ilginç gelse de Nathalie Cardone’nun bu yorumu bir devrime yakılan ağıtın popüler kültüre nasıl malzeme olduğu ve sömürüldüğü konusunda ilginç bir örnektir.
Bu örnek tek de değildir. Günümüzde devrim şarkıları ve devrim simgeleri popüler kültür tarafından sıkça da kullanılmaktadır. Daha yakın bir zamanda bir Netflix yayını olan İspanyol yapımı ''La Casa de Papel'' dizisinde de İtalyan devrimci şarkısı ‘‘Ciao Bella’’nın sıkça çaldığını, soyguncuların Guantanamo esirlerinin kiyafetleriyle benzer olduğunu, askerlerinin Anonymous ve Salvador Dali’nin yüz ifadesini, kıyafetlerinin renginin de Kızıl Ordu’yu çağrıştırdığını anlatmıştım...
Nathalie Cardone’ye ait bahsettiğim bu yorumda Küba Heyetinin Başkanı ve Sanayi Bakanı olarak Che’nin 1964 yılında Birleşmiş Milletlerde yaptığı bir konuşmada geçen "esa hora irá creciendo cada día que pase, esa hora ya no parará más" (Latin Amerika'daki uyanış ve gelmekte olan devrimleri kastederek; ''Doğan her günle birlikte, bu dalga giderek yükselecek, bu dalga bir daha asla durmayacak...'' ) sözleri Che’nin kendi sesinden şarkının sonuna eklenmiş. Aşağıdaki bağlantıda Nathalie Cardone'nin bahsettiğim bu yorumunu verdim...
''Che''den bahsedince bir zamanlar Küba'nın Ankara Büyükelçisi Alberto Gonzales Casals’ın bir böyük (!) Türk siyasetcisinin Che Guevara hakkındaki sözleri üzerine verdiği demeci hatırladım ‘’Düşmanımız bile böyle demedi. Che Guevara Atatürk okurdu. Che Guevara sadece Küba değil, Latin Amerika'nın siyasi ve tarihi mirasının parçasıdır.’’ Tabii sayın Büyükelçi nereden bilsin kendi ülkesinin kurucusu Atatürk'ü dahi anlayamamış bir ham ervahın Che'yi nasıl anlayacağını...
Bu arada küçük bir bilgi: Che Guevara'nın asıl adı Ernesto Guevara'dır. ''Che'' onun lakabıdır. Aslen Arjantinlidir. Buenos Aires Tıp Fakültesi mezunu bir doktordur.
Bugün Che Guevara'nın ölüm yıldönümü. Che Guevara 09 Ekim 1967 tarihinde Vallegrande yakınlarındaki La Higuera'da Bolivya Ordusu'nun elindeyken yargısız infazla katledilmişti.
Che'yi işte bu şarkıyla anmak istedim: ''Hasta Siempre''
Ne adamlar gelmiş geçmiş bu dünyadan değil mi? Che Guevara'nın şahsında politik bir mücadelenin sağlam bir kişilik, güçlü bir karakter, doğruluk, dürüstlük, tutarlılık, bilgelik, sonsuz bir azim ve güçlü bir irade gerektirdiğini, bu özelliklere sahip olmayanların ise bu özelliklere sahip olan politik karakterlere saldıran gelip geçici birer politik figüran olarak kaldığını görüyorsunuz. Bunun için tarihin çöplüğüne gitmeye gerek yok, etrafınıza bir bakın yeter!
Toprağı bol olsun!
Osman AYDOĞAN
Nathalie Cardone, ''Hasta Siempre''
https://www.youtube.com/watch?v=SSRVtlTwFs8
Şarkıyı en güzeli orijinal diliyle dinlemek ama size sözlerini Türkçe veriyorum:
Biz seni sevmeyi
tarihin yükseklerinden öğrendik
cesaretinin güneşi
ölümü kuşattığında (pusu kurduğunda)
İşte burada (duruyor)
tatlı varlığının
kalbe sıcaklık veren saydamlığı
kumandan Che Guevara
(Nakarat)
Şanlı ve güçlü elin
tarihe ateş açar
bütün Santa Clara (halkı)
seni görmek için uyandığında
(Nakarat)
Rüzgarı yakarak gelirsin
bahar güneşleriyle..
gülüşünün ışığıyla
bayrağı dikmek için
(Nakarat)
Devrimci aşkın
seni yeni bir davaya götürüyor
ki orada senin kurtarıcı kolunun
gücünü (sıkılığını) bekliyorlar
(Nakarat)
Biz mücadelemize devam edeceğiz
tıpkı sen yanımızdayken olduğu gibi
ve Fidel'le sana diyoruz ki
sonsuza kadar, komutan
(İspanyolca kelime oyunu: 'Fidel' hem Fidel Castro'yu kastediyor hem de 'sadakatle' anlamına geliyor burada)
(Nakarat)
‘’Sis’’ler içinde İstanbul...
09 Ekim 2018
Edebiyat dünyası karşılıklı yazılan kitaplarla, metinlerle, şiirlerle doludur. Binlerce yıldır bu böyledir. Buna bu sitemde yazdıklarımdan birkaç örnek vermek istiyorum. Daha yeni yazmıştım Nazım Hikmet’in Mevlâna’nın rubailerine karşı bir cevap verdiğini… Yine Nazım Hikmet’in ‘’Cevap No. 2’’ isimli şiiri ile Ahmet Haşim’e bir yazısına karşılık cevap verdiğini de bu sitemde yazmıştım.
Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste'sinde yer alan ve istibdat yönetimine karşı yazdığı şaheserlerden biri olan “Sis” şiirini sizlere bir önceki yazımda vermiştim. Tevfik Fikret’in ‘’Sis’’ şiiri İstanbul’a bir övgü şiiri değildi… Şairin, ‘’Sis’’ şiirinde yalnız sefalet ve kayıtsızlık içinde çalkanan İstanbul’u değil, aynı zamanda yıkılış halinde olan bir toplumu ve bozulmuş olan bir yönetimi tasvir ettiğini de yazmıştım.
Şair ve yazar Vedat Türkali de bu şiire cevap olarak " ‘Sis’ şairine ithaf edilmiştir’’ başlığı ile bir başka İstanbul şiirini yazar. Yıl 1944, yer Akşehir’dir. Vedat Türkali karısı Merih'i ilk çocukları Deniz'in doğumu için İstanbul'da bırakarak çalıştığı okul yeri olan Akşehir’e döner. Ve şiiri burada yazar. Şiirde İstanbul’un şahsında karısına ve çocuğuna duyulan özlem ve sevgi vardır, ayrılığın hüznü vardır, kavuşmanın umudu vardır... Şiir Vedat Türkali'nin "Bir Gün Tek Başına" adlı romanının 535. sayfasında da yer alır.
Ama şiir asıl olarak Tevfik Fikret'in ''Sis'' şirine cevap olarak yazılmıştır. Şiir Fikret’in ''Sis'' şiirinde olduğu gibi İstanbul'un tasviri ile başlar. Daha sonra da olumsuzluklar, kötülükler, fenalıklar sıralanır. Şiirde ''Sis''teki manzarayı umumiyeye gönderme yapılarak ''Şark cephesinde değişen bir şey yok'' mesajı verilir.
Vedat Türkali için İstanbul farklı bir yerdir. Vedat Türkali için İstanbul bir sevdadır. Vedat Türkali için İstanbul bir yârdır, bir anadır, bir dosttur. Bu nedenle bütün romanlarının ve şiirlerinin konusu mekân olarak İstanbul’da geçer. Dostoyevski için S. Petersburg ne ise, Proust için Paris ne ise, Zweig için Viyana ne ise Vedat Türkali için de İstanbul odur.
Vedat Türkali’nin bu şiirini müzisyen Onur Akın besteleyerek ''Bekle Bizi İstanbul'' ismiyle şarkı haline getirir. İlk olarak Grup Baran sonra da Edip Akbayram kendine özgü o muhteşem sesleriyle seslendirirler bu şarkıyı… Bir de Sevinç Eratalay seslendirir. Bizler genellikle Edip Akbayram’ın sesiyle biliriz bu şarkıyı... Yazımın sonunda hem her iki yorumun bağlantısını hem de Vedat Türkali’nin sesinden şiiri okuyuşu ve müteakiben şarkıyı veriyorum… Ancak şarkılarda şiirin tamamı yer almaz. Bir kısmı yer alır. Yine yazımın sonunda ben şiirin tamamını veriyorum...
Hangi vakitte olursanız olun, yorgunsanız, uykusuzsanız, düşünceliyseniz, kederliyseniz, umutsuzsanız, umutluysanız, TV’lerdeki seviyesiz, düzeysiz tartışmalardan bıkmışsanız, İstanbul'a hasretseniz, İstanbul’dan bıkmışsanız, İstanbul’a yeni gelmişseniz eğer verdiğim bağlantılardaki şarkıyı dinleyin… İnanın ilaç gibi gelecektir:
''Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanıtını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın.''
Osman AYDOĞAN
Ancaaaaak, şiirin yazıldığı 1944 yılında değiliz artık… Şiirde geçen "Parklarınla, köprülerinle, meydanlarınla, beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle bizi İstanbul" dizeleri yetmiş yıl öncesinde kaldı. "Rezidanslarınla, gökdelenlerinle, AVM’lerinle, cafelerinle, trafiğinle içine ettiler senin, bu halinle sen bize layık değilsin, bekleme bizi İstanbul" diye okuyun siz o dizeleri artık…
Vedat Türkali'nin kendi sesinden ''Bekle Bizi İstanbul'':
https://www.youtube.com/watch?v=6IOT3j_Xk10&list=RD6IOT3j_Xk10&index=1
Edip Akbayram, ''Bekle Bizi istanbul'':
https://www.youtube.com/watch?v=JBlq6FCdPKQ
Sevinç Eratalay, ''Bekle Bizi istanbul'':
https://www.youtube.com/watch?v=zcO662McVOQ
İstanbul
"Sis" şairine ithaf edilmiştir.
Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kuma sermiştir.
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerin gayrısına yaşamak yok
Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen söyle sen memur sen entellektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköyün Cibalinin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
ve ahmak selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir
Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez
Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebeklerin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bulutların ardında damla damla sesler
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle
Arkadaşlar çıktı karşıma
Dindi şakalarımın ağrısı
Bir kadın yoldaş tanırdım
Bir kardeş karısı
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanıtını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın
Vedat TÜRKALİ
Eylül 1944 Akşehir
Sis
08 Ekim 2018
İstanbul’da Robert Koleji’nin hemen yakınında bahçeli bir müze ev vardır. İşte bu müze ev şair Tevfik Fikret’in 1906-1915 yılları arasında yaşadığı, 1945 yılından bu yana da müze olarak hizmet veren Tevfik Fikret’in kendi evidir. Adı da ‘’Aşiyan Müzesi’’dir. ''Aşiyan'' Farsça bir sözcük olup ''kuş yuvası'' anlamındadır. ''Aşiyan'' bu evin adıydı. Bu adı Tevfik Fikret bizzat kendisi koymuştur. Bu evden İstanbul'ın ve Boğaz'ın görünümü muhteşemdir.
Bina, Tevfik Fikret’in ölümünden bir süre sonra İstanbul Belediyesi tarafından satın alınarak 19 Ağustos 1945 tarihinde ‘’Edebiyat-ı Cedide Müzesi’’ adıyla ziyarete açılır. Şairin Eyüp’teki aile mezarlığında bulunan mezarı da şairin vasiyeti üzerine 1961 yılında müzenin bahçesine nakledilir. Müze bu tarihten sonra da ‘’Aşiyan Müzesi’’ adını alır.
Aşiyan Müzesi’nde Tevfik Fikret ve ailesine ait eşyalar ile Tanzimat Edebiyatı ve özellikle Edebiyat-ı Cedide döneminin önemli sanatçılarının eşyaları da sergilenmektedir.
Tevfik Fikret’in işte Aşiyan Müzesi ismini alan bu evinde duvarda asılı belli belirsiz “Sis” adlı bir yağlıboya tablo vardır. Tabloya ilk bakışta gri ve derinliksiz, küçük bir sandaldan başka bir şey görülmez, sıradan bir tabloya benzer. Ancak tabloya yakından bakılınca sisin ardında Süleymaniye'nin kubbesi, minareleri, Galata Köpüsünün siluetleriyle İstanbul görülür. Bu tablonun ressamı Şehzade Abdülmecid’dir ve tabloda imzanın hemen üstüne Arapça harflerle ‘’Tevfik Fikret Beye’’ ibaresi bulunur. Tablonun çerçevesine çivilenmiş metal isimlikte ise şu ibare yine Arap harfleriyle yer alır: “Sis: Rübab-ı Şikeste”. Rübab-ı Şikeste; Tevfik Fikret'in şiir kitabının adıdır, ''kırık saz'' anlamına gelir. ''Sis'' şiiri de Rübab-ı Şikeste' de yer alan bir şiirdir. Belli ki Şehzade Abdülmecid Tevfik Fikret'in Rübab-ı Şikeste'sinde yer alan ''Sis'' şiiri üzerine bu tabloyu yaparak Tevfik Fikret'e hediye etmiştir. Çünkü tablo ''Sis'' şiirinin resme dökülmüş hali gibidir...
Bu tablonun hemen yanında da Tevfik Fikret'in ''Sis'' şiiri yer alır.
(''Sis'' şiiri, orijinal hali ve günümüz Türkçesiyle Ahmet Muhip Dranas'ın hazırladığı Tevfik Fikret'in ''Rübab-ı Şikeste'' (Kapı Yayınları, 2013) isimli kitabında yer almaktadır. ‘’Sis’’ şiirini bu kitaptan alıp Ahmet Muhip Dranas'ın Türkçesiyle dize dize anlamını ve şiirde geçen Osmanlıca kelimelerin Türkçe karşılıklarını şiirde geçiş sırasına göre yazımın sonunda verdim.)
Tevfik Fikret’in ‘’Sis’’ şiiri dönemin sosyal ve siyasal özelliklerini yansıtan önemli bir edebi eserdir. Namık Kemal ve Ziya Paşa mücerret (soyut) fikirleri vezin ve kafiyeye sokarak sosyal içerikli şiirler yazarken, Tevfik Fikret, ‘’Sis’’ şiirini aynı zamanda çok sanatkârane bir şekilde kaleme alır. Nedim ve Nâbî gibi şairler İstanbul’u yüksek bir medeniyet ülkesi olarak tasvir ederken Tevfik Fikret, Abdülhamit’in istibdat yönetimi altındaki dış dünya ile derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde bulunan kendi iç dünyasını birleştirerek ‘’Sis’’ şiirini yazar.
Tevfik Fikret evinde (Aşiyan) Abdülhamit’in polislerince göz hapsindedir. İstanbul’da Şubat ayıdır. İstanbul’un üzerinde yoğun bir sis tabakası vardır. Tevfik Fikret İstanbul’un üstüne çökmüş yoğun sis ile kendi içindeki sisin arasında sıkışır. Fikret duygularını işte bu ‘’Sis’’ şiiriyle dışa vurur.
Rûşen Eşref Unaydın, Tevfik Fikret (Tevfik Fikret, Hayatına dair hatıralar, Kitabhâne-i Sûdi, 1919) adlı eserinde bu şiirin yazılmasındaki ortamı şöyle anlatır: "O sıralarda bir polis her gün evini gözaltında bulundururmuş, rutubetli bir şubat günü sis denize olanca kesafeti ile çökmüş. Akşama kadar suların üstünden sıyrılamamış. Polisin duvarı ile sisin duvarı arasında kalan şair, o gün bütün bir devri bütün dertleriyle duymuş."
Tevfik Fikret şiirine önce sanki bir resim tasvir edilirmişçesine karanlık bir tablo halinde sisi tarif ederek başlar. Şiir ilerleyince görürsünüz ki aynı Şehzade Abdülmecid'in tablosu gibi bu ‘’Sis’’in arkasında, ardında, fonunda İstanbul’un silueti vardır. Bu sis tasvirinden sonra Fikret şu dizeleri yazar:
‘’Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim (sütre-i muzlim: kara, uğursuz örtü),
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!’’ (sahn-ı mezâlim: zulümler alanı)
Tevfik Fikret bu dizelerinden sonra sisi değil artık İstanbul’a ve İstanbul'un şahsında istibdat yönetimine olan nefretini yansıtmaya başlar. Bu karanlık ve derin örtü zulümlerin işlendiği bu şehre lâyıktır, müstahaktır. İstanbul'un silueti, kuleleri ve sarayları şahsında da istibdat idaresindeki her türlü gayri meşruluğun, haksızlığın, hukuksuzluğun, ahlaksızlığın, çapsızlığın, beceriksizliğin, fitnenin, riyânın, çirkefliğin, çürümüşlüğün ve çöküşün yansımaları anlatılır. Fikret bu şiirinde istibdat dönemlerindeki her aydın gibi derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisindedir. Fikret bu şiirinde İstanbul’u her istibdat döneminin benzediği şekliyle fahişe bir kadına benzetir ve şiirinde İstanbul’a ve İstanbul şahsında da yönetime lanetler yağdırır.
‘’Sis’’ şiirinde İstanbul’da Bizans döneminden o güne kadar işlenen zulüm ve kanlı eylemler vardır. Ancak İstanbul hakkındaki nefret dolu dizelerinin büyük bir kısmı Abdülhamid idaresindeki dönemine aittir. Fikret, şehri de bu idarenin bir işbirlikçisi gözüyle görür. Bu güzel şehirde hiçbir güzel şey yoktur. Her şey bir karabasan idarenin yardımcısı mekânlardır. Bütün tarihi eserler şiirde birer fenalık mekânları gibidir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret'in ‘’Sis’’ şiirini Abdülhamid devrinin bir romanı olarak tanımlar ve ''Sis'' şiirinin bir zaman sadece melûl besteler çıkaran ferdî melânkolisini tam lâzım olduğu bir zamanda bir cemiyetin istırap ve ümitlerine tercüman yaptığını söyler.
Bütün bu acı manzaraların görünmemesi ve tarihin derinliklerine gömülmesi için şair durmadan lanet okumaya devam eder. O halde bu şehir pisliklerini göstermemek için bu ağır sisle örtünmelidir. İyice kapanmalıdır.
''Örtün, evet, ey haile... Örtün, evet, ey şehr;
Örtün, ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...'' (fâcire-i dehr: dünyanın koca kahbesi)
Tevfik Fikret’in İstanbul’u kaplayan yoğun sisin altında gördüğü şeyler işte bunlardır. Tabiatın sisi dağılacak ancak istibdadın sisi devam edecektir. Fikret’in söylemek istediği de budur. İstanbul’daki sis dağılır ancak Fikret’in içindeki sis dağılmaz, hatta daha da derinleşip yoğunlaşarak Fikret'i ‘’Tarih-i Kadîm’’’i (Kültür Bakanlığı, 1998) yazacak raddeye kadar getirir...
Tevfik Fikret için hayat karanlık mağmum, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Haluk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken kesif bir sis içerisinde sonsuz bir melankoliyle ezilip kalır insan...
Osman AYDOĞAN
Şehzade Abdülmecid’in Aşiyan Müzesi'nde yer alan ''Sis'' isimli tablosu:
Tevfik Fikret'in 'Rübab-ı Şikeste''sinde yer alan şiiri:
Sis
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid, - Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. - beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh, - ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh; - bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar - tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar! - onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim, - Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! - lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ, - Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ! - ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı - Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı; - Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret - Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet; - sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde - Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; - sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir, - Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir; - ey bin kocadan artakalan dul kız;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ, - güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ. - sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün - Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün! - iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; - Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his. - içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet - Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet! - lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde, - Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde. - İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu'; - Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'. - Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından - Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan? - Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!.. - örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; - Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar; - Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed; - Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed, - ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr; - geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr; - ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât; - Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat; - ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler; - Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer - ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir; - edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir; - “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd - Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd; - canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey ma'reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar; - Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar - ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ; - vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ - Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin; - sembole eden harap ve sessiz evler;
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın - ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş, - kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş; - ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde - Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde; - her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im - Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim; - bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı - her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi! - gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz - Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz; - olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn; - Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn; - ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus; - Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs; - ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci' - Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli'; - her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn - Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn; - yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak, - Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak; - ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs - Ey en şiddetli kuşkularla duygusu kö¨rleşerek
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs; - vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar; - ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar; - Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî; - Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî; - ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me'lûf; - Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
Eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-ı ma'rûf; - zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç; - Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç; - ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber; - Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler, - ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
Hele sizler… - hele sizler...
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!... - Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)
Tevfik FİKRET
Şiirde geçen Osmanlıca kelimeler ve Türkçe anlamı (Şiirde geçiş sırasına göre)
âfâk: ufuklar
dûd: duman, sis
muannid: dik başlı, inatçı
dûd-ı muannid: inatçı sis
zulmet: karanlık
beyzâ: ak, çok beyaz
zulmet-i beyzâ: ak karanlık
peyâpey: birbiri arkasından, durmadan, gitgide
mütezâyid: artan, birikerek çoğalan, çoğalan
tazyik: basınç, sıkıştırma
eşbâh: cisimler, gövdeler, vücutlar
kesâfet: yoğunluk
ibâret: meydana gelen, oluşan
elvâh: levhalar, tablolar
heybetli: korku uyandıracak irilikte, korkunç, ulu
nazar: bakış
nüfûz eylemek: içine geçmek, içine işlemek
gavr: derinlik, dip
lâkin: ama
sürte: perde, örtü
muzlim: kara, karanlık, uğursuz
sürte-i muzlim: kara örtü, uğursuz örtü
tesettür: örtünme
sahn: alan, sahne
mezâlim: haksızlıklar, zulümler
sahn-ı mezâlim: haksızlıklar alanı, zulümler alanı
garrâ: ak, parlak, gösterişli aklık, gösterişli parlaklık
sahne-i garrâ: parlak sahne
zî-şa'şaa: gösterişli, parlak, süslü, şatafatlı, yaldızlı
hâile: facia, trajedi
pîrâ: donatan, süsleyen
hâile-pîrâ: facia süsleyen
sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pîrâ: facia süsleyen şatafatlı sahne
şa'şaa: gösteriş, parlaklık, şatafat
kevkebe: gösteriş
mehd: beşik
şark: doğu
ezelî: başlangıcı olmayan, çok eskiden beri, öncesiz
hâkime: ece, kadın hükümdar, kraliçe
câzibedâr: alımlı, cazibeli, çekici
hâkime-i câzibedâr: alımlı kraliçe, çekici ece
mahabbet: aşk, sevgi, sevme
bî-lerziş: titremeden, titreyişsiz
bî-lerziş-i nefret: nefretle titremeden
perverde eden: besleyen, büyüten
sîne: göğüs
meshûf: susamış
sefâhet: aşırı derecede eğlence ve zevk düşkünlüğü
sîne-i meshûf-ı sefâhet: zevk ve eğlence düşkünü göğüs
mâi: mavi, su renginde
der-âguuş: kucakta, kucağında
tûde: küme, öbek, yığın
zinde: canlı, diri
tûde-i zinde: canlı yığın
fertût: bunak, çok yaşlı, kocamış
müsahhir: büyüleyen, büyücü, sihir yapan
fertût-ı müsahhir: büyücü kocakarı
bîve: dul
bâkir: el değmemiş, erden
bîve-i dul: el değmemiş dul
hüsn: güzellik
sihr: büyü, sihir
hüveydâ: açık, belli, ortada
enzâr: bakışlar
temâşâ: bakıp seyretme, izleme
enzâr-ı temâşâ: seyreden bakışlar
hâriç: dış, dışarı, dışında
çeşmân: gözler
kebûd: gök rengi, mavi
çeşmân-ı kebûd: mavi gözler
mûnis: cana yakın, sıcak kanlı, uysal
girye: ağlama, dökülen gözyaşı
bî-his: duygusuz, hissiz
te'sis olunurken: kurulurken
dest: el
hıyânet: güveni kötüye kullanma, hainlik, ihanet
dest-i hıyânet: hainlik eli
bünyân: yapı
zehr: zehir
zehr-âbe: acı su, kötü su, zehir gibi su
lânet: kargıma, kargış
zehr-âbe-i lânet: zehir gibi kargış suyu
levs: kir, pislik
riyâ: iki yüzlülük
levs-i riyâ: iki yüzlülük kiri
zerre: çok küçük parça, parçacık
safvet: arılık, saflık, temizlik
zerre-i safvet: temizlik zerresi
hased: kıskançlık
levs-i hased: kıskançlık kiri
teneffu': çıkarcılık, faydalanma, fayda sağlama
levs-i teneffu': çıkarcılık kiri
tereffu': terfi, yükselme
ümmîd-i tereffu': yükselme umudu
ecsâd: cesetler, cisimler, gövdeler
nâsiye: alın, cephe
pâk: temiz
ü: ve
dirahşan: parıldayan, parıltılı, parlak
şehr: kent, şehir
müebbed: sonsuza kadar, sonsuzca
fâcire: erkeğe düşkün kadın, günah işleyen kadın, kötü kadın
dehr: çağ, dünya, evren
fâcire-i dehr: dünya orospusu, evrensel orospu
debdebe: görkemli gürültülü patırtılı gösteriş
tantana: gürültülü parıltılı şatafatlı gösteriş
kal'a: kale
dahme: mezar, türbe
mersûs: dayanıklı, direngen, sağlam
havâtır: anılar, hatıralar
dahme-i mersûs-ı havâtır: anıların sağlam mezarı
ma'bed: tapınak
gırre: yok yere övünen, gafil, gereksiz gurura kapılan, övüngen
dîv: cin, dev, ifrit, şeytan, kötülüğü temsil eden varlık
mukayyed: bağlanmış, bağlı
mâzî: geçmiş
âtî: gelecek
nakletmek: anlatmak, bir başkasına anlatmak
me'mûr: görevlendirilmiş, görevli
sûr: sur, kentleri çeviren yüksek duvarlar
kafile-i sûr: sur kafilesi, sur silsilesi
mebânî: binalar, yapılar
münâcât: Tanrı'ya dua etme, yakarma
mebânî-i münâcât: Tanrı'ya yakarma yapıları, tapınaklar
mahmil: sepetli yüklük, sepetli eyer, yük taşıyan, yüklü armağan
ezkâr: sözler, yinelenen yakarılar
mahmil-i ezkârı: sözlerini taşıyan, yakarılarını yineleyip duyuran
minârât: minareler
sakf: çatı, dam
medrese: din eğitimi verilen okul
zıll: gölge
zıll-ı siyâh: kara gölge
te'mîn etmek: elde etmek, sağlamak
sâil: dilenci, dilenen
sâbir: sabreden, sabırlı
sâil-i sâbir: sabırlı dilenci
rahmet: Tanrı'dan bağışlama, esirgeme dileme
mekaabir: mezar taşları
elvah-ı mekaabir: mezar taşları tabloları, mezar yazıtları
pür-velvele: gürültü patırtı dolu, şamata dolu, şamatalı
yâd: anma, anı, anış
iykâz etmek: aklına getirmek, uyandırmak
sâmit: konuşmayan, sessiz, suskun
sâkin: durgun
ecdâd: atalar, dedeler
ma'reke: cenk yeri, savaş alanı, savaşılan yer
tîn: balçık, çamur
gubâr: toz
ma'reke-i tîn ü gubâr: çamur ve tozun savaş alanı
rahne: bozulan, bozuk yer, gedik, yıkık
vak'a: olay
vîrâne: yıkık yapı kalıntısı, yıkıntı
mekmen: pusu kurulan yer, pusu yeri
hâb: ölüm, uyku, son uyku
eşirrâ: kötüler, it kopuk sürüsü
mekmen- i pür-hâb-ı eşirrâ: uykulu it kopuğun pusu yeri
ber-pâ: ayakta, ayakta duran, yıkılmamış
mâtem-i ber-pâ: yıkılmamış yas
temsîl etmek: örneği olmak, simgelemek
âsûde: huzurlu, rahat, sessiz
fersûde: eskimiş, yıpranmış
mesâkin: konutlar, meskenler
mavtın: oturulan, yaşamın sürdürüldüğü yer, vatan
gam-dîde: gamlı, kaygılı, tasalı
merâret: acılık, tatsızlık
mi'de: mide
tekâza: çekişme, çıkışma, kakma, sıkıştırma, takaza
zehr-i tekâzâ: sıkıştırmanın zehri
zillet: alçaklık, aşağılık, aşağılık davranışlar
bel'eyleyen: içine alan, yutan
efvâh: ağızlar
kadîd: bir deri bir kemik kalmış, kurumuş, sıska, sıskası çıkmış
efvâh-ı kadîde: kurumuş ağızlar
fazl: bağış, kerem
fazl-ı tabîat: doğanın bağışı, doğanın bağışladığı
âmâde: hazır
mün'im: bakıp besleyen, nimet veren, yediren içiren
fıtrat: yaradılış
makrûn: kavuşmuş, ulaşmış
âtıl: devinimsiz, duran, tembel
âkim: dölü olmayan, kısır, verimsiz
ni'met: Tanrı'nın sunduğu yiyecek, içecek; yaşam için gerekli şeyler
esbâb: nedenler, sebepler
rehâ: kurtuluş
esbâb-ı rehâ: kurtuluş nedenleri
züll: alçalma, düşkünlük, horluk
tevekkül: işi Tanrı'ya bırakıp yazgıya katlanma
züll-i tevekkül: yazgıya katlanma düşkünlüğü
mürâyi: iki yüzlü
savt: ses, ün
kilâb: köpekler
savt-ı kilâb: köpeklerin sesi
şeref: onur
nutk: insanoğlunun konuşma, söz söyleme yetisi
şeref-i nutk: konuşma onuru
mümtâz: seçkin, başkalarına göre üstün tutulmuş
tel'in eden: lanetleyen, kargıyan, kargışlayan
âvâz: bağırtı, çığlıkça, yüksek ses
girye-i bî-fâide: yararsız gözyaşı, boş yere akıtılan gözyaşı
hande: gülme, gülüş
zehrîn: acı, zehir gibi
hande-i zehrîn: acı gülüş, zehir gibi gülüş
nâtıka: insanoğlunun düşünüp söyleme yetisi, düzgün konuşma;
dirayetli, dokunaklı düzgün söz söyleme, doğru düzgün sözler
acz: güçsüzlük, zor durumda olma
nâtıka-i acz ü elem: güçsüzlük ve elem bildiren sözler
nazra: bakış
nefrîn: kargıyan, lanet okuyan
nazra-i nefrîn: kargıyan bakış, lanetleyen bakış
cevf: iç, içine yönelen, oyuk, oyulmuş
esâtîr: efsaneler, mitolojik masallar
cevf-i esâtîre: efsanelerin içine
kıble: zor durumda kalınınca başvurulan kapı, Müslümanların namazda yöneldiği yan
ikbâl: baht açıklığı, yüksek onura ulaşma durumu
kıble-i ikbâl: yükselme kapısı
reh: yol
pâ-bûs: ayak öpme, ayak öpen
reh-i pâ-bûs: ayak öpme yolu
havf: korku, ürkü
müsellâh: silah kuşanmış, silahlı
havf-1 müsellâh: silahlı korku
hasârât: hasarlar, zararlar
râci': -den dolayı, ilgili, o yüzden
şekve: şikayet, yakınma
tâli': kısmet, talih
şekve-i tâli': talihten yakınış, talihten yakınma
masûniyet: dokunulmazlık, korunma
makrûn: ulaşmış, yakın, yaklaşmış
hakk-ı teneffüs: soluk alma hakkı, yaşama hakkı
efsâne-i kanûn: yasa efsanesi, (şiirde, anayasa masalı)
va'd: söz, vaad
muhâl: olmayacak, olanaksız
vad'i muhâl: gerçekleşmeyecek vaad, olmayacak vaad, olmayacak söz
ebedî: sonsuza dek sürecek
kizb: yalan
muhakkak: belli olmuş, gerçekliği araştırılmış, kesin
kizb-i muhakkak: bilinen yalan
mütemâdî: aralıksız, her zaman
savlet: saldırma
evhâm: kuruntular
savlet-i evhâm: kuruntuların saldırısı
bîtâb: bitkin, güçsüz kalma, halsizlik
tahassüs: duygulanma, etkilenme, içlenme
bî-tâb-ı tahassüs: duygulanmaktan bitkin
temdîd edilen: süresi uzatılan, uzatılmış
gûş: kulak
tecessüs: anlama merakı, gizlice öğrenmeye çalışma
bîm: korku
bîm-i tecessüs: dinlenme, gözlenme, izlenme korkusu
gayret-i milliye: ulusal çaba
mebgûz: nefret edilmiş
muhakkar: hakaret edilmiş, hakir görülen, hor görülmüş
seyf: kılıç
mahkûm-ı siyâsî: siyasal mahkum
behre: kısmet, nasip, pay, üleş
fazl: erdem, kerem, üstünlük
behre-i fazl ü edeb: erdem ve edebin payı
mensî: bellekten gitmiş, unutulmuş
çehre-i mensî: unutulmuş yüz
bâr: ağırlık, yük
hazer: çekinme, korku, sakınma
bâr-ı hazer: korku yükü
me'lûf: alışkın, alışmış, huy edinmiş
eşrâf: ileri gelenler
tevâbi': uşaklar, yardakçılar
unsur: öğe, bir bütünü oluşturan her bir parça
ma'rûf: herkesçe bilinen, ünlü
unsur-ı ma'rûf: ünlü parça, ünlü öbek
re's: baş
fürûberde: aşağı eğilmiş
re'si fürûberde: eğilmiş baş
ta'kîb: izleme
mâder: ana, anne
hicranzede: ayrılık acısı çeken
mâder-i hicranzede: ayrılık acısı çeken ana
hemser: arkadaş, aynı kafada, eş, eşlik eden
muğber: dargın, gücenik, kırgın
hemser-i muğber: gücenik eş
âvâre: başı boş
hâile: facia
Tevfik Fikret
Kıvır! Kıvır! Kıvır!
07 Ekim 2018
Bugün Pazar... Ciddi konuları bırakıp size bir fıkra anlatayım...
Adamın biri, gece yatakta uyurken, bir sağa dönüyormuş, bir sola… Vücudu, terden sırılsıklam olmuş… Yüzünden de boncuk boncuk ter damlıyor… Belli ki, “kâbus” görüyor…
Adam bu kâbus esnasında arada bir ızıdrap çeker bir halde bağırıyormuş: “Kıvııır!.. Kıvır!.. Kıvvır!.. Kıvır!” Daha sonra rahatlıyor ancak sonra aynı ızıdrap çeker haliyle tekrar bağırıyormuş: “Kıvııır!.. Kıvır!.. Kıvvır!.. Kıvır!”
Bu bağırmalara adamın karısı uyanmış… Dürtmüş kocasını, “Herif, herif uyan!” Uyanmış adam… Sormuş kadın; “Herif, niye bağırıyorsun öyle, ‘kıvır, kıvır’ diye?”
Adam, gözlerini ovuştura ovuştura, şöyle bir doğrulmuş yataktan… Anlamış ki yaşadığı bir rüya, bir kâbus... Önce rahat bir nefes almış, sonra da başlamış anlatmaya:
''Sorma hatun” demiş. ''Rüyamda işten çıkıp eve gelirken, zebellah gibi adamın biri takıldı peşime… Hızlı yürümeye başladım adam yine peşimde... Koşmaya başladım adam yine peşimde... Yol değiştirdim, sokak değiştirdim, ama adamdan yine kurtulamadım. Nereye gittiysem, bir gölge gibi adam takip etti beni… Baktım kurtuluş yok, girdim bir camiye! Adam yine peşimde!.. Çıktım minareye!.. Adam da arkamda!.. Minarenin şerefesinde yakaladı beni adam… Yatırdı yere, pantolonumu çıkarıp parmağını popoma takıp, başladı şerefeden aşağı sarkıtmaya!.. Ben de aşağı düşmemek için, başladım bağırmaya; ‘kıvııır, kıvır’ diye!.. Adam parmağını kıvrık tutmayıp, bir düzeltse var ya anında düşeceğim aşağıya!.. Adam parmağını düzeltir gibi oluyor, ben de başlıyorum tekrar bağırmaya: 'kıvır, kıvır, kıvır' diye.”
Bilmem izliyormusunuz TV'ye çıkanları, TV'deki açık oturumları... Daha bugünkü matbuatı okumadım, oralarda yazanlar nasıl kıvırıyorlar bilmiyorum henüz. Etrafta kıvır, kıvır, kıvıranları görünce hep bu fıkrayı anımsarım…
Sizlere sıcak, sımsıcak, güneşli, pırıl pırıl bir sonbahar pazarı diliyorum...
Osman AYDOĞAN
Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçti...
07 Ekim 2018
Eskiiiiiiii bir yazım...
***
Bir askerî birliğin geçit töreni gibi, bir suyun nehirden akıp gidişi gibi, bir trenin katar katar geçişi gibi, bir ömrün hayattan geçip gidişi gibi Celâlâbâd’da bir sonbahar daha geçti gözlerimin önünden...
Bir sabunun kayıp gidişi gibi ellerimden, bir kartopunun yuvarlanıp çığ halinde yuvarlanışı gibi bir dağın yamaçlarından, bir suyun deli deli akışı gibi nehirlerden, bir güz daha kayıp geçip gitti dizlerimin dibinden...
Bir sonbahar daha geçti Celâlâbâd’da rengârenk... Bir güz daha geçti Celâlâbâd’da pastel pastel, renk renk...
Kış kapıyı usul usul, çekingen çekingen, mahçup mahçup çaldı… Celâlâbâd’ın tam da üzerinde kuzeyden sanki ona kol kanat germişçesine, o muhteşem azameti, o büyük görkemi ve heybeti ile duran Hindukuş Dağlarının zirvesindeki karlar her gün azar azar, yavaş yavaş aşağılara indi… Sonra da daha yüksek tepelere karlar nazlı nazlı yağdı, beyaz beyaz yağdı, ince ince yağdı...
Günün ilk ışıkları ile kızıllaşan, tarifi bir mümkünsüz renklere bürünen yaprakları, bir sevgilinin saçlarını okşarcasına dallarda okşadı usul usul, ılgıt ılgıt esen seher yelleri... Sabah ayazları buralarda cennetten gelen bir rüzgâr gibi serin serin vurdu yüzüne insanın…
Dalların arasından yaprakların sonsuz bir huzur veren sesi geldi hışır hışır... Dalların arasından soluk soluk baktı güz güneşi, dallarla, yapraklarla bir, haşır haşır yaprak sesleri arasında...
Benim için altından daha kıymetli altın sarısı yapraklar iplik iplik dokunmuş nadide bir halı gibi serildi yerlere… Sanki bu yapraklar yerlere değil de kollarıma düşmüş gibiydi, sanki bu yapraklar Şükûfe Nihal’in şiirinde olduğu gibi ruhumla öpüşmüş gibiydi…
Hızını artırdığında, uğultuları geldi rüzgârın kayaların arasından, tepelerin üstünden, vadilerin arasından, bayırların yüzünden, yamaçların kıyısından... O beyaz bulutlar çekip çekip gitti evlerine, yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geldi...
Yavaş yavaş pastel bir renk aldı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere baktı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına…
Börtü böcek yaz konserlerini kesti, kuşların cıvıltıları sustu, yaz otları da sararıp soldu, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe büründü doğa... Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, geceler üstünü örttü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların...
Daha erken oldu akşamlar... Her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra battı güneş dağların ardından... Alev alev yandı dağlar güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Perde perde indi karanlıklar… Usul usul bastı geceler...
Her akşam gün yavaş yavaş bitip, Güneş dağların ardından alev alev çekilip, usul usul batarken, Necip Fazıl’ın ‘’Akşam’’ isimli şiiri gelirdi aklıma;
‘’Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.’’
Aslında Celâlâbad’da her akşam bana, garip bir renk akşamıydı… Aslında Celâlâbad’da her akşam bana, bütün günlerimin içime denk akşamıydı…
Her akşam bana asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in o çok sevdiğim dizlerini aklıma getirirdi… Şöyleydi dizeleri A. Kadir’in;
‘’Beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodular,
rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın,
senin etinden, tırnağından ayrı,
senin kokundan uzak.’’
Öyleydi; beni burada bir dağ başında yapayalnız koymuşlardı, rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın, hayatta en çok sevdiğim eşimden ayrı, özlemi buram buran burnumda tüten kızlarımdan uzak…
Ve burada, bu rakımda, bu dağlarda yaşamak bu muazzam özleme rağmen sonsuz bir huzur veriyordu bana... Zaten sürekli der durudu Şehriyar: ''Dağlar bir kez seni çekip aldı mı, bir daha hiç uzaklaşamazsın oradan.''
Hindukuş Dağlarından koşa koşa geldi kara kara bulutlar... Bulutlar kümelendiğinde bir aslan gibi kükredi, gürledi gökyüzü... Şimşekler ve yıldırımlar gecenin en koyu anını bir anda gümüşten bir güneşin aydınlığına kavuşturdu...
Gece bu gümüşten ışık altında, bir insanın aynada birdenbire kendisini görmesi gibi, uyuyan, durgun sularda kendi suretini görmesi gibi, uzayan bir çölde bir serap gibi uzaklarda, dağlarda, vadilerde, yamaçlarda, tepelerde kendi aksimi gördüm ışıl ışıl....
Oralarda nurdan bir dağ gibi, tepe gibi, yamaç gibi, vadi gibi, ağaç gibi ruhumu seyrettim pırıl pırıl... Her bir şimşekte, her bir yıldırımda, o anlık gümüşten ışımalarda, etrafımdaki dağların, tepelerin, vadilerin, yamaçların, sırtların siluetinde yarım asırlık ömrümün her bir anının, her bir kişisinin suretini gördüm hâyâl meyal... O bir anlık zamanda bir yarım asırlık ömrümü usul usul, yavaş yavaş, tane tane, adım adım yeniden yaşadım... Sanırım, dünya değiştirdim de cennetteyim...
Önce usul usul, usulcacık yağdı yağmur… Yavaş yavaş, nazlı nazlı esti rüzgâr… Rüzgârlar bana taa uzaklardan kuru ot kokusunu getirdiler… Usul usul yağan bu yağmur ve kuru ot kokuları annemi ve Ataol Behramoğlu’nun bir şiirini anımsattı bana:
''Unuttum, elleri nasıldı annemin
Unuttum, gözleri nasıldı bakarken.
Kuru ot kokusu getirsin rüzgâr
Yağmur usulcacık yağarken. ..''
Öylesine düşlerim ki anneciğimi; usul usul yağan bütün yağmurlar, ılgıt ılgıt esen bütün rüzgârlar, bütün çiçekler, Gülhatmi çiçekleri, bütün kokular, bütün kuşlar, bütün böcekler ve özellikle bütün acılar ve bütün hüzünler hep, ama hep annemi hatırlatır bana…
Toprağa hasret bulut kuruyan çatlayan toprakların özlemini giderdi sonra... Sanki yeryüzünün bütün trompetleri birden bire çalıyormuşçasına şantiye binasının çatısına vurdu, pançomum üzerine düştü, yüzüme çarptı yağmur damlaları tıpır tıpır...
Baharda buradan başlardı Hind muson yağmurları ama sonbaharda da Hindukuş dağlarından gelen rüzgârların etkisiyle muson yağmuruymuşçasına yağardı bu yağmurlar… Yağmurla beraber yapraklar, palamutlar yerlere düştü, ıslakta, çamurda, çukur yerlerde su birikintilerinde toprakla suya karıştı yağmur damlaları ile yapraklar...
Mevsim sonbahar, ama güz yağmurlarından olacak, yerde zaman zaman yeni filizlenen otlara basmadan, onları ezmeden arazide yürümeye çalışırım… Çünkü evrensel etki ve tepki akıntılarının içerisinde yaşadığımıza inanırım… Bir Çin atasözünü hatırlarım: ''Bir ot parçasını koparırsanız, evreni sarsarsınız.''
Sonbahar yağmurları ile oluşan sular aktı derelerden... Önce usul usul, nazlı nazlı aktı sular... Sonra coşkun coşkun aktı sular... Daha sonra deli deli aktı sular… Vadilerin yamaçlarına, çatakların girintilerine, derelerin taşlarına, dere kıyılarının kayalarına kafasını vura vura aktı sular... Dağın yamaçlarına yaslana yaslana aktı sular… Bulutların arasından sarkan Mehtabın ışıkları altında gümüşten bir nehirmiş gibi, kıvrım kıvrım, büklüm büklüm, döne dolana aktı sular... Şırıl şırıl aktı yatağında, pırıl pırıl parladı ay ışığında sular... Hiç uyumadı sabaha kadar, sabaha kadar aktı sular...
Bense, bilincim sustu, suyu dinledim, geceyi dinledim, evreni dinledim, kendimi dinledim o zamanlar sabahlara kadar... Ve her gece güz rüzgârlarının ürpertici sesi geldi sabahlara kadar. Toprak rengi, kahverengi, bulanık bulanık akan bütün bu sular İndus Nehri’nin kollarını oluştururlar.
Abdera’lı Democritus’u anımsadım… Taaa o zamanlar, en küçük atomdan en büyük yıldıza kadar evrende her şeyin devinim içinde olduğunu söyleyen, Hippocrates’in çağdaşı olan Democritus’un şu sözlerini hatırladım:
‘’İnsanın mutluluğu ya da mutsuzluğu kazandığı altın ya da eşyayla bağıntılı değildir. Mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır. Bilge bir kişi her yerde kendini evindeymiş gibi hisseder. Evrenin tümü onurlu bir ruhun evidir.’’
Sadece evrenin değil, burada dünyanın bu parçası da benim evimdi… Sadece evrenin değil, burada dünyanın bu parçası da ruhumun eviydi… Dünyada ve evrende her yer benim ruhumun eviydi… Döne dolana yine aynı noktaya geldim ve ''gözlemlenenle gözlemleyenin birliğinden, bütünlüğünden'' bahseden Kuantum teorisinin ana fikrine saplanıp kaldım...
Sonra sonra buralardaki tek arkadaşım, anam, babam, abim, kardeşim ve her şeyim Şehriyar’ı anımsadım. Zaten her Celâlâbâd’ı anımsayışımda Şehriyar’ı hatırlarım. Bir keresinde tane tane, usul usul, ağır ağır üzerine basa basa şunu söylemişti bana:
‘’Siz nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsünüz. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir. Sizin bu mutluluk arayışınız, kendinizi mutsuz ve çaresiz hissetmenizin asıl nedenidir. Dünyadan hiçbir şey talep etmediğiniz, hiçbir şey aramadığınız, hiçbir şey beklemediğiniz zaman en yüce hal size gelecektir, davet edilmeden, beklenmeden. Arzusuz olmak en yüce mutluluktur.’’
Bütün bu zaman boyunca, gün yirmidört saat, yedi gün, hiç aralık vermeksizin sürekli zihnimden sözcükler, kelimeler uçuştu, dallarından kopup nazlı nazlı yerlere düşen saramış, kızarmış yapraklar misali... Ve zihnimden salına salına düşen bu sözcükler bir kağıda değil de tüm bu evrene uçuştu gitti salına salına...
Bu yörenin en yeşil bölgesi olan Celâlâbâd’da yeşillikten hiç eser kalmadı artık. Celâlâbâd; sarı, sapsarı, kahverengi, pastel bir renge büründü… Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra, haykıra haykıra bir sonbahar daha geçti...
Ve iyi ki Şehriyar’ı tanıdım, iyi ki buralara gelmişim, iyi ki buralardaydım, iyi ki bu anı ve anları yaşadım ve yaşıyorum diye, sarı, kahverengi, turuncu, kızıl, tarifi bir imkânsız solgun rengiyle tüm dallarını göklere kaldırarak dua eden ağaçlar gibi Tanrı'ya şükrettim.
Osman AYDOĞAN
Guernica
06 Ekim 2018
Guernica, İspanya’nın Bask bölgesindeki küçük bir şehrin adıdır. Bu şehir İspanya iç savaşının kanlı bir bölümü olarak tarihte yerini alır. Bu şehir Cumhuriyetçilerle savaşan General Franco'ya yardıma gelen Nazi Almanya’sının uçakları tarafından üstelik pazarının kurulduğu gün olan 26 Nisan 1937 tarihinde bombalanır. Bombalamanın ardından bir de yangın bombalarıyla şehir ateşe verilir. 2000'e yakın insan ölür. Bu insanların çoğu pazara ürün getiren köylüler ve alışveriş yapmakta olan şehir halkıdır…
Guernica bombardımanını Alman Luftwaffe kuvvetlerine bağlı "Condor Legion’’ ve faşist İtalyan yönetimine ait "Aviazione Legionaria’'ya ait uçaklar yaparlar. Saldırının askeri adı ‘’Operation Rügen’’'dir…
Bu katliamla beraber şehir birçok edebi yapıta da ilham kaynağı olur. Bunlardan birisi Avusturyalı yazar Hermann Kesten'in ‘’Gernikalı Çocuklar’’ (Die Kinder von Gernika, 1939) (Sungur Yayınları) isimli yapıtında bombardımandan sağ çıkan, ama evlerini yitiren bir ailenin acıları genç Carlos'un ağzından çarpıcı bir biçemde anlatılır…
Diğer bir edebi eser ise Amerikalı şair ve yazar Archibald MacLeish’in yazdığı ve Melih Cevdet Anday’ın Türkçeye çevirdiği ‘’İspanyol Ölüsü’’ adındaki şiiridir... Bu şiiri yazımın sonunda veriyorum.
Fakat bu şehrin ve bu katliamın asıl tanıtılması Picasso’nun bir tablosuyla olur…
"Paris’te bulunan ve Hitler’in yeni savaş uçaklarının gücünü denemek amacıyla İspanya’da bir kenti bombaladığını radyodan duyan bir İspanyol’sanız ağlarsınız... Eğer bir ressamsanız resmedersiniz." Bu sözler Pablo Picasso’ya aittir…
O sıralarda Paris’te yasayan Pablo Picasso ülkesinde ki bu olaylardan çok etkilenir ve kübist anlatımlarla, insan ve hayvan organlarının parçalanmış, iç içe girmiş resmini yapar... İşte Picasso’nun en önemli resimlerden biri olan bu eserin adı savaş karşıtlığının tüm dünyada sembolü haline gelmiş Guernicadır…
Picasso’nun İspanya iç savaşını anlattığı bu tablo politikanın ve savaşın resimle aktarılmasının en muhteşem örneğidir. Resimde ne yanan binaların alevleri ne de akan kanların kırmızısı vardır. Resimde doğanın ne yeşili ne de mavisi vardır. Istırap içindeki insanları, ölümü, karmaşayı, yıkıntıları, alevleri, çaresizliği, yenilgiyi ve savaşın vahşetini, zulmünü, acımasızlığını, kaosunu, dehşetini ve hüznünü mükemmel bir şekilde yansıtan resimdir Guernica. Bu nedenle de siyah beyazdır Guernica. Sanat tarihinde gelmiş geçmiş en büyük savaş karşıtı resimdir Guernica…
Tablo içinde bir sürü gizli imgeler vardır. İsviçreli psikiyatr, analitik psikolojinin kurucusu ve derinlik psikolojisinin Sigmund Freud ve Alfred Adler ile beraber üç büyük kurucusundan birisi olan Carl Gustav Jung, Picasso’nun resimlerinin içine gizlediği bu imgelerin birer yeraltı karakterleri olduğunu vurgular. Guernica tablosu, bütünü ve içine gizlenmiş imgeleriyle ölümün acımasızlığıyla başa çıkmak için gizemli bir güç kaynağı oluşturur.
Picasso bu tablosu için şu açıklamada bulunur: "İspanyol mücadelesi, gericiliğin halka karşı, özgürlüğe karşı savaşıdır. Bütün sanatçılık hayatım gericiliğe ve sanatın ölümüne karşı sürekli bir mücadeleyle geçti. Gericilik ve ölümle bir an bile anlaşabileceğimi kim nasıl düşünebilir? (...) Üzerinde çalıştığım Guernica dediğim panoda ve yakın zamanda yaptığım tüm çalışmalarda, İspanya’yı acı ve ölüm okyanusunda boğan askerî kasta duyduğum tiksintiyi açıkça ifade ediyorum."
Guernica tablosu halen İspanya’da ‘’Reina Sofia’’ müzesinde bulunmaktadır...
Alman ordusu, 1990 yılında orduyu tanıtan bir reklamda “Düşmanca imajlar savaşın babalarıdır” (Feindbilder sind Kriegsvater) sloganı ile Guernica’yı kullanır… 1997 yılında da, dönemin Almanya devlet başkanı Roman Herzog, bu kasabayı Luftwaffe'nin bombalaması nedeniyle İspanya’dan özür diler…
Gerçi Nazilerin bu şehirde yaptığı katliam, ABD’nin Tokyo ve Dresden bombardımanlarının yanında fazlasıyla sönük kalmaktadır. Ama tarihi ne yazık ki galipler yazar. Picasso’ya sormak lazım aslında Dresden bombalanırken, Tokyo yakılıp yıkılırken neredeydi?
Neyse, 1937 yılını bırakıp gelelim yakın bir zamanımıza…
Günlerden 5 Şubat 2003... Yer: BM Güvenlik Konseyi… Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell o gün, Birleşmiş Milletler’de Irak’ta kitle imha silahlarının varlığına dair kanıtları sunmakta… Yani bir yalandan yarattıkları savaşın gerekçelerini. Bir yalan savaşı.
Bu konuşma öncesinde Powell’in konuşacağı Güvenli Konseyi girişinde bir tıpkıbasımı bulunan Guernica tablosunun üstü bir örtüyle kapatılır… BM basın sekreteri bu kapatma için; “kameralar için bu tablo uygun bir fon oluşturmuyor'' diye açıklamada bulunur. Bu da bir başka yalandır. Muhtemel ki Powell’in danışmanları dünya tarihinin en önemli savaş karşıtı tablosu olan Picasso’nun Guernicası önünde konuşmanın doğru olmadığını düşünmüşlerdir. Belli ki İspanya iç savaşı ve Guernica katliamı üzerine yapılmış en etkileyici çalışmalardan birinin önünde yalan söylemek Powell’in olmayan vicdanını rahatsız etmiştir…
Yakın bir zamanda TRT2'de İngiliz sanat tarihçisi Simon Schama'nın hazırlayıp sunduğu BBC yapımı ‘’Simon Schama's Power of Art’’ isimli bir belgesel yayımlandı… Sekiz bölümden oluşan belgesel her bölümde bir sanatçının özellikle bir eserini anlatır. Sıra Pablo Picasso bölümüne gelince doğal olarak Guernica tablosu anlatılır… Bu bölümde Colin Powell’in BM salonunda konuşması esnasında Guernica tablosunun üzerinin örtülmesini Simon Schama şöyle yorumlar:
"Ben bunu sanatın gücüne yapılan bir övgü olarak görüyorum. Orada söylenen aslında şuydu: Sen dünyanın en güçlü ülkesi olabilirsin, her yere ordular gönderebilirsin, diktatörleri devirebilirsin ama bir başyapıtla oyun oynayamazsın. Gücün buna yetmez!"
Sanatın ve edebiyatın gücü böyle bir şeydi işte…
Şimdi anlıyorsunuz değil mi diktatörlerin neden sanattan, şiirden ve edebiyattan uzak durduklarını, onlardan korktuklarını!...
Rivayet edilir ki Almanlar, Paris işgali sırasında katıldığı bir sergide Alman bir general Guernica tablosu önünde durarak Picasso’ya sorar: “Bu tabloyu siz mi yaptınız?” Picasso cevap verir: “Hayır, siz yaptınız.”
Bu şiirin (İspanyol Ölüsü) ve bu tablonun (Guernica) günümüzdeki her türlü hukuksuzluklara, haksızlıklara ve katliamlara karşı verdiği çok büyük mesajları da vardır:
Bugünkü Ortadoğu'yu bir yıkıntı ve kan gölü haline getirenlerin yüzüne de tarih baba bir gün söyleyecektir elbet: ''Siz yaptınız!''
Amerikalı şair ve yazar Archibald MacLeish’in ‘’İspanyol Ölüsü’’ adındaki şiirinde söylediği gibi: ‘’Yanılmayın, hesap sorulmayacak sanmayın. Dökülen kanın hesabı sorulmamışsa, yalanın hesabı sorulmayacak sanmayın… Yanılmayın, bunun hesabı sorulacak, sorulacak ama vakit var vakit var daha.’’
Çünkü İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’in söylediği gibi: ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun.''
Siz yaptınız! Ama yanılmayın, bunun hesabı sorulacak, sorulacak ama vakit var vakit var daha.
Osman AYDOĞAN
Picasso’nun tablosu: Guernica
Picasso’nun tablosu Guernicanın üç boyutlu hali:
https://www.youtube.com/watch?v=jc1Nfx4c5LQ
İspanyol Ölüsü
Bunun hesabı sorulmadı
Gözyaşlarının hesabı sorulmadı ama sorulacak
Madrid'in, Barcelona'nın, Valencia'nın gözyaşları
Bu gözyaşlarının hesabı sorulmadı.
Almeria'nın, Badajoz'un, Guernica'nın döktüğü kan
Bu kanın hesabı sorulmadı.
Gözyaşları yüzlerde kurumuş
Kum üstünde kurumuş kan.
Gözyaşlarının hesabı sorulmadı, kanın hesabı sorulmadı
Sorulacak bunların hesabı.
Çünkü Guernica'nın adamları konuşmaz.
Almeria'nın çocukları sessizdir
Badajoz'un kadınları dilsiz
Dilsizdir onlar, sesleri çıkmaz, sesleri çıkmaz
Boğazlarını tıkamıştır oranın kumu
Konuşmazlar, konuşmayacaklar da ve çocuklar
Almeria'nın çocukları usludur
Kıpırdamazlar, kıpırdamayacaklar da
Vücutları kırık, kemikleri kırık, ağızları
Çünkü ölüdür onlar, dilsizdir hepsi.
Yanılmayın
Hesap sorulmayacak sanmayın.
Yanılmayın
Dökülen kanın hesabı sorulmamışsa
Yalanın hesabı sorulmayacak sanmayın
Yanılmayın
Bunun hesabı sorulacak
Sorulacak ama
Vakit var
Vakit var daha.
Bu yerlerde ölülerin vakti boldur
Badajoz'da, Guernica'da, Almeria'da
Bekliyebilirler vakitleri var daha.
Vakit var
Bekleyebilirler daha.
Archibald MacLeish
Hele bi uyuyup uyanalım!
05 Ekim 2018
Bir açmaz içindeyseniz, bir çıkmaz içindeyseniz, bir çaresizseniz, çarenin siz olduğunu size anlatan bir şarkıdır... ‘’Gün doğmadan daha neler doğar" diyen bir şarkıdır… ‘’Umudun tükenmediğini’’, '’umut etmekten vazgeçmemek’’ gerektiğini söyleyen bir şarkıdır... ‘’Bu da geçer yâ hû’’ diyen bir şarkıdır...
Sesinizde söyleyemediğiniz sözler varsa, gizleyemediğiniz gözyaşlarınız, silip de unutamadığınız sabahlar, içinizde saklayamadığınız anlarınız ve hiç bitmeyen bir yalnızlığınız varsa; ''bir yolu vardır elbet yarın yeniden yaşamanın'',''bir çaresi bulunur çıkmazların'', ''hele bir uyuyup uyanalım'' diyen bir şarkıdır...
"Sesimde söyleyemediğim şeyler var" sözlerii ile sizin de sesinizde söyleyemediklerinizi anlatan, sessiz çığlığınıza tercüman olan, sessiz bağırışlarınıza ses olan bir şarkıdır…
Anlattığım; Sertab Erener'in sözlerini bizzat kendisinin yazdığı, bestesini ise Demir Demirkan'la yaptığı ‘’Rengârenk’’ albümünde yer alan insanın içinde hayata dair bir umut yeşerten, direnme gücünü arttıran, türküleri andıran güzel bir şarkısıdır: ‘’Bir çaresi bulunur’’…
Kişisel sorunların altında mı kaldınız? Ülkenin gündeminden mi bunaldınız?
Bir çaresi bulunur elbet yarın yeniden yaşamanın…
Hele bi uyuyup uyanalım!
Osman AYDOĞAN
Sertap Erenel, ''Bir çaresi bulunur'':
https://www.youtube.com/watch?v=WBCiQTk5knY
Bir çaresi bulunur
Sesimde söyleyemediğim sözler var
Gizleyemediğim gözyaşlarım
Silip de unutamadığım sabahlar
Kokladığım eşyaları
Bir çaresi bulunur elbet yarın
Yeniden yaşamanın
Bir çaresi bulunur elbet canım
Bi uyuyup uyanalım
Ah bi yolu vardır elbet yarın
Yeniden yaşamanın
Bi çaresi bulunur çıkmazların
Bi uyuyup uyanalım
İçimde saklayamadığım anlarım var
Hiç bitmeyen yalnızlığımın
Silip de unutamadığım geceler
Dönüşü yok hep kalp ağrısı
Bir çaresi bulunur elbet yarın
Yeniden yaşamanın
Bir çaresi bulunur elbet canım
Bi uyuyup uyanalım
Yandı ciğerim de canan buna ne çare?
05 Ekim 2018
Erol Toy'un çok güzel bir kitabı vardı iki ciltlik: ''Toprak Acıkınca'' (Yaz Yayınları, 1998) Kurtuluş savaşını anlatırdı… Bu kitapta bir hikâyecik hatırlıyorum torun ile nine arasında geçen...
- ''Nine ölüm nedir?''
- ''Ölüm neye benzer biliyor musun Hasan?''
- ''Neye nine''
- ''Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Belirli bir süre içinde acıkır. O zaman sürmek gerekir onu. Ekmek gerekir. Doyduysa ne âlâ. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. Oda yetmez Hasan'ım. Gayrı alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır. ''
Susar nine... Bir süre düşünür sonra yeniden devam eder:
-''İşte ölüm, insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzer.''
Terörden bir tohum gibi toprağa düşen gencecik askerlerin, polislerin, insanların haberleri gelince hep bu nineyi anımsarım... İhmalden, ilgisizlikten, bilgisizlikten, para hırsından çöken maden ocaklarında bir tohum gibi canlı canlı toprağa gömülen, tutuşan, yanan yurtlarda diri diri yanan, işgüvenliği eksikliğinden, bilgisizlikten, kuralsızlıktan iş kazasından, trafik kazasından yiten, katledilen insanlarımızın haberleri gelince yine bu nineyi hatırlarım... Düşünür, sorgularım... Nasıl bir açlıkmış bu böyle? Bu toprakların ne doymak bilmez, ne bitmek bilmez bir iştihasıymış bu?
1’nci Dünya Savaşı'nda, Enver Paşa, Galiçya'ya da asker göndermeye karar verince; birliklerde talimler yoğunlaşmış... Bazı onbaşılar da, acemi eratı yetiştirmeye çalışıyormuş... Bir onbaşı, askere yeni gelmiş bir neferi çekmiş önüne; ''Sol yanın doğu, sağ yanın batı, önün güney; söyle bakalım, demiş, arkanda ne kaldı?'' Nefer boynunu bükmüş: ''Arkamda'', demiş, ''arkamda genç bir kadınla, iki küçük çocuk kaldı...''
Kimisi nişanlı, kimisi evli... Kimisinin bebeği yolda, kimisininki daha yeni kucakta... Kimisinin terhisi gelmiş, kimisinin daha yeni tayini çıkmış, kimisi daha yeni göreve başlamış…. Her birisinin, ciğerleri sızlatan daha nice hikâyesi... Eline diken battığında yüreği yanan anaların bir anlatılamaz evlat acısı…Onlarca genç insan…
Necip Fazıl’ın ‘’Akşam’’ isimli güzel bir şiiri vardı:
‘’Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.’’
Şiirde olduğu gibi Güneş çekilip dağların ardından batarken bir renk akşamı doğar ve dağlar külsüz, dumansız bir kor gibi alev alev yanar ya, işte ben her şehit haberinde, her felaket haberinde, her bir tohum gibi toprağa düşen can haberinde öyle yanarım... Bir alev topu gibi alaz alaz yanarım, bir kor gibi için için yanarım, tutuşmuş bir çıra gibi usul usul yanarım... Böylesi günler, bütün günlerimin içime denk akşamıdır. Böylesi günlerde bütün dünyanın ormanları içimde tutuşmuş gibi alev alev yanarım...
Erzurum yöresinden Muharrem Akkuş ile Yücel Paşmakçı’nın derledikleri bir türkü vardı, askere gidip de dönmeyen evlat acısını anlatan;
‘’Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte canan bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Yandı ciğerim de canan buna ne çare
Bir güzel simadır aklımı alan
Aşkın sevdasını canan serime salan
Bizi kınamasın ehl-i din olan
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Yandı ciğerim de canan buna ne çare''
Kore Savaşından sonra bu türküye bir dörtlük daha eklenir..
''Kore dağlarında ot kucak kucak
Ne bilsin analar (oy oy) böyle olacak
Rahmet yerine kurşun yağacak
Gtti de gelmedi canan buna ne çare"
Türkünün derleme tarihi 1966. Türkünün TRT repertuvar kurulu tarafından “inceleme” tarihi ise 1977. Bu türkü yaklaşık on yıl sonra TRT repertuarına alınır. (!) Türkü içinde geçmekte olan Kore Savaşına dair dörtlük ise TRT arşivlerinde bizim böyük müttefikimiz (!) ABD hatırına bilerek çıkartılmıştır. Halen TRT repertuarında türkünün Kore ile ilgili kısmı yoktur!
Burada genç arkadaşlarıma ‘’höllük’’ nedir açıklamam gerek ki ağıt daha bir anlaşılsın. Höllük; şimdilerde allanarak pullanarak reklamı yapılan bir kullanımlık çocuk bezlerinin yerine kullanılan çamurlaşmayan bir çeşit topraktı. Bu toprak çocuğun altına bağlanan bir bezle ısıtılarak kullanılırdı. Ancak şimdiki çocuk bezleri gibi bir kullanımlık değildi… Kullanıldıktan sonra elene elene tekrar kullanılırdı. Şimdi böyle zahmetlerle anneler evladını büyütüp yetiştirsin, askere yollasın sonra da o asker gidip de gelmesin! Ciğeri yanmasın da annelerin daha nesi yansın?
Bugün artık Kore'nin dağlarında kucak kucak otlar yanmıyor ama bugün tüm bir milletin alev alev ciğeri yanıyor.
Gitti de gelmedi canan buna ne çare?
Yandı ciğerim de canan buna ne çare?
Osman AYDOĞAN
Bu türkü çok sanatçı tarafından seslendirilmiştir. Ancak türkünün Serenad Bağcan tarafından bir jenerikte kullanılan yorumu çok güzeldir. Aysun Gültekin ve Berivan Yılmaz yorumları da dinlenmeye değerdir.
Seranad Bağcan, ‘’Eledim eledim höllük eledim’’:
https://soundcloud.com/salih-lsal/serenad-bagcan-eledim-eledim-ben-anadoluyum-jenerik
Aysun Gültekin, ‘’Eledim eledim höllük eledim’’:
https://www.youtube.com/watch?v=nEFGQOYRs18
Berivan Yılmaz, ‘’Eledim eledim höllük eledim’’:
https://www.youtube.com/watch?v=z_gEA9bgPfM
Şifa istemem
04 Ekim 2018
Nesimi Çimen, halk ozanıdır. 1931 yılı Adana Saimbeyli doğumludur. Gençliğinde tüm ailesiyle birlikte Sarız’a (Kayseri) yerleşir ve bir köy ağasının yanında maraba olarak çalışır. Ağanın kızına âşık olunca, birlikte Kayseri’den kaçıp Elbistan'ın Sevdili Köyü'ne yerleşir. Burada uzun süre kaldıktan sonra İstanbul'a taşınır. Buradan da ailesiyle beraber Osmaniye'nin Кadiɾli ilçesine göç eder. Orada bulduğu işten altılınca ailesinin geçimini sağlamak için ozanlığa başlar.
Küçük yaştan beri türküler derleyen Nesimi, Hatayi, Piɾ Sultan Abdal ve diğer usta ozanların nefeslerini söyleyerek kendisini tanıtır. Türkülerini bağlama yerine göğsünde taşıdığı cuɾa eşliğinde söyler.
İşte bu ozanımızın söz ve müziği kendisine ait güzel bir türküsü var: ‘’Şifa İstemem’’
Türküye geçmeden kısa bir bilgi vermek istiyorum. Ozan geleneğinde ''sevda türküleri'' olduğu kadar ''sitem türküleri'' de sıkça kullanılır. Sitem türkülerine örnek olarak ''Muhannet'' başlığı ile bu sitemde daha önceleri bir Erzincan türküsü olan ''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var, beni muhannete muhtaç eyleme'' türküsü ile anlatmıştım. Dîvan şiirinde de ''sitem'' konusu sıkça işlenir. Yine kısa bir süre önce sitemde iki kez anlattığım Nev'î'nin ''Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur, gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur'' beyti Dîvan edebiyatının bu ''sitem'' geleneğine en güzel örnektir.
İşte Nesimi Çimen'in bu bahsettiğim ''Şifa İstemem'' türküsü de halk müziği içerisindeki en güzel bir sitem türküsüdür. Bu türkü insanın içini sızlatan, yüreğini burkan, kalbini titreten, gözlerini dolduran, dünya tarihinde eşi benzeri görülemeyen bir sitem türküsüdür. Bu türkü dünyadaki en naif bir sitem türküsüdür. Sitemin bile naif, sitemin bile kibar, sitemin bile nazik, sitemin bile dua gibi olabileceğini gösteren bir türküdür:
‘’Şifa istemem balından
Bırak beni bu halımdan
Razıyım açan gülünden
Yeter dikenin batmasın.’’
Bu türkü kadri, kıymeti, vefayı bilmeyenlere, sevgisizlere, duygusuzlara, duyarsızlara atfedilmiş bir türküdür:
‘’Gece gündüz o hizmetin
Şefaatin kerametin
Senin olsun hoş sohbetin
Yeter huzurum gitmesin.’’
Bu türkü sevdiği kişiden zarar gördüğü halde ona hiçbir kötü dilekte bulunmayan, kibarca ve sitemkâr bir şekilde ona tüm güzellikler senin olsun diyen bir türküdür:
‘’Taşa değmesin ayağın
Lale sümbül açsın bağın
İstemem metheylediğin
Yeter arkamdan atmasın.’’
Bu türkü aynı zamanda dar zamanlarda, zor zamanlarda, güç zamanlarda başı dik tutmanın, onurlu bir duruşun türküsüdür:
‘’Sonu yoktur bu virdimin
Dermanı yoktur derdimin
İstemem ilaç yardımın
Yeter yakamdan tutmasın’’
Bu türkü dostlukların kolay edinilmediğini ve kolayca ve de ucuzca harcanmaması gerektiğini anlatan bir türküdür:
‘’Kolay mı gerçeğe ermek
Dost bağından güller dermek
Orda kalsın değer vermek
Yeter ucuza satmasın.’’
Bu türkü aynı zamanda yürek yangını bir türküdür. Çünkü bu türküyü yazan yanmıştır, bu türküyü derleyen yanmıştır, bu türküyü okuyan yanmıştır. Ozanının akibetini öğrenince bu türküyü dinleyenin de yanması mukadderdir. Çünkü ortaçağdan kalma karanlık bir güruhun 02 Temmuz 1993 günü Sivas'ta, Madımak Oteli'nde 35 insanımızı cayır cayır yaktıkları Sivas Кatliamı'nda bu türkünün söz ve bestesinin sahibi Nesimi Çimen de cayır cayır yakılarak katledilmiştir. İşte bu nedenle türkünün son kıtası daha bir anlamlıdır:
‘’Nesimi'yim vay başıma
Kanlar karıştı yaşıma
Yağın gerekmez aşıma
Yeter zehirin katmasın.’’
Bu türküyü çok sanatçı söyler. Ama bu türküyü Grup Abdal’ın ‘’Ozanca’’ isimli albümünde hakkıyla yorumlanır. İlkay Akkaya, Aynur Haşhaş ve Gonca Akyar da çok güzel yorumlar.
Aşağıda bağlantılarını verdiğim bu yorumların hepsini dinleyin, bir daha, bir daha, bir daha dinleyin. Gün boyu dinleyin, gece boyu dinleyin… Sonra da (sitemde ''Bir Sabiyyenin Gözyaşları'' adıyla kendisini anlattığım) İhsan Raif Hanım’ın ’’Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime, titrerim mücrim (suçlu) gibi baktıkça istikbalime’’ dizelerini hatırlayıp, bir muhannet güruhunun eline düşmüş yalnız ve güzel ülkenin haline bakıp, bir günde tohum gibi toprağa düşerek can veren yedi yiğidin, eline diken battığında yüreği yanan analarının bir anlatılamaz evlat acısını düşünerek, şiirlerinde ‘’Şehriyar’’ mahlasını kullanan Azeri şair Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın "Nima, yüreğindeki gamı söyle de bir yabancı gibi ağlayayım’’ dediği gibi, erkeğim demeyin, askerim demeyin, ben ağlamam demeyin, aydın yüreğinizdeki birikmiş gamı, kederi, tasayı, kaygıyı ortaya döküp bir yabancı gibi ağlayın…
Zira mevsim sonbahar; güz mevsimidir, hazan mevsimidir, hüzün mevsimidir...
Osman AYDOĞAN
Grup Abdal, ‘’Ozanca’’ albümünden ‘’Şifa İstemem’’
https://www.youtube.com/watch?v=SBDj5RQ82xA
Aynur Haşhaş, ‘’Şifa İstemem’’
https://www.youtube.com/watch?v=5IpaV9K6OoY
Gonca Akyar, ‘’Şifa İstemem’’
https://www.youtube.com/watch?v=mflMcegpn5s
İlkay Akkaya, ‘’Şifa İstemem’’
https://www.youtube.com/watch?v=aHPx7T3C-Ac
Şifa İstemem
Şifa istemem balından
Bırak beni bu halımdan
Razıyım açan gülünden
Yeter dikenin batmasın
Gece gündüz o hizmetin
Şefaatin kerametin
Senin olsun hoş sohbetin
Yeter huzurum gitmesin
Taşa değmesin ayağın
Lale sümbül açsın bağın
İstemem metheylediğin
Yeter arkamdan atmasın
Kolay mı gerçeğe ermek
Dost bağından güller dermek
Orda kalsın değer vermek
Yeter ucuza satmasın
Sonu yoktur bu virdimin
Dermanı yoktur derdimin
İstemem ilaç yardımın
Yeter yakamdan tutmasın
Nesimi'yim vay başıma
Kanlar karıştı yaşıma
Yağın gerekmez aşıma
Yeter zehirin katmasın
Nesimi Çimen
İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim.
03 Ekim 2018
‘’Zahid bizi ta'n eyleme’’ şiiriyle tanıdığımız Muhyiddin Abdal 16. yüzyıl kaynaklarında ismi geçen tasavvuf edebiyatının önemli şairlerindendir. Bektaşî ulularından biri olarak kabul edilir.
Edirne ile Kırklareli arasında yer alan ve eski adı Çöke olan Hacıdanişment köyünde yaşamış olduğu bilinmektedir. Muhyiddin Abdal ‘’Seyrannâme’’ isimli şiirinde Çöke'den başlamakta ve pek çok yeri gezdikten sonra tekrar Çöke'ye dönmektedir. Bütün yaşamı boyunca belde belde dolaştığı ve 1529 yılında vefat ettiği tahmin edilmektedir. "Muhyiddin Baba Türbesi" olduğu söylenen yer ise Edirne'nin Lalapaşa ilçesine bağlı Hacıdanişment ile Vaysal köyleri arasında bulunan "Muhittin Baba Tepesi"ndedir…
Muhyiddin Abdal şiirlerinde, Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesimî, Fazlullah, Hacı Bektaş Velî, Otman (Utman) Baba, Şahkulu, Kumral Baba ve Akyazılı gibi Kalenderîlerin ve Bektaşîlerin ulu saydıkları kimselerden bahseder. Hece vezni ile Hurufi anlayışta yazdığı şiirlerini küçük bir divanda toplamıştır. Çukurova Üniversitesinde Bayram Durbilmez tarafından 1998 yılında “Muhyiddin Abdal Divânı’’ adlı bir doktora tezi yapılmıştır. Muhyiddin Abdal'ın bütün şiirleri bu tezde bulunmaktadır.
Muhyiddin Abdal Divânı'nda bulunan ‘’İnsan insan’’ isimli şiiri Fazıl Say tarafından bestelenerek Güvenç Dağüstün, Cem Adrian, Selva Erdener ve Burcu Uyar tarafından seslendirilir. Bu eserin bağlantısını ve şiirin tamamını aşağıda veriyorum… Arkasından da meraklıları için şairin ‘’Zahid bizi ta'n eyleme’’ ve ''Seyrannâme'' isimli şiirlerini veriyorum...
Bugünler güz günlerinin başlangıcı ya... Hava da gündem de kapalı, kasvetli ya... Şimdi bırakın gamı, kederi, kasveti, gündemi, günlük telaşın hay huyunu, McKinsey'i, kimseyi ve kafanızdaki her şeyi bu şaheseri dinleyin derim… Sonra da şiiri her bir dizesi üzerinde düşüne düşüne okuyun derim...
İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim. Can can deyu söylerlerdi, ben can nedir şimdi bildim…Kendüzünde buldu bulan, bulmadı taşrada kalan, mü’minin kalbinde olan iman nedir şimdi bildim...
İnsan nedir, can nedir, iman nedir, güman nedir, eren nedir, erkân nedir, mihman nedir, mümin nedir, münkir nedir, ayan nedir, pinhan nedir, nişan nedir ben bu yaşa geldim ama ben hala bilmedim...
Osman AYDOĞAN
Fazıl Say, ''İnsan İnsan''
https://www.youtube.com/watch?v=fEzpsVi1Qd0
İnsan insan
İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyu söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim
Kendüzünde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Mü’minin kalbinde olan
İman nedir şimdi bildim
Takvâ ehlinin sattığı
Mü’minlerin ok attığı
Münkirlerin şekk ettiği
Güman nedir şimdi bildim
Bir kılı kırk yardıkları
Birin köprü kurdukları
Erenler gösterdikleri
Erkân nedir şimdi bildim
Sıfât ile zât olmuşum
Kadr ile berât olmuşum
Hak ile vuslat olmuşum
Mihman nedir şimdi bildim
Muhyeddin eder Hak kadir
Görünür her şeyde hâzır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
Küçük bir sözlük:
Münkir: İnkâr eden.
Şekk: Şüphe, zan.
Güman: İnanç.
Mihman: Konuk, misafir.
Ayan: Gözle görülen, açık, belli.
Pinhan: Gizli, saklı, gizlenmiş, mahfi.
Kendüz: Kendi özü, nefs, can, ruh.
Muhyiddin Abdal’ın şiirinde geçen "Müminin kalbinde olan / İman nedir şimdi bildim" kısmı Fazıl Say’ın bestelediği eserinde "Canların kalbinde olan / İnanç nedir şimdi bildim" olarak değiştirmiş…Ve Fazıl Say şarkısında şiirin 1., 2. ve 6. kıtalarını kullanmış.
Zahid bizi ta’n eyleme
Zahid bizi ta'n eyleme
Hak ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazret' e varır yolumuz
Sayılmayız parmağ ile
Tükenmeyiz kırmağ ile
Taşramızdan sormağ ile
Kimse bilmez ahvalimiz
Erenler yolun güderiz
Çekilip hakk'a gideriz
Gaza-ı ekber ederiz
İmam Ali'dir ulumuz
Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik beli
Gören bizi sanır deli
Usludan yeğdir delimiz
Tevhid eden deli olmaz
Allah diyen mahrum kalmaz
Her seher açılır solmaz
Bahara erer gülümüz
Muhyî sana ola himmet
Aşık isen cana minnet
Elif Allah mim Muhammed
Kisvemizdir dalımız
Seyrannâme
Çöke'den temâşâ ettim
Beypınar'ın gölün gördüm
Balkan'ın Tanrı dağının
Boz bulanık selin gördüm
Nesin öveyim şarının
Misli cennettir yerinin
Tekirdağ'ın, Ereğli'nin
Gâyet hızlı yelin gördüm
Bir söz diyeyim inanın
Şeklini pîrlere tanın
Şehr-i âzâm Edirne'nin
Mis kokulu gülün gördüm
Erenler Hulkî Hasan'ın
Mânâ bahrine düşenin
Hasköy'le Kırkkilise'nin
Muhabbetli dilin gördüm
Hayranım dağlı dilinin
Rengi hiç solmaz gülün
Uzunköprü Hayrebol'un
Esirik bülbülün gördüm
Andan aşağı yalının
Mihri Muhammed Ali'nin
Güzelce, Gelibolu'nun
Boyu selvi dalın gördüm
Şerhin ideyim bu hâlin
Sözümün nicesin bilin
Silivri’yle İstanbul'un
Gâyet asîl ilin gördüm
Hakikat gerçek er isen
Hüneri türlüdür bunun
Kabahüyük'le Çorlu'nun
Savurganlı yelin gördüm
Nihâyeti olmaz sözün
Şikârı turnadır bazın
Babaeski'yle Burgaz'ın
Hak kudretten elin gördüm
Eyyâmı seher yâdının
Yemi şekerdir tûtînin
Mâhiyânın her seyrinin
Rûşenâ cemâlin gördüm
İki cihan hep doğrunun
Yeri mi olur eğrinin
Cân kuşu gönül murgunun
Zehi perr ü bâlin gördüm
Muhyiddin Abdâl'ım nice
Cihâna gelmiştir ance
Oddan ıssı, kıldan ince
Erenlerin yolun gördüm
Muhyiddin'im yârenlerin
Doğru yola varanların
Çöke’deki erenlerin
Hoş sâhip kemâlin gördüm
Muhyiddin Abdal
Kimse bilmez…
02 Eylül 2018
Yazar, müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet Güreli’nin güzel mi güzel bir şarkısı var: ‘’Kimse bilmez’’ Önce şarkının sözlerini vereyim:
''Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende,
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Seher yeli, eser yırtar eteğini gülün,
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün.
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Kimse bilmez, kimse bilmez...''
Şarkının sözleri aslında Ömer Hayyam’ın üç ayrı rubaisinden alınan bir şiirdir… Hayyam'ın rubaileri ise şu şekildedir:
329.
Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün.
331.
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işde.
361.
Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.
Önce Hayyam’ın rübailerini tekrar okuyun… Önce bu rubailerdeki basitliğinin içindeki derinliği, boşluğun içinde yoğunluğu, sadeliğin içindeki zenginliği görün…
‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?’’ sorusundaki Hayyam'ın Galileo'dan 400 yıl öncesinde gökyüzünün döndüğünü, yıldızların geceden geceye, gece içinde de yıldızların zamandan zamana yer değiştirdiğini bildiğini, bu bilgiyi bilecek kadar da astronomi bildiğini düşünün… Ömer Hayyam'ın sadece şarapçı (!) birisi olmadığını görün…
‘’Seher yeli eser yırtar eteğini gülün, güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün’’ sözleriyle sanki bülbülün değil de sizin yüreğinizin çırpın çırpın çırpınışını bir nasıl anlattığını görün…
‘’Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende’’ sözleriyle de tüm bir gelip geçenlerin, geçtikten sonra içinizde bıraktığı gözyaşlarının, seher vakti çiçeklere düşmüş ve kimseciklerin görmediği çiğler gibi kaldığını görün…
Herkes yaşamını sürdürür, günlük telaşın hay huyu arasında günler akar gider, bu telaş içinde yıldızlı göklerin döndüğünü kimse görmez bazen... Ama siz ısrarla sorarsınız bir feryâd bir figân halinde, çığlık çığlığa: ‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?'' Kimse bilmez, kimse merak da etmez zaten.
‘’Kimse bilmez’’ sözleri ise bilenlere çığlık çığlığa bir sitemdir, bilmeyenlere ise çığlık çığlığa bir hakırış, bir kutsal isyandır…
‘’Kimse bilmez’’ sözleri, Immanuel Kant'ın Almanya'da Königsberg sarayında bronz anıtında (Denkstein) yazılı ‘’Pratik Aklın Eleştirisi’’ (Kritik der praktischen Vernunft) isimli kitabından alınmış şu sözleri aklıma getiriyor; “Üzerinde düşündükçe iki şey ruhumu daima yeni ve giderek artan bir hayranlık ve saygı ile dolduruyor: Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlâk yasası.’’ (Zwei Dinge erfüllen das Gemüt mit immer neuer und zunehmender Bewunderung und Ehrfurcht, je öfter und anhaltender sich das Nachdenken damit beschäftigt: Der bestirnte Himmel über mir und das moralische Gesetz in mir.) Kimse bilmez... Kimse bilmez...
Mehmet Güreli de müziğinde bu şiiri çok güzel yorumlamış... Mehmet Güreli’den bu yorumu dinlediğinizde içinize huzur, ruhunuza dinginlik, zihninize ferahlık gelir… .
Şarkıyı Mehmet Güreli dışında Zuhal Olcay, Güvenç Dağüstün ve Jülide Özçelik gibi sanatçılar da seslendirmiş ama ben ille de Mehmet Güreli derim… Mehmet Güreli’den bu müziği dinlediğinizde her vurgusu insanı bir daha vurur…
Bugünler güz günlerinin başlangıcı ya... Hava da kapalı, kasvetli ya... Şimdi bırakın gamı, kederi, kasveti, günlük telaşın hay huyunu, McKinsey'i, kimseyi... Mehmet Güreli’nin bu şarkısını dinleyin…Pişman olmayacaksınız!
Sizlere güzel güz günleri diliyorum…
Osman AYDOĞAN
Mehmet Güreli, ‘’Kimse bilmez’’:
https://www.youtube.com/watch?v=PHo5U9Rios0
Aslolan hayattır…
01 Ekim 2018
Eylül toparlandı gitti işte... Ekim filan da gider bu gidişle derken, güz aylarının, hazan mevsiminin, sonbaharın kapısından aniden, birdenbire girdik içeri. Dışarıda cisil cisil bir yağmur, biraz rüzgâr, ara sıra solgun ama hala sıcak olan güneş fırsat bulduğunda bulutların arasından epil epil parlıyor. Yaprakları sararmış ağaçların altındaysanız eğer bulutların ardından, dalların arasından güneş size üzgün üzgün, mahsun mahsun göz kırparcasına bakıyor…
Ağaçlardan yere dökülen altın sarısı, kıpkırmızı yapraklar renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyorlar. Kulak kabartırsanız bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlıkları duyulmaktadır. Çünkü hala dallarında kalan kıpkırmızı yapraklar da birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Sonyazdan kalan günlerde güz güneşinin hissettirdikleri ruhuma, yazılarıma, seçtiğim şiirlerime de yansıyor. Baharla yenilenen coşkuyla çağlayan duygular, güz aylarıyla birlikte durağanlaşıyor, dinginleşiyor ve nedensiz bir hüzne götürüyor insanı…
Bu hüzünden kurtulmanın tek yolu kitaplar ve şiirler. Ben de öyle yapıyorum. Nazım Hikmet’in ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli kitabını elime alıyorum. Daha ilk sayfasındaki şiiri gözüme ilişiyor. Piraye'nin betimlemesi sanki, kitabı da ona adamış zaten:
Hatice, Piraye, Pirayende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında
sormadım, düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
realite umrumda değil...
939'da İstanbul'da tevkifhanede başlanıp.....
..............biten bu kitap
ona ithaf edilmiştir.
Şiirde Piraye adını görünce dalıp gidiyorum... Nazım'ın aşkları geliyor aklıma... Abdülhamit Devri’nin ünlü valilerinden birisinin kızı olan Sabiha Hanım, ünlü bir doktorun baldızı olan Azize Hanım ve Şükufe Nihal… Nazım'ın bu aşkları çocukluk, gençlik aşkları idi…
Nazım’ın ilk evliliği ise Nüzhet Hanım iledir. 1921 yılında Moskova’da üniversitede öğrenciyken evlenirler. Nüzhet’in ailesi bu evliliğe razı değildir. Mektuplar yazarlar Moskova’ya kızları Nüzhet’e; “Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız… Geçinemezsiniz!” derler. Ancak aşkla başlayan bu evlilik fazla uzun sürmez. İki yıllık birlikteliğin sonunda Nüzhet İstanbul’a döndüğünde ailesinin de etkisiyle Nazım’ı terk eder.
Yukarıdaki şiirde ismi geçen Piraye, Nazım'ın onüç yıl evli kaldığı ikinci eşidir. Piraye Nazım’ın kız kardeşi Samiye’nin yakın arkadaşıdır. Piraye varlıklı ve kültürlü bir aileye mensup, kızıl saçlı, gösterişli, aydın görüşlü bir kadındır. Piraye Nazım'la evlenmeden önce iki çocuk sahibi dul bir kadındır.
Nazım'ın Piraye ile olan evliliği diğer kadınlarına ve evliliklerine göre en uzunudur. Ancak Nazım bu süre içinde bir kısmı Çankırı hapishanesinde, bir kısmı da Bursa hapishanesinde tutukludur. Genç ve güzel, kızıl saçlı Piraye henüz eşinden yeni boşanmış iken tanışmış Nazım ile. Piraye ilk eşi ile erken yaşta evlenmiş ve iki çocuğu olmuş. Sonra eşi, çocukları ile onu bırakıp Paris'e gitmiş, bir daha da dönmemiş. Piraye'nin babası da Nazım hayranı imiş. Nazım hapiste iken ona karşı duygularını yazdığı şiir ve mektupları ile dile getirmiş. Nazım, "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950'de hapisten çıkana kadar yazışmışlar. Bu 1939 ve 1951 yılları arasında gönderilen mektupları Piraye ölene dek tahta bir bavulda saklamış.
Nazım, Piraye’sine bir mektubunda şöyle yazar: "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılâbı ve inkılâbın Marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet'in Hatice Zekiye Pirayende Piraye'yi sevmesi gibi seviyorum."
O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diye yazıyor. Ancak öyle olmuyor… Öyle bir saadet olmuyor... Korktuğu da başına gelmiyor Nazım’ın. Aşk bitiyor ve ayrılıyorlar...
Piraye ile evliyken Nazım’ın hayatına önce roman yazarı Cahit Uçuk ve opera sanatçısı Semiha Berksoy giriyor. Ancak Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi artık bardağı taşıran son damla oluyor. Münevver Hanım, Nazım’ın dayısının kızıdır. Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi Nazım hapislerde iken başlar. Ve Nazım hapisten çıktığında çoktan Münevver Hanım'a gönül vermiştir bile. Piraye şairi çok sevmesine rağmen fedakârlık ederek daldan düşen bir sonbahar yaprağı gibi aradan çekilir.
Nazım ve Münevver aşkı da sadece üç yıl (1948 - 1951) sürer. Bu ilişki Nazım’ın Rusya’ya kaçışıyla fiilen sona erer.
Nazım’ın Rusya’daki ilk aşkı 1952 yılında tanıştığı genç doktoru Galina’dır. Nazım Galina ile evlenir.
Nazım 1955 yılı sonlarında evli ve çocuklu, kendisinden otuz yaş küçük Vera’yla tanışır. 1960 yılı başında Nazım'ın Galina ile olan sekiz yıllık beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılır. Ve “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” diye 1961 de yazdığı “Saman sarısı” şiiri ile ölümsüzleştirdiği Vera’sına kavuşur Nazım. Nazım artık bundan sonraki şiirlerini Vera’sı için yazar.
Aslında Nazım’ın sevdiği, kadınlar değil, sevme fikriydi... Kadınlar sadece öznesiydi o sevginin… Tıpkı Eylül’ün yazarı Mehmet Rauf gibi; aşka âşıktı Nazım… Tıpkı yerlerde dökülmüş sonbahar yapraklarındaki matem neşidelerinin gizli çığlıkları gibidir Nazım’ın aşkları… Çünkü Nazım’ın aşkları da dalından düşmüş kıpkırmızı sonbahar yaprakları gibi birden sararmış, son güneşlerde kaskatı kesilmiştir.
Karıştırırken kitabı bir bölüm çarpıyor gözüme: ‘’Çankırı Hapishanesinden Mektuplar, II. Bölüm''. Nazım yine o çok sevdiği kızıl saçlı Piraye’sine yazmış ''Aslolan hayattır'' başlığı ile:
Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî’den :
“Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
tekrar Gazalî’yi oku.
Ve Pîrâyende’m benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
ümitsiz yalnızlığı
ve muhteşem korkusuna.
Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana:
“- Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…”
Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.
Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin…
Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var:
“Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.”
Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,
fakat görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.
Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında büyük, lâciverdî bahçem.
A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…
Nazım Hikmet Ran-Çankırı Hapishanesinden Mektuplar II
Şiirde tırnak içine alınan rubailer Gazali'ye aittir.
İslam Orta Çağ’ında İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi Eski Yunan Felsefesi’nde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam Gazalî egemen olmuştur. Yine Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Mevlâna bu felsefeyi özetlercesine der ki: “Suret hemi-zıllest.” Yani ''görünen her şey gölgedir.''
Nazım Hikmet, Mevlâna rubailerinden söz ederken buna bir itiraz geliştirir. Nazım, 1945 yılında Bursa hapishanesinde iken Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bu itirazını şöyle dile getirir: “Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlâna’ya kadar götürmüşüm. Mevlâna'nın ‘sureti hemi zıllest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevaptır:
“Gördüğün gerçek âlemdi ey Celâleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi
Suret-hemi-zıllest filan diye başlayan değil.”
(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)
Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımı ve geleneksel İslam düşüncesinin sorunu dile getirilir. Geleneksel İslam düşüncesi, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Yaratan'ın varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suretlerinden biridir. Kâinattaki her form, hakikatin birer tecellisidir, birer yüzüdür, birer suretidir. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Eflatun'un formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır.
O üç sözcük “Suret hemi-zıllest.” (görünen her şey gölgedir.) Eflatun ve Gazali felsefesinin özüdür. Bu şiir de (Aslolan hayattır) Nazım'ın, Piraye bahane, Gazali için yazdığı şiirlerinin en güzellerindendir.
Ve Nazım'ın Piraye için yazdığı bir şiir daha okuyorum kitaptan:
''Bu geç vakit
bu sonbahar gecesinde
kelimelerinle doluyum;
zaman gibi, madde gibi ebedî,
göz gibi çıplak,
el gibi ağır
ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
kelimeler.''
Ve öyleydi, Nazım'ın şiirindeki yıldızlar gibi pırıl pırıldı içimden geçen kelimeler... Ve insan bağır bağır bağırıyor içinden bu sonbahar günü:
A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…
Osman AYDOĞAN
Eylül toparlandı gitti işte, Ekim filan da gider bu gidişle…
01 Ekim 2018
‘’Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar.’’
Türk şiirinin en yalnız, en mutsuz, en umutsuz ve en içli şairi Turgut Uyar’ın ‘’Acıyor’’ isimli şiiri işte böyle biterdi: Eylül toparlandı gitti işte, Ekim filan da gider bu gidişle… Öyle olmadı mı? Eylül toparlandı gitti işte, Ekim filan da gider bu gidişle…
1982 yılında yayınladığı bir şiir kitabı var Turgut Uyar’ın: ''Kayayı Delen İncir'' (Can Yayınları, 1993) Bu kitabında da işte bu şiiri var Turgut Uyar’ın: ‘’Acıyor’’ (Hoş, günümüzde neler acımıyor ki!) Turgut Uyar bu şiirinde iki kelimeye dünyaları sığdırmış: ‘’Sevgim acıyor!…’’ Öyle ya, başka türlü nasıl şair olunurdu ki?
Diğer şiirleri anlattığım gibi Turgut Uyar’ın bu şiirini (Acıyor) uzun uzun anlatmama gerek yok diye düşünüyorum. Şiiri açık açık tanımlamış zaten o, gayet kısa ve net: ‘’Sevgim acıyor!…’’ Bu iki sözcüğün açıklaması olur mu? Olmaz!; ''Sevgim acıyor, kimi sevsem, kim beni sevse..'' Acıyor işte, sevgim acıyor!...
Sevginin acıması da yüreğin burkulması gibi bir şey herhalde… Zaman hızla meçhule doğru akıp gidiyor… Eylül toparlandı gitti işte, Ekim filan da gider bu gidişle, sevgim acıyor…Acıyor işte, sevgim acıyor, kimi sevsem, kim beni sevse!...
Zaten günümüzü, yaşadığımız dünyayı anlatmıştı bir şiirinde:
"Hâlbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
her şey naylondandı o kadar"
Evet, artık her şey naylondandır… O kadar... Sevgiler naylondandır, aşklar naylondandır, dostluklar naylondandır, insanlar naylondandır, mevsimler naylondandır. Sevgimizin acıması da bundandır zaten…
Onun şiirlerinde kendini bulur insan...
Subaydır ya kendisi… Her subay gibi turnaların peşi sıra ülkenin dört bir yanını gezip, tüm güzellikleri şiirinin içine içli bir dille serpiştirmiş Turgut Uyar:
‘’Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda…’’
Bu şiirin tamamını yazımın sonunda veriyorum. Bu şiirin tamamını vermesem, bu kadarı, çölde susuz kalmış bir insana bir yudum su vermek gibi bir şey olurdu. Bu şiir, Turgut Uyar gibi benim ve çoğu subayların yaşadığı hayatı anlatır. Kendimi buluyorum bu şiirde... Benim de binlerce yıldız kayarken kanımda, ben neye sevdalıydım böyle? Ben de bilmiyordum işte...
Turgut Uyar, Türk şiirindeki ‘’İkinci Yeni’’lerdendi…
‘’İkinci Yeni’’, Türk şiirinde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan ve 1950'li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer gibi şairlerin oluşturduğu bir topluluktur. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Akımın öncü şairi Ece Ayhan'a göre ise az kullanılan adıyla '’Sivil Şiir’'dir…
''İkinci Yeni'' şairleri, şiirlerinde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çalıştılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmekti.
İşte bu ‘’İkinci Yeni’’ şairlerden en yalnız, en içli, en duyarlı olanı, yazımın girişinde verdiğim gibi Turgut Uyar’dır. Turgut Uyar, şimdi kapatılan Bursa Askerî Lisesi mezunu bir subaydır... Hemen hemen her subay gibi o da şairdir... Ama acının coğrafyasında yaşayan bir şairdir o. Aşk ve sancılı ayrılık şiirlerinin ölümsüz şairidir o. Türk şiirinin en yalnız, en mutsuz, en umutsuz şairidir o. Belki de Türk şairlerinin en içli şairidir o.... Turgut Uyar çocukluğundan şöyle bahseder: “Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem ‘yapma oğlum’ derdi ona, ‘o, içli bir çocuk’ ”. Turgut Uyar hep o çocuk oldu ve o çocuk gibi hep içli bir şair oldu.
Subaylıktan istifa ederek ayrılmıştır ya… ‘’Federico Garcia Lorca için üç şiir’’ isimli şiirinde şöyle der:
‘’Ah işte herşey orda...
Ben severim omuzlarımı bir gün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.’’
Yine kendimi buluyorum bu şiirde de; ben de severim omuzlarımı bir gün, sırmaları, apoletleri olmasa da!
Dört kutsal kitap üzerine engin bir bilgisi olduğu söylenir. Şiirleri böyle bir birikimin ürünüdür.
Cemal Süreya’dan ayrılan Tomris Uyar ile ikinci evliliğini yapar Turgut Uyar. Turgut Uyar, severken de içli sever, içerken de içli içer. Severken de içerken de sevginin ve içkinin dozunu hiç ayarlamaz. Bir gün bu ikisinden birinin başına bir iş açacağını bilir. Turgut Uyar 22 Ağustos 1985’te 58 yaşında iken evinde vefat ettiğinde oğlu ardından şöyle der: “Sevmek ve içmek, ikisini de sonuna kadar kullandı. Ama sevdiği için değil, içtiği için öldü”.
Bir şiirinde kendi ölümünü anlatmıştı:
"Ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır."
Zaten o gidince de bu dünyada her şey eksik kalır...
Turgut Uyar Aşiyan mezarlığına defnedilir. Mezar taşında tek bir sözcük yazılıdır ismi dışında: ‘’Ağustos’’ Çünkü Ağustos Turgut Uyar'ın ayıdır: 04 Ağustos'ta (1927) doğar, 22 Ağustos'ta (1985) vefat eder. Ruhu şâd olsun…
Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’ İşte bu nedenle, Eylül toparlanıp da gidince Türk şiirinin bu en içli şairini anmak, hatırlamak, hatırlatmak istedim!
Turgut Uyar girişte anlattığım ''Acıyor'' şiirinde şöyle devam ederdi:
‘’Tavrım birçok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse…’’
Öyle değil miydi? Sonbahar geldi hüzün, ilkbahar geldi kara hüzün, bazen yaz ortasında gündüzün, sevgim acıyor, kimi sevsem, kim beni sevse..
Osman AYDOĞAN
Acıyor
Mutsuzlukdan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
Sevgim acıyor
Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak
En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
öteden beri yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
sevgim acıyor
Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
O kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar
Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse
Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar
Turgut UYAR
Turnam Seninle
Bir rüzgâra kapıldım da dolandım durdum
Ankaranın İstanbulun dışında.
Mecnun gibi mi dersiniz, Kerem gibi mi
Bir telli, turnanın peşinde?
Aman turnam telin, teleğin olayım
Yollarda koma beni.
Derdinmişim gibi taşı, palazınmışım gibi
Aman turnam telin, teleğin olayım…
Bir çalı dibinde, bir dağ başında
Öğlen uykularına varayım.
Turnam benim, canım turnam, hanım turnam
Bilirsin ben garibim, fukarayım…
Eksilmesin üstümden gölgen, rüzgârın
O günler içim alav alav yanıyordu.
Biz Sakaltutandan inerken sabağnan
Kars yeni yeni uyanıyordu…
Neresi olursa olsun, eyvallah
Şu gözün alabildiğine bizim memleket, turnam
Yol var – Dağdevirene artık tesviyei türabiyede
İkibuçuk kâğıda Pasinler, yallah..
Pasinlerde Ali Efendinin hanında
Bir uyku çektim doyasıya.
Hasırın üstünde, öyle rahat, kaygısız
Gölebertli Mustafanın yanında..
Otursam da sabahlara kadar ağlasam
Yollar geçiyor içimden yollar, uzak yakın
Ah, doyamadım daha, doyamadım doyamadım
Aman turnam, aman bu düş olmasın sakın..
Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda..
Aman turnam telin teleğin olayım
Beni kaçır, beni götür bırakma.
Kars olsun, Sivas olsun, Edirne olsun
Gözüm yok hiçbir şeyin yeşilinde, ağında
Beni taşı, bitin olayım, kölen olayım
Bir arpa tanesi gibi kursağında…
Turgut UYAR
La Casa de Papel
29 Eylül 2018
Netflix film-dizi yapımcılığı ve dağıtımı alanında faaliyet gösteren 1997 tarihinde kurulmuş ABD’li bir şirkettir. Adı, İngilizce internet anlamına gelen "net" ve Amerika'da günlük konuşma dilinde "filmler" anlamına gelen "flicks" kelimesinden gelir. Başlangıçta İnternet üzerinden gerçek zamanlı veri akışı ve video-on-demand ile posta yoluyla DVD dağıtımı alanlarında uzmanlaşır.
Netflix 2007’de akışkan medya aracılığıyla internet üzerinden film izleme olanağı sunarak iş alanını genişletir. 2010’da ilk olarak Kanada’ya açılır ve zaman içinde veri akışı servisi büyümeye devam eder. Ocak 2016 itibarıyla Netflix 190’dan fazla ülkede hizmet vermeye başlar.
Netflix, 2013’te ‘’House of Cards’’ adlı ilk dizisiyle içerik üretmeye de başlar. O günden bu yana film ve televizyon dizisi üretimlerini hızla artırır. Şirket, 2016’da 126 orijinal dizi ve film yayımlar. Bu rakam, ücretli Amerikan televizyon kanallarının tümünün daha fazladır.
Günümüzde 190 ülkede 125 milyon aboneye ulaşan Netflix, Kanada’dan sonra diğer kıtalara ve ülkelere de açılır. Avrupa’nın yanı sıra Orta Doğu ve Afrika pazarına da girer. Bunu da bölge ülkelerinin dizileriyle gerçekleştirir. Örneğin ülkemizde Çağatay Ulusoy ve İpek Gökdel’in ‘’Karakalem’’ adlı romanından uyarlanan ‘’The Protector’’ Netflix’in ilk dizisidir. Bu dizide ‘’Hakan’’ karakterini Çağatay Ulusoy canlandırır. İtalya’da ‘’Luna Nera’’ dizisinin hikâyesi, 17’nci yüzyılda geçen şeytan oldukları iddia edilen yedi kadının öyküsünü anlatıyor. Bir başka örnek ise Polonya’dan; Ruslar, Polonya’yı işgal ediyorlar.
Bu projelere bir başka örnek de İspanyol dizisi ‘’La Casa de Papel’’dir. ‘’La Casa de Papel’’ (Money Heist, Türkçesi: Kâğıt Ev) İspanyol yapımcı Álex Pina tarafından İspanya'daki Antena 3 kanalı için yapılan ve 2 parça halinde yayınlanan tek sezonluk bir soygun dizisidir. 2 Mayıs 2017'de ilk kez yayınlanır ve 23 Kasım 2017'de sona erer. İki sezondan oluşan dizinin ilk sezonunun süreleri yeniden düzenlenerek 9 bölümden 13 bölüme çıkartılır ve 25 Aralık 2017'de de Netflix'e eklenir.
'’La Casa de Papel’’ dizisi bahsedildiği gibi bir soygun dizisidir. ‘’La Casa De Papel’’ soygun girişiminde bulunan 9 hırsızdan oluşan bir çeteyi anlatır. Soyguncuların amacı İspanyol Kraliyet Darphanesini soymaktır. Ama bunu gerçekleştirirken halkın parasını değil de olmayan parayı çalmayı planlarlar.
Çete lideri hariç bu sekiz kişi kod adı olarak, Berlin, Tokyo, Denver, Moskova, Nairobi, Rio, Helsinki, Oslo gibi şehir adlarını alırlar. Dizideki her bir karakterin farklı bir kişilik ve farklı bir hayat hikâyesi var.
Dizideki tüm süreci planlayan ve soyguncuları seçen kişi ve soygunun beyni olan kişi Profesör’dür. Çete Madrid’de İspanyol Kraliyet Darphanesini basıp, 67 kişiyi de rehin alarak karşılıksız gerçek para basarlar.
Bizler genellikle pek dikkat etmeyiz ama çağımız semboller çağıdır. Ve semboller filmlerde ve dizilerde sıkça kullanılır. Örneğin başlı başına Yahudiliği anlatan meşhur Hollywood yapımı ''Matrix'' filmi baştan sona kadar sembollerle donatılmış bir filmdir. İçinde saklanmış semboller, fark edilmeden ve bunların tekabül ettiği şeyler düşünülmeden seyredilirse, ancak bir sürü saçmalıkla doldurulmuş Hong Kong malı kung-fu filmlerinden bir tanesi daha seyredilmiş gibi olur. Öte yandan semboller tespit edilip, üzerlerinde kafa yorulmaya başlanırsa, filmin aslında anlatmaya çalıştığı pek çok şey olduğu fark edilir. Benzer şekilde ''La Casa de Papel'' dizisi de sembollerle ve simgelerle donatılmıştır.
Dizinin ‘'Profesör’' karakterini canlandıran Alvaro Morte soygun ekibini motive etmek için ‘‘ekonomik ve finansal sistemi reddetmek’’ mesajını verir. Dizide de bu ret olayı birçok sembollerle ve simgelerle işlenir. Mesela İtalyan devrimci şarkısı ‘‘Ciao Bella’’nın sürekli çalınması, soyguncuların kıyafetlerinin Guantanamo esirlerininkiyle benzerliği, askerlerinin Anonymous ve Salvador Dali’nin yüz ifadesini çağrıştırması ve kıyafetlerinin kırmızı olması gibi...
Tabii ki soygunda kullanılan bu semboller ve simgeler bilinçli olarak kullanılmıştır. Salvador Dali Katalonya doğumlu bir ressamdır. Dali, yaşamı boyunca her türlü dayatmayı, yanlışı kabul etmemiş, çizgilerin dışında yaşamış anarşist ruhlu, protest bir ressamdır. Katalonya ise İspanya’da özgürlük hareketinin merkezidir. Kırmızı rengin kullanılması ise Kızıl Ordu’yu çağrıştırır. Kızıl Ordu ise işçilerin ve ezilenlerin ordusu olarak bilinir. ''Ciao Bella'' ise malum; sosyalist düşüncenin, devrimci hareketlerin milli marşı gibidir. Dolaysıyla bu simgelerle hırsızlar halkın ezilenlerden yana protest yüzünü temsil ederler.
Dizide bunların dışında toplumda elitlere ayrımcılık yapıldığına ve polisin ve hükümetin çürümüşlüğüne vurgu yapılır. Profesör de her yıl Avrupa’da karşılığı olmayan para basımına karşılık bu sefer halkın Darphaneden para çekme hakkı olduğunu savunur.
Dizide bu soygun bir tür isyana dönüştürülür ve dünyadaki eşitsizliklere, kapitalist düzene karşı isyanı kara mizahla verilir. Bu şekilde de Ciao Bella, Dali, Kızıl Ordu ve biraz da çok basit ve tatlı bir sosyalizm manifestosuyla soygun meşru hale getirilir. Bu şekilde de izleyiciler soyguncuların tarafına geçirilir. Ancak yine de soyguncular soyguncudurlar; Darphanede bastıkları paraları alıp giderler!
Ve sonuçta dizide sol ideoloji bir araç olarak kullanılarak, kapitalist düzene, dünyadaki eşitsizliklere, ekonomik ve finansal sisteme karşı olan izleyicilerin gazı alınır, ABD ve uzantısı film endüstrisinin her zaman yaptığı gibi. Bir vakitler ülkemizde de ''Kurtlar Vadisi Irak'' filmiyle ABD'nin Irak işgaline, TSK'nın seçme birliklerinin başına çuval geçirilmesine ve Irak'taki Türkmen katliamlarına karşı ABD'den sanal bir intikam alınarak Türk insanın gazının alınması gibi.
Dizide böylesine büyük bir soygun bu şekilde sadece meşrulaştırılmakla, izleyicilerin soygunlara karşı tepkilerini yumuşatmakla da kalmaz, kapitalist sistemde benzer soygunlara, vurgunlara karşı da izleyenlerin tepkileri şimdiden etkisiz hale getirilir.
Dizide ilginç mesajlar da veriliyor. Buna bir örnek: "İnşa edilen bir kütüphane, yaratılan bir hayat demektir; yığılmış kitaplar toplamı değildir asla."
Her şey bir tarafa ama ''La Casa de Papel'' dizisinin çok güzel bir tarafı var. O da bu dizinin jenerik müziği olarak İspanyol caz sanatçısı Cecilia Krull‘un seslendirdiği ‘’My life is going on’’ şarkısıdır.
Bu şarkıyı bir dinleyince bir daha dinlemek istersiniz. Sırf bu müzik yüzünden diziyi tekrar tekrar izlemek istersiniz. İnsanın ruhuna dokunan, insanın içini ısıtan yumuşacık, kadife bir ses ve naif bir müziktir ‘’My life is going on’’ şarkısı.
Ve şarkıda geçen şu söze de takılıp kalırsınız: "Seninle kalıp, yanlış olanı seçiyorsam, umurumda bile değil. " (If ı stay with you, if ı'm choosing wrong, ı don't care at all.)
Bu şarkının adı da aynı zamanda benden uzun zamandır haber alamayan arkadaşlarıma beni de anlatır: My life ıs going on.
Sizlere güzel, sıcak, sımsıcak ve güneşli bir hafta sonu diliyorum.
Osman AYDOĞAN
Cecilia Krull, ‘’My Life Is Going On’’:
https://www.youtube.com/watch?v=F1oHBcTdKL4
(Şarkıyı dinlerken aynı zamanda görsel olarak diziden de parçalar izleyebilirsiniz.)
Dizide farklı bir yorumla verilen İtalyan devrimci şarkısı ‘‘Ciao Bella’’.
https://www.youtube.com/watch?v=EBKdrzaVmVk
Dil Bayramı'mızı kutlarken!...
26 Eylül 2018
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dil Kurumu (TDK)’nu dernek olarak kurar ve TDK da kuruluşunun hemen ardından 26 Eylül 1932’de ilk Türk Dili Kurultayı’nı toplar. Dil bilimcilerin, yazarların ve halkın katıldığı kurultayda da 26 Eylül Dil Bayramı olarak kabul edilir. İşte bugün 86’ncısını kutladığımız Dil Bayramı bu bayramdır. Bu bayram sanılanın aksine sadece Türkçe Dil Bayramı değildir. Bu bayram sadece Türkçe kelimeler kullanma bayramı da değildir. Adı üstünde: ‘’Dil Bayramı’’dır. Bu bayram, dilin ve kelimelerin nicelik ve nitelik olarak doğru kullanılmasının bayramıdır. Bu bayram ‘’dil’’in ‘’düşünce’’ ve ‘’kültür’’ ile olan ilişkisinin bayramıdır.
Günümüzde sağlıklı beslenme revaçta bir konudur… Bu maksatla onlarca kitap yazılmakta, TV programları hazırlanmakta ve insanlar sağlıklı beslenme konusunda zaman harcamakta ve kafa yormaktadırlar…
Bu nedenle de yiyeceklerimiz ve midemiz için çok hassas ve seçici davranıyoruz. Yiyeceğimiz domatesi manavdan özene bezene seçiyoruz, yiyeceğimiz elmayı, armudu seçe seçe alıyoruz. Ancak aynı özeni zihnimizden geçirdiğimiz kelimelere ve düşüncelere göstermiyoruz. Kötü, kokmuş ve çürümüş bir meyveyi yediğimizde nasıl bir sonuçla karşılaşıyorsak, aynı sıfatlı bir kelimeyi veya düşünceyi zihnimizden geçirdiğimizde de daha kötü ve korkunç bir sonuçla karşılaşırız.
TV’lerde, basında, yayında, kitaplarda varsa yoksa ‘’besin’’ ve ‘’beslenme’’. Ancak ‘’besin’’ ve ‘’beslenme’’den çok daha hayati bir konu olan ‘’dil’’, ‘’kelime’’ ve ‘’düşünce’’ üzerinde kimsecikler kafa yormuyor. Bugün güya ‘’Dil Bayramı’’! Resmi makamlar kuru kuru kutluyor... İzleyin TV kanallarını, var mı bakın bu konuyu gündeme taşıyan bir kanal? İnşallah beni yanıltırlar!
Onlar, o TV kanalları, o boyalı basın ‘’dil’’, ‘’kelime’’, ‘’düşünce’’ ve ‘’kültür’’ konusunu gündeme getirmeyebilirler. Ama mademki bugün ‘’Dil Bayramı’’dır, bu konuyu ben gündeme getireyim ve bayramımızı kutlayalım o zaman! 86’ncısını kutladığımız bu ''Dil Bayramı''nda kutlama anısına dilimizi, zihnimizden geçirdiğimiz ancak ilaç niyetinde olan kelimeleri, kelimelerin düşünce ve kültür ile olan ilişkilerini anlatayım...''Dil Bayramı'' diye neyi kutladığımızı anlatayım...
Her yazımı okuyun demem… Daha önce de bir vesile ile yayınlamıştım bu yazımı. Ama bu yazımı, eğer daha önce okumamışsanız, uzunluğuna takılmaksızın mutlaka ama mutlaka okuyun derim. Görün ki ''Dil Bayramı''nın maksadı nedir?
Hz. Allah, Hz. Adem ve Hz. Hava’yı yarattıktan sonra meleklere onlara secde etmelerini söyler. Melekler de Hz. Allah’a ‘’neden Hz. Adem ve Hz. Hava’ya secde etmeleri gerektiğini’’ sorarlar. Hz. Allah da meleklere ‘’çünkü onlara varlığı tanımlamaları için kelimeleri verdim’’ der. İşte bu kelimeler (sözcükler) bizim temel iletişim aracımızdır… Kelimeler bireyin özgürce düşünmesi ve düşünceyi özgürce açıklaması için tek araçtır. Kelimeler Hz. Allah'ın bize verdiği ilaçtır aynı zamanda. Zaten İngiliz şair, roman ve hikâye yazarı Rudyard Kipling (1865-1936) de ‘’Kelimeler insanlık tarafından kullanılan en güçlü ilaçtır’’ derdi…
Şu sözler Mahatma Gandi’ye ait;
‘’Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.’’
Gandi’ye göre; ‘’düşüncelerimiz kaderimizdir.’’
Ben de Gandi’den yola çıkarak tanım ve dil bilimcilerin görüşleri, kelimelerin nicelik ve nitelik anlamı, duygu, düşünce ve davranışlarımıza etkisini sırasıyla anlatacağım… Türkçe’de geçen ‘’kelime’’ Arapça kökenlidir, ‘’sözcük’’ ise Türkçe kökenlidir…. Yazımda ben her ikisini de aynı anlamda kullanacağım…
Önce tanım...
Dil yaşayan bir organizmadır ve diller ve dilin birimi olan kelimeler bir geçmişe sahiptir ve çeşitli şekillenmeler sonucu günümüzdeki şekilleri ortaya çıkmıştır.
TDK’na göre kelime; ‘’anlamlı ses veya ses birliği, söz, sözcük’’ olarak ifade edilmektedir. Kelime, sözcük ya da söz; tek başına anlamlı, birbirine bağlı bir ya da daha fazla biçim birimden oluşan, ses değeri taşıyan dil birimini ifade eder.
Dil bilimcilerin görüşleri…
Dil bilimi alanında çalışma yapmış çok bilim adamı vardır. Ancak ben bunlardan benim görüşümü destekleyenlerden üç tanesini anlatacağım…
Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir.
Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984)
Bedia Akarsu Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir;
İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı. Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir. Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir. Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir.
Dili insanın ruhu meydana getirmiştir. Dile gelen insan ruhudur. İnsanın konuşurken (ve de yazarken) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar. Dil konuşanın içini gösterir. Bir ulusun ruhu da dilinde kendini açığa vurur. Dil aynı zamanda ulusun ruhunun dış görünüşüdür; ulusun dili ruhudur, ruhu da dili.
Bir ulusun dilinin, sözcüklerinin açık ve anlaşılır oluşu düşünce yaratmalarına götürür.
Dil tamamlanmamış bir şeydir, sürekli gelişir…
'’Sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.'’ diyor Humboldt eserinde… Martin Heidegger de Humbolt’u desteklercesine ‘’Dil varlığın evidir’’ derdi…
Humboldt’a göre isimlerin, kelimelerin, sözcüklerin bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.
***
Dil ve kültür ilişkisi konusunda akla gelen ikinci düşünür Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır. (1889-1951)
Wittgenstein dili felsefenin merkezine oturtan 20’inci yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden tek filozoftur…
Wittgenstein’in hayatı boyunca yayınladığı tek kitap, 1921'de Cambridge'de Bertrand Russell'in gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanan Tractatus logico-philosophicus isimli eseridir. (Türkçede; Tractatus logico-philosophicus, çeviri: Oruç Aruoba, YKY Yayınları, İstanbul 1996) (Tractatus Logico-Philosophicus, Metis Yayınları, 2008)
Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirgeyen Wittgenstein'ın bu eserinin özetinde, dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme problemi vardır. Ona göre, dili kullanma, dili anlama, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan dokudur.
Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
Wittgenstein’in dil üzerine diğer görüşleri de şu şekildedir; Dil, yalnızca taşıt değil, aynı zamanda şofördür. Dil, yollardan oluşan bir dolambaçtır. Bir yönden geldiğinde yolunu bilmektesindir; aynı yere başka bir yönden geldiğindeyse yolunu kaybetmişsindir artık. Dil dünyayı resmeder. Tümcelerin toplamı dildir. Dil düşünceyi örter. Bütün felsefe dil eleştirisidir.
Bir de şunu söylerdi Wittgenstein; ''Düşünülebilir olan her şey olanaklıdır da!''
***
Dil konusunda üçüncü olarak da Arap dünyasından Kıpti kökenli Mısırlı yazar ve dilbilimci Selâme Mûsâ akla gelir. Prof. Dr. Bedrettin Aytaç ‘’Selâme Mûsâ ve Arap Dili Üzerine Görüşleri’’ isimli çalışmasında Mûsâ‘nın ‘‘El-Belâga’l-Asriyye ve’l-Luga’l-Arabiyye‘‘ isimli kitabında yer alan görüşlerini de şu şekilde verir:
‘‘Kelimelerine önem vermeyen, yenilemeyen ve yeni kelimeler türetmeyen bir millet, sahte paranın dolaşımına izin veren bir milletten daha kötü durumdadır. Çünkü biz maden ya da kâğıt paralarla bedenin, kelimelerle ise ruhun ihtiyaçlarını satın alırız. “
Selâme Mûsâ’ya göre, Arap diline ilişkin, günümüz Türkiye’si için dile getirilebilecek bir konu da yenilemenin olmamasından dolayı “fosilleşmiş” kelimelerin varlığıdır. Böyle kelimeler de çeşitli zararlara neden olmaktadır. Mûsâ, bu görüşlerini şöyle dile getirir: “Dildeki fosiller içinde Yukarı Mısır’ın bazı ilçelerinde kullanılan kan, öç, ırz kelimeleri vardır. Bu kelimeler, her yıl yaklaşık üç yüz kadın ve adamın öldürülmesine neden olmaktadır.”
Dili kültürün esası olarak gören Mûsâ’ya göre, kültürü geliştirmenin yolu da dili geliştirmekten geçmektedir: “Dilin temeli kültürdür. Çökmüş bir dille gelişmiş bir kültür ve donuk bir dille hareketli bir kültür yaratmak kesinlikle mümkün değildir.’’ Selâme Mûsâ’ya göre yenileşen dil düşünceyi de yenileştirecektir. Çünkü bireyin özgürce düşünmesi ve düşünceyi özgürce açıklaması için tek araç dildir. Burada da Mûsâ, W. Von Humboldt’un dil-kültür ilişkisine dair görüşlerinin benzerini savunmaktadır.
Kapitalizm sayesinde bedenimizin ihtiyaçlarını belki yeterince karşılıyoruz, ancak ya ruhumuzun ihtiyaçları? Ülkemizdeki onca kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddetin sebebi üzerinde hiç düşündük mü?
***
Türkçe’de dil ve kelimeler konusunda kendisinde bir ‘’nicelik’’ ve kullanımında ise bir ‘’nitelik’’ sorunu vardır.
Türkçe’nin kendisindeki ‘’nicelik’’ sorunu…
Nasıl ki günümüzde tarım alanlarının ve sulak alanların azalması, aşırı kullanma, kirlenme, bilinçsiz tarım, küresel ısınma ve nüfus artışı gibi nedenlerle ülkemizdeki ‘’biyoçeşitlilik’’ azalıyorsa farklı nedenlerle de zihnimizi besleyen kullandığımız kelimeler de azalmış ve azalmaktadır.
19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir. 1890’da 12 cilt halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içermektedir. Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...
Bunun neticesi ne mi olmuştur?
Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 71.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.
OECD'nin yürüttüğü ve her üç yılda bir yapılan PISA testinde 2015’te yapılan ve 6 Aralık 2016 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda OECD üyesi 35 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 52., okuma becerilerinde 50., matematikte ise 49. sırada yer aldığı, Türkiye’nin, üç ders alanında da OECD ortalamasının bir hayli gerisinde kaldığı belirtildi. OECD’nin 35 ülkesi arasında ise 34. sıradayız. Bizden kötü tek bir ülke var; o da Meksika. Romanya, Arnavutluk ve Uruguay'ın bile gerisindeyiz. Böylesi bir sonucu başka nasıl izah edebiliriz ki?
Türkçe o kadar yoksullaştırılmış ki; yabancı dilden Almanca, İngilizce, Fransızca veya Arapça bir sözlük alın, rastgele herhangi bir yabancı sözcük seçin ve Türkçe anlamına bakın. Bu yabancı sözcüğün Türkçe anlamı olarak muhakkak ki birden fazla Türkçe sözcük bulacaksınızdır. Çünkü tam karşılığı bir Türkçe sözcük olmadığı için açıklama için birden fazla sözcük kullanılmaktadır. Dünyanın en zengin ve en güzel dilinin geldiği hale bakın.
Yine yapılan bir araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olması için kendi lisanında bilmesi gerek sözcük 40.000 adetmiş. Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40.000 farklı Almanca sözcük kullanmış. Bir kişinin yazar, politikacı olarak topluma yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısı 20.000 adetmiş. Bir kişinin böyle bir iddiası yok da sadece çağını anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsa bilmesi gereken sözcük sayısı 10.000 adetmiş. Yapılan bir diğer araştırmada ise Türk insanının günde 300 ila 500 sözcük kullandığını gösteriyor. Bu tespit karşısında başka bir yoruma gerek var mı?
İlkokulu bitirdiğinde akranlarının yedide biri kadar sözcükle karşılaşan, günlük hayatında olması gerekenin yirmi katı daha az sözcük kullanan insanların günümüzün karmaşık dünyasını kavrayışları ve algılayışları mümkün olur mu? Sözcüklerin cüceleştiği yerde düşünceler de cüceleşmez mi? Böyle insanların daracık ve küçücük dünyaları olmaz mı? Wittgenstein’ı anımsarsak, ne diyordu Wittgenstein: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” Humboldt’un söylediği gibi; böyle insanların ruhlarının kıvrımları, incelikleri ve zenginlikleri olur mu? Olmaz; çünkü ifade edilemez... Dil gelişmediği için kültürel gelişme de olmaz... Sosyal gelişme de olmaz… Politika da olmaz; politika üretilemez. Strateji de olmaz; üretilemez.
İçinde yaşadığımız kültür, sanat, edebiyat ve politikadaki kısırlığın kökeninde, ben, son üç yüz yıldır Türkçede yaşanan gerileme ve yozlaşmanın bulunduğunu düşünüyorum.
Lisanımızı, Türkçemizi geliştiremedik... Ruhunuzu geliştiremedik... Hep yabancı kelimeler kattık içine... Dil sistematiğimizi bozduk, bozulan dil yoluyla düşünce sistematiğimizi bozduk… Muhakeme yeteneğimizi kaybettik.
Günümüzde içinde bulunduğumuz durumumuz dikkate alındığında açık ve net bir şekilde görülmektedir ki hem edebiyatta hem sanatta hem eğitimde hem iç politikada hem dış politikada ve hem de stratejide muhakeme yeteneğimizi yitirdik, pusulamızı şaşırdık, yönümüzü kaybettik, kafamızı karıştırdık.
***
Ne yazık ki Türkçemizdeki yabancı dillerin hâkimiyeti nedeniyle ne Wilhelm von Humbolt’un ne de Ludwig Wittgenstein’in düşünceleri doğrultusunda gelişmeler olmuştur. Ne dilimiz gelişmiştir ne de kültürümüz.
Ayrıca anlam dışında gramer olarak de yabancı sözcükler, Türk Dili'nin ses yapısına aykırı olması nedeniyle Türk Dili'ndeki ünlü ile ünsüz uyumlarını bozarak ses çirkinliğine neden olmuş ve olmaktadırlar. Yabancı sözcükler, dilbilgisinde aykırı durumlar yaratarak Türk Dili'nin kurallı yapısını güçsüz düşürmektedirler.
Bir başka açıdan da yabancı sözcüklerin varlığı ulustan kopuk bir aydın kesim yaratmaktadır. Çünkü her yabancı sözcük geldiği dilin kültürel taşıyıcısı olmaktadırlar.
Dilimizde gereksiz yere duran yabancı sözcükler, Türkçelerinin ölümüne neden olmaktadır. Kimi kök sözcüklerin ölü kalması, pek çok yabancı sözcüğe karşılık bulunmasını engellemektedir. Yabancı tek bir sözcük için Türkçe bir kök sözcük ve bu kökten türetilebilecek yaklaşık 400¹² sözcük feda edilmektedir.
Teknik bir sözcük olan Compüter ‘’Bilgisayar’’ olarak Türkçeleştiğinde Türkçeleştirmeye karşı olanlar ‘’Leyla Sayar’ın kardeşi mi diye küçümsemişlerdi… Keşke sadece Compüter değil, ‘’otomobil’’ de, ‘’telefon’’ da ‘’televizyon’’ da ve sayamadığım nice teknik yabancı sözcükler de Türkçeleşseydi…
Dilimizi Türkçeleştirilirken eski sözcükler de ata ata dil sığlaştırılmıştır. Örnek olarak; ‘’Birinci Dünya Harbinde Çanakkale muharebelerindeki Arıburnu mücadelesi’’ diye ifade edildiğinde üç boyuttan bahsedilmektedir (harp, muharebe ve mücadele). Arapça bir sözcük olan ‘’harp’’ karşılığı Türkçe ‘’savaş’’ iken, yine Arapça bir sözcük olan ‘’muharebe’’ ve ‘’mücadele’’ sözcüklerine Türkçe sözcükler üretilmemiştir. Yukarıda verdiğim örneği ‘’Birinci Dünya Savaşında Çanakkale savaşındaki Arıburnu Savaşı’’ diye söylendiğinde üç boyutlu bir dünyadan tek boyutlu bir dünyaya inerek düşünce yoksulluğu yaratılmıştır.
Yine güncel bir ifadeyle ‘’şampiyon Fenerbahçe’’ diye şarkı söylendiğinde bir tek Türkçe sözcük kullanılmamaktadır. Çünkü ‘’şampiyon’’ Fransızca kökenli, ‘’fener’’ Rumca kökenli, ‘’bahçe’’ ise Farsça kökenli sözcüklerdir. Eğer yabancı sözcük diye ‘’fener’’ ve ‘’bahçe’’ sözcükleri Türkçe’den atılırsa Türk edebiyatı da kökten yok edilir.
Şöyle basit bir cümle kuralım: ‘’Bakkaldan aldığım somun içine peynir koyup sandviç yaptım balkonda oturup hanımın getirdiği çay ve su beraberinde afiyetle yedim.’’ Bu cümle içerisinde sadece ‘’sandviç’’ yabancı sözcük gibi gözüküyor. Ancak kelimelerin kökeni incelendiğinde: Bakkal: Arapça, somun: Rumca, peynir: Farsça, Sandviç: İngilizce, balkon: Fransızca, hanım: Moğolca, çay: Çince, su: Çince, afiyet: Arapça, beraber: Farsça, yedim: Türkçe. Görüldüğü gibi bu basit cümlede sadece ‘’yedim’’ sözcüğü Türkçe… Şİmdi bu sözcükleri yabancı kökenli diye atalım mı?
Türkçe diye bildiğimiz ve sadece ‘’a’’ harfi ile başlayanlardan örnek verirsem; akasya, alçı, amblem, Anadolu, anahtar, anarşi, analiz, angarya, anonim, aritmetik, arşiv, asfalt, atlas, atlet, avlu kelimeleri Türkçede yer alan Rumca kökenli kelimelerdir… Arapçadan ve Farsçada, Fransızcadan, İtalyancadan geçenleri saymaya kalksam bu sayfa değil, bu sitem yetmez. Gelin isterseniz Rumca kökenli diye akasya, Anadolu, anahtar, atlas, atlet, avlu vb. kelimeleri Türkçeden atın!... Ortada Türkçe kalır mı?
Bugün Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Gençliğe Hitabesi’’ ilk hali ile okunduğunda verdiği anlamla Türkçeleştirilmiş hali ile okunduğunda verdiği anlam bir değildir. ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’’ ifadesindeki anlamı, ‘’Gereksinim duyduğun güç damarlarındaki soylu kanda bulunmaktadır’’ ifadesi vermemektedir. Dilimize yerleşmiş ve artık Türkçeleşmiş yabancı sözcükler değiştirilmeye zorlanmamalıydı, onun yerine yeni özellikle teknik yabancı sözcüklerin (televizyon, telefon, faks, internet, otomobil vb.) yerine Türkçe sözcük konulmalıydı…
Ne yazık ki dilimizi Türkçeleştirirken yapılan yanlışlıklar verdiğim bu örneklerle sınırlı değildir, yapılan yanlışlıklar saymakla bitmez.
Benim burada uzun uzun anlattığım bu kısmı vaktiyle Çetin Altan bir yazısında bir cümleyle anlatmıştı : “Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız, Matisse’nin balıklarına bakmayın, anlamazsınız.” (Henri Matisse 1869 – 1954- 20. yüzyılın en önemli ressamlarındandır. Renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir. En önemli eserlerinden birisi de ‘’Red Fish’’ -Gold Fish- Kırmızı Balıklar’dır…)
***
Ve İncil’de geçen bir ayet:
‘‘Sorun; bu dünyada insan olmanın ne anlama geldiğini tanımlamaya yetmeyecek kadar az kelimeye sahip olmamızdır. Ve Dünyada en büyük trajedi, insanoğlunun uyanamadan ölecek olmasıdır.’’
Fransız yazar ve diplomat Jean Giraudoux’un bir sözüydü: “Önce bir dil katledilir, ardından onu konuşanlar.”
Türkçe'nin kullanımındaki ‘’nitelik’’ sorunu...
Dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler. Mitolojide sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.
Mitolojide geçen bir başka Yunan atasözüdür: ‘’Sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır. Ve devam ederdi bu Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’
Bir Japon atasözü: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’
Görüldüğü gibi kullandığımız kelimeler basit birer ses kümesi değillerdir. Kelimelerin işaret ettiği anlamların çok ötesinde çok güçlü anlamları, bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.
Dildeki kelime hazinesi azalırken kullanılan kelimelerin de kalitesi bozulmuştur. Tıpkı beslenmemizde biyoçeşitlilik azalırken kalan besinlerin de GDO’lu olmaları gibi kalan kelimelerimiz de GDO’lu hale gelmiştir.
‘’İyi’’ ve ‘’güzel’’ veya ‘’kötü’’ ve ‘’çirkin’’ sözcüklerin kullanımı kültürden kültüre değişmekte bu da o kültürdeki insanların dünyaya iyimser veya kötümser bakmasına yol açmaktadır. Ne yazık ki kültürümüzde ifade aracı olarak çoğunlukla ‘’kötü’’ ve ‘’olumsuz’’ kelimeler kullanılmaktadır.
Toplumuzda kendisine bir olay veya nesne hakkında fikri sorulan kişinin verdiği cevap genellikle olumsuz sözcüklerden oluşur. ‘’Nasılsınız?’’ diye sorduğunuzda alacağınız cevap genellikle iki olumsuz sözcükten oluşur: ‘’Fena değil!’’ ‘’Fena’’ ve ‘’değil’’ iki olumsuz sözcük bir ‘’iyiyim’’in yerini tutmamaktadır. Bu kültürdeki insanımızı cennete götürseniz ve sorsanız cenneti ‘’nasıl buldun?’’ diye muhtemel ki yine ‘’güzel’’ yerine ‘’fena değil’’ cevabını verecektir. Ne yazık ki kültürümüzde yaşama sevincini, mutluluğu, iyiyi ve güzeli anlatan sözcüklerden ziyade gamı, kederi, tasayı ve hüznü anlatan kelimeler çoğunlukla kullanılmaktadır. Şarkılarımızın, türkülerimizin sözlerine bakın, onlar da öyledir… Onlar gamın, kederin, hüznün şarkılarıdır. Sanki hüzün bu kültürde mutluluk aracıdır. Japon atasözünde olduğu gibi bu iki kötü kelime kötü doğa yaratmaktadır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
İnsanlarımız genellikle her şeyden müşteki, mızmız yeryüzü küskünü gibidirler… Halbuki yakınmanın bitmediği yerde hayat bir zebani topuzu, yakınmanın bittiği yerde ise hayat bir gül bahçesidir. Ancak yakınmak da şarka, bu kültüre özgü bir alışkanlıktır.
Dualarımız ve dileklerimizde de genellikle Tanrı’dan istediklerimizi istemeyiz de istemediklerimizin gerçekleşmemesini dileriz. ‘’Tanrı kaza ve bela vermesin’’ gibi. Kaza ve bela iki olumsuz, fena sözcük. Sanki iyiliğin, güzelliğin, bolluğun, bereketin canı çıktı. Aynı şekilde insanlarımızdan da kendilerinden ne istediğimizi değil ne istemediğimizi talep ederiz. ‘’Çevreyi kirletmeyin!’’ deriz, ‘’çevreyi temiz tut!’’ yerine.
Yollardaki uyarı levhasına bir bakın: ‘’Trafik canavarı olmayın!’’ ‘’Kurallara uyun!’’, ‘’İnsanlara saygılı olun!!’’ vb. demek çok mu zordu? ‘’Canavar’’ zaten olumsuz bir kelime... ‘’Olmayın!’’ Olumsuz bir emir kipi… Sonuç? Herkes canavar!
Benzer şekilde davranışları değiştirmek için de olumsuz yorumlarda bulunuruz. Hâlbuki davranışları etkilemenin en iyi yolu; olumsuz yorumlarda bulunmak değil, olumlu pekiştirmelerde bulunmaktır. ‘’Yanlış işleri eleştirmek yerine doğru işleri pekiştirmek için zaman harcarsanız daha iyi bir eğitici veya daha etkin bir yönetici veya lider olursunuz’’ der eğitim bilimciler… Çünkü siz insanlardan ne beklerseniz onlar da size onu verirler. Siz hangi sonuçları arıyorsanız onları bulursunuz.
Çocuk yetiştirirken, eğitirken, insanlara davranırken de genellikle hep olumsuz hitaplarda bulunulur… Çocuk bir bardağı mı kırdı, tepki hemen hazırdır: ‘’Aptal, salak, geri zekâlı…’’ Okulda öğrenci ödev mi yapmadı, dersine mi çalışmadı, tepki hemen hazırdır: ‘’Aptal, salak, geri zekâlı…’’ İşyerinde de aynıdır... ‘’Aptal, salak, geri zekâlı…’’ Goethe’nin bir söz vardı: Goethe derdi; ‘’insanlara olduğu gibi davranırsanız olduğu gibi kalırlar, olabileceği gibi davranırsanız olabileceği gibi olurlar.’’ Eğitim bilimciler davranışları etkilemenin en iyi yolunun; ‘’olumsuz yorumlarda’’ bulunmak değil, ‘’olumlu pekiştirmelerde’’ bulunmak olduğunu, ‘’yanlış işleri eleştirmek'' yerine ‘’doğru işleri pekiştirmek'' için zaman harcandığında daha iyi sonuç alındığını, insanlardan ne beklerseniz onların da onu verdiklerini söylüyorlar… Ama bunu ne anladık ne de uyguladık… Sonunda da Aziz Nesin haklı olur…
Eğitim bilimciler; ‘’İnsanın kendisine değer verildiğini ve takdir edildiğini hissetmesi gerekir‘‘ derler… ‘‘Kendisini değersiz hisseden, baskı altında kalan ve örselenen insanlar düşünemezler’’ derler… ''Kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur'' derler…
Ülkemizde; evde, okulda, işyerinde, idari ve yönetim sistemimizde sistematik bir biçimde üzerek, eğerek, ezerek bir insan yetiştirme sistemi vardır. Eğitim ve yönetim sistemimiz sistematik bir biçimde insanımızın kendisini değersiz hissetmesi üzerine kurulmuştur. Hâlbuki antropologlar ‘’insanın karakterini dik yürümekle kazandığını’’ söylüyorlar. Biz ise diz çöktürmeye çalışıyoruz…
Yine eğitim bilimciler ‘’bir çocuğun kaderini belirleyen bağımsız ve en güçlü etkenin çocuğun kendisi hakkındaki düşünceleridir’’ derler…
***
Bir başka alanda da siyasal hitabet sanatında da kimi gayeler zaman zaman tersi sözcük ve kavramlar kullanılarak sunulmaktadır. İkinci Dünya Savaşında Almanlar toplama kamplarını ‘’Die Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgür kılar) sözcükleri ile isimlendirmişlerdir. Keza ABD tarafından Irak işgali ‘’demokrasi getirmek’’ kavramıyla perdelenmiştir. Keza 1974 Kıbrıs müdahalesi ‘’Barış Harekâtı’’ olarak nitelendirilmiştir.
Günümüzde de barış simgesi olan zeytinin kullanılarak isimlendirilen ‘’Zeytin dalı harekâtı’’ buna bir örnektir... Veya bir ‘’demokrasi getireceğiz’’ diyorsunuz koskoca bir ülkeyi işgal edip dokuz milyon insanı yerinden yurdundan ediyorsunuz… Veya ‘’ileri demokrasi’’ süreci de… Her türlü antidemokratik tasarrufun adıdır ‘’ileri demokrasi’’. Keza ‘’fıtrat’’ kelimesi de… Fıtrat; Allah’ın canlılara doğuştan kazandırdığı bir özelliktir… Kedinin fıtratında tırmalamak vardır gibi... İnsanın fıtratında nankörlük vardır gibi... Ama bir karayolunun fıtratından bahsedilemez... Bir madenin fıtratından bahsedilemez... Ama 300 kişi ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsında toprağın altına gömülmüş, bir ‘’fıtrat’’ diyorsunuz, dini bir terim ya, akan sular duruyor, kimsenin aklına artık hesap sormak gelmiyor... Bir ‘’Külliye’’ diyorsunuz bin odalı bir israf sarayının üzerini örtüyorsunuz… Keza bir ‘’istikşaf’’ kelimesi ile sonuçlarını beğenmediğiniz bir seçimi tekrarlayabiliyorsunuz…
Otoriter yönetimlerde sözcüklerin içeriğine ve ne anlama geldiğine de güç sahipleri karar vermektedirler. Günümüzde de benzer örnekler siyasal hitabet sanatında sıkça kullanılmaktadır.
Siyasal hitabet sanatında gayelerin bir farklı sözcükle nasıl saklandığına en iyi örnek ‘’Orta Asya’’ kavramıdır. Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’ idi. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık… Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen kaldı ne de Batı Türkistan’ı…
Aynı şekilde bazı akademisyenler Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ülkelerine ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’ diyorlar. ‘’Trans’’ öte demek, eğer Moskova’dan bakarsanız doğrudur bu ülkeler Kafkasya ötesi ülkelerdir, dolayısı ile ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’dir. Ancak Anadolu’dan, Ankara’dan bakarsanız öyle midir? Bu ülkeler her yönüyle ‘’öte’’ denemeyecek kadar Anadolu’nun bir uzantısıdırlar.
Anlıyorsunuz değil mi ‘’sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır’’ atasözünün ne anlama geldiğini… Sadece bir sözcük ile bir milletin bir bölgeden tarihi silinmiştir. Bir sözcük ile bir ülke işgal edilmiştir.
Örneklere devam edeyim...
Yıl 1983… 06 Kasım 1983 Genel Seçimler... MDP’de Turgut Sunalp, HP’de Necdet Calp ve ANAP’da da Turgut Özal başbakan adayı idiler… Seçimlerden birkaç gün önce TRT’de açık oturum var… MDP seçimi kazanacağından o kadar emin ki açık oturuma katılmıyor... Açık oturuma katılan HP’den Necdet Calp ve ANAP’dan da Turgut Özal… Sunucu konuşmacılara iktidara gelince ne yapacaklarını soruyor… Turgut Özal anlatıyor; barajlar, yollar, köprüler, fabrikalar yapacağını söylüyor… Sunucu tekrar soruyor; ‘’Hangi parayla?’’ Özal cevap veriyor: ‘’Birinci köprüyü satacağım, parasıyla da ikinci köprüyü yapacağım…’’ Köprü gündeme gelince Necdet Calp yumruğunu masaya vuruyor: ‘’Sattırmam!’’ Bir ‘’sattırmam’’ kelimesiyle dinleyicilerin bilinç altına şu format atılıyor: ‘’ANAP iktidara gelecek, köprüyü satmaya kalkacak ama ben muhalefette kalarak Danıştay’a, Yargıtay’a, AYM’ne giderek satışını yaptırmayacağım’’… Ve seçim bir kelime ile kaybediliyor…
***
Standford üniversitesinde profosörlük yapan Bernard Roth’un ‘’Başarma Alışkanlığı’’ (Nobel Yaşam, 2016) adlı bir kitabı var… Yazara göre, başarıya ulaşmamızın sırrı yalnızca iki kelimeyi kelime dağarcığımızdan çıkarıp yerine başka iki sihirli kelimeyi eklemek…
‘’Ama’’ yerine ‘’ve’’ kullanın…
‘’Sinemaya gitmek istiyorum ama yapacak bir ton işim var’’ yerine ‘’sinemaya gitmek istiyorum ve yapacak bir ton işim var’’ derseniz ne olur sizce?
Profesör Roth şöyle kaleme almış: ‘’ ‘’ama’’ kelimesini kullandığınız zaman eylemler arasında aslında olmasa da bir çatışma çıkarıyorsunuz. Ancak ‘’ve’’ bağlacını kullandığınız zaman beyniniz gayri ihtiyari bir şekilde cümlenin iki kısmını da bir bütün olarak algılıyor.’’
Dilbilimde bu tür cümle yapıları, bağlacın olduğu yan cümleler arasındaki bağdaştırıcı veya ayrıştırıcı bileşik cümleler olarak bilinmektedir. Esas itibariyle ‘’ama’’, ‘’buna rağmen’’, ‘’ancak’’ bağlaçları cümle içerisindeki bir ifadeyle diğer bir ifade arasında zıtlık bildirmek için kullanılmaktadır.
Oysa ‘’ve’’ bağlacını ele alırsak, bu bağlacın birleştirici ve daha olumlu bir işlevi vardır.
‘’Zorundayım’’ yerine ‘’İstiyorum’’ deyin…
Roth kitabında şöyle vurgulamış: ‘’Bu alıştırma insanların yaptığı birtakım şeylerin (işe gitmek gibi), hatta onlara zevk vermeyen şeylerin bile aslında kelime seçimleriyle alakalı olduğunu farkına varmasında oldukça etkilidir.’’ Sadece küçük bir yüklem değişikliği hayatınızın gidişatını değiştirebilir. Eğer her sabah uyanıp işe gitmeyi ‘’ölüm’’ olarak görüyorsanız doğal olarak hayatınız da ‘’cehenneme’’ dönecektir.
Fakat işin aslına bakacak olursanız, bir şeyleri değiştirmek düşündüğünüzden daha kolay. Sadece her sabah işinizle ilgili neyi sevdiğinizi düşünün. Örneğin, karmaşık bir projeyi bitirmenin size verdiği o rahatlama hissini veya meslektaşlarınızla çay içip hoş vakit geçirdiğinizi düşünebilirsiniz. Aynı zamanda işten evinize gelip de ailenize kavuştuğunuz o anı da düşünebilirsiniz. İster inanın ister inanmayın, bu basit strateji sizi bütün gün pozitif bir enerjiyle yüklü tutacaktır.
Gördüğünüz gibi, ‘’ailemi ziyaret etmek zorundayım/gerek’’ yerine ‘’ailemi ziyaret etmek istiyorum’’ arasında dağlar kadar fark var. Ne hakkında konuştuğunuzun bir önemi olmaksızın, her zaman ‘’zorundayım’’ yerine ‘’istiyorum’’ demek daha iyidir.
***
Kullanılmaya kullanılmaya Türkçedeki kelimelerin asıl anlamları da unutulmakta ve ikincil anlamları öne çıkmaktadır.
Örnek olarak Türkçede ''kara'' ve ''ak'' sözcüklerinin asıl anlamları unutulmuş ve ikincil anlamları ile kullanılır olmuştur.
‘‘Kara‘‘ ve ‘‘ak‘‘ sözcüklerinin ikincil anlamı olan renk tanımlarından önce asıl anlamı daha farklıdır. Kara; ulu, yüce, zor, sert, iri, büyük anlamında kullanılır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Merzifonlu Yüce Mustafa Paşa‘dır. Kara Mürsel; Ulu, yüce Mürsel’dir. Kara Tekin, Kara Murat; (aynı anlamda) yüce, ulu, büyük Tekin‘dir, Murat’dır. Karakış; zor kıştır, şiddetli kıştır. Karadeniz; zor denizdir (dalgaları nedeniyle) Karahisar; büyük hisardır. Karaburcu; (üzüm cinsidir) İri burcudur. (Hem de beyaz renkte iri bir üzüm cinsidir) Karabulut; iri, büyük buluttur. Karagöz; (siyah göz değildir) iri gözdür. Karakaş: (siyah kaş değildir) iri kaştır...
Ak ise ''küçüklük'' ve ''bilgelik'' anlamında kullanılır. Ak; temiz, dürüst, namuslu, sıkıntısız, rahat, sorunsuz anlamında da kullanılır. Akgün-kara gün; sıkıntısız gün- zor, sıkıntılı gün anlamındadır. Ak akçe kara gün içindir; temiz, helal para zor günler içindir. Akdeniz; sadece Türkçede vardır, Mediterane, Mittelmeer, (Orta deniz) Bahr-ul asvad (Arapça) orta denizdir. Akdeniz; bilge denizdir, çünkü mitoloji orada… Karabaş-akbaş; Anadolu'da köpek cinsidir; karabaş; iri, akbaş ise küçük olanıdır. ''Ak oğlan'' bir Anadolu değişidir; güven veren oğlandır, dingin oğlandır. Akşemsettin ise; bilge, sıkıntısız, sükûnetli, güven veren Şemsettin'dir.
***
Bazen de yabancı kitap, film ve dizi gibi farklı bir kültürü anlatan yazınsal veya görsel bir eserde geçen ancak Türkçede çok farklı anlamlara gelen kavramlar da sorgulanmadan Türkçeye ithal edilmekte ve kullanılmaktadır.
Örnek olarak; bir gazetedeki vefat ilanında veya kişiler kendi arasında bir taziye ziyaretinde artık sıkça bir merhum hakkında ‘’toprağı bol olsun’’ ifadesi kullanılmaktadır. Hâlbuki ‘’toprağı bol olsun’’ ifadesi Hristiyanlar için kullanılır ve Ortaçağdan gelen Papalığın cennetten toprak satmasına dayanan bir ifadedir. Bu ifade Müslümanlar için kullanılmaz. Müslümanlar için; ‘’Allah rahmet eylesin’’, ‘’mekânı cennet olsun’’ veya ‘’nur içinde yatsın’’ ifadeleri kullanılır. Hatta ‘’ışıklar içinde yatsın’’ ifadesi de tam olarak doğru değildir. Doğrusu ‘’nur içinde yatsın’’dır. Çünkü burada ‘’nur’’ sözcüğünde verilen anlam ‘’ışık’’ değildir, ‘’ilahî ışık’’tır.
***
Bazen de kültürün değişmesiyle zaman içinde Türkçe sözcüklere başka anlamlar da yüklenir olmuştur. Örneğin; ‘’kadın’’ ve ‘’erkek’’ sözcükleri cinsiyeti belirtir. ‘’Bay’’ ve ‘’bayan’’ sözcükleri ise unvan sözcükleridir. Bu en basit kuralı bile unutarak sırf cinsiyeti çağrıştırıyor diye –çünkü kültür artık ‘’cinsiyetten’’ utanmaktadır- ‘’kadın’’ yerine bir unvanı tanımlayan ‘’bayan’’ sözcüğü kullanılmaktadır. Bu nedenle de ‘’Kadınlar Voleybol Milli takımı’’ yerine yanlış olarak ‘’Bayanlar Voleybol Milli Takımı’’ deyimi kullanılmaktadır.
Bu konuya bir başka örnek de ‘’aşk’’ ve ‘’sevgi’’ sözcüğüdür… Ne yazık ki toplum olarak bu kavramların da içlerini boşalttık, anlamlarını daralttık ve sadece annemizi, kardeşimizi, eşimizi, çocuklarımızı sevdik, sadece onlara ‘’sevgili’’ dedik. Cinnete ‘’sevmek’’, sahiplenmeye de ‘’aşk’’ dedik…
Aşk; muhabbettir, şiddetli muhabbettir aşk aslında. Aşk; candan sevmedir. Aşk; bir beklenti olmaksızın karşılıksız sevmedir. Sevgili ise; sevendir, gerçek dosttur. Aşkın, sevginin, sevgilinin ve özlemenin cinsellikle hiç bir ilgisi yoktur. Ne yazık ki günümüzde cinnete, ilkelliğe, hayvani duygulara aşk dedik, sevgi dedik. Şems’in, Mevlânâ’nın çağında, zamanında ‘’aşk’’, ‘’sevgi’’ ve ‘’sevgili’’ kavramları gerçek anlamlarıyla kullanılıyordu. Şu dizeleri Mevlânâ Şems için yazmıştır;
"Aşk geldi; adeta damarlarımda, derimde kan kesildi...
beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu.
Bedenimin bütün cüz'ülerimi (zerrelerimi) sevgili kapladı.
Benden kalan bir ad; ondan ötesi hep O..."
Şimdi bakın gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine… Cinayet sebebidir ‘’çok sevmek’’… Şu sözü kanıksamışınızdır artık: ‘’Çok seviyordum, onun için öldürdüm.’’ ‘’Cinnet’’ sözcüğünün karşılığıdır artık ‘’sevmek’. ‘’Sevmek’’ ve ‘’âşık olmak’’ sözcüğünün karşılığıdır artık ‘’sahiplenmek’’. Sıra dışı bir edebiyatçı ve düşünür olan Portekizli yazar José Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırmıştı; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’
Bir kahveye gittiğinizde kadife bir sesle ve mahcup bir şekilde garsona söylenen şu hitabı artık duymuyorsunuzdur; ‘’Beyefendi, bir kahve alabilir miyim?’’ Bu ifade yerine duyduğunuz muhtemelen kaba ve borazan bir sestir; ‘’Hey garson, bir kahve getir!’’ Bu her yerde böyle hale gelmiştir; çarşıda, pazarda, toplu taşımada, trafikte, siyasette, işyerinde, okulda, sırada… Çünkü artık kültürde nezakete, nezaket ifadelerine ve nezaket sözcüklerine yer kalmamıştır.
***
Türk Dil Kurumu da Türkçenin gelişimi için yetersiz kalmaktadır.
Türk Dil Kurumunun yayınladığı ‘’Türkçe Sözlük‘‘ ve ‘‘Yazım Kılavuzu‘‘ ne yazık ki Türkçeye yeterince hitap edememektedir. Türk Dil Kurumunun yayınladığı ‘’Türkçe Sözlük‘‘ün içi Fransızca ve İngilizce sözcüklerle doludur. Hâlbuki bu sözcükler ‘’Yabancı Sözcükler Sözlüğü’’ olarak ayrı bir sözlükte yayınlanmalıydı…
Türk Dil Kurumu tarafından Türkçeyi Türkçe yapan a, i ve u harfleri üzerindeki şapkaların çoğu kaldırılarak sözcükler anlamsızlaştırılmıştır. Türkçedeki a, i ve u harfleri üzerindeki şapkaların önemi üzerinde bir örnek vermek istiyorum. İşyerimde önüme bir vatandaşımızın bir dilekçesi geldi. Vatandaşımız soyadını değiştirmiş, kayıtlarda yeni soyadının düzeltilmesini istiyordu. Vatandaşın eski soyadı: ‘‘Karadana‘‘. Şapkalı olsaydı ‘‘Karadânâ‘‘ olacaktı… Dânâ; âlim demek... Dânâ-yı Yunan; Eflatun‘dur. Kara da ‘’büyük’’ demek. Vatandaşımızın soyadı aslında ‘‘Büyük âlim‘‘ demek… Bilmediği için bu güzel soyadını değiştiriyor vatandaş…
***
Dilimizi Türkçeleştirirken de yanlışlıklar yapılmıştır.
Arapça olan ‘’tayyare’’ ve ''tayyar'' ilişkisinde; ''tayyare'' mükemmel bir şekilde Türkçeleştirilip ‘’uçmak’’ fiilinden türeterek ‘’uçak’’ yapılmış ancak bu uçağı uçuracak kişiye ''tayyar''ı Türkçeleştirmeyerek berbat bir şekilde ‘’pilot’’ denilerek, bu şekilde uçak ile onu uçuran arasındaki bağ koparılmıştır. Bu bağ koparılarak bu dili kullanan insanın dil yoluyla kazanacağı analitik düşünme özelliği de köreltilmiştir.
***
Kimse sözcükte başkasının düşündüğünün tıpkı tıpkısına düşünmez. Bu yüzden her anlama aynı zamanda bir anlamamadır. Özellikle kavramlarda bu böyledir. Bir kavrama hiçbir kimse aynı anlamı yükleyemez. Bir dilin hiçbir kavramı da bir başka dile tam tamına aktarılamaz. Çeşitli diller karşılaştırıldığında, görülür ki, birbirini tam olarak karşılayan hiçbir sözcük bulunamaz. Başka bir dil insana başka bir düşünce biçimi verir. Başka bir dille insan dünyayı başka türlü kavrar; başka dilde insanın dünya karşısındaki duygu ve istekleri başkadır.
Eğer ana lisanın içerisine (Türkçe) yabancı dilden (Sırasıyla; Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce) kelimeler ve kavramlar katarsanız o zaman o toplumun insanları net düşünemezler, duygularını net ifade edemezler. Yabancı sözcüklerde Türkçe dil mantığına göre kök anlamı bulunmadığından bu sözcükler üzerlerinde düşünülmeden, ezberden kullanılırlar. Anlamdaş olan pek çok yabancı sözcüğün Türkçesiyle birlikte kullanımda kalması sonucunda bu sözcükler, kendi anlamlarının çok dışında, çok yanlış olarak, kullanılmaktadır. Dolayısıyla bir dil kargaşası ortaya çıkmaktadır.
Bu şekilde dilin düşünceyle birebir bağıntısı, bunların her kullanımında kopmaktadır.
***
Sözün, sözcüğün, kelimelerin önemini tarihten örnekler vererek bu bölümü sonlandırmak istiyorum. Önce Konfüçyüs'ün bir saptaması: "Bir ülkenin dirliğini bozmak istiyorsanız o ülkede konuşulan dili yozlaştırın. Zaman içinde insanların birbirini anlamaları zorlaştıkça her alanda çözülme başlar. Ve sonunda öyle bir noktaya gelinir ki; insanlar birbirini anlamaz hale gelirler ve kargaşa başlar..."
Sonra da Yunus Emre;
‘’Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz.
Yunus şimdi söz yatından, söyle sözü gayetinden
Pek sakın o sah katından, seni ırak ede bir söz.’’
***
Bütün problemlerimizin temelinde iletişim eksikliği vardır… Yaşadığımız karmaşıklık bizi ezmektedir... Bu nedenle de anlık resimlere odaklanıyoruz, değişim süreçlerini kavrayamıyoruz...
Şimdiye kadar kelimelerin nicelik olarak azalmasını ve nitelik olarak da kalitelerinin bozulmalarını anlattım…. Bundan sonra da bu şekilde bozulan kelimelerin üzerimizdeki etkilerini anlatacağım.
Kelimelerin duygu ve düşüncelerimize etkisi üzerine…
Fransız felsefeci, edebiyat eleştirmeni, edebiyat ve toplum teorisyeni Roland Barthes’in da güzel bir kitabı vardı: ‘’Bir Aşk Söyleminden Parçalar’’ (Metis Yayıncılık, 2010) Barthes kitabında; ‘’Âşık olduğumuzda kullandığımız dil, her zaman konuştuğumuz dilden çok farklıdır’’ der ve ''bir kere ilk mesajı verip, 'seni seviyorum' dedikten sonra sözlerinizle, davranışlarınızla içinizdeki duyguyu karşı tarafa sonsuz bir akış şeklinde tekrarlamalı, ilişkiyi derinleştirmelisiniz’’ diye yazar.
Jacques Salome ve Sylvie Galland isimli iki yazarın “Ah Kendime Bir Kulak Versem” (Sistem Yayıncılık, 2002) ismini verdikleri kitaplarında “ilişki terörü” diye bir kavramdan bahsederler. Bu terörde kanlı bıçaklı olmaya gerek yoktur, ikili ilişkilerde, evliliklerde pek mutat olduğu üzere ‘’surat asmak’’ bile terörün en uç noktasıdır.
Erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu kültürde, bu coğrafyada, bu topraklarda genellikle aşkı beslemeyi bilmeyiz biz…
Çizerini hatırlamadığım bir başka karikatürde ise, orta yaşın üzerinde bir kadın kocasına soruyordu; ‘’Kocacığım, hatırlıyor musun, bana en son ‘seni seviyorum’ dediğinde tam on yıl önceydi.’’ Erkek istifini bozmadan, okuduğu gazeteden kafasını kaldırmadan cevap veriyordu; ‘’Düşüncemde bir değişiklik olursa sana söylerim.’’ Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İnsanlar sevdiklerini söylemekte hep kıskanç ve cimri davranırlar...
Bizler genellikle sevgi sözcükleri konusunda cimriyizdir. Sevgi sözcüklerini pek kullanmayız…
Amerikalı karikatürist Jules Feiffer’in bir karikatüründe kahramanı şöyle diyor: “Harika bir kızla tanıştım. Bütün dostlarıma ve çalışma arkadaşlarıma kendisinden söz ettim. Sokaktaki yabancılara bile kızdan bahsettim. Hemen herkese anlattım. Tabii kendisinden başka! Ona bu avantajı neden vereyim ki?”
Yahudi asıllı ABD’li psikolog Haim Ginott'a ait bir şikâyetin en iyi formülü… X, Y ve Z teorisi…X: Ne yaptığının tespiti… (toplantıya geç geldin) (odan dağınık!) (yemek yemedin!) Y: Bu olayın senin üzerindeki etkisi (seni merakla bekledik) (üzüldüm) Z: Ne yapması gerektiği (gecikeceğini haber verebilirdin) (bizden yardım isteyebilirdin)...
Davranışları düzeltmek için ‘’hastalıklı bir eleştiri’’ yerine davranışların karşı tarafı nasıl bir sıkıntıya soktuğuna dikkat çeken bir terbiye tarzı çocuklara ve insanlara daha fazla empati kazandırır… Yani ‘’yaramazlık yaptın!’’ yerine ‘’bak onu ne kadar üzdün!’’ denmesi daha uygundur...
Bütün psikologların üzerinde fikir birliğine vardıkları üç mutluluk formülü var: Şükretmek, iyilik yapmak ve yaptığın işi sevip daha çok konsantre olmak!
Şükretmek, hayattan duyduğun memnuniyeti ifade etmek, hatta bunu düzenli olarak yazmak ve söylemek, sadece insanın keyfini yerine getirmekle kalmıyor. Kaliforniya Üniversitesi'nin araştırmasına göre fiziksel sağlığı düzeltiyor, enerji seviyelerini yükseltiyor, acı ve yorgunluğu azaltıyor!
Mutlu olmak için çalış, iyilik yap, şükret!
Teşekkür etmek ve minnettarlık, dünyamızı harikulade hale getirecek pek çok etkiye sahip. Ancak bizler hep müştekiyiz… Yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıları bulunan mızmız yeryüzü küskünleriyiz…
‘’ İç ve dış yaşamın canlı ya da ölü başka insanların çabalarına bağlı olduğunu; bana bugüne kadar verilmiş ve halen verilmekte olanlara karşılık verebilmem için çaba sarf etmem gerektiğini her gün kendi kendime yüz defa hatırlatıyorum’’ derdi Albert Einstein...
***
Hani başta da söylemiştim ya ‘’sözcükler aslında sanılandan çok daha güçlüdür’’ diye. Bir Yunan atasözünü hatırlatmıştım: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir'' diye…
İlişkilerinde sorun yaşayanlar aşağıdaki sözleri daha sık kullandıklarında hayatlarında mucizeler yaşayacaklarına inansınlar. Dağ gibi görünen ve içinden çıkılmaz sanılan sorunların aşılmasının aslında çok da zor olmadığımı görecekler:
Sana ilk günkü gibi aşığım.
Benim için çok değerlisin.
Yaptıklarından dolayı seni her zaman takdir ediyorum.
Sen olmadan bunları başaramazdım.
Dünyaya bir daha gelsem yine seninle evlenirdim.
Senin yaptıklarına karşı senin için ne yapsam azdır.
Ne düşündüğün benim için çok önemli.
Kendine özen göstermenden mutluluk duyuyorum.
Senin aileni kendi ailemden ayırt edemem.
Mutlu olmam için yanında olmak benim için yeterli.
Seninle evlendiğim için ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum.
Seni her zaman dinlemeye hazırım.
Benim için ne fedakârlıklar yaptığının farkındayım.
Seninle karşılıklı birer kahve içmek ve sohbet etmek, tüm yorgunluğumu alıyor.
Senin sağlıklı ve mutlu olman benim için çok önemli.
Başarılarınla gurur duyuyorum ve seninle iftihar ediyorum. Sen benim hayatımın en güzel şiirisin.
Bu sözcükler aşkın bakım sözcükleridir… Zaten söylerdi Cemal Süreya bir şiirinde:
‘’Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git
Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti’’
Kişi bu sözlerle kendisini değerli hissetmeli… Çünkü kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur…
En büyük mutsuzluk sevilmemiş olmak değil, sevmemektir. Günahların onda dokuzu insan sevgisine karşı işlenmiştir.
***
Japon Araştırmacı Masaru Emoto’nun, ''Suyun Gizli Mesajı'' (Kuraldışı Yayınları, 2012) isimli bir kitabı var…
Bu kitapta Masaru Emoto, insan vücudunun ve yaşamış olduğumuz yerkürenin % 70’ini kaplamakta olan suyun, moleküler yapısının insanların düşüncelerinden, sözcüklerden ve dinlemiş olduğu müzikten etkilenmiş olduğu ortaya koyuyor... Emoto, yaşama geçirilen pozitif düşünceler sayesinde insanın vücudunda yer alan suyun, kişiyi mutlu ve esen kılabileceğini bildirdi.
Emoto müziğin suyun yapısı üzerindeki etkilerini görmek için iki müzik hoparlörü arasına birkaç saatliğine distile su koyarak suyun donduktan sonraki kristal formlarını fotoğraflar. Aynı tip su kristallerine önce Beethoven’ ın pastoral müziğini dinleten Emoto, su kristallerinin çok güzel şekillendiğini, Bach’ ın “Air For The G String” parçası dinletilen su kristallerinin nispeten düzgün olduğunu, Heavy müzik dinletilen su kristallerinin ise tamamen şekilsiz ve dağınık olduğunu fotoğraflarla tespit eder..
Bu çalışmayla, düşüncelerin ve kelimelerin su kristallerinin formasyonları üzerindeki etkisini tespit eden Emoto, bazı sevgi ve nefret kelimelerini kasete kaydederek cam şişelere gece boyunca dinletir. Bu deneyde ise sevgi, takdir ve teşekkür sözcükleri dinletilen şişelerdeki su kristallerinin çok simetrik ve güzel olduğunu belgeler.
Japon bilim adamı Masaru Emoto, sitesinde yaptığı açıklamada, “Kelimeler doğanın titreşimidir, böylece güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır, bu da kâinatın köküdür” der…
***
Sevgi sözcüklerini söylemenin de çok önemli bir püf noktası vardır… O da ‘’ses tonu’’ ve ‘’gözler’’dir…
Paulo Coelho’nun güzel bir kitabı var; ‘’Işığın savaşçısının El Kitabı’’(Can Yayınları, 2016) Kitapta şöyle bir hikâye geçer:
Savaşçı, kılıç tutan elini yakalamak için bir melekle bir şeytanın yarıştığını bilir. Şeytan der ki: ‘'Güçten düşeceksin. Bunun ne zaman olacağını bilemeyeceksin. Korkuyorsun.’' Melek de ‘'Güçten düşeceksin. Bunun ne zaman olacağını bilemeyeceksin. Korkuyorsun.'’ der.
Savaşçı şaşırmıştır. Melek de şeytan da aynı şeyi söylemişlerdir. Sonra şeytan devam eder: ‘'Sana yardım edeyim.’' Melek de aynı şeyi söyler: ‘'Sana yardım edeyim.’'
İşte o anda, savaşçı aradaki farkı anlar. Sözcükler aynı olabilir, ama kendisine yardım öneren bu iki kişi birbirinden tümüyle farklıdır. Ve savaşçı meleğin elini seçer.
Çünkü ‘’ses tonu’’ farklıdır.
‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın niyet ve maksadını gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın eğitimini, eğitiminin seviyesini gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın ruhunu, ruhunun derinliklerini, inceliklerini, kıvrımlarını gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın iç dünyasına ayna tutar. Hani bir şarkımız vardı ya, sözleri Ahmet Selçuk İlkan’a ait, Emel Sayın da ne kadar güzel söylerdi; ‘’Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar’’ diye… İnsanın komuta edemediği tek organıdır gözler… Gözler aslında beynin de aynasıdır… Ancak bizim kültürde göz teması yoktur… Hele hele karşı cins ise asla…
İşte bahsettiğim bu sevgi sözcüklerini kullanırken ses tonunuza ve gözlerinize dikkat ediniz… ‘’Günaydın’’ derken bile ses tonunuza ve gözlerinizin ahengine dikkat ediniz. ''Günaydın'' demenin maksadına uygun bir ses tonuyla ve gülen göz temasıyla ''günaydın'' demeyecekseniz hiç demeyin daha iyi!
Bilge insanlar ‘’insanın yüzünde taşıdığı, sırtında taşıdığından daha önemlidir. Hareketler kelimelerden daha yüksek sesle konuşurlar… Bazen kelimelerinin dilini pek sevmediğimiz nice insanlara hallerinin güzel dili yüzünden bağlanırız…’’ derler…
***
Yazımın girişinde de vermiştim, şu sözler Mahatma Gandi’ye ait;
‘’Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.’’
Gandi’ye göre; ‘’düşüncelerimiz kaderimizdir.’’
Zaten çoook önceden Mevlânâ da aynı şeyi söylememiş miydi?
‘’Kardeşim sen düşünceden ibaretsin.
Geri kalan et ve kemiksin.
Gül düşünürsün, gülistan olursun.
Diken düşünürsün, dikenlik olursun.’’
Bilenler bunu böyle söylüyor; düşüncelerimiz kaderimizdir!
Yaşadığımız her şeyin temel kaynağı düşüncelerimizdir!
Avusturyalı düşünür Ludwig Wittgenstein ‘’Tractatus’’ isimli eserinde ‘’düşünce’’yi ‘’tasarım’’ olarak kabul edip şöyle yazıyor;
‘’Olguların mantıksal tasarımı, düşüncedir.’’ "Bir olgu bağlamının düşünebilir olması şu demektir: Biz onun bir tasarımını kurabiliriz.’’ ‘’Doğru düşüncenin toplamı, dünyanın bir tasarımıdır.’’ ‘’Düşünce, düşündüğü olgu durumunun olanağını içerir. Düşünülebilir olan, olanaklıdır da.’’
Burada Wittgenstein’ın en önemli tezi şu cümlede yatıyor; ‘’Düşünülebilir olan, olanaklıdır da.’’
Alfred Adler ‘’İnsanı Tanıma Sanatı’’ isimli kitabına Heredot’un ‘’Düşünce’’yi ‘’ruh’’ ile özdeşleştiren şu sözü ile başlar; "insanın ruhu onun yazgısıdır."
Bu görüşe göre; ruhsal yaşamda geçen bütün olaylar, birey tarafından saptanan bir amaca hazırlık niteliği taşır.
‘’Bir kimse gözüne bir amaç kestirmişse, ruhundaki olaylar ister istemez ortada uyulması gereken bir doğa yasası varmış gibi bir akış izler.’’
En küçük atomdan en büyük yıldıza kadar evrende her şeyin devinim içinde olduğunu söyleyen, Hippocrates’in çağdaşı olan Abdera’lı Democritus şöyle söylerdi:
‘’İnsanın mutluluğu ya da mutsuzluğu kazandığı altın ya da eşyayla bağıntılı değildir. Mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır. Bilge bir kişi her yerde kendini evindeymiş gibi hisseder. Evrenin tümü onurlu bir ruhun evidir.’’ Democritus’a göre; ‘’mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır.’’
Evrende her şey iki kere yaşanır; olaylar önce zihinde tasarlanır, sonra da gerçekleşir, tıpkı bir mimarın bir binayı tasarlayıp planını çizmesi ve mühendisin de onu inşa etmesi gibi… Zihinde tasarlanmayan hiçbir şey evrende gerçekleşmez.
Düşler kurarız kelimelerle, düşüncelerle ve zamana bırakırız bu düşleri, onlar da tıpkı toprağa düşen tohumlar gibi, zamanla filizlenip gelişirler ve yaşadığımız gerçek olarak karşımız çıkarlar.
İnsanların isteklerini elde edememelerinin tek sebebi, olmasını istedikleri şeyler yerine, olmasını istemedikleri şeyler üzerine düşünüyor olmalarıdır.
Evren düşünceden ibarettir ve düşünceler somutlaşır…
Yaşadığımız dışsal gerçeklik aslında kendi içsel psikolojimizin somutlaşmış halidir. Her şey düşüncemizde başlar ve onunla somutlaşır. Bir Çin atasözü düşüncelerimizin evrene saldığımız bir frekans olduğunu söyler; düşüncelerimizin evrene bir etkisi ve evrenin de buna bir tepkisi olurmuş.
Düşünceler manyetiktir ve frekansları vardır. Düşünceler manyetik sinyaller yayarlar ve bu sinyaller ait oldukları düşüncelerin benzerlerini size doğru çekerler…
Düşünceleriniz ve odaklandığınız ne varsa hepsi size geri döner. Yaşamımız sahip olduğumuz baskın düşüncelerin aynasıdır. Varlığa odaklanırsanız varlığı, yokluğa odaklanırsanız da yokluğu yaşarsınız… Hayat tamamen bir odaklanma sorunudur…
Kendimiz dünyadan ve evrenden ayrı değil, dünya ve evren ile bir bağlantı halinde ve o muazzam evrenin, organik bir bütün olan evrenin bir parçasıyız. Öyle organik bir bütün olan evrenin parçasıyız ki, bir Çin atasözünde söylendiği gibi ‘’bir ot yolarsanız tüm bir evreni sarsarsınız.’’
Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapar. Günümüz Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemez zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’
İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisi olan Muhyiddin İbn-i Arabî’nin ortaya koyduğu Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunur.
Evrende bir etki ve tepki akışkanlığı içerisinde yaşamaktayız. Ne ekersek onu biçeriz. Buğday eken buğday biçer, arpa eken arpa, domates eken domates. Hiç görülmemiştir; patates ekip de ayçiçeği biçen veya biber ekip de havuç ürünü alan!
Tekrar olacak ama bir Japon atasözü de şöyle söylerdi; ‘’güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’ Bir Yunan atasözü şöyle der; ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’ Ve şöyle devam eder Yunan atasözü; ‘’insanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’
Benzer şekilde hep olumsuz kelimeler kullananın ve düşünenlerin, hep karamsar bir ruh halinde içinde olanların iyi olaylarla karşılaştıkları ve mutlu oldukları hiç görülmemişlerdir.
Mutlu olmak bir ruh hâlidir, bu ruh hâli de kendimize bağlıdır. Nerede ve kiminle olduğumuz önemli değildir. ‘’Nasıl’’ olduğumuz ve ‘’kendimizi nasıl hissettiğimizdir’’ önemli olan.
Hem olumsuz duygulara sahip olup hem de kendimizi iyi hissetmemiz imkânsızdır. Olumsuz düşünce ve mesajların bizlere hiçbir faydası yoktur.
Depresyon, öfke, alınganlık, suçluluk duygusu; bunlar olumsuz duygulardır ve kendimizi güçlü hissetmemize izin vermezler. Eğer ortada bir problem varsa buna dışarıdan birisi veya başka bir şey yol açmazlar; kendi düşüncelerimiz kendi problemlerimizi yaratır. Yaşadığımız her şeyin temel kaynağı düşüncelerimizdir.
Umut besleyen kişiler hedeflerine doğru ilerlerken diğerlerine oranla daha az depresif, daha az kaygılı ve duygusal açıdan daha az sıkıntılı görünürler. İyimserlik gibi yakın akrabası umudun da şifa gücü vardır.
Tasalarımız kendi kendini doğrulayan kehanete dönüşüp öngördükleri felaketlere bizleri sürüklerler. Bilimde “Ters Çaba Kuralı” diye bilinen bir kural vardır. Şu şekilde formüle edilir: ‘’Başınıza gelmesinden korktuğunuz şeyleri fazla düşünürseniz, gerçekleşme ihtimalini artırırsınız.’’
Telefonumuzu saat sabahın 05’00’ine kurarsak çalar…. Halbuki telefon basit bir bilgisayardır… Beyin ise Tanrı’nın yarattığı en büyük bilgisayar… Beyni nasıl kurarsak gelecek de kader de o şekilde gerçekleşir…
Güneydoğu’dan şehit haberleri gelir… Sonrada olayın ayrıntısı… Asker telefonda annesine, babasına şehit olacağını söylemiştir… Ertesi gün de şehit olur… Çünkü kendisini şehit olarak kurgulamış, tasarlamıştır...
Kendini doğrulayan kehanet düşüncesi, İngilizcesi "Pygmalion Effect" olan eski bir mitolojik öyküden almaktadır. Kıbrıs prensi, heykeltıraş Pygmalion, tüm kadınların kusurlu olduğunu düşünüp ideal bir kadının heykelini yapmaya çalışır. Galatea adını verdiği bu eser, o kadar güzel olmuştur ki, Pygmalion kendi eserine umutsuzca âşık olur ve onun gerçek olduğunu düşünmeye başlar. Daha sonra heykel canlanır. Sonra şu inanış ortaya çıkar; ‘’inanılan her kehanet kendini doğrular.’’
Kötü senaryolar yazmak enerji tüketen ve cesaret kıran saplantılı endişelerin uzak akrabalarıdır. Aklını hayatının karışık yönlerine takan, geçmişindeki şanssızlık ve düş kırıklıklarını tekrar tekrar düşünen bir insan aynı şanssızlık ve düş kırıklıklarını gelecekte de yaşamak için dua etmiş olur. Siz kendi kaderinizin yaratıcısı ve tasarımcısısınız…
Yaşadıklarımızın çoğunu geçmişimiz, izlenimlerimiz, biriktirdiklerimiz ve önyargılarımız şekillendirir. Çünkü gerçek; bellek ve algıdan ibarettir. Bunun dışında başka bir gerçek yoktur.
Siz kendinizden hoşnut değilseniz, başkalarının sizinle birlikte olmaktan hoşnut olmasını nasıl beklersiniz? Kendinizi sevdiğiniz zaman otomatik olarak başkalarını da seversiniz.
Yakındıkça yakındıklarınız size geri gelecektir. Olumsuz mesajların size hiçbir yararı yoktur. Karşı olduğunuz her şeyi büyütür, artırır, yüceltir ve güçlendirirsiniz… Hiçbir şeyin karşısında olmayın yanında olun… ‘’Savaş karşıtı’’ olmayın... ‘’Barış yanlısı’’ olun!
Özetle;
Yarattığımız dünya bizim düşünce biçimimizin ürünüdür. Yaşadığınız dünyayı iyi tanımlayın! Çünkü insanlar gördükleri dünyayı tanımlamazlar, tanımladıkları dünyayı görürler. Çünkü hayat bir ayna gibidir, nasıl bakarsanız öyle görürsünüz. Çünkü hayat bir vadi gibidir, nasıl ses verirseniz öyle yankı alırsınız. Çünkü kader bir tasarımdır, nasıl tasarlarsanız öyle yaşarsınız. Çünkü siz kendi kaderinizin yaratıcısı ve tasarımcısısınız. Çünkü siz ne düşünürseniz O’sunuz. Güzel şeyler düşünün ki, güzel şeyler yaşayasınız!
Tedirgin eller ve kaygılı zihinlerle fazlaca koşturup durmaktayız. Sonuç almak için sabırsız davranıyoruz... Aslında daha hızlı daha yavaştır. İhtiyaç duyduğumuz şey; ruhun kullanılmayı bekleyen görünmez güçle pekiştirilmesidir.
Negatif vizyon dualarına kapılmayın… Ne istediğinize odaklanın… Kurtulmak istediklerinizi öne koymayın…
Karmaşık üstün başarıların temelinde ‘’zihni olarak önceden prova edilmesi’’ yatar… Evdeki hesabın çarşıya uymamasının sebebi ‘’zihni model’’ eksikliğinden kaynaklanır…
Kelimelerin davranışlara etkisi üzerine…
Duygular bulaşıcıdır… Başkalarının ruh halini değiştirme yeteneğimiz vardır. Başka bir bebeğin endişe içinde ağladığını gören diğer bebekler de ağlar… Sen gülümsediğinde tüm dünya seninle beraber gülümser…. Bir Tibet atasözü: ‘’Hayata gülümsediğinizde, bir yarısı sizin öbür yarısı başka birinin yüzüne görünür.’’ İnsan beyni mutlu yüzleri yeğler, onları olumsuz ifadeli olanlardan daha kolay ve hızlı şekilde fark eder…
Darwin, her duyguyu belirli bir şekilde davranmaya yönelten bir eğilim olarak görmüş: Korku; dönüp kaçmaya, Öfke; savaşmaya, Neşe; kucaklamaya…
Sinirbilim artık gözlerin gönüllere açılan pencere olduğu yönündeki şiirsel fikre yakın bir şey söylüyor bizlere…
Karanlık üçlüdürler: Narsist, şizofren ve psikopat…
Sosyal çevreniz geliştikçe nezleye dahi daha az yakalanırsınız… Ne kadar çok dostunuz varsa ileriki yıllarda daha az fiziksel sorunlar yaşarsınız… Neşter de iğne de nezaket ve şefkatin eşliğinde daha az acı verir… Duyarsız mesajlar ölüm döşeğindeki insanlara bile hastalığın kendisinden daha fazla duygusal ıstırap çektirir. Örselenmiş durumdayken yoğunlaşamaz ve berrak biçimde düşünemeyiz…
Kaygı düzeyi ne kadar yüksek ise beynin bilişsel verimliliği o kadar azalır… Panik, öğrenmeyi ve yaratıcılığı engeller… Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller… Duygularını iyi okuyamayan ya da ifade edemeyen insanlar kendilerini sürekli engellenmiş hissederler...
En çok önemsediğiniz insanlar bir çeşit iksir, durmadan yenilenen bir enerji kaynağıdır... İyimserlik gibi onun yakın akrabası umudun da şifa gücü vardır. Hayatımızdaki ilişkiler ne kadar anlamlı ise sağlığımız için o kadar önemlidir…
Örgütlerde kelimeler...
Kelimelerin duygu ve davranışlar üzerindeki etkilerini anlatmıştım... Bu bölümde de kelimelerin yol açtığı duygu ve davranışların örgütlerdeki etkisini çok özet olarak anlatacağım…
Örgütten kastım iki arkadaş ilişkisidir, bir ailedir, bir gruptur, bir şirkettir, bir dernektir, bir kamu kurumudur… Liderden de kastım bu örgülerdeki belirleyici kişidir, ailede babadır, şirkette müdürdür, işyerindeki amirdir, şeftir, okuldaki öğrenmendir. Ancak yine de siz benim her ‘’lider’’ diye bahsedişimde siz kendinizi anlayınız!
Bu bölümde bahsettiğim konular başlangıçta ‘’kelimeler’’ ile ilişkisi yokmuş gibi görünebilir… Ancak yazım içinde de sık sık tekrarladığım gibi örgütsel davranışların temelinde duygu ve düşünceler, duygu ve düşüncelerin de temelinde de kullandığımız ‘’kelimeler’’ yatar…
Max Weber; ‘’ayakta kalan kurumlar bir liderin karizması nedeniyle değil sistem içinde liderliği geliştirdiği için başarılı olurlar’’ der…
‘‘Kötü lider, insanların hor gördüğü kişidir. İyi lider, insanların yücelttiği kişidir. Büyük lider, insanların ’biz kendimiz yarattık’ dediği kişidir’’ derdi Çinli düşünür Lao Tzu...
Liderin başlıca görevi önderlik ettiği kişilerde iyi duygular uyandırmaktır.
Lider için; strateji, vizyon ya da güçlü fikirlerden söz ederiz. Oysa çok daha temel bir gerçek var ortada: Büyük lider duygulara hitap eder.
İdeal vizyonun oluşturulması için; içinize bakın, insanlarınızı hizaya sokmayın, uyum sağlayın, insanlarına öncelik verin, sonra da stratejiye... Liderin vizyonu içtenlikten yoksunsa insanlar bunu sezer.
Çoğu lider açısından farkı yaratacak olan stratejinin daha iyi anlaşılması değildir… Farkı yaratan; işe, strateji ve vizyona tutkuyla bağlanmak ve yüreklerle zihinleri anlamlı bir gelecek arayışına sokmaktır…
Yüreğini sağlıklı bir dozda işin içine katmayan bir sözde lider yönetebilir ama önderlik edemez…
Liderin başlıca görevi önderlik ettiği kişilerde iyi duygular uyandırmaktır…
Hiçbir canlı tek kanatla uçamaz. Tanrı vergisi liderlikte yürekle kafanın, duyguyla düşüncenin buluştuğu yerde kendisini belli eder. Duygu ve düşünce; liderin süzülerek yükselmesine olanak veren iki kanattır.
Zekâ tek başına lider yaratmaz. Liderler bir vizyonu sevk vererek, yol göstererek, esinleyerek, dinleyerek, ikna ederek ve en önemlisi ahenk yaratarak gerçekleştirir.
Asık suratlı liderlerin ekiplerinde ahenk bozulur, verimlilik düşer… Bu ekipte liderlerini hoşnut etmek için sarf ettikleri telaşlı çaba kötü kararlar almalarına ve yanlış stratejiler seçmelerine yol açar…
Ekiplerini normlar arasında tutsak eden liderler ahenge önderlik edemezler…
Örgütlerde ahenk içinde olan insanlar daha verimli olurlar... Ahenk için ses tonu ve yüz ifadesi gerekir… Uyum sağlamak haz verir… Başkaları ile ahenk kurabilmek için kişinin kendisinde bir nebze olsun huzur bulunmalıdır.
Lider ahenk kurduğunda bunu insanların gözlerinden okuyabilirsiniz: İlgi dolu ve ışıl ışıldırlar…
Empatiden yoksun liderler ahenksizlik yaratacak biçimde davranırlar.
Empati, insanları beden dilinin inceliklerine ayarlayan ya da sözcüklerin altındaki duygusal mesajı duymalarını sağlayan bir panzehirdir.
Empati romantizme katkıda bulunur. Ancak duygusal ihmal de empatiyi köreltir…
Hiçbir lider kusursuz değildir, olması da gerekmez.
Bir lider yükseklere tırmandıkça kendisini doğru değerlendirme olasılığı da azalabilir…
Sonuç almak için insanlara ne denli baskı uygulanırsa o denli kaygı uyandırır. Baskı yenilikçi düşünme yeteneğini kısıtlar…
Yalnızca öfkesini değil tiksinme ve küçümseme duygusunu belli eden zorlayıcı liderler çalışanları üzerinde yıkıcı bir duygusal etki yaratabilirler…
Zehirli bir ortamda çalışan insanlar zehri eve taşırlar…
Örgütlerde müdahaleci ve denetleyici tavır; heves yitirir, hedef küçültür, özgüven sarsar…
İlgisizlik, umursamamazlık, dikkat etmemek; en kötü zülümdür...
Fark edilmek, hissedilmek ve önemsenmek acıyı önemli ölçüde hafifletir...
Örgütlerde insanlar birbirilerine karşı sadece duygusal değil biyolojik düzeyde de yararlı olurlar…
Başkalarının ne hissettiğini kaydedememek duygusal zekâ bakımından büyük bir eksiklik, insan olmak anlamında da trajik bir başarısızlıktır.
İnsanlar nadiren duygularını kelimelere döker; çoğu kez başka ipuçları verirler. Çünkü duygusal mesajların yüzde doksanı ya da fazlası sözsüzdür. Başkalarının ne hissettiğini sezebilmenin anahtarı; ses tonu, mimikler, jestler, yüz ifadesi ve benzeri türden sözsüz ifadeleri okuyabilmektir. Duygusal gerçek aslında ne söylediğinde değil nasıl söylediğinde saklıdır.
Kurumlarımız örgütlü sevgisizlik kurumları olmamalı…
İyimser liderlerin ekip üyeleri kendilerini daha iyi hissederler...
Çalışanlar arasında duygusal bağlar ne kadar güçlüyse işlerini yaparken o kadar şevkli, üretmen ve hoşnut olurlar…
Yakınlık ön yargıyı azaltır…
Duygular bulaşıcıdır… Duygular virüs gibi yayılır… İki insan etkileşimde bulunduğunda, ruh hali, duygularını daha güçlü ifade edebilenden daha edilgen olana doğru aktarılır…
İyi ruh hali de kötü ruh hali de kendi kendini sürdürme eğilimindedir. İnsanlar kendilerini iyi hissettiklerinde bir durumun olumlu yanını görürler ve onun hakkında iyi şeyler anımsarlar. Kendilerini kötü hissettiklerindeyse olumsuzluğa odaklanırlar. İnsanlar en iyi işi kendilerini iyi hissettiklerinde çıkarırlar. Çünkü kendisini iyi hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur.
İnsanları dinlemek sorunu çözmese de duygusal bakımdan yararlı olur…
Satıhta hazine bulamazsınız. Herkesin bir derinliği vardır. O derinliğe inecek gücünüz, cesaretiniz ve sabrınız var mı? Kusursuzdur ya Tanrı, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir.
Duygusal dengesi bozulan kişiler hatırlayamaz, dikkatini toplayamaz, öğrenemez ya da zihin açıklığı ile karar veremez. Stres insanları aptallaştırır… Yaralar stres altında daha zor iyileşir…
İnsanlara hükmetmeye çalışırsanız zaten yenilmiş sayılırsınız…
Ne hissettiğinizi anında söylemezseniz engellenmiş hislerin yavaş yavaş birikmesine yol açarsınız… Sonra bir gün bu yüzden patlayıverirsiniz…
Geri bildirim olmadan insanlar karanlıkta kalırlar… Birçok yönetici hayati önem taşıyan geribildirim sanatında ustalık gösteremez. Bu eksikliğin maliyeti büyüktür.
Ne kadar bilirseniz bilin insanlar sizin kendilerini umursadığınızı bilmezlerse, onlar da sizin ne bildiğinizi umursamazlar.
Basit bir ihmal kötü bir muameleden daha fazla zarar verir…
Yöneticinin yanından ayrıldığınızda kendinizi daha iyi ve daha değerli hissediyorsanız, işte o yönetici kişi liderdir.
Hastalıklı eleştiri (Harry Levinson) çok tehlikelidir. Eleştiriler gereği yapılabilecek şikâyetler olarak değil, kişisel saldırılar şeklinde dile getirilir; biraz nefret, biraz iğneleme ve biraz aşağılamaya karşılık önyargılı suçlamalar yapılır. Her ikisi de savunmacılığa, sorumluluktan kaçmaya ve nihayet araya duvar örmeğe ya da mağduriyet hissinden kaynaklanan bir pasif direnişe yol açar… Bu nedenle eleştiride belirleyici olun, ne iyidir, ne kötüdür açık olun, sorunu tam olarak belirtin, bir çözüm önerin, bizzat yapın, eleştiri ve övgü yüz yüze ve baş başayken yapıldığında etkilidir.
Eleştiriye hedef olanlar; eleştiriyi kişisel bir saldırı olarak değil de işin nasıl daha iyi yapılabileceğine dair değerli bir bilgi olarak görmeli, sorumluluk almalı ve savunmaya geçmemelidirler…
Daha iyi yönetebilmek için uygulanan bölüp yönetme, başkaldırmaya izin vermeden baskı altına alma, zayıflatma ve geriletme yöntemine ‘’Yönetim Bilimi’’ adı verilir ve genellikle örgütlerde uygulanır…
Hümanist felsefenin ana izleği, yakın kişisel ilişkilerin hayata anlam kattığıdır.
İlişkilerde İnsana sevgi ve sevgi yüklü sabırla yaklaşmayan, insanların hep olumsuz taraflarını görüp onlara karamsar bir yüzle bakan bir ilişkinin, nasıl bir ilişki olursa olsun başarı şansı yoktur.
İnsanlar birbirlerinden ne kadar hoşlanmıyorlarsa soğuk algınlığına ve gribe yakalanmaya da o kadar yatkındırlar...
‘’Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde, dünya barışı tanıyacak’’ derdi Hintli şair Sri Chinmoy Ghose...
Sonuç…
Ne demişti Yunus Emre?
‘’Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz.
Yunus şimdi söz yatından, söyle sözü gayetinden
Pek sakın o sah katından, seni ırak ede bir söz.’’
Yunus Emre de bu dizelerinde kelimelerin, sözlerin ne kadar önemli olduğundan bahsetmektedir.
Eskiler ‘’İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibidir. Arasına öğütülecek bir şey konmadı mı, kendi kendisini öğütür’’ derledi… Yani bu değirmenin arasına konulacak şeyler, kelimeler ve düşünceler; yumuşak ve naif olmalı, iyi ve güzel olmalı, hoş ve latif olmalı, müspet ve olumlu olmalı…
Ve Mevlânâ derdi ki:
‘’Tenini besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek, şereflenecek odur.’’ Mevlânâ’nın söylediği gibi beslenme programlarını takip ederek vücudumuzu beslemekten ziyade ruhumuzun gıdası kelimelerle beslenmemiz gerekmektedir.
Erken ölümler arasında öfkeye yatkınlık, kaygı, stres, keder, hüzün ve melankoli; sigara içmek, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, sağlıksız beslenme gibi risk faktörlerinden daha etkilidir...
Öfke kalbe en çok zarar veren bir duygudur…
‘’Kızgınlık kör, nefret sağır eder, her kim ki seviyorsa her şeyi tamdır’’ der bir Grek atasözü.
Öfkenin neden olmayacağı pek az suç vardır. Hiçbir şey öfke kadar insan düşüncesini saptıramaz. Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller.
Yoğun duygusal stres altındaki erkeklerdeki ölüm oranı hayatlarını sessiz ve sakin geçtiğini ifade edenlere oranla üç kat daha fazladır.
Hayatımızdaki ilişkiler ne kadar anlamlı ise sağlığımız için de o kadar önemlidir…
Evet; diyetisyenlerin, uzmanların söylediği gibi gıdanıza dikkat ediniz ama siz siz olun, gelin beni dinleyin ve kullandığınız kelimelere daha çok dikkat ediniz…
‘‘Kötü düşünen kötüdür’’ derdi Konfüçyüs…
Birazcık uzun (!) bir kutlama yazısı oldu ama bir çırpıda meramımı özetleyeyim ben yine de: Dil Bayramı'mız kutlu olsun!
Osman AYDOĞAN
Neşet Ertaş; Bozkırın Tezenesi
Tezene, bağlama çalarken yöreden yöreye değişen, tellere vurulma şekline verilen addır. Her parçanın da yöresine göre bir tezenesi olur, yani parçalar hem nota olarak ayrılır hem de tezeneleri olarak... .İşte bu nedenle Yaşar Kemal, Neşet Ertaş'ı "Bozkırın Tezenesi" olarak adlandırır.
Dünya çapında bir sanatçıyken TRT’nin siyah beyaz ekranlarında hala ‘'Kırşehirli mahalli Sanatçı’sı” payesindeydi o. O abdallık geleneğinin son büyük temsilcisiydi, bozkırdaki mücevherdi o.
Bitmeyen bir gurbetti, bir sılaydı, uçsuz bucaksız bozkırdı o… Ruhun derinliğine yol bulan ırmaktı o... Kelimeler asla kifayetsiz kalmazdı onun dilinde, anlatılması imkânsız duyguları, su gibi anlatan efsaneydi o… Türkçe’nin tarih içinde yolculuğunun özetiydi o… Derdini anlatabilecek kadar Türkçe bilen tek kişiydi o... Bu coğrafyanın bağrı en yanık, gözünden yaş, gönlünden aşk eksik olmayan bir garip adamıydı o...
Bağlamanın göğsüne değil, Anadolu insanının bağrına bağrına vururdu o… Sözleri ve müziğiyle insanı dünyanın en derin yalınlığına çekerdi o.
Selda'yı Selda yapan "mahpushaneye güneş doğmuyor" türküsünün kaynağıydı o…
1960'lardan itibaren binlerce yıllık sazımız bağlama ile birlikte anılan Neşet Ertaş'ı Can Dündar belgeselinde konuşturuyordu. Bütün o yoksulluğunu kendi üslubunca bir iki satırla anlatıverdi Neşet Ertaş: ''Öyle sap saman nirdeeee, tavuk cücük nirdeeee.. Ekmaanan (ekmek ile) geçinirdik. Dedi bana birisi ki, bubanın sazınla gel. Bubamın sazınla dilenmeğe gittik, köy köy…’’ Eşek sırtında Yozgat- Yerköy’e uzanan bu yolda bir kere olsun eşeğin sırtından babasını indirmediğini de şu sözleriyle diyiverdi öyle hamiyetperver edâ ile hiç de gururlanmayarak: ‘’Babam yürürken ben nasıl bineyim ki eşeğe?’’ Kendi demesiyle 13 -14 yaşına kadar hem kerem olmuştur, hem abdal… Doğuştan âşıktır… ‘’Alaacaan başını, gideceeen benim gibi, bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm gibi…’’
Sazın ve sözün büyük ustasıydı o…
Bir türkü meclisinde yine istek üzerinde ‘’Zahidem'’’i söyler. Türküyü bu kadar içten söylemesi üzerine eşraftan biri, bu aşk hikâyesine atfen, "aslı var mıdır?" diye bir sual sorar. Usta şöyle cevap verir: "Aslı olmasaydı Kerem bunca yanar mıydı?"
Selda Bagcan'a hitaben: ‘’Siz insansınız, biz insanoğlu’’ der.
Hiç bir eserinde ismini geçirmemiştir. Hani olur ya; "Neşet der ki" der insan değil mi? Ama o dememiştir işte. Halkına söylemiş her sözünü, onlara bırakmış kelamlarını. "Hiç bir türkümün içinde Neşet veya Ertaş adını duydunuz mu? Çünkü onlar halka ait, ben de halkın sanatçısıyım..." der usta. Olağanüstü denilebilecek yeteneği, geleneğe hâkimiyetiyle bütün yollardan türkü söyleyerek geçen Ertaş, babasının ‘’bize garip derler’’ şiarını bir amentü belleyerek sadece bu mahlası kullanmıştır: ‘’Garip’’
NTV’de katıldığı bir canlı yayında "hepimiz gardaşız aslında, ayıran kendini ayırır" diyen kişidir o.
Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olduğu dönemde devlet sanatçılığı teklifini "devlet sanatçılığı ayrımcılık yaratır. Ben halkın sanatçısı olarak kalmayı tercih ederim" diyerek geri çeviren, ''kimse kimsenin önünde eğilmesin’’ diyerek el öptürmeyen, alçakgönüllü, karşısındaki insanları yücelten, mütevazı bir cevher, değeri biçilemeyen türden bir sanatçıdır, bir insanlık ustasıdır o…
Uzun süre kaldığı Almanya’dan Türkiye’ye döndüğü vakit çok lüks bir otelde misafir edildiğinde oteldeki en sıradan sandalyeyi bulup odasına koyar. O bile şatafatlı geldiği için ucuna oturur sandalyenin. Koltuğa davet edildiğinde orada rahat edemediğini söyler. Bu dünyaya da ucundan kıyısından ilişmişti zaten o. Osmanlının yüzlerce yıllık deneyimiyle imbikten süzercesine özetlediği “şeref-ül mekân, bi’l-mekîn” düsturunu hoyratça “şeref-ül mekîn, bi’l-mekân”a çevirenlere ders verircesine dünya malı bir adım ötesindeyken gidip tahta bir sandalyenin kenarına ilişmişti o.
Ömrünün son on, onbeş yılı hariç hep geçim sıkıntısı içinde yaşadı. Telif hakları ödenmedi, eserleri talan edildi. Sadece ''Kalan Müzik'' sahip çıktı haklarına...
17 Mayıs 2002 günü vefat eden Âşık Mahzuni Şerif kendisine şiir yazmıştır. Mahzuni Şerif vefat ettikten sonra halefi tek o kalmıştı. Abdal geleneğinini son temsilcisiydi o...
O da 1838’de Çiçekdağı’nda geldiği her şeyin sahte olduğu bu ''yalan dünya''nın ne kadar yalan olduğunu ispatlarcasına 25 Eylül 2012 yılında "şu yalan dünya"dan terk-i diyar etmiştir. Zaten bu çirkef dünyaya yakışmayacak derecede insandı o…
Bu toplumun gittikçe azalan ortak değerlerinden biriydi o.
Böylesine anlattığıma aldanmayın. Aslında çok zalım bir adamdı Neşet Ertaş. Zira kimsenin türküleriyle, sazı ve sözüyle bu toplumu bu kadar çok ağlatmaya hakkı yoktu.
"Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Sevdasız bahçenin gülü dirilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider yol gizli gizli..."
Allah rahmet eylesin.
Osman AYDOĞAN
Neşet Ertaş, ‘’Cahildim dünyanın rengine kandım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=J5eLFREBpIA
Aşağıdaki belgeselleri de izlenmelidir diye değerlendiririm:
Can Dündar, Garip: Neşet Ertaş Belgeseli, Kalan Müzik
TRT İç Yapım, Bozkırın Tezenesi, TRT
Cine5 İç Yapım, Portreler Neşet Ertaş belgeseli, Cine5
Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur (2)
24 Eylül 2018
Kısa bir süre önce bir yazımın başlığında ve içeriğinde şu beyti kullanmıştım: ‘’Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur / Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur’’ Dîvâne Mehmed Çelebi’nin divan edebiyatının en güzel beyitlerinden birisidir diye.
Bugün de bu gazelin tamamını vermek istedim. Yapmışken işi tastamam yapalım, eksik bırakmayalım diye... Ancak konu divan edebiyatı olunca anlatımda o kadar kolay olmuyor. Önce sizleri biraz geçmişe götüreyim istiyorum:
Dîvâne Mehmed Çelebi, (Semâî Mehmed Çelebi ya da Sultan Dîvânî) 15. yüzyılda (1448 veya 1471 - Nisan 1529) Osmanlı döneminde yaşamış Mevlevî şeyhi ve divan şairidir. Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’den sonra Mevlevîlik tarikatına önemli hizmetlerde bulunur. Dîvâne Mehmed Çelebi, Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarındandır.
Mehmet Çelebi çok güzel semâ ettiği için babası tarafından kendisine “Semâî” lakâbı verilir, kendisi de şiirlerinde “Semâî” mahlasını kullanır. Kendisine “Dîvâne” de denir. Bu Farsça sıfat, “Hak yolunda kendinden geçen, aklını kaybeden, ilâhî aşkın etkisiyle hayrete düşen, şaşırıp kalan” anlamlarını içermektedir.
Yaygın olarak kullanılan bir diğer lâkabı ise “Dîvânî”dir. “Dîvânî”nin ise Timur tarafından Semerkand’a götürülen, daha sonra da Şah İsmail’ce Tebriz’e nakledilen Hz. Mevlâna’nın eseri “Dîvan-ı Kebir”i, rüyasında gördüğü, Hz. Mevlâna’nın manevî işaretiyle Tebriz’e gidip getirmesinden dolayı verildiği düşüncesi hâkimse de İslam Ansiklopedisi ‘’Timur istilâsında Mevlânâ’nın türbesinden alınıp götürülen Dîvân-ı Kebîr’i İran’a gidip geri getirdiği için “Sultân-ı Dîvânî” unvanıyla anıldığı şeklindeki rivayetin, pek hoş görülmeyen “Dîvâne” lakâbını bu şekle dönüştürmek için uydurulduğu kesindir’’ diyerek reddetmektedir. Zaman içerisinde her iki lakâb da sıkça kullanılmış, ancak “Dîvânî” halk arasında daha fazla tercih edilmiştir.
İslam Ansiklopedisi (cilt: 9; sayfa: 437) Mehmed Çelebi’nin divan edebiyatının önemli şahsiyetleri arasında sayılabilecek bir şair olmasına rağmen şiirleri, etrafında bulunanlarca tespit edilmediği, tespit edilenlerin de meşrebi yüzünden derlenip divan şeklinde düzenlenmediği için mecmualarda kaldığını yazar. Mehmed Çelebi’nin elli iki beyitten meydana gelen manzum risâlesi ile Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan Abdülbaki Gölpınarlı tarafından bu şiir mecmualarından derlenen yirmi dört adet şiiriyle birlikte Abdülbaki Gölpınarlı’nın ‘’Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik’’ isimli kitabında (İnkılap Kitabevi, 2009, s. 473-493) yayınlanır.
Bu kaynaklara rağmen Dîvâne Mehmed Çelebi’yi bütün olarak anlatan tek kaynak Dr. Mustafa ÇIPAN’ın Konya Valiliğince yayınlanan eseridir. (Dîvâne Mehmed Çelebi, T.C. Konya Valiliği, 2002)
Dîvâne Mehmed Çelebi Afyonkarahisar Mevlevîhânesi'nde şeyhlik yapar. Bu nedenle de Mehmed Çelebi sayesinde Afyonkarahisar, Konya'nın ardından Mevlevîliğin önemli merkezi durumuna gelir. Halen Afyon’da Merkez Mevlevî Camii içerisinde ‘’Sultan Dîvânî Mevlevihâne Müzesi’’ vardır. Ayrıca Halep, Burdur, Eğridir, Sandıklı, Mısır, Cezayir, Midilli ve muhtemelen Lazkiye mevlevîhâneleri de onun gayretiyle açılmıştır.
Fuat Köprülü'nün, "acaba Yunus Emre Türk Dili'nin lezzetini hatırlatmasaydı, Mevlânâ’yı izleyenler hep Farsça mı kullanırlardı?" sualinin cevabını, bal şerbeti gibi Türkçesiyle Dîvâne Mehmed Çelebi Afyon Mevlevîhâne’sinden verir:
‘’Bihamdillah ki bî nâm u nişanız âdımız yoktur
dil-i viranemizden özge bir abadımız yoktur
ezelden mazhar-ı ışkız bizim icadımız yoktur
elemler cümle bizdendir anâ üsdadımız yoktur.’’
Abdülbaki Gölpınarlı bahsi geçen eserinde Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait “Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur / Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur” beytinin Türk divan edebiyatının en güzel beyitlerinden biri olduğunu söyler.
Ancaaaaak!
Yukarıda verdiğim kaynaklar böyleyken bazı kaynaklar da (‘’Nev'î - Divan - Tenkidli Basım’’, Mertol Tulum - M. Ali Tanyeri, İstanbul Ü. Edebiyat Fak. Yayınları, İstanbul 1977 ve ‘’Nev'i Divanı'nın Tahlili’’, Mustafa Nejat Sefercioğlu, Akçağ Yayınları, 2001) ‘’Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur / Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur’’ diye başlayan gazelin Malkara doğumlu, 16. yüzyılda yaşamış, asıl adı Yahyâ, babası Pîr Ali Efendi olan ve bir Halvetî şeyhi Nev’i’nin olduğunu söylerler. Ki divan içinde Nev’î’nin ismi de geçer.
Nev’î, ilköğrenimini, babasının yanında tamamlayıp İstanbul’a gider. Medrese öğrenimi görür. “Ahaveyn” sıfatıyla ünlü Karamânî Ahmed ve Mehmed adlı iki önemli müderristen, şâir Bâkî, Hoca Saadeddîn Efendi gibi ünlülerle birlikte ders alır. Ders aldıkları gurupta, sonradan devrin en önemli san’at ve siyâset adamlarından olacak olan ondan fazla öğrenci vardır. Nev’î, hocası Mehmed Efendi’nin tayin olduğu Edirne’deki Bâyezîd Medresesi’ne, hocasıyla birlikte gider. 1563’te, beş yıl kaldıkları Edirne’den, birlikte dönerler. Şâir, 1566’da tahsilini bitirir ve müderrislik (hocalık, profesörlük) görevine başlar. Altı yıl İstanbul dışında çalıştıktan sonra 1572’de İstanbul’a getirilip oradaki medreselerde hocalık yapmaya başlar 1590’da Bağdad kadısı olur ve on beş gün sonra III. Murad’ın şehzâdesi Mustafa’nın hocalığı görevine getirilir. Diğer şehzâdeler olan Osman, Bâyezîd ve Abdullah ile de ilgilenir. Kazasker rütbesiyle tekâüde (emekliye) ayrılır.
Nev’î, çok güçlü bir şâirdir. Ama yakınında Bâkî gibi bir ustanın bulunuşu, onu daima gölgede bırakır. Gazelleri rindâne ve âşıkânedir. Gazel sahasındaki başarısı yanında, 1582 Haziranında başlayan ve 52 gün süren Şehzâde Mehmed’in sünnet düğünü için yazdığı kasîde (Sûriyye) si ile de ünlüdür. Velûd bir şâirdir. Eserlerinin otuzdan fazla olduğu söylenir.
Ben edebiyatçı değilim. Bu gazel hangi şaire aittir suali edebiyatçılara yönelik bir sualdir. Ben ki sadece edebiyat meraklısı âcizane bir okuyucuyumdur. Ancak rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı kusura bakmasın ama bu gazel Nevi’î’nin gibi geliyor bana. Çünkü gazel içinde ismini de (Nev’î) telaffuz etmektedir.
Şimdi gelelim yazımın başına.
Önce Dîvâne Mehmed Çelebi’ye ait olduğu rivayet edilen gazeli vereyim. Nev’î’ye ait olduğu rivayet edilen gazeli de yazımın sonunda vereyim. Birkaç kelime hariç hemen hemen aynıdır zaten.
Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur
Niçün aşk ehlini yâd etmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilir hod âlem-i ervâha nisbet yâdımız yoktur
Harâbât ehline rûz-ı hesâbı anma ey zâhid
Bizim hergiz bu varlık defterinde adımız yoktur
Doğup kumru-sıfat biz anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetiz âzâdımız yoktur
Mukarrer şâir-i şîrîn-zebânız Nev’iyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâdımız yoktur.
Şimdi bu kadar güzel bir gazeli böyle bırakıp günümüz Türkçesiyle açıklamasını da yapmasam olmazdı! İsterseniz Dîvâne Mehmed Çelebi’nin gazelinden beyit beyit gidelim: (Prof. Dr. M.A. Yekta Saraç’ın açıklamasıyla)
Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur
Belâmın, sıkıntımın sebebi benim gönlümdür; yoksa o sevgiliden şikâyetimiz yoktur. Bizim şikâyetimiz gönüldendir, kimseden şikâyetimiz yoktur.
Niçün aşk ehlini yâd etmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilir hod âlem-i ervâha nisbet yâdımız yoktur
O İsa gibi dudakları olan sevgili, ölüler âlemindeki ruhlardan daha da ölü olduğumuzu bilir de âşıkları niye hatırlamaz? (Hz. İsa, edebiyatımızda sık sık ölülere hayat verme mucizesiyle geçer. Burada da sevgili Hz. İsa’ya benzetilmekte, ölü hükmündeki âşığa öpüşüyle can vermesi istenmektedir.)
Harâbât ehline rûz-ı hesâbı anma ey zâhid
Bizim hergiz bu varlık defterinde adımız yoktur
Meyhanede oturup kalkanlara (İlâhi aşk sahiplerine) kıyametteki hesap gününü açma ey zahid! Bizim asla bu varlık defterinde adımız geçmez (bundan dolayı bizim için hesap yoktur).
Doğup kumru-sıfat biz anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetiz âzâdımız yoktur
Biz kumru kuşu gibi anamızdan aşk halkasıyla doğmuşuz. Bunun için dert ve üzüntü bağının tutsağı olmuşuz, artık hürriyetimize kavuşma umudu kalmamıştır.
Mukarrer şâir-i şîrîn-zebânız Nev’iyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâdımız yoktur.
Ey Nev’î! Şüphesiz biz tatlı dilli bir şairiz. Faka bu devirde bizi üne kavuşturacak Ferhadımız yoktur. (İlk mısrada geçen ‘’şirin’’ kelimesi tatlı anlamına gelmekle birlikte ikinci mısradaki Ferhâd ismiyle birlikte Ferhâd’ın sevgilisi Şirin’i de çağrıştırmaktadır. Şair Şirin’i tanıtanın aslında Ferhâd olduğunu söylemektedir.)
Bu gazel kime ait olursa olsun, kim yazarsa yazsın, ilkyazımda da dediğim gibi benim demek istediğim o ki; ‘’belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur, gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur.’’ Ancak bilin istedim ki ‘’bu devr içinde bir şöhret verir Ferhâdımız –da- yoktur.’’
Osman AYDOĞAN
Şimdi de Nev’Î’ye ait olduğu rivayet edilen gazelin tamamını vereyim. Birkaç kelime hariç hemen hemen aynıdır.
Cefâ dildendür ol dildâr elinden dâdumuz yokdur
Gönüldendür şikâyet gayriden feryâdumuz yokdur
Niçün ‘aşk ehlini yâd itmez ol la’l-i Mesîh-âsâ
Bilür hod ‘âlem-i ervâha nisbet yâdumuz yokdur
Harâbât ehline rûz-ı hisâbı anma ey vâ’iz
Bizüm hergiz bu varlık defterinde adumuz yokdur
Togup kumrî-sıfat biz anadan tavk-ı mahabbetle
Esîr-i kayd-ı derd ü mihnetüz âzâdumuz yokdur
Mukarrer şâ’ir-i şîrîn-zebânuz Nev’iyâ ancak
Bu devr içinde bir şöhret virür Ferhâdumuz yokdur.
Kedi
23 Eylül 2018
Kurban Bayramı’nın ikinci günüydü. (22 Ağustos 2018) Bayram kutlamaya eşim ve kızlarımla kayınvalidemin yazlığına gittik. Yazlığa akşamüzeri vardık. Bayram kutlamasından sonra akşam yemeğini yedik. Gece de olmuştu. Bahçede bir yavru kedi miyavlaması vardı… Ailece bahçeye indik, karanlıktı. Bahçede kediyi bulamadık… Sonra fark ettik ki kedi sesi bahçede değil de giriş katındaki kullanılmayan ve içinde bir çek-yat ile birkaç parça eşya bulunan kapalı olan odadan geliyordu. Odaya girince gördük ki bir yavru kedi, gözleri henüz yeni açılmış, sanırım bir haftalık bir yavru kedi.
Bu yavru kedi kullanılmayan bu kapalı odaya nasıl girebilirdi ki? Pencere yarım açık kalmış, tel kafeste de yırtık vardı. Muhtemel ki anne kedi buraya yavrulamış, burada doğum yapmış, sonra da yavrularını çıkarmış, götürmüştü buradan, bu yavru kedi de tek başına burada kalmıştı. Bu senaryo üzerine yavru kediye karton kutudan yuva yapıp bahçeye koyduk anne kedi yavru kedinin miyavlamasını duyup da gelip alsın diye… Kedi sabahlara kadar yine miyavladı… Annesi de gelip almadı…
Ertesi gün de bu kullanılmayan ve içinde de bir çek-yattan ve bir kaç parça eşyadan başka eşya olmayan girişteki odayı eşim kayınvalidemin yardımcısıyla beraber bir güzel temizledikten sonra da odanın açık penceresini, tel örgüsünü ve kapısını da bir daha kedi içeri girmesin diye sıkıca kapattık.
Yavru kedi açtı... Ancak bir şey yiyecek hali de yoktu… En yakın kasaba yarım saat mesafede idi. İnternetten orada bir veteriner gözüküyordu. Arabayla kasabaya veterinere gittik. Veterinerin kapısı kapalıydı. Ancak cep telefonu tabelada yazıyordu. Telefonla aradım veterineri. Bayram için şehirden ayrıldığını söyledi. Durumu anlattım. Bu yavru kedi için ne yapabileceğimizi sordum. Bana bir eczaneden en ufak numaralı bir biberon almamızı, yağsız bir süt almamızı, 2/3 oranında sütü 1/3 oranında ılık su ile karıştırıp biberonla kediyi her iki saatte bir beslememizi söyledi.
Hemen nöbetçi eczaneyi bulup en ufak numaralı biberonu aldık, marketten de yağsız süt aldık, hemen eve geldik. Eşim karışımı hazırladı. Ancak biberondan kediye sütü içiremedik. Bunun üzerine eşim temiz kullanılmamış bir bulaşık eldiveni hazırlayarak bu eldivenin içine hazırladığı bu sütü koydu, eldivenin parmaklarının birisinin ucunu da delerek biberon haline getirdi. Bu şekilde de yavru kediye sütü içiremedik. Yavru kedinin ağzını zorla açtığımızda az da olsa yavru kedinin ağzına süt girebiliyordu ama bu beslenmesi için hiç de yeterli değildi. Bu şekilde bayramın üçüncü günü gün boyu kendi üstümüzü ve yavru kediyi sütle ıslatarak beslemeye çalıştık.. Ama başaramadık.. Yavru kedi sütü emmiyordu.
Akşam olduğunda yavru kediyi yine hazırladığımız karton kutu yuvasına koyduk, miyavladığında -ki hiç susmuyordu-, sesini annesi duyup da gelsin alsın diye. Yavru kedi yine sabahlara kadar miyavladı. Anne kedi yine gelip almadı...
Dördüncü bayram sabahtan kızlarım, öğleden sonra da biz ayrılacaktık. Ancak gece boyu internetten araştırma yapmıştım böyle bir yavru kediye ne yapılabilir diye. İnternetteki bilgi; ''yavru kediyi bulunduğu yerden almak için anne kedinin ölmüş olduğundan mutlaka emin olun'' diyordu. ''Siz böyle bir yavru kedinin beslemesini, bakımını başaramazsınız'' diyordu. Sabah komşulara sordum. Bir kedi gördüklerinden bahsettiler. Çevre düzensiz çalı gibi bitkilerle ve kullanılmayan metruk binalarla çevriliydi. Anne kedi ve diğer yavruları buralarda olabilir diye epeyce aradım. Ancak anne kediden hiçbir iz yoktu.
Aramam esnasında yavru kedi de bahçede miyavlayıp duruyordu. İki saate bir süt vermeye çalışıyorduk. Bir ara yavru kedinin renginde bir büyük kedi geldi yavru kedinin yanına. İşte dedim kedinin annesi yavrusunu almaya geldi. Ancak bu büyük kedi yavru kediyi kokladı, kokladı, etrafında dolaştı, sonra da yavrusunu almadan çekip gitti.
Yavru kedi çok hareketliydi. Hiç yerinde duramıyordu. Zaman zaman karton kutuyu devirip yerinden çıkıp kendisi annesini arıyordu.
Kızlarımın ayrılma zamanı geldi. Küçük kızım kediyi beraberinde götürmek istedi. Ancak zaten evlerinde üç kedi vardı. Bir de ayrıca anne kediyi de her ne kadar yavrusunu da almamışsa da görmüştük. Muhtemel ki anne kedi biz varız diye yavrusunu almamıştı. Kızımı ikna ettim, biz bu kediye bakamayız diye. Yavru kedi zaten süt ememiyordu. Zorla ağzına vermeye çalıştığımız sütte de başarılı olamıyorduk. İnternetteki bilgi de ''annesi kesin ölmüşse o zaman alın, siz yavru kediye annesi gibi besleyip bakmazsınız'' diye yazıyordu. Anne kediyi de görmüştük üstelik, yaşıyordu, bugün almazsa yavrusunu gece gelip alırdı.
İnternette bu yavru kedi için vücut sıcaklığının muhafazası öneriliyordu. Bunun için de yarım litrelik bir pet şişenin içine ılık su koyarak bu şişenin üzerine kedinin konması yazıyordu. Biz de öyle yaptık. Bir pet şişe hazırladık, içine ılık su koyduk, bir beze sardık, yavru kediyi de üzerine koyduk. Yavru kedi bu sıcak şişeye sıkı sıkı sarıldı. Saat başı da pet şişenin suyunu değiştirerek ılık su ile ikmal ettik.
Kızlarımızı uğurladık. Öğleden sonra biz de ayrılacaktık. Eşim ve ben yavru kedinin ağzına süt akıtmaya çalıştık. Süt zar zor kenidini ağzına gidiyordu. Yavru kedi benim ve eşimin parmaklarına sıkıca sarılıp bırakmak istemiyordu. Miyavlaması da bize sanki ''beni bırakmayın!'' diye yalvarır gibiydi. Biz de kararsız kaldık, kızlarım götürmedi ama biz mi götürelim diye. Çünkü beslenemiyordu, besleyemiyorduk, evde de besleyemezdik, annesi almadığı takdirde bu yavu kedi açlıktan ölürdü. Ancak anne kediyi görmüştük, yaşıyordu, mutlaka gelip bu yavrusunu alırdı. Sonunda biz de bu yavru kediyi burada bırakmaya karar verdik.
Bizim de ayrılma zamanımız geldi. Biz ayrılacaktık ancak küçük kayınbiraderim orada birkaç gün daha kalacaklardı. Onlara da kedinin beslenme ve bakımını izah ettik. Ayrılmadan yavru kediyi bir daha beslemeye çalıştık. Yavru kedi yine benim ve eşimin parmaklarımıza sıkıca sarılarak öyle bir miyavlıyordu ki sanki ''beni bırakmayın!'' diye yalvarıyordu.
Ve yavru kediyi orada bırakarak eşimle beraber ayrıldık…
Ertesi gün sabahtan kayınbiraderimin eşi eşimi arayarak yavru kedinin yerinde olmadığını, muhtemelen anne kedinin gece gelip yavrusunu alıp götürdüğünü söyledi. Bu da bizim beklediğimiz haberdi. Kızlara da bu haberi ilettik. Onların da beklediği bir haberdi. Beklediğimiz, inanmak istediğimiz, bizi rahatlatacak haber buydu ve bu haber de gelmişti. Artık huzur içinde, gönül rahatlığı ile uyuyabilecektik.
Öyle de yaptık ve huzur içinde uyuduk!
Aradan tam bir on gün geçti…
Bu sefer de kayınvalideme ziyarete büyük kayınbiraderim gitmiş. Yavru kediyi bulduğumuz giriş katındaki içinde bir çek yat ile birkaç parça eşyanın bulunduğu ve bir daha kedi girmesin diye kapı ve penceresini de sıkı sıkıya kapattığımız odaya bir iş için girdiğinde tesadüfen çek yatın üstünü açmış.
Ve çek yatın içinde henüz yaşayan ancak bir deri bir kemik kalmış anne kedi ile canlı dört yavrusu varmış.
Ve bizim çek yatı kaldırıp da içine bakmak hiç mi hiç aklımıza gelmediği için uydurduğumuz bir senaryoya inanıp (anne kedinin diğer yavruları bu odadan çıkardığı ama bulduğumuz yavruyu çıkarmadığı veya çıkaramadığı), anne kediyi ve diğer yavrularını oda dışında, bina etrafında dört dolanıp, fellik fellik aramış, beşinci yavruyu da annesi gelir alır diye (annesini de bilmeden odaya kilitleyip, bu yavru kediyi de dışarı alıp) dışarıda açlığa ve ölüme terke etmiştik.
O gün bu gündür bir nasıl hallerdeyiz biz bilir misiniz? Kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığadır vicdanımız... O gün bu gündür o yavru kedinin parmağımıza dört elle sarılıp ‘’beni bırakmayın!’’ diye yalvarırcasına gözümüzün önünden hiç gitmeyen bir görüntüsü, kulaklarımızdan hiç dinmeyen bir miyavlaması var... O gün bugündür hiç bitmeyen bir kahroluşumuz, o gün bugündür hiç dinmeyen bir vicdan azabımız var...
Demem o ki siz siz olun sakın ola ki -benim gibi- inanmak istediğiniz en kolay bir senaryoya kanıp, kendinizi de bu senaryoya, bu masala kaptırıp da bir felakete yol açmayın!...Kendinizi de kahredip, başkalarını da mahvetmeyin!
Osman AYDOĞAN
Güzel seni çok özledim
22 Eylül 2018
‘’Güzel seni çok özledim’’ türküsü; söz ve müziği, 1931'de Kıbrıs Gönyeli'de doğan, 23 Ekim 2017 tarihinde 86 yaşında iken vefat eden, TMT saflarında da hizmetler vermiş, emekli öğretmen, besteci, turizmci ve yazar Ekrem Yeşilada‘ya, derlemesi de Muzaffer Sarısözen'e ait bir Kıbrıs türküsüdür. Ekrem Yeşilada aslında söz ve bestesini yazdığı "Beşparmak Dağı Sıra" türküsüyle tanınmıştır ama ben ’’Güzel seni çok özledim’’ türküsünün üstüne türkü tanımam…
Şairi naiftir, âşığı inceliklidir, naziktir, düşüncelidir.. Türkü şu cümleyle başlar: "Bir mendil aldım dereden". Âşık öylesine ağlamıştır ki gözlerini silmekten mendili sırılsıklam olmuştur. Ancak sevdiği üzülmesin diye ağladığını da belli etmek istemez, gözünü sildiği o mendili dereden aldığını söyler. Bu ayrılığından dolayı yârı gücenmesin diye yârinden sitem de etmez, gider de Yaradan’dan sitem eder, Yaradan’dan dert yanar, ‘’bin bir derdim var yaradan’’ diye… Yârdan gelen mektup hasretini dindirmez, sille gibi gelir mektup kendisine…
Bahar çiçek açarken dalda, ömür geçmektedir hep bu aşk yolunda ve gönlü değildir malda… Âşık üç aydır yol gözlemiştir ama bunu öyle bir söyler ki sanki sanırsınız üç asırdır yol gözlemektedir.
Âşığın ‘’güzel seni çok özledim’’ derken de öyle bir ‘’çok’’ değişi vardır ki, nasıl söylenir bilmiyorum, bu ‘’çok’’dan daha büyük bir şey yoktur, bu ‘’çok’’tan daha çok başka bir şey yoktur gibi geliyor insana.. Çok özlemiş işte çok, hem de pek çok.. Zaten sanatçılar da bu ‘’çok’’un hakkını öyle bir vererek söylüyorlar ki!
Bütün bu sözlerinin de ‘’hakikattir bu sözlerim’’ diyerek aşkının, özleminin, sözlerinin hakikat olduğunu söylüyor âşık: ''Sever isen beni dinle: Güzel seni çok özledim’’
Bu türküyü çok sayıda sanatçı söylüyor… Ama ben içlerinden en beğendiğim üçünün yorumunun bağlantısını vereceğim. Birincisi; Arif Sağ, ikincisi: Grup Abdal ve Haluk Tolga İlhan ve üçüncüsü de Sevcan Orhan. Üçünü de dinleyin… Bir daha, bir daha, bir daha dinleyin…
Ve kimi, neyi, nasıl özlemişseniz özleyin, gün boyu dudaklarınızda mırıldansın dursun bu türkü:
‘’Güzel seni çok özledim
Üç asır oldu yol gözlerim
Hakikattir bu sözlerim’’
Sizlere pırıl pırıl, güzel ve güneşli bir Pazar günü dilerim..
Osman AYDOĞAN
Arif Sağ, ‘’Güzel seni çok özledim’’
https://www.youtube.com/watch?v=ezKZ9qAP4Ps
Grup Abdal ve Haluk Tolga İlhan, ‘’Güzel seni çok özledim’’
https://www.youtube.com/watch?v=vpHZbT_WeCU
Sevcan Orhan, ‘’Güzel seni çok özledim’’
https://www.youtube.com/watch?v=N1W5oYudyUQ
Türkü sözleri:
‘’Güzel seni çok özledim’’
Bir mendil aldım dereden
Yolum geçmez yar buradan
Bin bir derdim var yaradan
Güzel seni çok özledim
Üç ay oldu yol gözlerim
Hakikattir bu sözlerim
Bahar çiçek açar dalda
Ömür geçer hep bu yolda
Benim gönlüm değil malda
Güzel seni çok özledim
Üç ay oldu yol gözlerim
Hakikattir bu sözlerim
Selam gelir mektub ile
Mektup değil bu bir sille
Sever isen beni dinle
Güzel seni çok özledim
Üç ay oldu yol gözlerim
Hakikattir bu sözlerim
Aşk Vurgunu Bir Yazar; Mehmet Rauf ve ‘’Eylül’’
21 Eylül 2018
Mehmet Rauf... Selim İleri’nin ‘’Aşk Vurgunu Bir Yazar’’ diye tanımladığı bir yazar, Servet-i Fünûn yazarı... ‘’Eylül’’ ve ‘’Siyah İnciler’’in yazarı... Artık kimseciklerin pek bilmediği ‘’Ferdâ-yı Garam’’ ve ‘’Kimsesizliklerim’’in yazarıdır Mehmet Rauf...
Mehmet Rauf 1875’de İstanbul’da doğar… Bahriye Mektebini (Deniz Harp Okulu) bitirir... Deniz zabiti olur… 1931 yılında vefat eder... Teşvikiye Camiinde kılınan cenaze namazını müteakip Maçka Kabristanına defnedilir. Nûr içinde yatsın...
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cenaze törenine katılan bir yakınından şu ifadeyi dinler: ‘’Mehmet Rauf’un genç karısı (Muazzez) gözleri tabuta dikili olarak tâ önde yürüyordu ve tabutu sanki bu gözlerden çıkıp uzanan bir sevgi bulutu taşıyor gibiydi.’’
Mehmet Rauf, sağ koluna felç gelip yazamaz olduktan sonra bütün yazılarını Muazzez Hanıma yazdırır. Bu nedenle yakın çevresine Muazzez Hanım için; ‘’Bu benim sadece eşim değil, aynı zamanda sağ kolum’’ der.
Mehmet Rauf’un ilk eşi Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet Hanım’dır... Bu evlilikten olan kızı Fatma Nihâl yazar Selami İzzet Sedes ile evlenir. İkinci eşi; yazılarından etkilenip mektupla kendisine evlenme teklifi yapan ve daha sonra ayrılmayı kendisi isteyip ayrılan Besime Hanım’dır... Muazzez Hanım Mehmet Rauf’un üçüncü eşidir ve ona ‘’Zezi’’ diye hitap eder. Zezi’sine Mehmet Rauf; ‘’Sen benim ilk veya son değil, bütün hayatımın bir tek yıldızısın’’ diye yazar bir kitabını Zezi’sine atfederken...
‘’Ferdâ-yı Garam’’ şimdilerde hiçbir yerde bulunmaz... ‘’Siyah İnciler’’i şimdilerde pek bir kimse okumaz... ‘’Eylül’’ ise, çok şükür hâlâ kitapçı vitrinlerini süsler... ‘’Eylül’’ okunmalı diye düşünürüm... ‘’Eylül’’deki Necip’le Suad tanınmalı diye düşünürüm...
Bir vakitler Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarından Rahim Tarım’ın Mehmet Rauf’u tanıtan bir kitabı yayınlanmıştı... (‘’Mehmet Rauf; Hayatı, Sanatı, Eserleri’’, Rahim Tarım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1998) Depolarda, vitrinlerde kaldı mı bilmiyorum...Zaten buradaki bilgilerin çoğu da bu kitaptan alınmıştır.
Mehmet Rauf’un hemen hemen hiç bilinmeyen diğer romanları:
Genç Kız Kalbi
Bir Aşkın Tarihi - Mültehip-
Menekşe
Böğürtlen
Define
Kan Damlası
Karanfil ve Yasemin
Son Yıldız
Halâs
Romanlarının isimleri bile Mehmet Rauf’u anlatır.
Mehmet Rauf sadece edebî eser vermekle kalmaz, okur, sever, hisseder, yaşar ve bütün yaşadıklarını edebiyata aktarır ve çoğu zaman da kahramanlarını kendi duygu ve düşüncelerini aktarmak için araç olarak kullanır.
Bu nedenle ‘’Eylül’’deki roman kahramanı Necip’in kendisi olduğu iddia edilir. ‘’Bir Genç Kız Kalbi’’ isimli romanının yazarın ikinci evliliği ile sonuçlanan aşkını anlattığı ileri sürülür. ‘’Ferdâ-yı Garam’’ kurtuluşu ölümde görecek kadar derin bir aşkla birbirini seven iki gencin aşklarının hikayesidir. Kendi aşkını anlattığı söylenir...
Selim İleri doğru teşhis koymuştur: Mehmet Rauf ‘’aşk vurgunu bir yazar’’dır.
Halid Ziya bir yazısında Mehmet Rauf’un aşk vurgunluğunu şöyle anlatır: ‘’Onun için aşk, ciğerlerinin nefes alması, damarlarındaki kanın durmadan akması demekti. Bir daha kalkmamak üzere döşendiği o yatakta bile hayatını anlatan itirafları hep böyle baştanbaşa aşk iptilasının kasideleriyle doluydu.’’
‘’Bir Zambak’ın Hikâyesi’’ isimli müstehcen romanı ile düşüşe geçer Mehmet Rauf.
Yine Halid Ziya onun ‘’sevimliliğini’’ ve ‘’zavallılığını’’ bu aşk tutkusuna bağlar ve şöyle yazar: ‘’Aşkları sanatını kemire kemire ve onu kemirirken kendi mevcudiyetini yıpratdıra yıpratdıra akıbetlerin en feciine uğrattı.’’
Hüseyin Cahit Yalçın da onun aşklarını bir mecusî tapınağının sönmez ateşine benzeterek ‘’onda esas olan yanmaktı’’ der.
Agâh Sırrı Levend’e göre Mehmet Rauf’ta asıl amaç sevmek ve sevilmektir. Buna ulaşmak her zaman kolay olmadığı için yaşamın türlü emelleriyle karşılaşıldığında Mehmet Rauf’ta pişmanlıklar ve şikayetler başlar.
Tevfik Fikret’in aracılığı ile kurduğu aile ocağını ilk yıllarından itibaren harabeye çevirmiş, genç karısını küçücük çocuğu ile ortada bırakarak o kadından bu kadının peşinde dolaşmaya başlamış ve bu sıralarda İstanbul’un güzelliği, zarifliği, kibarlığı ile tanınmış hanımlardan birine âdeta karasevda denilebilecek bir aşkla tutulup meramına eremeyince intihara kalkışır.
Şu söz Mehmet Rauf’a aittir: ‘’Her güzel şey kalbimde başka bir yara açar.’’ Mehmet Rauf aslında aşka âşıktır
Mehmet Rauf annesini çocuk denecek yaşta kaybeder. Bu nedenle o âşık olduğu kadınlarda anne şefkati ararken, bunun yanında kadında bilgi, kültür, incelik ve zarafet de arar.
Mehmet Rauf bu arayışını ‘’Siyah İnciler’’de şu şekilde ifade eder:
‘’Bir ihtiyaç, derin, dayanılmaz, zalim bir ihtiyaç, ele geçmesi hayal olan bir kadın ihtiyacı ruhumu yakıyor; bir kadın, kalbimin bütün yaralarını saracak nazik ellerle, avutulmaz yaşlarını unutturacak sıcak bakışlarla, ruhumun bu hüzün boşluğunu dolduracak ince bir kalple bir kadın; bir kadın ki bütün harap olmuş gençliğime samimi gözyaşlarla ağlasın, dizinde hayatımın bütün elemlerini ağlayabileyim; bir kadın ki bu yalancı sözlerin, ağlayan emellerin, âh eden ümitlerin yaslarını şefkat ve bağlılığı ile avutsun. Bu vefasız, bu kalpsiz kadınlardan, hatta aşklarıyla, hatta vefalarıyla bile zehirli yaralar açan, gençliğimin bütün hararet ve sevgisini söndüren bu kadınlardan gelen acılarımı göğsünün üstünde ağlaya ağlaya unutayım... Böyle bir kadın ihtiyacı ile bütün gençliğim işte mahvoluyor: Ölüyorum. Bir kadın ki bir kardeş olsun, bir eş olsun; yok yok bir anne olsun, bir anne ki her şeyiyle bir kadın, fakat kalbiyle, vefasıyla bir anne...’’
Burada Necip Fazıl’ın ‘’Sayıklama’’ isimli şiirinde son dizesinde geçen;
‘’Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda...’’
ifadeleriye bir benzerlik vardır ki Necip Fazıl Mehmet Rauf’tan sonra yazmıştır.
Mehmet Rauf’un romanları dışında yazdığı yüz otuz iki hikâyesi vardır. Bu hikâyelerinin hepsinde kadın, aşırı duyarlılık, karşılıksız aşklar, ihanetler, alınganlık, hastalık, ölüm fikri ve intihar gibi kötümser bir atmosfer hâkimdir.
Mehmet Rauf ‘’Yarıda Bırakılmış Bir Romanın İlk Bâbı’’ isimli hikâyesinin karamsar kahramanını şöyle konuşturur: ‘’Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.’
Edebiyatçı Selim İleri’nin yazar Mehmet Rauf’u anlattığı, yazarın ''Eylül'', ''Kimsesizliklerim'' ve ''Siyah İnciler'' isimli eserleri üzerine seksenli yıllarda yazdığı ‘’Aşk vurgunu bir yazar’’ adında güzel bir yazısı var.
Selim İleri bu yazısında Mehmet Rauf’un ‘’Eylül’’ü ile ilgili şu değerlendirmeyi yapar;
‘’İşte Mehmet Rauf Bey her Eylül renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyor. Bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlığını duymaktadır. Kıpkırmızı yapraklar birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Yalnız yaprak dökümü mü, itiraf edelim ki Eylül ayrılıkların ayıdır.
Herkesin kısa boyundan dolayı cüce sandığı romancımız -Siyah İnciler şairi - üzüntüyle başını sallar. Zira hangi ayrılık yürek yakmaz!
Necip’le Suad’ı karşısına almış, ille ayrılmaları gerektiğini belirtmektedir. Bu sahne Eylül’de geçer. Necip, Suad’dan yana yana son bir lütuf daha istirham eder: Onu gözlerinden bir kere, son bir kere öpmek istemektedir.
- Madem ki ayrılıyoruz...
Bu nihayetsiz saadet rüyasından geriye dönüş pek zalim, pek yırtıcı bir şeydir. Dört bir yanda Ekim ayının - çünkü Eylül de geç gelmiştir - ürpertici rüzgârları esmektedir. Dört bir yanda doğa kışların zalim uykusuna yatar. Suad zehir dolu, mahveden bir yara gibi yanmaya başlamış yeni hayatının eşiğinde herhalde ağlamaya, hıçkırmaya koyulacaktır.
Anlıyor musunuz? Eylül romancısı için hayat karanlık ‘mağmum’, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Aşk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken sonsuz bir pişmanlıkla ezilip kalır insan.’’
‘’Her güzel şey, kalbimde başka bir yara açarak geçer’’ diyen, duyarlı, içten bir kalbi olan, güzelliğe ve aşka tutkun bu yazar unutulmamalı diye düşünüyorum... Mehmet Rauf’un yazıları onun kalbinden ve ruhundan kopmuş birer parçalarıydı... Hangi güzel şey kimin kalbinde bir başka yara açmazdı ki?
‘’Zavallı şair, sen hastasın, ben hastayım, hepimiz hastayız... Çünkü asrımız hasta.’' diye ‘’Yarıda Bırakılmış Bir Romanın İlk Bâbı’’ isimli hikâyesinin karamsar kahramanını böyle konuşturuyordu ya Mehmet Rauf... İşte bu hastalığa ilaç niyetine en azından ‘’Eylül’’, Eylül geçmeden okunmalı, daha önce okunmuşsa tekrar okunmalı diye değerlendiriyorum...
Osman AYDOĞAN
Eylül'dü
20 Eylül 2018
Güz aylarının tamamı mahzun, mağmum, mağrur, üzgün, süzgün, nazlı Eylül ayıdır… Eylül boyunca siz yapayalnızken, siz uykusuzken geceleri, dışarılarda hep güz aylarının o ürpertici rüzgârları eser… Ve dışarılarda Eylül ayının o ürpertici rüzgârları eserken siz kimsesiz, çırılçıplak kalırsınız o ıssız sessizliğin ortasında…Sesinize yankı vermez uçurumlar…Aradığınız sesi bulamazsınız... Hayalinizdeki gözler asılı bıraktığınız yerlerde kalır.
Eylül ayına yakışır bir Cemal Süreyya şiiri: ''Eylül’dü''… İçinden sonbahar geçen bir Cemal Süreyya şiiri: ''Eylül’dü''… Ayların en güzeli, en yalnızı, en sancılısı, en hüzünlüsü, en mağmumu, en mağruru ve en utangacı Eylül’e dair bir Cemal Süreyya şiiri: ''Eylül’dü''…
Dedim ya... Eylül'dü. Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin .
Osman AYDOĞAN
Eylül’dü
Eylül'dü .
Dalından kopan yaprakların
Sararan yanlarına yazdım adını
Sahte bir gülüşten ibarettin oysa .
Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.
Eylül'dü .
Di 'li geçmiş bir zamandı yaşadığımız
Adımlarımızın kısalığı bundandı
Bundandı gözlerimin durgunluğu .
Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan ,
Ellerin kadar ıssız,
Sen kadar zamansız molalar veriyordum
Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz .
Eylül'dü .
İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,
Şimdi yoktu bir anlamı suskunluğun.
Çırılçıplak kalakaldım sessizliğin orta yerinde.
Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım .
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hala .
Gözlerini sildi zaman..
Dedim ya... Eylül'dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimin .
Cemal Süreya
İnsan Yetiştirme Düzenimiz
17 Eylül 2018
Kısaca adına ‘’Eğitim Sistemimiz’’ dediğimiz ‘’İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’ işin bilimsel esası gözden kaçırılıp şimdi olduğu gibi geçmişte de siyasete ve ideolojik düşüncelere alet edilerek yıllardır yaz boz tahtasına çevrilmiştir.
Daha ‘’İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’; ‘’eğitim’’ nedir, ‘’öğretim’’ nedir, ‘’talim’’ nedir, aralarındaki fark nedir, nerede eğitim, öğretim yapılır, nerede talim yapılır ayırdında bile değildir.
***
Eğitimde; bir akıl yürütme vardır, neden sonuç ilişkisi vardır, durmadan sorgulama vardır, araştırma vardır. Ama biz eğitim yapmadık; öğretim yaptık. Eğitilmiş zihnin, öğretim görmüş zihinden daha farklı olduğunu anlayamadık. Hep ‘’nasıl’’ sorusuna cevap aradık, hiç ‘’niçin’’ sorusuna yönelmedik.
***
‘’Şüphe aklın yarısıdır’’ derler (Sokrat'ın sözü), eğitim işte bunu vermeliydi, veremedik. Eğitim almış insan; şüphe etmeli, soru sormalı, eleştirmeli, analiz etmeli, sorgulamalıdır. Ama biz her şeyi sorgulamadan ya kabul, ya da red ediyoruz.
En önemli Alman edebiyatçısı, şair, yazar, politikacı ve doğa bilimcisi olan Goethe; ‘’üç bin yıllık geçmişin hesabını yapmayan insan günü birlik yaşayan insandır’’ der. Sokrat’ın sözü idi; ‘’sorgulanmamış hayat, yaşanmamış bir hayattır.’’ Bu sözleri haiç ama hiç anlamadık, anlayamadık.
Aynı zamanda felsefe ve edebiyat öğretmeni olan Norveçli yazar Jostein Gaarder’in çok güzel bir kitabı var; ‘’Sofi’nin Dünyası’’ ‘’Sen kimsin?’’ diye başlıyor ilk cümle. (Sofi, Sophia’da geliyor, Türkçesi ‘’gerçek’’ demek) Felsefede sorular önemlidir, cevaplar değil... Gaarder kitabında sorgulama yapıyor, düşünmeyi, yaratıcılığı öğretiyor. Sorgulama beyin hücrelerini, zihni çalıştırıyor...
Alman felsefesinin kurucu isimlerinden olan Immanuel Kant’ın üç kitabının da adı ne ilginçtir; ‘’Saf aklın eleştirisi’’, ‘’Pratik aklın eleştirisi’’ ve ‘’Yargı gücünün eleştirisi’’dir. Eleştiriden, analizden ve yorumdan yoksun bir eğitim eğitim değildir, anlamadık. Ama bizde eleştiri ‘’övgü’’ ile ‘’yergi’’ arasındadır. Eleştiri yok itaat vardır, sadakat vardır. Eleştiri için; bilgi gereklidir, anlama gereklidir, yorumlamak gereklidir, bilmedik, bilemedik…
***
Eğitim felsefi olmalıdır, anlamadık... Felsefe; insan düşüncesini (tutuklu olan insan düşüncesini) özgürlüğe kavuşturmak içindir, bilmedik… Eğitimin amacı insanı düşündürmektir, kişinin analiz ve sorgulama kabiliyetini artırmaktır. Eğitimin işlevi nesilden nesile kültürün aktarılması da değildir. Eğitimde, kültürü analiz edecek, geliştirecek, yeni sentezlere ulaştıracak bireylerin yetiştirilmesi söz konusudur.
***
Güçlü toplumlar güçlü bireylerden oluşur. İyi bir eğitim sistemi, bireyler arası farklılıkları korumalıdır. Oysaki bugünkü eğitim sistemimiz bireyleri birbirine benzetmektedir. Bireyler arası farklılıkları dikkate almayan bir eğitim sistemine sahip toplumun gelişme ve değişme imkânı oldukça sınırlıdır... Eğitimde herkesi bir kabul ediyoruz. Öğrenciyi şekil verilecek bir ‘’balmumuma’’, ‘’yontulmamış bir mermere’’ benzetiyoruz. Öğrencinin bir ‘’özerkliği’’ olduğunu, bir ‘’kişiliği’’ olduğunu unutuyoruz. Eğitim yapalım derken öğrencinin kişiliğini ve özerkliğini yontarak ona zarar veriyoruz.
***
Antropologlar insanın evrim basamaklarında ellerin çok önemli olduğunu belirtiyorlar. Onlara göre; zekânın artması, büyük ölçüde serbest hale gelen ellerde yatan olağan üstü üretim potansiyeline cevap olarak ortaya çıkmıştır. Eller serbest hale gelince işlevi artmış ve bedenin özgürlüğüne paralel olarak beyni de özgür hale gelmiştir. Eğitim süreci bireyi hem fiziksel hem de zihinsel açıdan özgür bırakması gerekmektedir.
Ama, bizim kültürümüze, yapılan eğitimimize bakalım; sadece düşüncemiz değil, bedenimiz de hapis, ellerimiz hapis, bacaklarımız hapis, rahat hareket ettiremeyiz, toplum olarak jimnastiği, halk oyunlarını, dansı bilmeyiz. Bedenimiz hapis, bedenimizi rahat hareket ettiremeyiz. Davranışlarında özgür olamayanlar düşüncelerinde de özgür olamazlar.
***
Sokrat’ın sözüdür; ‘’doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir.’’ Sokrat’ın amacı ders vermek değil, öğretmek değil, amacı; aynı konuyu paylaşan insanlarla konuşmaktır. Bu bizim aile yapımızda, eğitim sistemimizde, insan yetiştirme sistemimizde olmayan bir şeydir; konuşmak... Bizde dersler sadece anlatılır; konferans verir gibi... Aslında ‘’Sofi’nin dünyası’’ hepimizin dünyasıdır. Sorgulanması gerekir. Ama anlamadık.
***
ABD'li yazar ve gazeteci Nancy Horowitz (N.H.) Kleinbaum’un eseri; ‘’Ölü Ozanlar Derneği’’ ince bir kitap.. Robin Williams başrolu oynamıştı aynı isimle filmi yapılırken... Eğitim, sanat ve sorgulama üzerine yazılmış bir kitap... Romanda öğretmen ‘’her zaman eğitimin amacı özgür düşünebilmeyi aşılamaktır’’ der. Filmi daha etkileyici idi..
***
Bizde eğitim ''talim'' zihniyeti ile ele alınmıştır. Talim davranış değişikliği yapmaz. Talim edilmiş zihin özel bir beceriyi kazanmış zihindir. Talim ‘’nasıl’’ sorusunu sorar; arabayı nasıl kullanabilirim, piyanoyu nasıl çalabilirim, dil’i nasıl öğrenebilirim. Malum askerlerin eğitimidir talim; ‘’tüfek şu şekilde çatılacaktır!’’ Bunun alternatifi, sorgulaması, ‘’niçin’’i, üzerinde düşünülmesi yoktur. Ama eğitim ‘’niçin’’ sorusunu cevaplar. Eğitim talim etmek değildir, anlamadık, anlayamadık…
***
Çocuğa terbiyeyi evde ailesi verir. Devlet terbiye vermez. Devlet terbiye vermeye kalkarsa bu eğitim olmaz, başka şey olur. Milli Eğitim Bakanlığında eğitim sistemimize yön veren kuruluşun adının da ‘’Talim ve Terbiye Kurulu’’ olması ne ilginçtir.
***
Eğitimde eksik olan bir konu da ‘’sevgi’’ konusudur. Alman kökenli ABD'li ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozof olan Erich From ‘’Sevme Sanatı’’ isimli kitabının giriş kısmında yazardı; ‘’insanın eğitim düzeyi ne olursa olsun ‘’sevmek’’ her insanın kolayca ulaşabileceği bir edim değildir.’’
Sandık ki, ana lisan gibi ‘’sevme duygusu’’ da insanda birden bire gelişecek. Eğitim sistemimizde hiç ‘’sevgi eğitiminin’’ yeri olmadı. Bisiklete binerken bile bir öğrenme sürecinden geçiyoruz. Zaten ‘’sevgi’’ kavramının da içini boşalttık. Sevgi deyince; sadece annemizi, eşimizi, çocuklarımızı sevmeyi anladık. Bu çerçevede sınırladık, başka insanları sevmedik, veya başka kavramlarla karıştırdık. Bu dar anlamda bile hep sevilmeyi bekledik, hiç sevmek için çaba göstermedik. Zaten kendimizi bile sevmedik. Kendini tanıyıp seven kişi tutarlı bilgi elde ettikçe başkalarını da sever. Bunu anlamadık bir türlü
***
ABD'li yazar Russel W. Gough’un ‘’Karakteriniz Kaderimizdir’’ (Orjinali: ''Character is Everything'') isimli güzel bir kitabı var. Gough der ki kitabında; ‘’karakter gelişimi, okulların yeni ve teknik açıdan mükemmel bir müfredat uygulamaya başlamasıyla gerçekleşebilecek bir şey değildir. Genç bir insanın iyi davranış alışkanlıkları edinmesinin en iyi yolu bu davranışlara sahip yetişkinlerde kendini özdeşleştirmesi ve onları taklit etmesidir.’’
Öğrencilerin eğitim sürecinde birinci derecede ihtiyaç duyacakları şey; ne en ileri eğitim teknolojileridir, ne en ileri eğitim yöntemleridir, ne de bilgisayar tabletleridir. Öğrencilerin birinci derecede ihtiyaç duyacağı tek şey model alacakları örnek insandır.
***
Einstein’ın bir sözü; (biraz kaba, özür dileyerek aktarıyorum) ‘’Hangi mesleğe sahip olursa olsun, felsefeden, sanattan ve edebiyattan nasip almadan yetişen bir insanın Pavlov’un köpeğinden pek bir farkı yoktur.’’ Eğitimden, insan yetiştirme düzenimizden sorumlu olanlara duyurulur…
***
Eğitimin asıl hedefi de kendisi ile barışık, toplumu ile barışık, gülen, tebessüm eden, yaşamının nihai hedefi mutlu olmak ve mutlu kılmak olan bir insan yetiştirmek olmalıdır. Eğitim (ve de disiplin ) adı altında insanlarımızın yaşama sevinci budandı. (Hala da buduyorlar) Kültür olarak ne varsa hepsi insana hüzün şırınga ediyor... Yüzlerimizde hep hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var... Giysilerimiz kara, yüzlerimiz kara, gözlerimiz kara, içlerimiz kara... Yeryüzü aslında Tanrı’nın kutsal kitaplarında vaadettiği cennet ama biz bunun farkında olmadığımız gibi içimizde bir cehennem yaşatıyoruz alev alev...
***
Ve eksik olan çok önemli bir şey daha: Özgüven. Aslında sona bıraktım ama en önemlisi öğesidir eğitimin özgüven. Özellikle eğiticilerin davranışlarında yargılayıcı, denetleyici ve müdahaleci bir tavır hâkimdir. Aslında yargılayıcı, denetleyicive müdahaleci bir tavır da heves kırar, hedef küçültür ve özgüven sarsar… En büyük eğitici olarak başta anne ve baba olarak bu tavrı sergiliyoruz. Sanki insanlarımızın dağuştan Tanrı’nın bahşettiği özgüvenini yok etmek için çaba harcıyoruz. Çocuk evde, öğrenci okulda, birey işyerinde bir kusur mu işledi, hemen olumsuz hitaplarla yargılar itham edilir.
Goethe derdi; ‘’insanlara olduğu gibi davranırsanız olduğu gibi kalırlar, olabileceği gibi davranırsanız olabileceği gibi olurlar.’’ Eğitim bilimciler davranışları etkilemenin en iyi yolunun; ‘’olumsuz yorumlarda’’ bulunmak değil, ‘’olumlu pekiştirmelerde’’ bulunmak olduğunu, ‘’yanlış işleri eleştirmek'' yerine ‘’doğru işleri pekiştirmek'' için zaman harcandığında daha iyi sonuç alındığını, insanlardan ne beklerseniz onların da onu verdiklerini söylüyorlar… Ama bunu ne anladık ne de uyguladık…
Eğitimbilimciler ‘’İnsanın kendisine değer verildiğini ve takdir edildiğini hissetmesi gerekir‘‘ derler, ‘‘kendisini değersiz hisseden, baskı altında kalan ve örselenen insanlar düşünemezler’’ derler… ''Kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur'' derler... Ülkemizde; evde, okulda, işyerinde, idari ve yönetim sistemimizde sistematik bir biçimde üzerek, eğerek, ezerek bir insan yetiştirme sistemi vardır. Eğitim ve yönetim sistemimiz sistematik bir biçimde insanımızın kendisini değersiz hissetmesi üzerine kurulmuştur. Halbuki antropologlar ‘’insanın karakterini dik yürümekle kazandığını’’ söylüyorlar. Biz ise diz çöktürmeye çaışıyoruz…
Hâlbuki olması gereken onara ederek, değer vererek, yücelterek eğitmektir. Biz ise diz çöktürmeye çalışıyoruz… İnsan yetiştirme düzenimiz eğitim adına insanlarımıza hükmetmeye çalışıyor. İnsanlara hükmetmeye kalktığınızda onları kaybedeceğinizi bilmedik. İrlandalı oyun yazarı, romancı ve şair Oscar Wilde’nin sözüydü: ‘‘Otorite ve hiyerarşi insan doğasına aykırıdır. Nerede otorite var orada isyan vardır.’’ Zaten daha iyi yönetebilmek için uygulanan bölüp yönetme, başkaldırmaya izin vermeden baskı altına alma, zayıflatma ve geriletme yöntemine eğitim adını verdik.
Başta da ifade etmiştim ya ''güçlü toplumlar güçlü bireylerden oluşur'' diye... Ezilen, eğilen, üzülen hatta örselenen zayıf insanlarla nasıl bir güçlü toplum olacağız ki?
***
İtalyan bilim insanı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür Umberto Eco’ya atfen bir söz vardır; ‘’Bütün kitaplar (Kutsal Kitapları kasteder) iman etmek için değil, anlamak ve araştırmak içindir.’’ Kutsak Kitabımız Kur’an’da yüce Allah der ki ‘’Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.’’ (Yusuf Suresi 2’inci Ayet)
Ama dinimizi bizden de çok iyi bildiklerini iddia eden günümüzün Maarif Nazırı okullardaki Kur’an eğitimi için diyorlar ki: ‘’öğrencilerimiz Arapça okuyacaklar ancak anlamayacaklar’’!!!…
***
Özet olarak eğitim insana analitik düşünce, soyut düşünce, özgüven, insan sevgisi, yaşama sevinci, özgürlük duygusu ve mutlu olmak ve mutlu kılmak isteği vermelidir. Fikir özgürlüğü, bilimsel özgürlük, eleştiri, özeleştiri olmadan bir toplum çağdaşlaşamaz, bir devlet yücelemez.
Eğitim belleğe bilgi doldurmak değildir. Eğitim; irdeleme, sorgulama, analiz etme, çözümleme ile düşünme yeteneğinin ve kişiliğin geliştirilme sürecidir. Eğitim, hele hele günümüzde olduğu gibi ‘‘talim‘‘ hiç değildir.
Böyle bir eğitimin sonunda da öğrenciye; ''eleştirel düşünme'', ''işbirliği'', ''zihinsel çeviklik ve esneklik'', ''inisiyatif alma'', ''sözlü ve yazılı iletişim'', ''veri analizi'' ve ''hayal kurma'' alanlarında küresel becer,iler kazandırılmalıdır.
***
Bir yandan; "Bizde şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben açıkçası korkuyorum, ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum" diyen profesör olmuş, rektör yardımcısı olmuş sözde eğitimciler, diğer yandan "Eğitim seviyesi arttıkça bizim oy oranımız düşüyor. Bunu anketlerde doğruluyor" diyen nazırlar! Ne diyeyim, ne yazayım, insan yetiştirme düzenimiz kimlere emanet!
Platon; ''Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır'' derdi. Böylesine aydınlıktan korkan bir zihniyete emanet edilen bir eğitim sistemiyle vardığımız noktayı uluslararası bir ölçme ve değerlendirme projesi şu şeklide ortaya koyuyor:
Açılımı “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı” olan PISA, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından üçer yıllık dönemler hâlinde, 15 yaş grubundaki öğrencilerin matematik okuryazarlığı, fen bilimleri okuryazarlığı ve okuma becerileri konu alanlarının dışında, öğrencilerin motivasyonları, kendileri hakkındaki görüşleri, öğrenme biçimleri, okul ortamları ve aileleri ile ilgili veriler toplayan ve değerlendiren bir araştırma projesidir. Burada geçen “okuryazarlık” kavramı, öğrencinin yazılı kaynakları bulma, kullanma, kabul etme ve değerlendirmesi olarak tanımlanmaktadır.
PISA’nın her üç yılda bir yaptığı ve son olarak 2015’te yapılan ve 6 Aralık 2016 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda OECD üyesi 35 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 52., okuma becerilerinde 50., matematikte ise 49. sırada yer aldığı, Türkiye’nin, üç ders alanında da OECD ortalamasının bir hayli gerisinde kaldığı belirtildi. OECD’nin 35 ülkesi arasında ise 34. sıradayız. Bizden kötü tek bir ülke var; o da Meksika. Romanya, Arnavutluk ve Uruguay'ın bile gerisindeyiz.
Rıfat Ilgaz söylerdi zaten: ‘’Kötü öğretmen, kötü öğrenci, kötü veli yoktur. Kötü eğitim sistemi vardır.‘’
Bu kötü eğitim sitemimizi düzeltmediğimiz takdirde sonumuz cehalettir, felakettir, karanlıktır…
***
Yazının başlığı ‘‘İnsan Yetiştirme Düzenimiz’’… Bu başlığı Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi eğitim bilimcilerden olan değerli hocam merhum Prof. Dr. Yahya Kemal Kaya’nın yayınlanmış olan doktora tezinin ismiydi. Burada kendisini rahmetle anıyorum. Nur içinde yatsın.
Osman AYDOĞAN
Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.
16 Eylül 2018
Bir süredir yoktum bu sayfalarda… Nasıl anlatsam bilmiyordum, yokluğumda, her daim bir arı kovanı gibi zihnimde vızıl vızıl kaynayan, bir trenin hiç bitmeyen vagonları gibi içimden katar katar geçen, bir yağmurdaki damlalar gibi ruhuma sağanak sağanak yağan kelimelerim yetersiz, cümlelerim kifayetsiz kalıyordu derdimi, sıkıntımı, kaygımı, kederimi, halimi, ahvalimi anlatmama, aktarmama. Hani Orhan Veli’nin bir şiiri vardı ya: ‘’Bir yer var, biliyorum; her şeyi söylemek mümkün; epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; anlatamıyorum.’’ diye... Ben de epeyce yaklaşmışım, duyuyorum ama anlatamıyordum.
Yapıp yapıp da bir binayı yıkar gibi, yapıp yapıp da bir logoyu bozar gibi ben de (bu sayfalarda yokluğumda hep) her daim bir arı kovanı gibi zihnimde vızıl vızıl kaynayan, bir trenin hiç bitmeyen vagonları gibi içimden katar katar geçen, bir yağmurdaki damlalar gibi ruhuma sağanak sağanak yağan kelimelerimi bir araya getirip derdimi, sıkıntımı, kaygımı, kederimi, halimi, ahvalimi anlatmak için kurduğum cümlelerim yetersiz, yeteneksiz ve kifayetsiz kaldılar… Bu cümlelerimi de yazıp yazıp sildim. Silip, silip yeniden yazdım. Ama ne yaptımsa da olmadı. Sildiğim kelimelerimi de yüzlerce, binlerce hafriyat kamyonlarına, konteynerlere yüklercesine yükleyip yükleyip gemilerle okyanuslara, deryalara, ummanlara döktüm.
Ancak Fars şâir ve İslam âlimi Şeyh Sâdî Şirazi (1193-1292)’nin ‘’Bilsem’’ isimli şu kısacık şiiri imdadıma yetişip, benim vagonlar dolusu binlerce kelimelerimle anlatamadığım derdimi bir çırpıda anlatıverdi… Hem de birebir, hem de dosdoğru, hem de tastamam:
‘’Ah!.. Bilsem...
Kirlendi söz, şiire nasıl başlarım bilmiyorum....
Sevdiğim şiirleri unuttum, sevdiğim şehirleri terk ettim ve sevdiğim şairler öldüler.
Bilmediğim bir sebep olmalı, burada olmam için...
Sormaz ki bilsin: Sorsa bilirdi;
Bilmez ki sorsun: Bilse sorardı.’’
Gerçi anlatmak istediğimden tek farklı iki kelime vardı bu şiirde: Sevdiğim şairler değillerdi ölen, sevdiğim insanlarımdı etrafımdan yok olup giden…
Yıkılan binalarda arta kalan molozlar gibi bozduğum cümlelerimden yıkıntıları arasında bir cümle kalıyor:
Ve bu yaşta öğreniyorum ki statüsü, sıfatı, kimliği, özelliği ne olursa olsun, ‘’İnsan Neyle Yaşar’’sa (Tolstoy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012) yaşasın, herkes tek başına yaşar, değilse de mutlaka ‘’Bir Gün Tek Başına'’ kalır (Vedat Türkali, Everest Yayınları, 2014) ve sonunda da ‘’Herkes Tek Başına Ölür’’müş. (Hans Fallada, Everest Yayınları, 2014)
Derdimi, sıkıntımı, kaygımı, kederimi, halimi, ahvalimi anlatmaya Fars şâir ve İslam âlimi Şeyh Sâdî Şirazi’nin yazdığım bu şiirinin anlattığını söylemiştim. Bu dertten, bu sıkıntıdan, bu kaygıdan, bu kederden, bu halimden, bu ahvalimden dolayı kimseciklerden bir şikâyetimin olmadığını da ‘’Nev’i’’ mahlasını kullanan 16. yüzyılda yaşamış Mevlevî Şeyhi ve Divan Şairi Dîvâne Mehmet Çelebi’nin Türk divan edebiyatının en güzel beyitlerinden biri olan bir beytini aracı ederek bu kısacık yazıma son vereyim:
‘’Belâ dîldendir, ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.’’
(Belâmın, sıkıntımın sebebi benim gönlümdür; yoksa o sevgiliden şikâyetimiz yoktur. Bizim şikâyetimiz gönüldendir, kimseden feryâdımız –şikâyetimiz- yoktur.)
Öyledir; belâ dîldendir, ol dildâr elinden dâdımız yoktur. Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.
Osman AYDOĞAN
Kurban Bayramı, Kurban ve Kur'an
19 Ağustos 2018
Kurban Bayramı farklı dillerde ve farklı kültürlerde farklı isimlerle anılır. Arapça ‘’İyd-el Adha’’ şeklindedir. Türkçede ve Farsçada Kurban Bayramı olarak anılırken, Hindistan ve Pakistan'da bayrama genellikle ‘’Bakra Eid’’ denir ki bunun anlamı "Keçi Bayramı"dır. (Bu ülkelerde sıklıkla kurban edilen hayvan keçi olduğundan) Türkçe ismine benzer bir şekilde Bosna-Hersek, Bulgaristan da Koç bayramı, Arnavutluk'ta Kurban Bajram şeklinde anılır.
Kurban Bayramı hicri takvime göre Zilhicce ayının onuncu gününden itibaren dört gün boyunca kutlanır ve aynı zamanda da Mekke'de hac farizası ifa edilir.... Miladi takvime göre 2018 yılı için 21, 22, 23 ve 24 Ağustos günleridir.
“Kurban” kavramı Kur'an’da yedi sure içinde 13 ayette geçer. Bunlardan dokuzu; 22. Hacc Suresi (28, 30, 34 ve 37. ayetler), 5. Maide Suresi (2, 95 ve 97. ayetler), 48. Fetih Suresi ( 25. Ayet) ve 2. Bakara Suresi (196. Ayet)de geçmektedir. Diğer dördü de 3. Âli İmrân ve 6. En’Am surelerinde genel nitelikte geçmektedir. Bizim bayram olarak andığımız dönemi ele alan sure 22. Hacc Suresi’dir. Ayrıca 108. Kevser Suresi’nde bir kere, çok farklı bir şekilde yer almaktadır.
Kur'an'da 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetler, kurbanın tam olarak yerini özetler: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir."
6. En’Am Suresi’nin 162. Ayetinde de (Diyanet Vakfı mealinde) “kurban” sözcüğü geçiyor. Fakat ayetin ardından şöyle bir not var: “Meâlde kurban olarak tercüme ettiğimiz ‘nüsük’ kelimesi bazı müfessirlerce ibadet olarak açıklanmıştır.”
Kevser Suresi ise Kur'an'ın 108. Suresidir. Kur'an'da üç ayetten oluşan en kısa surelerden biridir. İlk ayetinde; Kevser’den (Kevser: Arapça bolluk ve bereket demek, aynı zamanda Cennet’te akan ırmağın da ismidir) bahsedildiği için bu isim verilmiştir. Diğer bir ismi de "Nahr Suresi"dir. Erkek çocukları yaşamadığı için Hz. Peygamberimize müşrikler, nesli kesik manasına gelen "ebter" dedikleri için Hz. Peygamber üzülür. Bu sure Hz. Peygamber için kendisi üzülmesin diye inmiştir.
Kur'an'da 108. Kevser Suresi 2. Ayet de;“Fesalli lirabbike venhar” cümlesİnde; “Fesalli lirabbike…” “Namaz kıl Rabbin için…” denilmekte, ardından gelen “venhar” kelimesi için bazı ilahiyatçı ve Hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Bu ayetteki “venhar” kelimesinin anlamı eğer ‘’kurban kes’’ olsaydı ‘’venhar’’ kelimesi yerine, Arapça lisanında ‘’kurban’’ kelimesinin tam karşılığı; “dahiyye”, kurbanlık hayvanla ilgili olarak da “udhiyye” geçmesi gerekirdi. Oysa “venhar” kelimesinin tam karşılığı olarak; ‘’Allaha yönel, imana yönel…’’ olarak yorumlamak gerekir. Şöyle ki; Arapça “Nahr” kelimesi, Boğazın, göğüsle birleştiği yerdeki boşluktur. Eskilerin sık sık söz ettikleri “iman tahtası” olarak yorumladıkları bölge yani “Nahr” kelimesi, “Boğazın altındaki çukurluktur.” Buna dayanarak ‘’kes’’ yorumu zorlama bir yorumdur.
Kurban kesmek farz olmadığı gibi (çünkü Kur’an’da açıkça ‘’kurban kesin’’ buyruğu yoktur.) İslâm âlim ve müçtehitleri de kurban hakkında farklı içtihatlarda bulunmuşlardır.
İmam Azam Ebû Hanife'ye göre (Sünni mezhebine göre) kurban farz ve sünnet olmayıp vaciptir. Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebi ile Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf'a göre ise kurban sünnet-i müekkededir. (Sünnet-i müekkede: Peygamber efendimizin pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, Sünnet-i hüdâ da denir.) Bundan dolayı Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebine ait olanlar kurbanı her yıl değil zaman zaman keserler. Vacip olan ibadetin ise hacc farizası sırasında yapılması gerektiği doğrultusunda içtihatlar da bulunmaktadır.
Görüldüğü gibi İslam müçtehitlerinin genel yorumu Hz. Peygamberin kurban kesmediğidir. (Eğer Hz. Peygamber kurban kesse idi ‘’sünnet’’ olurdu). Eğer Kevser Suresi 2. Ayet de geçen “venhar” kelimesini Hz. Peygamber “kurban kes” olarak anlasaydı zaten kurban keserdi. (Velev ki Kevser Suresi’nde geçen ‘’venhar’’ kelimesi ‘’kurban kes’’ anlamına gelse bile bu Sure Hz. Peygamber için inmiştir.)
Ku'an lisanı bilinenin aksine Arapça değildir. Kur'an Arapça’ya çok yakın eşi benzeri olmayan farklı bir lisanla yazılmıştır. Bu nedenle bilinen herhangi bir dile ait olmadığı için anlaşılması için mutlaka yorumlanması gerekmektedir. ‘’Yorum’’un Arapça karşılığı ise ‘’meal’’dir. Ne yazık ki bu konuda Türkçe olarak ‘’yorum’’ değil ısrarla Arapça karşılık olan ‘’meal’’ kullanılmaktadır...
Biraz önce izah ettiğim gibi Kevser Suresindeki ‘’venhar’’ kelimesi için bazı ilahiyatçı ve hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Hâlbuki ‘’venhar’’ kelimesi görüldüğü gibi ‘’kurban kes’’ anlamında değil ‘’Allaha yönel, imana yönel’’ anlamındadır.
Kurban, Türkçe'ye Farsça'dan, Farsça'ya ise Arapça'dan geçmiş bir sözcüktür. Arapça ‘’k-r-b’’ kökünden türemiş olup, sözlükte "yaklaşmak" anlamına gelir ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındadır. ‘’Akraba’’ sözcüğü de bu kökten türemiştir.
Benzer şekilde ‘’huri’’ kelimesi de yanlış yorumlanmaktadır. Kur'an’da geçen ‘’huri’’ kelimesinin anlamı ‘’can yoldaşıdır’’. Cennet’te cinsiyet yoktur. Kur'an'da Cennet’te cinsiyetin ve cinselliğin olduğunu söyleyen, belirten, ima eden hiçbir ifade yoktur. Her şeye kâdir evrenlerin mimarı Yüce Allah Cennet’te kullarına vere vere ‘’göğüsleri yeni tomurcuklanmış huri’’ (78. Nebe, 33: ‘’Ve kevâıbe etrâben’’ - Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar - ) mi verecektir? Her şeyin yaratıcısı Yüce Allah insanları Cennet’e motive etmek için buna mı ihtiyaç duymaktadır?... Kudret sahibi Yüce Allah'ın sübyana şehvet duyacak kadar cinselliğini ehlileştirememiş bir varlığı o tertemiz Cennet’ine kabul edeceğini mi düşünüyorsunuz? O kültürün bilinçaltı ne ise yorum olarak da ne yazık ki onu vermiştir ve vermektedir...
Nitekim din bilgini ve mutasavvıf Ahmed Hulusi ‘’huri’’ kelimesini ‘’Yaşıt muhteşem eşler!’’ olarak yorumlamaktadır. (Cinsiyet kavramı olmayan şuur yapının hakikatinden gelen esmâ özelliklerini açığa çıkaracağı muhteşem kapasiteli o boyutun özelliğiyle oluşmuş bedenler. Dişi - erkek ayrımsız! )
1980 yılında yayınladığı ‘’Kur'an'ın Mesajı’’ (The Message of the Qur’an) isimli Kur'an tefsiri ile tanınan ve 20. yüzyılın en fazla etki yaratan İslam düşünürü olarak kabul edilen Pakistanlı din bilgini Muhammed Esed’in de bu konuda çok güzel açıklanmış bir tefsirî de şu şekildedir:
‘’Kevâib’i harika eşler olarak çevirmem konusunda ise, hatırlanmalıdır ki keb teriminin -kâib isim-fiili buradan türetilmiştir- birçok anlamı vardır ve bu anlamlardan birisi, çarpıcı olma, göz alıcı olma, üstünlük yahut ihtişamdır (lisânu’l-arab). Böylece keabe fiili, insan için kullanıldığında, o, (başka bir kişiyi) göz alıcı/çarpıcı veya muhteşem veya harika yaptı anlamına gelir.
Hem keabe fiilinin, hem de keb isminin bu mecazî anlamına bağlı olarak kâib isim-fiili, halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle birçok müfessir, bu ifadede, cennetin (erkek olduğu varsayılan) sakinlerine hoşnutluk verecek olan bir tür genç dişi-eşlere bir atıf görürler. Ancak, öncelikle belirtmeliyiz ki, Kur'an’ın Cennet’in güzellikleri ile ilgili bütün teşbîhleri aynı ölçüde hem erkek hem de kadın için geçerli bulunmaktadır.
Diğer taraftan kevâib’in bu anlamı, yukarıdaki gündelik kullanışın türediği kökü -ki keb isminin taşıdığı mecazî göz alıcılık anlamına dayanmaktadır- göz ardı etmekte ve bu açık mecazın yerine maddî olarak göz alıcı bir şey için geçerli olan lafzî karşılığını geçirmektedir.
Dolayısıyla bu, (halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılması) bana göre tamamen temelsiz bir yorumdur. Cennet’in nimetleri ile ilgili Kurânî tasvirlerin daima müteşabih olduklarını hatırlarsak, kevâib teriminin, yukarıdaki bağlamda, hiçbir cinsiyet ayrımı yapmaksızın, muhteşem (veya harika) varlıklar anlamına geldiğini ve etrâb terimi ile birlikte müthiş uyumlu harika eşleri gösterdiğini anlarız. Böylece kutsanmış kimselerin birbirleriyle ilişkilerine işaret edilmiş ve onların tümünün karşılıklı tamamlayıcılıkları ve eşit ölçüdeki değerleri vurgulanmış olmaktadır.
Kur'an’da geçen "Cihat’’ kelimesi de ne yazık ki yanlış yorumlanmıştır. ‘’Cihat’’ın kökeni ‘’Jihaad’’ kelimesinden gelir ve ‘’gayret etmek, ilerlemek için sürekli gayret edip çabalamak’’ anlamına gelir. Cihat aslında kişinin çabada olması, kendi nefsiyle sürekli bir mücadelede içinde olması demektir. Kur'an; cihatı ’’nefsinle mücadele et, en büyük mücadele nefsinle olandır, yılma, nefsini yen’’ anlamında vermektedir. Bugünkü şeytanın yorumladığı anlamında değil.
Benzer şekilde ‘’başörtüsü’’ konusunda da yanlış yorumda bulunulmaktadır. Nur Suresi 60. ve Ahzab Suresi 59. Ayetleri de örtünmeyle ilgili ayetlerdir. Ancak ‘’başörtüsü’’ yorumu yalnızca Nur Suresi 31. Ayetinde yapılmaktadır. Konu uzun. Ancak özet olarak şunu söyleyebilirim ki ayette geçen sözcük “bi-humuri-hinne”; “o kadınların humuru ile” anlamındadır. Humur; Hımar’ın çoğuludur. Bu sözcük ‘’(k)ha mim ra’’ kökünden gelir. Bu kökün anlamı: Üzerini kapatmak, kaplamak, saklamak, örtmek, gizlemek ve mayalamaktır. Bu sözcük dilimizde de benzer anlamlarda yer bulmuştur: ‘’Mahmur’’: Gözleri uyku ile örtülü (göz örtüsü), ‘’Hamur’’: Un ve su karışımının, mayalanmasıyla elde edilen pelte.
Bilinen ilk (1290) derli toplu klasik Arapça sözlük çalışması olan İbn-i Manzur’un “Lisan-ul Arab”ın da bu sözcüğün “başörtüsü” anlamına geldiği bir karşılığı bulunmamaktadır! Lisan’ul Arab’da Veysel Karani’nin “insan örtüsü” manasında kullandığı, “Ben bir hımar içinde yaşıyorum” sözünü dahi alıntılayan, bu sözcüğü “uyku örtüsü”, “heyecan örtüsü”, “kötülük örtüsü” anlamında dahi kullanıldığını örnekleyerek gösteren sözlüğün, “kadınların taktığı başörtüsü” anlamını kaçırmış olması ihtimal dâhilinde gözükmemektedir. Dolaysıyla Ayet’de geçen ‘’humur’’ sözcüğü başörtüsü anlamında olmayıp, sadece ‘’örtü’ anlamındadır. Ve göğüslerin örtülmesi anlamında verilmiştir.
Görüldüğü gibi Arapça olmayan Kur'an’ı Araplar sanki Arapçaymışçasına yorumlamaya çalışmışlar ve bu yorumlarında aslında Kur'an’da bulunmayan kendi kültürlerindeki anlamları eklemişlerdir. Ve bu şekilde oluşan kültür de bize ‘’İslam ‘’ olarak sunulmuştur.
Şimdi tekrar Kur'an'da kurbanın tam olarak yerini özetleyen 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetlerin anlamını vermek istiyorum: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir." İslamiyet öncesi Araplarda kurban geleneği vardı ve Araplar İslamiyet zamanında da bu geleneklerine devam ediyorlardı. Yüce Allah bu Ayette buyuruyor ki : " (Siz keserseniz kesin ama) Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadetlerdir."
Kurban, zaten sözcük anlamıyla "yaklaşmak" anlamına gelmekteydi ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındaydı.
Bu anlamda siz saygıdeğer büyüklerimin, sevgili arkadaşlarımın ‘’Kurban Bayramı’’nı kutlar, yaptığınız eylemlerinizin (amellerinizin) Yüce Allah’a yaklaşmanıza ve hayırlara vesile olmasını diler, selam, saygı ve sevgilerimi sunarım...
Osman AYDOĞAN
Bir not: Ramazan Bayramı namazı gibi Kurban Bayramı namazı da vaciptir ve Cuma namazının şartlarına tabidir. Yani Cuma namazını kılmakla yükümlü olanlar, bayram namazını kılmakla da yükümlüdürler. Ancak Cuma namazı farz, bayram namazı ise vaciptir.
Bir sonraki not: Bu satırları daha Latin alfabesini öğrenmeden Arap harfleriyle Kur'an’ı hatmeden ve Arapçası sayesinde de Kur'an’ı anlayarak okuyan birisi kaleme almıştır.
Kehânet!
18 Ağustos 2018
Çeşitli kaynaklarda 1423-1432 yılları arasında doğduğu ve 1480 ile 1490 yıllarında öldüğü ileri sürülen gerçek adı Nikolaos olan Atinalı bir tarihçi vardır: Laonikos Chalkokondyles. (Laonikos Halkokondilis) Laonikos Chalkokondyles’in 1298-1463 yılları arasındaki olayları Türkçe’ye “Tarihin Belgeleri” diye çevrilebilecek olan ‘’Apodiksis Istorion’’ isminde on ciltten oluşan tarih kitabı, Bizans İmparatorluğu'nun son 150 yılını (1298–1463 dönemini) incelemektedir. Ancak Chalkokondyles, Yunanca yazan diğer tarihçilerin aksine eserinin merkezine Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünü değil yükselen Osmanlı Devleti’nin tarihini alır. Bu yönüyle Chalkokondyles, bir Bizans tarihçisi olmaktan ziyade eserini Osmanlı idaresi altında Yunanca yazan bir Osmanlı tarihçisi olarak da kabul edilir.
Laonikos Chalkokondyles’i bizim açımızdan ilginç yapan ise onun Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki öngörü ve kehânetleridir. Chalkokondyles’in bu kitabının bir bölümü "Türk İmparatorluğu’nun yıkılışına dair kehânetler" ismini taşımaktadır. Araştırmacı yazar Aytunç Altındal da bu bölümü "Kehânetler Kitabı" (Destek Yayınları, 2018) adıyla Türkçe‘ye çevirir...
Chalkokondyles'in kitabının bizim için ilginç yapan Aytunç Altındal'ın çevirdiği işte bu bölümüdür.
Laonikos Chalkokondyles’in kitabındaki öngörülere, kehânetlerine göre; İstanbul'u ele geçirecek olan padişahın adı ile teslim edecek olanın adı aynı olacaktır. Her ikisinin adı da "Mehmet'tir. Kehanet doğru çıkmıştır.(1453 Fatih Sultan Mehmet ve Sultan Mehmed Vahdeddin, 1918 İstanbul’un işgali.)
Kehânete göre ‘’bir Tatar Hanı, Osmanlı’ya yardım etmeyecektir.’’ Kırım Hanı Murat Giray II. Viyana kuşatmasında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile görüş ayrılığına düştüğü için Lehleri durdurmaz, kuşatma başarısız olur, yükselme devri sona erer.
Kitapta “Fatih Sultan Mehmet'ten sonraki 16. padişah döneminde Osmanlı Devleti içeriden çökmeye başlayacak ve padişahı kendi tabasından biri devirecektir” deniliyor. Fatih Sultan Mehmet'ten sonraki 16'ıncı padişah III.. Ahmet'tir. 29 Eylül 1730'da Arnavut ve Hıristiyan asıllı yeniçeri Patrona Halil tarafından tahttan indirilip yok ediliyor ve Osmanlı'nın çöküşü de böyle başlıyor.
Kitapta, "üç kez üç yüz yıl ve bir de yirmilik tarihinde Osmanlı Devleti yok olacaktır’’ deniliyor. Gerçekten de Osmanlı üç kez üç yüz yıl (3X300=900) ve 20 yıl, yani 1920'de (TBMM kurulunca) Osmanlı Devleti yok oluyor.
Bununla da bitmiyor kehânetler.
Kehanetlerden biri Mustafa Kemal Atatürk'ü işaret ediyor. Kitapta. “Osmanlı'nın çöküş döneminde kendisi Hıristiyan topraklarında yetişen ama Müslüman olan bir prens ve başkomutan ortaya çıkacak. Ancak Hıristiyanlar tarafından hiç dikkate alınmayan bu başkomutan, Türk devletini yeniden kuracak ve Batı'ya yönlendirecektir” öngörüsü yapılıyor. Bu kişi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'tür.
Kitapta ‘’Katolik Kilisesi ile İstanbul'daki Ortodoks Kilisesi kardeşçe kucaklaşacaklardır’’ diyor. Bu kucaklaşma, aynı ifadelerle Kasım 2006'da İstanbul’da gerçekleşiyor.
Kitapta kehânetler devam ediyor.
Kehanete göre, bu yeni kurulacak Türk İmparatorluğu'nun başına geçecek 11. kişinin adında 11 harf var. Çok ilginçtir ki, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ad ve soyadındaki harflerin toplamı da 11.
Ve kitapta “11. Prens döneminde yeni Türk devleti, büyük bir sarsıntı yaşayıp yıkılma noktasına gelecektir” öngörüsü var. Ayrıca “Hristiyan Prensliklerin birleşmesi, bu yeni Türk imparatorluğunun sonunu getirecektir” kehâneti de var…
Tabii kehânetlerin sonu yoktur. Kehânetler devam ediyor kitapta: ‘’Önce, Müslüman şeriatı artacaktır. Eğer yedinci seneye kadar kaldırılmazsa, on ikinci seneye kadar buranın hâkimi olacaktır. Sonra, Hristiyan silahlarıyla bir tutsaklık dönemi gelecektir.’’
Ve devam ediyor kehânet: ‘’İstanbul'un camileri ve Ayasofya üzerinde haçlar dikilecektir. Bu haçlar, saplanacağı yere silahlı ellerle saplanacaktır. Bu muhteşem şehrin yıkımı gelecektir. Yıkım, sadece orada yaşayanlar sevdiği dini değiştirirse duracak ve şehir lanetten kurtulacaktır. Yıkım adaletsizliklerin en kötülerinin gerçekleştiği bir dönemin ardından olacaktır. Tüm Doğu ülkeleri de Hıristiyanlarca fethedilecektir. Böylece, ölü yaşayan, soyulmuş ve felç olmuş bir yönetim sona erecektir.’’
Evet Laonikos Chalkokondyles’in rivayetleri, öngörüleri, kehânetleri -artık her ne dersek- bu kadar.
Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu'nun sonu ile ilgili bir başka kehânet daha vardır:
Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra, Bizans’ın ünlü bir kâhininin zindanda olduğunu öğrenir. Kâhini huzura çağırır, sorar: “Seni niye zindana kapattılar?” Kâhin, Kral Konstantin’in geleceği öğrenmek için kendisini çağırdığını, krala “Sonunuz yaklaştı, Bizans yıkılacak, Türklerin eline geçecek” demesi üzerine kralın kızdığını, kendisini zindana attırdığını söyler.
Fatih, “Bizans’ın sonunu görmüşsün, peki bizim geleceğimiz ne olacak” diye sorar. Kâhin, “Sizin sonunuz da Bizans’a benzeyecek” der. Fatih’in, “Nasıl olur, Anadolu’da birliği sağladık, Balkanlar elimize geçti, akıncılarımız Avrupa ortasında at oynatıyor” itirazı üzerine kâhin, “Sizi parça parça koparacaklar” öngörüsünde bulunur.
Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu parça parça koparıldı, Sevr Antlaşması’yla son nokta konulacakken Atatürk ve silah arkadaşlarının çabası, özverisi ile bu süreç durduruldu, geri kazanımlar başladı.
Belki de kim bilir Fatih’in konuştuğu bu kâhin ile Laonikos Chalkokondyles aynı kişidir.
Tabii ki bu kehânetlere ‘’deli saçması’’ der ve gülüp geçebiliriz. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethine şahitlik etmiş daha öncesinde de II. Murat’a İstanbul kuşatmasını kaldırması için gönderilen ekipte yer almış Chalcondlyles'in çoğu sonradan gerçekleşmiş bu kehânetleri görmezden gelinir, yabana atılır gibi değildir.
İsterseniz gelin bu uçuk kehânetleri bir kenara bırakıp size bir kurgu romandan bahsedeyim. Gazeteci, araştırmacı yazar Mine G. Kırıkkanat’ın ‘’Destina’’ (Literatür Yayıncılık, 2008) isimli bir kurgu romanı var. Mine G. Kırıkkanat, henüz yaşanmamış yakın bir geleceği anlattığı Destina romanı için şunları söyler: "Bu romanda yazılı her şey doğru, hiçbir şey gerçek değildir." Bu kurgu romana göre yakın bir gelecekte İstanbul ''Küresel Yönetişim'‘in idaresine geçer ve Türkler de göç ettikleri farklı ülkelerde asimilasyona uğrarlar. Böylece Haç ile Hilal‘in savaşı sona erer ve yerini Hıristiyanlığın mezhep çatışması alır.
Ama isterseniz bu kurguyu da bir kenara bırakıp tarihi bir gerçeğe dönelim:
Emevilerin yıkılmasından sonra, Endülüs’te (Güney İspanya) Endülüs Emevi Devleti 756’da kuruldu ve 1492’ye değin 736 yıl süreyle İspanya'da varlığını sürdürdü. Türklerin Anadolu’daki birliği Fatih’le sağlandı. Bu birliğin kuruluşunu 1450 yılı olarak alsak henüz birliğin kuruluşunun üzerinden 568 yıl geçmiş olacak ki henüz Endülüs Emevi Devleti’nin İspanya'daki yaşam süresi kadar bile değildir.
Sanıyoruz ki Anadolu’nun mülkiyeti sonuna kadar, sonsuza kadar bize ait. Etrafımızdaki ve uzaklardaki aç kurtların ve akbabaların varlığını, içine düştüğümüz çukuru, sığlığı, rehaveti, girdabı görmezden geliyoruz.
Rahipten, Dolar’dan, magazinden, futboldan, suni gündemlerden kurtulup, başınızı kaldırıp da bir etrafınıza bakarsanız eğer karanlığın sandığınızdan da çok daha karanlık, bir zifiri karanlık olduğunu göreceksiniz. Hep yazıyorum ya tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır diye...
Bağnazlık kıskacından, mezhep kıskacından ve etnisite ve kimlik kıskacından kurtularak, kimseyi ötekileştirmeden, nefret söylemini kullanmadan, farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görüp kendi içimizde ve komşularımızla bir ve barış içinde yaşayamazsak ve taassuba değil de bilime yüzümüzü dönemezsek eğer korkarım ki Bizans tarihçisinin yazdığı, Bizans kâhininin Fatih’e söylediği kehânetler ve Mine G. Kırıkkanat’ın kurgusu gerçek olacaktır. Eğer inanmıyorsanız gelin en eski Türk uygarlığı olduğu iddia edilen Etrüsklere ne olduğunu bir araştırın derim!.
Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur…
Osman AYDOĞAN
Sebepsiz hüzün hocamdı
17 Ağustos 2018
Şehriyar’ı hatırladım yine dün gece. O’nun bana nadiren kızdığı o anı anımsadım. Kapkara bir hançerin simsiyah uçları gibi keskin o gözleri çakmak çakmaktı bana hiddetle söylenirken. O an Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, o yüksek rakımda bu sefer erken gelen bir sonbahar daha bağıra bağıra geçiyordu. O beyaz bulutlar çekip çekip evlerine gidiyor, yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geliyordu Şehriyar bana hiddetle, kızgın kızgın, parmağını göstere göstere ve ilk defa adeta beni azarlarken.
‘’Anlamadın hâlâ’’ demişti bana, ‘’boşa mı gitti emeklerim’’ demişti bana, ‘’yıllardır anlatıyorum sana’’ demişti bana… ‘’Ne bu yüzünün hali’’ demişti bana. ‘’Sanki’’ demişti ‘’sanki yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları var’’ demişti bana…
Sonra sesini daha da artırarak ve tana tane parmağını gözüme sokarcasına verip veriştirmişti bana:
‘’Kusursuz olmayabileceğini kabullen!’’ demişti.
‘’Senden başka herkesin bilgili olduğunu düşün!’’ demişti.
‘’Bırak çoğu zaman başkaları haklı olsun!’’ demişti.
‘’Kendine sor: Bir yıl sonra bunun bir önemi olacak mı?’’ demişti.
‘’Gerçeği kabul et: Hayat adil değildir!’’ demişti.
‘’Sahip olmak istediğin şeyleri değil elde etmiş olduklarını düşün!’’ demişti.
‘’Canın sıkılıyorsa bırak sıkılsın! Bir süre sonra huzura erersin.’’ demişti.
‘’Başkalarını suçlamayı bırak!’’ demişti..
''Yaşadığın dışsal gerçeklik aslında kendi içsel psikolojinin somutlaşmış halidir'' demişti...
''İşlerin yolunda gitmediği için hüzünlü değilsin, sen hüzünlü olduğun için işlerin yolunda gitmiyor'' demişti...
Ve olabileceği en hiddetli şekliyle ‘’biraz yüzün gülsün!’’ demişti.
Verecek çok cevabım vardı ama susmuştum ben, yüzüm kızararak susmuştum ben, başımı öne eğerek susmuştum ben, gözlerimi yere dikerek susmuştum ben. Söyleyememiştim Şehriyar’a, Asaf Hâled gibi kendi Nirvana’mda saadet zirvesine erebildiğim anda dâhi hiç mi hiç içimin rahat olmadığını… Burada dağların zirvesinde dağlarla bir olup bütünleştiğimde, Kuantum düşüncesinin ana fikri olan ‘‘gözlemleyenle gözlemlenenin birliğine’’ eriştiğimde bile içimde, tarifi bir mümkünsüz, anlatımı bir imkânsız sessiz sedasız bir hüzün olduğunu… Yine Asaf Hâled’in ‘’Nûrisiyah’’ isimli şiirinde olduğu gibi ‘’sebepsiz hüznün hocam’’ olduğunu söyleyememiştim Şehriyar’a..
Gözlerim yerde devam etmişti Şehriyar benim mahcubiyetimden sesini birazcık yumuşatarak:
‘’Eleştirme isteğini bastır!’’ demişti..
‘’Dünyanın en bedbaht insanı başkalarında kusur bulan insandır. Kimsede kusur arama!’’ demişti.
‘’Sana yöneltilen eleştirileri kabul et, onlarda doğruluk payı ara!’’ demişti..
‘’Başkalarının fikirlerinde biraz olsun doğruluk payı ara!’’ demişti..
‘’Rasgele iyilikler yap ve karşılığını ne iste ne de bekle!’’ demişti..
Tane tane, üzerine basa basa ‘’ufak şeyleri dert etme!’’ demişti…
‘’Her gün birkaç dakikanı sevecek birini düşünmeye ayır!’’ demişti..
‘’Kendi görüşlerinden farklı makale ve kitap oku ve yeni bir şeyler öğrenmeye çalış!’’ demişti…
‘’Bugünü son gününmüş gibi yaşa!’’ demişti…
Sonra, ayrılıp giderken Şehriyar, benim duymayacağımı düşünerek kendi kendisine mırıldanmıştı. Keşke duymasaydım dediğim mırıldanmaları benim hakkımdaydı ve yerin dibine girmiştim ben. ‘'Sana verdiğim bunca emeğim demek boşa gitmiş!'' diye mırıldanmıştı. Ve devam etmişti Şehriyar: ‘'Her şeyi bildiğini sanmayı anlarım, toyluktur ama her şeyi anladığını sanmak! Bunu anlayamam çünkü bu salaklıktır.''
Çok utanmıştım çok...
Şehriyar kızgın kızgın bana söylenirken yavaş yavaş pastel bir renk alıyordu uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler. Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakıyordu ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına. Börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuş, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa Şehriyar bana hiddetle, kızgın kızgın, parmağını göstere göstere ve ilk defa adeta beni azarlarken.
Osman AYDOĞAN
Bütünlük!
16 Ağustos 2018
Geçen hafta Şehriyar’ın derslerinde aldığım notları buraya aktarmıştım. Dosyamı karıştırırken yeni notlar buldum… Ben bu notları hep kendime tekrar tekrar okuyorum, tekrar tekrar anlamaya çalışıyorum. O günleri, Şehriyar'ı hatırlayıp huzur buluyorum. Kendime ilaçmış gibi gelen psikolojik bir telkin aslında bu notlarım... Çok beğendiklerimi de sizlerle bu ortamda paylaşıyorum. Paylaştığım bu notların da kıymetli olduğunu düşünüyorum... İyi ki o zaman (bir kırk yıl önce) bu notlarımı almışım dye düşünüyorum.
Her not alışımda önce ortamı yazıma aktarırdım. Şehriyar bu dersi anlatırken o zaman Celâlâbâd’da yaz bitmiş, çığlık çığlığa, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçiyormuş.. (Notlarımda daha uzun tasvirler var ama bu kısmını geçiyorum.)
Şehriyar'ın derslerinde anlattıklarından düzensiz olarak aldığım notları aşağıda olduğu gibi aktarıyorum. Notlarımın girişinde Şehriyar’ın düşüncelerini anlatmışım. Kimi cümlelerde Şehriyar’dan, onun fikirlerinden anladıklarımı anlatışım var, kimi cümlelerde ise tamamen Şehriyar’ın kendi sözleri var.
***
İnsanın doğa ile uyum içinde yaşamasını öğütlerdi Şehriyar. İnsan doğayla bütünleştiği oranda doğru davranır derdi. Doğada varlıklar, süreçler ve biçimler kendiliğinden oluşur, doğada her şey kendiliğinden gelişir, insan doğanın yasasına göre yaşarsa yaşamı barış, denge ve çevreyle uyum içinde geçer, insanın başına doğanın düzenine uymadığı için felaketler, kötülükler gelir derdi.
Düşüncesini bütünleşen karşıtlıklar (karşıtların birliği) üzerine oturtmuştu. Karşıt davranışları birbirini tamamlayan olgular olarak yaşamla bütünleştiğine inanırdı. Çok-az, iyi-kötü, yanlış doğru karşıtlıklarını kabul etmez, onların birlikte var olduklarını söylerdi. Eğer güzel varsa çirkin, eğer iyi varsa kötü de vardır derdi. Ona göre güzelin çirkine dönüşmesi bir anda olabilir. Acı ve tatlı yan yana masa üzerindedir. Karşıtlar doğumdan ölüme her yaşta her an görülen ve kavranabilen ve birbirlerini tanımlayan olgulardır. Karşıtlar birbirlerini sadece tamamlamaz, aynı zamanda tanımlarlar. Karşıtların birliği dünyadaki yaşamı sürdüren bir dengenin varlığını kanıtlar. Doğru ve yanlış, aydınlık ve karanlık, varlık ve yokluk, ön ve arka karşıtlar birliğinin özellikleridir. Bilinmeyen başlangıç ve adını bildiğin varlıklar aynı kaynaktan gelir.
Eğer herkes güzellikten söz ediyorsa çirkinlik de vardır derdi. Eğer herkes iyilikten söz ediyorsa kötülük de vardır. Varlık ve yokluk birlikte ortaya çıkar. Zor ve kolay birbirini tamamlar. Kısa ve uzun yan yana olunca bir anlam taşır. Sesler ve tonlar uyum yaratır. Ön ve arka birbirini izler. Onun için bilge zorlamadan, konuşmadan öğretir, canlı varlıkları benimser, yetiştirir, ama sahiplenmez. Onun için ona kimse dikkat etmez, fakat yaptıkları yaşar.
Tümlüğü korumak için eğilmeyi bilmek, doğru olabilmek için bükülebilmek, dolabilmek için boş olmak, yenilenmek için eskimek, yeniden gençleşmek için tükenmek gerekir derdi. Ona göre azla yetinen elde eder, çok isteyenin kafası karışırdı.
Şiddet ve savaş düşmanıydı Şehriyar. Alçakgönüllü olmayı, azla yetinmeyi ve sevgiyi önerirdi. Kendisi gibi şiddet düşmanı, silah taşımayan, alçak gönüllü, mal mülk sahibi olmaya yanaşmayan bir insan idealini sunardı. İnsanların kendisini anlamadığını söylerdi. Tavsiyeleri beş temel davranışı vurgulardı: Öldürmemek, sevgi, azla yetinmek, alçakgönüllülük ve üstünlük mücadelesi yapmamak.
Her şey akarsu gibi olmalıdır derdi. İyi olan şeyler suya benzer. Su her şeye uyar, hiçbir şeye direnmez. Su en ufak yüksekliği ya da çukuru ihmal etmez. Birinin üzerinde kabarır, bir kayanın üzerinden atlar, bir çukuru doldurur. Bunlar onun doğası, karakteri ya da varlığının özellikleridir. Zayıf görünür ama kayayı oyan da sudur. Su metaforu insana alçak gönüllülüğü öğretir.
Ona göre doğada her şey kendiliğinden oluyormuş gibi gözükürdü. İyi usta işini zorlanmadan en kolay yapandır derdi. Onun için sadelik en büyük özelliktir. Kalbi temiz insan kurnaz değildir. Yaptığı işin kârını düşünmez. Egoist değildir. Hırsları yüzünden dengesini yitirmemiştir. Böylesi bir toplumda kimse kimsenin önüne geçmeye çalışmaz, herkes azla yetinir, para ve eşya biriktirmez, varlığı sever ve ona saygılıdır, kimse kimsenin hakkını yemez, böyle davranışlar insanları sakinleştirir, tarafsız yapar, yaşamı aydınlatır, birbirine böyle davranan insanlar kavga etmezler, iyi yardımsever ve aydınlık olurlar.
Şehriyar sıradan bir adamdan beklenen saptamalar yapardı; karar verirken duygusal davranmamak, her şeyi kendi zevki için tatmak, küçüğe büyük gözüyle bakmak, verilen zararı hoşgörüyle karşılamak, alçakgönüllülük, nezaket, incelik, tutumluluk, üstünlük arzusu taşımamak. Nezaket beni cesur yapar, tutumluluk eli açık yapar, her hangi bir konuda üstün olmaya çalışmamak beni en yüksek saygı düzeyine ulaştırır derdi.
Ona göre insanları sevmek ve onları başarılı kılmak iyilikseverliktir, birleşmeyeni birleştirmek büyüklüktür, engelleri ve sınırları aşmak eli açıklıktır. Böyle bir adam dağdaki altına dokunmaz, incileri derin denizin dibinde bırakır, para ve malı gerçekten faydalı şeyler olarak görmez, zenginlik ve şöhrete de düşkün değildir, o ne uzun ömürden ne de genç gelen ölümden rahatsızlık duyar, servet onun için değer verilecek bir şey değildir, fakirlikten utanç duymaz, bir kuşağın servetini kendinde toplanmasını istemez, dünyaya kendi malı gibi hükmetmeye de hevesli değildir, o yaşamın aynı hazinenin parçası olduğunu bilir, yaşamın ve ölümün bütünlüğünü anlamaktan gurur duyar.
Doğa insana alçakgönüllülük öğretir. Sadelik çok önemli bir özelliktir. Sade insan kurnaz değildir, yaptığı işin kârını düşünmez, bencil değildir, haris değildir, hırslarıyla dengesini yitirmemiştir, varlığı sevdiği için ona saygılıdır. Bu davranışlar sükûnet getirir, yaşamı aydınlatır, tarafsız yapar. Birbirlerine böyle davranan insanlar kavga etmezler, iyi yardımsever ve aydınlık olurlar.
Doğayı izleyen çok konuşmaz. Fırtına bütün sabah, şiddetli bir yağmur bütün bir gün sürmez. Kabı tepesine kadar doldurmamak suyun dökülmesinden daha iyidir. Çok keskin şey çabuk körlenir. Bir oda değerli şeylerle doluysa, onları sonuna kadar koruyamazsın. Başarıdan fazla emin olmak düşmeyi kolaylaştırır. Bir işi bitirip görevini tamamlayınca geri çekil.
Otuz çubuk, tekerleğin ortasında birleşir, aralarındaki küçük boşluk tekerleği döndürür. Bir odanın duvarlarına kapı ve pencereler yapılır. Fakat asıl işlevi gören odanın boşluğudur. Bütün birleşen öğelerin yararı vardır. Fakat işlevi gören boşluktur.
Çok renk olunca insan görmez olur, çok ses olunca insan duymaz olur, çok tat olunca insan tat alamaz. Algılanan varlıkların ya da özelliklerin çokluğu algıyı zayıflatır. Avcı ve yarışçı vahşileşirler. Değerli şeyler isteyen onların güvenliğini dert eder, çok mal insanı güvensiz yapar. Varlıklı olmak insanı kaygılı yapar. Bizi yücelten şeyi yitirmekten endişe duyduğumuz için bunlar etkileyicidirler. Onun için bilge zenginlik peşinde olmaz, dünyayı anlamakla yetinir, kendi iç gücüne dikkat eder, duyguların aldatıcılığına kapılmaz.
Bir şeyi küçültmek istiyorsanız önce büyütün. Bir şeyi zayıflatmak istiyorsanız önce onu güçlendirin. Bir şeyi yıkmak için önce onu yapmak gerek. Bir şeyi almak için önce bir şey vermek gerek. Bu görünmez bir aydınlanmadır. Kısaltmak için önce uzat. Devirmek için önce yücelt. Almak için önce ver. Gerilmiş bir çelik yay gibi düz durmak için önce eğil. Dolmak için önce boş ol. Yeni kalmak için yaşlan.
Güçsüz insan güçlü görünmek ister. Güçlü insan öyle davranmaz, kimse de onu bilmez. Güçlü ve büyük aşağıdadır, nazik ve güçsüz yukarıda. İnsancıl olan insanca davranır, kimse farkına varmaz.
Dünyanın en güçsüz varlığı en güçlü varlığına üstündür. Dünyada su kadar yumuşak ve güçsüz olanı yoktur. Ama sert kayaya karşı ondan iyisi yoktur. Zayıf güçlüyü yener, yumuşak sertten üstündür. Yumuşak ve ısrarlı olan sert olanı alt eder. Yumuşak olan sert olanı yener. Toplumun en güçlü silahları dipte saklanan balık gibi görünmez. Dünyada herkes bunu bilir ama uygulamaz. Onun için bilge şöyle der: Bütün suçu üzerine alanlar halkın lideri olurlar. Dünyanın kötü kaderini yüklenen dünyanın hükümdarıdır. Doğru sözler nazik olmaz. Zarif sözler doğru olmaz. Doğru sözler eğri görünür.
İyi insan tartışmaz. Tartışan insan iyi değildir. İyi bilen çok bilmez. Çok bilen bilge değildir. Bilge kendi için mal biriktirmez. Başkaları için her şeyini harcadığı zaman yaşamı daha zengin olur. Başkalarıyla ne kadar paylaşırsa malı o kadar artar. Bilgenin yolu yapmak ama zorlamamaktır.
Büyük dargınlıklar unutulsa da arkada yine bir şey kalır. Onun için barışma en iyi yol değildir. Bunu düşünerek bilge insan karşısındakini zorlamaz. İyi insan anlaşmak ister, kötü insan fazlasını ister.
İyilik kaybolunca doğruluk gelir, doğruluk kaybolunca kuralcılık gelir. Kuralcılık uygunluk, bağlılık, samimiyet gibi özelliklerin yüzeysel bir görüntüsüdür. Bu aşama kargaşalığın başıdır.
***
Notlarım devam ediyor. Ama ben aktarmayı burada bırakıyorum. Notlarımın sonuna bakıyorum… Her dersten sonra ortamı da yazardım. Şehriyar bunları anlatırken Hindikuş dağlarından gelip yığılan bulutlar iyice kümelenmiş, bir aslan gibi kükremiş, gürlemiş gökyüzü... Bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlamış dışarıda. Şimşekler ve yıldırımlar gecenin en koyu anını bir anda gümüşten bir güneşin aydınlığına kavuşturduğunda Hindukuş Dağları karanlıklar içinden gümüşten bir tablo gibi parlamış. Şimşek yansımaları Şehriyar’ın yüzüne vurduğunda mermerden bir heykel gibi görünmüş Şehriyar.
Osman AYDOĞAN
Zaman düşünme ve aklıselimle hareket etme zamanıdır.
15 Ağustos 2018
İbn-i Haldun (1332 – 1406), modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisidir. Arnold Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle der: "Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi."
Mukaddime ise İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. (Dergâh Yayınları, 2013) İbn-i Haldun, Mukaddime'yi büyük tarih kitabı yedi ciltlik ‘’Kitâbu’l-İber’'in birinci cildi olarak tasarlar. Ancak bu yedi ciltlik kitabın birinci cildi olarak planlanan "Kitab-ı Evvel", İbn-i Haldun henüz hayatta iken ‘’Mukaddime’’ adıyla sanki ayrı bir esermiş gibi anılmaya başlanır ve Haldun'un kendisi de bunu benimser.
İbn-i Haldun, Mukaddime’de şöyle bir tez ortaya atar:
Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok dört ya da beş kez sürer, devamında devlet çöker.
İbn-i Haldun bu süreci teorik kavramlarla bir sistem oluşturduğu tarihselci devlet kuramında detaylı şekilde anlatır ve devleti kuruluştan çöküş aşamasına kadar beş safhada inceler ve son safhasını da; sefahat, israf ve çöküş safhası olarak niteler.
Benzer şekilde Thomas Hobbes de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) bir devletin çöküşünü kısaca şu şekilde tarif ederdi:
‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’
Gelin isterseniz Osmanlıyı, Cumhuriyeti, 1950, 1960, 1971, 1980, 2002 ve 2015 yıllarını ve yaşadığımız olayları tarihin bu diyalektik sarkacı içerisinde düşünelim. 2023 ise Cumhuriyet’in yüzüncü yılıdır. Bahsettiğim bu tezler ve dünyadaki ve bölgemizdeki yaşanan siyasi ve sosyal gelişmeler ışığında 2023’de Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’ten bambaşka bir Cumhuriyet ile ve bambaşka sınırlar ile karşılaşmamız olasıdır. Ve bu bir şaka ve basit bir öngörü de değildir.
Bir başka açıdan da değerlendirme yaparsak sosyal ve siyasi olayları ve olguları fizik bilimi açısından değerlendirmek zor ise de bir benzeşim kurmakta yarar vardır.
Fizikte Entropi, bir sistemin mekanik işe çevrilemeyecek termal enerjisini temsil eden termodinamik terimidir. Çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve düzensizlik olarak tanımlanır ve istatistikten teolojiye birçok alanda yararlanılır. Sembolü S'dir. Termodinamiğin 2. yasasıdır.
Fen Bilimlerinin en önemli yasası her şeyin yıprandığını söyleyen yasadır. Canlılar yaşlanır ve ölür, otomobiller paslanır ve evrendeki düzensizlik artar.
Bilim adamları düzensizliği Entropi adı verilen nicelik ile ölçerler. Sistemlerdeki düzensizlik arttıkça, entropi de artar. Bu durum da faydalı (iş yapabilir) enerji miktarını azaltır. Faydasız enerjiyi (entropi) arttırır. Özet olarak “Entropi”, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilir.
Entropi kanunu belki de insanların yeryüzünde keşfettikleri en büyük kanunlardan biridir. Bu kanun en güzel tariflerinden bir tanesi "Kâinatta her şey, kendini minimum enerji ile maksimum düzensizliğe çekmek ister." şeklindedir. Bu kanun kâinatın her yanında o kadar çok gözümüz önündedir ki örnekleri saymakla bitmez.
Birkaç örnek:
* Yukarıdan bırakılan bir taş, aşağı düşmek ister. Çünkü aşağı dediğimiz nokta, yukarı dediğimiz noktadan daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir.
* Demir bir kaba sıkıştırılan bir gaz kendini dışarı atmak ister. Çünkü dış ortamdaki gazlar daha düzensizdir.
* Baskı ile kontrol altına alınan toplumlar o baskıyı kırmak isterler. Çünkü baskı onları bir düzene sokmak ister ancak toplum daha düzensiz olmak ister.
Bir “sistem” bir denge “noktası” etrafında dalgalanma durumundan çıkıp entropi içine girdiğinde yoluna devam eder. Bu olguyu “istikrarsızlığın istikrarı” (“denge” noktası etrafında dalgalanma) denir.
Sosyal ve siyasi olayları ve olguları fizik bilimi açısından değerlendirmek zor diye konuya başlamıştım... Ancak günümüzde toplumun yaşadığı politik, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik olaylara bakıldığında bir politik sistem olarak Türkiye’nin bu aşamayı (istikrarsızlığın istikrarı) çoktan geçip “istikrarsızlığın istikrarsızlığı” (bu dalgalanmadan çıkarak dağılmaya başlama) aşamasına yönelmiş olduğu söylenebilir. İşte ülkeyi bekleyen gerçek tehlike budur.
Bu tehlikeden çıkışın acil yolu ülkeyi yönetenlerin en kısa zamanda ülke içinde sosyal ve siyasal bir uzlaşmaya varması ve bunu da psikolojik olarak desteklemesi, ülke dışında ise bütün komşu ülkelerle dostluk ilişkilerini ve büyük güçlerle ittifak ilişkilerini gerçekleştirmesidir. Uzun vadede ise ülkeyi boğmakta olan dışlayıcı, ayırımcı, kinci, mezhep ve etnik söylemlerden uzaklaşarak toplumun tüm kesimlerini kucaklayıcı politikalarla tekrar çağdaş, laik, sosyal ve hukuk devletine geri dönmektir. Aksi takdirde sürekli öykündükleri Osmanlı cihangirâne bir devlet çıkarırken bir aşiretten, bunlar çağdaş bir devleti bu gidişle bir aşirete dönüştüreceklerdir.
Savrulan bir sarkacın sağında veya solunda olmanın, daha açık ifade ile bedevi veya medeni olmanın, A partisini veya B partisinin taraftarı olmanın hiçbir değeri ve önemi yoktur. Çünkü Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır.
Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen o muazzam eseri Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” Ve İbn-i Haldun girişte anlattığım gibi devleti kuruluştan çöküş aşamasına kadar beş safhada inceler ve son safhasını da; sefahat, israf ve çöküş safhası olarak nitelerdi. Zaman düşünme ve aklıselimle hareket etme zamanıdır.
Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur…
Osman AYDOĞAN
ABD ile Kriz -IV
14 Ağustos 2018
Güvenlik politikaları ile ilgili olarak 20’inci yüzyılın son yarısından bu yana yaşanan gelişmeler bu alandaki son 500 yıllık gelişmelerden daha fazla olarak jeopolitik düşünceyi ve uluslararası ilişkileri etkilemiştir. Westfalya Barışı’ndan (1648) beri diplomasi kendisini devletler arası ilişkilerin düzenlemesine ve kendi ülkesinin gücünün genişlemesine konsantre olmuştur. Bu anlamda “diplomasi”, “askerî güç” ve “coğrafya” bir bütünlük teşkil etmiş, müzakereleri temel alan diplomasinin sınırları “imkânların sanatı”na kadar uzanmış, “savaş” da “diplomasinin başka araçlarla devamı” olarak öngörülmüştür.
Klasik jeopolitik düşüncede jeopolitiğin ana faktörleri olan “coğrafya”, “mekân”, “ulus devlet” ve ”politika” ilişkisinde çatışma araçları da bu faktörler tarafından belirlenmiş, şekillenmiş ve “savaş” da politikanın başka araçlarla devamı olan bir “çatışma şekli” olarak görülmüştür.
Modern jeopolitik konseptte ise “savaş”, klasik jeopolitik konseptte olduğu gibi sadece “politikanın başka araçlarla devamı” olarak görülmemiş, araç olarak savaş yerine “ekonomi”, “kültür” ve “postmodern genel kurallar” yerleştirilmiş ve “küreselleşme” de bu araçların yasal zeminini, ‘’terörizm’’ ise görünmeyen yüzünü oluşturmuşlardır. Bu şekilde artık kriz ve çatışmaların önlenmesinde Clausewitz’in ifadesindeki “politikanın başka araçlarla devamı” şeklindeki bir zafer de artık söz konusu değildir. 21’inci yüzyıldaki çatışmalar; askerî harekâtla rakibin silahlı gücünü imha etmek yerine, bilakis istikrarsızlık, bölünme ve göç yoluyla hedef toplumu rahatsız etme amacını güden ve küçük guruplar tarafından icra edilen harekâtla karşımıza çıkmaktadırlar. Böyle bir çatışmada hedef de rakibin silahlı kuvvetlerinin imhası olmayıp bilakis rakibin politik davranışının değiştirilmesi olmaktadır.
Günümüzde bariz bir şekilde stratejik önemli bölgelerde yeni pazarlar, ikmal yolları ve ham madde kaynaklarına giriş amacıyla büyük ekonomik bloklar, politik ağırlık merkezleri ve dünya çapında hareket eden devletsel ve devletsel olmayan aktörler arasında, içinde hem en modern silah teknolojilerinin ve askerî araçların hem de asimetrik unsurların kullanıldığı ekonomik kaynaklı rekabet ve çatışmalar yaşanmaktadır.
Böylesi bir çatışmada bir devletin coğrafi alanına klasik anlamda bir taarruz artık günümüzde söz konusu değildir. Böyle bir bölgesel taarruz yerine devletin sistemine, toplumuna, kuruluşlarının işleyişine ve vatandaşlarının hakkına, hukukuna ve refahına yönelik bir taarruz söz konusu olmaktadır. Böyle bir çatışmada “savaşanlar” ile “savaşmayanlar” arasında fark kalmamakta, klasik anlamda “cephe” de bulunmamaktadır.
Son yıllarda yeni terörizmin niteliği de artmış, kullandığı güç ve şiddeti, planlama, organizasyon ve lojistik desteği normal bir harbi aratmamış ve terörizm ile mücadele bir “savaş” olarak tanımlanır hale gelmiştir. Yeni rolünde terörizm kendisine asıl amaç olarak da rakibini psikolojik olarak zayıflatmayı seçmiştir. Bundan dolayı çatışmaların ana hedefi ülke silahlı kuvvetleri değil, hedef toplumun ekonomik, kültürel, moral ve ahlaki değerleri olmaktadır.
Böylece yeni yüzyılın değişen güvenlik boyutu altında yer alan bir çatışma aracı olan ‘’terörizm’’in önemi ve ağırlığı artan bir role soyunmuş ve ‘’terörizm’’ uluslararası güç mücadelesinde ve özellikle vekâlet savaşlarında fütursuzca kullanılır hale gelmiştir. Günümüzde artık “savaş”, politikanın başka araçlarla devamı değildir. “Terörizm” kriminal bir olay olmaktan çıkmış, “terörizm” askerî bir karakter kazanarak politikanın başka araçlarla devamı hâline gelmiştir.
Böylesi bir savaş yönetiminin amacı hedef toplumda ikilik yaratmak, inanış ve moral değerlerine zarar vermek, toplumu bir arada tutan sosyal elemanların yüksek değerlerini yok etmeye çalışarak rakibin direnme arzusunu kırmaktır. Bu strateji rakibe hiçbir başarı ümidi bırakmayacak şekilde arta kalan moral değerleri ve hukuk inançları ne varsa hepsini yok etmeyi hedef almıştır.
Bu gelişmeler olurken 21’inci yüzyılda yoğun bilgi akışı altında yaratıcı yeteneği kaybolan kültürel çoğulculuk çatışmasında tek tek bireyler, özellikle aydınlar, entelektüel bir boyut oluşturamamışlar ve bundan da bir kimlik krizi ortaya çıkmıştır.
Küreselleşmenin baskısı altında hızlanan toplumsal süreç, geleneksel toplumsal yapıya aşırı bir yük getirmiş, politikanın çözüm bulamadığı klasik nasyonal devletlerde bu durumdan popülistler istifade etmişlerdir. Kültürel ve ekonomik küreselleşme ne kadar fazla ise klasik devletteki popülistlerin yükselişi ve parçalanma da o kadar fazla olmuştur. Bu durumdan en çok ekonomik ve kültürel zafiyeti olan ve siyasi istikrarı olmayan toplumlar daha fazla etkilenmişlerdir.
Küreselleşme yoluyla devletsel ve bölgesel yapıların parçalanmasına yol açan böylesi çatışmalardan Ortadoğu ve Afrika’daki klasik ham madde sunucusu olan ülkeler ilk olarak etkilenmişlerdir. Dünya pazarlarına ve kaynaklarına engellenmeden giriş, üçüncü dünyanın fakir ve ekonomik olarak henüz gelişmemiş devletlerinde, devletin içyapısını felaket derecesinde etkileyen istikrarsızlıktan devlet sisteminin parçalanmasına, kültürel ve millî kimliğin yok olmasına varan yeni çatışmalara yol açmıştır.
Küreselleşmenin kazananları olarak endüstri devletleri sayılırken, düşen hammadde fiyatları ve iç ekonomik varlık olarak parçalanma süreci yoluyla üçüncü dünya devletleri kaybetmişlerdir. Küreselleşme yoluyla gelişmiş ülkeler ve uluslararası firma ve finans grupları sürekli zengin olurken ve dünyanın geri kalanlarına kendi şartlarını dikte ettirirken, kaybeden ülkeler ve gruplar bu meydan okuma ile karşı karşıya kalmışlardır.
Küreselleşmenin galibi ülkelere yapılan varlık satışları, kaynak aktarımları, ülke içinde üretimden uzaklaşma, üretim ve yönetim yeteneğinin kaybedilmesi, eğitimin yetersizliği, tüketime alışma, beyin göçü gibi nedenlerle bu kaybeden ülkeler bu meydan okumada savunmasız kalmışlardır.
Bunun dışında küreselleşmenin kaybeden ülkeleri bir kurtuluş çaresi olarak kendi kimliklerini, kültür ve sosyal adaletlerini korumayı ve savunmayı ‘’akılcı bir şekilde birleşip yönetme’’ yerine bölgeselleşmede, hizipleşmede, mezhepleşmede, etnisitede, ayrılıkçılıkta ve birbirlerini ötekileştirmede görmüşlerdir. Küreselleşme arttıkça etnik, mezhepçi, ayrılıkçı, ötekileştirici ve radikal akımlar gelişmişlerdir.
Bir devletin gelecekteki kaderini bizzat kendisinin tayin edememesinin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan böylesi kanlı kapsamlı çatışmalar net bir şekilde beliren şu dört faktör tarafından tayin edilmiştir: Yeteneksiz hükümetler; devleti, milleti ve toplumu bir arada tutan ortak değerlerin güç kaybı; ekonomik yetersizlik ve postmodern çağda genel rekabete katılımda ait olunan kültür alanının yetersizliği.
Bu gelişmeler nedeniyledir ki bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar bölgede siyasi iktidarlar parçalanarak devlet kapasitesi çökertilmiş, paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuştur. Bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta etnik ayrılıkçı guruplar aşiretlerden de güç alarak bir kabile devletini, El Kaide, El Nusra, İŞİD gibi radikal dinci terör çeteleri ise ayrı bir din devletini inşa etmeye çalışmışlardır.
Ülkede son günlerde ABD ile yaşanan rahip ve Dolar krizi anlık ve nesnel bir kriz değildir. Bu kriz yukarıda anlattığım tarihsel süreç içinde son kırk yıldır dünyada, bölgede ve ülkede yaşanan gelişmelerin bir sonucudur.
Olan olmuştur. Ancak bundan sonra yazımda bahsi geçen ülkelerin (Afganistan, Irak, Libya ve Suriye) akıbetine uğramamak için (ki hiç de abartılı bir öngörü değildir); ülke içinde sosyal ve siyasi istikrar, toplumsal uzlaşma ile ekonomik temelin sağlamlığı, ülkede psikolojik, kültürel, hukuk, etik, adalet, üretim ve demokratik değerlerin yaşatılması ve ortak değerlerinin öne çıkarılması, birleştirici ve kucaklayıcı söylemler ve bu yöndeki uygulamalar, tepkisel değil de akılcı politikalar ile komşular ve büyük devletlerle olan iyi ilişkiler hayati önem kazanmaktadır.
Zaman; tepkiyle, kinle, nefretle, intikam duygularıyla hareket etme zamanı değildir. Zaman aklıselimle düşünme ve hareket etme zamanıdır. Çünkü bu kriz bir rahibin ve Doların yükselmesinden çok daha öte derin anlamı ve stratejik kırılmalara ve kaymalara yol açabilecek niteliği olan bir krizdir.
Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur…
Osman AYDOĞAN
Yaşadığımız Dünya – II
13 Ağustos 2018
Dün yazdığım ‘’Yaşadığımız Dünya - I’’ başlıklı yazıma kaldığım yerden devam ediyorum… Bu notlarımın yaklaşık kırk yıl önce alındığını tekrar hatırlatmak istiyorum...
***
Bütün bunları öylesine hızlı anlatmıştı ki Şehriyar, ben not almakta bayağı zorlanmıştım… Anlatımını da bölmemek için bir ara vermesini de istememiştim... Sonunda yorulmuş olacak ki Şehriyar bu noktada duraklamıştı… Ocaktaki ateş de sönmek üzereydi... Usulca kalkmıştı yerinden… Ocağa birkaç odun atmıştı… Sonra ocak başında oturmuştu bir süre… Ocakta parlayan ateş gecenin karanlığında alev alev Şehriyar’ın yüzünü yalamıştı… Sanırım benim not almamı tamamlamamı bekliyordu… Sonra kalkıp yanıma gelmiş ve ‘’hazır mısın?’’ der gibi gözlerime bakmıştı… Yavaş yavaş tan yeri ağarmakta, taa uzaklarda Hindikuş dağları belli belirsiz seçilir hale gelmekteydi…
''Bütün bu olumsuzlukların üstüne bir de ülkem Afganistan’ın insanı kendi kültürüyle, kendi kişiliğiyle, kendi özellikleriyle hasta… Kendi kültürü ülkemi ve insanını hasta ediyor, felç ediyor, ayaklarına pranga oluyor. Şimdiye kadar sana ülkemin içinde bulunduğu 'cendere’yi anlattım... Şimdi de sana ülkem Afganistan’ın, Afgan insanının içinde bulunduğu 'cehennem’i anlatmak istiyorum... ’’
‘’Ahh Afganistan ahhh…’’ diye önce derin bir iç çekti Şehriyar... Uzun bir duraklamadan sonra sakin sakin ancak hüzünlü bir ses tonuyla anlatmaya devam etmişti ülkesi Afganistan'ı Şehriyar:
‘’Bir söz vardır; ‘yakınmanın bitmediği yerde hayat bir zebani topuzu, yakınmanın bittiği yerde ise hayat bir gül bahçesidir’ diye... Ne yazık ki ’yakınmak’ ülkeme ve bölgeme özgü bir alışkanlıktır. Ülkemin hâkim kültürü yakınmaktır, hüzündür, feryattır, figandır. Ülkemde insanlara müzik diye genellikle hüzün şırınga edilir. İnsanlarımızın sevinçlerini alenen dışa vurmaları ayıptır ama kederleri ve yasları, feryatları ve figanları aşikârdır.
Ne yazık ki ülkemde bilgi, eğitim, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk ve adalet gibi toplum bilincine yerleşmiş açık kavramlar ile yerleşik kurumlar, kurallar, kaideler ve teamüller yeterince gelişmemiş; bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve estetik de rakipleriyle rekabet edebilecek seviyeye ulaşmamıştır.
Ülkemde ‘kin’, ’nefret’ ve 'intikam' sıkça rastlanılan kavramlardır. Akılları erer ermez çocuklarımızın beyinlerine ve zihinlerine; doğruluk, dürüstlük, sevgi ve yaşama sevinci değil de cahim, cehennem, cihat, Azrail, zebani, azâp, şeytan, günah, kâfir ve cin gibi kavramlar şırınga edilir.
Toplumumuzda tartışma ve sorgulama kültürü oluşmamıştır, bunun yerine ezber, itaat ve biat kültürü hâkimdir. Bu bölgede ‘uzlaşma kültürü’ yoktur, onun yerine ülkemde ve bölgede ‘çatışma kültürü’ hâkimdir. İnsanlarımız kendileriyle kavgalıdır, insanlarımız çevreleriyle kavgalıdır.
Bu coğrafyada politika; ilkelerin ve ülkülerin değil, çoğunlukla çıkarların ve güçlerin mücadele aracıdır.
Bu topraklar kargaşa içindedir; bu bölgelerde trafik kargaşası, inşaat kargaşası, insan kargaşası vardır. Bölgenin okulları, kütüphaneleri, tarlaları boştur ancak her daim kahvehaneleri, caddeleri ve hapishaneleri sadece erkeklerle doludur.
Buralarda zekâ yerine şark kurnazlığı, dürüstlük ve liyakat yerine sadakat, görev yerine itaat, hak yerine güç vardır.
Eğitim, disiplin ve ahlak adına insanlarımızın yaşama sevinci budanır, ciddiyet adına insanlarımızın suratları asılır, kadınları; gelenek adına aşağılanır, cinsel obje olarak görülür, baskı altına alınır, tekmelenir, yetmedi katledilir. Afganistan’da 'yaşam' değil, 'ölüm' yüceltilir... İnsanlarımızdaki sevgi; Hak'ka, hakka, hukuka, doğruya değil güce biat eder, güce karşı bir sevgi yönelimi vardır. Bu bölgelerde güçlü olan her zaman için ve her yerde haklıdır.
Ülkemde siyasi iktidarların yetersizlikleri, yeteneksizliklerin ve kötü yönetimlerinin sonuçları hep dış mihraklara ve komplo teorilerine bağlanır... İktidarların kötü yönetimlerinin nedeni hep iç ve dış düşmanlara bağlanır, düşman yoksa da yaratılır. Liderin bekâsı ile ülkenin bekâsı özdeşleştirilir. Bu coğrafyada ‘devlet organizasyonu’ halk için değil, halk ‘devlet organizasyonu’ için vardır. Bu bölgelerde liderler hep ulviyet iddiasını güderler...''
Yine duraklamıştı Şehriyar... Yine dalıp girmişti uzaklara... Yine derin derin nefes almıştı... Sonra yine hüzünle devam etmişti Şehriyar:
''Ne yazık insanımız zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi, israfı cömertlik sayar, yıkıntılar içindeyken bile öğünür. Ülkemin devlet adamları bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklittir. Halkımız yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar… Toplum bilgileriyle ve bilginleriyle yıllardır dilsizdir. Bölge halkı parçalara bölünmüştür ancak her parçası da kendini bir ulus sanır.
Bölge insanları; ölümü yüceltip yaşamı, imanı yüceltip aklı, liderlerini yüceltip sistemi, duyguları yüceltip mantığı aşağılarlar… Sözü yüksek olanı değil, sesi yüksek olanı iyi lider sanırlar… Kendi hayatında hiçbir başarısı yokken, sürekli atalarıyla övünürler. Sıkılmış bir yumruğun, açık bir elden daha güçlü olduğuna inanırlar.''
Sigara içmezdi ama ağzında sigara varmış da dumanını ciğerlerine çekiyormuş gibi derin bir nefes almıştı Şehriyar... Uzun bir süre konuşmamıştı... Dalgın dalgın uzaklara bakmıştı... Yüzünde ocakta yanan odun alevlerinin yansımaları dalgalanıyordu. Sonra sakin sakin devam etmişti konuşmasına Şehriyar:
''Devlet bir türlü ‘ulus devlet’ olamadı. Ulus devlet olabilmek için de öncelikle laik bir devlet yapısı mutlaka gerekliydi. Bunu da yöneticilerimiz anlamadılar. Laik bir devlet yapısı olmadığı için de toplum mezheplere, cemaatlere, gruplara bölündü, birbirileriyle hep didiştiler, hep kavga ettiler, hep savaştılar.
Ülkemdeki erken demokrasi girişimleri de demokrasiyi kuracak ve yaşatacak olan sermaye ve işçi sınıfları gelişmemiş olduğu için, toprak ağalığını temsil eden ve feodal değerleri istismar eden partiler tarafından yozlaştırılarak durduruldu. Bu partiler de din/tarım toplumunun kalıntılarını din adına istismar ederek, ‘çoğunluk diktatörlüğünü’; ‘demokrasi’ ve ‘milli irade’ diye halka yutturdular.’’
Yine anlatımına bu noktada ara vermişti Şehriyar.. Uzun uzun uzaklara baktıktan sonra da devam etmişti anlatmaya:
‘’İslam, Emeviler döneminde saltanat, saray, taht, gösteriş, şaşaa, israf, iktidar ve zenginlikle sarmaş dolaş oldu. O yüzden Muaviye, ‘Arap Kisrâsı’ addedilirdi. (Kisrâ, Arapların İran-Sâsânî krallarına atfen işlerliğe soktukları bir tabirdi. Kisrâ; Sâsânî krallarından Hüsrev'in Süryânîce aldığı Kesrâ –Kâsrâ- şekliden Arapçalaşarak 'Sâsânî hükümdarı' anlamına gelmişti. Kisrâ; Bizans imparatorları için kullanılan ‘Kayzer’in –Sezar- karşılığı idi...) İşte bu ‘saray İslam’ı’ ülkemde de Müslüman kisrâlar üretti... Günümüzde de işte ülkem Afganistan'ın liderleri kisrâlar gibi yaşıyorlar… İçi boş, kof, kaba, görgüsüz, kültürsüz, sanatsız, derinliksiz ama şaşalı, gösterişli, kibirli kisrâlar... Evrensel kuraldır işte; saraylar içinde yaşayanlarla beraber çürürler… Ancak çürüyenler de sadece saraylar ve içinde yaşayanlar olmuyor, onların temsil ettiğini iddia ettikleri din de ideoloji de çürüyor… Bunu ülkemin kisrâları bir türlü göremiyorlar...
Ülkem Afganistan’da yıllarca din ve dini duygular siyasi ve kişisel amaç ve çıkarlar için kullanıldı, din adına insanlarımız körleştirildi, ilkelleştirildi, geri bıraktırıldı, sömürüldü, aldatıldı ve insanlarımız gerçek dinden uzaklaştırıldı. Ülkemde Allah’tan utanmayanlar, putlarına tesettür uygulayıp dini siyaset piyasasında pazarladılar… Ülkemde din adına, dindar nesil yetiştirme adına bilime sırtlarını döndüler, Bütün okulları inanç eğitiminin yapıldığı medreselere dönüştürdüler… Din adına nikâh yapıyoruz diyerek 11 yaşındaki kız çocuklarının ırzına geçtiler… Hakkı, hukuku, adaleti ilahi otoriteye bağladılar… Ve sonuç olarak da işte bu gördüğün burkalar ve işgal askerleri (O esnada Afganistan’da devriye gezen işgal Rus askerlerini kastediyordu) ortaya çıktı. Ne zaman ki ülkemde ahlakın temeli dine dayandırıldı, ne zaman ki adalet ilahi otoriteye bağımlı hale getirildi işte o zaman ülkemde en ahlaksız, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip yaygınlaştırmanın yolu açıldı.
Ülkemin yöneticileri Rahimi, Hüdayı, Settarı, Rezzakı hep dilde sakız, ancak gönülde nakıs ettiler…
Ülkemin dini otoriteleri yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden geldiler. İnsanlarımıza İslam’ın şartları diye; Kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı, İmanın şartları diye de Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, Ahiret gününe ve kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı öğretip ancak bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmediler… İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmadılar…
Yine bu dini otoriteler İslam'ın ahlak boyutunu unutup, onun yerine haramı, kul hakkı yemeyi, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmayı, hırsızlığı, yolsuzluğu, kumpası, fitneyi, riyayı, yalanı, dolanı, namussuzluğu, sabilere tecavüzü, lüksü, israfı, sefahati, kini, kibiri ve nefreti sanki İslam’da günah değilmiş gibi, hatta hatta İslam’ın gerekleriymiş gibi algılattılar…
Afganistan’daki eğitim sisteminde müfredata astronomi ve biyoloji gibi fen bilimleri ile antropoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimler konularak bilimsel gelişmeler takip edilmedi. Dini otoriterler tarafından insanlarımızın inandıkları yerleşik atalar dini sorgulanıp yerine Allah’ın dini ikame edilmedi, bu dini otoriterler İslam’ı vahiy merkezli, hikmet boyutuyla anlamaya çalışmadılar, anladıklarını da çağımızın ihtiyaçlarına, çağımız insanının idrakine göre anlatmadılar.
Bu dini otoriterler, İslam’ı iman ve ibadet edilerek yaşanan bir ahiret dini olarak anladılar, İslam’ı önce zihinde sonra da dünyada yaşanan bir ahlak dini haline getirmediler, getiremediler.
Bu dini otoriterler, sosyal barış, sosyal adalet, çevre sorunları, açlık sorunları, özgürlükler, kadın hakları, ötekinin hakları gibi sorunlara İslam’ın çözüm önerilerini üretip de anlatmadılar, her türlü ayrımcılığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürüye karşı Hakk’ın sesi olup, güçlüden ve ezenden değil haklıdan ve ezilenden yana olmadılar.
Müslümanlarımız domuz eti yemediler ama çok rahatça kul hakkı yediler, haram yediler, Peygamberlerini değil şeyhlerini, şıhlarını, hocalarını dinlediler…
Yöneticilerimiz ve din adamlarımız; kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarını, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi, bir dirhem ümidi çok gördüler… Dini otoriterler de; dini sadece melankoli, sadece menkıbe, sadece gözyaşı, sadece ötekileştirme ve sadece öfke olarak anlayarak ve de anlatarak dini sığlaştırdılar. Kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin gelişmesine engel oldular... Manevi evreni koskoca bir morga benzeterek İslam dinini sadece melankoli ve gözyaşı olarak takdim ettiler.
Ülkemin yöneticileri; toplumumuzu kadınsız, eğitimlerini bilimsiz, zihinlerini ve düşüncelerini tutuklu, hukuklarını bağımlı, basınlarını yandaş ve âlimlerini dalkavuk haline getirdiler. Dünya hayatını sekülerleştirieceklerine, din hayatını sekülerleştirip onu magazine dönüştürdüler…
Bundan dolayıdır ki işte söylediğim gibi sadece ülkemde değil tüm bu bölgede en ahlaksız, en adaletsiz, en kepaze şeyler vukuatı adiyeden sayılır oldu... Sonunda da işte bu gördüğün bu ahlaksız ve dengesiz toplum ortaya çıktı...
Terör ya da din gibi araçları siyasette kullanan iktidarlar, sonunda bu her iki aracın da denetimini ellerinden kaçırıp onlara teslim olurlar. Tarih, bu sürecin sayısız örneğiyle ve bu nedenle yaşanmış pek çok kanlı felaketle doludur. Şimdi Birleşik Devletler (ABD) ülkemdeki bu Rus işgaline karşı Taliban'ı destekliyor, Sovyetler Birliğine karşı 'Yeşil Kuşak' diye bölgedeki siyasal İslam'ı öne çıkarıyor, destekliyor, onlarla 'Stratejik Ortaklık' yapıyor ama bu Taliban da bu siyasal İslam da gelecekte Amerika’nın başına bela olacak gibi gözüküyor... Ülkemde de zaten şimdiden böyle oldu; siyasi iktidar dini ve dini cemaatleri kullanayım derken denetimi elinden kaçırıp çoktaaan dini cemaatlere teslim oldu, onların esiri oldu…
Zaten İmam Gazali’nin ‘aklın imanın önüne geçemeyeceği’ fetvasından sonra İslam dünyası bir daha iflah olmadı. Gazali’den sonra İslam dünyası aklı ve bilimi rehber edinmedi, bilimin eğitimini değil, inancın eğitimini yaptı İslam dünyası. İslam dünyası ne İbn-i Rüştü anladı ne İbni Sina’yı, ne İbni Haldun’u, ne Ahmet Yesevi’yi, ne Mevlânâ’yı, ne Şems-i Tebrizi’yi, ne Hacı Bektaşi Veli’yi, ne de Muhyiddin İbn-i Arabî’yi. Senin milletin (Osmanlı’yı kastediyordu) de ne Abbasi aydınlanmasını takip edebildi ne de Avrupa aydınlanmasını yakalayabildi… Senin ülken İbn-i Rüştü’n yeryüzüne bin yılda bir gelen manevi öğrencisi Mustafa Kemal Atatürk’ü bile anlamadı, o büyük adamın kıymetini dahi bilmedi, bilemedi…’’
Yine duraklamıştı Şehriyar... Sonra tiz bir sesle, sanki sonucu bildirircesine sert bir ses tonuyla gözlerini gözlerime dikerek anlatmaya başlamıştı Şehriyar:
''İşte bir yandan uluslararası kapitalist ve emperyalist sistemin dayatması olan ‘cendere’; diğer yandan da ülkemin kendisini hasta eden kültürü, ‘cehennem’i... Birisi örs birisi çekiç... Taşları sürekli dönen değirmenin bu iki taşı arasında kalmış gibidir ülkemin insanı... Ve bu taşlar arasında, bu örs ve çekiç arasında kalan ülkemin zavallı insanı... İşte senin baştaki sorunun cevabı ve anlattıklarımın özeti bu!''
Bu sözlerinden sonra yavaş bir sesle sanki fısıldayarak bilgece ve bir kâhin edasıyla şunları söylemişti Şehriyar;
‘’Bu ülkede; bu düzen böylece gittiği sürece, bu kabile sistemi bu feodal yapı sürdüğü sürece; bu toplum bir millet, bir ulus olmadığı, uluslaşmadığı sürece; bu kültür böylece sürgit yaşadığı sürece; ülkede topluca bir bilim, bir aydınlanma seferberliği yapmadan okullardaki bu medrese eğitimi sürdüğü sürece; bu yönetim bu kutsal dini ticarileştirip bir araç olarak kullandığı sürece bu yollarda gördüğümüz işgalci Rus askeri gider yarın onların yerine Amerikan askeri gelir…’’
(Bu notları yazdığım tarihe bakıyorum… Sonra da Afganistan’ın Amerikan işgaline uğradığı tarihe bakıyorum... Şehriyar bana bu sözleri Amerikan işgalinden tam tamına 20 yıl önce söylemişti…)
Bu vakitler rüzgâr Hindikuş dağlarına yağan erken karın soğuğunu getirirdi… Bu nedenle dışarıda serin mi serin bir rüzgâr esmekteydi... Şehriyar konuşmasını bitirip ayağa kalktığında gün karşı tepeden doğmak üzreydi… Günün ilk ışıkları kapının eşiklerinden içeri girdiğinde sanki bir gölgeyi kovmak üzreydi…
Şehriyar'ın anlattığı karanlık da sanki beni boğmak üzreydi…
Osman AYDOĞAN
Yaşadığımız Dünya - I
12 Ağustos 2018
10 Ağustos 2018 günü ''İçe Dönüş'' başlığı ile Şehriyar'ın anlattıklarından aldığım notları buraya aktarırken Şehriyar'dan aldığım başka notları da buldum.. Bu Pazar sizlere bu notları da aktarmak istedim...
Daha önce de anlattığım gibi o zamanlar Şehriyar’ın tek kişilik sınıfının o tek öğrencisiydim. Sanmayın ki kapalı bir mekânda, bir dershanede alırdım bu dersleri… Şehriyar’la beraber hep arazideydik… Nadiren geceleri bir barakada olurduk… Bazen o anlatırken, bazen da onun anlatışından sonra notlarımı alırdım… İyi ki o zaman (neredeyse kırk yıl öncesidir) bu notlarımı almışım diye düşünüyorum. İşte bu yaz aylarında o zamanki notlarımı tekrar tekrar okuyorum… Tekrar tekrar anlamaya çalışıyorum…O zaman aldığım bu notları tekrar okuduğumda Sehriyar'ın kırk yıl öncesinden sanki günümüzü anlatırca tesbitlerde bulunduğuna şaşıp kalıyorum...
Düzensiz olarak aldığım notlar olduğu gibi duruyor. Bu notları bir türlü temize çekip, derleyip, birleştiremedim… Tembellik işte!
Yine Şehriyar’ın anlattıklarından aldığım notların bir kısmını aşağıda olduğu gibi aktarıyorum. Kimi cümlelerde onun sözlerinden anladıklarım var, kimi cümlelerde tamamen onun kendi sözleri.
Aşağıda verdiğim notlarımın tarihine bakıyorum… Mevsim sonbaharmış… Ancak kış yine erken gelmiş, Hindikuş dağlarının zirvesine kar çoktaaan yağmış, dağların zirveleri beyaz bir örtüyle taçlanmış… Celâlâbâd’da vadideki ağaçların yaprakları sararmış solmuş, havalar iyice soğumuş, geceleri artık ocakta ateş yakar olmuşuz.
Hep insan ve doğa ilişkisini anlatan Şehriyar bu sefer sorum üzerine çok farklı bir konuyu anlatmıştı…
Şehriyar, anadili dışında Fransızca, İngilizce, Arapça ve Farsça bilirdi… Altmışlı yıllarda Paris Üniversitesinde Raymond Aron’dan ders almıştı… Fransa’da geçen akademik hayatından pek bahsetmezdi. Bu sefer ben sormuştum ona… ‘’Dünyayı, bölgesini, ülkesini ve insanlarını nasıl gördüğünü’’ anlatmasını istemiştim… Öyle ya, gün görmüştü, dünyayı görmüştü hem bölge insanıydı, bölgeyi çok iyi biliyor hem yıllarca Avrupa’da kalmıştı hem de okuyan bir insandı, kitaplığı neredeyse bir kütüphane gibiydi, İngilizce, Fransızca, Farsça bir yığın kitabı vardı… Dolayısıyla onun görüş ve düşünceleri benim için önemliydi…
Önce uzun uzun düşünmüştü Şehriyar… Bana söyleyeceklerini zihninde toparlar gibiydi… Sonra sakin sakin anlatmaya başlamıştı:
‘’Öncelikle şunu belirteyim ki çağımızın yaşam standartlarını, yaşamsal paradigmaları genel boyutlarıyla; felsefe, sanat, bilim gelenekleri ve teknolojisiyle saptayan Avrupa uygarlığıdır. Batı kapitalizmi kurulmuş çarklarıyla en fakir ve geri ülkeleri yani Müslümanları, Asyalıları ve Afrikalıları kendi sistemini ayakta tutmak için hâlâ sömürmeye çalışıyor. Avrupa ve Amerika’da bu sömürü düzenine karşı çıkacak bir ideoloji Avrupa ve Amerika’nın tarihsel gelişimine aykırıdır. Onun için, bu sömürü düzenine karşı çıkacak yeni bir uygarlık yaratılmadığı takdirde korkarım ki dünyamız 21. yüzyılın başında yeni bir paylaşım savaşının eşiğine gelebilir.
Yaşadığımız vahşi kapitalizmin sonucu olarak da dünyamızda artık özgürlüklerin giderek daraldığı, eleştirinin yer bulmadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın totalitarizminin artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel hoşgörüsüzlüğün yükselişe geçtiği karanlık bir çağa doğru son sürat gidiyoruz.
20. yüzyılda iki yüz milyon insan öldüren ‘Batı uygarlığı’ uygarlık adını hak etmiyor. Bu uygarlık kendi içinde uygar ancak kendi dışında barbardır. Bugünkü ‘Batı uygarlığı’ çelişik öğretiler yumağıdır fakat ne yazık ki ona ‘çağdaş uygarlık’ diyoruz.
Bilim ve teknolojiye ‘evet’, fakat Batı kültürü megalomanisine ‘hayır’ demek gerekir diye düşünüyorum. Uzun süreli bir dünya egemenliğiyle gerçeğin tekelini elinde tuttuklarını sanan Batılılar kapitalizmin getirdiği maddi güçlerini sürdürmek için geleneksel insani değerlerden kopmuşlardır. Ancak ne yazık ki biz dâhil bütün dünya da onları taklit ediyor.
Uygarlık tarihi dediğimiz koca insanlık tarihi baş döndürücü bir düşüştür aslında. Asıl hayvan; kötülük ve hasetten çatlayan, nazik ve riyakâr medeni insandır. Asıl orman; adaletsizlik ve şiddet, eşitsizlik ve sefalet dolu toplumsal dünya ile polis gücü ve ordularıyla devletlerdir. Toplumsal insan boğazına kadar kin, nefret, kıskançlık ve hınca batmıştır. Kin, güvensizlik ve nefretin kaynağı ilkel vahşilik değildir. Bu duygular, dünyanın yapay bahçesine hapsolmuş olan bizlere aşılanmış ve o zamandan beri hiç durmadan tomurcuk vermeye, yeşermeye ve tabiatımızdaki merhametli yüreklerimizi boğmaya devam etmektedir.''
Birden duraklamıştı Şehriyar... Dalgın dalgın uzaklara bakmış sonra da kaldığı yerden yavaş yavaş devam etmişti...
''Biz burada dünyanın fırtınalı bir bölgesine ait olmanın ve zorlu geçen bir tarihsel sürecin mutluluğunu ve talihsizliğini yaşıyoruz. Sınıflı toplumun çelişkileri burada zengin ülkelerdekilerden çok daha kıyıcı oldu. Medyada pek sık kullanılan ‘kitlesel sefalet’in buradaki adı; dünya nüfusunun yüzde altısının bütün dünyanın ürettiği zenginliğin yarısını dokunulmazlıkla tüketmesi için yoksul ülkelerin ödediği bedeldir. Çok azın refahı ve pek çoğun talihsizliği arasında açılan uçurum ve uzaklık yaşadığımız coğrafyada çok daha fazla, uzaklığı korumak için gereken yöntemler ise çok daha vahşiydi buralarda. Bu bölgede temel ihtiyaçlar dışında lüks içinde yaşamak insanın komşusunu sömürmesi anlamına geliyor. Sağır ve dilsiz bir kültürün ortasında kendimizi duyurabilir miydik? Bizimkiler sessizlik cumhuriyetleri idi…
Azınlığın israfı için çoğunluğun sefaleti gerekliydi. Azıcık kişi daha çok tüketmeyi sürdürsün diye çoğunluğun daha az tüketmesi gerekiyor. Ve kimse çizginin dışına çıkmasın diye sistem savaş silahlarını kat kat artırıyor. Sistem, yoksulluğa karşı mücadele etme yeteneğinden yoksun yoksullara karşı savaşıyor, bu arada egemen kültür, militarize kültür, iktidarların uyguladığı şiddete hayır duaları ediyor.
Eğer bu bölgede yeryüzü nimetlerinin sefası azıcığa ayrılmışsa çoğunluğun fanteziler üretmekle yetinmesi de zorunlu hale geliyor. Bu bölgede yoksullara zenginlik illüzyonu satılıyor, ezilenlere özgürlük illüzyonları, yenilenlere zafer düşleri ve güçsüzlere iktidar düşleri.’’
Şehriyar yine duraklamıştı burada... Yine derin nefes almış, o simsiyah gözlerini gözlerime dikerek, üzerine basa basa, tane tane söylemine devam etmişti:
‘’Her dakika pek çok çocuğun, gencin, insanın öldüğü bu topraklarda yürürlükteki sistemin kalıcı olması için birbirimize bizi ezenlerin gözleriyle bakmamız gerekiyor. Halk bu düzeni doğal ve bu yüzden de sonsuz olarak kabul etmesi için evcilleştiriliyor, sistem; vatanla, vatanseverlikle özdeşleştiriliyor, rejimin düşmanı vatan haini ya da dış mihrak olarak ilan ediliyor. Sistemin kanunu olan orman kanunu kutsallaştırılıyor bu topraklarda. İsraf, şatafat, teşhircilik ve vicdansızlık iç bulantısına, kusmaya yol açmıyor bilakis hayranlık uyandırıyor. Bu topraklarda artık ruh da dâhil olmak üzere her şey alınabiliyor, satılabiliyor, kiralanabiliyor ve tüketilebiliniyor. Bu toplumda bir sigaraya, bir otomobile, bir gazlı içeceğe, bir saate veya bir giysiye büyülü özellikler atfediliyor, bunlar insanlara kişilik kazandırıyor, hayatta zafere ulaştırıyor, mutluluk ve başarı getiriyorlar. Televizyon dizileri bir özenti kargaşasında, ülkenin politik gerçekleri ve toplumsal sorunların dışında geçiyor ve şiddeti ve nefreti olağanlaştırıyorlar.
Bu topraklarda ‘özgürlük’ politik mahkûmların yattığı bir cezaevidir. Burada bölgedeki pek çok terör rejimine ‘demokrasi’ deniliyor, ‘aşk’ sözcüğü insanla otomobili arasındaki ilişkiyi tanımlıyor, ‘devrim’den ise yeni bir deterjanın mutfakta yapabilecekleri anlaşılıyor, ‘zevk’ belirli bir marka şampuanın ürettiği bir şeydir, ‘mutluluk’ ise gazlı bir içeceğin verdiği bir duygudur. ’Huzur ülkesi’ bu bölgede genellikle ‘sessiz mezarlık’ anlamına geliyor. ‘Sağlıklı İnsan’ denilince de genellikle ’aciz insan’ anlaşılıyor...
Bu şekilde kimlikleri sürekli kültür işgalleriyle yıkılmış bölge halkları için sistem; bilinçleri manipüle eden, gerçekliği gizleyen, yaratıcı hayal gücünü ezen bir ‘kitle kültürü’ yarattı… ‘Kitleler için kültür’ demek gerekir aslında...
Bölgede kültürel yabancılaşmanın çoklu yöntemleri, uyuşturma ve iğdiş makineleri her gün daha büyük bir önem kazandı. Bilinçlerin sterilizasyonuna ilişkin formüller, doğum kontrol yöntemlerinden çok daha başarılı bir şekilde öğretildi. Gençlere politik katılım şansı vermeyerek eğlence ve israf toplumunun yan ürünü olarak dışarıdan ithal edilen ve parazit sınıfların yapay uzlaşmazlıklarından kaynaklanan ama bütün sosyal sınıflara önerilen sözde bir ‘protest kültür’ için en güvenilir zemin sunuldu.
Bu şekilde kim olduğu ve nereden geldiği unutturulan bir toplumu nasıl bir değişim süreci harekete geçirebilirdi ki?
Böylesi bir toplumda hayatta kalabilmek için sağır ve dilsiz olmak gerekirdi. Kendi ülkende sürgün olup da kendi içine sürgün edilmek, dışarıdaki herhangi bir sürgünden her zaman daha zor, daha faydasız ve daha acımasızdır.’’
Bu noktada da duraklamıştı Şehriyar… Şehriyar’ın durakladığı zamanlarda da benim gözlemlerime dair notlar da var:
Hindikuş dağlarından gelip yığılan bulutlar iyice kümelenmiş, bir aslan gibi kükremiş, gürlemişti gökyüzü... Bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlamıştı dışarıda. Şimşekler ve yıldırımlar gecenin en koyu anını bir anda gümüşten bir güneşin aydınlığına kavuşturduğunda Hindukuş Dağları karanlıklar içinden gümüşten bir tablo gibi parlamıştı. Şimşek yansımaları Şehriyar’ın yüzüne vurduğunda mermerden bir heykel gibi görünürdü Şehriyar.
Ve bu kısa duraklamadan sonra devam etmişti anlatmaya Şehriyar:
‘’Ender istisnalar dışında kitle iletişim araçları en iyilerin, yani en güçlülerin yasal zaferinin sonucu olarak dünyanın eşitliksiz örgütlenmesini haklı göstermeye adanmış sömürgeci ve yabancılaştırıcı bir kültürü yayıyorlar. Geçmiş çarpıtılıyor ve gerçeklik konusunda ise yalan söyleniyor. Komünizme alternatif olarak tüketimi getiren, suçu; bir kahramanlık, vicdansızlığı; erdem, egoizmi; doğal gereksinim olarak yücelten bir yaşam biçimi öneriyor. Paylaşmak değil yarışmak öğretiliyor. Tanımlanan ve dayatılan dünyada insanlar otomobillerine aitler, kültür bir hap gibi tüketilir ama yaratılmaz. Gerçek ihtiyaçları gizlemek için yapay ihtiyaçlar yaratıyor. Televizyon kötü de kitaplar iyi mi? Acaba bize kendimizi küçük görmeyi ve tarihi yaratmak yerine tarihi kabul etmeyi öğreten kitaplar hiç de masum değil!
Bölgede egemen kültür diye bir kültür endüstrisi yaratılarak toplum; ekonomik, politik, toplumsal, kültürel ve ahlâkî bakımdan medya-eğlence-show endüstrisinin güdümüne sokuluyor. Yaratıcı hayal gücünün neredeyse tamamen yokluğu egemen kültürün temel niteliklerinden birini oluşturuyor. Bu kültürü üreten sınıf kopyacı, vekil bir burjuvazi, söylemleri demagojiden öteye gitmiyor. Eğer burada ulusal yemek kara fasulye, üzerinde 'beans' sözcüğü basılı paketlerde Birleşik Devletler (ABD)’den ithal ediliyorsa, insan Afganlı çocukların kendi tarihlerini bilmemesine şaşırabilir mi?
Günümüzün yeni politik gerçekliği örneğin Afganistan’da bir Afgan ile bir Türk, bir Tacik ile bir Peştun ya da bir Hazar arasında daha az derin olamayan köken, gelenek ve hatta dil gibi farklılıklarını gün ışığına çıkardı. Bizi gerçekleştiren şeylerden yola çıkan, bizi oluşturan sayısız ulusal kimliğe saygı temeline dayanan bir Asyalı her şeyden önce gerçekleştirmemiz gereken bir görevdir. İzin verildiğinde bizim en has, bağlantısız kültürlerimiz kendi aralarında gayet kolay ilişki kuruyorlar. Pek çok neden ve gizem bize sadece Asya’nın değil, bütün dünyanın ve bütün kültürlerin yüzyıllar boyunca karışmak ve olmak için randevulaştıkları büyük bir vatanın parçacıkları olduğumuzu hissettiriyor. Irkların, köklerin ve istatiksel farklılıkların çok ötesinde. Pakistan ya da Hindistan’ın kültürel hazinesi, Kazak ve Kırgızistan’ınkiyle ilintilidir çünkü güncel gerçekliğin sunduğu çatışmalar karşısında birbirlerine cevap anahtarı sunarlar.’’
Tekrar susmuştu Şehriyar… Dışarıda ise yağmur dinmişti… Yağmur sularının sesi hariç tam bir sessizlik hâkimdi dışarıda… Akan yağmur sularında ay ışığının gümüşü yansımaları vardı. Baharda buradan başlardı Hind muson yağmurları ama sonbaharda da Hindukuş dağlarından gelen rüzgârların etkisiyle muson yağmuruymuşçasına yağardı bu yağmurlar… Toprak rengi, kahverengi, bulanık bulanık akan bütün bu sular İndus Nehri’nin kollarını oluştururlardı.
Şehriyar’ın derin derin nefes aldığını hissetmiştim. Sonra üzgün bir sesle anlatmaya devam etmişti Şehriyar:
‘’Buradaki hayat lavabodaki pislik gibi, giderden akıp gidiyor işte. Burada hayatın bedeli artıkça artıyor, hayatın değeri ise düştükçe düşüyor. Bu bölgede bir köylünün bir inekten az, bir tavuktan daha çok değeri var. Ülkemde ekenin toprağı yok, toprağı olan ekmiyor. Kırlarımız boşalıyor. Şehirlerimiz ise beton yığınlarına boğulup ülkeler kadar büyük cehennem oluyorlar. Sosyal adaletsizlik ve yaşamı hor görme ekonomik büyümeyle birlikte artıyor.
İnsanları tüketen tüketim toplumu, insanları tüketmeye zorlarken, bir taraftan da televizyon okumuşlara ve okuma yazması olmayanlara şiddet dersleri üleştiriyor. Gerçeklik televizyonu taklit ediyor, sokaktaki şiddet televizyondaki şiddetin başka araçlarla devamından başka bir şey değil ki!..
Vahşi kapitalizm uygarlığında, mülkiyet hakkı yaşama hakkından çok daha önemlidir, insanlar eşyalardan daha değersizdir, en çok malı olan değerlidir buralarda. Bu nedenle de insanlar 'değerli' olmaya değil, mallarını çoğaltıp 'önemli' olmaya çalışıyorlar. Eğer bir çocuk açsa ve bir fırından ekmek çalarsa adalet yakasına yapışır ve hapislerden hapis beğenir... Yok eğer adamın biri sokakta kıyafetini beğenmediği bir kadını katırlar gibi tekmelerse bu ülkedeki adil (!) adalet ona dokunmaz, toplum içinde elini kolunu sallayarak gezebilir...''
Yine bu noktada sustuğunda Şehriyar derin bir sessizlik olmuştu... Sanırım benim notlarımı almamı bekliyordu Şehriyar... Notlarımı alıp Şehriyar'ın gözlerine bakınca devam etmişti:
''Tavşanlar gibi üreyen alt ırklara karşı gaz odaları yerine artık açlık kullanılıyor. Bu arada nüfus düzenleniyor. Dünya savaşlarının yokluğunda açlık, nüfus patlamasıyla savaştı. Bu arada yeni bombalar açları gözetliyor. Bildiğimiz kadarıyla her insan yalnızca bir kez ölebilir ama stoklanan nükleer silahlar her bir insanın on iki kez ölmesine yol açacak miktarda.
Açlığı öldürmek yerine açları öldüren ölüm musibetinden mustarip bu dünya bütün insanlığa yiyecek olarak vermeye fazlasıyla yetecek kadar besin üretiyor. Ama bazıları açlıktan ölüyor, bazıları hazımsızlıktan. Ekmeğin gaspını garanti etmek için dünyada doktorlardan yirmi beş kat daha fazla asker var. 1980’den beri yoksul ülkeler askerî harcamalarını artırdı ve kamu sağlığı harcamalarını yarı yarıya düşürdü.
Demokrasinin iktidarsız olması için bazı ülkelerin sahipleri halkına korkudan başka yiyecek vermiyorlar: Kahvaltıda korku, öğle yemeğinde korku ve akşam yine korku. Hükümetler hükümetlik ediyor ama yönetemiyorlar. Gerçekçilik adına iktidarsız oldular ve bu felç durumunun bedelini ödeyerek ayakta kalıyorlar. Ancak bölgedeki diktatörler de hırçın ama beceriksiz, öfkeli ama bilinçsiz, yöntemleri de ezberden, yeniliksiz, kişiye bağlı, sistemsiz...
Bölgedeki sivil görünümlü askerî diktatörlük için mümkün ve gerekli kılınan iktisadi politika, senden çaldığını sana ödünç veren ve seni kendi ipinle boğan bir emperyalist sistemin hizmetinde aşağı yukarı aynen devam ediyor. Bu iktisadi politika ücretlileri cezalandırıyor ve spekülasyonları ödüllendiriyor, zenginliği yoğunlaştırıyor ve çalışanları karıncaya dönüşmeye zorluyor. Artık kimsenin çalışarak zengin olma çağına dair en ufak bir umudu bile yok. Artık korku var; işini kaybetme korkusu, iş bulamama korkusu, açlık korkusu, işsizlik korkusu… Ve burada insanlar yaşamak için çalışılmıyorlar, çalışmak için yaşıyorlar.
Bölgede kültürel baskı son yıllarda neredeyse bütün gazete ve dergileri kapatmakla, engizisyon ateşlerinde kitaplar yakmakla, sayısız bilim insanını ve profesyonel sanatçıyı sürgüne, cezaevine ya da bilinmeyen mezarlara mahkûm etmekle yetinmedi. Diktatörlük aynı zamanda toplantıları, insanlar arasındaki her türlü buluşma, diyalog ve tartışma fırsatını da yasakladı; diktatörlüklerin duvarların temizlenmesi konusundaki takıntısı da tesadüf değil. Cezaevi gibi işleyen ülkelerde duvarlarda yazılar ya da resimler ışıldamaz. Duvar yoksulların matbaasıdır: Risk alarak, gizlice, bir anlığına, dünyanın unutulmuşlarına ve yoksullarına hizmet veren bir iletişim aracı.
Bölgedeki askerî diktatörlükler ve sivil rejimler hiçbir şeyde ayrışmıyorlar, hemen hemen aynılar. Son yıllarda ortaya çıkan ya da yeniden ortaya çıkan demokrasiler takma ad kullanan diktatörlerden ibarettir. Nerdeyse bütün Asya’da olduğu gibi ülkem Afganistan’da da sosyal ve ekonomik yapıları demokratik değil, daha da kötüsü, antidemokratik.
Bölgede sürekli terleyen biri gibi sürekli şiddet üreten ve her ihtiyacı olduğunda devlet terörizmini uygulayan sistem, bitmeyen yalanlarına bahane olarak terörist şiddeti kullanmaktan çekinmiyor.
Buralarda demokrasi biçimsel bir seremoni gibi algılanıyor. İnançla uygulanmıyor, yalnızca Tanrı'sız bir ayinin iki yüzlü ritüeli: halkın dört - beş yılda bir gün arzusunu ifade etmesine izin veriliyor ve sonra bu arzuya cezasızca ihanet ediliyor. Kabil’de duvarlarından birinde anonim bir el tarafından apaçık tanımlanmıştı: ‘Yalan söyle, iftira at, aldat, hile yap, haksızlığı, hukuksuzluğu uygula, işkence et, çal, çırp, tecavüz et, öldür. Özür dilersen veya istifa edersen affedilecektir.’
Asya tarihi, beş yüz yıldan bu yana gerçekliğin ve sözlerin hiçbir biçimde çakışmadığı bir tarihtir. Yirminci yüzyılın sonunda da aynı toplum dilini kesip sana ifade özgürlüğü veriyor.
Bizim egemen sınıflarımız eskiden beri kopyacılık hastasıdırlar, kimsenin en iyi kopya edenden iyi olamayacağına inanmışlardır, anayurtlarındaki anayasal modellerin sadık reprodüksiyonlarını hazırladılar, böylece burjuva devrimi yapmadan ve burjuva sınıfımız olmadan bir burjuva anayasamız oldu.
Ülkede bağımsızlığı kazanan ve bu bağımsızlığı sahiplenen siyasiler, tüccarlar ve aydınlar sanki bu yeni ülkeler Fransız düşüncelerini tekrar ettikçe Fransa’ya dönüşeceklerini, sanki İngiliz mallarını tükettikçe İngiltere’ye dönüşeceklerini, sanki Rus içkilerini içtiklerinde Rusya'ya dönüşecekmiş gibi davrandılar. Bugün de onların mirasçıları, kusurlarını zorla taklit ettikçe Birleşik Devletler’e (ABD) dönüşecekmiş gibi davranıyor.
Ülkede askerî diktatörlük gitti ama geriye sivil diktatörlük kaldı. Yolsuzluk pek çok Asya ülkesinde gelenektir. Bu bölgede anketlerin sonuçları seçimlerin sonuçlarıyla çok nadir uyuşur. Ama bu sandık oyunlarından çok ağır ve çok daha derin olan bir başka sahtekârlık daha vardır: İktidar yapılarının sahtekârlığı. Ülkenin demokratik kurumları, demokrasi için değil, demokrasiye karşı işlemek için kurulmuşlardır.
Askerî diktatörlükten sonra gelen bu sivil diktatörler bu ülkelerin kurumsal yapısına çok zarar verdiler; ordularını, devlet bürokrasisini, hukuku ve adaleti, bilim, sanat ve eğitimi felç ettiler... 'Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette güneş batıyor demektir' diye bir Çin atasözü vardı... Bu ülkelerde bu atasözünü doğrularcasına kısa boylu adamların gölgeleri hep uzadı... Sivil iktidarlar liyakate değil de sadakate önem vererek her makama niteliksiz ama kendi adamlarını yerleştirdiler.
Ülkemde demokrasinin en büyük düşmanı, öyle görünmek için mümkün olan her şeyi yapsa da ordu değildi. Ülkemde demokrasinin en büyük düşmanı, ordunun gözettiği ve temelleri ekonomik sistemde olan bir iktidarsızlık yapısıydı...
Bu bölgede demokrasi olduğu şey değildir, benzediği şeydir. Ambalaj kültürünün göbeğinde yaşıyoruz. Evlilik sözleşmeleri, düğünler, nikâhlar aşktan daha önemli, cenaze ölümden, elbise bedenden, ibadet, ayin Tanrı’dan daha önemlidir. Ambalaj kültürü içerikleri hor görüyor. Söylenen önemli, yapılan değil. Bu bölgede bir şeyin olmaması için, olmadığını açıklamak yeterlidir. 'Yolsuzluk yoktur' denilince yolsuzluk yok oluyor.
Ülkemde sistem alçaklığı alkışlıyor, eğer başarılıysa; başarısızlığa uğrarsa da onu cezalandırıyor. Çok çalanı ödüllendiriyor, az çalanı mahkûm ediyor. Barış çağrısı yapıyor, şiddet uyguluyor. Sana komşunu sevmeni vaaz ediyor ama aynı zamanda seni onu yiyerek hayatta kalmaya zorluyor. Bizi görmemek üzere eğitiyorlar. Eğitim eğitimsizleştiriyor, iletişim araçları iletişimsizleştiriyor. Ve eğitim ve iletişim araçları bizi tavşanı kedi saymaya zorluyorlar.
Gezegende olan her şey iktidar merkezlerinde tercüme ediliyor, uluslararası bir yalan sistemine tercüme ediliyor. Kitlesel yayının imaj ve görüntülerine dönüşmüş olarak geri gönderiliyor.
İktidarsızlığın güçlü, çok güçlü yapısı ekonomiyle başlıyor ama orada bitmiyor. Aslında azgelişmişlik şu demek: Yalnızca bir istatistik sorunu değil, yalnızca şiddetli çelişkilerle dolu bir toplum da değil¸ yoksulluk okyanusları, refah adacıkları, hayır, yalnızca bu da değil: Azgelişmişlik her şeyden önce bağımlı halkların kendi kafalarıyla düşünmelerini, kendi yürekleriyle hissetmelerini, kendi ayaklarıyla yürümelerini engellemek üzere kurulmuş bir iktidarsızlık yapısıdır.
Savaşların saygın nedenlerle gerçekleştirildiği söylenir; Uluslararası güvenlik, ulusal onur, ulusal gurur, demokrasi, özgürlük, düzen, uygarlığın gereği, Tanrı’nın isteği… Ama kimse itiraf etme dürüstlüğün göstermez: ‘Ben çalmak için öldürüyorum’ diye. Savaşların özü budur işte. Zaten savaş; zenginlerin terörü, terör ise; yoksulların savaşı değil midir? Bir de bu bölgede bu ölümleri de hep 'şehitlik' diye de kutsanıyor. İyinin kötüye karşı savaşında ölenler hep halktan oluyor…
Dünya askerî endüstriye, ölüm endüstrisine günde 2 milyon 200 bin dolar harcıyor ve bu rakam günden güne artıyor. Savaşların silaha ihtiyacı var, silahların savaşa ihtiyacı var, savaşların ve silahların da düşmanlara ihtiyacı var. Bu nedenle de sistem hep düşman yaratıyor.
Askerî sanayi varlığını haklı çıkarmak için korku üretmeye ihtiyaç duyuyor. Vicdansız döngü: Dünya bir mezbahaneye dönüşüyor, mezbahane tımarhaneye dönüşüyor. Afganistan; bombalanan, işgal edilen, aşağılanan ülke, ancak günümüzün de en aktif cinayet ülkesi. İşgalcileri özgürleştirici olduklarını söylüyorlar, ama fark etmiyorlar ki orada umutsuzluktan ve öfkeden beslenen en bereketli terörist çiftliğini kuruyorlar.’’
Bütün bunları öylesine hızlı anlatmıştı ki Şehriyar, ben not almakta bayağı zorlanmıştım… Anlatımını da bölmemek için bir ara vermesini de istememiştim... Sonunda yorulmuş olacak ki Şehriyar bu noktada duraklamıştı… Ocaktaki ateş de sönmek üzereydi... Usulca kalkmıştı yerinden… Ocağa birkaç odun atmıştı… Sonra ocak başında oturmuştu bir süre… Ocakta parlayan ateş gecenin karanlığında alev alev Şehriyar’ın yüzünü yalamıştı… Sanırım benim not almamı tamamlamamı bekliyordu… Sonra kalkıp yanıma gelmiş ve hazır mısın der gibi gözlerime bakmıştı…
''Bütün bu olumsuzlukların üstüne bir de bölge insanı kendi kültürüyle, kendi kişiliğiyle, kendi özellikleriyle hasta… Kendi kültürü bölgeyi ve bölge insanını hasta ediyor, felç ediyor, ayaklarına pranga oluyor. Şimdiye kadar sana ülkemin ve bölgemin içinde bulunduğumuz 'cendereyi' anlattım. .. Şimdi de sana ülkemin, ülkemin insanının içinde bulunduğu 'cehennemi' anlatmak istiyorum... ’’
Ve sanki bir ‘’ahhh’’ çekercesine derin bir nefes aldıktan sonra sakin sakin ancak hüzünlü bir ses tonuyla anlatmaya devam etmişti Şehriyar…
Osman AYDOĞAN
Notlarım devam ediyor... Ancak bu ikinci bölümü sizleri sıkmamak için bir başka yazıma saklayayım istiyorum…
Sizlere güzel ve mutlu bir Pazar günü diliyorum...
İçe dönüş!
10 Ağutos 2018
Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein, dili felsefenin merkezine oturtan 20. yüzyılın en önemli filozoflarından birisiydi. Onun hayatı boyunca yayınladığı tek kitabı Tractatus logico-philosophicus isimli eserdir. (Tractatus logico-philosophicus, YKY, 1996) Tractatus'un son cümlesi şöyle biterdi: "Üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalıdır.'' (Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.) Bu cümle Wittgenstein’in Tractatus’taki son cümlesidir, Tractatus bu şekilde biterdi.
Ülkemizde yaşananlar üzerine, siyaset, ekonomi, ABD, rahip, Dolar üzerine konuşulacak ne varsa konuşulmuş, artık konuşulacak bir şey kalmamıştır. O halde artık susulmalıdır!
Hal böyle oluca da ben içime döndüm. İçimde de yıllar yıllar öncesine gittim, orada yıllar önce tanıdığım, beni ben yapan en yakın dostum, sırdaşım, arkadaşım, sanki bana en yakın akrabam Şehriyar’ı buldum ve ona, onun hatıralarına sığındım...
***
Bu günler gibi yaz sonu günleriydi… Şehriyar’la sabahlara kadar süren sohbetlere dalardık… Doğal bir öğretmendi Şehriyar, ama hiç de kendisinde bir öğretmen edası yoktu. ''İnsana bir şey öğretebilmenin yolu, öğrenmeyi ancak kendi içinde bulabileceğini öğretmektir'' derdi. Düşüncelerini sürekli birisiyle paylaşırdı… Derdi ki; ‘‘düşüncelerimizi paylaşmadığımız sürece, kendi hapishanemizi de yaratmış oluruz ve bu kendini yok etme sürecinin de başlangıcıdır. Bu bir varlık sorunudur.’’ Dersleri ve anılarımı bu şekilde kaleme almamda da en çok Şehriyar’ın bu sözü etkili olmuştu… Sohbet değildi aslında, Şehriyar anlatır ben dinlerdim… Ya Şehriyar anlatırken not alırdım, ya da konuşmasından (daha doğrusu dersinden ) sonra aklımda kalanları yazardım… Şehriyar’ın dersinin tek kişilik sınıfının tek öğrencisiydim sanki… Şimdi diyorum ki, iyi ki o zaman bu notları almışım… Yoksa bir otuz yıl sonrası bu konuşmaları (dersleri) hiç hatırlayamazdım… İşte otuz yıl öncesi aldığım bu notları tekrar okumakla başladı benim bu içe dönüşüm, bu uzuuun içsel yolculuğum…
***
‘’Dünya benim tahayyülümün bir yansımasıydı…’’ derdi Şehriyar ve sonra devam ederdi; ‘’Hayat ne kadar uzun olursa olsun, sadece bir anlık bir düştür. Görünüşü gerçekmiş gibi kabul etmek keder vericidir ve bütün felaketlerin nedenidir.’’
Ve anlatırdı Şehriyar;
‘’Siz karmaşa içindesiniz, çünkü dünyanın içinde olduğunuza inanıyorsunuz, dünyanın sizin içinizde olduğuna değil… Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığınız dünyanın size değil, sizin tarafınızdan projekte edildiğini idrak ettiğinizde korkularınız sona erer. Siz sadece dış dünyanın gerçek olduğuna inandığınız sürece onun tutsağı olarak kalırsınız. Aslında ise ne beden ne de onu içeren bir dünya vardır; sadece zihinsel bir durum, rüyamsı bir hal vardır ki gerçekliği sorgulandığında kolayca dağılabilir. Biz sadece rüya görmekteyiz. Bizler sırlarla dolu bir evrende hatta bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilgisinden doğmuştur. Rüyalara gerçeklik atfettiğiniz sürece onların kölesisiniz. Rüyanızın rüya olduğunu idrak ettiğinizde uyanacaksınız.
Dünya bir yansımadır. Ancak siz yansıma değilsiniz, yansımayı görensiniz. Bir kez hiç kuşku taşımaksızın idrak edersiniz ki siz dünyanın içinde değilsiniz, dünya sizin içinizdedir. Siz beden içinde değilsiniz, beden sizin içinizde! Zihin sizin içinizde. Olan her şey zihnin içinde ve zihne vaki olur. Her şeyin sizin zihninizde olduğunu, sizin zihinden öte olduğunuzu ve gerçekten yalnız başınıza olduğunuzu ne zaman idrak ederseniz, işte o zaman her şey sizsiniz. Zihninizin içeriğine bakın. Siz nasıl düşünüyorsanız, öylesiniz. Sizler gördüğünüz dünyayı tanımlamazsınız, tanımladığınız dünyayı görürsünüz. İç ve dış arasında ayrımın yalnızca zihinde olduğunu idrak ettiğiniz zaman, artık korkunuz kalmaz. Bunu açık ve berrak bir şekilde anlamaya çalışın. Her ne algılarsanız, o algıladığınız şey siz değilsiniz. Gerçekte sahip olduğunuz şeyin bilincinde olmazsınız. Bilincinde olduğunuz şey siz değilsinizdir ve o sizin değildir. Siz bilincinde olduklarınızın hiçbiri değilsiniz. Sizin olan algılama gücünüzdür, algıladığınız değil. Zihin; zaman ve uzay yaratır ve kendi yarattığını gerçek olarak kabul eder. Gerçek şu ki; bilinç ile bilinç dışı arasında pek ufak bir fark vardır – onlar esasta aynıdır. Dünyayı siz yaratıyor, sonra da onun için hayıflanıyorsunuz. Sizi mutlu ya da mutsuz eden sadece kendinizi zihninizle özdeşleştirişinizdir. Zihninizin kölesi oluşunuza başkaldırın, tutsaklığınızı kendiniz yaratmış olduğunuzu görerek bağımlılık ve nefret zincirlerini kopartın.
Ben ‘beden’im fikrinin ötesine gidin ve göreceksiniz ki siz zaman ve uzayın içinde değilsiniz, zaman ve uzay sizin içinizdedir. Bunu bir kez anladığınızda, kendini idrakin önündeki başlıca engel kaldırılmış olacaktır. Siz ‘ben –bu- beden-im’ illüzyonuyla bağımlı olduğunuz zaman, uzay içinde sadece bir nokta ve zaman içinde sadece bir ansınız. Beden ve bedenle özdeşlik duygusu mevcut oldukça, düş kırıklıkları kaçınılmazdır. Bedenle özdeşlik zannı bittiğinde, tüm uzay ve zaman sizin zihninizdedir ve zihin bilinç içinde yalnızca bir dalgacıktır, bilinç ise doğaya yansımış farkındalık. Siz kendinizi zaman ve uzay içinde bir noktadan daha küçük olarak idrak ettiğiniz zaman, hani kesilemeyecek kadar küçük ve öldürülemeyecek kadar kısa ömürlü olduğunuzu, o zaman ve ancak o zaman bütün korkular gider. Siz iğne ucundan daha küçükseniz, iğne sizi delemez – siz iğneyi delebilirsiniz.
Bir kez, her şeyin kendi kendine olduğunu idrak ettiğiniz zaman (buna ister kader, ister Tanrı, ya da rastlantı deyin) işte o zaman sadece bir tanık olarak kalırsınız, anlayan, tat alan fakat tedirgin olmayan, kaygısız bir tanık olarak… Hayatı geldiği gibi kabul edin, onun bir nimet olduğunu göreceksiniz. Siz kendinizi; hayat akımından ayrı, kendi kişisel iradesi olan, kendi hedefleri peşinde koşan bir ‘kişi’, bir beden ve bir zihin olarak kabul ettiğiniz sürece, sadece yüzeyde yaşıyorsunuz, yapacağınız her şey çok kısa ömürlü ve pek az değer taşıyan, kibir ve gurur alevlerini besleyen saman çöplerinden başka bir şey değil demektir. Kendinizi bilinç sahibi bedenler olarak düşünmeye öylesine alışmışsınız ki, bilincin beden sahibi olduğunu bir türlü imgeleyemiyorsunuz. Bedenli mevcudiyetin bir zihin hali olduğunu, bilinç içindeki bir devinim olduğunu, bilinç okyanusunun sonsuz ve ebedi olduğunu, bilinçle temas halindeyken sizin yalnızca tanık olduğunuzu bir kez fark etseniz, tamamen bilinç ötesine geri çekileceksiniz.
Dünyanın mevcut olması size bağlıdır. Dünyanın mevcut olması sizin tercihinizdir. Onun gerçekliği hakkındaki inancınızı kaldırın, o bir rüya gibi eriyip gidecektir. Zaman dağları düzeltebilir, zamanın, zaman ötesi kaynağı olan siz ise çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Çünkü bellek ve beklenti olmadıkça zaman da yoktur. Sizi güvensiz ve mutsuz kılan sizin zihninizdir. Beklenti sizi güvensiz kılıyor, bellek mutsuz ediyor. Kişinin gerçeğin sadece bir gölgesi olduğunu, fakat gerçeğin kendisi olmadığını bir kez idrak ettiğinizde üzülüp dertlenmekten vazgeçersiniz. Olmakta olan sizin zihin projeksiyonunuzdur. Zayıf bir zihin kendi projeksiyonlarını kontrol edemez. Onun için zihninizin ve onun projeksiyonlarının farkında olun. Zihninizi düzene koyun, doğrultun, her şey düzelecektir. Kendinizde düzen olmadıkça, dünyada da düzen olmayacaktır. Doğada kaosa yer yoktur. Yalnızca insanın zihninde kaos vardır. Kötülük, hastalanmış bir zihnin pis kokusudur. Zihninizi iyileştirin, o zaman o da çarpıtılmış çirkin filmler projekte etmeyi kesecektir.
Kendinizi kontrol etmek için kendinizi bilin. Zihniniz tümüyle dünya ile meşgulken kendinizi bilemezsiniz; kendinizi bilmek için dikkatinizi dış dünyadan ayırıp içe çevirmelisiniz. Bütün hayalleri terk edin ve kendinizi olduğu gibi bilin. Kendini biliş bağımlılıklardan kurtuluştur. Tüm kıvranışlar yetersizlik duygusundan dolayıdır. Hiçbir şeyden yoksun olmadığınızı, var olan her şeyin siz ve sizin olduğunu bildiğiniz zaman arzu biter. Siz kendinizi bildiğiniz zaman Tanrı da sizi bilir. Siz kendinizi bilmedikçe var olmanın ne önemi var? Aslında ne olduğunuzu bilmeye de ihtiyacınız yoktur. Ne olmadığınızı bilmek yeterlidir. Ne olduğunuzu asla bilmeyeceksiniz, çünkü her keşif, fethedilecek yeni boyutları açığa çıkarır. Bilinmeyenin sınırları yoktur.
Her olayın kaynağı ve sonu sizsiniz, olayı kaynağında kontrol edin. Durgun ya da huzursuz olan zihindir, siz değilsiniz. Siz huzurlu olmadıkça gerçeği göremezsiniz. Sakin bir zihin, doğru bir idrak için şarttır ki bu da kendini biliş için gereklidir. Bütün ihtiyacınız sadece sakin bir zihindir. Zihniniz sakinleştiğinde diğer her şey gereğince ve doğru şekilde gerçekleşecektir. Zihin yatıştırıldığında ve artık iç âlemi rahatsız etmediğinde, beden yeni bir anlam kazanır ve onun değişimi hem gerekli hem mümkün hale gelir. Zihnin ötesine geçmek için sessiz ve sakin olmak zorundasınız. Sessiz ve sakin kalın. Dünyadaki işinizi yapın, fakat içinizdeki sükûnu sürdürün. O zaman her şey size gelecek. Sizin umudunuz zihninizde sessiz ve gönlünüzde sakin kalmakta yatar. Gerçeğe varmış insanlar çok sessizdirler. Sade, sadık ve alçak gönüllü olun, erdemlerinizi gizleyin, sessizce yaşayın. Önemli olan neyi yaşadığınız değil, nasıl yaşadığınızdır. İçinizi arayın. Sizin gerçek varlığınız sizin en iyi dostunuzdur.
Önce, dünyanızın sadece sizin kendi yansımanız olduğunu idrak edin ve bu yansımaya kusur bulmaktan vazgeçin. Kendinizle ilgilenin, zihinsel ve duygusal bakımdan kendinizi düzeltin. İmgelemeden (hayal kurmadan) bakmayı, çarpıtmadan dinlemeyi öğrenin, hepsi bu. Esasta isimsiz ve şekilsiz olana isimler ve şekiller atfetmeyi bırakın. Her idrak- algılama şeklinin öznel (enfüsi, sübjektif) olduğunu, görülen ya da işitilen, dokunulan ya da koklanan, hissedilen ya da düşünülen, umulan ya da hayal edilen her şeyin gerçekte değil zihinde olduğunu idrak edin!. Düşünüp hayal edilebilen hiçbir şeyin kendiniz olamayacağını bir kez anladığınızda, imgelemelerinizden kurtulmuş olursunuz. Olduğunuzu sandığınız şey sadece telkin ya da imgelemedir. Önce siz olduğunuzu sandığınız kişi olmadığınızı anlayın. İşte o zaman huzuru tadacak ve korkudan kurtulacaksınız. Dünyanın hiçbir kusuru yoktur. Kusuru olan sizin ona bakış tarzınızdır. Sizi yanıltan kendi imgelemenizdir. Olmak için hiç kimse olmalısınız. Kendinizi bir şey, bir kimse olarak düşünmek ölümdür ve cehennemdir.’’
****
Gecenin hayli bir vakti idi… Uzaklardan sahile vuran denizin dalgalarının sesleri geliyordu… Gün döneli çooook olmuştu, güz rüzgârlarının o ürpertici sesi ve ağaçlarda yaprakların haşırtısı duyuluyordu… Çok uzaklardan bir müzik sesi işitiliyordu, o çok sevdiğim nağmeler: Melihat Gülses’in sesiydi, Arda Şendoğan’ın güftesi, İsmet Nedim Saatçi’nin bestesi o Muhayyerkürdî şarkıyı söylüyordu Melihat Gülses; ‘’Boş çerçeve’’
‘’Artık bülbül ötmüyor
Gül dolu pencerede
Yalnız hâtıran kaldı
Ah boş kalan çerçevede’’
Yıllarca önce tanıdığım Şehriyar yoktu artık, bu boş kalan çerçevede yalnız hâtıraları kalmıştı Şehriyar’ın. Bu ses beni üç-dört sene önceye götürdü. Üç-dört sene önceydi, bir Eylül sonunda Bodrum’da ben ve eşim, Melihat Gülses ve eşi, Bekir Ünlüataer ve Grup Eşref Vakti üyeleri bir konser sonrası bir sahil lokantasında gece 03’e kadar sohbet etmiştik…
***
Melihat Gülses’in o gül sesi içsel yolculuğuma kısa bir ara vermişti. Yine Şehriyar dikildi karşıma;
‘’Siz nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsünüz. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir. Sizin bu mutluluk arayışınız, kendinizi mutsuz ve çaresiz hissetmenizin asıl nedenidir. Dünyadan hiçbir şey talep etmediğiniz, hiçbir şey aramadığınız, hiçbir şey beklemediğiniz zaman en yüce hal size gelecektir, davet edilmeden, beklenmeden. Arzusuz olmak en yüce mutluluktur. Varoluşun farkındalığı mutluluktur. Dertleri doğuran şey arzuların tatminidir. Arzulardan kurtulmuşluk mutluluktur. Tüm ilgi ve arzulardan kurtulmuşluk ebediyettir, ölümsüzlüktür. Bütün arzular terk edilmelidir, çünkü arzu etmekle siz, arzunuzun şekline bürünürsünüz. Hiç arzu kalmadığı zaman doğal halinize dönersiniz. Düşüncelerinizi ve eylemlerinizi harekete geçiren neden arzu ve korku olduğu sürece ıstırap çekeceğiz. Arzu ve korku son bulunca, tutsaklık da biter. Tutsaklığı yaratan, bizim karakter ve mizaç dediğimiz duygusal bağlılıklar, sempati ve antipatilerin oluşturduğu davranış kalıplarıdır. Arzudan ve korkudan kurtulun, görüşünüz birdenbire berraklaşacak ve siz her şeyi olduğu gibi göreceksiniz.
Özgürlük terk edişten geçer. Sahiplenme tümüyle bağımlılıktır. Arzu zihnin bir fikir üstünde sabit tutulmasından ibarettir. Ona dikkatinizi vermeyi reddederek o takıntıdan sıyrılın. Bütün tutkular, bağımlılıklar korku imal ederler ve korku insanı köleleştirir. İhtiyaçlarınız gerçekdışıdırlar ve çabalarınız da anlamsız. Zannedersiniz ki sahibi olduğunuz şeyler siz korur. Aslında onlar sizi kolay yaralanabilir hale getirirler. Bir merkez vardır ki algıladığı her şeye gerçeklik verir; bütün ihtiyacınız olan, gerçeğin kaynağının siz olduğunu, sizin gerçeği alan değil, veren olduğunuzu, sizin bir desteğe ya da doğrulanmaya ihtiyacınız olmadığını anlamanızdır. Her neyi arzu ya da korku ile düşünürseniz, o sizin önünüzde gerçek gibi belirir. Ona arzusuzca ya da korkusuzca bakın, varlığını kaybedecektir. Haz ve acı geçicidir. Onları dikkate almamak, onlarla uğraşmaktan daha basit ve kolaydır. Her ne zaman arzu ya da korkuya ilişkin bir düşünce zihninize gelirse, dikkatinizi derhal ondan uzaklaştırın. Yalnız şunu görün ki, arzuladığınız şeyde mutluluk yoktur. Her zevk acı içine sarılmıştır. Arzularınızdan, korkularınızdan ve onların yarattığı düşüncelerden yüz çevirin, bir anda doğal durumunuzda olursunuz. Farkına varırsın ki doğuştan meydana çıkan ve ölümle bitecek olan kişi geçici ve asılsız olandır. Çünkü gelip geçenin varlığı yoktur. O, görüntüsünü gerçeğe borçludur. Siz arzuların ve korkuların pençesindeki o duyusal, duygusal ve entelektüel kişi değilsiniz. Gerçek kendi benliğinizi bulun. Ben neyim? Bu tüm felsefelerin ve psikolojinin temel sorusudur. Onda derinleşin.
Siz daima hazzı arıyor, acıdan kaçıyorsunuz, her zaman mutluluk ve huzur peşindesiniz. Görmüyor musunuz ki sizin bu mutluluk arayışınız, kendinizi mutsuz ve çaresiz hissetmenizin asıl nedenidir. Diğer yolu deneyin; hazza ve acıya kayıtsız, onları ne isteyerek, ne de reddederek, bütün dikkatinizi ‘’ben-im’’in ebediyen var olduğu düzeye verin. Acı ve haz, iyi ve kötü, doğru ve yanlış; bunlar göreli terimlerdir ve mutlak imişcesine kabul edilmemelidirler. Onlar sınırlı ve geçicidirler. Acı fizikseldir, ıstırap zihinsel. Zihnin ötesinde ıstırap yoktur. Doğa ne zevk, ne acı vericidir. O tüm zekâ ve güzelliktir. Zevk ve acı zihindedir. Değişmez ve mutluluk verici olanı bulmak için değişen ve acı verici olana sarılmayı bırakmak zorundasınız. Siz kendi mutluluğunuzla ilgilisiniz ve ben size diyorum ki, böyle bir şey yoktur. Mutluluk sizin kendinize ait bir şey asla değildir, o ‘ben’in olmadığı yerdedir ancak. Onun ulaşamayacağınız bir yerde olduğunu söylemiyorum; siz sadece kendi ötenize, egonuzdan öteye uzanmalısınız, o zaman onu bulacaksınız. Çok geçmeden idrak edeceksiniz ki huzur da, mutluluk da sizin kendi doğanızdadır ve onları belli kanallarda aramanız karışıklık ve sıkıntıya neden olmaktadır.
Bedenin ve zihnin doğru hali ve doğru kullanımı alabildiğine haz vericidir. Yanlış olan, haz arayışı içinde olmaktır. Mutlu olmak için çabalamayın, daha iyisi, mutluluk arayışını sorgulayın. Mutluluk arıyorsunuz, çünkü mutlu değilsiniz. Neden mutsuz olduğunuzu bulun. Mutlu olmadığınızdan, mutluluğu hazda ararsanız; haz acı getirir, bunun için de ona dünyevi dersiniz; o zaman başka türlü bir hazzı, acısız bir hazzı özlersiniz, on ada ilahi dersiniz. Gerçekte haz acının geçici olarak ertelenişidir. Mutluluk; dünyevi veya dünyevi olmayan, içte ve dışta vaki olan her şeydir. Fark gözetmeyin ve ayrılmaz olanı ayırmayın ve kendinizi hayata yabancılaştırmayın.
Mutlu olmak için şeylere ihtiyacımız olduğuna inandığımız sürece, onların yokluğunun bizi perişan edeceğine de inanırız. Gerçek mutluluğun bir nedeni olmadığı ve nedeni olmayanın değişmez olduğudur; bu demektir ki o haz gibi idrak edilebilir değildir. İdrak edilebilir olan acı ve hazdır, kederden azade olmak ancak negatif yoldan tarif edilebilir. Onu direk olarak bilmek için siz nedensellik düşkünü ve zamanın zorbalığı altında olan zihnin ötesine geçmek zorundasınız.
Zihnin orada olduğunu size zihin söylüyor. Aldanmayın. Zihin hakkında bütün sonu gelmez tartışmaları üreten zihnin kendisidir, kendi korunması, devamı ne genişlemesi için. Sizi zihnin ötesine götürecek olan, zihnin kıvrılıp bükülüşlerini ve çırpınışlarını dikkate almayı düpedüz reddetmektir. Varlığın ve yokluğun ötesinde hakiki olanın sonsuzluğu yatar. Gelip geçenin varlığı yoktur. O, görüntüsünü gerçeğe borçludur. Ruh kendisini iyileştirir, ona engel olan zihindir.
Dış hayatınız önemsizdir. Bir gece bekçisi olarak da mutlu yaşayabilirsiniz. Önemli olan iç âleminizde ne olduğunuzdur. İçsel huzuru ve mutluluğu kazanmak zorundasınız. Bu, para kazanmaktan çok daha zordur. Hiçbir üniversite size kendiniz olmayı öğretemez. Hemen, şimdi kendiniz olmaya başlayın. Sizin olmayan her şeyi bir taraf atın ve durmadan derinleşin. Tıpkı bir kuyu kazan adamın su olmayan her şeyi ata ata su seviyesine inmesi gibi siz de öylece, sizin olmayan pek çok şeyi atmak zorundasınız, ta ki sahiplenemeyeceğiniz, sizin olmayan hiçbir şey kalmayıncaya kadar. Bakacaksınız ki zihnin çengel atıp tutunabileceği hiçbir şey kalmamış. İşte o zaman artık siz kendiniz değilsiniz, siz kendi nedeni bulunmayan nihai nedensiniz. Bütün sahta kimlikler atıldığında, geriye o her şeyi kucaklayan sevgi kalır. Sevgi, ‘ben her şeyim’ der. Bilgelik, ‘ben hiçbir şeyim’. İdrak edeceksiniz ki bilmek sevmektir, sevmek bilmektir ve hayatım bu ikisi arasında akıp gider.’’
***
Şehriyar bana bunları anlatırken; bir askerî birliğin geçit töreni gibi, bir suyun nehirden akıp gidişi gibi, bir trenin katar katar geçişi gibi, bir ömrün hayattan geçip gidişi gibi Celâlâbâd’da bir sonbahar daha geçmişti gözlerimin önünden... Bir sonbahar daha geçmişti Celâlâbâd’da rengârenk, bir güz daha geçmişti Celâlâbâd’da pastel pastel, renk renk...
Şehriyar bana bunları anlatırken; Celâlâbâd’ın tam da üzerinde kuzeyden sanki ona kol kanat germişçesine, o muhteşem azameti, o büyük görkemi ve heybeti ile duran Hindukuş Dağlarının zirvesindeki karlar her gün azar azar, yavaş yavaş aşağılara doğru inmişti. Günün ilk ışıkları ile kızıllaşan, tarifi bir mümkünsüz renklere bürünen yaprakları, bir sevgilinin saçlarını okşarcasına dallarda okşamıştı usul usul, ılgıt ılgıt esen seher yelleri... Sabah ayazları buralarda cennetten gelen bir rüzgâr gibi serin serin vurmuştu yüzüne insanın… Dalların arasından yaprakların sonsuz bir huzur veren sesi gelmişti hışır hışır... Dalların arasından soluk soluk bakmıştı güz güneşi, dallarla, yapraklarla bir, haşır haşır yaprak sesleri arasında... Benim için altından daha kıymetli altın sarısı yapraklar iplik iplik dokunmuş nadide bir halı gibi serilmişti yerlere… Sanki bu yapraklar yerlere değil de kollarıma düşmüş gibiydi, sanki bu yapraklar Şükûfe Nihal’in şiirinde olduğu gibi ruhumla öpüşmüş gibiydi…
Şehriyar bana bunları anlatırken; uğultuları gelmişti rüzgârın kayaların arasından, tepelerin üstünden, vadilerin arasından, bayırların yüzünden, yamaçların kıyısından... O beyaz bulutlar çekip çekip gitmişti evlerine ve yerine, Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar gelmişti...
Şehriyar bana bunları anlatırken; yavaş yavaş pastel bir renk almıştı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakmıştı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına… Börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuştu, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa... Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, ince ince yağan bir karın yeryüzüne beyazdan bir örtü serercesine geceler üstünü örtmüştü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların... Daha erken olmuştu akşamlar...
Şehriyar bana bunları anlatırken; her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra batmıştı güneş dağların ardından... Alev alev yanmıştı dağlar güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Perde perde inmişti karanlıklar, usul usul basmıştı geceler. Her akşam gün yavaş yavaş bitip, Güneş dağların ardından alev alev çekilip, usul usul batarken, Necip Fazıl’ın ‘’Akşam’’ isimli şiiri gelirdi aklıma;
‘’Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.’’
Şehriyar bana bunları anlatırken; yurdumdan bu denli uzaklıkta aslında Celâlâbad’da her akşam bana, garip bir renk akşamıydı… Şehriyar bana bunları anlatırken; yurdumdan bu denli uzaklıkta aslında Celâlâbad’da her akşam bana, bütün günlerimin içime denk akşamıydı…
***
Notlarımda yine Şehriyar. O’nun kendisi hakkındaki sözleri;
‘’Haz ve acı üzerimdeki egemenliklerini yitirdiler, kendimi hiçbir şeye gereksinim duymayan, bütünlük içinde, doygun bir varlık olarak hissediyorum. Benim sessizliğim şarkı söyler, benim boşluğum doludur. Siz benim dünyamda olmadıkça onu bilemezsiniz. Hiçbir şey olmak, hiçbir şeye sahip olmamak, hiçbir şeyi alıkoymamak bana en büyük armağan, en yüksek cömertliktir. Benim gerçek dünyamda sizin kötü dediğiniz bile iyiye hizmet eder, bu nedenle de gereklidir. O bedeni toksinlerden arındıran çıbanlar gibidir. Hastalık acı verici, hatta tehlikelidir, fakat onunla doğru şekilde meşgul olursanız, o şifa verir. Bu, bir şeylerin kendi başlarına iyi ya da kötü oluşu sorunu benim dünyamda mevcut değildir. Gerekli olan iyidir, gereksiz olan kötü. Sizin dünyanızda ise hoş olan, zevk verici olan iyi, acı verici olan da kötü. Şimdi şunun fakına vardım, hayatı geldiği gibi hoş karşılamak ve onun sunduğu her şeyi sevmek en iyisidir. ‘’
Bana bunları anlatırken Şehriyar; mutluluktan ve kederden azade tunçtan bir heykel gibiydi yüzü. Ancak o simsiyah derin kocaman gözlerinde ve yüzünde hiç bitmeyen hafif bir tebessüm olurdu. Aklıma inci taneleri gibi sıra sıra geliyordu Şehriyar’ın diğer sözleri:
‘’Bilmemek ve bilmediğini bilmemek sonu gelmeyen ıstırabın nedenidir.
Evren sizin sınırsız olma kapasitenizin kısmi bir tezahüründen başka bir şey değildir.
Her hal ve şartta sizi harekete geçiren sizin iyileşme arzunuzdur, doktor değil.
Siz en önemli olanı dikkate alın, daha az önemli olanlar yollarına gireceklerdir. Karanlık bir odayı derleyip toparlayamazsınız. Önce pencereyi açarsınız. Işığa yol vermek her şeyi kolaylaştırır.
Herkes yaşadığı gibi ölür.
Nedenler olduğu sürece sonuçlar mutlaka olacaktır.
Kral Janaka bir seferinde rüyasında dilenci olduğunu gördü. Uyanınca Gurusu Vasishta’y sordu: ‘Ben rüyasında dilenci olduğunu gören bir kral mıyım, yoksa rüyasında kral olduğunu gören bir dilenci miyim?’
Büyümeye engel olan nedenleri ortadan kaldırın, o zaman bütün kişisel, sosyal, ekonomik ve politik sorunlarınız ortadan kalkar. Evren bir bütün olarak mükemmeldir ve parçaların o mükemmelliğine ulaşma çabaları bir sevinç nedenidir. Mükemmel olmayanı mükemmel olan uğruna seve seve feda edin, o zaman iyi ve kötü tartışmaları hiç olamayacak.
Fiziksel ve zihinsel hiçbir şey size özgürlük veremez. Bir kez, tutsaklığınızın kendi eseriniz olduğunu anlayıp da sizi bağlayan zincirleri perçinlemeye son verdiğiniz zaman, artık özgürsünüzdür.
Sizinle temas kuran hiçbir şeyi ayırmamak, ona karşı koymamak, fakat hepsini anlamak ve sevmek evrenselce yaşamak demektir. Gerçekten şunu söyleyebilmek; ben dünyayım, dünya bendir, ben dünyada evimdeyim, dünya benimdir. Her mevcut olan benim mevcudiyetim, her bilinç benim bilincim, her keder benim kederim, her sevinç benim sevincimdir diyebilmek – bu evrensel hayattır. Bununla birlikte gerçek varlığımız evren ötesidir.
Ne bir hedef vardır ne de ona ulaşmak için bir yol. Yol da sizsiniz hedef de siz; kendinizden başka ulaşacağınız hiçbir şey yoktur.
Dünyayı ve kendinizi bildiğinize inanıyorsunuz, fakat size biliyorum dedirten sizin cahilliğinizdir. Çevrenizde ve içinizde gördüğünüz her şey sizin bilmediğiniz ve anlamadığınızdır, bilmediğinizi ve anlamadığınızı dahi bilmeden. Bilmediğinizi ve anlamadığınızı bilmek gerçek bilgidir, alçak gönüllü bir kalbin bilgisidir. Bilgi ancak cehalet hakkındadır, siz bilmediğinizi bilirsiniz. Siz kendi içinizde bütünleşirseniz dıştaki bilgi size kendiliğinden akar.
Yakından bakın, göreceksiniz ki bütün isimler ve şekiller bilinç okyanusu içinde gelip geçici dalgalardan başka bir şey değildirler, sadece bilincin varlığından söz etmek mümkündür, yoksa ona ait değişimlerden değil.
Tüm tezahürün zıtlıklar içinde olduğu doğrudur. Haz ve acı, iyi ve kötü, yüksek ve alçak, ilerleme ve gerileme, dinlenme ve uğraşma – onların hepsi birlikte gelir ve giderler – ve bir dünya oldukça da, onun çelişkileri olacak.
Dağıtmak için üretmek, yemeden önce yedirmek, almadan önce vermek, kendinden önce başkalarını düşünmek. Ancak paylaşmaya dayanan ve bencil olmayan bir toplum bozulmaz, sarsılmaz ve mutlu olabilir. Tek pratik çözüm budur. Eğer bunu istemiyorsanız; dövüşün!
Şeyler kendi mükemmelliklerinden ötürü yıkılırlar. Mükemmel toplum ister istemez statiktir ve bu nedenle durgunlaşır ve çürür. Zirvede bütün yollar aşağıya doğru götürür. Toplumlar da insanlar gibidir, onlar doğar, göreli bir mükemmellik noktasına kadar gelişir ve bozularak ölürler.
Sözcükler gerçekleri iletmez, onları işaret ederler. İsim, yaşanan gerçek haline gelir. Sözcük ile anlamı arasındaki bağlantı nedeniyle sözcükler değerlidirler ve eğer insan sözcüğü çok büyük bir dikkatle incelerse, kavramın ötesine geçerek, onun kökenindeki deneyime ulaşır. Sözcükler sizi ancak kendi sınırlarına kadar götürebilirler; öteye devam etmek için onları terk etmek zorundasınız. Sadece sessiz bir tanık olarak kalın.
Bir insan daima kendine karşı başkaldırı halinde olmalıdır, çünkü ego, çarpık bir ayna gibi daraltır ve bozar. O despotların en kötüsüdür, o sizi mutlak biçimde hükmü altına alır.
Gerçeği bilmeye uğraşmayın, çünkü zihin yoluyla edinilen bilgi gerçek bilgi değildir. Fakat neyin gerçek olmadığını bilebilirsiniz – ki bu da sizin sahte olandan kurtulmanıza yeter. Doğruyu bildiğiniz fikri tehlikelidir, çünkü o sizi zihin içinde hapseder. Ancak bilmediğiniz zaman, araştırmak için serbest olursunuz. Ve araştırma yapmadıkça kurtuluş yoktur, çünkü araştırmamak tutsaklığın başlıca nedenidir.
Ölüm olayının sizinle değil de bedeninizle ilgili olduğunu bir kez bilince, bedeninizin çıkarılıp atılan bir giysi gibi düşmesini seyredersiniz.
Siz koşullarınızı değiştiremezsiniz, fakat tavır ve tutumunuzu değiştirebilirsiniz. Esasa ilişkin olmayan şeylere bağımlı olmayın. Sadece gerekli olan iyidir. Sadece aslî olanda sükûn ve huzur vardır.
Genellikle sevinci bilmek için kederli, kederi bilmek için sevinçli olmak zorundasınızdır. Gerçek mutluluk ise bir nedene dayanmaz ve bir uyarımın bulunmayışıyla da kaybolmaz. O kederin karşıtı değildir, o tüm keder ve ıstırabı içerir.
Saf varoluş, tanımlanabilir ve tarif edilebilir varlıklar âleminden tamamen bağımsızdır.
Yangın evi sardığında, kibritin bir tehlikesi var mıdır? Gerçeği aramak, üstlenilen tüm işler arasında en tehlikeli olandır, çünkü o sizin içinde yaşadığınız dünyayı yıkar.
Muazzam çabalar harcamadıkça, çaba harcamanın sizi hiçbir yere götürmeyeceğini anlamayacaksınız.
Kuşkusuz ki bilen ile bilinen birdir, iki değil.’’
Ve Şehriyar’ın pek nadir söylediği tavsiyeleri geldi aklıma;
’’Vazgeçmiş olduklarınız önemli değildir. Vazgeçmemiş olduğunuz nedir? Onu bulun ve ondan vazgeçin. Eğer ihtiyacınız olmayanları istemezseniz ihtiyacınız olan şeyler size gelecektir. Sahip olduğunuz her şeyi, her kimin ihtiyacı varsa, onunla severek paylaşın – kendinize zulmetmek için yollar icat etmeyin. Komşumuzun kederine karşı ilgisizliğimiz, ıstırabı kendi kapımıza getirir. Senin yükün, kendi hakkındaki sahte tanımlamalardır. Onların hepsini terket! Kendinizi alabildiğine çıplak, alabildiğine hiçlik içinde hazır tutun. Kendiniz sandığınız kişiye tutunmayın. Siz mükemmelsiniz, yalnızca bunu bilmiyorsunuz. Kendinizi bilmeyi öğrenin, harikalar keşfedeceksiniz. İnandığınızı yapın ve yaptığınıza inanın. Başka her şey enerji ve zaman savurganlığıdır. Kendisi için hiçbir şey istemeyen insan kadir-i kül (her şeye gücü yeten) olur, bütün evren onun hizmetinde olur. Öyle ki siz her şeyi kaybetmekle, gerçekten her şeyi kazanmış olursunuz. Her şey gidince hiçbir şey kalır. ’Mutlu olmak’ uğruna kendinizi kahretmeyin. Hiçbir canlıyı incitmeyin.’’
Derslerini, anlatımlarını hep şöyle bitirirdi Şehriyar:
‘’Ben size tam da ihtiyacınız olanı sunuyorum; uyanışı. Siz aç değilsiniz, ekmeğe de ihtiyacınız yok. İhtiyacınız; son vermek, terk etmek, yakalanmış olduğunuz engellerden sıyrılmaktır. İhtiyacınız olduğuna inandıklarınız, ihtiyacınız olanlar değildir. Düşünebileceğiniz başka herhangi bir şey bir illüzyon ve bir engeldir. Bana inan ki kendiniz olmaktan başka hiçbir şeye ihtiyacınız yok. Siz bir şeye sahip olmakla değerinizi artıracağını hayal ediyorsunuz. Bu, altının kendisine bakır katılmasıyla daha iyi duruma geleceğini hayal etmesi gibi bir şey. Doğanıza yabancı olan her şeyin terk edilmesi ve reddedilmesi yeterlidir. Diğer her şey boştur.’’
Ve her dersten sonra şu cümlesini tekrarlardı Şehriyar;
‘’Ben sadece gökyüzünü işaret edebilirim, yıldızları görmek sizin işinizdir.’’
***
Alman filozof Martin Heidegger’in ‘’Varlık ve Zaman’’ (Sein und Zeit) isimli eserini anımsadım. Bu eserinde şu iddiayı getiriyordu Heidegger; ‘’insan; bir varlık olarak (Dasein) evrene atılmış ve bu dünyaya öylece bırakılmıştır…’’ O zaman yapayalnızdım oralarda, oralarda tek dostum, tek arkadaşım, tek sırdaşım, benim öğretmenim, sanki bana en yakın akrabam Şehriyar’dan başka kimseciklerim yoktu. O zaman oradaki yalnızlığım bana şair A. Kadir’in bir şiirinin ilk dizesini anımsatırdı; ‘’Beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodular.’’ Heidegger’in söylediği gibi ben de öyle; oraya atılmış, öylece bırakılmış, sanki orada o dağ başında yapayalnız kalmış gibiydim.
Schopenhauer’in en çok sevdiğim sözü aklıma geldi; ''Kalbin gerçek, derin barışı ve tüm ruhun huzuru sadece yalnızlıkta bulunur. Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahiptir.’’ Şimdi düşünüyorum da aslında orada bütün bir sonbahar, aslında bütün mevsimler boyu mükemmel bir eğlenceye sahip olmuşum farkında olmadan.
Şehriyar sık sık Abdera’lı Democritus’un sözlerini aktarırdı. Taaa o zamanlar, en küçük atomdan en büyük yıldıza kadar evrende her şeyin devinim içinde olduğunu söyleyen, Hippocrates’in çağdaşı olan Democritus’un şu sözünü söylerdi Şehriyar; ‘’İnsanın mutluluğu ya da mutsuzluğu kazandığı altın ya da eşyayla bağıntılı değildir. Mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır. Bilge bir kişi her yerde kendini evindeymiş gibi hisseder. Evrenin tümü onurlu bir ruhun evidir.’’
Şehriyar da zaten günlerdir ve aylardır aynı şeyi söylemiyor muydu? Sadece evrenin değil, orada dünyanın bu parçası da benim evimdi… Sadece evrenin değil, orada dünyanın bu parçası da ruhumun eviydi… Dünyada ve evrende her yer benim ruhumun eviydi…
Döne dolana yine aynı noktaya geldim ve ''gözlemlenenle gözlemleyenin birliğinden, bütünlüğünden'' bahseden Kuantum teorisinin ana fikrine saplanıp kaldım... Şehriyar da hep söylerdi zaten: ‘’Kuşkusuz ki bilen ile bilinen birdir, iki değil.’’
Şimdi düşünüyorum da iyi ki oralardaydım, iyi ki Şehriyar’ı tanıdım, iyi ki o anı ve o anları yaşadım diye, şimdi önümde uzayıp giden şu vadideki sarı, kahverengi, turuncu, kızıl, tarifi bir imkânsız solgun rengiyle tüm dallarını göklere kaldırarak dua eden ağaçlar gibi Tanrı'ya şükrettim.
Osman AYDOĞAN
Körler Ülkesi
09 Ağustos 2018
19. yüzyıl önemli İngiliz öykü yazarlarından Herbert George Wells’in (1866 – 1946) (Kitaplarında ad olarak ‘’H. G. Wells’’i kullanır) güzel küçük bir öykü bir kitabı var: ‘’Körler Ülkesi’’ (Kolektif Kitap, 2015)
Kitaptaki öykü kısaca şu şekildedir:
And Dağları'nın vahşi çorak topraklarında insanların dünyasından elini eteğini çekmiş bir vadi uzanır. Ancak korkunç boğazlar ve buz kaplı bir geçit aşıldıktan sonra ulaşılabilen ‘’Körler Ülkesi’'dir burası. Vakti zamanında İspanyol zulmünden kaçarak vadiye sığınan insanlardan oluşmuştur bu ülke… Yıllardır dünyayla hiçbir bağı kalmamış bu vadide yaşayan insanlar günün birinde çocuklardan başlayarak herkes kör olmaya başlar. Bunun nedeninin mikroplar ya da herhangi bir hastalık olabileceği düşüncesi kimsenin aklından geçmez. İnançlarına göre günahlardır olanların müsebbibi. Şehre ilk gelenler mabet yapmadıkları için olmuştur bütün bunlar. Ve körlük belasıyla cebelleşen bu insanların zamanla dünyayla bağlantısı kopar. Vadiyi on yedi gün boyunca karanlığa gömecek olan bir yanardağ patlamasının ardından da ülke tamamen dış dünyadan kopar.
Bu körlük dertlerine çare bulması için şehrin dışına çıkan ama oluşan felaket yüzünden vadiye bir daha geri dönemeyen bir adamdan bahsedilir kitabın başlarında. Bu adam bütün sevdiklerini ‘’Körler Ülkesi’’’nde bırakıp kendine yeni bir yaşam kurmak zorunda kalır. Yıllarca ülkesiyle ilgili anlattıkları ise bir masal olarak kalıp dilden dile dolaşır.
Derken bu adamın 15. kuşaktan torunlarının yaşadığı zamanlarda Nunez adında bir gözü kör genç bir dağcının yolu düşer bu ülkeye. Tuhaf renklerde binaları görünce “körler herhalde” diye düşünür. Sonra el sallayıp bağırdığı insanlardan karşılık alamayınca da içinde buranın gerçekten de efsanelerdeki ‘’Körler Ülkesi’’ olduğuna dair bir inanç yeşerir.
Bir gözü kör Nunez, madem ki “körler ülkesinde tek gözlü insan kraldır”, öyleyse kral ben olmalıyım diye bir umutla gider köylülerin yanına. Fakat bu insanlar o kadar uzun zamandır kör olarak yaşamaktadır ki, dünyanın sadece yaşadıkları vadiden ibaret bir yer olduğunu düşünürler. Ayrıca kör ya da görmek gibi deyimler de yoktur lügatlerinde. Görmeyi anlatmaya çalışır kahramanımız; fakat duyularının yeterince gelişmediği, yeni yaratıldığı için böyle saçmaladığı sözleriyle karşılanır. Planlar yapar kendince, çünkü kral o olmalıdır.
Bundan sonrasını Çetin Altan’ın ‘’büyük dostum Prof. Sadun Aren, bana H. G. Wells'in bir hikâyesini anlattı’’ diye başlık attığı ve Wells’in bu kitabındaki hikâyesini anlattığı bir yazısına bırakayım çünkü benden daha güzel anlatmaktadır:
Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış. Yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş. Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş; alacalı bulacalı garip bir köy. Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün... Girince köyün içine anlamış meseleyi. Körler köyüymüş burası. Kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri... Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya: hiç değilse benim bir gözüm var, diyormuş. Körler ülkesinde şaşılar kral olur, derler. Ben de bunların başına geçer yaşarım.
Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış. Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.
Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmiş:
- ‘’Filanca malını çaldı falancanın.’’
Körler:
- ‘’Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki’’, demişler.
- ‘’Ben duymadım, gördüm. Gözüm var benim. Görüyorum.’’
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
- ‘’Ne demek görmek’’, demişler, ‘’nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?’’
- ‘’Anlıyorum tabii...’’
- ‘’İnanmayız, imtihan edeceğiz seni...’’
Adamı almışlar, uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
- ‘’Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz,’’ demişler.
Adam anlatmış:
- ‘’Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs...’’
Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:
- ‘’Anlatsana...’’
- ‘’İçeri girdiniz göremiyorum ki...’’
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:
- ‘’Ne olmuş yani içeri girmişsek. Elli santim fark etti, anlat anlat!’’ demişler.
- ‘’Arada duvar var görmüyorum.’’
Körler :
- ‘’Sen atıyorsun’’ demişler. ‘’Demincek tesadüf etti. Bak, şimdi bilemiyorsun.’’
- ‘’Çıkın dışarı, söyleyeyim.’’
- ‘’Bu kadar uzaktan duyunca ha içersi, ha dışarısı, ne çıkar yani...’’
- ‘’Ben duymuyorum, ben görüyorum’’, diyormuş adam.
- ‘’Öyle şey olmaz’’, demişler. ‘’Sende bir bozukluk var. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni...’’
Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii... Elleriyle yoklamaya başlamış adamı. Yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:
- ‘’Buldum’’, demiş. ‘’Bozukluk burada...’’
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
- ‘’Saçmalaması bundan dolayı’’, diyormuş. ‘’Ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...’’
Çetin Altan'ın yazısında anlattığı hikâye bu kadar. Ancak kitapta hikâyenin gerisi de vardır:
Köyde burnunun iki tarafında üstü kaşa benzer, kirpiği andırır iki çukur bulunan bir kız vardır. Bir gözü kör Nunez o kıza âşık olur. Kız da onu sever. Nunez günün birinde “Benimle evlenir misin” diye sorar kıza. “Evet” der kız, “ancak sen bizlerden çok farklısın. Böyle anormal biriyle evlenemem. Ancak o gören gözünü dağlatıp kör olursan yaşamımı seninkiyle birleştiririm!” Nunez kıza âşıktır, ''Peki'' deyiverir.
Kız anasına, babasına müjdeyi verir ve düğün hazırlıkları başlar.
Körler Ülkesi’nde düğün gününden bir gün önce köy meydanında masalar kurulmuş, kazanlar kaynatılmış ve damadın o gören tek gözünü kızgın demirle dağlayacak adam da bulunmuştur.
Körler Ülkesi’nin tek göreninin aklı son anda başına gelir, kör edilme töreni için tamtamlar çalınıp şişler kızdırılmaya başladığında doğru yolu seçer ve oradan kaçar!
Körler ülkesine kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.
Kitapta geçen hikâye bu kadar...
Bir yazısında “İnsan hayatı,” der H. G. Wells; “İnsan hayatı evrenin akışı içindeki bir girdap gibi, yanıltıcı bir şekilde sakindir; bilimse insanın karanlığa yaktığı bir kibrittir ve kibritin ateşi karanlığın sandığımızdan daha da karanlık olduğunu gösterir.”
Çetin Altan bu hikâyeyi anlattığı yazısını şu cümleyle bitirirdi:
‘’Körler görenleri anlayamazlar. Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.’’
Çünkü körler memleketinde görmek, bir hastalık sayılır.
Osman AYDOĞAN
Müzikle ilgilenen arkadaşlarıma bir not: ''Körler Ülkesi'' dışında ''Ann Veronica'' ve ''Zaman Makinesi'' isimli kitapları da vardır H.G. Wells'in. ''The Alan Parsons Project'' isminde 1975 ile 1990 yılları arasında faaliyet göstermiş bir İngiliz senfonik rock grubu vardı. Bu grup tematik albümler yaparlardı. Her albümde farklı bir konu işlenirdi. İşte bu müzik grubunun H. G. Wells’in eserlerinden olan ''Zaman Makinesi''nden (The Time Machine) etkilenip aynı isimle çıkardıkları bir albümü de vardır: '’The Time Machine''. Bu grubun 1982 çıkışlı bir albümünün ismi de ''Eye in the Sky'' dir. Bu albümde birinci eser ''Sirius'', ikinci eser de ''Eye in the Sky''dir. İkisi de dinlenmeye değer eserlerdir.
Sakallı Celâl
08 Ağustos 2018
Sakallı Celâl (1886 –1962) olarak bilinen bir düşünürümüz vardır. Babası II. Abdülhamit’in Bahriye Nazırı Hüseyin Avni Paşa'dır. Galatasaray Lisesi mezunudur. Sağlıklı, güçlü, hazırcevap, esprili, kültürlü, içten, bekar, bakımsız, derbeder ama yerine göre titiz, babacan, ütopik-sosyalist- bir meczuptur... Hep kendisini arayan aydın bir filozoftur.
Yakın arkadaşları arasında Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, Nâzım Hikmet, Ali Yar (Ordinaryüs Profesör) , Haldun Taner ve Ali Sami Yen bulunmaktadır. Nâzım Hikmet’ten ‘’öğrencim’’ diye bahseder. Nurullah Ataç, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Kazım Taşkent, Melih Cevdet Anday ve Orhan Veli gibi pek çok şair ve yazar da çevresinde yer alır…
Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra okul müdürü Tevfik Fikret tarafından öğretmen yardımcılığına getirilir. Bir süre sonra da Tevfik Fikret'in ön ayak olmasıyla Fransa’ya Sorbonne Üniversitesi’nde siyaset bilimi tahsili yapmaya gönderilir. Fakat Fransa tahsilini yarıda bırakarak yurda döner. Yurda döndükten sonra da öğretmenlik, okul müdürlüğü, Aydın’da fabrika işçiliği, çöpçülük, hamallık gibi işlerde çalışır. Paraya pula hiç önem vermez. Öyle ki Galasaray Lisesi’ndeki öğretmen vekilliği döneminde çocuklara askıdaki ceketini göstererek ‘’Parası biten cebimden alabilir’’ der…
Değişik yazarlar, değişik kitaplarında kendisinden bahseder ancak böylesine değerli bir filozofumuzu da günümüze aktaran tek bir eser vardır. O da gazeteci, yazar ve araştırmacı Orhan Karaveli tatarından yazılan "Sakallı Celâl - Bir 'Bilinmeyen Ünlü'nün Yaşam Öyküsü" (Doğan Kitap, 2007) adlı kitaptır.
Galatasaray Sultanisi'nden öğrencisi ve hayranı olduğu Tevfik Fikret'in, "Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin" dizesinde ifade edilen prensibe ne pahasına olursa olsun, hayatı boyunca sadık kalarak yaşar…Orhan Karaveli’nin kitabından İşte bu yaşam ilkesinin nasıl yaşandığını anlatan bölümler sunmak istiyorum:
Sakallı Celâl, 1886 yılının kazma kürek yaktırdığı bir Mart gününde Miralay Hüseyin Hüsnü Paşa ve Ayşe Melek Hanımın üçüncü oğlu olarak dünyaya gelir. Çevresine biraz tepeden bakan annesi ile Celâl’in yıldızı hiç barışmaz. Çocukken annesinin ‘’paşa hanımı’’ tavırlarına sinirlendiği için makam faytonunda kendini arabacı askerin yanına atıp, annesini utandırırdı. Zaten sonraları annesi için ‘‘askerler, babama selam durduklarından daha çok anneme selam dururlardı! Benim annem Abdülhamit’in dişisidir’’ der.
Devlet memuru olamayacağını anlayıp çareyi Aydın’da incir fabrikasında çalışmakta bulan Celâl, burada da rahat edemez. İşçilere yardım ettiği gerekçesiyle komünist olduğu düşünülür ve evi basılır. Kitapları ve eşyaları talan edilen sakallı Celâl, polise ne aradıklarını sorunca “Fakir işçilere yardım ediyormuşsun! Yani komünistmişsin! Biz de bunun belgelerini arıyoruz” yanıtını alır. Celâl bey, işaret parmağıyla kafasını göstererek “aradıklarınız burada” yanıtını verir. Polis duvarda duran Karl Marx portresini sorunca ‘’Rahmetli Babam’’ diye cevaplar.
Sakallı Celâl, hayatı boyunca kimseden yardım almaz. Rivayete göre gösterişli görünmemek adına bilerek eskittiği paltosu, içine kitaplarını doldurduğu çuvalı ve ‘‘özgürlük’’ olarak nitelendirdiği sakalıyla kendi yağı ile kavrulur. Dönemin tüm düşünür, yazar ve profesörleri tarafından el üstünde tutulur. Rasih Nuri, hocası olan Profesör Kerim Erim ile birlikte yürürken, Erim’in yoldaki bir çöpçünün elini öptüğünü ve bu kişinin Sakalı Celâl Bey olduğunu söyler…
Sakallı Celâl komünist enternasyonalin dördüncü kongresine dönemin Türkiyeli komünistlerini temsil edenlerden biri olarak katılır...Sakallı Celâl; İsmail Hüsrev Tökin, Vedat Nedim Tör ve Sadrettin Celâl ile birlikte kominternde Sovyet delegasyonuyla derin sohbetlere girer ve Sovyet temsilcilerini hayretler içinde bırakan bir bilgi sunar. Sadrettin Celâl’de bir dönem Türkiye sosyalist hareketinin önde gelen aydınlarından biri ve partinin liderlerindendir. Türk delegasyonunda Marksizm’e en fazla vakıf olan Sadrettin Celâl ise ikincisi de Sakallı Celâl’dir. Bu konudaki bilgileriyle zaman zaman kendileri kadar bilgili olmayan Sovyet muhataplarını şaşırtırlar ve kıvrak zekâsıyla sakallı Celâl durumu şöyle kurtarır: ‘’Devrim sizin ülkenizde yapıldığı halde Marksizm’i bizlerden az biliyorsunuz diye üzülmeyin. Siz gece gündüz çalıştığınız için okumaya vakit bulamamışsınız. Sizin kadar çalışmadığımızdan biz de oturup bol bol Marksizm’e kafa yormuşuz. Hepsi bu!"
Haldun Taner bir yazısında ondan şöyle bahseder: ‘’…Celâl Bey, bahriye mektebi nazırı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu ve Mekteb-i Sultani mezunu olduğunu sık sık unutup ve unutturup herhangi bir sokaktaki adam kişiliğine bürünmekten çok zevk alırdı. Ankara vapurunun ünlü süvarisi Şefik Kaptan bana ön güvertede halatları saran sakallı bir çımacının kendisine Lamartin’in ‘le lac’ şiirini ezbere okuduğunu anlatmıştı. Bu kadar güzel Fransızca bilen bu çımacıyı o güne kadar hiç görmediği için baş çarkçıya sormuş, o da bu sakallı zatın İstanbul’dan İzmir’e biletsiz gitmek için boğaz tokluğuna çımacılık yapmak istediğini anlatmıştı. Celâl Bey’in, istese bu kadarcık parayı dostlarından borç alması işten değildi. Ama öyle esmiş, öyle yapmıştı. Böyle oyunlara bayılırdı…”
Öğrencisi Mahir İz ondan bir hatıra nakleder: ‘’Bir gün Sakallı Celâl’e Kadıköy vapurunda rastlamıştım. ‘Sizi hâlâ huzura kavuşmuş göremiyorum. Ne istiyorsanız, ne düşünüyorsanız, hatta şimdiye kadar düşünmediklerinizin hepsini Mustafa Kemal Paşa yaptı. Neden hâlâ memnun değilsiniz?’ diye sordum. Bana, ‘sen hiç tiyatroya gitmedin mi?’ diye sorup devam etti: ‘Perde açılır, karyolaya uzanmış bir hasta görürsün, başında ilaç veren bir de hemşire vardır. Biraz sonra doktor içeri girer, nabız yoklar, reçete yazar... Aslında ortada ne hasta, ne hemşire ne de doktor vardır. Bunların hepsi bilirsin ki rolden ibarettir. İşte bizim cumhuriyetimiz de öyle. Yaşasın cumhuriyet rolünden ibaret’ diye karşılık verdi!”
Sakallı Celâl Ankara Erkek Lisesi Müdürüdür. Okulun lağımı patlar. Durum bakanlığa iletilir ama bakanlıktan "durumun idare edilmesi…" yolunda bir cevap gelir. Sakallı Celâl iş tulumunu giyer, bir öğrencisiyle birlikte patlayan lağımı onarmaya başlar. Tam o sırada okula gelen bir müfettiş, Sakallı Celâl’i o halde görünce bakanlığa ; "makamına uygun olmayan bir kıyafette görüldü." diye rapor eder. Çok geçmeden bakanlık Sakallı Celâl’e bir yazı yazarak: "niçin makamınıza uygun olmayan bir kıyafette görüldünüz?" diye sorar. Sakallı Celâl de doğrudan bakanlığa çıkar ve ilgiliye der ki: "Lağım patladı dedik, 'idare et' dediniz. Ben de lağımı onarıp idare edeyim dedim. Lağıma resmi kıyafetle girecek değildik ya. İdare etmenin bok içinde oturmak anlamına geldiğini nerden bileyim?"
Orhan Karaveli'nin kitabında Sakallı Celâl’in vasiyeti şu şekilde yer alır:
"Bugün Teşrinisaninin on biri. Saat dörde çeyrek var. Fabrikadayım. Bugün kendimi pek çok hasta hissettim. Ölmek ihtimali hissettim. Ölmeden evvel şu satırları yazıp cebime koymaya karar verdim. Öldükten sonra bulursanız ricamı yerine getiriniz:
Mustafa Kemal'i seviyorum. Tatmin edilmeyen iştiyakımla ölüyorum. O'nu öpmek ve koklamak isterdim. Darülfünun, muallimlerinden Ali Yar'ı daima sevdim. Aziz hatırasıyla daima tenzih-i ruh ettim. Ayrılmak istemezdim. Mizyal ismini verdiğim Belkıs'ı daima severim. Beni bir zamanlar hakikaten sevmiş idi. Kendisini ben daima sevdim ve seviyorum. Ruhumun acılarından birisi de kendisiyle birlikte yaşamış bulunmaktadır. Celâl (imza)
Bu kâğıdı ya şahıslara bildiriniz yahut gazeteye bastırınız. Ta ki muttali olsunlar. Celâl (imza)"
Sevgi dolu bir insanın vasiyeti ancak bu kadar olur diyor insan!
Sakallı Celâl ardında yazılı bir eser bırakmamıştır. Aslında bu düşünürümüzü benim anlatımımla tanımıyorsunuz. Önceden de tanırdınız kendisin! Kaynağını bilmeden sıklıkla kullandığımız sözlerin sahibidir kendisi. Bu sözlerden birkaçı şunlardır:
“Türkiye’de aydın geçinenler Doğu’ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar.”
“Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.”
“Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur.”
“Tanzimat ilan ettik, olmadı. Meşrutiyet ilan ettik olmadı. Cumhuriyet ilan ettik olmadı. Biraz da ciddiyet ilan etsek!’’
“Hiç bir yoğurtçunun yoğurt olduğu görülmediği gibi, hiç bir Türkçünün de Türk olduğu görülmemiştir.”
“İnsanoğlunda zekâ, midyedeki inci gibidir. Hepsinde bulunmaz.”
"Bastonunu yere çaksan filiz veren bu bereketli ülkede biz, aç kalma mucizesini de becerebilmiş bir milletiz."
Bu ülkenin aydınları için "körler ülkesinin şaşıları" diyen de oydu.
Ahmet Haşim onun için: ''... Celâl'in söyledikleri, karanlık bir gecede çakan şimşekler gibiydi...'’ derdi…
Sakallı Celâl 1962’de beyin kanamasından hayata veda eder. Mezar taşında kimseciklerin bilmediği soyadıyla yazılıdır: ''Celâl Yalınız'' Zaten o da bu fâni dünyada soyadı gibi yalınızdı…
Ve mezar taşında adının altında da ömrü hayatını özetleyen şu ifade yazılıdır: ‘’Bağban bir gül için hizmetkâr olur’’
Allah rahmet eylesin…
Osman AYDOĞAN
ABD ile Kriz - III
07 Ağustos 2018
ABD ile yaşanan krize odaklandık. Sanki detaylarda, isimlerde, rahiplerde, Dolardaki artışta kaybolduk… Detaylarda ve ayrıntılarda kaybolmadan olaya daha bir yukarıdan bakmak, büyük resmi görmek gerekiyor diye düşünüyorum...
Bu nedenle de önce çok geriye gitmeden çok yakın bir geçmişte yaşananları bir anımsamak istiyorum...
Türkiye, 2004 yılı Nisan ayında yapılan Annan Planı referandumunda Denktaş’ı dışlayarak referandumda Kıbrıs Türklerinin Annan Planına evet demeleri için çalıştı. 2009 yılı Ekim ayında Ermenistan’a şirin gözükmek için Bursa’da yapılan milli maçta Azerbaycan bayrakları toplatıldı. 2014 yılı Ekim ayında PYD lideri Salih Müslim’i Ankara’da ağırladı. Irak’ta Türkmenler ihmal edilirken IKBY (Barzani) yıllarca desteklendi. 2011 yılı Şubat ayında Barış Süreci çerçevesinde Oslo’da Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) temsilcileriyle Türk Devlet görevlileri arasında müzakereler yapıldı.
Daha bu yılbaşında (08 Ocak 2018) İdlib konusunda Türkiye; Rusya ve İran ile ters düştü… Rusya ile uçak krizi zaten daha tam çözümlenmemişti. İran ile Türkiye'nin arası zaten iyi değildi.
25 Eylül 2017 tarihinde yapılan referandum konusunda IKBY (Barzani) ile Başika nedeniyle Irak (İbadi) ile Katar nedeniyle Suudilerle, BAE ile Mursi -Sisi nedeniyle Mısır ile Türkiye’nin arası bozuldu..
Daha bu yılbaşında (15 Ocak 2018) Türkiye Afrin konusunda ABD ile bozuştu… ABD ile FETÖ, Zarraf, Halkbank, Suriye, PYD/YPG nedenleriyle zaten ilişkiler sorunlar yumağı halinde... Daha geçen yılsonunda (Aralık 2017) Türkiye Kudüs konusunda hem ABD hem de İsrail ile papaz oldu… Ve sonunda 13 Mayıs 2018 tarihinde de İsrail başkentini Kudüs’e taşıdığında ne İslam dünyasının önde gelen ülkelerinden ne Suudilerden ne de Mısır'dan karşı bir bir ses çıkmazken -gerçi başkentini Kudüs’e taşıyan İsrail idi ama- Türkiye ABD'ye karşı sesini en üst perdenen çıkaran ülke oldu. Ve en son da 01 Ağustos 2018 tarihinde ABD bir rahibi gerekçe göstererek Türkiye'nin iki bakanı hakkında yaptırım kararı aldı...
Türkiye zaten Suriye ile savaş halinde... AB dersen, başta Almanya olmak üzere tümden düşman… Yunanistan, Ermenistan ebedî düşman… AB, Almanya bizi bölmek istiyor… ABD, İsrail bizi yok etmek istiyor…
Bütün bunlar bana bir Karadenizli Temel fıkrasını hatırlatıyor…
Temel, otobana ters istikametten girmiş. Polis hemen anonsa başlamış: ‘’Bütün sürücüler, dikkat! Bir araç yola ters girmiştir!’’ Yola bakan Temel kendi kendisine söylenmiş: ‘’Ne birisi? Hepisi, hepisi!’’
Şaka bir yana bütün bu yaşananlar beni yine -mutad olduğu üzere!- tarihe götürüyor ve bana tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan bir sözünü hatırlatıyor.
Biraz uzun olacak ama bu sözü anlayabilmek ve sözün ağırlığını idrak edebilmek için önce bu söz sahibi Ebû Müslim el-Horasanî’yi tanımamız ve iyi anlamamız gerekir diye düşünüyorum…
Ebû Müslim el-Horasanî, Emevîler ve Abbasiler döneminin bir halk kahramanıdır. Isfahan’da doğmuş, Kufe’de büyümüştür. (718-755) Asıl adı Abdurrahman, asıl künyesi ise Ebû Müslim Abdurrahman bin Müslim el-Horasanî şeklindedir. Ebû Müslim ismi ile tanınmış ve meşhur olmuştur.
Köle iken ihtilal önderliğine yükselir. Emevîlerin devrilmesi ve halifeliğin Abbasîlere geçmesiyle sonuçlanan Horasan ayaklanmasının önderidir. Ebû Müslim; tarihin bir figüranı değil bir baş aktörüdür, gerçek bir tarih yaratıcısıdır. Bu nedenle Horasan Spartaküsü de derler adına…
Ebû Müslim, adı gibi kökeni de esrar perdesiyle örtülüdür. Türk kökenli olduğu söylenir, ancak Fars kökenli olduğu iddiaları da vardır… Siyasi ve askerî faaliyetlerinin yanında Horasan'ın imarı ve kalkınmasında da müspet etkisi olan, Arapça ve Farsça dillerini iyi konuşabilen ve iyi bir eğitimden geçen birisi olarak ve soğukkanlılığı, acımasızlığı, ketumluğu, akıllı ve ileri görüşlülüğü ile tanınır. Hayatı gizem doludur. Tarihte böylesine aktif rol oynayıp, yaşam öyküsü pek bilinmeyen çok az insan vardır. Orta Doğu ve İslam tarihinde Ebû Müslim kadar efsanelere ve spekülasyonlara konu olan başka bir kişilik de yoktur...
Köle iken ihtilal önderliğine yükselmesi nedeniyle o bölgedeki her kavim kendisine sahip çıkmış, onu öz evlatlarıymış gibi benimsemişlerdir. Her kavim ‘'Ebû Müslim bizdendir’' iddiasında bulunmuşlar ve adına hikâye, masal, menkıbe ve destanlar yazmışlardır.
Ebû Müslim’in en büyük meziyeti örgütçülüğü ve birleştirici özelliğidir. Emevî zulmünden rahatsızlık duyan tüm kesimleri birlik olmaya ikna ederek onları birleştirir. 747 yılında ise tüm Emevîlere karşı olan güçler, onun bayrağı altında toplanır. Merv ve Nişabur kısa süre içinde Ebû Müslim’in eline geçer. Bütün Emevî ordularını yener. Emevî hanedanı ortadan kalkar.
Emevî hanedanının ortadan kalkmasında ve Abbasi Devleti'nin kurulmasında önemli katkısı olan Ebû Müslim giderek güç kazanır… Abbasi Devleti'nin kuruluşundan sonra da haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı çıkar. Gücü ve adaleti nedeniyle nüfuzunun giderek artması ve devlet yönetiminde etkisinin güçlü hale gelmesi bu sefer de Abbasi yönetimi rahatsız eder.
Ebû Müslim’in giderek güçlenmesi, Halife Mansur’u iyice kaygılandırır. Harp meydanlarında yenilemeyen bu büyük komutan bir görüşme bahanesiyle davet edildiği Irak’ta hileyle öldürülür...
İşte Ebû Müslim’in en büyük talihsizliği de onun Abbasi hanedanlığı tarafından kullanılmış olmasıdır. Ebû Müslim, Abbasiler lehine Emevî devletini ortadan kaldırmış, Abbasilerin kurulmasına katkı sağlamış, Abbasilere hilafet makamını altın tepsi içinde sunmuş fakat onlar tarafından katledilmekten kurtulamamıştır. Ebû Müslim, Abbasiler tarafından kullanılmış, ancak tarihteki her örnekte olduğu gibi kullanım süresi bitip de tehlikeli olunca da ortadan kaldırılıp çöpe atılmıştır…
Ebû Müslim hakkında yazılı eser pek azdır. Ebû Müslim’i roman şeklinde anlatan iki kitap bulunmaktadır; Birincisi Faik Bulut’un ‘’Ebû Müslim Horasânî, Bir İhtilalcinin Hikâyesi’’ (Su Yayınları, 1999) isimli kitabı, diğeri ise Corci Zeydan’ın ‘’Ebû Muslim Horasânî’’ (Milenyum Yayınları, 2010) isimli kitabıdır. Ebû Müslim hakkındaki diğer bir kaynak kitap da Mesruri Geda’nın ‘’Eba Müslüm'ün Tabutu’’ isimli kitabıdır. (Can Yayınları, 1996)
Ayrıca Türkolog Prof. Dr. İrene Melikoff’un, 1962'de Fransızca yayınladığı "Türk-İran Epik Geleneği İçinde Horasan Teberdarı Ebû Müslim'’ (Abu Muslim, le "Porte-Hache" du Khorassan dans la tradition épique turco-iranienne) adlı bir kitabı bulunmaktadır.
1969 yılında Tamer Yiğit’in başrolünü oynadığı bir Yeşilcam filmi de vardır; Eba Müslim-i Horasan-i (Kimi bölgelerde Ebû yerine Eba denilir.)
Şimdi artık gelelim Ebû Müslim Horasânî’nin o meşhur sözüne…
Ancak Ebû Müslim Horasânî’nin birazdan vereceğim o meşhur sözünü de; yazımın girişinde anlattığım Türkiye’nin; AB, Almanya, ABD, İsrail, Suriye, Irak ve Mısır ile olan kavgaları ile; Rusya, İran, Çin, Ermenistan ve Katar ile olan yakınlığı ile; Suudiler, BAE, Azerbaycan, KKTC, Oslo, Barış Süreci, PKK/PYD, Salih Müslim, IKBY (Barzani) ve Türkmenler ile olan ilişkileri ile beraber değerlendirilmeli diye düşünüyorum.
Tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan o sözü şuydu:
''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''
Şimdi Türkiye’nin günümüzde uluslararası ilişkilerde ulaşmış olduğu ‘’değerli ve tehlikeli yalnızlığı’’nı daha iyi anlıyorsunuz değil mi?
Ayrıca Ebû Müslim el-Horasanî'nin hayatı ve sonu da ibret alınması gereken bir konudur.
Hep yazarım ya: Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılırmış... Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibiymişler... Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi ne olacağını da öğretirmiş... diye…
İbn-i Haldun ünlü Mukaddime’sinin giriş bölümünde tarihin zahiri, açıkça görülen anlamı dışında bir de saklı anlamı olduğuna dikkat çeker ve derdi ki: “Tarihin içinde saklanan mana ise incelemek, araştırmak, düşünmek (...) hadiselerin vuku ve cereyanın sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir.”
Çok şükür ki bizim incelemek, araştırmak, düşünmek gibi bir kaygımız yoktur!
ABD ile yaşanan krizde bu rahibin bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bu rahip olsa olsa bir figürandır, sadece bardağı taşıran son damladır. Bütünü görmeden kriz diye sadece ABD üzerinde odaklanmak bizi yanlış yöne sevk eder diye düşünüyorum. Biz büyük resme bakalım!
Allah sonumuzu hayreylesin!
Osman AYDOĞAN
Doları Saldım Çayıra
07 Ağustos 2018
Doları saldım çayıra
Halkı da Mevlâ kayıra
Bu krizi hayıra
Yoranın da avradını.
Hem hırsızın hem yüzsüzün
Babası zengin dürzünün
Bunların meyit namazın
Kılanın da avradını.
Biçare mazlum söz söyledi
Cümle halkı dahleyledi
Sorarlarsa kim söyledi
Soranın da avradını.
Şimdi gelelim bu şiiri kim söyledi kısmına:
Kazak Abdal yaşamıyla ilgili yazılı bir bilgi olmayan usta halk ozanlarımızdandır. Romanya Türklerindendir. Bir şiirinde asıl adının "Ahmet" olduğunu söyler. Bektaşi tarikatından olduğu tahmin ediliyor. Hacı Bektaş Veli'ye yürekten bağılıdır. Şiirlerinde taşlama, mizah ve yergi vardır. Yerici -alaycı tutumu, güldürücü diliyle din tacirlerine, yalancılara, cahillere ses kalabalığı ile başkalarını susturmaya çalışanlara şiirlerinde sataşır, onların olumsuz yanlarını sergiler. Aslında şiirleri açıktır, yoruma gerek duymaz. Yerginin içinde gerçeği sunar. Kimlere çattığını açıkça söyler.
Balım Sultan diye bilinen ve Bektaşiliğin ikinci piri sayılan Balım Sultan'ın "giyinişini, yürüyüşünü övdüğüne" bakılarak 16. yüzyılda yaşadığı sanılıyor:
"Arslan gibi apıl apıl yürüyen
Kendi özün hak sırrına bürüyen
Kepeneğin yanı sıra yürüyen
Mürsel baba oğlu Sultan Balım'dır."
En bilinen şiiri ‘’Eşeği saldım çayıra’’ isimli şiiridir:
Eşeği saldım çayıra
Otlaya karnın doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranın da anasını
Münkir münâfıkın soyu
Yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu
Dökenin de anasını
Müfsidin bir de gammazın
Malı vardır da yemezin
İkisin meyyit namazım
Kılanın da anasını
Derince kazın kuyusun
İnim inim inilesin
Kefen dikmeye iğnesin
Verenin de anasını
Dağdan tahta getirenin
Mezarına götürenin
Talkınını bitirenin
İmâmın da anasını
Kazak Abdal söz söyledi
Cümle halkı dahleyledi
Sorarlarsa kim söyledi
Soranın da anasını
Kazak Abdal'ı tanıtırken söylediğim gibi Kazak Abdal'ın aslında şiirleri açıktır, yoruma gerek duymaz. Yerginin içinde gerçeği sunar. Kimlere çattığını açıkça söyler. Siz de anlarsınız! Anlamamışsanız şiiri bir daha okuyun isterseniz!
‘’Doları Saldım Çayıra’’ isimli şiir ise Kazak Abdal’ın işte bu ‘’Eşeği saldım Çayıra’’ isimli şiirinden devşirilmiştir. Bir vakitler Hasan Pulur bir yazısında kullanmıştır. Kaynağı bilinmiyor.
Osman AYDOĞAN
Sevgim acıyor!
05 Ağustos 2018
‘’İkinci Yeni’’, Türk şiirinde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan ve 1950'li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer gibi şairlerin oluşturduğu bir topluluktur. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Akımın öncü şairi Ece Ayhan'a göre ise az kullanılan adıyla '’Sivil Şiir’'dir…
Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çalıştılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmekti.
İşte bu ‘’İkinci Yeni’’ şairlerden en yalnız, en içli, en duyarlı olanı Turgut Uyar’dır. Turgut Uyar, (1927-1985) şimdi kapatılan Bursa Askerî Lisesi mezunu bir subaydır... Hemen hemen her subay gibi şairdir... Ama acının coğrafyasında yaşayan bir şairdir Turgut Uyar. Aşk ve sancılı ayrılık şiirlerinin ölümsüz şairidir Turgut Uyar. Türk şiirinin en yalnız, en mutsuz, en umutsuz şairidir Turgut Uyar… Belki de Türk şairlerin arasında en içli olan şairdir Turgut Uyar. Turgut Uyar çocukluğundan şöyle bahseder: “Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem: ‘Yapma oğlum’ derdi ona, ‘O, içli bir çocuk’ ”. Turgut Uyar hep o çocuk oldu ve o çocuk gibi hep içli bir şair oldu.
Subaylıktan istifa ederek ayrılmıştır ya… ‘’Federico Garcia Lorca için üç şiir’’ isimli şiirinde şöyle der:
‘’Ah işte herşey orda...
Ben severim omuzlarımı bir gün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.’’
Dört kutsal kitap üzerine engin bir bilgisi olduğu söylenir. Şiirleri böyle bir birikimin ürünüdür.
Cemal Süreyya’dan ayrılan Tomris Uyar ile ikinci evliliğini yapar Turgut Uyar. Turgut Uyar, severken de içli sever, içerken de içli içer. Severken de içerken de sevginin ve içkinin dozunu hiç ayarlamaz. Bir gün bu ikisinden birinin başına bir iş açacağını bilir. Turgut Uyar 22 Ağustos 1985’te 58 yaşında iken evinde vefat ettiğinde oğlu ardından şöyle der: “Sevmek ve içmek, ikisini de sonuna kadar kullandı. Ama sevdiği için değil, içtiği için öldü”.
Bir şiirinde kendi ölümünü anlatmıştı:
"Ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır."
Zaten o gidince her şey de eksik kalır...
Turgut Uyar Aşiyan mezarlığına defnedilir. Mezar taşında tek bir sözcük yazılıdır ismi dışında: ‘’Ağustos’’ Çünkü Ağustos Turgut Uyar'ın ayıdır: 04 Ağustos'ta doğar, 22 Ağustos'ta vefat eder.
1982 yılında yayınladığı bir şiir kitabı var Turgut Uyar’ın: ''Kayayı Delen İncir'' (Can Yayınları, 1993) Bu kitabında da bir şiiri var Turgut Uyar’ın: ‘’Acıyor’’ (Hoş, günümüzde neler acımıyor ki!)
Turgut Uyar bu şiirinde iki kelimeye dünyaları sığdırmış: ‘’Sevgim acıyor!…’’ Öyle ya, başka türlü nasıl şair olunurdu ki? Subaydır ya… Turnaların peşi sıra ülkenin dört bir yanını gezip, tüm güzellikleri şiirinin içine içli bir dille serpiştirmiş Turgut Uyar:
‘’Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda…’’
Diğer şiirleri anlattığım gibi Turgut Uyar’ın bu şiirini (Acıyor) uzun uzun anlatmama gerek yok diye düşünüyorum. Şiiri açık açık tanımlamış zaten o, gayet kısa ve net: ‘’Sevgim acıyor!…’’ Bu iki sözcüğün açıklaması olur mu? Olmaz!; ''Sevgim acıyor, kimi sevsem kim beni sevse..'' Acıyor işte sevgim acıyor!...
Sevginin acıması da yüreğin burkulması gibi bir şey herhalde… Zaman hızla meçhule doğru akıp gidiyor… Ağustos'tayız ama Eylül toparlandı gitti işte, Ekim filan da gider bu gidişle, sevgim acıyor…Acıyor işte sevgim acıyor!...
Zaten günümüzü anlatmıştı bir şiirinde:
"Hâlbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
her şey naylondandı o kadar"
Evet, artık her şey naylondandır… O kadar... Sevgimizin acıması da bundandır…
Dün, 04 Ağustos (1927) doğum günüydü.. Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’ İşte bu nedenle anmak, hatırlamak, hatırlatmak istedim!
Ruhu şâd olsun…
Osman AYDOĞAN
Acıyor
Mutsuzlukdan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
Sevgim acıyor
Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlar da orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak
En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
öteden beri yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
sevgim acıyor
Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
O kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar
Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse
Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar
Turgut UYAR
Şimdi bu şiiri beğenmişseniz, girişte ''Turnaların peşi sıra... '' diye verdiğim şiirin tamamını da vermesem olmazdı. Bu çölde susuz kalmış bir insana bir yudum su vermek gibi birşey olurdu. Bu şiir Turgut Uyar gibi benim ve çoğu subayların yaşadığı bir hayattır.
Turnam Seninle
Bir rüzgâra kapıldım da dolandım durdum
Ankaranın İstanbulun dışında.
Mecnun gibi mi dersiniz, Kerem gibi mi
Bir telli, turnanın peşinde?
Aman turnam telin, teleğin olayım
Yollarda koma beni.
Derdinmişim gibi taşı, palazınmışım gibi
Aman turnam telin, teleğin olayım…
Bir çalı dibinde, bir dağ başında
Öğlen uykularına varayım.
Turnam benim, canım turnam, hanım turnam
Bilirsin ben garibim, fukarayım…
Eksilmesin üstümden gölgen, rüzgârın
O günler içim alav alav yanıyordu.
Biz Sakaltutandan inerken sabağnan
Kars yeni yeni uyanıyordu…
Neresi olursa olsun, eyvallah
Şu gözün alabildiğine bizim memleket, turnam
Yol var – Dağdevirene artık tesviyei türabiyede
İkibuçuk kâğıda Pasinler, yallah..
Pasinlerde Ali Efendinin hanında
Bir uyku çektim doyasıya.
Hasırın üstünde, öyle rahat, kaygısız
Gölebertli Mustafanın yanında..
Otursam da sabahlara kadar ağlasam
Yollar geçiyor içimden yollar, uzak yakın
Ah, doyamadım daha, doyamadım doyamadım
Aman turnam, aman bu düş olmasın sakın..
Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerle yıldız kayıyor kanımda.
Şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yapıldak vatanımda..
Aman turnam telin teleğin olayım
Beni kaçır, beni götür bırakma.
Kars olsun, Sivas olsun, Edirne olsun
Gözüm yok hiçbir şeyin yeşilinde, ağında
Beni taşı, bitin olayım, kölen olayım
Bir arpa tanesi gibi kursağında…
Turgut UYAR
ABD ile Kriz -II
05 Ağustos 2018
03 Ağustos 2018 tarihindeki ''ABD ile Kriz -I'' başlıklı yazımda bir krizin nasıl yönetildiği konusunda Almanya ile İran arasında 1997 yılında yaşanan bir krizi örnek vermiştim. Bu sefer de geçen sene yaşanan Türk - Alman krizini anlatığım ''Almanya, acı dost'' başlıklı yazımı, büyük resme bakabilmek için Türk - ABD krizine örnek olarak vermek istiyorum. ABD ile yaşanan bu kriz aslında Batı Bloku ile yaşanan bir krizdir. Her iki ülke ile yaşanan krizde sebep ve sonuçlar hemen hemen aynıdır. Krize sebep ''Rahip'' hadisesi bir bahanedir. Kurt ile kuzu arasında geçen hikâyedeki ''suyumu bulandırıyorsun'' gerekçesi gibidir. Yazım içinde geçen ''Osmanlı'' yerine ''Türkiye'', ''Almanya'' yerine de ''ABD'' diye okunursa yaşanan bu krizin temelleri ve nedenleri daha iyi anlaşılabilir diye değerlendiriyorum.
Almanya, acı dost!
02 Temmuz 2017
Son günlerde Türk – Alman ilişkileri oldukça sıkıntılı ve gergin. Ben bu gerginlik konularına değinmeyeceğim. Yok Almanya, Cumhurbaşkanının Almanya’da Türklere hitap etmesine izin vermemiş, yok Türkiye Alman parlamenterlerin İncirlik ve Konya’da üslerde bulunan askerlerini ziyaretine izin vermemiş! Vs., vs. Herkes değiniyor, herkes anlatıyor zaten. Bunlar teferruattır, bunlar gerginliğin gerçek sebepleri değildir. Ben sizleri biraz gerilere götüreceğim... Gerginliğin tarihi kökenini ve gerçek sebeplerini açıklayarak böylece bir efsanenin (Türk-Alman dostluğu, Türk-Alman silah arkadaşlığı gibi) acı gerçeğini ve hayal kırıklığını ve esas konunun ne olduğunu sizlere anlatmaya çalışacağım...
Bakmayın siz sağda solda Almanya hakkında yüzeysel yazanlara... Türk – Alman ilişkilerine merakınız varsa -yazının uzunluğuna aldırmadan- bu yazımı okuyun derim…
Biliyorsunuz; ''Tarih'' olmadan olmaz!... Bugünü tam olarak anlayabilmek için Tarihe bir gitmemiz gerekiyor... Çünkü geleceğe ilişkin öngörüler kökleri Tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidirler. Çünkü Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir. Öyleyse Türk - Alman ilişkilerinin bugününü anlayablilmemiz için önce Osmanlı - Almanya ilişkilerini çok iyi anlamamız gerekir... Osmanlının Almanya ile olan ilişkileri ise Prusya ile başlar…
Prusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin başlangıcının sebebi, Osmanlı İmparatorluğu’na göre 19’uncu yüzyılın sonunda Prusya dışındaki diğer bütün büyük devletlerin Osmanlı‘ya karşı düşmanca bir politika izlemeleriydi. Osmanlı İmparatorluğuna göre kendilerine karşı en büyük tehlike İngiltere ve Rusya’dan gelmekteydi. İngiltere en tehlikelisi olduğu için Sultan Hamit önce İngiltere ile anlaşmayı denedi, ancak çabalarında başarısız olunca Prusya ile ittifaka girmekten başka çare göremedi.
Osmanlı İmparatorluğunun niyeti Prusya’nın yardımı ile kendi askeri gücünü geliştirmekti.[1] Ayrıca Sultan Hamit Prusya’nın askeri gücüne, gelişme seviyesine ve devletin otoriter yapısına hayranlık duyuyordu ve toprağını muhafaza için en iyi yolun Prusya ile iş birliğinde olduğuna inanıyordu.[2] Politik, ekonomik ve askeri olarak çöküşte olan Osmanlı İmparatorluğu Prusya’nın yardımına muhtaçtı.
Prusya’nın ise bu iş birliğinden çok daha farklı niyetleri vardı. Prusyalılar kendi araştırmalarında Mezopotamya’da petrol yatakları olduğunu keşfetmişlerdi. 1871’de birliğini henüz yeni sağlamış Almanya’nın hem yeni pazarlara ve hem de hammadde ve petrol kaynaklarına ihtiyacı vardı. İngiltere ve Fransa ile dünyayı paylaşım yarışında geç kalan Almanya için Anadolu, Suriye ve Mezopotamya Almanya’nın ‘'Hindistan'’ı olabilirdi. Ayrıca Almanya’nın kolonilerini koruyacak yeterli bir deniz gücü de yoktu. Bundan dolayı Almanya ‘’koloni’’ elde etmek için başka bir yöntem buldu: Almanya; Osmanlı İmparatorluğu, Çin ve Rusya gibi gelişmemiş ülkelerle ticarete yöneldi.[3]
Alman şövenistler ise Alman halkının Ukrayna’ya, Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya yerleştirilmelerini istiyorlardı. Daha 1848 yılında Alman ekonomist Ruscher Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra Prusya’nın miras olarak Anadolu’yu alacağını düşünüyordu.[4] 1897 yılında, Türkler tarafından çok sevilen ve Türkleri çok seven General von der Goltz ise Türklerin İstanbul’u terk ederek Anadolu ve Mezopotamya’ya sürülmelerini ve Alman yönetimi altında buraları reforma tabi tutmaları gerektiği teklifini yapıyordu.[5] ‘'Alman Birliği'’ örgütü ise kurulduğu 1890 yılından itibaren Alman halkının Anadolu’ya yerleştirilmeleri ve Anadolu’nun Almanya’nın bir kolonisi olması gerektiği propagandasını yapmaktaydı. ‘'Alman Birliği'’nin başkanı Prof. Hasse’nin yayınladığı bir broşürün adı da ‘'Osmanlı mirasında Alman hakları’' idi. Onun fikrine göre İngiltere’nin Hindistan’a yaptığı gibi Alman bilimi Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman toprağı haline getirebilirdi.[6]
1886 yılında Dr. Aliys Sprenger, Anadolu’nun diğer devletler tarafından istila edilmeyen yegâne bir yer olduğunu söylüyordu. Eğer Almanlar burayı Ruslardan önce ele geçirebilirlerse dünyanın en iyi parçasını almış olurlardı. Pancermenist Dr. K. W. Stettin’e göre ise Almanya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu birleşerek tek bir imparatorluk teşkil etmeliydiler. Elbe ağzından Fırat ağzına kadar uzanan böyle bir imparatorluk yüksek ve soylu bir ulusa layıktı.[7]Böyle bir imparatorluğun Alman yönetimi altında olacağından da hiç şüphe yoktu tabii ki.
Yeni Alman politikası İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı yönlendirilmişti. İngiltere Süveyş kanalını işletmeye açtıktan sonra Almanya, Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa ile rekabet edebilmek ve buraya ulaşabilmek amacıyla Berlin - Bağdat demiryolunu inşa etmek istedi. Türkler bu yatırım sayesinde ülkelerinin kalkınacağını umut ederken, Almanya ise bu hattan nasıl istifade edebileceği hesabını yapıyordu.[8] Berlin–Bağdat hattı doğuda İslam ülkelerine kadar ulaşabilirdi. Osmanlı İmparatorluğunu resmi bir ziyaretinde Wilhelm II, 1898’de Suriye’de Almanya’nın bütün Müslümanların koruyucusu olduğunu ilan ediyordu.[9] Almanya’nın amacı Müslümanları kullanarak İngilizlerle mücadele edebilmekti. Değişik niyetlerle de olsa her iki ülke birbirine muhtaçtı. Bu çerçevede ilk Alman askeri delegasyonu 1883 yılında Osmanlı İmparatorluğuna geldi. (Sultan Selim III zamanında Prusyalı Albay von Götz bir Türk topçu birliğini ziyaret etmişti. Yüzbaşı von Moltke ve Teğmen von Bery 1835 yılında Osmanlı’yı ziyaret eden ilk Alman subaylarıydı. Aktif olmadıkları için burada değinilmedi.)
Osmanlı ordusunu eğitmek için Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar birçok Alman subayı ve askeri delegasyonu Osmanlı İmparatorluğu’na geldiler. Gelen bu Alman subaylar ve askeri heyetler zaman içerisinde politik görevler de alarak Osmanlı ordusunun en önemli mevkilerini işgal ettiler. Bu şekilde Osmanlı Ordusu Almanya’ya bağımlı hale gelmişti.[10]Osmanlı Ordusunda Alman hayranı olan birçok subay vardı. Enver Paşa da bunların arasındaydı. Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranıydı. Sadece subaylar değil, özellikle birçok osmanlı entellektüeli de aşırı bir Alman yanlısıydılar. PanTürkist Yusuf Akçura, Almanya’nın gelecekte Asya’nın kültürünü pozitif olarak değiştirebileceğine inanmıştı.[11]
Daha sonra, İstiklal Marşımızın şairi olacak olan Mehmet Akif’in şu dizeleri kaleme almış olması, ne durumda olduğumuzun en güzel göstergesidir:
‘’Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın,
O halde fikir ile vicdana sahip insan;
Bilir misin ki, senin şarka meyleden nazarın
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların’’
Bu ikili ilişkilerde Almanya tamamen rasyonel hareket ediyordu. Morgenthau, Enver Paşa ile bir konuşmasını şöyle aktarıyor; Enver Paşa der ki: ‘’Türkler ve Almanlar birbirlerini ihmal edemezler. Biz çıkarımız olduğu sürece sizinle beraber olacağız. Sizler çıkarınız olduğu sürece bizlere destek olacaksınız.’’[12] Enver Paşa bu düşüncesine rağmen rasyonel hareket edememiş ve düşüncesizce Almanlara teslim olmuştu.
Alman subaylar Osmanlı Ordusunu eğitirken aynı zamanda 14 Türk subayı da Berlin’e Prusya ordusuna eğitime gönderildi.[13] Osmanlı’daki Alman subaylarının görevleri politik olmasına rağmen (Türkleri Alman hayranı yapmak, Alman silahı satmak ve Sultan’ı ve hükümeti Alman safında tutmak gibi[14]) Osmanlı Almanya’da eğitilen bu subaylarından faydalanamadı. Sultan Abdülhamit II hatıratında bu subaylardan memnun olmadığını yazmaktadır. Sultan Abdülhamit’e göre genç Türk subayları Almanya’da kendi özelliklerini, erdemlerini ve niteliklerini kaybetmişlerdi. Onlar Almanya’da Prusya’lı amirlerinin kendilerini yetiştirmek için gayretlerine rağmen alkol içmeyi ve ahlaksız şeyleri öğrenmişlerdi. Bu subaylar yurda dönüşlerinde çok kaba ve kendilerinden daha tecrübeli amirlerine ve arkadaşlarına karşı saygısız davranıyorlardı.[15] (Ne garip bir tesadüftür ki aradan yüz yıl geçiyor, bu sefer ben Alman Harp Akademisinde iki yıl öğrenim görüyorum…)
Bu askerî ilişkilerin yanında Osmanlı İmparatorluğu ile Lübeck, Bremen ve Hamburg şehirleri arasında 1839 yılında, Prusya ile de 1840 yılında ticaret anlaşmaları yapıldı.[16] Bu anlaşmaları müteakiben Osmanlı dış ticaretinde Prusya-Alman payı giderek artarak 1880 yılında %18 olan bu pay 1909 yılında %42’ye yükseldi. 25 yıl içerisinde merkezi Avrupa (Almanya- Avusturya) Osmanlı pazarına hükmeder hale gelmişti.[17]
Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı İmparatorluğu ekonomik ve askerî olarak tamamen Almanya’nın etkisi altındaydı. Bir darbe ile işbaşına gelen İttihat ve Terakki komitesi de tamamen Alman hayranı idi. 1913 yılında İstanbul’a gelen Alman askerî eğitim delegasyonu Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda tamamen bir ‘'komuta heyeti'’ haline dönüşmüştü.[18] Almanlar Türk harp yönetimini tamamen ellerinde tuttuklarına inanıyorlardı. Gerçekten de Osmanlı Savunma Bakanlığı’ndaki, Genelkurmay’daki, ordu, kolordu ve tümenlerdeki bütün önemli mevkiler Alman subaylarının ellerindeydi.[19]
Osmanlı üzerindeki Alman baskısı ve Alman etkisi ile Osmanlı yönetimindeki bir kısmın savaş arzusu Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasındaki en önemli etkenlerdi. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı’nın harekât planları Almanlar tarafından yapılmıştı. Kafkasya’da Ruslara karşı taarruz harekâtı, Mısır’da İngilizlere karşı taarruz harekâtı ve müteakiben Mezopotamya’da ingilizlere karşı savunma harekâtı (ki burada Berlin-Bağdat demiryolu hattı ve Alman çıkarları bulunuyordu) tamamen Almanların politik arzularını karşılamaya yönelikti. Ayrıca Osmanlının savaşa girmesi Doğu cephesinde yaklaşık 80 000 kişilik Rus askerini Kafkas cephesine bağlayarak, 100 000 İngiliz askerini ise Mısır’da kanalda tutarak Almanlara Avrupa cephesinde büyük bir rahatlama sağlıyordu.[20]
Bu savaşta Rusların kazanıp kazanamaması Almanlar için hiç önemli değildi. Daha çok öncelerden Bismark’ın fikrine göre Ruslar Balkanlar ve İstanbul’u fethetmeden önce tükeneceklerdi. Böylece de Almanya Avrupa’da rahat edecekti.[21]
Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırdılar. Bu haberi Maliye Nazırı Cavit Bey ilk kez olarak, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildirir. Tam bir sürprizle karşılaşır. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletler’i İstanbul'a saldırırlarsa, Osmanlıyı savunamayacaklarını anlatmaktadır. En sonunda; ''Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz'', der. Henüz bu konuşmanın sedası bu hoş kubbede kaybolmamıştır.
Her iki devlet, özellikle Almanlar savaşta müttefik olmalarına rağmen kendi çıkarlarını takip ediyorlardı. Buna bir örnek; Rusların savaştan çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun dağılmasından sonra Kafkasya’da Türk ve Alman çıkarları çatışmaya başladı. Osmanlı’nın açık hedefi Tiflis-Bakü iken, Almanlarınki ise Bakü’deki petrol yatakları idi. Bunun üzerine Almanya Kırım’da bulunan bir tümenini Kafkasya’ya kaydırdı. Karşılıklı harekât sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı muharebeler cereyan etti. Türk durum haritalarında Alman birlikleri düşman olarak gösterilmişti.[22] (Türk kaynaklarında böyle bir çatışmadan bahsedilmemektedir. Ancak adı geçen Alman kaynağı bu kanlı çatışmadan bahsetmektedir.) Türklerin Bakü‘yü talepleri üzerine Alman General Ludendorf şöyle diyordu; ‘’Bu çapulcu Türklerin istekleri de çok fazla oluyor.’’[23]
İnönü de anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler'' ibaresini kullanır. Doğan Avcıoğlu da, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” der.
Bu safhadaki Türk Alman ilişkilerinde gerçek Alman kültürü, Kant, Schiller, Hegel ve Feuerbach gibi gerçek Alman edebiyatı klasiklerinin temsilcileri, gerçek Alman bilimi ve tekniği Osmanlı’ya gelmemişti.[24]
Bu anlattıklarım geçen yüzyıla aitti… Gelelim yaklaşık yüz yıl sonrasına; 1990’lara..
1989 sonrasında dünyada büyük değişiklikler yaşandı. Her şeyden önce Alman birliği gerçekleştirilerek Almanya yeniden birleşti, Sovyetler Birliği dağıldı, Eski Yuygoslavya’da bir iç savaş yaşanıldı. Avrupa Ekonomik topluluğu yapı değiştirerek politik bir birlik haline dönüştü. Basında çok sayıda uzmanlarca her şeyin değiştiği yorumları yapıldı.[25] İngiliz filozof Arnold Toynbee’nin daha 1940’lı yıllarda öngördüğü gibi dünyanın ideolojik ayırımı sona erdi ve onun yerine birçok başka ayırımlar ve problemler su üzerine çıktı.
Uzun zaman Avrupa’nın ekonomik gücü olan Almanya şimdi de bir politik, bir siyasi güç haline gelmektedir. Avrupa Birliği’nin bütçesindeki Alman payı İngiliz payından üç kat daha fazla, İngiliz ve Fransız payının toplamının iki katından daha fazla hale gelmiştir. Almanya dünyada Çin'den sonra ticaret fazlası veren ikinci ülkedir. Almanya bugün kanatlarını Polonya’ya, Macaristan’a, Çek’lere, Baltık devletlerine, Ukrayna’ya, Rusya’ya ve eski Sovyetler Birliği ülkelerine, doğuya doğru germektedir. Daha açıkcası bugün Almanya Orta Avrupa'ya, Doğu Avrupa'ya, Baltık ülkelerine ve Balkanlara bütünüyle hakim olmak üzeredir.
Almanya’nın yükselen gücünden kimsenin şüphesi olmazken Avrupa Birliği, iç güç dengelerindeki ve diğer büyük güçler ve devletlerle olan ilişkilerdeki davranış şekliyle ilgili olarak henüz tam olarak yerine oturmamış ve Avrupa Birliği’nin jeopolitik ilgileri henüz tam olarak tanımlanmamıştır.[26]
Maliye, ortak dış ve ortak savunma politikaları konularındaki problemlerini henüz çözemeyen Avrupa’da güçlü bir Alman desteği olmaksızın güçlü bir Avrupa Birliği’nden bahsedilemez.[27] İtalyan yazar Angelo Bolaffis’in söylediği gibi Avrupa’nın kaderi yine Almanya’ya bağımlı hale gelmişti.[28]
İngiltere’nin AB’den ayrılmasının diğer nedenler yanında esas nedeni de AB’nin artan bir şekilde Almanya hegemonyasına girmekte olduğunun korkusu olduğu değerlendirilmektedir.
Almanya – Rusya ilişkileri ise tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar iyi durumdadır. Deli Petro zamanından beri devamlı savaşlara, ihanetlere ve derin ideolojik ayırıma rağmen Alman – Rus ilişkileri sürekli gelişebilmiştir. Büyük Katharina zamanında binlerce Alman Rusya’ya göç etmişti. Marks, Engels, Tolstoy ve Pasternak bu karışımın bir ürünüydüler... Son kırk yıldan beri Almanya ve Rusya derinden birbirilerine bağlanmaktadırlar.[29]
Rusya’nın da Avrupa politikasının merkezini ise Almanya oluşturmaktadır.
Bu çerçevede Alman – Rus tarihinin iki öğretisi vardır; Birincisi, Almanya’nın Rusya ile mümkün olduğunca iyi ilişkiler tesis ettiğidir. İkincisi ise, Almanya’nın mümkün olduğunca Rusya’yı Avrupa’dan uzakta tutmak istemesidir.[30]
Orta Doğu ve Kafkasya Almanya için bir güvenlik kuşağı teşkil etmektedir. Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’nın Alman jeopolitiği içerisinde düzenlenmesinde İran’ın ve Suriye’nin çok özel bir konumu vardır. Körfez’de ve özellikle İran üzerinde etki sahibi olmak Almanya için çok önemlidir. Bu nedenle Almanya İran'dan, Suriye'ye, Tunus'a, Cazayir'e ve Fas'a kadar olan bölgede aşırı da olsa İslami gruplarla hep yakından ilgilenmiştir. Kaplan grubundan FETÖ grubuna kadar bütün dinci cemaatler hep Almanya’da üslenmişlerdir. Bugün de bu grupların Almanya'da yuvalanmaları tesadüf değildir.
Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour'un güzel bir kitabı vardır; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir.’’ (Geleceğin Muharebe alanı: Kafkasya ve Pamir arası). (Peter Scholl-Latour, Goldmann Verlag, April 1998) (Peter Scholl-Latour 2014 yılında vefat etti. Yazarın ne bu kitabı ne de başka kitapları Türkiye’de yayınlanmadı.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; ''İran ve Afganistan’da dinci bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve Türkiye dâhil bölge ülkeleri tamamen İran ve Taliban cinsi dinci bir akımın etkisine girecektir.''
Gerçekten de araştırmacının iddia ettiği gibi bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış Mısır dâhil tüm kuzey Afrika’yı ve Irak dâhil tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte bu öngörü doğrultusunda Almanya biraz önce bahsettiğim gibi bu bölgelerdeki İran'dan, Suriye'ye, Tunus'a, Cazayir'e ve Fas'a kadar olan bölgede, tabii ki Türkiye de dâhil ılımlı da olsa, aşırı da olsa İslami gruplarla hep yakından ilgilenmiştir.
Seksenli yıllarda büyük bir ekonomik sıçrama yapan Türkiye doksanlı yılların başında Ortadoğu’da bölgesel bir güç haline geldi. 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılması ile kendileri ile dil, tarih ve kültür bağı bulunan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile yakın ve derin ilişkiler tesis etti. Türkiye bu devletler için model, örnek bir devletti. Bu ise Orta Asya ve Kafkaslar’da Türkiye’nin ofensif bir dış politika izlemesi için başlangıç noktasını teşkil ediyordu. Ayrıca Türkiye bu bölgede bulunan petrol ve doğal gazın kendisi üzerinden Batıya sevk edilmesinin mücadelesini yapıyor ve umuyordu. Türkiye’nin insiyatifi ile 1992 yılında kurulan ‘’Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi’’ ile Türkiye eski komünist ülkelere model oluyordu. Bu şekilde Türkiye ‘'Doğunun Brükseli’' olarak gelişebilirdi.
Ayrıca Türkiye kendisini etnik, tarihi ve dini nedenlerle Balkanlardaki Türk ve Müslüman azınlığın yasal koruyucu gücü olarak görmekteydi. Böylece etkisini geliştiren, bölgesinde güç olan Türkiye etrafını çevreleyen dönüşüm içerisindeki ülkeler arasında bir istikrar faktörü olarak duruyordu.[31] Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılan devletler sınıfına ait olurken Türkiye Almanya ile beraber yükselen devletler olarak kabul ediliyordu.[32]
Bu arada Türkiye doksanlı yıllarda bazı politik problemler içindeydi. Türk parti sistemindeki merkez sağdaki ve merkez soldaki partilerin dağınıklıkları ve bunun neticesi koalisyonlardan oluşan güçlü olmayan hükümetler Türkiye’nin temel problemlerini çözmesini engelledi ve radikal politik akımların güçlenmesine sebebiyet verdi.[33]
Diğer bir yandan da Türkiye 1984 yılından beri yaklaşık 40 000 yurttaşının hayatına malolan bir PKK terör problemi ile beraber yaşıyordu. Bu problem ise hem Türk toplumuna ve hem de Türk –Alman ilişkilerine sürekli artan bir yük getirmekteydi.
Sovyetler Birliğinin dağılması Avrupa ile olan ilişkilerde Türkiye’nin yararına olmadı ve bu durum Avrupa ile olan ilişkilerde bir durgunluğa yol açtı. Kendisini Avrupa’lı bir devlet olarak tanımlayan Türkiye’ye karşı Sovyetler Birliği var olduğu sürece Avrupa’dan bir itiraz gelmedi.[34] Aralık 1989 yılında Avrupa topluluğunun Türkiye’nin tam üyelik için yaptığı müracatına ret cevabını vermesi dış politika alanında Türkiye’de hayal kırıklığı yarattı.[35] Maastricht anlaşması ise Türkiye’yi Avrupa’nın kenarında bir devlet haline getirdi.
Doksanlı yıllar boyunca her iki ülke arasında ilişkilere zarar veren bitmeyen bir tartışma yürütüldü. Bütün politik sorunlar bu konu etrafında döndü. Bu problem PKK sorunu ve buna karşı Alman tavrı idi. İlişkileri belirleyen esas faktör ise Almanya’nın PKK’ya yönelik olan bakış açısı ve tavrı oldu.[36]
1990’lı yıllarda Türkiye’nin Kuzey Irak’daki PKK üslerine karşı yaptığı harekât Almanya’da Türkiye’ye karşı beklenilmeyen sert bir reaksiyonun doğmasına yol açtı. O zamanki Alman dışişleri bakanı Genscher, dışişleri bakanlığı sözcüsü Hans Schumacher ve CDU milletvekili Ottfried Hennig Türkiye’ye karşı ağır suçlamalarda bulundular. Almanya somut bir reaksiyon olarak askerî yardıma ambargo koydu. Daha sonra bu ambargo kaldırılmışsa da bu, Almanya’nın Türkiye’ye karşı bir anlayış gösterdiğinden, yumuşadığından değil, bu meblağın Türkiye’deki Leopard tanklarını modernize edecek Alman firmalarına ödenecek olmasından kaynaklanıyordu. Sonraki PKK’ya karşı girişilen askerî harekâtlarda Alman silahları kullanıldığı gerekçesiyle Türkiye’ye karşı yine ambargo kondu. Bu şekilde Türkiye hiçbir Alman silahı alamayacaktı.[37]
Bu Alman tavrı Türkiye’yi oldukça sarstı. Almanya’nın bu tavrının altında sürekli başka niyetler arandı. Özellikle Alman basınına yansıyan Genscher’in beyanı Türkiye’yi endişeye sevk etti. Genscher şöyle diyordu: ‘‘Biz Yugoslavya’da bir model oluşturduk. Bu modelin Türkiye’de Kürtler için de uygulanması mümkündür.’’ Bu sözlerin de yankısı bu gök kubbede hala yankılanmaktadır! Der Spiegel dergisinin yayımcısı Rudolf Augstein yazısında Genscher için şöyle diyordu; ‘’Slovenya, Hırvatistan ve belki de Slovakya. Allaha şükür bu adam İskoçya’yı da bağımsız bir devlet yapmak istemiyor.’’[38]
Prof. Hans Peter Schwarz Die Welt’de yayımlanan makalesinde Almanya’nın Türkiye’ye karşi güç gösterisi yaparken PKK’nın etkisinde kaldığını ve Almanya’nın porselen dükkanına girmiş bir fil gibi davrandığını yazıyordu. Prof. Schwarz makalesinde 20’nci yüzyılda Almanya’nın çok az dostu kaldığını, Türkiye’nin gerçek bir dost ülke olduğunu belirterek, Suriye’deki, Cezayir’deki ve Kuzey İrlanda’daki problemlere karşı Alman hükümetinin neden tepkisiz kaldığını soruyordu.
O zamanki Türk Cumhurbaşkanı Turgut Özal Alman dış politikasını Hitler’in ruhu ile mukayese ederken o zamanki başbakan Süleyman Demirel ise bir basın konferansında şöyle diyordu; ‘’Unutulmamalı ki Türkiye üzülürse Almanya da üzülür.’’ O zamanki bütün Türk tepkileri duygusaldı ve Almanya’ya karşı somut hiçbir reaksiyon gösterilmedi.
1990’lı yılların ortasında yine aynı olaylar yaşandı. Türk birliklerinin Kuzey Irak harekâtı gazetelere manşet oldu ve Alman hükümeti yine o anlamsız tedbirlerini uygulamaya koydu; Türkiye’ye çok öncelerden satışı yapılmış fırkateynlerin sevki durduruldu – sanki Türk Genelkurmayı bu gemilerle Van Gölü’nde veya Fırat ve Dicle’nin yukarı kısmında operasyon yapacakmış gibi - ve harekâtta eski doğu Alman menşeli eski panzerler isbat olarak akrobatik bir şekilde aranmaya başlandı. Irak’a karşı konan ambargodan oluşan politik güç boşluğuna ve Zweistromland’a (Almanların askerî plan tatbikatları ve harp oyunlarında Suriye ve Irak’a beraber verdikleri ad.) karşı Türkiye’nin yasal sınırlarını koruma hakkı olduğunu meraklılar görmezden geliyorlardı.[39]
Bu ambargo üzerine Türk basınında da Almanya’ya karşı sert eleştiriler yükseldi. Bir yazar yorumunda şöyle diyordu; ‘’Yaklaşık altı bin Alman firması geçtiğimiz yıl 100 ülkeye değeri 94 milyar mark olan stratejik malzeme sattılar. Silah ve mühimmat bu satışın büyük bir kısmını teşkil ediyordu. Alman politikacılar bunları satarken bu malzemelerin duvarlarda süs ve dekoratif eşya olmayacağını herhalde biliyorlardı’’[40]
Alman medyasında PKK ile Kürtler arasında bir ayırım gözetilmediği için PKK sorunu Türk- Alman ilişkilerine artan bir yük getirmekteydi. PKK’nın eylemleri bazı Alman yazarlar tarafından romantize edilmekte ve hatta teröristler gerilla olarak tanımlanmaktaydılar. Bu yazarlar PKK tarafından binlerce günahsız sivilin hunharca katledildiğini görmezden gelmekteydiler.
Türkiye’nin Stalinist terör örgütü PKK’ya karşı giriştiği harekât ise Alman basını tarafından Kürtlerin takibi ve baskı altına alınması olarak yorumlanmaktadır. Öyle ki Türkiye’nin PKK’ya karşı askerî harekâtı Alman basını tarafından Kürtlere karşı girişilmiş bir saldırı olarak değerlendirilmektedir. Bu anlayış sadece basında değil eski SPD başkanı ve o zamanki başbakan adayı Rudolf Scharping’den Yeşillere kadar birçok politikacıda da yer etmiş ve bu politikacılar Türkiye’yi suçlayarak Kürtlere karşı bir soykırımdan bahsetmişlerdir. Dolayısı ile Almanya’da Türkiye ve Türkler Kürtleri süren ve baskı altında tutan ve insan haklarını ihlal eden bir devlet ve ulus olarak tanımlanmaktadır.[41] Bu anlayış ise Türkiye’de ve Almanya’da yaşayan Türkler arasında Almanya’ya karşı büyük bir kızgınlık yaratmaktadır.
Bazı Alman basın organlarının PKK sorununu nasıl partizanca yansıttıklarına bir örnek olarak Frankfurter Rundschau gazetesinde yer alan dışişleri bakanı Kinkel ile yapılan roportaj gösterilebilinir. Frankfurter Rundschau’un muhabiri soruyor; ‘‘Herr Kinkel, Kürt halkına karşı Alman silahlarını kullanan Türk hükümetine silah sevkiyatının durması için daha ne olması gerektiğine inanıyorsunuz?’[42] Bu ropörtajda gazeteci Türkiye’nin teröristlere karşı bir harekâtından bahsetmiyor, bilakis sürekli olarak ‘’Kürt halkına karşı bir harekat’’dan bahsediyor ve bu çizgi tüm roportaj boyunca devam ediyor. Roportaj boyunca PKK’nın terörist hareketlerinden hiç bahsedilmiyor. Sürekli ‘’gerilladan’‘ve ‘’boğazdaki işkenceci devlet’’ten bahsediliyor.[43] Basındaki böylesine bir bilgi ile Alman okuyucu nasıl gerçek bilgilere ulaşacaktır?
Bunlardan başka bu konuda Alman bakış açısının bazı tuhaflıkları da vardır. Bunlardan birincisi; Eğer Kürt kökenli bir Türk vatandaşı politik bir suç işlemişse bu kişi ‘’Kürt’’ olarak tanımlanmaktadır. Eğer suç konusu polisiye ise o zaman bu kişi ‘’Türk’’ olarak isimlendirilmektedir. Ankara’daki Alman büyükelçisi Hans Joachim Vergau Dortmund’daki PKK gösterisinde meydana gelen kanlı eylemlere sebep olanları ‘’kriminalle Türken’’ olarak tanımlamıştır.[44]
İkinci bir örnek; Eğer İsrail güney Lübnan’da Hamas mevzilerini bombalarsa bu haber Alman basınında doğru olarak şu şekilde yer alıyor; ‘İsrail Hamas mevzilerini bombalıyor.’ (Arap mevzilerini değil) Ruslar Çeçen mevzilerini bombaladığında bu haber Alman basınında şu şekilde yansıtıldı; ‘Rus ordusu Çeçen asilerin mevzilerini bombalıyor.’ (Çeçen mevzilerini değil) Fakat Türk ordusu Kuzey Irak’da PKK mevzilerini bombaladığında ise bu haber Alman basınınca çarpıtılarak şu şekilde duyuruldu ve duyurulmaktadır; ‘Türk ordusu Kürt köylerini bombalıyor.’ (PKK mevzilerini değil) Çeçenistan’da gerçek direnişçiler devlet başkanları Dudayev’le birlikte Alman basınında terörist olarak tanımlanırken[45] gerçek teröristler ise –PKK - Alman basınında direniş savaşçıları olarak tanımlandı ve övüldü. Bu çok saçma bir mantıktı.
Alman basınında sadece Kürt – PKK konusu değildi yanlış yargılanan. Alman medyasında Türkler genel olarak aşağılandı, tahkir edildi ve küçük düşürüldü.[46] Alman basınında Türkiye’nin olumsuz değerlendirilmesi üzerine Türk basınında da Almanya’ya karşı sert eleştiriler yöneltildi.
Almanya’nın Türkiye politikasının temelinde Türkiye’yi kendi çıkarları ile çatışan bir ülke olarak görmesinde yatmaktadır. Bu çıkarlar özellikle Balkanlar’da, Karadeniz bölgesinde ve Ortadoğu’da çatışmaktadır.
Türkiye’nin ‘’Adriyatik’ten Çin seddine Türk Dünyası’’ söylemi ve ‘’Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’’nı kurması ile beraber bu bölgede hayati çıkarları olan Almanya ile menfaatleri çatıştı.[47] Türkiye Orta Asya’dan batıya petrol sevkiyatının kendi üzerinden geçmesini planladı. Bazı Alman basınına göre Almanya Türkiye’nin bu projesini desteklememeliydi.[48]
Almanya Ortadoğu’da ABD’den bağımsız olarak İran ve Suriye ile ekonomik ve politik ilişkilerini geliştirdi. 1990’lı yıllarda bu bölgede Almanya, ABD ve Rusya arasında bir güç çatışması yaşanmaktaydı. Bir yanda ABD, Türkiye, İsrail ve Ürdün bulunurken diğer yanda da Almanya, Rusya, Suriye ve İran bulunmaktaydı.[49] Bu bağlamda Almanya PKK’yı politik bir araç olarak kullanmak istemektedir.[50] Kürtler bir yandan dünyanın üvey evladı olarak tanımlanırken[51] bir yandan da bu bölgede etki sahibi olabilmek amacıyla İngiltere, ABD, Rusya ve İran gibi büyük devletler tarafından tarih boyunca istismar edildiler.[52] Şimdi istismar sırası Almanya’ya mı gelmişti?
Bütün bu yaşananlar da 1990'lı yıllara aitti... Şimdi gelelim 2000'li yıllara...
2000’li yıllarda ise 11 Eylül sonrası ABD ve Batınının ‘’Ilımlı İslam’’ politikası gereği AKP Hükümeti ve onun Başbakanı hem ABD hem AB ve özellikle Almanya tarafından desteklenmiş, korunmuş, hatta pohpohlanmış ve var olan sorunlar ise görmezden gelinmiştir. Hatta o tarihte Almanya Başbakanı olan (SPD’den, sosyal demokrat) Gerhard Schröder tarafından 3 Ekim 2004’te şimdi karşı oldukları o zamanki Başbakan Tayyip Erdoğan’a “Yılın Avrupalısı” ödülü verilirken şöyle söyleniyordu: “Daha fazla özgürlük, daha az devlet müdahalesi, insan haklarının daha iyi gözetimi için verdiğiniz destek, ‘Avrupa’ya taviz olsun’ diye değil, bizzat sizin kendi inançlarınızdan, düsturlarınızdan kaynaklanan atılımlar Sayın Başbakan... Almanya’nın desteğine güvenin!” Bugün yerden yere vurdukları Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı o günlerde hem de solcu Gerhard Schröder tarafından ''Büyük reformcu politikacı'', ''İnançlı bir demokrat'' ve ''Yılın Avrupalısı'' diye yere göğe sığdıralamıyordu. Pragmatizm işte böyle bir şeydi... Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altındaydı...
Yine ABD ve Batı'nın ''Ilımlı İslam'' politikaları gereği Hükumet ve ABD'nin kucağına oturmuş FETÖ işbirliği ile başta TSK olmak üzere ülke içinde ne kadar ulusalcı, aydın, laik kurum, kuruluş ve kişi varsa antidemokratik uygulamalarla hak, hukuk ve adalet katledilerek darmadağın edilmiştir. Şimdi Türkiye'deki antidemokratik uygulamalar ve hak ihlalleri ile ilgili olarak kıyameti kopartan Almanya'dan o zaman ülkede bu hukuksuzluklar yaşanırken, hukuk, adalet ve demokrasi katledilirken zerre bir itiraz gelmemiştir. Pragmatizm işte böyle bir şeydi... Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altındaydı...
1990'lı yıllardaki PKK operasyonları nedeniyle yaşanan Türk - Alman gerilimini uzun uzun anlattım... 2000'li yılların başında Türkiye tarafından PKK'ya karşı aynı operasyonların daha fazlası, daha büyüğü, daha kapsamlısı yapılmış olmasına rağmen ne ABD'den ne Batı'dan ne de Almanya'dan tek bir itiraz bile gelmemiştir. Bunun nedeni ise ABD, Batı ve Almanya'nın ''Ilımlı İslam'' politikaları idi.. Pragmatizm işte böyle bir şeydi... Batı'nın çıkarı olduğunda ilkeleri, prensipleri ayaklar altındaydı...
Çünkü öküz (Ilımlı İslam) ölmüş, ortaklık bozulmuştu...
Sonuç olarak;
Bu noktaya kadar sergilenen Türk- Alman ilişkilerinin başlangıcından bugüne tarihi, şimdiki durumunun politik çerçevesi ve ilişkilerin şimdiki hali beraber incelendiğinde şu üç tezi ileri sürmek ve bazı değerlendirmeler yapmak mümkündür:
Birincisi; Türk- Alman ilişkilerinin niteliği ve niceliğini Rusya belirlemektedir. Rusya Almanya için tehdit teşkil ettiği sürece ilişkiler bir sorun olmadan ilerleyebilmiştir. İlişkilerin en yüksek noktasını teşkil eden Birinci Dünya Savaşı esnasında bile 1917’deki Rus ihtilalini müteakip Rusya savaş alanından çekildikten sonra (Almanya’ya Rus tehdidi kalktıktan sonra) Kafkasya’da Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı çarpışmalar meydana gelmiştir.[53] Buna sebep karşılıklı çıkarların çatışması ve hedef Bakü’deki petrol yatakları idi.
İkinci Dünya savaşı esnasında Türkiye ayrı bir pakta ait olmasına ve birçok sorunlara rağmen Almanya Rusya tarafından sürekli tehdit edildiği için ilişkiler hiçbir zaman kopma noktasına gelmedi. 1989 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yukarıda bahsi geçen problemler su üstüne çıktı. 1993/94 yıllarında Rusya’nın Sovyet İmparatorluğunu bir başka form altında tekrar organize etmek isteği[54] ortaya çıktıktan sonra ilişkiler tekrar yumuşar gibi oldu.[55] Bundan dolayı şu tezi ortaya atabiliriz; Türk-Alman ilişkilerinin niteliği ve niceliği ile Rusya’nın Almanya üzerindeki tehdit derecesi arasında bir bağlantı vardır. Şu an Rusya’nın ilişkilerinin en iyi olduğu ülke Almanya olduğu değerlendirmesi vardır.
İkincisi; Türkiye doksanlı yılların başından itibaren ve özellikle 2000’li yılların başında bir sıçrama yaparak Almanya ile beraber yükselen devletler olarak gösterildi.[56] Bu zaman içinde Almanya, Atlantik İttifakı içinde Türkiye ile olan politik ilişkilerinde ihtilafa düşen tek ülke oldu. Her iki ülkenin hayati çıkarlarının bulunduğu Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da her iki ülke menfaatleri çatışmıştır. Dolayısı ile ikinci bir tez olarak da şunu söyleyebiliriz; Her iki devletin birden yükselmeleri çatışmalarına hizmet etmiştir.
Üçüncüsü ise Suriye konusudur. Suriye’deki gelişmeler ilk iki sıradaki çatışma nedenlerinin de önüne geçmiştir. Suriye olayları Batının (ABD ve AB) ‘’Ilımlı İslam’’ politikasını sonuna erdirdiği gibi, Ortadoğu’da Sünni liderliğine soyunan Türkiye’nin ABD, AB ve Almanya ile ters düşmesine, bölgedeki jeopolitik dengelerin değişmesine ve Türkiye’nin; ABD, AB ve özellikle Almanya ile çatışmasına bu yol açmıştır. Aslında bu çatışma beraberinde çok büyük bir jeopolitik sarsıntıya yol açacak gibi gözükmektedir… Suriye'deki kavganın ikinci bir temel konusu da şudur: Irak’ın kuzeyine hapsolmuş bir sözde Kürdistan’ın yaşama şansı yoktur. Suriye vasıtasıyla Akdeniz’e çıkış bulacak bir sözde Kürdistan yıllardan beridir Batının (ABD, AB, Almanya) en büyük hayalidir. Bu hayal de gerçekleşmek üzeredir. Bölgedeki bütün kavga bu hayal üzerine yapılmaktadır.
1990'lı yıllardaki Türk - Alman ilişkilerindeki sıkıntılar, yukarıda anlattığım birinci ve ikinci maddedeki nedenlere dayanan çıkar çatışmaları idi... Ancak günümüzda yaşanan sıkıntılar ise bir bir çıkar çatışmasından ziyade hem birinici hem de ikinci maddedeki nedenlerle beraber asıl olarak üçüncü maddede anlatılan Suriye nedeniyle bir jeopolitik dönüşümün öncü sarsıntıları olduğu değerlendirilmektedir. Asıl jeopolitik sarsıntının aynı nedenle Almanya'nın ardından ABD ile yaşanacağı kıymetlendirilmektedir.
Şimdiye kadar çuvaldızı hep Almanlara batırdık… İğneyi kendimize batırmamız gerekirse; (gerçi bu konu ayrı bir yazı konusudur ama) kısca özetleyecek olursak da bunun ağrlıklı olarak Türkiye'nin AB normlarına göre olan eksikliği olduğu görülmektedir.
AB’nin iki temel belgesi vardır. Bunlardan birincisi ‘’Maastricht Kriterleri’’ diğeri ise ‘’Kopenhag Kriterleri’’dir. ‘’Maastricht Kriterleri’’ AB ülkelerinde serbest piyasa ekonomisin geçerli olduğu vurgulanır. ‘’Kopenhag Kriterleri’’ ise demokrasi standartları, düşünce özgürlüğü ve insan hakları gibi temel AB normlarıdır ve AB üyeliğinin olmazsa olmazları koşulları olarak tanımlanır.
Ne yazık ki Türkiye’nin ‘’Kopenhag Kriterleri’’ni uygulamadaki isteksizliği, ülkede yaşanan AB normlarına uymayan siyasal gelişmeler, demokrasi eksikliği ve hukuk ihlalleri Türkiye – Almanya arasındaki çatışmanın Türkiye tarafından görülen eksiklikleridir.
Bir de Türkiye'nin eksikliği olarak ülkenin son yıllarda dış politika alanında izlemiş olduğu inişli çıkışlı, zik zak yapan politikalarını ve dış politik söylemlerini gösterebiliriz.
Alman Sevk ve İdare Akademisi (Führungsakademie der Bundeswehr) komutanı Amiral Rudolf Lange bir masa sohbetinde bütün güvenlik politikası kitaplarında bulunan bir bilgiyi dile getirmişti; ‘'Kötü bir güvenlik politikası inişli çıkışlı bir çizgi izler, iyi bir güvenlik politikası ise düz bir çizgi izler ve günlük olaylardan etkilenmez’' [57] Bir imparatorluk geçmişi olan Türkiye'nin dış politikada daha açık, net, daha düz ve doğru bir politika izlemesi gerekirdi. Dıış politikayı iç politika ile özdeşleştirdiğinizde, bugün yapıp yarın özür dilediğinizde, sürekli çark ettiğinizde, söylemleriniz havada kaldığında uluslararası alanda güvenirliliğinizi ve saygınlığınız yitirirsiniz.
Türkiye'nin son bir eksikliği olarak da ülkede olmayan aklı selimi gösterebiliriz. Zaman aklı selim zamanıdır… Ne yazık ki zamanımızda ülkemizde en az bulunan bir kavramdır aklı selim… Aklı selim ise; Türkiye'nin bölgesinde ve tüm dünyada giderek yanlızlaştığı böylesi bir zamanda, kendisiyle Tarihi ve derin ilişkilerimizin olduğu ve ülkesinde de dört milyona yakın soydaşlarımızın yaşadığı ve en büyük ticaret partnerimiz olan Avrupa’daki böylesi bir gücü karşımıza değil yanımıza almayı gerekli kılmaktadır.
Bütün güçlüklerine rağmen bir bölgesel güç olan Türkiye 21’inci yüzyılda Avrupa güvenliğinin kilit noktasında bulunmaktadır. Almanya da Avrupa’nın ve dünyanın en büyük ülkesidir. Her iki ülke de birbirileri için çok önemlidir. Balkanlar, Karadeniz, Orta Asya, Akdeniz ve Ortadoğu bölgesindeki Almanya ve Türkiye’nin hayati çıkarları her iki ülkenin çatışmasına değil iş birliğine muhtaçtır. Bu bölgelerde stratejik iş birliği her iki ülkenin de menfaatine olacaktır. Enver Paşa’nın Morgenthau’ya söylediği gibi ‘’Türkler ve Almanlar birbirilerini ihmal edemezler.’’
Neyse… Maksadım kimseyi eleştirmek, kimseye yol göstermek, kimseye akıl vermek değildir, bu zaten herkeste ve özellikle ülkeyi yönetenlerde fazlasıyla mevcuttur. Bu yazıdan aksadım mazide bir gezi yapmaktı…
Mazi deyince de; mazi bana, sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatırdı:
‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’
Benim de mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan işte bu hazin hatıralardır.
Osman AYDOĞAN
FAYDALANILAN KAYNAKLAR
[1] Süleyman KOCABAŞ, ‘Pencerminizmin Şarka Doğru Politikası, Tarihte Türkler ve Almanlar’, Vatan Yayınları, İstanbul, Eylül 1988, s. 4
[2] İlber ORTAYLI, ‘Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nufuzu’, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 1983, s. 59
[3] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s. 43
[4] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, ‘Berlin- Bağdat, Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi’, Belge Yayınları, İstanbul, Mayıs 1982, s .8,9
[5] İlber ORTAYLI, a.g.e., s. 47
[6] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 55
[7] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s. 69
[8] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 6
[9] İlber ORTAYLI, a.g.e., s. 65,67
[10] İlber ORTAYLI-2-, ‘İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nufuzu’, AÜSBF Yy. No. 479, Ankara 1981, s. 59
[11] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 11,12,13
[12] Jehuda L. WALLACH, ‘Anatomie einer Militaerhilfe, Die preussisch- deutschen Militaermissionen in der Türkei’, Droste Verlag Düsseldorf, 1976, s. 167
[13] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 100
[14] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s.55
[15] Sultan ABDÜLHAMİT, ‘Siyasi Hatıratım’,Hazırlayan: Ali Vehbi Bey, Hareket Yayınları, İstanbul 1974, s. 74
[16] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 8,9
[17] İlber ORTAYLI, a.g.e., s. 42
[18] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 12
[19] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 167
[20] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 167
[21] Süleyman KOCABAŞ, a.g.e., s. 21
[22]Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 241
[23] Prof. Dr. Lothar RATHMANN, a.g.e., s. 13
[24] İlber ORTAYLI, a.g.e., s. 62
[25] Jeffrey E. GARTEN, ‘Soğuk Barış. ABD, Almanya ve Japonya Arasındaki Hegemonya Savaşı’, Türkçesi; Yavuz ALAGON, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Ekim 1994, s. 22
[26] Heinz BRILL, ‘Dimensionen der Sicherheitspolitik aus geopolitischer Sicht nach dem Ende des Ost-West-Konfliktes’, ÖMZ Österreichische Militaerische Zeitschrift, 5/96, s. 527
[27] Jeffrey E. GARTEN, a.g.e., s. 25,26
[28] Doç. Dr. Hüseyin BAĞCI, ‘Birleşmenin Beşinci Yılında Alman Dış Politikası’, Cumhuriyet, 3 Ekim 1995
[29] Jeffrey E. GARTEN, a.g.e., s. 193
[30] Doç. Dr. Hüseyin BAĞCI, ‘Alman Dış Politikasının Özü: İstikrar ve Güven’, Cumhuriyet, 4 Ekim 1995
[31] Hans KRECH, ‘Die Türkei im Aufwind’, Europaeische Sicherheit, 2/93, s. 80,81
[32] Heinz BRILL, a.g.e., s. 522
[33] Heinz KRAMER, ‘Die Türkei als Regionalmacht, Brücke und Modell’, Stiftung Wissenschaft und Politik, August 1995, s. 36
[34] Prof. Dr. Hasan KÖNİ, a.g.e., s. 44
[35] Sidney E. DEAN, ‘Zwischen Koran und Kommerz, die sicherheitspolitische Lage der Türkei’, IFDT, Information für die Truppe, Nr. 8-9, August-September 1996, s. 43
[36] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, ‘Türk-Alman ilişkileri ve PKK faktörü’, Avrasya Dosyası, Cilt 1, Sayı 2, Yaz 199 s.73
[37] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 77,78,79
[38] Erhan YARAR, ‘21nci Yüzyılın Eşiğinde Birleşmiş Almanya – Doğu ve Batı Gerçekten Birleşti mi ? ’, Yeni Yüzyıl, 7 Ekim 1995
[39] Erich FEIGL, ‘Die Kurden, Geschichte und Schicksal eines Volkes’, Universitas Verlag, München 1995, s. 20
[40] Ahmet KÜLAHÇI, Hürriyet, 2 Mayıs 1995
[41] ‘Der Kurdenkonflikt, Ursachen und Lösungswege’, Landeszentrale für politische Bildung Hamburg, Hamburg im April 1996, s. 23,24
[42] Frankfurter Rundschau, 9. Mai 1994, Nr. 107, s. 5
[43] ‘Der Kurdenkonflikt, Ursachen und Lösungswege’, a.g.e., s. 25,26
[44] Doç.Dr.Hüseyin BAĞCI,‘Türk-Alman ilişkilerine yeni bir soluk mu geliyor’,Yeni Yüzyıl, 18 Mayıs 1996, s.18
[45] Anatoli FRENKIN, ‘Der Terrorismus – Ein Problem für die russische Sicherheitspolitik, Europaeische Sicherheit, 4/96, s. 36
[46] Jörg BECKER, ‘Zwischen Integration und Dissoziation: Türkische Medienkultur in Deutschland’, aus Politik und Zeitgeschichte, B 44-45/96, 25. Oktober 1996, s. 43
[47] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 75, 76
[48] ‘Russland – Türkei: Neue Auseinandersetzung. Wird davon Deutschland betroffen’, Russlands Perspektiven, September 1995, s. 20-26
[49] Zülfikar DOĞAN, ‘Devlerin Çekişmesi Ortadoğu’yu Isıtıyor’, Milliyet, 14 Mayıs 1996, s. 10
[50] Doç. Dr. Ümit ÖZDAĞ, a.g.e., s. 76, 77
[51] Franz MENDEL, ‘Die Kurden – Stiefkinder der Welt’, Europaeische Sicherheit, Nr. 11, November 1996, s. 3
[52] Prof. Dr. Abdülhaluk ÇAY, ‘Her Yönüyle Kürt Dosyası’, Turan Kültür Vakfı, Ankara 1994, s. 593-611
[53] Jehuda L. WALLACH, a.g.e., s. 241
[54] IAP- Dienst Sicherheitspolitik, Nr. 11, November 1996, s. 12
[55] Prof. Dr. Hasan KÖNİ, a.g.e., s. 45
[56] Heinz BRILL, a.g.e., s.522
[57] ‘Hinter den Horizont geschaut’, Tischgespraech mit Konteradmiral Rudolf Lange, Hamburger Abendblatt, 2./3. November 1996, s. 2
Fareli Köyün Kavalcısı
05 Ağustos 2018
Fareli Köyün Kavalcısı (Almanca: Rattenfänger von Hameln), Ortaçağ'da Almanya’nın Aşağı-Saksonya bölgesinde Hannover'in hemen güneyinde yer alan Hameln kasabasında pek çok çocuğun evden ayrılmasıyla ilgili bir hikâye konusudur.
Almanya’da ‘’Märchenstraße’’ diye bir sözcük var. Orta Almanya’da Frankfurt yakınlarındaki Hanau'dan başlatıp kuzey Almanya’da Bremen’de biten bir yol, bir cadde; adı da; ‘’Masal Caddesi’’dir... 600 km uzunluğundadır. Alman kültürüne ait bildiğimiz bütün masallar bu 600 km’lik yol güzergâhında geçer. En son Bremen’de ‘’Bremen Mızıkacıları’’ masalı ile sona erer… Evimde Almanya’dan getirdiğim en güzel kitaplardan birisidir: ‘’Die Deutsche Märchenstraße: Eine sagenhafte Reise vom Main zum Meer’’ (Alman Masal Caddesi: Main’den Denize Masalımsı Bir Seyahat)
Kuzey Almanya, kışın gece, karanlık zamanı bazen 18 saate kadar çıkar. Ortaçağ dünyası. Elektrik yok, ışık yok.. Bu uzun süren karanlıkta kültür sürekli masallar üretmiştir. İşte bunlardan birisi de ‘’Fareli Köyün Kavalcısı’’dır.
Bizler hikâyeyi şöyle biliriz:
Bir gün Hamelin köyünü fareler basar. Her yerde fareler vardır ve halkın bütün yiyeceğini tüketmektedirler. Halk bu durumda ne yapacağını bilemez ve köy ''Fareli Köy'' olarak anılmaya başlar. Bir gün bu köye bir adam gelir. Kendisine bir torba altın verirlerse köyü farelerden kurtaracağını söyler. Köylüler o kadar çaresizdirler ki hemen aralarında gerekli parayı toplayıp köyün muhtarına verirler.
Adam kavalını çıkarır ve o kadar güzel bir melodi çalar ki bütün fareler onu takip ederler. Adam onları köyün yakınındaki bir nehre götürür. Kavalcı nehirden yürüyerek geçer fakat ardından gelen fareler suda boğulurlar. Köy farelerden kurtulmuş olur.
Adam köye altınlarını almak için döndüğünde muhtar nasılsa köyde fare kalmadığı için adama ödeme yapmak istemez ve altınları ona vermez. Bunun üzerine kavalcı tekrar kavalını çalarak yürümeye başlar.
Bu sefer 130 tane çocuk onun peşinden gelir. Kavalcı onları yakındaki bir ormana götürür. Fakat kavalcı uyurken çocuklardan köyün yerini bilen biri kavalcının kavalını alır ve bütün çocukları tekrar köye götürür. Çocuklarının kaybolmasından çok endişelenen köylüler çocukları geri dönünce çok mutlu olurlar ve gerçeği öğrenince de köy muhtarına çok kızarlar. Sonunda kavalcıya altınlarını verirler.
Masalın farklı bir sürümünde de kavalcı çocukları ormana götürürken en arkadan gelen üç çocuktan bahsedilir. Bu çocuklardan biri sakattır ve diğerleri kadar hızlı yürüyemediği için arkada kalmıştır. Bir diğeri kördür ve nereye gittiklerini göremediği için kavalın sesini takip ederken yavaş ilerlemektedir. Sonuncusu ise sağırdır ve kavalın sesini hiç duyamadığı halde diğerlerini meraktan takip etmiştir. Daha sonra bu üç çocuk ormana gitmeyip köye dönmüş ve bütün köyü çocukların nerede olduğu konusunda uyarmıştır.
Hikâyenin bu sürümü daha sonraki yıllar içerisinde bir masal gibi yayılır. Hikâye bu haliyle Johann Wolfgang von Goethe, Grimm Kardeşler ve Robert Browning'in eserlerinde yer alır.
İşte bu masalı bizler böyle mutlu sonla biter şekliyle biliriz. Bu hikâyeyi masallaştıran gerçek aslından çok başkadır. Bilinen şudur ve tekdir: Almanya’nın Hameln kentine 1284 yılında rengârenk elbiseli, kaval çalan bir adam, bir sebeple arkasında 130 çocuğu da götürerek ortadan kaybolur. Gidiş o gidiş ve bir daha dönmezler.
İşte masal bu gerçeğin ardından, bundan sonra başlıyor. Bu çocuklar nereye, nasıl gittiler, ne oldular?
Bu ünlü masal, bizim bildiğimiz şekilde mutlu sonla bitse de, gerçek Hameln şehrini yüzyıllar boyunca derin bir travmayla yaşamak zorunda bırakan karanlık bir sona sahiptir.
1284 yılında yaşanmış bu gerçek olayla ilgili en eski yazılı belge, şehir tarihçesinde yer alan 1384 tarihli Latince kayıttır: ‘’Çocuklarımız ayrılalı on yıl oldu.’’
Bu kaydın anlamı üzerine çok değişik tezler üretilmiş, ama kesin bir sonuca ulaşılması bugüne kadar mümkün olmamıştır.
Olayın yaşandığına dair en eski kanıt ise 1300’lü yılların başında yapılan bir vitraydır. Şehrin kilisesinde bulunduğu bilinen bu vitray, yine kayıtlara göre 1660 yılında parçalanmıştır.
Tarihçi Hans Dobbertin tarafından kayıtlardaki açıklamalar esas alınarak yeniden yapılan vitrayda, kaval çalan adam renkli, çocuklar ise beyaz kıyafetler içerisinde betimlenmektedir. Bu vitrayın, şehrin tarihindeki trajik bir olayın anısını canlı tutmak amacıyla bu masalı İngiliz şair ve yazar Robert Browning şiir olarak yorumlamış, kitap 1888'de Londra'da yayımlanmıştır.
Eserdeki resimlerinse çocuk kitapları yazarı ve çizeri Catherine Greenaway'e ait olduğu sanılmaktadır. Söylencenin en önemli ögelerinden farelerse vitrayda yer almamaktadır; çünkü onların hikâyeye dâhil oluşu ancak 1559’dadır.
Willy Krogmann'un, ‘’Fareli Köyün Kavalcısı: Efsanenin Oluşumu Üzerine Bir İnceleme’’ adlı eserinde belirttiğine göre, 14'üncü yüzyılda şehirde yaşamış Lude isimli bir din adamının elinde, içinde kilise şarkıları bulunan bir kitap vardı. Büyükannesi tarafından kitabın içine olayın tanığı olduğuna dair bir dize yazılmıştı. Fakat bu kitabın 17’nci yüzyıldan bu yana izine rastlanmamış, dolayısıyla bu tanıklığın izini sürmek de mümkün olmamıştır.
Bu konudaki elde mevcut ilk Almanca yazılı kayıt ise 1440-1450 arasına tarihlenen ‘’Lüneburg Yazması’’dır. Burada olay kısa bir şiirle anlatılmaktadır: ‘’1284 yılında Aziz John ve Aziz Paul günü 26 Haziran'da Hameln’de doğmuş 130 çocuk alındı rengârenk elbiseler içinde bir kavalcı tarafından ve kayboldular tepenin yakınında bir yerlerde.’’
Günümüzde ''Lüneburg Yazması'' temel alınarak konuyu açıklamaya yönelik pek çok tez ortaya atılmıştır. Araştırmacı-yazar David Wallechinsky'ye göre, 1212 yılında gerçekleşen ve başlarında Nicholas isimli bir Alman gencinin bulunduğu 20 bin kişilik çocuk Haçlı Seferi için Hameln’den de 130 çocuk alınmış olabilir. Kaval çalan kişinin ise bir asker toplama görevlisi olabileceğini düşünülmektedir. Ortaçağ da o dönem asker toplamaya gelen görevlilerin kaval benzeri bir müzik aleti çaldıkları da göz önüne alınırsa bu doğru da olabilir.
İkinci rivayet ise oldukça korkunçtur: Amerikalı tarihçi William Manchester ‘’Sadece Ateşle Aydınlanan Bir Dünya’’ adlı yapıtında, kavalcının aslında psikopat bir sapık olduğunu öne sürüyor. 20 Haziran 1284'de Hameln’den 130 çocuğu renkli kıyafeti ve kavalıyla kandırarak kaçırmış ve çocuklara akla hayale gelmeyecek şeyler yaptıktan sonra bir kısmını öldürmüş, bir kısmını ağaçlara asmış; öldürmediklerini ise kendilerini bilmez şekilde ormanın içinde bırakıp gitmiştir.. Ancak bunu destekleyen herhangi bir yazılı kanıt bulunmamaktadır.
Bir başka görüş ise çocukların doğal bir sebeple ölmüş olmalarıdır. Bu durumda kavalcı ise gerçek bir kişi değil ölümün kişileştirilmiş halidir. Ortaçağ da ölüm sıklıkla renkli, alacalı kıyafetli bir adam olarak betimlendiğinden bu da akla yatkın bir rivayet.
Hameln şehrinin resmi web sitesine göre, akla en yatkın olarak kabul edilen bir rivayet de şöyledir: Hameln çocukları o günlerde Batı Prusya, Pomerania, Töton Bölgesi ve Moravia'ya yerleşebilmek için toprak sahipleri tarafından kayıt altına alınan göçe istekli Almanlardan sadece birkaçıydı. Geçmiş dönemlerde de aynen bugün olduğu gibi bir şehrin sakinlerine o şehrin çocukları denmesinin adetten olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, Hameln çocuklarının da bildiğimiz anlamda çocuk değil, en azından bir yerleşim birimi kuracak güçte ve yaşta gençler ya da yetişkinler oldukları anlaşılır. Çocukların Hameln’den ayrılışı daha sonra Avrupa’nın ortak belası haline gelen fare istilası ile birleştirilip tek bir efsaneye dönüşmüş olmalıdır.
Johann Wolfgang Goethe, 1813’de masalı Almanca olarak şiirleştirmiş, hemen ardından bu şiir, Hugo Wolf tarafından bestelenmiştir. 1816'da ise Grimm Kardeşler, Alman söylencelerini topladıkları ünlü eserleri ‘’Alman Efsaneleri’’nde bu olaya ‘’Hameln’in Çocukları’’ adıyla yer vermişlerdir.
Kavalcı’nın heykeli bugün Hameln şehir meydanındadır. Hameln'de kaldırım taşları arasında da fare figürleri yer alır. Bu olaydan sonra Hameln’de bir sokağa ‘’Bungelose Gasse’’ ismi verilir, yani ‘’Davul Çalmanın Yasak Olduğu Sokak’’. Kaybolan çocukların anısına bu sokakta uzun yıllar gürültü yapmak, şarkı söylemek ya da dans etmek yasaklanır. Hameln’in hemen dışında çocukların kaybolduğu yere ise Poppenberg ismi verilir. Burada da haç şeklinde taştan iki anıt dikilidir.
Bütün bu iddia ve tezlere ve rivayetlere rağmen tüm dünyada bilinen Fareli Köyün Kavalcısı masalı henüz tam anlamıyla açığa çıkarılamayan geçmişiyle her geçen gün daha fazla merak uyandırmaktadır. Tabii günümüz Hameln şehri de her yıl düzenlediği festival ve ağırladığı binlerce turistle bu gizemin sağladığı faydalardan yararlanmaya da devam etmektedir.
Eğer bu kıssadan bir hisse çıkaracak olursak eğer o da şudur ki; gördüğünüz gibi sakın ola anlatılan her masala inanmayın ve güzel melodi çalan bir kavalcının peşine düşüp de mutlu sona kavuşacağınızı zannetmeyin, arkasından gittiğiniz kavalcının sizi götürdüğü korkunç geleceği araştırın!
Sizlere güzel bir Pazar günü dilerim...
Osman AYDOĞAN
ABD ile Kriz - I
03 Ağustos 2018
Devletlerarası ilişkilerde kriz yaşanması doğaldır. Önemli olan bu krizin nasıl yönetildiğidir, krizin ilişkilere hasar vermeden atlatılmasıdır. Türkiye ile ABD arasında yaşanan güncel krize gelmeden önce Almanya ile İran arasında geçmişte yaşanan bir krizi buna örnek olarak anlatmak istiyorum.
17 Eylül 1992 tarihinde Berlin’de Mykonos adlı bir Yunan lokantasında üç İran rejimi karşıtı İranlı Kürt lideri öldürülür. Her hukuk devletinde olduğu gibi Almanya’da da bu cinayetin ardından Berlin mahkemesinde bir dava açılır. Dava uluslararası bir boyutta olduğu için Alman basının yoğun ilgisine maruz kalır. Bu dava Alman basınında ''Mykonos Prozess'' (Mykonos Davası) olarak adlandırılır.
Berlin mahkemesi hazırlık soruşturması esnasında cinayetin İran gizli servisi tarafından İran hükümetinin emri ile yapıldığını düşünür. Böylelikle bir Avrupa mahkemesi resmi olarak İran Hükümetini uluslararası kamuoyu önünde cinayetle suçlar.
Ayrıca Berlin Mahkemesi, suikastın İran hükümeti tarafından düzenlendiğinden şüphe duymadığını belirterek, o zamanki dini lider Ali Hamaney, Devlet Başkanı Ali Ekber Rafsancani, İran Gizli Servisi Başkanı Ali Fallahiyan ve Dışişleri Bakanı Ali Akbar Velayeti’yi de bu cinayetten sorumlu tutar.
Bunun ardından da Tahran’da Almanya’ya karşı bir karalama propagandası ve soğuk bir savaş başlar. İran basını Almanya’da yargının bağımsız olmadığına yönelik yazılarıyla sert bir cephe oluşturur. Zaman zaman Almanya’nın Tahran büyükelçiliği önünde protesto gösterileri düzenlenir. Bu arada Almanya’da da İran ile politik ilişkiler ve mahkeme kararının sonuçları tartışılmaya başlanır...
Almanya ve İran arasında Mykonos davasının yarattığı bu gerginlik, karşılıklı söz düellosu ve protestolar davanın açıldığı 1992 yılından mahkemenin kararını verdiği 1997 yılı Nisan ayına dek sürer. Berlin Yüksek mahkemesi 1997 yılı Nisan ayında aldığı kararla zanlıları suçlu bulurken İran yönetiminin de cinayetlerden sorumlu olduğu yargısını ilan eder…
Bu karar üzerine İran’da hiçbir devlet yetkilisi ‘’Ey Almanya! Ey Naziler! Ey Faşistler!’’ diye bir söylemde bulunmaz. Sessiz ve sedasız hem Tahran hem de Bonn (O zaman başkent henüz Bonn idi) büyükelçilerini geri çekme kararı alırlar. Avrupa Birliği ülkeleri de bu kararı desteklerler ve Almanya’ya eşlik eden ilk ülke Yunanistan olur. Muhammet Hatemi’nin Kasım 1997 tarihinde iktidara gelmesinden üç ay sonra bütün AB ülkeleri büyükelçileri Tahran’ı terk ederler.
Avrupa devletlerinin İran’daki diplomatlarını büyükelçilerini protesto için geri çekmeleri üzerine İran’a karşı ekonomik ambargo uygulanabileceği de tartışılır.
Ancak; sadece Almanya’nın o zamanki rakamlara göre 10 milyar Mark’ın üzerinde İran’dan alacağı vardır. Almanya’nın İran ile yıllık ticaret hacmi de 2 milyar Mark’ın üzerindedir. Almanya senelerdir İran’la yüksek teknoloji ve ağır makine sanayii konularında yoğun ekonomik ilişkiler içindedir. Ve bu ilişkiler dâhilinde askerî teknoloji de vardır. Fransa ve İngiltere de benzer konularda İran’la ticari bağlantıları vardır.
Kısacası Mykonos davası ardından hiçbir Avrupa ülkesinin İran’la ekonomik ilişkilerini kesecek ve bu ülkeye de insan hakları ve terörizm konusunda yaptırımlar uygulatacak hali yoktur.
Ancak; Mykonos davasının hükmünden sonra diplomatik mekanizmalarını harekete geçirip, notalar ve mesajlar veren ülkeler "Reelpolitik" kurallarını ve siyasi ekonominin gerçeklerini anımsayınca şimdiye kadar geçerli olan tutumlarını değiştirme gibi bir lükse de sahip olmadıklarını anlamaları uzun sürmez.
Sonuçta İran’daki büyükelçilerini protesto için geri çeken Avrupa devletleri sadece bir ay dayanabilirler ve tekrar diplomatlarını İran’a göndermek isterler. Ancak İran’ın cevabı da şöyle olur: ‘’Avrupa devletleri büyükelçileri tabii ki Tahran’a tekrar geri dönebilirler. Ancak içlerinde Alman Büyükelçisini görmezsek mutlu oluruz!...’’
Almanya ile İran arasındaki bu kriz her iki ülkenin ve İran'ın AB ile olan ilişkilerine zarar vermeden atlatılır. Halen günümüzde İran'a yönelik ABD ambargosuna karşı İran en büyük desteği başta Almanya olmak üzere AB'den almaktadır.
İşte beğenmediğimiz İran diplomasisi böyle bir şeydi... Sessiz, sakin, kararlı ve tutarlı... Ne yazık ki uzun yıllardır İran diplomasisi Türk diplomasisinden daha ciddi, daha tutarlı ve daha kararlı bir tavır sergilemektedir. Yazık…
ABD’nin, 01 Ağustos 2018 tarihinde, bir rahibi gerekçe göstererek iki bakan hakkında yaptırım kararı alması ve Türkiye’nin düşürüldüğü durum tabii ki kabul edilemez. Ancak ABD’nin bu tutumu bir başlangıç değil bir sonuçtur.
Sorun; 01 Ekim 1992 tarihinde Ege Denizinde ABD ile ortak icra edilen “Kararlılık Gösterisi-92” tatbikatına katılan ABD uçak gemisi Saratoga’dan atılan “Sea Sparrow” güdümlü füze ile Türk donanmasına ait Muavenet gemisinin vurularak gemi komutanı dâhil beş şehit verilmesi karşısında sesiz kalıp, sineye çekenlerin ABD’ye verdiği cüretten kaynaklanmaktadır.
Sorun; 04 Temmuz 2003 günü Irak'ın Süleymaniye kentinde Irak'taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan askerlerince Türk ordusunun seçme birliklerinin derdest edilip başına çuval geçirilmesi karşısında sessiz kalıp, sineye çekip nota bile veremeyenlerin ABD’ye verdiği cüretten kaynaklanmaktadır.
Sorun; dış politikayı bir iç politika enstrümanı olarak görenlerden, kullananlardan kaynaklanmaktadır.
Geriye gidersek eğer bu liste uzayabilir… Sorunun kaynağı çoktur.
Diplomasi; dış politikada sorunları barışçıl yöntemlerle ve müzakereler yoluyla çözme sanatıdır. Siyaset ise; sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Diplomasi; var olan düşmanlıkları yok etmek, dostlukları pekiştirmek ve dost kazanma sanatıdır. Siyaset ise; içeride birlik ve beraberliği pekiştirerek, iç barışı sağlayarak, huzuru ve refahı artırarak güçlü olma sanatıdır. Diplomasi doğrusal bir çizgi ister, diplomaside; duygulara, tepkisel ve anlık davranışlara, zig zag politikalara yer yoktur. Ve iç politik konuların dış politikada kullanılması uzun vadede o ülkeye zarar verir.
Diplomaside birinci kural soğukkanlılığınızı, tutarlılığınızı ve saygınlığınızı kaybetmemenizdir… Diplomaside soğukkanlılığınızı kullandığınız üslupla sağlarsınız. Diplomaside tutarlılığınızı zig zaglar çizmeyerek, dün öyle bugün böyle konuşmayarak, davranmayarak sağlarsınız.... Diplomaside saygınlığınızı; kişisel nitelikleriniz, hukuka olan saygınız, adalete olan bağlılığınız, demokrasiye olan inancınız, ekonomik gücünüz, komşularınız ile olan ilişkileriniz, kültür ve sanatta olan etkinliğiniz ve uluslararası alandaki sosyal ilişkilerinizle kazanırsınız. Örnek istiyorsanız eğer beğenmediğiniz şimdiki İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'i alın bir inceleyin derim.
Türk - ABD ilişkilerinde bu rahip krizi aslında buzdağının görünen kısmıdır. Bu pilav daha çok su kaldıracak gibidir.
Uluslararası ilişkilerde krizler geçicidir, hasarlar ve tutumlar kalıcıdır… Ve bu tutumlar, bir sonraki krizde size nasıl muamele edileceğini belirler!
Osman AYDOĞAN
Heinrich Heine ve Loreley
03 Ağustos 2018
Christian Johann Heinrich Heine (1797 - 1856), 19. yüzyılın en ünlü ve romantizm ve realizm akımları arasındaki geçiş döneminde siyasal şiirin öncüsü olan Alman şairidir. Genelde lirik şiirler yazmıştır.. Yahudi kökenlidir. Göttingen, Bonn ve Humbolt üniversitelerinde hukuk okur ancak edebiyata hukuktan daha fazla ilgilidir.
1825'de dinini değiştirerek, Protestanlığı seçer. Bu Alman devletinde hür bir birey olabilmek için gerekliydi. Aksi takdirde birçok Yahudi gibi hakları kısıtlanacaktı. Yahudi'lerin üniversitede profesör de olması yasaktır. Bu Heine'ın en büyük tutkularından biriydi üniversitede profesör olmak.
Heine sanat yaşamına "Gedichte" (Şiirler) adlı eseriyle 1821'de başlar. Heine'ın kuzenleri olan Amelie ve Therese'e olan tek taraflı aşkı daha sonra onu aşk temalı şiirler yazmaya sevk eder. "Buch der Lieder" (Şarkıların Kitabı) adlı eseri onun en kapsamlı şiir derlemesidir. Heine'nın birçok şiiri besteciler tarafından şarkı hâline getirilir.
Kendine has dillere destan bir içe dönüklüğü vardır. Düşünceleri Fransız devriminden etkilenmiştir. Nietzsche, Heine'den bahsederken ''en yüce lirik şair'' ifadesini kullanır.
Pek de alçakgönüllü değildir. Bir şiirinde söyle tanımlar kendisini:
''Ben bir Alman şairi
Bütün Almanya’da meşhur
En üstün isimler söylenince
İçlerinde benimki de bulunur.''
Ölüm döşeğinde bile; "Tabii ki Tanrı beni affedecektir, bu onun işi." der…
Heine, 1831 yılında Almanya'dan ayrılır ve Paris'e gider. Orada ütopist sosyalistler ile arkadaşlıklar kurar. Ve Heine yaşamının geri kalan kısmını Paris'de geçirir.
Pariste okuma yazması olmayan Crescentia adli bir Fransız kadınla evlenir. Heine kadının adını fazla egzotik bulduğu için bu ismi Mathilde olarak değiştirir. Okuma yazması olmayan karısı, Heine'nin ne kadar önemli bir şair olduğundan bihaberdir ve şairin değerini arkadaşlarına sorar. Mathilde, Dumas'ın eserlerini okumak istediğinden, yine Heine tarafından kendisine okuma-yazma öğretilir. Mathilde kocasının şiirleri için değil de Dumas eserleri için okuma-yazma öğrenmek ister!... Belki de bu nedenle Heine ölmeden önce mirasını karısına bırakır ve karısının tekrar evlenmesine şart koşar. Neden olarak da kendisi için en azından bir adamın üzüleceğini söyler!...
Heinrich Heine’nin bu evliliği biraz da Rus yazar Puşkin’in evliliğine benzer. Puşkin, bir baloda Natalya Gonçarova ile karşılaşır ve büyüleyici güzellikteki bu genç kıza âşık olur. Puşkin’in mutsuzluğuna, talihsizliğine ve çok genç yaşta ölümüne giden yolun başlangıcı olur bu karşılaşma. Natalya edebiyatla hiçbir ilgisi olmayan, Puşkin’i bir şair olarak umursamayan, aklı fikri kendine rahat bir yaşam sağlayacak bir koca bulmakta olan sıradan biridir ve ailesinin de ondan pek bir farkı yoktur. Uzun çekişmelerden sonra Natalya ile evlenir Puşkin. Natalya evliliği süresince de kayıtsız kalır Puşkin’e. Yaşamını çekilmez kılan bir kayınvalidesi ve kusursuz ama yapay bir çiçek olan eşi vardır artık Puşkin’in tıpkı Heinrich Heine’nin karısı Mathilde gibi…
Heine’nin Alman politikası ve toplumunu eleştirdiği "Deutschland. Ein Wintermärchen" (Almanya. Bir Kış Masalı) adlı eserini 1844'te yazar ve arkadaşı Karl Marx bu eserini sahibi olduğu gazetede makaleler hâlinde yayımlar.
Heine’nin Loreley (Lorelei) adlı şiiri şarkılar, çeviriler sayesinde dilden dile aktarılır ve bu sayede büyük bir ün kazanır.
Loreley aslında Alman dağ köylerinde çobanların uzak mesafelerden birbirine seslenme biçimidir ve gırtlaktan çıkan kendine özgü bir tonu vardır.
(Loreley; Birinci Dünya Savaşı öncesinde Balkanlar’da çıkan isyanlar sırasında Yunan isyancıların Selanik’e dayanmaları sonucu, Selanik’te sürgünde bulunan devrik Padişah İkinci Abdülhamid'in bindirilerek apar topar İstanbul’a getirildiği Alman gemisinin adıdır aynı zamanda.)
Mekân olarak Loreley bir dünya mirası olarak kabul edilen Yukarı Orta Ren Vadisinde (Welterbe Oberes Mittelrheintal) yer alan (Loreley vadisi) Tal der Loreley yaklaşık 132 m yüksekliğinde dik eğimli kayalıklardır. Loreley Rhein nehrinin en darlaştığı kısımda bulunur.
Loreley’de Rhein nehri 25 m derinliğe ve 113 m genişliğe sahiptir. Bu darlığı ve derinliği nedeniyle, bugün bile nehrin en tehlikeli noktası sayılmaktadır. Halen bu bölgede karşılıklı gelen gemilerin olası kazalarını önlemek için bütün bölgede Wahrschau olarak adlandırılan ışık sinyali sistemi vasıtasıyla Ren gemilerine yol gösterilir.
Loreley ortaçağda tehlikeli oyukları yanı sıra, Rhein’in en tehlikeli noktası olması ve burada gemicilerin ve ormancıların yaşadığı pek çok trajediler nedeniyle ünlenir.
1801 yılında, Şair Clemens Brentano’nun Loreley adlı romantik Balat’ı yayınlanır. Bu Balat’ta, Bacharach bölgesinden, sevgilisi tarafından aldatıldığı için canına kıymak isteyen çok güzel bir kadın vardır. Piskopos, kadının güzelliği ve zarafetine hayran kalır ve onu manastıra gönderir. Yolculuk sırasında kadın, sevgilisinin sarayına son bir kez dönüp bakmak için kayalıklarda durur. Bu şekilde sevgilisinin de kendisinden uzaklaştığını gördüğüne inanan kadın, çaresizlik içinde kendini Rhein nehrinin dalgalarına atar. Rhein hikâyelerinde, Brentano konuyu mutsuz Bayan Lurley’in kayalıklara oturup, uzun sarı saçlarını taraması ve gemicileri felaketlere sürüklemesi olarak değiştirir.
Bundan sonra da Loreley Alman efsanesinin sarı uzun saçlı bir kadın kahramanı olarak anılır…
Efsaneye göre Loreley Almanya’da Rhein nehri kıyısında yaşadığına inanılan su perilerinin en güzelidir. Loreley bir balıkçıya âşık olmuş ama balıkçı onu aldatmış, o da denizcilerden öç almak için Rhein nehrine bakan yüksek kayalıklarda oturmuş ve altın rengi saçlarını tararken şarkılar söylemiş. Loreley’ın büyüsüne kendini kaptıran gemiciler, gözlerini ve kulaklarını ondan alamazlarmış ve biraz daha yaklaşırlarmış kayalara... Ve Loreley'ın büyüsü denizcilere Rhein nehrinin o bölgesinin ne kadar tehlikeli olduğunu unutturur ve gemileri kayalıklara çarpıp parçalanırmış ve ölüme götürürmüş denizcileri...
Loreley’in tam karşısında yer alan St. Goar şehri de bu şekilde hasarlı gemileri kurtarma ve bakımını yapmada ünlenir ve bu nedenle de kutsal Goar olarak adlandırılır.
Fırsat bulur da Almanya'ya giderseniz mutlaka Rhein nehri üzerinde bir tekne gezintisi yapınız. Gezi tekneniz Rhein nehri üzerinde bu bölgeye geldiğinde rehberiniz size bu hikâyeyi anlatacaktır. Bu esnada fona hüzünlü bir müzik çalacaktır... Ve tekneniz bu esnada bu bölgeden oldukça yavaş geçecektir. Bu yavaş geçişten maksat Loreley’i anmak ve sizin fotoğraf çekmenizi sağlamaktan ziyade Rhein nehrinin bu en dar ve kayalık kısımdan dikkatlice geçerek daha önceki gemiciler gibi kayalara çarpmamaktır...
İşte bu hikâye üzerine yazar Heinrich Heine ‘’Loreley’’ isimli şiirini… Şiirin önce Türkçesi sonra da orijinal Almancasını vermeden önce Heinich Heine'nin bir şiirine ve birkaç sözüne yer vermek istiyorum:
"Durmaksızın sorarız,
ta ki bir avuç toprak
ağzımızı kapatana kadar
peki ama bu mudur yanıt?"
1821 yılında kitaplarından biri Almanya’da yakılınca Heinrich Heine tarihte defalarca kanıtlanmış ve kanıtlanacak şu sözünü söyler: "Eğer bir yerde kitapları yakıyorlarsa, orada eninde sonunda insanları da yakacaklardır."
Eserleri Alman otoriteleri tarafından her dikta rejiminde olduğu gibi yasaklandığında her şair gibi kendisi de Almanya için kaygılanır:
"Denk ich an Deutschland in der nacht,
dann bin ich um den schlaf gebracht"
(Geceleyin Almanya’yı düşündüğümde uykularım kaçıyor.)
Ve son bir söz Heinrich Heine'den: "Tutunacak bir dalın olup olmadığını düşmeden göremezsin.."
Osman AYDOĞAN
Loreley
Bilmiyorum ne manası var
bu kadar üzülmemin
eski zamanlardan bir masal
çıkmıyor aklımdan
Hava serin ve karanlık
ve sessizce akıyor ren nehri;
dağin zirvesi parıldıyor
akşam güneşinin ışığında.
En güzel bakire oturuyor
iste orada harika;
altın kolyesi yıldırım gibi pırıldamakta,
altın saclarını tarıyor.
Saçını altın bir tarakla tarıyor o
ve bir şarkı söylüyor bunun yanında;
olağanüstü, güçlü
bir melodisi var şarkının.
Küçük gemideki gemici
yabani bir acıyla kavrıyor bu müziği;
kayalıklara değil
yalnızca yukarı yükseklere doğru bakıyor.
Sanırım, dalgalar yutuyor
sonunda gemici ve gemiciği;
ve bunu o şarkısıyla
Loreley yaptı.
Loreley
Ich weiß nicht, was soll es bedeuten,
Daß ich so traurig bin;
Ein Märchen aus alten Zeiten,
Das kommt mir nicht aus dem Sinn.
Die Luft ist kühl und es dunkelt,
Und ruhig fließt der Rhein;
Der Gipfel des Berges funkelt
Im Abendsonnenschein.
Die schönste Jungfrau sitzet
Dort oben wunderbar,
Ihr goldnes Geschmeide blitzet,
Sie kämmt ihr goldnes Haar.
Sie kämmt es mit goldnem Kamme,
Und singt ein Lied dabey;
Das hat eine wundersame,
Gewaltige Melodey.
Den Schiffer, im kleinen Schiffe,
Ergreift es mit wildem Weh;
Er schaut nicht die Felsenriffe,
Er schaut nur hinauf in die Höh'.
Ich glaube, die Wellen verschlingen
Am Ende Schiffer und Kahn;
Und das hat mit ihrem Singen
Die Loreley getan.
Defne Ormanı
02 Ağustos 2018
Geçen hafta Solon’u anlatırken Lidya’dan bahsedince Lidya bana Batı Anadolu’da tarihte hüküm sürmüş üç uygarlığı hatırlattı. Bunlar; Karya, Likya ve Lidya uygarlıkları idi…
Bu üç uygarlık çoğu zaman karıştırılır ve antik çağdaki coğrafi sınırlılarını da çoğu kimse pek bilmez.
Lidya, İlkçağda Anadolu'nun batısında kurulmuş bir devlettir. Başkenti ise Sardes (Salihli) idi… MÖ 620'de Frikya devletinin yerine geçen Lidya MÖ 546'da Persler'İn eline geçer. En ünlü hükümdarı, son hükümdarı, ‘’Solon’’ yazılarımda anlattığım Krezüs'tür. Halk ticaretle uğraşırdı. Bu yüzden çok zengin bir ülkeydi. Dünyada ilk defa madenden para yapan Lidyalılardır. Altın, gümüş paraları vardı.
Karya (Karia) ise Büyükmenderes nehrinin güney kısmı ile Teke yarımadasının arasındaki bölgedir. Bodrum başkentidir. Bir uygarlık düzeyi yaratmış olan Karyalıların Anadolu'nun bir yerli halkı olduğu konusunda tarihçiler arasında bir mutabakat vardır.
Likya ise Anadolu’nun güney batısındaki Teke Yarımadası’nda ve Antalya Körfezinin batısında yer alan antik çağdaki bölgenin adıdır. O zaman büyük nehirlerce sulanan bölge dağlar arasındaki yüksek verimli ovalarla ve sedir, servi ve defne ağaçlarının yetişebildiği yaylalarla kaplıdır.
Karya ve Likyayı Dalaman çayı birbirinden ayırır. Myra, Patara, Tlos, Ksantos (Xanthos), Telmessos Likya şehirleridir.
Likya’dan biraz bahsetmek istiyorum…
Likya adının kullanılmasının nedeninin, bölgede MÖ 2. bin yılda yaşayan ve Doğu Akdeniz’de dehşet saçan korsanlar olan Lukka’lar olduğu söylenir. Likya Helenik söyleyişte "Işık Ülkesi" anlamına gelir.
Likya, aynı zamanda bu bölgedeki antik kentlerin oluşturduğu bir federasyon ve daha sonra da Roma İmparatorluğu’nun bir eyaletidir. Özgürlük ve bağımsızlıklarına son derece bağlı bir halktır. Anadolu’da Roma İmparatorluğuna eyalet olarak katılan son bölgedir. Bağımsızlıklarına düşkün Likyalılar Roma Senatosunda Rodos yönetimine itiraz ederler ve Roma'nın vasalı değil dostu ve müttefiki olduklarını ileri sürerler. Bu şekilde Roma'nın saygısını ve Senatoda temsil hakkını kazanırlar.
Likyalıların törelerine göre, babaları yerine analarının adını kullanırlar. Bir Likyalıya kim olduğu sorulduğunda, adını ve ardından annesinin, anneannesinin ve büyük anneannesinin ismini söyleyerek cevap verir.
Tarihte bilinen ilk demokratik birliği kurmuş olan Likyalılar, farklı şehirlerden bir araya gelmiş olmalarına rağmen, ortak bir kültür yaratırlar. Çağdaş Batı yönetimlerine örnek olan bu ''demokratik birlik” antik dünyada ilk ve tektir.
Likyalılar, Truva Savaşı esnasında Truvalıların müttefikleri arasında yer alırlar. Homeros eserinde, Truvalıların en cesur müttefikleri olduğunu söylediği Likya’lıların liderlerini yüceltir ve yaptıkları kahramanlıkları anlatır.
Likyalılar MÖ 545 yılında güçlü Pers ordularına karşı koyamazlar. Herodotos bu savaşı şöyle anlatır: ‘’Pers ordusu başlarında komutanları olduğu halde Xanthos ovasına indiği zaman Xanthos'lular bitmez tükenmez kuvvetlere karşı az sayı ile dövüştüler. Yiğitlikle nam saldılar ama yenildiler. Kadınları, çocukları, hazineleri ve köleleri kaleye doldurdular. Alttan, yandan ateşe verdiler. Korkunç yeminlerle bağlanarak düşmana atıldılar ve tümü savaşta öldü.''
MÖ 42 yılında bu sefer Brutus Roma ordusuyla Likya’yı kuşatır. Yenileceklerini anlayan Likyalılar yine toplu intihara girişirler. Kucağında çocuğu ile ateşe atlayan bir Likyalı kadını gören Sezar’ın katili Brutus’ün bile içi burkulur.
Antik çağda Likya’nın idari ve dinî merkezi olarak bilinen ve aralarında yaklaşık dört kilometrelik bir mesafe bulunan Xanthos ve Letoon adında iki önemli kenti vardı… İşte bu şehirlerden Xanthos antik şehrinde bir anıtta yazıt olarak durmakta olan şu dizeler Likyalıların o günlerinden kalmıştır: (Xanthos antik kenti Fethiye-Kaş karayolundan 1 Km içeri girilince ulaşılabilen Kinik Köyü'nde yer alır)
‘’Evlerimizi mezar yaptık, mezarlarımızı ev
Yıkıldı evlerimiz, yağmalandı mezarlarımız,
Dağların doruğuna çıktık, toprağın altına girdik,
Suların altında kaldık,
Gelip buldular bizi, yakıp yıktılar.
Biz ki analarımızın, kadınlarımızın,
Ve ölülerimizin uğruna toplu ölümleri yeğleyen,
Bu toprağın insanları
Bir ateş bıraktık geride,
Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan.’’
İşte bu nedenle Likya bir mezarlar ülkesi görünümündedir.
Likya’yı neden bu kadar uzun uzun anlattım? Çünkü Melih Cevdet Anday'ın antik çağdaki bu Likya ülkesinin yıkılışını anlatan güzel bir şiiri var: ''Defne Ormanı'' Bu şiiri anlamak için bu bilgileri aktarmam gerekiyordu…
Şair Melih Cevdet Anday, bir söyleşisinde, “şiir” der, “şiir felsefeye bitişir” ve bir yazısında da şöyle yazar; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir. “Defne Ormanı” da bu şiirlerden biridir. Her şiir felsefeye bitişmese de, bu şiir felsefeye bitişiktir ve Türk toplumundaki felsefe eksikliğini bu şiir kendi çapında gidermeye çalışır. Felsefeci, şair ve yazar Afşar Timuçin de; “düşünürün iyisi sanatçı, sanatçının iyisi düşünürdür” derdi… İşte bu şiirin yazarı şair Melih Cevdet Anday da bunlardan birisidir, sanatçının iyisi bir düşünürdür, düşünürün iyisi bir sanatçıdır...
‘’Defne Ormanı’’, Melih Cevdet Anday’ın Likya’da yaşananları ve Likya'nın yıkılışını birkaç dizede özetlediği hüzünlü, hazin bir şiiridir…
‘’Defne Ormanı’’, ekmeği olanın felsefe yaptığı, felsefesi hazır verilenin ekmek yaptığı, ekmeği olmayıp felsefe sahibi olanın felsefeden köle devşirdiği ve bu şekilde yok oluşa giden bir dünyanın anlatıldığı bir şiirdir… Yazımın girişinde anlattığım Likya’nın hüzünlü yıkılışını anlatır...
Defne Ormanı
Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
İçin felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir defne ormanı altında.
Melih Cevdet ANDAY, Sözcükler, s. 220, Everest Yay, 2016
Şair günümüzdeki Likya hakkında başka bir şiir yazsaydı eğer sanırım şöyle yazardı (Bu da benden!):
Gaflet Ormanı
Gazalî felsefeyi kâfirlikle suçladığı için
Hiç felsefeye sahip çıkmadılar…
Ne İbn-i Sina’yı anladılar, ne de İbn-i Rüştü..
Abbasi aydınlanmasını takip etmediler…
Avrupa Rönesans’ını da kaçırdılar…
Atatürk’ün çağdaşlaşma vizyonunu da anlamadılar…
Metafiziğin dipsiz kuyularında da kaybolup gittiler…
Ve yıkıldı gitti Likya.
Ve bütün bu zaman boyunca
Siyasetin özgürlüğü yoktu.
Özgürlüğün de siyaseti yoktu.
Siyasetin dayanışması yoktu.
Dayanışmanın da siyaseti yoktu.
Ve sahipsiz siyasetin özgürlüğünü, sahipsiz özgürlüğün siyaseti yedi.
Özgürlüğün sahipsiz siyasetini ise siyasetin sahipsiz özgürlüğü…
Çünkü ücretli köleler için örgütlü özgürlük de yoktu.
Bu yüzden özgür bir örgütlülük olamıyordu.
Örgütsüz özgürlük de hiçbir işe yaramıyordu.
Ve bu yüzden
yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir örtü altında.
Bir önceki yazımda Cicero’nun bir sözünden bahsetmiştim ya: "Kendi doğumundan önce olanları bilmeyen, sürekli çocuk kalmaya mahkûmdur" diye... İşte bu nedenle Likya’yı bu şiirle anmak istedim!...
Ve yıkıldı gitti Likya!
Osman AYDOĞAN
İhtiyarlık
01 Ağustos 2018
30 Temmuz 2018 günkü yazımda Solon'u anlatırken onun bir dizesinden bahsetmiştim: "Yaşlı olduğum halde her gün yeni bir şey öğreniyorum." Ve Solon dizesini de şöyle bitirir diye yazmıştım: "Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum."
Konu ''ihtiyarlık'' olunca hitabeti ile ünlü Romalı bir devlet adamı olan Cicero'nun bir kitabını hatırladım: “İhtiyarlık” (Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1951) Eserin ayrıca; "Yaşlılık Üzerine", "Yaşlılığa Övgü" ve "Yaşlılık" gibi isimlerle çevirileri de mevcut. (Dostluk ve Yaşlılık, Arya Yayınları, 2011)
‘’İhtiyarlık’’; Cicero’nun ''yaşlılığa övgü'' diyebileceğimiz bir eseridir. Eserde; tarihin en iyi komutanlarından biri olarak bilinen ünlü Kartaca komutanı Hannibal’a karşı Zama Muharebesi’ni kazanmış olan Scipio, Scipio’nun arkadaşı Romalı komutan ve devlet adamı Laelius ile bilge Cato'nun karşılıklı konuşmaları verilir.
Eserde bilge Cato'ya, Scipio ile arkadaşı Laelius sorular sorar. Cicero eserinde de bu sorular üzerine yaşlılık konusundaki düşüncelerini Cato'ya söyletir; çünkü onun bilge ve tarihsel bir kişilik olması dolayısıyla önem ve ilgiyle dinleneceğini düşünür.
Kitapta ihtiyarlığı korkulu yapan dört sebepten bahsedilir: Birincisi insanı işlerden uzaklaştırması, ikincisi güçten düşürmesi, üçüncüsü pek çok zevkten mahrum etmesi, dördüncüsü ölüme yakın oluşu...
Cicero bu eserini korkulu bu dört sebebi çürütecek şekilde kurgular. Kitabında Cicero Cato'ya şunları söyletir:
“İhtiyarlar gençlerin yaptığı işleri yapamazlar ama çok daha büyük, çok daha iyi işler görürler. Büyük işler kuvvet veya çeviklikle değil, düşünce, söz geçirme, ortaya doğru fikirler koyma ile başarılır. İhtiyarlar bu meziyetlerden mahrum olmak şöyle dursun, onları arttırmışlardır.” Cicero’ya göre İnsan yaşlandıkça aklı güçlenir. Cicero'ya göre yaşlılık; insanı güçsüzleştirmekten çok insandaki gücün odak noktasının değiştiğini gösterir.
Cato'nun ağzından der ki Cicero, "doğallıkla, düşüncesizlik çiçeği burnundakilere, akıllılık da yaşını başını almış olanlara vergidir". ‘’Kişiyi şekillendiren şey yaşlılık değildir, aksine yaşlılığı şekillendiren şey kişiliktir. Eğer yaşlımızın beyin fonksiyonlarında bir zayıflık söz konusuysa, bu sorunu yaşlılıkta değil, kamilen yaşlımızın karakterinde aramalıyız’’ der Cicero.
Yaşlandıkça hafıza zayıflar derler. Cicero’nun savunması ise şöyle: “İhtiyarların alacaklarını vereceklerini unuttuklarını hiç duymadım. Bir ihtiyarın hazinesini gömdüğü yeri unuttuğunu da.”
Ölüm korkulacak bir şey değildir Cicero’ya göre. Doğal bir sondur. Cicero’ya göre ölümden sonra ya hiçbir şey yoktur ya da yeni bir sonsuz yaşam vardır. Eğer ölümden sonra hiçbir şey yoksa ölümün kötü olmasının da bir nedeni yoktur. Ama eğer ölümden sonra sonsuzluk var ise, o zaman da kötü değil de iyi bir şeydir. Umutsuzluğa gelince: ‘’Ne kadar yaşlı olursa olsun bir yıl daha yaşayabileceğini düşünmeyen var mıdır?’’
İhtiyarların zamanla zevk aldıkları konuların azalmasına gelince: ''Olup biteni arka sıradan seyretmenin de zevki vardır'' der Cicero... Üstelik: “Maddi zevk tabiatın insanlara verdiği en meşum beladır. Bu zevki elde etmek için doymak bilmez arzular itidalden uzak olarak alevlenir. Vatana ihanet etmeler, devleti yıkmalar, düşmanlara gizli görüşmeler hep ondan çıkar. Şehvetin göze aldırmadığı hiçbir cürüm, hiçbir kötü hareket yoktur. Kötülüğün ve düşüncesizliğin önderi, zevk isteğidir.’’
Özetle der ki Cicero; ‘’Yaşlanmaktan korkmayın’’... ‘’Keyfini sürmeye hazır olun...’’
Ama bu kitapta bir sözü var ki Cicero'nun tüm yaşlıların ve de tüm gençlerin üzerinde düşünmesi gerekir: ''Bilmem ama, bana öyle geliyor ki, umumiyetle, bir insan her şeyden hevesini aldı mı, hayattan da aldı demektir. Çocukların kendilerine göre hevesleri vardır; gençler onların eksikliğini duyar mı? Yeni yetişmeye başlayanların da hevesleri vardır, orta yaş denilen çağda onlar artık aranır mı? Bu çağın da hevesleri vardır ve bunları ihtiyarlar aramaz. İhtiyarlıktaki hevesler en son heveslerdir. Öncekiler gibi onlar da gelir geçer ve o zaman hayata doymuş olmak ölüm vaktinin tam olduğunu gösterir.''
Ve devam eder kitabında Cicero: ''Bize verilen ömür ne kadar olursa olsun, memnun olmak lazım. Bir aktörün hoşa gitmesi için piyesin bitmesine hacet yoktur, oynadığı perdede beğenilmesi yeter; işte bilge bir insan da hayatın sonuna kadar yaşamak zorunda değil, çünkü bir ömür, kısa da olsa, iyi ve şerefli bir tarzda yaşamaya yetecek kadar uzundur.''
Bir yerde de şunu söyler kitabında Cicero: ''İnsan çok yaşayınca görmek istemediği birçok şeyi görür.''
Ve Cicero kitabında Cato'yu konuşturmaya devam eder: ''Şair Naevius'un Ludus'unda şöyle bir sual sorulur: 'Baksanıza, nasıl oldu da o koca devleti öyle yıkı verdiniz?' Verilen türlü cevaplar arasında başlıcası şudur: ‘Yeni yeni hatipler türemişti, kafasızdılar, cahildiler.' ''
Kitapta bir yerde bir şairin ağzından (Ennius) yine Cato’yu konuştururdu Cicero: "Şimdiye dek başınızda olan aklınız nereye gitti de çılgınlar gibi yolunuzu şaşırdınız?"
Cicero'nun kitabında Cato'ya söylettiklerinden seçtiklerim işte bu kadar...
Yazı uzayacak ama madem ki söz Cicero'dan açıldı, kısaca ondan bahsedeyim istiyorum:
Asıl adı Marcus Tullius Cicero'dur. MÖ 106- MÖ 43 yılları arasında yaşamıştır. Cicero klasik Latince'de "Kikero" şeklinde okunur. Cicero tarihin gördüğü en önemli hatiplerden biri olduğu yazılır, söylenir. Kendisi iyi bir hatip ve avukat olduğu için çok konuşur. Bu nedenle de Türkçe'ye Yunanca'dan geçmiş olan ve ''karşısındakini susturacak biçimde ve çok konuşan, çenesi kuvvetli, geveze'' kişiler için kullanılan ''çaçaron'' kelimesinin kökeni de Cicero'dan gelir.
Montaigne’in yegâne eseri ‘’Denemeler’’de (Antik Kitap, 2015) Cicero’nun sözlerine bolca yer verir. İşte sizlere, çoğunun Cicero’ya ait olduğunu bilmediğimiz, üzerinde çokca düşünmemiz gereken sözleri:
"En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir. Barışların en haksızını, savaşların en haklısına yeğlerim.’’
"Sahip olduğundan fazla bir şey istemeyen insan zengindir."
"Dostluk, toprak bir maşrapa gibidir, önemsiz bir nedenden birdenbire kırılır ve bir daha kullanılamaz."
"İnsanın en büyük düşmanı kendisidir."
"Herkes düşüncelerinde yanılabilir. Ama aptallar bir türlü yanıldıklarını anlayamazlar."
"İnsanın yüzü ruhunu yansıtır."
''Ne kadar çok kural o kadar az adalet.''
"Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?"
"Biz Romalılar herkese egemeniz, ama bize de kadınlar egemendir."
"Kitapsız ev, ruhsuz vücut gibidir."
"Öğretenlerin otoritesi genellikle öğrenmek isteyenlerin önünde engeldir."
"Bütün büyük işler, küçük başlangıçlarla olur."
‘’Ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
"Hayat yokuşundan tırmanırken rastladığınız insanlara iyi davranın, çünkü inişte yine onlara rastlayacaksınız."
"Devlet benim seçtiğim adamlar tarafından yönetildiği sürece, tüm gücümü ve fikirlerimi Cumhuriyete sundum. Ancak her şey tek kişinin egemenliği altına girdiğinden beri kamu hizmetinde bulunma ve otorite kullanma ortamı kalmadı. Senato lağvedildikten ve mahkemeler kapandıktan sonra kendisine birazcık saygısı olan birinin senatoda ya da Forum’da ne işi olurdu?"
‘’Fakir çalışır, zengin sömürür, asker, her ikisini de korur, mükellef üçü için öder, serseri, dördünün adına istirahat eder, ayyaş beşi için içer, bankacı ilk altıyı dolandırır, avukat ilk yediyi kandırarak savunur, hekim sekizini de öldürür, mezarcı dokuzunu da gömer ve politikacı onlar sayesinde yaşar.’’
"Anlayış, algılama gücü ve akıl bilge kişilerde toplanır. Bilge kişiler yoksa devlet de yoktur."
Ve sonunda hep benim söylediğimi söyler Cicero:
"Kendi doğumundan önce olanları bilmeyen, sürekli çocuk kalmaya mahkûmdur."
Osman AYDOĞAN
Hiçliğe mahkûm!
Roma İmparatorluğunun ismi pek bilinmeyen bir generali ve aynı zamanda senatörü vardır: Lukullus. Asıl adı; Lucius Licinius Lucullus. MÖ 117 – 57 yılları arasında yaşamıştır. Hakkında yazılan tek eser orta dönem Platoncularından olan Yunan tarihçi, biyografi ve deneme yazarı Mestrius Plutarchus (MS 46 - 120)’un yazdığı ‘’Lukullus’’ isimli eseridir. Türkçeye çevrilmemiştir.
Lukullus; Roma birliklerine komuta etmiş, büyük fetihlerde bulunmuş, büyük zaferler kazanmış, Pontus Krallığını fethederek Roma'ya bağlamış, bunun dışında Roma İmparatorluğu için 53 şehir fethetmiş ancak seferleri sırasında elde ettiği ganimetlerle oluşan zenginliği ve verdiği cömert ziyafet sofraları ile meşhur olmuştur. Plutarch eserinde, Lucullus'un hayatının sonuna doğru aklını yitirdiğini, aralıklı olarak yaşlandıkça delilik belirtileri geliştirdiğini yazar.
20. yüzyılın en etkili Alman şairi, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Bertolt Brecht’in Lukullus’u konu alan kısa bir didaktik radyo oyunu vardır: ‘’Lukullus'un Sorgulanması’’ (Almanca orijinal adı: Das Verhör des Lukullus) . (Mitos Boyut Yayınları, 1998) Bu eser Bertolt Brecht tarafından yazılan ilk ve tek radyo oyunudur.
Brecht, bu oyunu Adolf Hitler’in orduları, artık neredeyse bütün Avrupa kıtasına yayıldığı, tüm Avrupa’yı fethettiği yıl olan 1940 yılı Kasım ayında sürgünde olduğu İsveç’te yedi gün içerisinde yazar. Ancak eser İsveç Stockholm radyosunda yayınlanmaz. Brecht’in ricası üzerine 12 Mayıs 1941 yılında ilk olarak İsviçre’de radyo Sender Beromünster üzerinden yayınlanır.
Brecht bu oyunu Hitler'i kastederek yazar. Ancak komünist otoriteler oyunda Stalin kastediliyor vehmiyle bu şekliyle oyunu yasaklarlar. Bu yasak Brecht'in sahneleri yeniden incelemesine ve başlığının da ''Lukullus'un Mahkûmiyeti'' olarak değiştirmesine sebep olur.
Bu metin Alman besteci ve orkestra şefi Paul Dessau tarafından müzikal oyuna çevrilir. Eser 2009 yılında ise Fransız Rejisör Jean-Marie Straub tarafından filme de çekilir.
Brecht’in “Lukullus’un Sorgulanması” isimli bu eseri, işte anlatılan bu Romalı Senatör ve General Lukullus’un vefatından sonra öbür dünyadaki sorgulanmasını konu alır.
Brecht'in eserinde geçen öykü kısaca şu şekildedir:
Öbür dünyada bu büyük Roma generali Lukullus'un''kutsanan alanlara'' mı yoksa ''hiçliğe'' mi gideceğine karar verecek ve bunun için Lukulls’u sorgulayacak olan mahkeme heyeti teşkil edilir. Mahkeme heyeti halkın çeşitli kesimlerinden ancak alt tabakadan gelen kişilerden oluşmaktadır. Heyet; bir çiftçi, bir öğretmen, bir balıkçı kadın, bir fırıncı ve bir fahişeden oluşmaktadır. Mahkemede Lukullus'un katafalkındaki şahitleri çağırmasına da izin verilir…
Mahkemede sorgu esnasında kendinden emin olan General Lukullus, her birinin öyküsü kitlelerin kanlarına mal olmuş zaferlerini sayıp dökmeye başlar. Sonuçtan hiç kuşku duymamaktadır. Anlattığı her bir zaferi, onu sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe bir adım daha yaklaştıracak, öldü diye bir ‘’hiç’’ olma yazgısından da bir adım daha uzaklaştıracaktır.
Mahkemede ilk dinlenilen dört kişi ülkelerindeki insanları öldürdüğü ve ülkelerini parçalaması nedeniyle Lukullus’u suçlarlar. Ancak Lukullus bütün bunları ülkesi için, Roma için yaptığını söyler ve zaferlerini anlatır.
Fakat Lukullus’un hiç beklemediği bir şey olur. Anlattığı her zaferinin ardından, yüzlerindeki umursamazlık ifadesi hiç değişmeyen mahkeme heyetinin ağzından koro halinde tek bir karar çıkar: “Onunla birlikte hiçliğe gitsin!” (Ins Nichts mit ihm!)
General Lukullus dehşete kapılmıştır. Roma’yı görkeminin doruklarına taşımış onca zafer karşısında mahkeme nasıl bunca kayıtsız kalabilir?
Mahkemede tanıklar da dinlenmektedir. Tanıklardan ikisi aşçısı ve çiftçisidir. Aşçısı Lukullus’un çok iyi yemek yaptığını söyler. Çiftçisi ise, generalin savaşlarından birini anlatırken şöyle der: “Hatta General Lukullus, Anadolu’ya yaptığı seferinden dönüşünde Roma’ya bir de kiraz ağacı fidanı getirmişti. Kiraz ağaçlarımız ondan sonra oldu…” (Görüldüğü gibi Kiraz ağaçları tüm Avrupa’ya Anadolu’dan yayılmıştır!...)
Bu söz üzerine yargıçlar birden canlanırlar. Tanığa sözünü yineletirler. Ne yani, General Lukullus, o savaşından dönerken Roma’ya bir de canlı mı getirmiştir? Canlı kiraz ağacı fidanının Roma’ya getirilmesi, General Lukullus’un zaferlerle dolu hayatının kayda değer ve insanca tek sevabı olarak tutanaklara geçirilir…
Ancak Lukullus’un Anadolu’dan getirttiği kiraz ağacı dışında her şey onun karşısındadır bir de aşçısının söylediği gibi iyi yemek pişirme ile ilgili deneyimi vardır.
Mahkemenin sonunda Lukullus ‘’hiçliğe’’ mahkûm edilir...
Eserde Lukullus’un şahsında kastedilen ister Hitler olsun, ister vehmedilen Stalin olsun, eserde anlatılmak istenilen; insana, cana, canlıya, duyguya, ruha, hisse, hayata ve yaşama dokunamayan bütün diktatörlerin, bütün politikacıların, bütün yöneticilerin, bütün insanların, kısaca bütün bedbahtların akıbetinin ‘’hiçliğe’’ mahkûm olduğudur...
Osman AYDOĞAN
Solon – III
30 Temmuz 2018
Tarihin babası (Pater Historiae) olarak bilinen Herodot’un, içinde Solon’un da adı geçen hikâyesini iki gün üst üste anlatınca, kısaca Solon'u da anlatmak istedim...
Solon, MÖ. 640-560'da yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şairdir. Atina’yı sarsan ağır bunalımı gidermek üzere giriştiği siyasal ve sosyal reformlarıyla tanınır. Dönemi için devrim niteliğindeki kanunları ile toplumdaki eşitsizliklerle savaşır, insanların hakları doğrultusunda düzen içinde yaşamaları için adil bir sistem kurar. Örneğin borçlunun, borçlu olduğu kişiye ödeme yapamadığı zaman onun kölesi olmasını öngören yasayı kaldırır. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir. Kendi adıyla anılan ve Antik Yunan döneminin en eski anayasası olan Solon Anayasası'nı hazırlar.
Yasalarla, yasa yapıcılarıyla ve bu yasaları uygulayıcılarla yeterince içli dışlı olduğu için bu konudaki tecrübesini de şu sözü ile özetler: “Yasalar örümcek ağlarına benzer: Güçsüz ve hafif şeyler ona yakalanır; daha ağır olanlar ise onu parçalayıp geçer.''
Antik Yunan Uygarlığı'nın yedi bilgesinden biri kabul edilen Solon, sadece kendi çağını değil, modern dönem felsefecilerini de etkilemiştir. Tarihte bilinen ilk otobiyografiyi Solon’a aittir. Bu otobiyografi de şiirlerden oluşur. Bu nedenle Solon antik şairlerin en eskisidir. Siyasi hayatının birebir yansıması şiirlerinde bulunur...
Fahişeliği dünyada yasallaştıran ilk kişidir. Bu sebepten ötürü döneminde devlet kurtarıcısı, velinimet, kötülükleri ve kargaşayı önleyen olarak görülür. Bu nedenle kendisi için şu dizeler söylenmiştir:
"Tüm erkekler adına iyi iş başardın ey Solon
çünkü onlar diyorlar ki, sen ilk görensin
halkın değer ölçülerini."
Kendisine sorarlar: ‘’Sen ki Aristo'nun sayabildiği 158 anayasa dâhil her şeyi bilirsin, söyle bize, en iyi anayasa hangisidir?’’ Solon adamı şöyle bir süzüp sakince cevap verir: ‘’Önce siz söyleyin bana, hangi halk ve tarihin hangi aşaması için?’’
Bir keresinde Mecliste yaptığı konuşmada şöyle diyordu Solon: “Pek çoğunuzdan daha bilgeyim, pek çoğunuzdan daha yürekliyim. Peisistratos’un (*) kötü oyunlarını anlamamış olanlardan daha bilgeyim, bu oyunları bilen ama korkudan ağzını açamayanlardan daha yürekliyim.”
Çokları onu deli diye görme eğilimindeydi. O buna karşı kendini bir şiirinde şöyle anlatmaya çalışır:
“Ben deliysem yurttaşlar yakında siz de deli olacaksınız.
Deli olacaksınız gerçeklerle yüzyüze geldiğiniz zaman.”
Solon bir şiirinde şunları yazar:
“Kar ve dolu getiren fırtınalar bulutlardan gelir,
Gök gürültüleri koyulur dupduru gökte,
Kentler çok zaman güçlülerin elinde yok olur,
Halk bir tiranın kölesi olur cahillikle.”
Solon halkının anlayışsızlıklardan bıkıp Mısır’a ve Kıbrıs’a gider. Daha sonra Sicilya’da bir kent kurar. Kente Solon’un adından giderek Solos adı verilir. Solon, Solos’a Atinalıların yerleşmesini sağlar. Şehirde Peisistratos tiran olunca Solon Atinalılara şu şiiri yazar:
“Kendi yanlışınız yüzünden mutsuzsanız
Suçu tanrıların üstüne atmayın.
Önderlerinize yönetimi veren sizsiniz.
Bu yüzden sefil köleler oldunuz.
Şimdi bir tilkinin izini sürüyorsunuz.
Bomboş bir kafanız var.
Çeneye kuvvet boş sözler üretiyorsunuz.
Yapıp ettiklerinizle ilgili hiçbir kaygınız yok.”
Şu dizeler de Solon’a aittir:
''Ölmeden önce dilini tut,
'mutluyum' demek için acele etme,
yalnız 'talihliyim' de, o kadar.
Her şeyin sonuna bak.
Tanrı, çok insana mutluluğu yem olarak sunar,
sonra da çeker alır elinden!''
Herodotos tarafından anlatılan bu dizelerin hikâyesini bir önceki yazımda vermiştım.
Solon adalet ve ölçüyü esas alır. Hiçbir şeyde aşırılığı doğru bulmaz. Her şeyin fazlası fazladır. Kişi çoğu zaman hem kendine hem de çevresine aşırılıkları yüzünden zarar verir. Bu tür hareketlerin önüne geçmek için kendini kontrol etmek ve ölçülü olmak gerekir. Bu düşüncesini "Zenginlikten doygunluk, doygunluktan da şiddet doğar" sözleri ile özetler. .
Platon'un ‘’Atlantis’’ hikâyesini yazmasına da vesile olduğu rivayet edilir…
Bir dizesinde "yaşlı olduğum halde her gün yeni bir şey öğreniyorum" diyerek dizesini şöyle bitirir: "Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum." (Jean-Jacques Rousseau ‘’Yalnız Gezerin Düşleri’’ -Bordo Siyah Yayınları, 2004- isimli kitabındaki üçüncü ‘’Gezi’’ başlıklı bölümü Solon’un '’Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum'' sözüyle başlar ve Rousseau bu sözü şöyle devam ettirir: ‘’İhtiyarlarımız her şeyi düşünüyor ve öğreniyorlar ama nasıl öleceklerini hiç düşünmüyorlar.’’' Ve ekliyordu Rousseau; ‘’Ölürken nasıl yaşamak gerektiğini anlamanın ne yararı var?’’)
Yazımın sonunu da ona ait hazin bir söyleşi ile bitireyim: Oğlunun ölümüne ağlarken bir dostu Solon’a; "ağlamakla bir şey elde edemezsin" diye kendisine teselli etmeye çalıştığında dostuna şu cevabı verir: "Ben de bunun için ağlıyorum ya zaten!"
Ah ''Tarih'' ah!... Bu topraklar neler görmüş neler yaşamış! Hep söylüyor, hep yazıyorum ya; ‘’tarih çok şeyler söyler'' diye,''günümüzü anlamak, gündemi kavramak istiyorsanız tarihe bakın, tarihe, edebiyata, sanata sığının'' diye... İşte ben de, tam da bu nedenle, bu ortamda ''Tariiiih!!! Tariiiiiiiiiih!!!'' diye bir aks-i sedasız tek başıma günlerdir, haftalardır, aylardır, yıllardır feryâd, figân ediyorum ya zaten!
Osman AYDOĞAN
(*) Peisistratos; Atinalı devlet adamıdır (İÖ 600- İÖ 527). Megara ile yapılan bir savaşta Nisaea’yı ele geçirince ünlenir. Daha sonra Diakreia ya da Diakria çoban ve oduncularının kurdukları halkçı dağ partisinin başına geçer. Peisistratos'un kısa zamanda halk tarafından tutulduğuna tanık olan Solon, ileride tiranlık kurabileceğine işaret ederek ona muhalefet eder. Peisistratos, kişisel bir muhafız birliği kurarak İÖ 560’ta Akropolis’i ve iktidarı ele geçirmeyi başarır. Ancak Kıyı (Raralia) ve Ova (Pedieis) partilerinin kendisine karşı birleşmesiyle iki kez Atina dışına sürülür. İÖ 546’da kurduğu paralı orduyla karşıtlarını yenerek tiranlığını ilan eder.
Solon - II
29 Temmuz 2018
Atinalı devlet adamı ve şair Solon hakkında Herodot tarafından nakledilen bir hikâyeyi dün sizlere anlatmıştım. Kısaca bu hikâyeye göre bizim Karun diye bildiğimiz Lidya kralı Krezüs (Kroisos) ziyarete gelen Solon'a hazinelerini, üstün ve görkemli yapıları gösterdikten sonra "acaba mutlulukta başka herkesi geride bırakan bir kimseye rastladın mı?" diye bir soru sorardı.
Krezüs'un amacı kendisinin '’dünyanın en mutlu adamı'’ olduğunu duyabilmekti tabi. Fakat Solon bilgece Krezüs'un beklemediği cevaplar vermiş, Krezüs'ü öfkelendirmişti. Solon sakin bir şekilde şöyle cevap vermişti: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden. Hiçbir canlı mutlu değildir. Her şeyin sonuna bakmak gerekir.''
Krezüs Solon'dan istediği cevapları alamayınca onu sarayından kapı dışarı etmişti.
Hikâyenin en sonunu da söyleyip arada geçen olayları anlatmamıştım. Şimdi gelelim hikâyenin bu kısmına:
Solon gider gitmez bir rüya görür Krezüs. İki oğlu vardır; biri doğuştan sağır ve dilsiz olduğu için adı bile anılmaz. Diğeri kıymetli oğlu Atys'dir. Rüyasında ucu demir bir kargıyla vurulduğunu görür Atys'in. Uyandıktan sonra oğlunu kaybetme korkusu sarar Krezüs'u. İlk iş Lidya ordularına komuta eden oğlunu bu görevden alıp bir kızla nişanlar. Savaşta kullanılan kargı benzeri silah ne varsa toplatıp depolara yığdırır, ne olur ne olmaz, asıldığı yerden kopar da oğlunun bir yerine düşer endişesiyle.
Oğlu evlenme töreniyle uğraşırken, Adrastos isminde Frigya'lı bir adam gelir Sardes'e. Midas'ın torunlarından biri olan bu adam yanlışlıkla bir kardeşini öldürdüğü ve babası tarafından ülkeden kovulduğu için Krezüs'un sarayında arınma dileğinde bulunur. Krezüs ''Hatırını saydığım kişilerin oğlu, dostlar arasına geldin, bizim yanımızda kalırsan hiçbir eksiğin olmaz'' diyerek yanına alır Adrastos'u.
O sıralarda Misya'nın (Mysia; Antik Çağ'da Anadolu'nun kuzeybatısında yer alan ve günümüzde yaklaşık olarak Bandırma, Erdek ve Balıkesir çevresine denk gelen bölgenin adı) Kaz Dağları civarında bir yaban domuzu türer ve köylüler başa çıkamaz olurlar verdiği zararlarla. Krezüs'a elçiler yollayarak oğlunun ve yiğitlerinin yardımını isterler. Krezüs gördüğü rüyanın korkusuyla oğlu yerine Adrastos ve bir grup Lidya'lıyı göndermeye karar verince, oğlu yanına gelip babasından kendisini göndermesini, çağrıldığı yere gitmezse Lidya'lıların onu hor göreceğini söyler. Üstelik avlayacaklarının bir domuz olduğunu, boynuzlarının da demir bir kargı olmadığını bu nedenle rüyasından korkmasının yersiz olduğunu hatırlatır. Bu sözler üzerine Krezüs oğlu Atys'i Adrastos'a emanet ederek ava göndermeye razı olur. Adrastos, oğluna göz kulak olacağına ve koruyacağına söz verir.
Atys ve grubundakiler Misya'ya ulaşıp bir sürek avı başlatırlar. Yaban domuzun yerinden çıkartılıp etrafı sarılır. Herkes mızrağını domuza fırlatırken, Adrastos'un mızrağı domuzu ıskalayıp Atys'e saplanır ve Krezüs'un oğlu tıpkı rüyasında gördüğü gibi demir bir kargı ile ölür.
Krezüs acısının üzerine iki yıl kapanır. Sonra Pers Kralı Kiros'un Med Kralı Astyages'i bozguna uğratması ve Pers ordusunun kalabalıklaşması ona yasını unutturur. Persleri daha fazla gelişip büyümeden durdurma düşüncesiyle harekete geçer. Kehanet merkezlerinden biri olan Delphi'ye Apollon Tapınağı kâhinlerine kıymetli hediyelerle beraber adamlarını gönderir. (Delfi; Yunanistan'da Parnasos Dağı'nın güneybatısında bulunan arkeolojik bir alan. Antik çağlarda Yunan halkları için önemli olan ve Yunan tanrıları Apollo ve Athena´ya ibadet edilen bir dinî merkezdi.)
Lidyalı sözcüler kâhinlere ''Krezüs Perslerle savaşsın mı?'' diye sorarlar.
Kâhinlerin cevabı; ''Eğer Perslerle savaşa girerse büyük bir imparatorluğu devirecektir'' olur.
Krezüs kendine getirilen cevabı duyunca Pers Kralı Kiros'un (Büyük Kuroş, Büyük Keyhüsrev) krallığını devireceğine emin olur ve adamlarını kâhinlere tekrar göndererek, bu seferde ''saltanatı uzun olacak mı?'' diye sordurur. Bu soruya da kâhinler bir dörtlükle cevap verirler.
Günün birinde katır Med'lere kral olacak
O zaman, ey yumuşak ayaklı Lydia'lı kaç,
Çakıllı Hermos boyunca, tabanları yağla,
Utanma, yüzün kızarmasın kaçtığın için.
Bu sözlere Krezüs daha da sevinir. Lidya tahtına bir katırın geçmesi mümkün olmadığına göre, demek ki iktidardan düşmeyecektir. Ordusunu toparlayıp Pers'lere doğru sefere çıkar. Pteria'da (Yozgat, Sorgun ilçesi, Şahmuratlı Köyü) iki ordu karşılaşır. Her iki tarafta büyük kayıp verir ama savaşın kazananı belli olmaz. Krezüs geri çekilerek Sardes'e sarayına döner. (Sardes veya Sardeis, Manisa'nın Salihli ilçesine bağlı Sart kasabası yakınlarında bulunan ve Lidya devletine başkentlik yapmış antik kent) Kiros onu takip ederek, on dört günlük kuşatma sonucu Sardes'i ele geçirir.
Krezüs'un adı anılmayan sağır ve dilsiz oğlu için başvurduğu kâhinler, ona şu kehanette bulunmuşlardır eskiden:
Lydia'nın güçlü kralı, hiç de ihtiyatlı değilsin.
Sarayında işitmeyi isteme,
Çocuğunun duymayı o kadar özlediğin sesini
Çevreni saran şimdiki sessizliği daha hayırlı onun,
Zira o, acılı bir günde konuşacak.
Kentin düştüğü gün, saraya giren Pers askerleri Krezüs'u öldürmek için üzerine doğru gelirlerken, o sağır ve dilsiz oğlan konuşmaya başlar.
Krezüs on dört yıllık bir saltanatının ardından, on dört günlük bir kuşatma sonunda, Perslerin eline düşer canlı olarak. Böylece yerle bir eder büyük bir imparatorluğu, tıpkı kâhinin dediği gibi; ama kendisininkini.
Hikâyenin sonunu daha önce anlatmıştım. Persler tutsak Krezüs'u, Kiros'a götürürler. Pers Kralı Kiros Krezüs’ü idam edilmek üzere zindana atar. Krezüs, zindanda idamını beklerken Solon'un sözleri gelir aklına. ''Hiçbir canlı mutlu değildir. Her şeyin sonuna bakmak gerekir'' ve acıyla haykırır ''Ah Solon! Solon! Solon!' diye feryat figân eder...
Kiros bunu duyunca adamlarına ''Krezüs'tan sorun bu çağırdığı kimdir?'' der. Kendisine iletilen soruya cevabı ''Bir adam ki dünyayı yöneten kişiler onunla konuşabilmiş olsalardı, bu benim için büyük hazinelerden daha değerli olurdu'' der ve Solon'la aralarında geçen konuşmayı anlatıp şimdi ona ne kadar hak verdiğini söyler. Persliler anlatılanları Kiros'a iletince, Kiros bu hikâyeden çok etkilenir, Krezüs'u zindandan çıkartır ve ona sorar:
''Krezüs, kim sana söyledi bana saldırmayı ve dost yerine düşman olmayı?''
''Kral, bunu yapan senin iyi talihin, benim kötü talihim ve kendini beğenmişliğimdir. Kimse barış dururken savaşı seçecek kadar deli değildir. Barışta oğulları babalarını gömerler, savaştaysa babalardır oğullarını mezara indiren.''
Kiros onun zincirlerini çözdürür ve yanına oturtur. Krezüs etrafına bakınırken gözleri Lidyalıların kentini yağma eden Perslere takılır ve sorar:
''Bu kalabalık ne yapıyor böyle canla başla?'' ''Senin kentini yağma ediyorlar, hazinelerini paylaşıyorlar'' der Kiros. ''Yağma ettikleri benim kentim, benim varlığım değil artık; yağma edip alıp götürdüklerinin hepsi senin malın.''
Krezüs'un bu sözlerinden etkilenen Kiros, ondan bir dileği olup olmadığını sorar. Tek bir şey istediğini söyler Krezüs, kendisine vurulan zincirleri Delphi'deki kâhinlere gönderip, neden onu yanılttıklarını sordurmak ister. Kiros bu arzusunu kabul eder ve bir grup Lidyalı zincirleri alıp Delphi'ye götürürler. Kâhinlere sorulur; ''Hiç utanmadın mı, Kiros'un imparatorluğunu yıkacağına inandırıp, Krezüs'u Perslerle savaşa tutuşturmaktan? İşte o imparatorluğun yağmasından eline geçen ganimet sadece şu zincirlerdir.''
Soruya kâhinlerin cevabı şu olur:
''Kâhinin dedikleri doğrudur, Krezüs'un bundan yakınmaya hakkı yoktur. Kâhin ona Perslere saldırırsa büyük bir imparatorluğu yıkmış olacaktır dedi, ama Krezüs kendini beğenmişlik yapıp bunun Pers İmparatorluğu olduğunu düşündü. Eğer düşünebilseydi tekrar sorduracaktı yıkılacak olan benimki mi, Kiros'un mu diye. Son sorusuna verdiği cevapta bir katırdan söz edilmedi mi? Kiros'tu katır. Çünkü babası ve annesi aynı soydan değildir. Annesi Media'lı, babası Perslidir. Tanrı sözünü anlayamadı, sonrasını da sormadı, o halde kendisini suçlasın.’’
Lidyalılar bu cevabı Sardes'e götürürler, Bunu duyunca Krezüs kusurun Apollon'un rahiplerinde değil kendisinde olduğunu kabul eder.
İşte Pers Kralı Kiros'un bu zaferi ile Persler Anadolu’ya ve Trakya’ya ve Karadeniz kıyılarına yerleşirler. 225 yıl kalırlar... Ta ki Makedonyalı Büyük İskender gelene kadar...
Ne demişti Solon o mağrur Krezüs'e daha yolun başında iken: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden."
Sonuçta zindanda sabahlara kadar ''Solon! Solon! Solon!'' diye bağırıp, feryad figan eden de Krezüs idi...
Ah ''Tarih'' ah!... Bu topraklar neler görmüş neler yaşamış! Hep söylüyor, hep yazıyorum ya; ‘’Tarih çok şeyler söyler'' diye...
Sizlere güzel br Pazar günü dileklerimle...
Osman AYDOĞAN
Solon - I
28 Temmuz 2018
Biliyorsunuz son yazılarımda günceli anlatacağım diye tarihte tee üç bin yıl geriye gitmiş, üç bin yıl önceki Buhtunnasır’ı, Delilah (Dilayla)’ı ve La Paloma’yı anlatmıştım…
‘’La Paloma’’yı anlatırken Pers Kralı Kiros’u da anmış, Kiros'un Asya'da Batı yönünde gidebileceği en uç noktaya dek gitmiş olduğunu ve orada da öldüğünden bahsetmiştim. Pers Kralı Kiros’u anmışken tarihin babası (Pater Historiae) olarak anılan ve bu coğrafyanın bir evladı olan Bodrumlu (Halikarnas) Herodot’un anlattığı ve içinde Pers Kralı Kiros’un da bulunduğu bir bir hikâyeden bahsetmek istiyorum.
Ama önce kısa bir bilgi:
Bizim ‘’Karun’’ diye bildiğimiz Krezüs (M.Ö. 560 - 546) Lidya kralıdır. Kral Krezüs ülkesinin kaynaklarını kişisel zenginliği için kullanıp (‘’Karun gibi zengin’’ sözü de buradan gelir), kendini ülkenin sahibi ve efendisi gören, sahip olduğu güç ve zenginlikle kendinden geçip; kendisini tanrılara denk görecek derece kibre kapılan bir kraldır.
Herodot'un anlatımına göre Atinalı devlet adamı ve şair Solon yurdundan ayrıldıktan sonra pek çok ülkeyi gezer. Mısır'a Amasis'in yanına gittikten sonra en son Sardes'e (Sardes veya Sardeis, Manisa'nın Salihli ilçesine bağlı Sart kasabası yakınlarında bulunan ve Lidya devletine başkentlik yapmış antik kent), Krezüs'un yanına gelir. Kralın konuğu olduğu sarayında Kral Krezüs Solon'a hazinelerini gezdirirler, üstün ve görkemli şeyleri gösterirler.
Her bir hazine odasından sonra Solon Krezüs’e sorar: ‘’Orduların nerede?’’ Krezüs cevap verir: ‘’Ne gerek var orduya. Ordu demek masraf demek... İhtiyaç hâsıl olduğunda ben bu hazinemle kurarım orduyu.’’ Solon açılan her bir hazine dairesinde aynı soruyu sorar: ‘’Orduların nerede?’’ Krezüs da yine aynı şekilde cevap verir: ‘’Ne gerek var orduya. Ordunun hem kontrolü zordur, hem de ordu beslemek de masraflıdır. İhtiyaç hâsıl olduğunda ben bu hazinemle kurarım orduyu.’’ Her bir hazine odası açıldığında bu sahne tekrarlanır. ‘’Orduların nerede?’’ diye sorar hep Solon. Krezüs de artık hiddetlenmektedir. Sonunda Krezüs kovar Solon’u sarayından…
Lidya kralı Krezüs’ün sonu pek güzel olmaz. Pers kralı Kiros (Kyros, Büyük Kuroş, Büyük Keyhüsrev), Lidya krallığına saldırdığında Krezüs’ün ordu kuracak, donatacak, eğitecek vakti olmaz. Pers Kralı Kiros Lidya’yı ele geçirip, kral Krezüs’ü idam edilmek üzere zindana atar. Krezüs, zindanda idamını beklerken Solon ile arasında geçen konuşmayı hatırlayarak sabahlara kadar "Solon! Solon! Solon!" diye bağırır, feryat figan eder…
Pers kralı merak eder, yanına getirtir Krezüs’ü ve sorar ona; ‘’Bu Solon kimdir sen neden böyle feryat ediyorsun’’ diye...
Anlatır Krezüs Solon ile arasında geçen diyaloğu ve derki ‘’Solon’a hazinelerimi gösterirken o hep ordumu sormuştu. Ben sanmıştım ki hazinelerimle hemen bir ordu kuracağım. Sen geldin. Ordumu kuramadan, ordumu donatamadan ve eğitemeden beni mağlup ettin. Şimdi anlıyorum Solon’un ne demek istediğini. İşte bu nedenle Solon, Solon, Solon diye feryat figan ediyorum...’’
Krezüs ve Solon arasında geçen bu hikâye bir başka şekilde daha rivayet edilir:
Ama bu rivayeti anlatmadan önce Solon’a ait şu dizeleri vermem lazım:
''Ölmeden önce dilini tut,
'mutluyum' demek için acele etme,
yalnız 'talihliyim' de, o kadar.
Her şeyin sonuna bak.
Tanrı, çok insana mutluluğu yem olarak sunar,
sonra da çeker alır elinden!''
Herodot tarafından bu dizelerin hikâyesi de şu şekilde anlatılır:
Bu hikâyeye göre ise Lidya kralı Krezüs ziyaretine gelen Solon'a hazinelerini, üstün ve görkemli yapıları gösterir. Sonra da; "bir filozof olarak sana bunca ülkeyi gezdirten meraklı yaradılışının ve bilgeliğinin ününü birçok kez biz de duyduk, bundan ötürü sana şunu sormak isteği uyandı bende, acaba mutlulukta başka herkesi geride bırakan bir kimseye rastladın mı?" diye bir soru sorar.
Krezüs'un amacı kendisinin '’dünyanın en mutlu adamı'’ olduğunu duyabilmektir aslında... Fakat Solon bilgece Krezüs'un beklemediği cevaplar vererek dünyanın en mutlu adamı olarak Atinalı Tellos'u gördüğünü söyler: "Tellus... Hem güzel hem iyi çocukları oldu, uzun yaşadı, sağlıklı torunlarını gördü. Ülkesi savaşmak zorunda kaldığında yardıma koştu ve şehit oldu. Vatandaşları onu törenle gömdüler ve hatırasını şerefle yaşattılar."
Krezüs sinirlenmiş ve tahrik olmuştur. Bir başka zamanda bir başka fırsatla sorusunu tekrarlar: "Dünyada Sen'den daha mutlusu olamaz Yüce Hükümdarım" cevabını almayı umarak: "Var mıdır ki yeryüzünde bir kişi, benden daha mutlu?" Solon cevap verir: "Kleobis ve Biton... İki genç erkek kardeş. Annelerini festivale götürdüler. Yaşlı öküz ölünce kağnıyı kendileri çektiler. Anneleri onların sonsuz mutluluğu için bütün gece dua etti. Gece uykularında huzur içinde öldüler..." Krezüs öfkelenerek "Solon, bizim mutluluğumuzu hiçe mi sayıyorsun ki bu basit insanları ikinci sıraya koyuyorsun?" der. Solon sakin bir şekilde cevap verir: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden."
Krezüs Solon'dan istediği cevapları alamayınca onu sarayından kapı dışarı eder.
Bu hikâyenin de sonu aynı: Pers Kralı Kiros Lidya’yı ele geçirip, kral Krezüs’ü idam edilmek üzere zindana atar. Krezüs, zindanda idamını beklerken Solon'un sözleri gelir aklına: ''İnsan için yalnız talih ve talihsizlik vardır.. Her şeyin sonuna bakmak gerekir. Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden." Ve acıyla ''Ah Solon! Solon! Solon!' diye sabahlara kadar bağırır, haykırır, feryat figân eder...
Ancak Krezüs Solon'u sarayından kapı dışarı ettikten sonra Pers Kralı Kiros Lidya’yı ele geçirene kadar olan sürede yaşanan ibretlik bazı olaylar var ki onu da yarın ki yazımda anlatayım...
Ah ''Tarih'' ah!... Bu topraklar neler görmüş neler yaşamış! Hep söylüyor, hep yazıyorum ya; ‘’Tarih çok şeyler söyler'' diye...
Osman AYDOĞAN
Hani yaylam hani senin ezelin?
Kış kapıyı usul usul, çekingen çekingen, mahçup mahçup çaldığında, Celâlâbâd’ın tam da üzerinde kuzeyden sanki ona kol kanat germişçesine, o muhteşem azameti, o büyük görkemi ve heybeti ile duran Hindukuş Dağlarının zirvesindeki karlar her gün azar azar, yavaş yavaş aşağılara indiğinde, sonra da daha yüksek tepelere karlar nazlı nazlı yağdığında, beyaz beyaz yağdığında, ince ince yağdığında zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu işte bu türkü…
Günün ilk ışıkları ile kızıllaşan, tarifi bir mümkünsüz renklere bürünen yaprakları, bir sevgilinin saçlarını okşarcasına dallarda okşadığında usul usul, ılgıt ılgıt esen seher yelleri ve sabah ayazları buralarda cennetten gelen bir rüzgâr gibi serin serin vurduğunda yüzüme, dalların arasından soluk soluk baktığında güz güneşi, benim için altından daha kıymetli altın sarısı yapraklar iplik iplik dokunmuş nadide bir halı gibi serildiğinde yerlere, dalların arasından yaprakların sonsuz bir huzur veren sesi geldiğinde hışır hışır, dallarla, yapraklarla bir, haşır haşır yaprak sesleri arasında zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu işte bu türkü…
Hızını artırdığında, uğultuları geldiğinde rüzgârın kayaların arasından, tepelerin üstünden, vadilerin arasından, bayırların yüzünden, yamaçların kıyısından, o beyaz beyaz bulutlar çekip çekip gittiklerinde evlerine, yerine Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geldiğinde zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu işte bu türkü…
Yavaş yavaş pastel bir renk aldığında uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler; sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere baktığında ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına; zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu işte bu türkü…
Börtü böcek yaz konserlerini kestiğinde, kuşların cıvıltıları sustuğunda, yaz otları da sararıp solduğunda, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe büründüğünde doğa; bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine geceler üstünü örttüğünde ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların; daha erken olduğunda akşamlar, her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra battığında güneş dağların ardından, alev alev yandığında dağlar güneş batarken korsuz, külsüz, dumansız; perde perde indiğinde karanlıklar, usul usul bastığında geceler zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu işte bu türkü…
Celâlâbâd’da artık yaz gelip geçtiğinde, Hindukuş dağlarına doğru olan o yeşil görüntü o ışıltılı yeşillik birdenbire kaybolduğunda, otların boynu bükülüp, sonra da sararıp solduğunda, oluşan seraplarda otlar bir deniz gibi dalgalanıp, bir bayrak gibi sallandığında, sürüngenler, gelincikler ve o sararan otlar öğleden sonraları oluşan toz fırtınaları ile birbirlerine karıştığında, toprak özlemle gökyüzüne baktığında, nadir zamanlarda gelen bulutlar ise yeryüzüne hep hasret geçtiğinde, nadiren zaman zaman esen rüzgâr sanki bir fırından çıkmışçasına alev alev yüzümü yaladığında zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu işte bu türkü…
Günlerdir yağan kardan sona her yer uçsuz, bucaksız ve sonsuz bir beyazlık içinde göründüğünde, hele hele o uzaklardaki Hindukuş dağlarının o görkemi, o bembeyazlığı karşısında bir kar gibi eridiğimde, onlara karışıp yok olduğumda zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu işte bu türkü…
Günlerce yağan karlardan sonra hava açılıp, gün batıp da, gökyüzünde soğuktan tir tir titreyen yıldızlar pırıl pırıl gözüktüğünde, ışıl ışıl parlayan yıldız ışıkları ve uçsuz, bucaksız ve sonsuz bir beyazlığın altında uzaklarda Hindukuş dağları kıpırdamadan o büyük heybeti, görkemi, ihtişamı ve azameti ile sessiz ve sakin bir heykel gibi durduğunda zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu işte bu türkü…
Gökyüzü, yeryüzü, ova yüzü, bayır yüzü, dağ yüzü her yer kül rengi bulutlarla kaplandığında, doğudan bulutlar arasında sanki nurdan bir pencere açılıp da oradan da hâlâ karlı yüksekliklere güneş ışıkları epil epil, pırıl pırıl, ışıl ışıl, parlak parlak, sağanak sağanak saçıldığında; doğanın, karların, dağların, ışıkların, vadilerin, yamaçların, parlaklığın ve bulutların o coşkusunu içimde hissettiğimde zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu işte bu türkü…
***
Kabil’e, Celâlâbâd’a o zaman bu ilk gelişimdi… Dünya ve Türkiye ile irtibatım sadece elimdeki transistörlü olan küçücük bir el radyosu idi… Tek dinleyebildiğim yayın da ‘’uzun dalga’’ yayını idi.. Ve bu uzun dalga yayınından da tek dinleyebildiğim radyo ise; ‘’Uzun dalga 1254 m Erzurum Radyosu’’ idi…
Ve Erzurum Radyosu olunca da illaki de halk müziği ve halk müziği sanatçısı Raci Alkır olurdu!... Ve Raci Alkır’ın işte anlattığım gibi o zamanlardan dilimden hiç düşmeyen, zihnime kazınmış, zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp duran işte bu türküsüydü: ‘’Hani yaylam hani senin ezelin?’’
İşte anlattğım gibi; o dağlarda, o yaylalarda, o vadilerde, yaz aylarında, kış aylarında, ilkbaharda, sonbaharda hep bu türkü vardı zihnimde... Gün doğarken, gün batarken, gece, gündüz bu türkü vardı zihnimde... Dilimde, gönlümde, zihnimde, hayalimde hep bu türkü vardı: ‘’Hani yaylam hani senin ezelin?’’
‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türküsü; bir aşk türküsüydü, bir gurbet türküsüydü, bir memleket türküsüydü, bir hasret türküsüydü, bir özlem türküsüydü, bir Türkiye türküsüydü... Ömrü gurbet ellerde geçmiş her duyarlı, her içten, her hassas insanın her dinlediğinde usul usul, için için, sessiz sessiz ağladığı bir türküydü; ‘’Hani yaylam hani senin ezelin?’’
Dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş mahzun bir gönlü anlatan bir türküydü; ‘’Hani yaylam hani senin ezelin?’’
Ve bu gurbet elde Kabil’de, Celâlâbâd’da Raci Alkır benim sadece gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak değil de sanki benim anam, benim babam, benim kardeşim ve orada, o muazzam yalnızlığımda sarıldığım bir can yoldaşımdı…
***
Sonra, aradan yıllar geçti. Yıllaaaaar, yıllar geçti… Tam 25 - 30 yıl geçti…
2008 yılıydı.
Bir gün duydum, haber aldım ki Raci Alkır böbrek yetmezliği nedeniyle Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesinde yatıyordu. Benim Erzurum’a görevim gereği gitme imkânım yoktu. Bir arkadaşım da Erzurum’a gidiyordu. Kendisine bir miktar para verdim. Bir ''vefa borcunu'' ödeme adına şunları söyledim ona; ‘’Alabilirsen bir buket çiçek al. Alamazsan bir paket çikolata al. Hastaneye git ve Raci Alkır’ı benim için ziyaret et. Raci Alkır’a selam söyle, geçmiş olsun dileklerimi ilet ve benim için ellerinden öp. O beni tanımaz ama ona de, ona söyle, o benim anam gibiydi de, o benim babam gibiydi de, o benim gardaşım gibiydi de.’’… Arkadaşım görevden döndüğünde dediğimi yaptığını, Raci Bey’in çok mutlu olduğunu ve bana teşekkürleri ve selamları olduğunu söyledi.
Ancak üç yıl sonra Raci Alkır 16 Aralık 2011 günü akşam saatlerinde yine tedavi gördüğü Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesinde böbrek yetmezliği sonucu hayatını kaybetti. Ertesi gün büyük bir kalabalıkla Erzurum Lala Paşa Camii'nde düzenlenen cenaze töreniyle Erzurum Asri Mezarlığına defnedildi. Cenazesine de gidemedim…
Muhtemeldir ki o gün o mahşeri kalabalık cenazeye Raci Alkır’ı türkü söylediği için, türkücü olduğu için gelmemişlerdi, o mahşeri kalabalık Raci Alkır’ın adam gibi bir adam olduğu için, gerçek bir sanatçı olduğu için gelmişlerdi.
***
Şimdi doğal olarak sizler, eğer Raci Alkır’ı tanımıyorsanız, soracaksınız bana halk müziği sanatçısı olmasından öte kim bu Raci Alkır diye…
Anlatayım kısaca…
Raci Alkır 1933 yılında Erzurum'da dünyaya gelir. Racı Alkır aslen Erzurumludur hem de yedi göbek Erzurumludur.
Sanat hayatına ise tasavvuf müziğine yönelen babasından etkilenerek başlar.
Yedi yaşında iken babası Alkuyruk Şefik Bey (Şefik Alkır) ile halk arasında Avlarlı Efe Hazretleri diye bilinen sufi ve şair Hace Muhammed Lütfü Efendin (Mehmet Lütfi Budak) dergâhına katılarak, hafızlardan ve gazelhanlardan feyz alarak etkilenir ve kendisi de dinlediklerini o yaşlarda icra etmeye başlar.
Âşıklık geleneğine dayalı türküleri, Alvarlı Mehmet Lütfi Efendi’nin türkü formundaki ilahilerini yorumlamasıyla dikkatleri çeker. Bir yandan da o yıllarda henüz derlenmemiş Erzurum yöresi ezgilerinin yazılı ve sözlü kayıtlarını tutar. Mahalli seslerin izini sürüp onlarla aynı mecliste bulunur.
Ancak Raci Alkır gerçek müzik yaşamına 1955 yılında Erzurum Halk Oyunları Halk Türküleri Derneğinde başlar. 1971 yılında TRT Erzurum Radyosu Halk Müziği Korosu’na girerek müzikte profesyonelliğe adım atar. Bu, ona özellikle Erzurum, Bayburt, Kars bölgesinde büyük şöhret getirir.
Özellikle Erzurum türkülerine getirdiği yorumuyla dikkatleri üstüne çeker. Raci Alkır sadece türkülerin icrası ile ilgilenmez; Erzurum ve ilçelerindeki yöre sanatçılarından ve mahalli seslerden derlediği türküleri derleyip düzenler ve bunları TRT arşivine kazandırır. Tam bir derlemeci olur. Bu şekilde Raci Alkır Türk halk müziği repertuarına seksene yakın eser kazandırır.
Türk halk müziğinde makam ‘’Taytan’’ normunda eserlerini kendi derleyip okumaya başlar. Bu nedenle Erzurum yöresi kendisini ‘’Taytan Baba’’ ve ‘’Türkü Paşası’’ diye anmaya başlar.
Davudi bir sese sahiptir. Aspendos’da dinleyicilerine bu özelliği nedeniyle mikrofonsuz konser verir. Bu şekilde Raci Alkır’ın ünü kısa sürede tüm Türkiye’ye yayılır.
Raci Alkır aktif müzik yaşamına 1980 yılında veda eder. Raci Alkır’ın derlediği türküler ‘’Klasikler’’ adı altında bir CD de toplanır. Bu CD’de ‘‘Hani Yaylam Hani Senin Ezelin’’, ‘’Tutam Yar Elinden Tutam’’, ‘’Güzeller Bezenmiş’’, ‘’Pelit Meydanı’’, ’'Dün Gece Yar Hanesinde’', '’Aya Bak Nice Gider’' ve '’Beni Sorma Bana Ben Ben Değilem’' gibi derlediği türküler bulunmaktadır.
Raci Alkır yukarıda bahsedildiği gibi babasının Alvarlı Mehmet Lütfi Efendi’nin meclisinde bulunması sebebiyle Alvarlı’ya ait birçok türkü formunda ilahiyi de seslendirir. ‘‘Seyreyle Güzel Kudret-i Mevlam Neler Eyler’’, ‘’Erzurum Kilid-i Mülk-i İslamın’’, ‘’Gururlanma İnsanoğlu’’’ gibi ilahiler onun sesiyle Türkiye’ye yayılır.
Muhammed Lütfi Efendi’nin eserlerini seslendirdiği ‘’Klasikler’’ albümü 2002 yılında Vatikan’da Aziz Ron Colli anısına düzenlenen bir törende çalınmasının ardından Türkiye'de tekrardan büyük ilgi görür.
***
İşte böylesi bir sanatçıdır Raci Alkır… Para ve şöhret amacı gütmeden kendini yaşadığı kültüre ve türkülere adayan gerçek sanatçı Raci Alkır’ı saygıyla ve rahmetle anıyorum.
‘’Raci’’ isminin anlamı ‘’rica eden’’ demekti… Öte dünyadan bu dünyaya seslenebilseydi eğer Raci Alkır bizlerden Türk halk müziğine kazandırdığı eserleri nesiller boyu yaşatılmasını rica ederdi!
Hilafet, kendisi gibi yetiştirdiği ve birçok defa beraber sahne aldıkları ve halen sanatını devam ettiren oğlu Vahit Alkır'a geçmiştir diye düşünüyorum. Erzurum türkülerini derleme görevi oğlu Vahit Alkır'dadır artık!...
Bizler Raci Alkır gibi gerçek sanatçılarımız kaybedince ve onun gibi sanatçıları da çıkaramayınca toplum, şimdi; güpegündüz yol ortasına işeyen, mafya ile içli dışlı olan, uyuşturucu müptelasına dalan, her türlü ahlaksızlığı, kirli işleri yaşayan, siyasi iktidara yamanan, yalaka, cahil, gösteriş budalası, ahlak yoksunu, sonradan görme, şımarık, saygısız, sahtekar, dolandırıcı, değil sanatçı insan müsveddeleri bile olamayan sözde sanatçılara kaldı. Tek sorulmayan soru ‘’biz bunlara müstahak mıyız?’’ sorusudur... Ama ne diyeyim, nasıl söyleyeyim ki; ''sanatçısı toplumun aynasıdır'' diye boşuna söylememişlerdir herhalde!
‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türküsünü söyleyen, kendileri de Erzurumlu olan Mükerrem Kemertaş ve Aysun Gültekin’in yorumları da güzeldir. Bir de gençlerden Arzu Görücü isimli sanatçının yorumu güzeldir. Ama illaki Raci Alkır’ın kendi sesinden dinlenmelidir ‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türküsü…
Gelin, türküdeki gibi hep beraber soralım isterseniz: ''Hani yaylam hani senin ezelin?''
(Ezel: Başlangıcı belli olmayan zaman, öncesizlik.)
Osman AYDOĞAN
Raci Alkır’ın sesinden ‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türküsü;
https://www.youtube.com/watch?v=QfnC_BDp25E
Arzu Görücü’nün yorumu ‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türküsü;
https://www.youtube.com/watch?v=0xhLLr9lVS4
Hani yaylam hani senin ezelin
Hani yaylam hani senin ezelin
Güz gelende döker bağlar gazelin
Yaylam senin hiç gelmez mi güzelin
Hani yaylam hani senin ezelin
Yaz olanda yayla yayla otlanır
Arap atlar topuğundan bentlenir
O yaylada koyun kuzu beslenir
Hani yaylam hani senin ezelin
Doya doya Erzurum'u gezmeli
Kalem alıp kaşın gözün yazmalı
Ne hoş olur o yaylanın güzeli
Hani yaylam hani senin ezelin
Ameno
''Era'' müzik grubu Fransız besteci Eric Lévi’nin kurduğu bir müzik topluluğudur. 1993 yılında “Les Visiteurs” filminin müziklerini bestelemekle müzik hayatına başlayan gruba zaman içinde birçok farklı müzisyen dâhil olmuştur. ‘’Gregorian chant’’ denilen koro türü farklı bir müzik tarzı oluşturan grup, şarkı sözlerini yazarken çoğunlukla Latince ve kısmen de Arapçayı, pek çok şarkısında da hayali -veya bilinmeyen- bir dilin kelimelerini kullanır.
Era grubu 1997 yılındaki ‘’Era I’’ albümleriyle çıkış yapar. Grubun ‘’Era II’’, ‘’The Mass’’, ‘’The Best of Era’’ albümleri de vardır. Grubun en ünlü şarkısı ‘’Ameno'’dur. ‘’Ameno’’ İtalyanca'da "hoş, sevimli, kibar" anlamlarına gelmektedir Ayrıca "Ameno", Latince ifşa etmek, açıklamak da demektir. (Şarkıda geçen Ameno dom: açıkla asker, Ameno dori me: açıkla al beni)
Şarkıda geçen ‘’Martyr’’ (mantiro) kelimesi dini veya politik görüşü uğruna, acı çekerek ölen-öldürülen, mazlum, şehit, kurban veya mağdur anlamına gelmektedir. (ki şarkının son kısmında asker olarak bahsi geçen kişiler bunlardır.)
Ameno şarkısında da ‘’Gregorian chant’’ denilen koro türü etkili ve dinlendirici şekilde kullanılmıştır. Bu şarkı ‘’Gregorian chant’’ şeklinde söylendiği için Hristiyanlıkla ilgili sanılır. Şarkının Hristiyanlıkla bir ilgisi olmadığı gibi sözlerinin de kayda değer bir anlamı yoktur. (Arka arkaya söylenen Latince kelimelerin hiç bir anlamı yoktur!)
Şarkının klibinde ise Ortaçağ’da geçen bir savaş anlatır. Bu savaşta, bir köye baskına gelen atlı birliğinden kaçan köylüleri ve bunların arasında da 17 yaşlarında bir kız ve iki küçük kardeşini anlatılır.
Şarkı sözü ve şarkının bağlantısını arka arkaya sunuyorum. Şarkıyı beğeneceğinizi umuyorum. Biliyorsunuz gam, keder, tasa, endişe yok... Sadece müzik var...
Sizlere güneşli, pırıl pırıl güzel bir gün diliyorum...
Osman AYDOĞAN
Era, Ameno:
http://www.youtube.com/watch?v=RkZkekS8NQU
Troy filmi görüntüleri eşliğinde Ameno:
https://www.youtube.com/watch?v=ai7sTP6-jrw
Şarkı Sözü:
Dori me interimo adapare dori me
beni içine (içeri) al, özümse beni
Ameno ameno lantire lantiremo dori me
saklananı ifşa et(ortaya çıkar,açıkla), al beni
Ameno omenare imperavi ameno
göster(anlat) anlaşılamayan işaretleri, açıkla
Dimere dimere mantiro mantiremo ameno
bana savaşı anlat, şehit ruhları (martyr *) gibi, açıkla
Omenare imperavi emulari ameno
anlaşamayan işaretlere benze (özümse,öykün), açıkla
Omenare imperavi emulari ameno
anlaşamayan işaretlere benze (özümse,öykün),açıkla
Ameno ameno dore ameno dori me ameno dori me
açıkla, açıkla sessizliği, açıkla; al beni, açıkla; al beni
Ameno dom dori me reo ameno dori me ameno dori me dori me am
açıkla asker, al beni uzaklara; açıkla, al beni; açıkla şimdi al beni
Halil İnalcık
26 Temmuz 2018
Osmanlı İmparatorluğu zamanında 7 Eylül 1916 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelir. Babası Kırım göçmenlerinden Seyit Osman Nuri Bey, annesi Ayşe Bahriye Hanım’dır. 1923-1930 yılları arasında Ankara Gazi Mektebi’nde, bir yıl da Sivas Muallim Mektebi’nde eğitimine devam eder. Ortaöğrenimini Ankara Gazi Muallim Mektebi’nde tamamladıktan sonra, liseyi Balıkesir Necati Bey Muallim Mektebi’nde bitirir. 1936 senesinde Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yeni Çağ Tarihi Bölümü’nde yükseköğrenimine başlar. 1940 senesinde mezun olup aynı fakültede asistanlığa başlar. Bu asistanlık değil Türkiye’nin dünyanın en büyük tarihçisi olmasının yolunu açar.
Kendisini methetmek haddimi aştığı için hakkında söylenenleri kısaca aktarıyorum:
“Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz.” Prof. Mark L. Stein
“Hoca, Fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefil metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago’dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni ‘Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz’ diye adeta haşlamıştır.” Prof. İlber Ortaylı
“Bilgisinin çağları kapsayan genişliğine ve tarihin çeşitli alt dallarına hâkimiyetine hayranım. Onun bulunduğu konuma bizim alanda başka kimse sahip olamamıştır.” Prof. Suraiya Faroqhi
“Halil Bey, ABD bilim hayatına ve şahsi hayatımıza bir lütuftur. ” Prof. Howard Reed
“Bir tarihçi olarak hiçbir şekilde abartmadan söyleyebilirim ki, onun ders ve seminerlerinde aldığım düzinelerce sayfa not, sahip olduğum en değerli şeyler arasındadır.” Prof. Victor Ostapchuk
"Zamanın büyük âlimleri vardır ama Halil İnalcık bütün zamanların büyük tarihçisidir." Bernard Lewis
“Bugün dünya üniversitelerinde Halil İnalcık okunuyor ve okutuluyor. Onu dar anlamda bir tarihçi olarak düşünmek elbette yetersiz kalır. Bizzat tarih disiplinine şekil vermiş, kendi metodolojisini ve bilgi birikimini tarihçilik mesleğine kazandırmış bir kişi olarak İnalcık, bilim çevrelerinin üzerinde uzlaştığı seçkin bir isimdir. İnalcık ekolüne mensup yüzlerce öğrenci, sadece birincil kaynakları kullanma, belge ve arşivleri inceleme yönünden değil modern anlamda tarihe sosyo-ekonomik ve kültürel birçok cepheden bakabilme becerisini ondan öğrenmiştir. Yeni kuşak tarihçiler, Akdeniz, Osmanlı ve Balkan tarihi üzerindeki birçok yanlışın tashih edilmesini ona borçludur. Kitapları, sayısız makale ve ansiklopedi maddeleri, sosyal bilimciler için göz kamaştırıcı bir hazine mahiyetindedir. Halil İnalcık, bu sahanın en seçkin uygulayıcılarından biri. Dünya bilimine katkıları su götürmez. Çabalarının hedefi haline gelmiş konu üzerinde bize sadece tefekkür etmek düşer.” Immanuel Wallerstein (Dünyaca tanınan Amerikalı sosyal bilimci)
20. yüzyıl sona ererken Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi (Cambridge International Biographical Center) Halil İnalcık’ı, dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim adamı arasında gösterir.
Halil İnalcık’ın Osmanlı imparatorluğunun siyasi ve sosyal tarihinin toplumsal–ekonomik altyapısını incelediği dört ciltlik ‘’Devlet-i Aliyye’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017) isimli kitabı en önemli kitabıdır. Eserlerini okumak tarihçi olmayan birisi için zor gelse de bu büyük zatı tanımak için Emine Çaykara’nın, tarihçi ile yaptığı ve kitap haline getirdiği söyleşiyi mutlaka okunması gereken bir eser olarak değerlendiririm. (Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005)
Bir makalesinde Yusuf Has Hacib'in şu sözlerine yer verir: ‘'Ülkeyi elde tutmak için çok asker ve ordu lâzımdır, askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır, bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir, halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır. Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeye yüz tutar.'’
Bir makalesinde de şunu yazar: "...ideal devletin dayandığı kilit kavram adâlettir."
Bir yazısında da şu uyarıda bulunur: "Bu memlekete ve geleceğine güvenerek çok çalışmalı. Esas mesele fikir zenginliğidir. O yüzden ne olursa olsun fikir hürriyetini muhafaza etmek gerekiyor."
Osmanlı İmparatorluğu tebaasına mensup olarak doğmuş olmaktan gurur duyardı… Mustafa Kemal'den ‘’Halaskâr Gazi’’ diye bahsederdi…
Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Tarık Zafer Tunaya’dan sonra bu büyük tarihçiyi de iki yıl önce dün 25 Temmuz 2016 tarihinde kaybetmiştik.
Halil İnalcık’ın kabri, Fatih Camii Haziresi’nde, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın kabrinin hemen yanındadır. Halil İnalcık’ın kabri de şanına yakışır bir şekilde geleneksel Osmanlı uleması kabri şeklinde yapılmıştır.
Halil İnalcık'ın mezar taşı kitabesi de Osmanlı tarih düşürme geleneğine uygun olarak Murat Bardakçı tarafından kaleme alınmış ve Hattat Sabri Mandıracı tarafından Osmanlıca olarak yazılmıştır. Kitabe şöyledir:
"Kutb-ı aktâb-ı müverrîhîn idi
Cümle âsârı buna muhkem delil
Rıhletiyle artık öksüzdür ilim
Böyle emretti bunu nazm-ı celîl
Şimdi mutlak Fatih’in bağrındadır
Fethi ondan dinliyorken biz melîl
Hüzn içinde söyledim tarih-i tâm
Kalbi yıkdı hicr göçdü Mîr Halîl-1437"
(O, tarihçilerin kutublarının kutbu, hepsinden yüksek mertebede idi ve yazdığı bütün eserler bunun böyle olduğunun delilidir. Vefatıyla ilim artık öksüz kalmıştır, herkesin günü geldiğinde öleceğinin bir emir olduğu da Kur’an’da zaten geçmektedir. Halil İnalcık, şimdi mutlaka Fatih Sultan Mehmed’in yanında, onun bağrındadır; İstanbul’un fethini bizzat ondan dinliyordur ama biz üzgün ve boynu bükük haldeyiz. Böyle bir hüzün içerisinde tarih düşürdüm ve hicrî 1437’ye karşılık gelen ‘Ayrılık kalbi yıktı, Halil Bey göçtü gitti’ sözü vefatının tarihi oldu.)
İşte Halil İnalcık bu çorak toprakların yetiştirdiği zamanımızın en büyük tarihçisiydi. Kendisi “Şeyh-ûl Müverrihîn”di (Tarihçilerin Şeyhi), ''Kutb-ûl Müverrihîn”di (Tarihçilerin Kutbu), hocaların hocasıydı... Kendisi asaletin, bilginin, kültürün vücut bulmuş haliydi. Türk tarihinin kartalı, şahini idi. O çağımızın İbn-i Haldun’u idi… Vefatından bu yana Osmanlı ve Türk tarihi yetim kalmıştır.
Bu büyük âlimi rahmetle anıyorum...
Osman AYDOĞAN
Halil İnalcık'ın Fatih Camii Haziresi’nde, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın kabrinin hemen yanındaki kabri:
You sang to me
Kısa adıyla Marc Anthony olarak bilenen Marco Antonio Muñiz Ruiz özellikle Latin Amerika başta olmak üzere tüm dünyada salsa müzikleriyle adını duyurmuş Porto Rikolu şarkıcı ve söz yazarıdır. 1968 doğumludur. Salsa kralı olarak da tanınır. Aynı adlı Meksikalı bir şarkıcıyla karıştırılmamak için Marc Anthony ismini kullanmaktadır.
Marc Anthony 1993 yılı güzellik yarışmasında kâinat güzeli seçilen Dayanara Torres ile evlenir, iki çocuğu olur ve ayrılır. Marc Anthony Dayanara Torres ile boşandıktan sonra 5 Nisan 2004 yılında Jennifer López ile evlenir. Jennifer López’den de ayrılan Marc Anthony 11 Kasım 2014 tarihinde Venezuelalı manken sevgilisi Shannon de Lima ile evlenir… Muhtemel ki Marc Anthony’nin evlendiği kadınları tanıyorsunuz ancak Marc Anthony’i tanımıyorsunuzdur. Sesi hariç tanımayın derim ben! Ve gelin görün ki konu; ne yakışıklık, ne zenginlik ne de cüsseyle ilgilidir... Konu; içinde duygusal fırtınalar kopan, karşısındakinin ruhuna hitap eden bir insan ve onun karizması ile ilgilidir diye düşünüyorum...
Konumuz Marc Anthony’in özel hayatı değil tabii ki, onun bence en güzel bir şarkısı olan ‘’You sang to me’’.
Bir röportajında anlattığına göre ne zaman sevgilisiyle sorunu olsa koşup dertleştiği bir kız arkadaşının ona âşık olduğunu anlayınca '’you sang to me’' şarkısını yazmış ve bestelemiş. Bu kız arkadaşının ise Jennifer López olduğu rivayet edilir.
Güzel bir şarkıdır.. Beğeneceğinizi umuyorum…
Her zamanki gibi bırakın ülke gündemini, gamı, kederi, kasveti, müziğe odaklanın diyor, sizlere güzel mi güzel bir gün diliyorum...
Osman AYDOĞAN
Marc Antony, ‘’You sang to me’’:
https://www.youtube.com/watch?v=MY4YJxn-9Og
You sang to me
I just wanted you to comfort me
Sadece kendimi rahatlatmak istedim
When I called you late last night
Seni dün gece geç saatte aradığımda
You see I was falling into love
Gördüğün gibi, âşık oluyordum
Yes I was crashing into love
Evet aşka çarpıyordum
Of all the words you said to me
Bana söylediğim tüm sözlerden
About "Life," "The Truth," and "Being Free"
"Hayat" "Gerçekler" ve "Özgür Olmak" hakkındaki
Yeah you sang to me
Evet bana şarkı söyledin
Oh how you sang to me
Oh bana nasıl şarkı söyledin
Girl I live for how you make me feel
Bebek beni nasıl hissettirdiğin için yaşıyorum
So I question all this being real
Bu yüzden tüm bu gerçekliği sorguluyorum
Cause I'm not afraid to love
Çünkü sevmekten korkmuyorum
For the first time I'm not afraid to love
İlk defa sevmekten korkmuyorum
This day seems made for you and me
Bu gün sen ve ben için yaratılmış gibi görünüyor
And you show me what life needs to be
Ve bana hayatın ne olması gerektiğini gösteriyorsun
Yeah you sang to me
Evet bana şarkı söyledin
Oh you sang to me
Oh bana şarkı söyledin
Nakarat A:
[ All the while you were in front of me
Tüm bu zaman boyunca karşımdaydın
I never realized
Asla farketmedim
I just can't believe I didn't see it in your eyes
Bunu gözlerinde göremediğime inanamıyorum
I didn't see it
Bunu görmedim
I can't believe it
İnanamıyorum
Oh but I feel it
Oh ama bunu hissediyorum
When you sing to me
Bana şarkı söylediğinde
How I long to hear you sing
Şarkı söyleyişini duymayı ne çok istiyorum
Beneath the clear blue skies
Berrak ve mavi gökyüzünün altında
And I promise you
Ve sana söz veriyorum
This time I'll see it in your eyes
Bu kez gözlerinde onu göreceğim
I didn't see it
Bunu görmedim
I can't believe it
İnanamıyorum
Oh but I feel it
Oh ama bunu hissediyorum
When you sing to me
Bana şarkı söylediğinde ]
Just to think of you live inside of me
Sadece içimde yaşadığını düşünmek için
I had no idea how this could be
Bunu nasıl olabileceği hakkında hiç fikrim yoktu
Now I'm crazy for your love
Şimdi aşkın için deliriyorum
Can't believe i'm crazy for your love
Aşkın için delirdiğime inanamıyorum
The words you said just sang to me
Söylediğin sözler bana şarkı söyledi
And you showed me where I wanna be
Ve bana nerede olmak istediğimi gösterdin
You sang to me
Bana şarkı söyledin
Oh you sang to me
Oh bana şarkı söyledin
Brooklyn by the sea
Brooklyn New York’un Amerikan dizi ve filminde genellikle küçümsenen bir Yahudi semtidir. Manhattan; New York’un İstiklal’i ise Brooklyn de Fatih’in Çarşamba’sıdır, Bağcılar’ıdır.
Mortimer Shuman (Mort Shuman diye bilinir) (1936 - 1991) ise işte bu Brooklyn mahallesinin Polonyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olan şarkıcı, piyanist ve söz yazarıdır. Mort Shuman 1960'lı yıllarda tutulan başta "Viva Las Vegas" şarkısı olmak üzere ‘’rock and roll’’ parçalarıyla ünlenir. Shuman ayrıca, birçok Fransızca şarkı yazarak bu şarkıları seslendirir; ‘’Le Lac Majeur’’, ‘’Allo Papa Tango Charlie’’, ‘’Sha Mi Sha’’, ‘’Un Eté de Porcelaine’’ ve ve ve benim de en çok sevdiğim ‘’Brooklyn by the sea'' gibi şarkılar bunlardan birkaçıdır.
Yıllar yıllaaaar öncesiydi… New York da iken Amerikalı arkadaşıma Brooklyn sahiline gidip orada sahilde bu şarkıyı dinlemek istediğimi söylediğimde çok ama çok şaşırmıştı. Söz vermişti, beraber gidecektik ama bir türlü fırsat bulup da Brooklyn sahiline gidip de bu şarkıyı orada dinleyememiştim. Kısmet işte, o zaman bu şarkıyı Brooklyn'de dinleyememiştim ama kızım, bu yıl başında (2018) New York'da iken bu şarkıyı çok sevdiğimi bildiğinden Brooklyn köprüsü ayağına gidip bilgisayarından bu şarkıyı açıp cep telefonu ile de köprüyü kaydedip bana bu şarkıyı bana göndermişti...
Mort Shuman, ’’Brooklyn by the Sea’’ şarkısını dinlerken sanki bizden bir ses, bizden bir müzik gibi dinlersiniz. Sanki dinlediğiniz ses Neşat Ertaş'tır, Belkis Akkale'dir. Sanki dinlediğiniz müzik Selda'nın müziğidir. İşte bu nedenle sizi alır alır bir yerlere götürür bu şarkı, ama en çok da gençliğinize götürür ve sizi orada tek başına yapayalnız bırakıp gelir… Ve orada kalmak için siz de çırpın çırpın çırpınırsınız ve Mort Shuman’ın o çığlık çığlığa sesi sanırsınız ki hatıralarınıza daldığınız gençliğinizden dönmek istemeyen sizin sesinizdir, sizin çığlığınızdır.
Bu şarkının mutlaka dinlenilmesi gereken bir başka yorumu daha var…
1952 doğumlu Fransız şarkıcı Anne-Marie David, müzik hayatına 1972'de ‘’Jesus Christ Superstar’’ oyununda ‘’Mary Magdelena’’ (*) rolü ile parlamaya başlar. Bu oyun 1972'nin Haziran ayında Olympia'da icra edilir. Lüksemburg tarafından gelen Eurovision teklifini kabul eden Anne-Marie David, 1973 yılında da Eurovision birincisi olur.
Sanatçı bir Avrupa turnesinden sonra 1974 yılında Türkiye'ye gelir. Burada "Neşeli Gençleriz Biz / İnanma" ve "Hayat ve Ben / Sil Baştan" 45’liklerini yayınlar. Özellikle Çiğdem Talu'nun sözlerini yazdığı ve Anne-Marie David'in farklı Türkçesi ile seslendirdiği ‘’Neşeli Gençleriz Biz’’ büyük ilgi görür. Sanatçı Müjdat Gezen'in oynadığı ‘’Pembe Panter’’ adlı filmde de "Hayat ve Ben" şarkısını seslendirir ve filmde de küçük bir rol alır. Bir de Türkçe bir albüm çıkarır. Sanatçı 1974 ve 1975 tarihlerinde de Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından ödüllendirilir.
İşte Anne Marie David'in bu Türkiye serüveni esnasında 1976 yılında Türkiye'de bir 33'lük plak doldurur. Ve bu plakta da Mort Shuman’ın aşağıda bağlantısını verdiğim ’’Brooklyn by the Sea’’ şarkısı yer alır. Ayrıca Paul Mauriat orkestrası da bu şarkıyı seslendirir:
Şimdi bu üç yorumu da dinleyin, gençliğinize gidin ve orada kalın ve dönmeyin sakın bu günlere, bu karanlık, bu kasvetli günlere…
Ve bu şarkı takılmış bir plak gibi zihninizde ışıklar etrafında dönen pervane böcekleri gibi dönsüüüün dursun… Ama sakın siz dönmeyin oradan!
Osman AYDOĞAN
Mort Shuman, ’’Brooklyn by the sea’’
https://www.youtube.com/watch?v=RlODjErSEQ8
Anne Marie David, ’’Brooklyn by the sea’’
https://www.izlesene.com/video/anne-marie-david-brooklyn-by-the-sea-1976/8741863
Paul Mauriat orkestrası ’’Brooklyn by the sea’’
http://www.nhaccuatui.com/bai-hat/brooklyn-by-the-sea-paul-mauriat.ObdJ8XBZgk.html
(*) Maria Magdalene
Mecdelli Meryem veya Magdalalı Meryem olarak da adlandırılır. Genellikle Batı dillerinde Maria veya Mary Magdalene / Magdalena olarak geçer. Mecdel; (Magdala) Yeni Ahit'te bahsi geçen, antik Filistin'de iki farklı yerin adıdır. Yeni Ahit’e göre Hz. İsa’nın takipçilerinden biridir. Markos ve Yuhanna İncillerine göre, öldükten ve gömüldükten sonra dirilen İsa'yı ilk gören kişidir. 22 Temmuz, Hıristiyanlıkta Aziz Mecdelli Meryem Günü'dür.
Maria Magdalena ya da Mecdelli Meryem hakkındaki bir diğer inanışa göre, İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Meryem'e Hz. İsa yardım eder. Hz. İsa, kadını linç etmek için toplanan kalabalığa ‘’hiç günahım yok diyen devam etsin’’ der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır. Daha sonra Meryem tövbe ederek Hıristiyanlığı benimser ve bir azize olur.
Yarın asla geç olmadan gelmez!
1956 Süveyş Krizi sonrasında bölgede sürdürülmesi mümkün olmayan bir denge oluşur. Sürdürülmesi mümkün olamayan bu denge 1967 yılında altı gün sürdüğü için ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Arapça: ‘’Ḥarb'el‑eyyam'es‑Sitte’’, İngilizce: ‘’Six Day War’’) diye adlandırılan 1967 Arap-İsrail Savaşı ile sona erer. Bu ‘’Altı Gün savaşı’’; 5 Haziran 1967’de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakına; Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır.
Savaş İsrail'in kesin üstünlüğü ile biter.
Bu savaş şimdiki birçok sorunun da temelini oluşturur. Savaşın sonunda Mısır'dan Sina Yarımadası'nı, Suriye'den Golan Tepeleri'ni ve Filistin'in Gazze Şeridi ile Batı Şeria topraklarını alan İsrail topraklarını dört katına çıkarır. Savaş sonrasında Sina Yarımadası'ndan Mısır lehine çekilen İsrail ilerleyen dönemlerde diğer toprakları ilhak ettiğini açıklar. Araplar bu kararları tanımadığı gibi, İsrail'in BM Kararlarını da uygulamaması sonraki dönemde bölgede birçok sorunun kaynağını oluşturur.
Bu savaş 6 Ekim 1973 yılındaki İsrail ile başta Mısır olmak üzere Suriye ve Ürdün arasında gerçekleşen ‘’Yom Kippur Savaşı’’na yol açar... Bu ayrı bir yazı konusu…
1967 yılının 5 Haziran Pazartesi günü başlayıp, 10 Haziran Cumartesi günü son bulan bu ‘’Altı Gün savaşı’’ (Six Day War) denilen Arap-İsrail savaşından esinlenerek yazılmış, ‘’Six Day War’’ isimli güzel mi güzel bir müzik parçası var. (Bazen şarkının ismi kısaca ‘’Six Days’’ olarak da geçer.)
Bu şarkıyı 1971 yılında içinde "Six Day War"ın da bulunduğu ilk ve tek albümlerini çıkaran İngiliz Psych-Folk grubu ‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow seslendirmiştir. DJ Shadow’un mükemmel sesi şarkıyı daha bir dokunaklı hale getirir.
Yazımın sonunda bu şarkının hem bağlantısını hem de sözlerinin hem İngilizcesini hem de Türkçesini vereceğim… Sözlerinden de anlaşılacağı gibi bu şarkı savaş karşıtı bir şarkıdır.
Dokunaklı sözleri vardır… Çarpıcı sözleri vardır... İnsanın içini burkan sözleri vardır... Savaş psikolojisini insana çok ama çok güzel hissettirir… Şarkıda haftanın başından sonuna kadar savaşın biteceği "yarın"ın her şey için çok geç olmadan gelmeyeceğinden bahseder. 5 Haziran Pazartesi günü müzakereler kesilmiş ve savaş başlamıştır. 10 Haziran Cumartesi gününe kadar savaş devam eder. Cumartesi günü sonunda ise o "yarın" gelmiş, savaş bitmiştir, ancak her şey için artık çok ama çok geçtir.
Şarkıda içinizi dağlayan, içinizi burkan, içinizi yakan bir ses, bir yorum, bir melodi vardır. Yukarıda anlattığım ‘’Altı Gün savaşı’’nı da bilince sözleri ve müziği daha bir anlamlı hale gelir.
Şarkının en anlamlı cümlesi ‘’Tomorrow never comes until it's too late’’ (Yarın asla geç olmadan gelmez) cümlesidir… Yani “yarın” asla iş işten geçmeden önce gelmez.
Ve şarkının son sözleridir: ‘’Make tomorrows come I think it's too late’’ (Yarınlar gelsin, sanırım çok geç…)
Hayat da zaten bu şarkının en anlamlı cümlesi gibi değil midir? ‘’Tomorrow never comes until it's too late’’ (Yarın asla geç olmadan gelmez!)
Evet, bu coğrafyada yarın mutlaka gelirdi ancak; ''Bad el harab-ül Basra'' (Basra harab olduktan sonra)
Osman AYDOĞAN
‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow’un sesinden ‘’Six Day War’': (1993 doğumlu DJ ve prodüktör Mahmut Orhan'ın remiksi. Mardin şehri görüntüleri eşliğinde)
https://www.youtube.com/watch?v=1W5BA0lDVLM
Six Day War
At summit talks you'll hear them speak Zirve görüşmelerinde konuştuklarını duyarsınız
It's only Monday Sadece Pazartesi
Negotiations breaking down Müzakerelerin çökmesi
See those leaders start to frown Bu liderlerin kaşlarını çatmaya başladıklarını görün
It's sword and gun day Kılıç ve silah günü
Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez
You could be sitting taking lunch Öğle yemeğine oturuyor olabilirsin
The news will hit you like a punch Haberler bir yumruk gibi sana çarpacak
It's only Tuesday Sadece Salı
You never thought we'd go to war Savaşa gideceğimizi hiç düşünmemiştin
After all the things we saw Gördüğümüz her şeyden sonra
It's April Fools' day Bu Nisan Aptallar Günü
Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez
We'll all go running underground Hepimiz yeraltında koşturacağız
And we'll be listening for the sound Ve biz de sesi dinleyeceğiz
Its only Wednesday Onun sadece Çarşamba
In your shelter dimly lit Sessizliğin altında loş ışıklı
Take some wool and learn to knit Bir miktar yün ve örme öğren
Cos its a long day Çünkü onun uzun bir günü
Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez
You hear a whistling overhead Islık çaldığını duyuyor musun
Are you alive or are you dead? Hayatta mısın yoksa öldün mü?
It's only Thursday Sadece Perşembe
You feel the shaking of the ground Zeminin sarsıldığını hissediyorsun
A billion candles burn around Bir milyar mum yanar
Is it your birthday? Doğum günün mü?
Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez
Although that shelter is your home Bu barınak eviniz olmasına rağmen
A living space you have outgrown Aşırı büyümüş bir yaşam alanı
It's only Friday Sadece Cuma
As you come out to the light Işığa çıkarken
Can your eyes behold the sight Gözlerin görüşünü görebilir mi
It must be doomsday Kıyamet günü olmalı
Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez
Ain't it funny how men think Erkeklerin nasıl düşündüğü komik değil mi
They made the bomb, they are extinct Bombayı yaptıklarını, tükendiklerini.
Its only Saturday Onun tek Cumartesi
I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum
I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum
Make tomorrows come I think it's too late Yarınlar gelsin, sanırım çok geç
Lozan
24 Temmuz 2018
29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı Kût Muharebesinde İngilizlere tarihi bir mağlubiyet tattırmıştı. Bu zaferden sadece ve sadece 17 gün geçmiştir. Tarihler 16 Mayıs 1916’yı göstermektedir. Henüz Birinci Dünya Harbi devam etmektedir.
İşte bu tarihte, 16 Mayıs 1916’da, yani Kût Zaferinden sadece 17 gün sonra İngiltere ve Fransa arasında Çarlık Rusya’sının da dâhil olduğu Ortadoğu’nun paylaşıldığı Sykes-Picot anlaşmasını imzalarlar...
Ne yazık ki tarih bilmeyenler tarafından bu anlaşma (Sykes-Picot) temcit pilavı gibi karıştırılır. Hatta Kût-ül Ammâre ile de mukayese bile ederler. Temcit pilavını sevenler Sykes-Picot anlaşmasının Kût-ül Ammâre zaferinden 17 gün sonra yapıldığını dahi bilmezler.
1915'te Arabistan Yarımadası'nı ele geçiren İngiltere’nin maksadı, Osmanlı'ya karşı ayaklanan Mekkeli Şerif Hüseyin'i destekleyerek Irak ve Filistin toprakları üzerinde kendisine bağımlı bir Arap devleti kurmaktır. Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır'daki Britanya Yüksek Komutanı Mc Mahon arasında böyle bir antlaşma gizli olarak imzalanır. Fransa böyle bir plana karşı çıkıp Britanya'ya baskı yaparak yeni bir antlaşma yapılmasını ister. Böylece Sykes-Picot anlaşması yapılır.
Anlaşmayı yazanlar Mark Sykes ve François Georges-Picot'tur, İmzalayanlar ise Edward Grey ve Paul Cambon'dur. Bu anlaşma ‘’Küçük Asya Antlaşması’’ (Asia Minor Agreement) olarak da bilinir.
Uzun hikâye; bu anlaşmaya göre bölge İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaşılıyordu. 1917'deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan vazgeçmiş, Lenin gizli olan bu anlaşmayı dünya kamuoyuna açıklamıştır.
Şimdiki sorun şu ki tarih bilmeyenler bölgenin paylaşımının ve bölge ülkelerinin bugünkü sınırlarının çizimini – öncesini hiç görmeyerek, öncesi sanki hiç yokmuş gibi davranarak - “Sykes-Picot” anlaşmasına dayandırıyorlar. İşte en büyük cehalet burada başlıyor.
“Sykes-Picot” anlaşması tam anlamıyla Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması değil, parçalanmış, ölmüş, bitmiş, tükenmiş imparatorluğun pay edilmesi anlaşmasıdır. Ancak yukarıda izah edildiği gibi Rusya anlaşmadan vazgeçince bu anlaşma da uygulanamamış, yok hükmüne düşmüştür.
“Sykes-Picot” anlaşmasını sanki bugünün sınırlarını çizen bir anlaşma olarak görenler; Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalini görmezler. Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kendi hâkimiyetini kurduğunu dile getirmezler. 1882’de Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edildiğini hatırlamazlar. Libya hariç Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığının yüzyılın başlarında zaten Fransa işgalleri ile sona erdiğini hiç mi hiç anımsamazlar. Mehmet Ali Paşa’nın, oğlu önderliğindeki ordusunun Kütahya’ya kadar geldiğini akıllarına bile getirmezler. Balkan Savaşına giren Osmanlının 47 tümeninden 16’sının tamamen imha olduğunu geri kalan otuzunun da etkisiz insan yığını olduğunun farkına bile varmazlar.
Görüldüğü gibi “Sykes-Picot” anlaşması ölmüş bir imparatorluğun cenaze töreni gibiydi… Ancak anlatıldığı gibi bu da uygulanamadı...
Osmanlı Devleti açısından savaşı bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros ateşkes antlaşması olur. Mondros ateşkesi ile Osmanlı’nın egemenliği kısıtlanır ve Osmanlının toprakları İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgale başlanır...
10 ağustos 1920’de Paris’te imzalanan Sevr barış antlaşması ile Osmanlı Devleti’ne İngilizlerin tabiriyle ‘’hindinin tüyleri’’ bırakılır, Osmanlının kalan toprakları işgal edilir ve Türkler tarihten silinmeye çalışılır…
Sevr antlaşması Osmanlı’nın fiilen yok olduğunun göstergesidir. Ancak Gazi Mustafa Kemal önderliğinde TBMM’nin bu antlaşmayı kabul etmemesi ve ulusal bir direnişe başlamasıyla bu antlaşma hiçbir zaman yürürlüğe giremez…
Zaferle sona eren ulusal direnişten, kurtuluş savaşından sonra Mudanya ateşkesini Lozan barışı izler. Lozan’da başlayıp neredeyse iki yıl süren konferans 24 Temmuz 1923 günü antlaşmanın imzalanmasıyla son bulur. Türkiye uluslararası alanda siyasi olarak tanınır ve iktisadi bağımsızlığına kavuşur… Misak-ı milli sınırları ise hemen hemen gerçekleşir. İngiliz temsilcisi Lord Curzon, bu antlaşmayı imzalarken, İsmet paşaya nefret dolu bir ifadeyle, ‘’bir gün elbet batının eline düşeceksiniz’’ diyordu.
İşte Lozan budur. Ölmüş, bitmiş, tükenmiş ve yok olmuş bir Osmanlının ardından hem de İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgal edilen vatan topraklarını da kurtararak bağımsız bir Türk Cumhuriyetinin kuruluş belgesidir.
İşte bugün bu belgenin imzalanmasının 95. yıldönümüdür...Böylesine büyük bir gün anılmadan geçilmezdi... Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu Cumhuriyeti kuranları rahmet ve minnetle anıyorum...
Osman AYDOĞAN
Brooklyn by the sea
Brooklyn New York’un Amerikan dizi ve filminde genellikle küçümsenen bir Yahudi semtidir. Manhattan; New York’un İstiklal’i ise Brooklyn de Fatih’in Çarşamba’sıdır, Bağcılar’ıdır.
Mortimer Shuman (Mort Shuman diye bilinir) (1936 - 1991) ise işte bu Brooklyn mahallesinin Polonyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olan şarkıcı, piyanist ve söz yazarıdır. Mort Shuman 1960'lı yıllarda tutulan başta "Viva Las Vegas" şarkısı olmak üzere ‘’rock and roll’’ parçalarıyla ünlenir. Shuman ayrıca, birçok Fransızca şarkı yazarak bu şarkıları seslendirir; ‘’Le Lac Majeur’’, ‘’Allo Papa Tango Charlie’’, ‘’Sha Mi Sha’’, ‘’Un Eté de Porcelaine’’ ve ve ve benim de en çok sevdiğim ‘’Brooklyn by the sea'' gibi şarkılar bunlardan birkaçıdır.
Yıllar yıllaaaar öncesiydi… New York da iken Amerikalı arkadaşıma Brooklyn sahiline gidip orada sahilde bu şarkıyı dinlemek istediğimi söylediğimde çok ama çok şaşırmıştı. Söz vermişti, beraber gidecektik ama bir türlü fırsat bulup da Brooklyn sahiline gidip de bu şarkıyı orada dinleyememiştim. Kısmet işte, o zaman bu şarkıyı Brooklyn'de dinleyememiştim ama kızım, bu yıl başında (2018) New York'da iken bu şarkıyı çok sevdiğimi bildiğinden Brooklyn köprüsü ayağına gidip bilgisayarından bu şarkıyı açıp cep telefonu ile de köprüyü kaydedip bana bu şarkıyı bana göndermişti...
Mort Shuman, ’’Brooklyn by the Sea’’ şarkısını dinlerken sanki bizden bir ses, bizden bir müzik gibi dinlersiniz. Sanki dinlediğiniz ses Neşat Ertaş'tır, Belkis Akkale'dir. Sanki dinlediğiniz müzik Selda'nın müziğidir. İşte bu nedenle sizi alır alır bir yerlere götürür bu şarkı, ama en çok da gençliğinize götürür ve sizi orada tek başına yapayalnız bırakıp gelir… Ve orada kalmak için siz de çırpın çırpın çırpınırsınız ve Mort Shuman’ın o çığlık çığlığa sesi sanırsınız ki hatıralarınıza daldığınız gençliğinizden dönmek istemeyen sizin sesinizdir, sizin çığlığınızdır.
Bu şarkının mutlaka dinlenilmesi gereken bir başka yorumu daha var…
1952 doğumlu Fransız şarkıcı Anne-Marie David, müzik hayatına 1972'de ‘’Jesus Christ Superstar’’ oyununda ‘’Mary Magdelena’’ (*) rolü ile parlamaya başlar. Bu oyun 1972'nin Haziran ayında Olympia'da icra edilir. Lüksemburg tarafından gelen Eurovision teklifini kabul eden Anne-Marie David, 1973 yılında da Eurovision birincisi olur.
Sanatçı bir Avrupa turnesinden sonra 1974 yılında Türkiye'ye gelir. Burada "Neşeli Gençleriz Biz / İnanma" ve "Hayat ve Ben / Sil Baştan" 45’liklerini yayınlar. Özellikle Çiğdem Talu'nun sözlerini yazdığı ve Anne-Marie David'in farklı Türkçesi ile seslendirdiği ‘’Neşeli Gençleriz Biz’’ büyük ilgi görür. Sanatçı Müjdat Gezen'in oynadığı ‘’Pembe Panter’’ adlı filmde de "Hayat ve Ben" şarkısını seslendirir ve filmde de küçük bir rol alır. Bir de Türkçe bir albüm çıkarır. Sanatçı 1974 ve 1975 tarihlerinde de Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından ödüllendirilir.
İşte Anne Marie David'in bu Türkiye serüveni esnasında 1976 yılında Türkiye'de bir 33'lük plak doldurur. Ve bu plakta da Mort Shuman’ın aşağıda bağlantısını verdiğim ’’Brooklyn by the Sea’’ şarkısı yer alır. Ayrıca Paul Mauriat orkestrası da bu şarkıyı seslendirir:
Şimdi bu üç yorumu da dinleyin, gençliğinize gidin ve orada kalın ve dönmeyin sakın bu günlere, bu karanlık, bu kasvetli günlere…
Ve bu şarkı takılmış bir plak gibi zihninizde ışıklar etrafında dönen pervane böcekleri gibi dönsüüüün dursun… Ama sakın siz dönmeyin oradan!
Osman AYDOĞAN
Mort Shuman, ’’Brooklyn by the sea’’
https://www.youtube.com/watch?v=RlODjErSEQ8
Anne Marie David, ’’Brooklyn by the sea’’
https://www.izlesene.com/video/anne-marie-david-brooklyn-by-the-sea-1976/8741863
Paul Mauriat orkestrası ’’Brooklyn by the sea’’
http://www.nhaccuatui.com/bai-hat/brooklyn-by-the-sea-paul-mauriat.ObdJ8XBZgk.html
(*) Maria Magdalene
Mecdelli Meryem veya Magdalalı Meryem olarak da adlandırılır. Genellikle Batı dillerinde Maria veya Mary Magdalene / Magdalena olarak geçer. Mecdel; (Magdala) Yeni Ahit'te bahsi geçen, antik Filistin'de iki farklı yerin adıdır. Yeni Ahit’e göre Hz. İsa’nın takipçilerinden biridir. Markos ve Yuhanna İncillerine göre, öldükten ve gömüldükten sonra dirilen İsa'yı ilk gören kişidir. 22 Temmuz, Hıristiyanlıkta Aziz Mecdelli Meryem Günü'dür.
Maria Magdalena ya da Mecdelli Meryem hakkındaki bir diğer inanışa göre, İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Meryem'e Hz. İsa yardım eder. Hz. İsa, kadını linç etmek için toplanan kalabalığa ‘’hiç günahım yok diyen devam etsin’’ der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır. Daha sonra Meryem tövbe ederek Hıristiyanlığı benimser ve bir azize olur.
Jingo
Oyuncu Zafer Algöz'ün "Haşırt Dı Bilekbord" (İnkılap Kitabevi, 2017) adlı bir kitabı var… Zafer Algöz bu kitabında ince bir mizah anlayışı ile Sadri Alışık, Carlos Santana, Cem Yılmaz, Öztürk Serengil, Fatma Girik, Zeki Müren, Savaş Dinçel, Kemal Sunal, Nur Subaşı, Erkan Can, Ali İpin, Yıldız-Müşfik Kenter gibi daha birçok sanatçıyla yaşadığı anılarını akıcı ve esprili bir dille anlatıyor.
İşte bu kitapta Carlos Santana ile ilgili bir hikâye var…
Ancak bu hikâyeye geçmeden anlatmam lazım bu Carlos Santana da kim!
Carlos Santana, (‘’Carlos Augusto Alves Santana’’, veya sahne adlarıyla ‘’Carlos Santana’’ ve kısaca ‘’Santana’’) kendine has stiliyle, "Rolling Stones" dergisi tarafından dünyanın en iyi yüz gitar virtüözü listesine girmiş, on Grammy ödülü almış, 1947 Meksika doğumlu, "Latin Orkidesi" unvanını almış müzisyen, gitarist ve söz yazarı olan büyük bir sanatçıdır. 1967 yılında aynı isimle (Santana) Afrika ve Latin Amerika tarzlarıyla müzik yapan bir de grup kurmuştur.
Şimdi gelelim kitapta geçen hikâyeye:
1989 yılında, İstanbul'a ilk kez gelen Carlos Santana, (2009 yılında bir daha gelmişti) alanda karşılanıp konaklayacağı otele getiriliyor. İlk gün serbest, akşama basın toplantısı yapılacak. Dinlenmek yerine, "Çıkalım İstanbul'u dolaşalım," diyor. Yanına bir rehber veriliyor, kendisine bir de araç tahsis ediliyor. Kapalıçarşı, Sultanahmet, Ayasofya derken Santana güzel bir çay bahçesi görüyor. Hem üstadı dinlendirelim hem de bir Türk kahvesi içsin diye bahçede bir masaya oturuyorlar. O ana kadar koca Santana'yı bir Allah'ın kulu tanımıyor. Resimdi, imzaydı diye taciz eden de yok… Kendi de zaten bu durumdan şikâyetçi değil, çünkü adamın öyle kompleksleri yok... Rehberle beraber kahveleri höpürdeterek sohbet ediyorlar. Birden çay bahçesinin önünden geçmekte olan boyacı Roman çocuklar bağırmaya başlıyorlar: "Heyy !.. Hello Santana! Welcome İstanbul! I love you Santana!.."
Çay bahçesinin garsonları çocukları tersliyor. "Kesin ulan, bağırmayın, içeri falan da girmeyin, dağılın buradan, müşteriyi rahatsız etmeyin !" Santana rehberine diyor ki : "O çocukları buraya çağır, ben içeri gelmelerini istiyorum." Rehber çocuk hemen garsonlara durumu izah ediyor: "Aman abilerim, adam dünya starı, herkese rezil oluruz, boyacıları yanına istiyor, bırakın gelsinler..."
Çaresiz izin veriyorlar. Boyacı Roman çocuklar sandıklarıyla beraber dalıyorlar çay bahçesine... Rehber söylediklerine tercüman oluyor, başlıyorlar koca Santana'yla sohbete... Diyorlar ki, "Sen dünyanın en büyük gitar ustalarındansın. Senin çizmelerini boyayalım, kıyağımız olsun, beş kuruş istemeyiz.."
Santana çok mutlu oluyor, hem de çok şaşırıyor… Çocuklara gazoz, kola ısmarlıyor. Sonra da soruyor tabii : "Geldiğimden beri beni İstanbul'da kimse tanımadı. Peki bu çocuklar beni nasıl tanıdı?.." Çocuklar anlatıyorlar: "Biz boya yaparken bazı müşteriler gazete okur. Fırça sallarken arada gazetelere de bakıyoruz tabii. Resmini orada gördük. 'Dünya Yıldızı Santana İstanbul'a Geliyor' yazıyordu, oradan tanıdık seni."
Çizmelere boya cila yapılıyor. Santana para vermek istiyor ama çocuklar almıyor. "Peki," diyor Santana, "yarın akşam konserim var, beni dinlemek ister misiniz?" Çocuklar deli oluyor. "Hem de çok isteriz Santana. Sen delikanlı adamsın!.."
Rehberden ikişer kişilik davetiyelerden alıyor, çocuklara veriyor. Kardeşiniz varsa yanınızda getirebilirsiniz, diyor. Çocuklar çok mutlu, tabanları kıçlarına vurarak çıkıyorlar, çay bahçesinden caddeye doğru seğirtip kayboluyorlar...
Ertesi akşam Açıkhava'da müthiş bir izdiham var. Roman çocuklar ellerinde davetiyelerle konsere geliyorlar. Ana kapıdan giremiyorlar, çünkü Santana misafirlerine VIP davetiye vermiş, çocuklar nereden bilsin, VIP kapısına gelince kıyamet kopuyor... "Kimden çaldınız lan bu davetiyeleri ?" Çocuklar, "Biz kimseden çalmadık abey, biz Santana'nın misafirleriyiz, o verdi bunları bize…’’ deyince, ‘’Hass… tirin ulan!’’ diyerek ve sille tokat tartaklayarak çocukların ellerinden davetiyeleri alıp kapıdan kovuyorlar.
Ama Santana'nın VIP misafirleri pes etmiyor... Sanatçıların arka giriş kapısını buluyorlar. Orada da aynı muamele tabii: "Hadi yürüyün lan!.." Çocuklar asla pes etmiyor. "Santanaaa ! Santanaaa !.. Help.. Help !.." diye hep bir ağızdan basıyorlar feryadı. Bir şekilde rehbere haber gidiyor, o da gidip durumu Santana'ya anlatıyor. Sonra da rehber gidiyor, çocukları alıp kulise, Santana'nın yanına getiriyor. Salya sümük, gözyaşları içinde başlarına geleni anlatıyorlar. Santana çok üzülüyor ve sinirleniyor: "Misafirlerim alın ve yerlerine oturtun."
Boyacı Roman çocuklar rehberle beraber sahne kenarından seyircinin arasına iniyorlar. Büyük sorun oluyor... Çocukları yerlerine çoktaan birileri oturmuş bile. Vali yardımcısının kızı, damadı… Belediye'den falancanın bacanağı, filancanın eltisi, görümcesi.. "Biz protokolüz kardeşim, kalkmıyoruz !" diyorlar.
Görevliler de durumun farkında ama korkudan bir şey yapamıyorlar... Dakikalar geçiyor ama sorun çözülemiyor. Sonunda merdiven basamaklarına birer minder koyulup Santana'nın VIP misafirlerini oraya oturtarak olayı bağlıyorlar.
Rehber tekrar Santana'nın yanına gidiyor ve olanları anlatıyor. Sanatçı diyor ki, "Git onlara söyle, benim misafirlerime kimse saygısızlık yapamaz... Eğer sahneye çıktığımda çocukları en ön sırada, koltuklarda görmezsem tek bir nota çalmam. Sahneye çıkarım, olayı anlatır, veda eder giderim. Tazminat falan da umurumda değil, bedeli ne olursa olsun öderim."
Konserin başlaması lazım ama bir türlü başlamıyor. Alkışlar, ıslıklar başlıyor. Ve işler karışıyor. VIP bölümünde bir kargaşa var... Bu defa görevliler durumun vahametinin farkında. Çocukların koltuklarına çöken baldız, bacanak, elti, görümce ve de enişte... Tek tek koltuklardan kaldırılıyorlar. En ön orta protokol koltuklarına Santana’nın VIP misafirleri olan Roman çocuklar oturuyorlar...
Arkaya "tamam" diye haber gidiyor, ışıklar açılıyor, sahne aydınlanıyor ve Carlos Santana sahneye çıkıyor… Yer yerinden oynuyor. İlk iş olarak ön tarafa bakıyor, misafirleri yerinde mi diye... Çocukları görüyor, bakıyor ki herkes mutlu… Başparmağını yukarı doğru çevirip VIP misafirlerine bir OK çekiyor. Sonrasında o sihirli parmaklar gitarının tellerine gömülüyor. Açıkhava'da sanki gitarından binlerce beyaz güvercin çıkıyor. Uçuyor, uçuyor, Santana'nın misafirlerinin üstünde sortiler yapıyor..
Onun içindir ki Santana gibi sanatçılara virtüöz, muhteşem, büyük star demeden önce ‘’Adem’’ diyorlar. Gerçekten çok büyüksün... Viva Santana!
Kitapta geçen hikâye bu kadar…
Bu hikâye ‘’Kafa’’ dergisinin Aralık 2014 sayısında da yine Zafer Alagöz tarafından "Viva Santana" başlığı ile anlatılıyor.
Carlos Santana 20 yıl sonra 2009 yılında İstanbul'a tekrar geldiğinde de Türk basınına şu demeci veriyor:
''Hippi, uzun saçları olan, banyo yapmayan ve dünyadaki bütün kadınlarla birlikte olmak isteyen kişi değildir. Benim için hippi, dini ya da siyasi otoriteyi sorgulayan herkestir. Çünkü din ve siyaset her zaman cevap değildir, genellikle sorunu daha da yoğunlaştırır. Çözüm, merhamet, iyi yüreklilik, acıma, sabırdır. Bunlar daha çok kadınların sahip olduğu özelliklerdir. Amerika'da şunu yeni yeni öğrenmeye başladık: 'Nazik olmakta bir sorun yok... Bu seni eşcinsel yapmaz ya da erkekliğini kaybetmezsin'. Hala çok erkeksi iken, dinlemeye de hazır olabilirsin. Bazen kadınlar sorunlarını söyler ama bunları çözmen gerekmez. Bazen sadece dinlemen yeterlidir. Ben bir hippiyim, her zaman hippi oldum. Ama ilkelerim var. Ben gitmeden önce bu dünyanın farklı şekilde düşünür hale gelmesini istiyorum. Kadınlar ve erkekler için eşit olmasını istiyorum. Eğer ayağınızı bir kadının boynuna basıyor ve kendini sandalye gibi hissetmesini sağlıyorsanız bu bir din değildir. Eğer gerçekten ritüellerinizi yerine getirmek istiyorsanız, merhametli ve adil olmanız gerekir. Benim için hippilik çok önemli, sahte bir Hollywood filmi değil, gerçek bir şey. Benim için hippi gökkuşağının tek bir rengine değil, tüm renklerine övgüler düzebilen kişidir.''
Benim bu yazıda asıl anlatmak istediğim bu değil... Sanatçıyı tanıtmak değil… Bu yazımın uzun bir giriş kısmıydı… Bu kadar uzun alatmamın nedeni de şarkısını vereceğim bu sanatçının adam gibi bir adam, gerçek bir sanatçı olduğunu vurgulamak içindi...
İşte bu sanatçı Santana’nın bir şarkısı var… Şarkının adı: ‘’Jingo’’
Size yazımın sonunda bu şarkının bağlantısını vereceğim ama yine birkaç açıklama daha yapmam gerekiyor...
Santana’nın ‘’Jingo’’ adını taşıyan iki şarkısı var aslında. Genellikle bunlar adı da aynı olduğu için birbirine karıştırılır. ''Jingo'', slow ve de enstrümantal bir şarkıdır. ‘’Jingo-lo-ba’’ ise samba ritminde bir Santana şarkısıdır. ‘’Jingo’’, ‘’Jingo-lo-ba’'dan farklı olmasına rağmen dediğim gibi hep karıştırılan bir şarkıdır...
Bu ‘’Jingo’’ şarkılarına geçmeden yine açıklamaya devam etmem gerekiyor...
Açıklama yapmasan bu şarkılar tüm Türk filmlerinde hippi gençlerin kendilerinden geçip çılgıncasına dans ettikleri şarkılardan birisi sanılır…
Jingo, İngilizce ‘’aşırı milliyetçi’’, ‘’savaş çığırtkanı’’ anlamına gelen bir kelimedir. Bu kelimeden türemiş ‘’Jingoizm’’ ise emperyalist yayılma ve askeri güç ile birlikte görülen kitlesel coşku, heyecan ve kutlama havasıdır… Jingoizm İngilizcede genellikle savaş zamanında, aşırı milliyetçi duyguları sömüren, saldırgan, popülist söylemler için kullanılıyor. Jingoizm, diplomatik zorluklara karşı güçlü askerî müdahaleleri savunan agresif ve yabancı düşmanı dış politikayı anlatıyor. Terim, erken modern İngilizcede Viktorya dönemi ve müzik salonlarının gözde bir parçası olan "İsa Mesih" in yerine geçen "By Jingo!" ifadesine dayanıyor.
‘’By Jingo’’nun kökeni de 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı- Rus savaşı sürerken İngiliz Viktorya döneminin barlarında söylenen bir şarkıya dayanıyor.
1878 krizi döneminde, Rusların Balkanlara, Kafkaslara ve Orta Avrupa’ya olan hâkimiyeti üzerine İngiliz kamuoyunda Rus karşıtı bir tavır sergilenir, halk galeyena gelir. Londra'daki müzik salonlarında tanınmış bir sahne sanatçısı olan Gilbert Hastings MacDermott ve şarkı yazarı George William Hunt İngiliz halkının bu tavrına, bu hissiyatına tercüman olurlar… Hunt, İstanbul'u Rus saldırısına açık bırakan Osmanlı garnizonu Plevne'nin teslim olması haberi üzerine, İngilizler’in İstanbul’u savunmaya kararlılığını vurgulayan bir şarkı yazar. MacDermott onu müzik salonlarında ve barlarda gösterecek şekilde satın alır ve şarkı "MacDermott'un Savaş Şarkısı" olarak tanınmaya başlanır. Yazımın sonunda bu şakının bağlantısını da vereceğim...
Şarkının sözlerinde Ruslara karşı Osmanlı ile olan dayanışma sergilenir. Şarkı ayrıca 1853 Kırım Harbine atıfta bulunarak (Fransa ve İngiltere Kırım harbinde Osmanlı yanında Ruslara karşı savaşmışlardı) İngiltere'nin yine Osmanlı yanında Ruslarla tekrar savaşmaya hazır olduğunu vurgular.
Tabii bu şarkı İngilizlerin Türk - Osmanlı sevdasından, sevgisinden kaynaklanmıyor... İstanbul Rusların eline geçerse Hindistan yolu tehlikeye giriyor... Ortadoğu tehlikeye giriyor, Doğu Akdeniz, Kıbrıs tehlikeye giriyor... Orta Avrupa, Balkanlar tehlikeye giriyor...
Şarkıda koro şöyle söyler:
‘’We don't want to fight but by Jingo if we do,
We've got the ships, we've got the men, we've got the money too,
We've fought the Bear before, and while we're Britons true,
The Russians shall not have Constantinople.’’
''Dövüşmek istemiyoruz ama Jingo tarafından yaparsak,
Gemilerimiz var, adamlarımız var, paramız da var.
Daha önce de Ayı (Rusya) ile savaştık ve biz hakiki Britanyalı olduğumuz sürece
Ruslar Konstantinopolis'e sahip olmayacak.''
Şarkının nakaratında peygamberin adının uluorta kullanılmaması için İsa (Jesus) yerine Jingo denmesiyse yukarıda açıkladığım ‘’Jingoizm’’ teriminin kökenini oluşturur…
İşte girişte anlattığım sanatçı Carlos Santana şarkılarının ismini (Jingo) bu hikâyeden almıştır. Ancak Santana’nın şarkılarında Hunt’un sözleri geçmez… Hele ‘’Jingo-lo-ba’' şarkısında sadece bu hikâyenin adı vardır: ‘’Jingo’’
Hem kelime olarak ''Jingo'', hem kavram olarak ''Jingoizm'' ve hem de Jingo ismindeki bütün şarkıların (sadece "MacDermott'un Savaş Şarkısı" değil, ''By Jingo'', ''Oh by Jingo'', ''Jingo'' ve ''Jingo-lo-ba'' şarkılarının tamamının) kökeni anlattığım gibi Plevne müdafasına dayanmaktadır...
‘’Plevne’’ deyince bir hatıramı anlatmak istiyorum. ABD’li subay bir arkadaşım bana Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’yı kendisine örnek aldığını Plevne müdafaasının ise dünya savunma savaşında mümtaz bir yeri olduğunu söylemişti… Bizim tarih diye bir kaygımız, tarih diye bir derdimiz ve tarih ile bir ilgimiz olmadığı için ‘’Plevne’’yi pek bilmeyiz tabii ki! Gazi Osman Paşa'yı ise hiç mi hiç bilmeyiz! TV'deki diziler nemize yetmiyor değil mi? Veya bildiğimiz sadece Plevne marşı.. O da yarım yamalak!
Hep yazıyorum ya bu minvalde; el âlem pop şarkılarında bile tarihi bir geçmişine atıfta bulunuyor, tarihini kök bilgilerle, simgelerle hep canlı tutuyor...…
Bizim pop şarkılarımız ise lay lay lom şıkıdım şıkıdım oynayıp geçiyor… Ancak sanatın, edebiyatın, basının ve gerçek aydınların cılız kaldığı, piyasadakilerin de vıcık vıcık olduğu bu ortamda da TV’de ve boyalı basında çok ucuz ve kaba saba bir ‘’Jingoizm’’den de geçilmiyor…
Allah sonumuzu hayretsin!
Osman AYDOĞAN
Carlos Santana, Jingo-lo-ba:
https://www.youtube.com/watch?v=ACw2RIVZvZw
Carlos Santana, Jingo:
https://www.youtube.com/watch?v=MWjUwEDjEus
G. H. MacDermott, By Jingo:
https://www.youtube.com/watch?v=HSkjw9ZuvRw
Oh by Jingo:
https://www.youtube.com/watch?v=jd-JpDaVmcc
Macdermott's War Song (MacDermott'un Savaş Şarkısı):
https://www.youtube.com/watch?v=h1ZFzs7hL5g&feature=youtu.be
Macdermott's War Song
The "Dogs of War" are loose and the rugged Russian Bear,
All bent on blood and robbery has crawled out of his lair...
It seems a thrashing now and then, will never help to tame...
That brute, and so he's out upon the "same old game"...
The Lion did his best... to find him some excuse...
To crawl back to his den again. All efforts were no use...
He hunger'd for his victim. He's pleased when blood is shed...
But let us hope his crimes may all recoil on his own head...
Chorus:
We don't want to fight but by jingo if we do...
We've got the ships, we've got the men, and got the money too!
We've fought the Bear before... and while we're Britons true,
The Russians shall not have Constantinople...
The misdeeds of the Turks have been "spouted" through all lands,
But how about the Russians, can they show spotless hands?
They slaughtered well at Khiva, in Siberia icy cold.
How many subjects done to death we'll ne'er perhaps be told.
They butchered the Circassians, man, woman yes and child.
With cruelties their Generals their murderous hours beguiled,
And poor unhappy Poland their cruel yoke must bear,
While prayers for "Freedom and Revenge" go up into the air.
(Chorus)
May he who 'gan the quarrel soon have to bite the dust.
The Turk should be thrice armed for "he hath his quarrel just."
'Tis said that countless thousands should die through cruel war,
But let us hope most fervently ere long it shall be o'er.
Let them be warned: Old England is brave Old England still.
We've proved our might, we've claimed our right, and ever, ever will.
Should we have to draw the sword our way to victory we'll forge,
With the Battle cry of Britons, "Old England and St George!"
(chorus)
The Day Before You Came
22 Temmuz 2018
1972 yılında kurulup 1982 yılına kadar etkin olan İsveçli bir pop müzik grubu vardı: ABBA. Sahnelerdeki yılları gençlik yıllarımın başlangıcına denk gelen bu grubun da çok sevdiğim, unutulmaz bir şarkısı vardı: ‘’The Day Before You Came'' ABBA'dan bu gök kubbede bir şarkı bâki kalacaksa eğer o şarkı bu şarkıdır diye düşünürüm… Bu şarkı o zamanki gençlik çağlarının melankolik, bunalımlı, depresif ve içe kapanık haleti ruhiyesini anlatan ve insanın içini burkan bir aşk şarkısıydı.
Zaten ABBA’nın şarkıları da tam da bize özgü olarak derinden derine, gizliden gizliye, inceden inceye içinde hep hüzün barındıran şarkılardı. Ancak bu şarkıdaki hüzün, ABBA’nın içinde gizli hüzün barındıran aşina şarkılarının aksine ayan beyandır, apaçıktır. Bu şarkının, melankolik, hüzünlü bir müziğin üzerine adeta bir hayatı özetlercesine yazılmış hoş sözleri vardır. Şarkının İngilizce orijinal sözlerini ve Türkçe çevirisini yazımın sonunda veryorum...
Şarkının klibinde ise 70’ler dünyasının Kuzey ülkeleriyle özdeşleşen sisler, puslar içindeki şehrin loş ışıkları, soğuk, rutin hayat, koşuşturmaca, yalnızlık duygusu ve en çok da sisler içindeki karanlık tren istasyonunun kasvetli görüntüleri yansıtılır… İnsanın içini burkan ise klibin sonunda yer alan görüntülerdeki vedadan sonra, trenin sisler puslar içinde, bir yılan gibi sessiz sedasız süzülüp gidişi anıdır… Türkan İldeniz ''Tükeniyorum'' isimli o muazzam şiirinde söylerdi ya; ''Bensiz çözülüp sensiz bağlanması yok mu halatların, tükeniyorum'' diye... İşte o sahnede sizsiz çözülüp giden trenin ardından siz de tükenir, biter, sessiz sedasız gözden kaybolup yitip giden tren gibi gibi siz de kimsecikler fark etmeden sessiz sedasız yitip gider, yok olursunuz...
‘’The Day Before You Came’’ şarkısını söyleyen ABBA grubunun İsveçli solisti Agnetha Fältskog’in klipte şarkıyı söylerken gözlerine, gözlerinin gülüşüne, bakışına âşık olursunuz. İşte o gözler, o bakışlar, o gülüşler var ki insanın içini bir burgu gibi deler geçer, insanı per perişan eder, insanın yüreğini kafesine konmuş yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpındırır... Yıldırım Gürses’in o mükemmel Muhayyerkürdî şarkısında olduğu gibi o bakışlarda yıllar sonra rastlarsınız çocukluk sevgilinize… O aşk dolu bakışlar içinizi deler yine… O bakış ki götürür sizi yıllarca geri... Hatıranızda canlanır ilk aşkınızın günleri… Ancak dönmez o günler, gelmez o günler, mazide kalır hep…
Bu şarkıyı Agnetha Fältskog dışında Jacques, Blancmange, Tanita Tikaram Steven Wilson ve Ron Jeremy gibi şarkıcılar da yorumlamışsalar da hiçbirisi bu şarkıyı Agnetha Fältskog kadar güzel söyleyememiştir.
Bugün Pazar… Biliyorsunuz pazarları gam, keder, kasvet zamanı değil, müzik zamanıdır.. Biraz hüzünlü de olsa bağlantılardaki şarkıları dinleyin derim…(İnsanın içindeki ince ve derin hüznü başka ne ifade edebilirdi ki?) Şarkıları dinlerken de görüntüyü tam ekran yapıp izlemeyi unutmayın!.
Sizlere mutlu, musmutlu, güzel bir Pazar günü diliyorum...
Osman AYDOĞAN
ABBA - The Day Before You Came:
https://www.youtube.com/watch?v=1HnOFwqpLRQ
Madem söz ABBA’dan açıldı. ABBA'nın şu iki güzel şarkısını da dinleyin isterim:
ABBA - I Have A Dream:
https://www.youtube.com/watch?v=_HMjOiHqE18
ABBA - Chiquitita:
https://www.youtube.com/watch?v=p4QqMKe3rwY
ABBA şarkısı Chiquitita’nın orkestra eşliğinde Andre Rieu yorumunu:
https://www.youtube.com/watch?v=z5bNYfkOZv8
The Day Before You Came
Must have left my house at eight, because I always do
My train, I'm certain, left the station just when it was due
I must have read the morning paper going into town
And having gotten through the editorial, no doubt I must have frowned
I must have made my desk around a quarter after nine
With letters to be read, and heaps of papers waiting to be signed
I must have gone to lunch at half past twelve or so
The usual place, the usual bunch
And still on top of this I'm pretty sure it must have rained
The day before you came
I must have lit my seventh cigarette at half past two
And at the time I never even noticed I was blue
I must have kept on dragging through the business of the day
Without really knowing anything, I hid a part of me away
At five I must have left, there's no exception to the rule
A matter of routine, I've done it ever since I finished school
The train back home again
Undoubtedly I must have read the evening paper then
Oh yes, I'm sure my life was well within it's usual frame
The day before you came
Must have opened my front door at eight o'clock or so
And stopped along the way to buy some chinese food to go
I'm sure I had my dinner watching something on tv
There's not, I think, a single episode of dallas that I didn't see
I must have gone to bed around a quarter after ten
I need a lot of sleep, and so I like to be in bed by then I must have read a while
The latest one by marilyn french or something in that style
It's funny, but I had no sense of living without aim
The day before you came
And turning out the light
I must have yawned and cuddled up for yet another night
And rattling on the roof I must have heard the sound of rain
The day before you came
Hayatıma girdiğin günden önce...
Saat sekizde evden çıkmak zorundaydım, çünkü hep böyle yaparım
Çünkü eminimki trenim vakti geldiğinde istasyondan kalkacaktı.
Kente, işime giderken sabah baskısı gazeteleri okumalıydım
ve makaleleri okuyup kaşlarımı çatmalıydım şüphesiz...
Saat dokuzu çeyrek geçe gibi masama geçmeliydim
okunmayı bekleyen mektuplar ve imzalanmayı bekleyen yığınla kağıdın başına
Saat onikibuçuk gibi öğle yemeğine çıkmalıydım,
her zamanki yere, her zamanki yemekleri yemeye...
ve bütün bunlara ilaveten yağmura yakalanacağıma da o kadar emindimki.
Hayatıma girdiğin günden önce...
Saat iki buçukta yedinci sigaramı yakmalıydım,
ve o anda keyifsiz olduğumu da asla fark etmemeliydim.
Rutin günlük işlerimi yapmaya devam etmeliydim,
Ezbere, hiçbir şey bilmeden... Ruhumdan bir parçayı saklayarak...
Saat beşte ayrılmalıydım, bu kuralın hiçbir istisnası yoktu.
Bu sadece bir rutin meselesiydi, okulu bitirdiğimden bu yana yaptığım...
Trenim beni evime geri götürüyor,
şüphesiz ki şimdi de akşam baskısı gazeteleri okumalıydım,
Oh, evet... Eminim, hayatım olağan, rutin çerçevesinde gayet güzel gitmekteydi.
Hayatıma girdiğin günden önce...
Evimin ön kapısını saat sekiz gibi açıp
yol boyu sallana sallana Çin yemeği almaya gitmeliydim.
Öyle emindim ki akşam yemeğimi televizyonun karşısında yiyeceğime...
Hiç yok, sanırım hiç yok; Dallas'ın izlemediğim tek bölümü kalmadı.
Saat onu çeyrek geçe gibi yatağıma girmeliydim.
Bir sürü uykuya ihtiyacım var, o yüzden o saatte yatağımda olmalıydım.
Bir süre kitap okumalıydım,
Marilyn French'in en son kitabını ya da benzeri bir şeyi...
Eğlenceli, ama amaçsızca yaşamaktan dolayı hiçbir şey hissetmiyordum
Hayatıma girdiğin günden önce...
Ve ışıkları söndürüp,
Esneyip bir başka yeni ama aynı geceye daha sarılıp yatmalıydım
Ve tavana vuran yağmurun sesini duyarak uyumalıydım
Hayatıma girdiğin günden önce...
Brutus
19 Temmuz 2018
Bu sayfada geçen hafta 11 Temmuz 2018 günü Shakespeare’in ‘’66. Sone’’ isimli eseri ile başlayıp, Oscar Wilde’in ‘’Dorian Gray'in Portresi’’ ve ‘’Salomé’’ isimli eserlerini, sonra tekrar Shakespeare’in ‘’Othello’’, ‘’Hamlet’’ ve ‘’Machbeth’’ isimli eserlerini anlattım. Bu yaz günü daha hafif konular yerine ağır klasiklerle sizleri sıktığımın farkındayım. Ancak sizlere biraz daha sabır diyerek klasikler serime yine Shakespeare’in ‘’Julius Caesar’’ (Jül Sezar) oyunu ile son vermek istiyorum…
Bu serideki son yazımı vermeden de önce Shakespeare’i trajedilerindeki bir özelliği anlatmak istiyorum: Shakespeare’in trajedilerinde, (burada da anlattığım gibi) perde kapanırken sahnede kan gölü oluşur. Çehov trajedilerinde ise herkes hayatta kalır. Ama hayatta kalmak için büyük tavizler veren herkes için hayatta kalmanın faturası ağırdır. Oyunun sonunda herkes bu tavizler karşılığında hayal kırıklığına uğramıştır ve mutsuzdur… Shakespeare’in trajedilerinde bu böyle değildir.
Oyunu anlatmadan önce de Jül Sezar’ı çok kısa olarak tanıtmak istiyorum…
Jül Sezar (MÖ 100 – MÖ 15 Mart 44), Romalı askerî ve politik lider, aynı zamanda iyi bir hatip ve güçlü bir yazardır. Dünya tarihinin en etkili insanlarından birisi olarak kabul edilir. Güçlü bir yazar, güçlü bir hatip, üstün bir komutan ve güçlü bir devlet adamı gibi çok yönlü bir kişiliğin bir araya gelmesi tarihte nadirdir. Bu nadir insanlardan birisi de Jül Sezar’dır.
Sade üslubuyla kendinden üçüncü bir şahıs gibi tekil kişi olarak söz eder. ''Roma’da ikinci adam olmaktansa bir köyde birinci adam olmayı tercih ederim'' sözü onun lider ve tutku dolu kişiliğini yansıtır. Eylemleriyle Roma Cumhuriyeti'nin Roma İmparatorluğu'na dönüşmesinde kritik bir rol oynamıştır. Daha başka bir deyimle eylemleriyle Roma Cumhuriyetini Roma Diktatörlüğüne dönüştürmüştür…
Şimdi gelelim oyuna...
‘’Jül Sezar’’ oyunu ise William Shakespeare tarafından 1599'da yazılmış beş perdelik bir trajedidir. (Jül Sezar, Ve Edebiyat Yayınları, 2003) Tarihin en ünlü suikastlarından birisini, Roma İmparatoru Jül Sezar’ın katlini ele alan oyun, Shakespeare‘in antik Roma tarihini konu alan ve "Roma oyunları" diye anılan üç oyunundan ilkidir (diğerleri ‘’Coriolanus’’ ile ‘’Antonius ve Kleopatra’’dır).
Shakespeare’in bu ‘’Jül Sezar’’ oyunu; Roma Cumhuriyetinde son büyük lider olan ve bir diktatör olması Roma Senatosu tarafından kabul edilmiş olan Jül Sezar aleyhinde bir komplonun düzenlemesi, bu komplo sonucu Jül Sezar'ın katledilmesi ve bu katlin siyasal sonuçlarını anlatır.
Shakespeare’in ustalık döneminin ilk eserlerinden olan ‘’Jül Sezar’’ eseri adının aksine aslında Marcus Junius Brutus’ün tragedyasıdır. Oyun, Jül Sezar’ın adını taşısa da oyun kişileri arasında en önemli karakter o değildir. Jül Sezar, oyunun sadece ilk üç perdesinde görülür ve üçüncü perdenin ilk sahnesinde ölür. Oyunun asıl kahramanı Brutus'tur. Bu nedenle de yazımın başlığı da ‘’Brutus’’tür. Oyun, Brutus'un çok değer verdiği şeref, namus, ahlak, vatanseverlik ve dostluk prensiplerinin birbiri ile çelişmesi ve kişinin bu tür çelişkileri nasıl uzlaştırıp karar verebileceği üzerinedir.
Roma İmparatoru Jül Sezar senatoya gelirken, yolunu kesen bir kâhin “Mart’ın 15’inden sakın!” diye bağırır. Eşi de o gün Sezar’a senatoya gitmemesi için yalvarır. Sezar iki uyarıyı da dinlemez…
Jül Sezar 15 Mart’ta senatoya gelirken, bazı senatörler bıçaklarla saldırır. Aralarında kimilerine göre “evlatlığı” kimilerine göre “öz oğlu” ve Mersin’de Roma Valiliği yapmış olan Brutus de vardır. Brutus, Sezar’ı arkadan bıçaklar. Sezar “ihaneti” yansıtan ünlü “Sen de mi Brutus?” sözüyle can verir ve “ihanet” Roma sikkelerinde simgeleşir. Bu suikastta otuz beş bıçak darbesiyle can veren Sezar’ın, ezeli düşmanı Pompeius'un büstü önüne düşmesi ise ayrı bir tesadüftür. Eserde Sezar can verirken son sözlerini söyler: "Erdem, sen bir kelimeden başka bir şey değilsin."
Hemen hemen bütün tarihçiler, Jül Sezar’ın katledilmesinin; siyasi gücünü çekemeyenler kadar, Roma yönetiminde Cumhuriyet yerine, adı Sezar bile olsa bir diktatör veya imparatorun istenmemesi nedeniyle olduğunu yazarlar.
Suikasttan sonra Brutus bir ikilem arasında kalır. Eğer Sezar tiran ilan edilirse yaptığı hiçbir şey geçerli sayılmayacak aynı şekilde kendi senatörlüğü de düşecektir. Diğer tarafta ise eğer Sezar tiran ilan edilemezse, kendisi ve arkadaşları katil ilan edilecek, ancak kendilerine genel bir af çıkarıldığı takdirde kurtulabileceklerdir. Brutus Sezar’ı tiran olarak ilan edemez ve Roma'yı terk etmek zorunda kalır.
Brutus, Roma’yı terk etmeden önce Senato’da özetle şu konuşmayı yapar: ‘’Bu toplulukta Sezar'ı çok sevmiş biri varsa derim ki ona, Brutus'un Sezar’a sevgisi daha az değildi onunkinden. Öyleyse neden Sezar'a karşı ayaklandın derse bu dost bana şu karşılığı veririm: Sezar'ı daha az sevdiğim için değil, Roma’yı daha çok sevdiğimden. Sezar yaşayıp da hepinizin köle olarak ölmeniz mi daha iyi, yoksa Sezar ölüp de hepinizin hür insanlar olarak yaşamanız mı? Sezar beni severdi, ağlarım onun için; mutluluğa ermişti, sevinirim; bir kahramandı, saygı duyarım; ama tutkuya kapıldı, muhteris olduğu için öldürdüm onu.’’
Fransız yazar "Anatole France’'ın 1912'de yazdığı ‘’Tanrılar Susamışlardı’ (Kaynak Yayınları, 2009) isimli eserinde asıl olarak Fransız devrimcilerinin terör uyguladıkları dönemi anlatılır. Anatole France eserinde devrim sonrası Fransa’da Brutus’ün büstlerinin Paris meydanlarına dikildiğini yazar.
Sezar ile anne tarafından akraba, Romalı komutan ve politikacı olan Marcus Antonius ise saldırganlara karşı harekete geçmeden önce, Sezar’ın cenaze törenindeki “Ben buraya Sezar’ı övmeye değil, gömmeye geldim!’’ sözleri Villiam Shakespeare’in oyununda devleşir.
Yönetmenliğini Joseph l. Mankiewicz'in yaptığı başrolde Marlon Brando'nun oynadığı, 1953 Metro-Goldwyn-Mayer yapımı, William Shakespeare'in oyunundan beyaz perdeye uyarlanan ‘’Jül Sezar’’ filminde Marcus Antonius'u canlandıran Marlon Brando'nun Sezar’ın öldürülmesinden sonra halka çektiği nutuk kusursuz bir hitabet sanatı olarak filmin en doruk sahnesidir. Kusursuz bir oyunculuk ile harika bir metnin kesişim noktasıdır bu sahne.
Bu sahnede Marcus Antonius (Marlon Brando) şöyle konuşur:
‘’Dostlar, Romalılar, vatandaşlar, beni dinleyin: Ben Sezar’ı gömmeye geldim, övmeye değil. İnsanların yaptıkları fenalıklar arkalarından yaşar, iyilikler çok zaman kemikleriyle beraber gömülür; haydi Sezar’ınkiler de öyle olsun. Asil Brutus size Sezar’ın haris olduğunu söyledi; eğer böyleyse, bu ağır bir suç. Sezar da onu pek ağır ödedi. Şimdi burada Brutus'la diğerlerinin izinleriyle, çünkü Brutus şeref sahibi bir zattır; zaten hepsi, hepsi şerefli kimselerdir, evet müsaadeleriyle burada Sezar’ın cenazesinde söz söylemeye geldim. O benim dostumdu, bana karşı vefalı ve dürüsttü; lakin Brutus haris olduğunu söylüyor ve Brutus şerefli bir zattır. Sezar Roma’ya birçok esir getirdi, devlet hazinelerini bunların kurtuluş akçeleri doldurmuştu. Acaba Sezar’da hırs diye görülen bu muymuş? Fakirler ne zaman ağlasa, Sezar’ın gözleri yaşarırdı; hırs daha sert bir kumaştan olsa gerek. Fakat gene Brutus onun için haristi diyor; Brutus da şerefli bir adamdır. Siz hep gördünüz, Luperkalya yortusunda ben kendisine üç defa krallık tacı sundum, üç defasında da reddetti; hırs bu muymuş? Gene Brutus, haristi diyor. Ve şüphesiz kendisi şerefli bir adamdır. Ben Brutus'un dediklerini çürütmek için söz söylemiyorum, buraya bildiklerimi söylemeye geldim. Bir zamanlar siz onu hep severdiniz, bu sebepsiz değildi; öyleyse sizi ona yas tutmaktan alıkoyan nedir? Ey izan! Sen hoyrat hayvanlara sığınmışsın, insanlar da muhakemelerini kaybetmiş. Beni affedin. Kalbim tabutun içinde, şurda, Sezar’ın yanında, tekrar bana gelinceye kadar beklemeli.’’
Sezar’ın öldürülmesinden sonra olaylar kısaca şöyle gelişir:
MÖ 43'te, Sezar'ın yeğeni ve evlatlığı, Sezar'ın öldürülmesinden sonra onun varisi olan Octavian, Roma senatosunun konsolu olduktan sonra Sezar'a suikast düzenleyenlerin hepsinin Roma'nın düşmanı olduğunu ilan eder.
Antonius ve Brutus’ün orduları kapışır. Yenilen Brutus kaçar, Bodrum’da, günümüzde adı Gümüşlük olan Myndos antik kentine sığınır…
Marcus Antonius ise Jül Sezar'ın öldürülmesinin ardından doğu bölgesinin yönetimini üstlenir.
Antonius Tarsus'a gelerek Mısır Kraliçesi Kleopatra VII ile ittifak yapar. Kleopatra'nın maksadı kaybettiği toprakları geri almak, Antonius'unki ise hem doğudaki iktidarını sürdürebilmek hem de Partlara karşı yapacağı askerî harcamalar için Mısır'ın zengin kaynaklarından yararlanmaktır.
Bu maksatla Antonius, Kleopatra'yı Tarsus'a davet eder. Muhteşem gemisiyle Tarsus limanına gelen Kleopatra Antonius ile yedi yıl sürecek renkli, romantik ve ihtiraslı bir beraberlik yaşar. Kleopatra'nın Tarsus'a giriş yaptığı kapının adı "Kleopatra Kapısı"dır. Bugün bu bölgede çok sayıda Kleopatra ismini taşıyan mekân vardır. Alanya’daki ‘’Kleopatra Plajı’’ gibi…
Bugün kullandığımız takvim Sezar’ın zamanında hazırlanmış ve bazı ayları 31 gün olarak belirlemiştir. July olan ‘’temmuz’’ ayına da kendi ismini vermiştir. Zaten tüm diktatörler hep hatırlanmak isterler!
William Shakespeare eserinde Sezar’ı şöyle konuşturur:
‘’Korkaklar, ölmeden önce defalarca ölür; cesur insan ölümü bir kere tadar...’’
"Silâhın (şiddetin) olduğu yerde kanunlar susar."
"Tecrübe, tüm şeylerin öğretmenidir."
Özdemir Asaf ‘’Kırılmadık Bir Şey Kalmadı’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) adlı kitabında Sezar hakkında şunu yazar: "Sezar’ı ne öldürdü? Brutus'ün kaması. Brutus'ü ne öldürdü? Sezar’ın sözleri." Özdemir Asaf, Sezar'ın sözlerinin Brutus'ün kamasından daha keskin olduğunu söyler...
Shakespeare’in insanın hırs ve ihtirasının nelere yol açabileceğini gösteren, siyaset bilimi açısından da ders olarak okutulabilecek müthiş eseri Jül Sezar'da böyle oyunlaştırılmıştır.
William Shakespeare’in bu oyunu ibretle okunması gereken bir eserdir. Çünkü Sezar’lar oldukça Brutus’lar da olmaktadır. Brutus'suz Sezar'lar yoktur tarih sahnesinde.
Osman AYDOĞAN
Bir not: Bu seri yazılarımı sıkılmadan okumuşsanız eğer ülke gündeminden daha sıkıcı olmadığını göreceksiniz. Bırakın kasvetli ülke gündemini, gamı, kederi... Tarihe, edebiyata ve sanata sığının. Ne varsa tarihte, edebiyatta ve sanatta var. Çünkü aradığınız ''gerçek'' oradadır!
Hamlet’ten ve Machbeth’ten arta kalanlar…
18 Temmuz 2018
Bu sayfada William Shakespeare’in ‘’Hamlet’’ ve ‘’Machbeth’’ isimli iki oyununu ard arda anlatınca (16 - 17 Temmuz 2018) bu iki oyunun da bir değerlendirmesini ve bazı çıkarımlar yapmak gerektiğini düşündüm...
William Shakespeare tarafından 1599 ile 1601 yılları arasında yazılan ‘’Hamlet’’ karakteri ile 1606 yılında yazılan ‘’Machbeth’’ karakterleri arasında büyük farklar vardır. Shakespeare'in bu oyun karakterlerinde yıllar geçtikçe naiflikten kabalığa, doğruluktan despotluğa ve iyimserlikten kötümserliğe kayan bir özellik görülmektedir.
Hamlet, bir Rönesans insanı olarak oyun boyunca hep düşünür, düşünür, düşünür. Ancak bir türlü harekete geçip babasının katili olan amcasını katledemez. Çünkü yozlaşan bir iktidara karşı da bir Rönesans aydını kafasıyla savaşım vermeye çalışır. Ancak böyle bir savaşımın verilemeyeceğinin de farkındadır. Çünkü Almanya’dan, Martin Luther’in üniversitesi olan Wittenberg Üniversitesinde okuyup da geri döndüğü ülkesi Danimarka’da iktidara egemen olan anlayış henüz Ortaçağın karanlıkları içindedir.
Hamlet’in çok düşünmesi ve kendini dinlemesi eyleme geçmeyi engeller. Bir sahnede Hamlet: "Bilinç insanı ödlekleştirir" derdi. Bu anlamda da oyun aslında eylem karşısında aydın kararsızlığının da bir simgesi halindedir.
Hamlet, yaşadığı feodal dünyaya yakışır şekilde; güç gösterisinde bulunup, kaba kuvvet göstererek, asıp kesip intikamını alan acımasız bir prens olarak davranması gerekirken, entelektüel birikime sahip, naif, duygusal, eylemden önce düşünen, ait olmadığı bir dünyada tutunmaya çalışan biri olarak sıkışıp kalır. Bu nedenle de krallığa hükmedemez.
Bu nedenle de oyunun sonunda bileğinin ve askerlerinin gücüyle saraya giriş yapan asker olan ama sonradan görme, kaba saba bir kasap olmaktan başka bir özelliği olmayan Norveç Prensi Fortinbras Danimarka krallığını Hamlet’in elinden alır. Fortinbras o feodal toplum için Hamlet'te olmayan her şeyin vücut bulmuş halidir. Tencere yuvarlanmış ve kapağını bulmuştur!…
Bunun bir benzeri Macbeth'de de görülür. Macbeth'i öldüren bir İskoç asilzadesi olan Baron Macduff, Macbeth'in aksine erdemden şaşmayan, öldüreceği için değil öldüremeyeceği için rahatsız olan birisidir. Macbeth ise yaptığı kötülüklerin farkında olarak, kötü olduğunu bilerek vicdan azabı çeker.
Machbeth’te; insandaki vicdan ve ihtiras mücadelesi anlatılır. Güç düşkünlüğü, arkadaşlara ihanet, iyinin kötü, kötünün de iyi olabileceği, insanların hırslarının onların nasıl sonlarını getirdiği verilir. İyi eğitilmiş kötülüğün bütün incelikleri verilerek iktidar hırsının insana neler yaptırabileceği ve sonuçları ortaya konulur… Sonuçta oyunda iki zalim karakter başı çeker ve onlardan daha az zalim olan kahraman olur…
Macbeth, genellikle mutlakiyetçi devlet ideolojisini savunan bir eser olarak bilinir. Buna göre Macbeth mutlak devleti temsil eden kralı öldürdüğü için İskoçya’yı kaosa sürükler ve oyunun temel izleği, kötü olanı sergilemek ve bunun sonuçlarını göstermektir. Macbeth'i değerlendirmeden önce, devletin haklı ve yasal saydığı şiddet ile saymadığı şiddet arasında dikkatli bir ayrım yapmak gerekir: Macbeth kral Duncan'ı öldürdüğünde hain bir katildir, ama isyancı güçlerin lideri olan Macdonwald'ı çok daha korkunç bir şekilde öldürdüğünde ise şanına layık bir kahramandır ve herkesin övgüsünü alır. Yani hâkim gücün hizmetinde şiddet kullanması iyi, bu gücü yıkmaya çalışması kötüdür...
Shakespeare, sadece Hamlet ve Machbeth’de değil diğer eserleri olan III. Richard, Kral Lear, Coriolanus ve Tempest gibi trajedilerinde hep tiranları ve onların küstahlıklarını, acımasızlıklarını ve deliliklerini anlatır.
Bu iki oyundan günümüze dair çok hayati olan üç ders vardır.
Birincisi:
Yozlaşan ve feodal zihniyetteki bir iktidara karşı bir Rönesans aydını kafasıyla savaşım vermek hemen hemen imkânsızdır. Bilinç insanı ödlekleştirmektedir. İktidarlar yozlaştıkça aydın da ödlekleşmektedir… Eylem karşısında aydın kararsız kalmaktadır…
Machbeth oyununda iki zalim karakter başı çeker ve oyun sonunda onlardan daha az zalim olan kahraman olur! Feodal toplumlarda kahramanlar zalimlerden çıkmaktadır.
İkincisi:
Hamlet’deki “Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…” söylemi, o iklimlerde bir siyasi uyarı ifadesidir. O da şudur: Şatolar ve saraylar içindekilerle beraber çürür… Bu nedenle aradan geçen beş yüz yıllık süreçte Batı siyasi düşüncesi, yeni Elsinore saraylarının inşasına izin vermez. Çünkü Dünya tarihi, şatoların ve sarayların içindekilerle beraber çürürken toplumu da beraberinde çürüttüğünü göstermiştir… İşte bu nedenle de Rönesans ve onunla birlikte inancın karşısında doruklarına ulaşan '’eleştirel düşünce’’, sarayların değil, sadece özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebileceği zeminleri yaratmıştır.
Üçüncüsü:
Feodal kültürlerde hâkim gücün hizmetindeki şiddeti kullanması her zaman için kutsanmıştır!
Hamlet’ten ve Machbeth’ten arta kalanlar işte bunlardır. Siyaset ile ilgilenenlerin anlaması dileği ile!
Osman AYDOĞAN
Kimseler uyumasın artık! Macbeth uykuyu öldürdü!
17 Temmuz 2018
Dün (16 Temmuz 2018) bu sayfada sizlere William Shakespeare (1564-1616)’in İngiliz edebiyatının en ünlü trajedilerinden birisi olan ‘’Hamlet’’ oyununu, daha önce de ‘’Othello’’ oyununu anlatmıştım. Mademki sözü Shakespeare’e verdik onun Hamlet'ten sonraki en iyi eseri ile devam edeyim istedim: Bu sefer de ‘’Machbeth’’ (Alter Yayıncılık, 2011)
Macbeth, William Shakespeare'in en kısası olmasının yanında en önemli trajedilerinden biridir. Oyunun, bir kısmı Raphael Holinshed'in ve İskoç filozof Hector Boece'nin İskoç Kralı Mac Bethad (Macbeth) hakkında yazdıklarına dayanır.
Macbeth; genellikle güç düşkünlüğü, arkadaşlara ihanet, iyinin kötü, kötünün de iyi olabileceği, insanların hırslarının onların nasıl sonlarını getirdiğini gösteren ve içinde doğaüstü unsurların da bulunduğu, iki zalim karakterin başı çektiği, onlardan daha az zalim olanların kahraman olduğu, iyi eğitilmiş kötülüğün bütün incelikleriyle verildiği ve insandaki vicdan ve ihtiras mücadelesinin anlatıldığı ve iktidar hırsının insana neler yaptırabileceğini ve sonuçlarını ortaya koyduğu bir oyundur.
Macbeth’de hikâye şöyle başlar:
Macbeth, İskoçya kralı olan Duncan’ın sadık bir komutanıdır. Norveç ordularına karşı kazandığı kanlı bir zaferden yakın dostu Banquo ile dönerken üç cadıyla karşılaşır. Bu üç cadı, Macbeth’in ilk olarak Cawdor Beyi, ardından da kral olacağını, lakin krallık mertebesinin elinden Banquo’nun oğlu tarafından alınacağını söylerler. Macbeth, ilk başta bu kehanete kulak asmasa da, isyan çıkarmaya çalıştığı için ölümle cezalandırılan Cawdor Beyi’nin yerine atandığını öğrenince cadıların söylediğinde gerçeklik payının olduğunu düşünmeye başlar. Diğer kehanetlerin de yerine geleceğine inanan Macbeth'te kral olma hırsı oluşur...
Macbeth özetle; karısının ve iktidar hırsının etkisinde kralı öldüren, işlediği cinayetten sonra girdiği vicdan azabını da "Hayat anlamsızdır. Gücünü koru yeter" gibi bir Makyavelist bir prensip ile örten Macbeth'in düşüşünün öyküsüdür...
Ancak Machbeth, iktidara gelince Machiavelli'nin en önemli kurallarını ihlal eder: Gereksiz yere insan öldürür, halkın kendisinden nefret etmesine sebep verir, kaderini kontrol etmeye çalışmak yerine kaderin kendisini kontrol etmesine izin verir. Halk ondan korkar, evet korkar ama korkunun yanında mutlaka olması gereken sevgi yoktur, tersine nefret vardır… Machbeth, hep karısının etkisinde kalır.
Aslında Macbeth tamamen bir aptallık ve aldatılma oyunudur. Macbeth aptaldır cadıların gazına gelir, Duncan aptaldır Macbethe inanır, Banquo aptaldır önünü göremez.
Oyundan bazı replikler:
"Kendini boşuna harcamış olur insan, dilediğine ulaşıp da sevinç duymazsa. Yıktığın hayat kendininki olsun daha iyi, yıkmakla kazandığın yapmacık bir mutluluksa."
"Hayat, gelip geçen bir gölgedir. Kötülükle başlayan kötülükle sağlamlaşır.''
"Olmayan bir şey olandan daha çok sarsıyor beni: Tek o kalıyor ortada, o olmayan şey!"
"En tatlı bir yüz takınarak zamanla alay edelim."
"İnsaf ve merhametin kalmadığı yerden gizlice sıvışmak ayıp sayılmaz."
‘’Yüzümüz yüreğimizin maskesi olur, orada ne olduğunu gizler dışardan.’’
‘’İnsanların gülüşünde hançerler saklıdır.’’
Karısı, Macbeth'e şöyle sesleniyor oyunda:
‘’Yüzün, beyim, yüzün bir kitaptır unutma;
içinde korkulu bir şeyler okuyabilir insan.
Dünyayı aldatmak isteyen dünyanın rengine bürünecek.
Bakışın, ellerin, dillerin gülsün;
yüzünden lekesiz bir çiçek ol,
içinden zehirli bir yılan.
Machbeth söyler: "Öylesine kan içinde yüzüyorum ki artık, geri gitsem de bela, ileri gitsem de."
Macbeth'i öldüren ve bir İskoç asilzadesi olan Baron Macduff’un ''İskoçya yine eski durumda mı?'' sorusuna Machbeth'in kuzeni Rosse şu cevabı verir:
“Ah zavallı ülkem! Kendini tanımaktan adeta korkuyor. Ona anamız değil ancak mezarımız denir: Orada her şeyden habersiz olanlardan başka gülümseyen yok; orada ahlar, iniltiler, göğü yırtan ağlayışlar sürüp gidiyor, duyan yok, fark edilmiyor bile. Büyük üzüntüler günlük kaygılar olmuş; ölüm çanı çalarken kime diye soran pek olmuyor; iyi insanların ömrü başlarındaki çiçeklerden önce geçiyor, çiçekler solmadan onlar ölüyor.”
Macbeth'in aksine erdemden şaşmayan Baron Macduff’un şu sözü ise oyunda kulakları çın çın çınlatır:
‘’Kan ağla, canım memleketim, kan ağla!
Güçlü zorbalık, sen oturt sapasağlam temellerini:
İyiliğin yüreği yok sana karşı durmaya!"
‘’Macbeth, uykuyu öldürdü.”
Bu dize ise Shakespeare’in Macbeth’teki en görkemli ve en sarsıcı dizelerinden birisidir… Bu dize Kralın Machbeth tarafından uykuda öldürülüşünden hemen sonra gelen o tek bir dizedir. Ve bu sahnede söylenirken insanın kulaklarında çın çın çınlar: ‘’Macbeth, uykuyu öldürdü.” Uyku, masumiyettir. Uykudaki insanı öldürmek ise, belki de masumiyetin yeryüzündeki son kalesini yıkmaktır.
Ve Shakespeare şöyle bitirir Macbeth’i: "Kimseler uyumasın artık! Macbeth uykuyu öldürdü!"
Osman AYDOĞAN
Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…
16 Temmuz 2018
Cumartesi günü (14 Temmuz 2018) bu sayfada sizlere William Shakespeare (1564-1616)’in ‘’Othello’’ isimli oyununu anlatmıştım. Söz Shakespeare’den açılmışken onun 1601 yılında yazdığı İngiliz edebiyatının en ünlü trajedilerinden birisi olan ‘’Hamlet’’ (Remzi Kitapevi, 2015) oyunu ile devam edeyim istedim.
Fransız besteci, yazar ve müzik eleştirmeni Louis Hector Berlioz (1803-1869) bir makalesinde; ‘’Eğer bir insan Hamlet’i okumadan yaşamını tamamlıyorsa, o kişi ömrünü bir kömür madeninin dibinde geçirmiş demektir" diye anlatırdı Hamlet'i...
‘’Hamlet’’ oyunun en belirgin teması “intikam”dır. Bu açıdan bakıldığında eser çok güzel bir intikam başyapıtıdır.
Oyunun karakterleri kısaca şöyledir: Hamlet: Eski kralın oğlu yeni kralın yeğeni, Claudius: Danimarka Kralı ve Hamlet'in amcası, Gertrude: Danimarka Kraliçesi ve Hamlet'in annesi, Horatio: Hamlet'in gerçek dostu, Marcellus: Subay
Oyunda geçen hikâye özetle şöyledir: Zamanın Almanya’sında, Wittenberg Üniversitesini bitiren Danimarka Prensi Hamlet, ülkesine geri döner. Wittenberg, Martin Luther’in üniversitesidir. Dolayısıyla Hamlet, bir ayağı ile Rönesans’ta ve Luther’in Reform hareketinin içerisindedir.
Hamlet ülkesine döndüğünde şunu görür: Amcası, kendi öz kardeşi olan Hamlet’in babasını öldürerek tahta geçmiş ve Hamlet’in annesiyle evlenmiştir. Danimarka’daki Elsinore Şatosu da bu olup bitenlerin geçtiği sahnedir.
İşte Danimarka'da geçen bu oyunda Prens Hamlet'in, kral olan babasını öldürdükten sonra tahta geçen ve annesi Gertrude ile evlenen amcası Claudius 'tan nasıl intikam aldığını anlatılır.
Ancak oyun esnasında eline birçok fırsata geçmesine rağmen Hamlet babasının öcünü almayı sürekli erteler. Bu anlamda oyun ayrıca eylemsizliğin destansı bir anlatımıdır.
Oyundaki bu eylemsizlik şu mesajı verir: Çok düşünmek ve kendini dinlemek eyleme geçmeyi engeller. Dolayısıyla gerçekleşen eylemler düşünülmeden yapılan eylemlerdir. Bir sahnede Hamlet: "Bilinç insanı ödlekleştirir" der. Bu anlamda da oyun aslında eylem karşısında aydın kararsızlığının da bir simgesidir.
Hamlet, anlatıldığı gibi bir kararsızlığın, bir eylemsizliğin tragedyası olarak bilinse de Hamlet’ in kafası hızlı ve gereğinden çok çalışır ve böyle bir iktidar yozlaşmasına karşı bir Rönesans aydını kafasıyla savaşım verilemeyeceğinin de farkındadır. Çünkü geri döndüğü ülkesi Danimarka’da iktidar mekanizmasına egemen olan anlayış, henüz ortaçağın sınırlarını aşamamıştır.
Bu yüzden “Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…” söylemi, o iklimlerde bir siyasi uyarı ifadesidir. O da şudur: Şatolar ve saraylar içindekilerle beraber çürür… Bu nedenle aradan geçen beş yüz yıllık süreçte Batı siyasi düşüncesi, yeni Elsinore saraylarının inşasına izin vermez. Çünkü Dünya tarihi, şatoların ve sarayların içindekilerle beraber çürürken toplumu da beraberinde çürüttüğünü göstermiştir… İşte bu nedenle de Rönesans ve onunla birlikte inancın karşısında doruklarına ulaşan '’eleştirel düşünce’’, sarayların değil, sadece özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebileceği zeminleri yaratmıştır.
Oyunda geçen bazı tiradlar:
‘’Olur ya, doğruluğun gücü güzelliği kendine benzetinceye kadar, güzelliğin gücü doğruluğu bir kahpeye çevirebilir. Olmayacak bir şeydi bu eskiden, ama şimdiki zamanda oluyor, görüyoruz.’’
‘’Öyle çarpık bir dünyada yaşıyoruz ki, namus günahtan özür dilemek zorunda kalıyor, eğilip izin istiyor ona yardım etmek için.’’
"Pisliğin ortalığı sardığı bu zamanda, iyiliğin af dilemesi gerekiyor kötülükten."
"Kötü işler gömülse de yerin dibine çıkar bir gün insanların gözü önüne.''
‘’Büyüklerin cinneti başıboş bırakılmaya gelmez…’’
''İnanma gerçeğin gerçekliğine!''
"Bu dünyada namuslu olmak on binde bir olmaktır."
"Yeryüzünde de gökyüzünde de felsefenizin tasarladığından daha çok şey var Horatio.."
‘’Kavgaya girmekten sakın, fakat içinde bulunduğun bir kavgada karşı taraf senden sakınsın…''
‘’Herkesi sev, birkaçına güven, hiçbirine yanlış yapma.’’
‘’İyi ve kötü diye bir şey yoktur, düşünce onu öyle yapar.’’
Shakespeare'in ''Hamlet''i bana bizden bir roman kahramanını hatırlatır. Hamlet bana bu sayfalarda çooook önceleri yazdığım Oğuz Atay'ın ''Tutunamayanlar'' (İletişim Yayınları, 2016) isimli romanının kahramanı Selim'i hatırlatır. Selim gibi Hamlet de tutunamaz bu dünyaya...
Shakespeare'in ''Hamlet'' oyunu bir tragedyadır. Ancak ''Hamlet'’in bir tragedya oluşu oyun içindeki cinayetler serisi değildir. Oyunda bundan daha farklı, daha derin, daha anlamlı bir şey vardır oyunun tragedya olmasında. O da asil ruhlu bir insanın, Hamlet'in mahvoluşudur, yok oluşudur, per perişan oluşudur, Selim gibi tutunamamasıdır... İşte gerçek trajedi budur.
Oyundaki tiratlardan birisi “olmak ya da olmamak, budur işte bütün mesele” ("to be, or not to be, that is the question) diye başlıyordu. O zaman da bu zaman da geçerli bir sözdür bu söz: "Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!''
Çünkü oyunun ilk perdesinin dördüncü sahnesinin sonunda, Horatio’nun: “Nereye varacak bunların sonu?” sorusuna Marcellus, şu yanıtı verirdi: “Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…”
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
Aşağıda verdiğim yazımda bahsi geçen bu tiratın tamamını üzerine basa basa, her bir söz üzerinde düşünerek okumanızı isterim!
Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin.
Şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz.
Yarına kalacaksa, bugün olmaz.
Bütün mesele hazır olmakta.
Madem hiçbir insan bırakıp gideceği şeyin gerçekten sahibi olmamış,
erken bırakmış ne çıkar.
Evet, tabiatından ya da bahtından gelen
bir tek kusurla damgalandı mı insan
başka değerleriyle bir melek olsa,
bir insanın olabileceği kadar büyük olsa,
yalnız o kusurundan ötürü
düşer insanların gözünden.
Olmak ya da olmamak, işte bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece!
Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü.
Çünkü, o ölüm uykularında
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanları?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Carmina Burana
15 Temmuz 2018
Güzellik yarışması finallerinin, mezuniyet törenlerinin ve en çok da korku filmlerinin vazgeçilmez müziğidir ‘’Carmina Burana’’. Bu müziğin bağlantısını vermeden önce her zaman olduğu gibi sizlere bu müziğin kısaca hikâyesini anlatmak istiyorum...
Almanya'nın Bayern eyaletinde, Münih şehrinin güneyindeki Benediktin manastırında bulunan el yazmaları üzerine bestelenmiş bir şarkılar bütünü vardır. Saray Devlet kütüphanesinde çalışan bilgin ve kütüphaneci Johann Andreas Schmeller, bu şarkıların tamamına ‘’Benediktbeuren'den şarkılar’’ anlamına gelen ‘’Carmina Burana’’ adını verir ve 1847 yılında bu el yazmalarını ilk kez kitap haline getirir.
Bu şekilde ortaya çıkan ‘’Carmina Burana’’ kitabı, çoğu bölümleri Ortaçağ Latincesi ve bazı bölümleri de Ortaçağ Almancası kullanılarak yazılan, 13. yüzyılın Almanya’sının kültürel ve sosyal yaşamını yansıtan toplam 318 şiirden oluşan Ortaçağın en büyük ve en tanınmış bir edebi eseri haline gelir. Bu el yazmaları halen Bavyera Devlet kütüphanesinde muhafaza edilmektedir...
‘’Carmina Burana’’ kitabı aslında ulus bilincine övgü olarak yazılmıştır. Ritmik ve metrik yapıya sahip olan bu şarkılar içerik bakımından da bölümlere ayrılır. Düzenli biçimde değişen insan yaşamını yansıtan ve insanların ibret alması amacıyla yazılan şiirlerden oluşan eserin ilk bölümünde; insanın alınyazısı anlatılır. Ardından bahar anlatılır; uyanma, oynaşma, coşma ve ilk aşk. Bu bölümde ana fikir erkek ve kadının birbirlerine olan arzusudur. Eserin ilerleyen bölümlerinde kadın ve erkek yaratılışları, yaşlılığın ve ölümün kaçınılmazlığı anlatılır. Son bölüm ise kadınlar hakkındadır; daha yumuşak olan doğaları, kendi tutkularıyla olan savaşları ve kendilerini coşkunluğa ve doruğa ulaştıracak olan fiziksel aşkı kabul edişleri anlatılır.
İlk çağların ilkel müziğini ortaçağın mistik müzikleriyle birleştiren Alman müzisyen Carl Orff (1895-1982) ise 1937'de Ortaçağ şiirlerinin yer aldığı bu el yazmasına dayanarak ‘’Carmina Burana’’ başlıklı oratoryoyu besteler. Eski çağların müziğini günümüz müziği ile birleştiren Carl Orff ‘’Carmina Burana'’da orkestrayı insan sesini desteklemek amacıyla kullanır. ‘’Carmina Burana’’ ilk olarak 8 Haziran 1937 yılında Frankfurt'ta seslendirilir…
Carl Orff, ‘’Carmina Burana’’nın ardından Yunan tiyatrosuyla Ortaçağ gizem oyunlarından esinlenen iki operayı daha müziğe döker. Bunlar ‘’Carmina Burana’’ ile birlikte üçlü oluşturan ‘’Catulli Carmina’’ (Catallus'un şarkıları) ve ‘’Trionfo di Afrodite’’ (Afrodit'in zaferi) dir. Carl Orff, ‘’Catulli Carmina'’da ünlü Romalı şair Catallus'un kendi hayatını anlatmaktadır… Bu eser müstehcen Latince metinlere dayanır.
Carl Orff, ‘’Carmina Burana’’yı besteledikten sonra yayıncısına; "Daha önce yazdığım bütün eserlerimi yırt. 'Carmina Burana' benim seçkin eserlerimin bir başlangıcı oldu" diye yazar…
Carl Orff'un hayatından bir başka bölümü de atlamadan geçmemek gerekir. 1930'lu yıllar bir başka Alman'ı da tarih sahnesine çıkarmıştır. Nasyonal sosyalizmi savunan Hitler'e göre ülkede her şey Alman olmak zorundaydı, hatta müzik bile. Hitler uzun bir süre Almanya'nın ve Alman vatandaşlarının gözünde bir simge olur. Buna Carl Orff da dâhildir. Bu hayranlığın asker kökenli bir aileden gelmesine mi yoksa duyulan hayranlığın karşılıklı olmasından mı kaynaklandığı bilinmiyor. Bilinen gerçek Hitler'in severek dinlediği bestecilerden birinin Richard Wagner, diğerinin de Carl Orff olduğudur.
Carl Orff'un güçlü ve dramatik yapıtı ‘’Carmina Burana’'sız bir klasik müzik arşivinin oluşu düşünülemez. Opera deyince ilk akla gelenlerin başındadır “Carmina Burana”. Tabii bunun yanında Mozart’ın “Figaro’nun Düğünü”, Rossini’nin “Giyom Tell”, Bizet’nin “Carmen” ve Verdi’nin “Aida” gibi operalarını da saymamız gerekmektedir.
Güzellik yarışması finallerinin, mezuniyet törenlerinin ve birçok korku filminin vazgeçilmez müziği olan ve severek dinlediğimiz ‘’Carmina Burana’’ işte özetle budur.
Aşağıda verdiğim birinci bağlantıdaki parça “Carmina Burana”nın dinleyeni fazlasıyla heyecanlandıran, tüyleri diken diken eden, bir o kadar da duygulandıran ‘’O Fortuna’’ bölümü, bir saat on bir dakikalık tüm eserin üç buçuk dakikalık en zirve kısmıdır. Zaten eser de ''O Fortuna'' ile başlar ve ''O Fortuna'' ile biter. İkinci bağlantıda ise işte bu bir saat on bir dakikalık eserin tamamı vardır meraklıları için.
Yazımda ‘’Carmina Burana’’ aslında ulus bilincine övgü olarak yazılmıştır diye ifade etmiştim ya… Müziği görseli ile beraber dinledikten sonra görün müziğin insanları birleştirici bir nasıl duygu yarattığını!
Bugün Pazar… Bırakın gamı, kederi, kasveti... Bağlantısını verdiğim güzellik yarışması finallerinin, mezuniyet törenlerinin ve birçok korku filminin vazgeçilmez müziği olan ‘’Carmina Burana’’yı dinleyin… Hem de yüksek sesle dinleyin! Görselini de tam ekran yaparak izleyin!
Sizlere güzel mi güzel, pırıl pırıl, mutlu bir Pazar diliyorum…
Osman AYDOĞAN
Andre Rieu orkestrası eşliğinde ‘’Carmina Burana’’’nın ‘’O Fortuna’’ bölümü:
https://www.youtube.com/watch?v=4QPU1VpPn2s
Bir saat on bir dakikalık ‘’Carmina Burana’’: (Bu bölümün tamamını dinlemeseniz de en azından başındaki üç dakikalık ''O Fortuna'' bölümünü dinlemenizi isterim.)
https://www.youtube.com/watch?v=MPjy55Y6hWU
‘’Carmina Burana’’’nın ‘’O Fortuna’’ bölümünün Türkçesi:
Ey talih,
ay gibi
değişkensin,
hep büyüyen
ve küçülen;
menfur hayat
önce zulmeder
sonra teselli eder,
zihnin görüşüne göre;
fakirlik
ve kudreti
buz gibi eritir.
Talih, canavar
ve boş,
sen çark-ı felek,
sen kötüsün,
servet geçicidir
ve daima kaybolur,
gölgeli
örtülü
bana da zarar veriyorsun;
şimdi oyun süresince
çıplak sırtımı
senin kötülüğüne teslim ediyorum.
Talih, sağlıkta
ve erdemde,
bana karşıdır,
güdülen
ve sindirilen,
daima esarette.
O halde şu saatte
gecikmeksizin
titreyen tellere vurun;
mademki kader
güçlü kimseyi yere çalıyor,
herkes benimle birlikte ağlasın
Othello
14 Temmuz 2018
Dün bu sayfada sizlere İrlandalı oyun yazarı, romancı ve şair Oscar Wilde’ın ‘’Salomé’’ (İmge Kitapevi, 2014) isimli bir oyunundan bahsedince William Shakespeare de alınmasın diye onun da bir oyunundan kısaca bahsetmek istedim: Othello
Othello (The Tragedy of Othello, the Moor of Venice), William Shakespeare'in yazdığı trajedilerden biridir. (Remzi Kitabevi, 2013) Othello ise oyunun baş erkek kahramanıdır. Shakespeare'in bu oyunu, takma adı Cinthio olan İtalyan romancı ve şair Giovanni Battista Giraldi (1504 - 1573) tarafından yazılan "Moor of Venice" adlı kısa hikâyesine dayanarak, yaklaşık 1603 yılında yazdığı sanılıyor. William Shakespeare, Mina Urgan’un deyimiyle aslında metelik etmeyen bir İtalyan öyküsünü bir başyapıta dönüştürmüştür. Othello; öyküsü tamamen insana ait bir Shakespeare şaheseridir.
Oyun dört ana karakter etrafında döner: Othello, karısı Desdemona, muhafız komutanı Cassio ve güvendiği akıl hocası İago. Othello Kıbrıs'taki Venedik koloni ordusunun Osmanlılarla savaştığı dönemde başarılı ve saygı duyulan Mağrip kökenli zenci bir komutandır.
Oyunun ismi ve başkarakteri Othello’dur ancak oyundaki en ilginç karakter ise İago’dur. Bunun nedeni ise kendine güveni olmayan, kompleks sahibi, tilki kadar kurnaz, sanki Machiavelli'nin ‘’Prens’’ adlı eserinden yararlanmış bir insan olan İago’nun tüm karakterleri adeta birbirine düşürmesi ve tam bir kaosa sebebiyet vermesidir. İago aktif olara kötülük yapmaz, insanların içinde var olan kötülüğü kışkırtıp, sonra da kenara çekilerek olayların trajediye dönüşmesini izler.
Oyun Othello ile İago arasında geçen sanki iki kişilik bir strateji oyunudur. Othello oyunu; Shakespeare’in, İago'da topladığı kötülük, kurnazlık, yükselme hırsı, şüpheye dayanarak yargıya varma, insanların kaderlerine hükmetme isteği gibi özellikler ile Othello'ya yüklediği dürüstlük, hayata tutunabilmek için çabalama isteği ve insani duyguların en yoğunu ile karşı karşıya kalmak çelişkisini çarpıştırıp bir insanlık tragedyası yarattığı bir oyundur. Oyun sanki dürüstlüğün yalanlara yenilgisini, olumsuzluklara rağmen sevginin korunmaya çalışılmasını anlatan bir trajedidir...
Oyundaki hikâye kısaca şu şekildedir:
Halk ve ileri gelenler tarafından çok sevilen bu Berberî komutan, şehrin ileri gelenlerinden Venedikli bir soylunun kızı olan Desdemona'ya aşık olur. Desdemona da Othello'yu sevmektedir. Önceleri saygı duyulan bu Mağribi zenci Othello'nun bir beyaz ile evliliği sonucu birçok dedikodu çıkar. Her şeye rağmen evlenen Othello ve Desdemona'nın mutlulukları halkın dedikoduları ve İago'nun kötülükleriyle bir trajediye döner.
Aşk, kıskançlık, ihanet ve ırkçılık konularına değinen Shakespeare’in Othello eseri İşte bu trajediyi anlatır. Bu trajedinin en güçlü teması da “kıskançlık”tır. Ömrü savaşlarda geçmiş, ölümcül tehlikeler atlatmış cesur ve güçlü komutan Othello, karısı hakkında kulağına fısıldanan bir iki yalan sözle bir anda perişan olur. İçine kuşku ve kıskançlık ateşi girdikten sonra Othello, çok acı çeker. Çektiği acının şiddetli olması, karısına duyduğu sevginin büyüklüğündendir.
Bu trajedinin temelinde ise aslında Othello'nun kıskançlığı değil Desdemona'ya olan güveni yatar. Rus yazar Puşkin de böyle söyler: "Otello kıskanç değil, güvenen bir insandır." Bu nedenle de oyunu izleyen veya kitabını okuyan kadınlar kendilerini Desdemona ile özdeşleştirip Othello gibi erkekleri ararlar... Aslında her Türk erkeğinin okuması ve hem de izlemesi gereken bir oyundur!
Othello, 1930'lu ve 1940'lı yıllarda Türkiye'de taşra şehir ve kasabalarında gezgin çadır ve halk tiyatrolarında yaygın olarak ‘’Arabın İntikamı’’ adıyla temsil edilir.
Yıllanan şarap gibi günümüzde de daha anlamlı hâle gelen oyunda geçen bazı ifadeler:
"İnsanlar göründükleri gibi olmalıdır. Eğer değillerse hiç görünmesinler daha iyi."
"Eskiden kalpler el uzatırdı, şimdilerde el uzatılıyor, kalp yok."
"Ne kadar da fakirdir sabrı olmayanlar."
"Anladığım sözlerindeki öfkedir, sözlerin değil."
"Bir kez fırsat verdin mi kuşkuya, karara da vardın demektir."
"En kara günahları işletecekleri zaman şeytanlar, önce ilahi bir kılıfa sokmakla işe başlarlar."
"En büyük kaygısı vicdanlarının, günah işlememek değil, gizlemektir günahlarını."
Ve oyunda geçen en önemli ifade ise şudur:
‘’Beğendiğimiz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, aşk sanıyorsunuz!’’
Bu sözdeki trajediyi dünyada yaşamayan yok gibidir...
Dört yüz küsur yıllık bir hikâyedir Othello. Ancak günümüzde de değişen hiçbir şey yoktur!... Günümüzde de insan (Othello, Desdemona) aynı insan, pislik (İago) aynı pisliktir... Toplum da aynı toplumdur.
Hep söylüyorum ya; tarih, edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır diye!
Osman AYDOĞAN
İhtiras
13 Temmuz 2018
Dün bu sayfada sizlere İrlandalı oyun yazarı, romancı ve şair Oscar Wilde’ın (1854-1900) ‘’Dorian Gray'in Portresi’’ (Can Yayınları, 2016) isimli yayınlanmış tek romanından bahsedince -hazır söz Oscar Wilde’den açılmışken- bugün de sizlere onun ‘’Salomé’’ (İmge Kitapevi, 2014) isimli bir oyunundan da bahsetmek istedim.
Oscar Wilde işte bu ‘’Salomé’’ isimli oyununu; Marcus (Marcos) ve Matta İncillerindeki bir hikâyeden ve bu hikâyenin üzerine yapılan Gustave Flaubert’in ''Hérodias'' ve Stéphane Mallarmé’nin ''Hérodiade'' isimli eserlerinden, Heinrich Heine’nin ''Atta Troll'' adlı şiirinden ve Gustave Moreau’nun ''L’Apparition'' adlı tablosundan esinlenerek yazar... Kutsal Kitap içinde anlatılan bir ‘'femme fatale’'in (baştan çıkaran kadın), ölüm fermanları verdirtecek kadar baştan çıkarıcı, ölüm fermanları isteyecek kadar ihtiraslı bir Doğu prensesinin tehlikeli, günahkâr ve dramatik öyküsüne Wilde’ın kayıtsız kalması imkânsızdır.
Salomé “femme fatale” yani baştan çıkaran kadın karakterini işleyen bir oyun olduğundan döneminde müstehcen bulunarak ahlaki sebeplerle yasaklanır ve bu nedenle 1893’te yazılan eser ancak 1907’de seyirciyle buluşabilir. Alman besteci Richard Strauss da daha sonra Wilde’nin Salomé oyununu bir perdelik “müzikli dram” yapısında bir opera haline getirir. Wilde’ın “Salomé”si 1923, 1953 ve 2011 yıllarında da beyazperdeye uyarlanır.
Hikâye Roma İmparatorluğu altındaki Filistin ve İsrail’de Galile (Celile) Kralı Hirodes, üvey kızı Salomé, Kahin Yahya ve diğer karakterler arasında geçer. Oyun Salomé'nin ihtiras yüzünden yavaş yavaş insani duygularını kaybederek canavarlaşmasını anlatır.
Galile’de, daha İsa’nın adı duyulmadan önce herkese onun geleceğini haber veren bir kişi vardır. Bu kişi "Mesih geliyor ve hepinizi kurtaracak" diyerek buna inananları vaftiz eder. Bu kişi dinler tarihine "Vaftizci Yahya" diye geçen çok ünlü bir kişidir.
Doğduğunda Hz. İsa'yı da Erden (Şeria) nehrinde vaftiz eden Vaftizci Yahya, kısa bir süre önce öldürdüğü üvey erkek kardeşi Herod Filipus'un karısı Hirodias ile evlenmek isteyen Kral Hirodes'e "Kardeşinin karısını almak sana caiz değildir" diyerek arzusuna karşı çıkar. Kral buna rağmen öldürttüğü üvey kardeşinin karısıyla evlenir. Kralın evlendiği kadının Salomé adlı çok güzel bir kızı vardır.
Kral, Vaftizci Yahya’nın bu evliliğe karşı olması ve karısını aşağılayıcı söylemlerinden ve de halkı kışkırtmasından korktuğu için Vaftizci Yahya’yı zindana attırır. Fakat kutsal ve değerli bir adam olduğunu düşündüğü için onu öldürtmez. Karısı Hirodias ise Yahya'ya içten içe kin duyar.
Günlerden birgün Kralın karısının ilk kocasından olan kızı Salomé, kraldan habersiz zindanda Vaftizci Yahya’yı görmeye gider. Salomé Vaftizci Yahya’yı gördüğü an ona âşık olur.
Salomé Vaftizci Yahya’ya şunları söyler: ‘’Senin bedenine âşığım Yahya! Bedenin tırpancıların hiç biçmediği bir zambak tarlası kadar beyaz. Bedenin Judaea’nın dağlarında yatan ve vadilere dökülen karlar gibi beyaz. Arap Kraliçesi’nin bahçesindeki güller bile senin bedenin kadar beyaz değildir. Ne Arap Kraliçesi’nin bahçesinin gülleri ne de Arap Kraliçesi’nin baharat bahçesi; ne yaprakların üstünde parlayan gün ışığının ayakları ne de denizin gönlünde yatan ayın yüreği; dünyada senin bedenin kadar beyaz başka hiçbir şey yoktur. Bedenine dokunmama izin ver.”
Vaftizci Yahya ise ona hiç karşılık vermez. "Dışarı Babil’in kızı. Tanrı’nın seçilmiş kuluna sakın yaklaşma" diye bağırır ve onu kovar. Salomé ise onu şiddetle arzulamaktadır. "Bırak, hiç olmazsa bir kere dudağını öpeyim" der. Yahya aynı öfkeyle cevap verir: "Asla; Sodom’un kızı; asla..." İstediği erkeği öpemeyen Salomé, reddedilmenin verdiği hınçla ve öfkeyle oradan ayrılır.
Kralın da üvey kızı Salomé’ye zaafı vardır. Bir saray eğlencesinde Salomé’nin dans etmesini ister. Kral Salomé'ye "dile benden ne dilersen, sana vereceğim" der. Hatta "benden ne dilersen, ülkemin yarısına kadar sana vereceğim" diye de yemin eder. Salomé ne diyeceğini bilemez ve gidip annesine danışır. Sonra Salomé, daha sonra söyleyeceği bir dileğinin yerine getirilmesi şartı ile dansa razı olur. Kral söz verir. Salomé üzerindeki yedi tüllü elbise ile dansa başlar. (The Dance of the Seven Veils). Tülleri teker teker çıkarır. Son tül çıkarıldığında dans biter. Kral mest olmuştur. Çünkü Salomé insanlık tarihinin en güzel striptizini yapmıştır.
Kral bir süre bu muhteşem genç kızı seyreder ve "dile benden ne dilersen" der. Derin ve meraklı bir sessizlik salona iner. Gözler Salomé’ye döner. Salomé iktidarının doruğa ulaştığı bu anı büyük bir hazla uzatır. Salondan çıt çıkmamaktadır. Annesine bakar. Misafirleri küçümseyen gözlerle süzer. Etrafındakilere böcek muamelesi yapan gözler, sonunda aynı umursamazlık ve emin ifadeyle krala döner: "Bana gümüş bir tepside Vaftizci Yahya’nın başını getirin..."
Salomé'nin bu cevabı Richard Strauss'un ayni isimli bir perdelik operasında salonu çın çın çınlatır: "Ich will den Kopf des Jochanaan." (Yahya’nın başını istiyorum)
Kral korkar, çok direnir, bir din adamının başını almayı istemez. Ancak şehvetin esir aldığı kralın yapabileceği bir şey kalmamıştır. Emir verilir. Vaftizci Yahya’nın kanlı başı gümüş bir tepsi içinde getirilip Salomé’nin önüne konur.
Salomé, kendisini reddeden erkeğin başını eline alır ve onunla konuşmaya başlar: "Dalgalar da, seller de söndüremez ihtiras denilen ateşi...” Ve kesik başa bakarak devam eder Salomé; ’’Bir prensestim, beni aşağıladın. İffetliydim, damarlarımı ateşe verdin. Aşkın gizemi, ölümün gizeminden daha büyük."
Sonra oradakilerin hayret dolu bakışlarına hiç aldırmadan, reddeden erkeğin kesik başını kendine doğru çeker ve ağzından öper. İntikam sahnesi Salomé'nin şu cümleleriyle biter:
"Ah! Öptüm ağzını Yahya, senin ağzını öptüm. Acı bir tat vardı dudaklarında. Kan tadı mıydı? Hayır; ama belki aşkın tadıydı... Aşkın acı bir tadı olduğunu söylerler... Ama ne önemi var? Ne fark eder? Senin ağzını öptüm Yahya, ağzını öptüm."
Kral verdiği sözden pişman olmuştur. Salomé’nin kesik başı öpmesi onu iğrendirmiştir. Kral Salomé’nin de kafasının kesilmesini emreder.
Halbuki ‘’Salomé’’ İbranice ‘’barışçıl’’ anlamına gelen bir sözcüktü. Arapça ''selam'' sözcüğünün kökeni de buradan gelir...
Eserdeki hikâye bu kadar.
Salomé’nin hikâyesini Oscar Wilde’nin dışında Avustralyalı yazar Toni Bentley "Salomé’nin Kız Kardeşleri" (Agora Kitaplığı, 2006) isimli eserinde daha detaylı anlatır.
Bu hikâye bana bir İspanyol atasözünü hatırlatır: “İnsanı, hangi zevkle günah işliyorsa o zevk öldürür!” Pek çok insanın sonunu ya tutku ya da saplantılarının getirdiğini, pek çok muktediri iktidardan “alışkanlıklarının” indirdiğini Tarih bize göstermiştir.
Çünkü ihtiras tehlikelidir, içinde vicdan barındırmaz. İhtiraslıların haset duygusu da güçlüdür. Evlerden ırak bir duygudur ihtiras; yıkıcıdır, tahrip edicidir, öldürücüdür. İhtiras, doymak bilmez bir canavardır. İhtiras bir kere adamın yakasına yapıştı mı, mantık ağlayarak ve tehlikeyi haber vererek onu terk eder... İhtirasları alt etmek, silah gücüyle tüm dünyayı hüküm altına almaktan daha zor, daha çetindir.
İşte bu nedenle Salomé Yahya’nın kesik başı tepsi içinde kendine sunulduğunda aslında tarihi bir tespiti söylüyordu: “Dalgalar da, seller de söndüremez ihtiras denilen ateşi...” Ama İspanyol atasözü de bu gerçeğin sonunu hatırlatıyordu: ''İnsanı, hangi zevkle günah işliyorsa o zevk öldürür!”
Bir de genellikle Ortadoğu'ya özgü bu ihtirası Zülfü Livaneli yeni yayınlanan “Huzursuzluk” (Doğan Kitap, 2017) isimli romanında anlatır. Kendi hırsıyla, ülkenin yaralarıyla, kanıyla sarhoş olanların anlatıldığı bu romanda şöyle bir diyalog geçer:
“Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.”
Tarihte Hitler'den Mussolini'ye, Saddam'dan Kaddafi'ye kendi hırsıyla, ülkenin yaralarıyla, kanıyla sarhoş olan bütün muhterislerin sonu zevkle işledikleri ve gevişledikleri günahları gibi olmuştur.
Tarih baba bunu böyle bilir ancak bir tek muhterisler bilmezler...
Osman AYDOĞAN
İngiliz film müzikleri bestecisi Edward Shearmur’un bestesi eşliğinde; 1987 ve 1994'teki uçak kazalarından İki kere mucizevi şekilde ölümden dönen ancak 2000 yılında genç yaşta (43) ecele yenilen İsrailli şarkıcı, söz yazarı, oyuncu ve kusursuz sesiyle iyi bir mezzo-soprano olan Ofra Haza’nın sesinden Salomé: (Dinlemenizi isterim.. Konuyu bilince müzik daha bir anlamlı!)
https://www.youtube.com/watch?v=pYklwmgeKYs
Bir başka ‘’The Dance of the Seven Veils’’ müziği:
https://www.youtube.com/watch?v=xLmMYlU9Yok
Salomé’nin üzerindeki yedi tüllü elbise ile başlayıp tülleri teker teker çıkardığı dans (The Dance of the Seven Veils) gösteri dünyası da ilgisiz kalmaz. Bu dans değişik şekillerde sahnelenir:
https://www.youtube.com/watch?v=Q0ZEgK3qPSI
Gustave Moreau’nun Salomé'nin hikâyesini anlatan L’Apparition adlı tablosu:
Dorian Gray'in Portresi
12 Temmuz 2018
‘’Dorian Gray'in Portresi’’ (Can Yayınları, 2016), İrlandalı oyun yazarı, romancı ve şair Oscar Wilde'ın Nisan 1891'de yayımlanmış olan tek romanıdır.
Oscar Wilde bu romanda çıkış noktası olarak, antik Yunan’da geçen bir efsaneyi konu alır. Roma imparatorluğunun "Beş İyi İmparator'’un üçüncüsü olan Hadrianus’un saltanatının sendeleyen bir başlangıcı, şanlı bir ortası ve trajik bir sonu vardır. İşte bu İmparator Hadrianus, güzelliği ile nam salan, genç yağız bir delikanlı olan Yunanlı gözdesi Antinous ile aşk yaşar (!) Rivayete göre gözde Antinous yaşlanmakta olan ve yaşlanmaktan korkan Hadrianus için kendini Nil Nehri'nin azgın sularına bırakarak, kalan ömrünü sevgilisine armağan eder. İşte Oscar Wilde'ın bu romanın çıkış noktası antik Yunan’da geçen bu efsaneye dayanır.
Romanın kahramanı Dorian Gray çok yakışıklı genç bir adamdır. Dorian Gray'ın hayranı olan ressam Basil Hallward, onun güzelliğinden çok etkilenir ve sanatında yeni bir akım oluşturduğuna inanır. Basil'in evinin bahçesinde, Dorian Gray, Basil'in arkadaşı Lord Henry Wotton ile tanışır ve onun dünya görüşünden adeta büyülenir.
Lord Henry, hayatta en önemli değerlerin zevk ve güzellik olduğunu düşünür ve ‘’Hazcılık’’ üzerine kurulu bu düşüncelerini Dorian Gray'a anlatır. Dorian Gray bunun üstüne güzelliğini bir gün yitireceğini fark eder ve ağlayarak onun yerine Basil'in çizdiği resminin yaşlanmasını ne kadar çok istediğini dile getirir. Bu isteğini şöyle seslendirir Dorian Gray; "Keşke tersi olabilseydi! Keşke her zaman genç kalacak olan ben olsaydım da portrem yaşlansaydı! Bunun için... Bunun için her şeyi verirdim!"
Dorian Gray'ın bu dileği gerçekleşir. Portresi işlediği her günahın izini taşımak üzere işaretlenir ve bu günahların her biri portresinde kusur veya yaşlanma belirtisi olarak yer alır. Dorian Gray, sansasyonlarla dolu bir hayat yaşar ama bir türlü yaşlanmaz. Ancak Dorian Gray’ın kalan dış güzelliği yanında iç dünyasının çirkinleşmesi bu resimde canlandırılır.
Romanda; başlangıçta olağanüstü güzellikte ve saf bir ruha sahip olan Dorian Gray'in güzellik ve gençlik uğruna ve çekiciliğinden aldığı güçle zaman içinde yozlaşmasını ve şeytani bir ruha bürünmesi anlatılır. Dorian Gray'in isteği (daima genç ve güzel olmak) gerçekleşir ama her şeyin bir bedeli vardır ve bu bedel bazen ağır bir biçimde ve geç bir dönemde ödenir. Romanın başında masum Dorian Gray vardır. Sonrasında ise Dorian Gray''ın ruhu ilmek ilmek karanlıkla işlenir. Dorian Gray'in saf ve güzel portresi ise Dorian Gray'in şeytani ruha bürünmesi ile zamanla çirkinleşip şeytani bir hal alır...
Oscar Wilde romanının ilerleyen sayfalarında Dorian Gray’in şahsında insan ruhunun derinliklerinde ne menem bir karanlığın bulunduğunu oldukça etkileyici bir şekilde ortaya koyar. Dorian Gray bu karanlığı kontrol edemez. Çünkü manik depresif- psikotik örüntüleri onu şehvet, güç ve haz dolu kaotik bir evrene hapseder.
Romanın da özünü sanırım şu iki dize çok net bir şekilde anlatır: "Bir hüznün resmi gibi / kalbi olmayan bir yüz."
Sonuç olarak Dorian Gray’in dileği gerçekleşmiş, zevk peşinde koşarak geçen sefih hayatına karşın hep genç ve yakışıklı kalmıştır. Fakat bu arada portresi geçen zamanın ve bu genç adamın yaşadığı sefih hayatın izleriyle giderek yaşlanıp çirkinleşmiştir.
Portreye odaklanan, sonsuz gençlik karşısında ruhunu satan ve ruhunun ölmüş olmasından korkan Dorian için kurtuluş yoktur. Sonunda Dorian Gray bu çirkin tabloyu ortadan kaldırmaya karar verir ve tabloyu bıçakla parçalar. Ancak tabloyu ortadan kaldırmak için onu bıçaklayıp parçalayan Dorian Gray’ın bıçakla parçalayıp öldürdüğü aslında kendisidir...
Cinayet yerine gelenlerin orada gördükleri ise yaşlı ve çirkin bir adamın cesediyle genç ve yakışıklı bir adam portresidir…
''Dorian Gray’in Portresi'' romanını Oscar Wilde, “bir ruhun hikâyesi'' diye tanımlar ve ''herkes Dorian Gray'da kendi günahını görecektir'' der. Günümüzde de halen aramızda yaşayan nice Dorian Gray’ler, nice Dorian Gray'lerin ruhları ve bu ruhların nice hikâyeleri ve nice günahları vardır. Ve Oscar Wilde'ın dediği gibi, herkes Dorian Gray'da kendi günahını görecektir. Bu Dorian Gray'ler portrelerle tersini göstermeye ne kadar çalışsalar da ruhlarını şeytana sattıklarını gizleyemezler.
Tabii bütün Dorian Gray’ler kendisini kaybedip savrulmuyor. Ruhları karanlığa boyansa da şehvetin, gücün, kibrin, hırsın ve nefretin özgürce vals ettiği bu ruhlardan bazıları tutkularının aleviyle halen yanmaya ve yakmaya devam ediyor. Doymak ya da had bilmek onlar için günahın ta kendisi ama hayat denen oyunu usturuplu şekilde oynamasını da biliyorlar.
Ancak; Oscar Wilde'nin ''Dorian Gray’in Portresi'' romanı için ilham aldığı antik Yunan efsanesindeki Roma imparatoru Hadrianus'ta olduğu gibi her Dorian Gray'ın saltanatının sendeleyen bir başlangıcı, şanlı bir ortası ve trajik bir sonu vardır.
Allah onlara kapılanların yar ve yardımcısı olsun...
İbn-i Haldun o muazzam eseri Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi...
‘’Edebiyat’’ kelimesi ise; Arapça ‘’edep’’ kelime kökünden gelir ve görgü, terbiye, yaşam tarzına ilişkin hikâye ve gözlemler anlamlarına gelen bu ‘’edep’’ kelimesinin çoğuludur. Platon, ‘’Devlet’’ isimli eserinde edebiyatı genel anlamı ile hayatın yansıması olarak tanımlar… Çünkü tarih, edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır.
Bakmayın siz böyle uzun uzun anlattığıma… Gündemi mi takip edeceksiniz? Algı yaratmak için manipüle edilmiş haberlerin arasında kaybolmayın. Gerçeği mi görmek istiyorsunuz? Tarihe, debiyata, sanata sığının… Neden ben hemen hemen her gün tarihten, edebiyattan, şiirden, sanattan bahsediyorum zannediyorsunuz ki?
Zaten ne varsa tarihte, edebiyatta, şiirde ve sanatta vardır…Gerçeği orada görürsünüz….
Osman AYDOĞAN
On Temmuz bilseniz ne kara gündü
10 Temmuz 2018
10 Temmuz 1920'de Fransız işgali altındaki Adana’da Ermeniler tarafından Türklere karşı büyük bir şiddet ve soykırım harekâtına girişilir ve bu harekât sonucu onbinlerce Türk Toroslara doğru kaçar. Dört gün süren bu hareket tarihte ‘’Kaç Kaç Olayı’’ olarak isimlendirilmiştir. ‘’Kaç Kaç olayı’’ aslında Kurtuluş Savaşının Çukurova’da geçen bir safhasıdır ve Fransız-Ermeni işbirliğinin Çukurova halkına hayat hakkı tanımamacasına giriştikleri imha hareketi karşısında Adana halkının Toros Dağlarının yamaçlarına çekilmesi hareketi olarak Millî Mücadele tarihimize geçmiştir.
Günümüzün popüler tarihçileri, edebiyatçıları pek bilmezler ama o günlerden kalan iki dörtlük ‘’Kaç Kaç Olayı’’nın o ürpertici manzarasını sanki bugünmüş gibi canlı canlı anlatır. (Yusuf Ayhan, Mustafa Kemal'in Pozantı Kongresi ve Adana'nın Kurtuluşu, Adana, İpek matbaası, 1963)
On Temmuz bilseniz ne kara gündü
Obalar göç etti ocaklar söndü,
Adana bir yangın yerine döndü
O günden ruhlarda bir sızı vardı
O gün döküldü masumlar kanı
Bu kaç kaç ateşi sardı Seyhan'ı
Boğulmak istendi Türkün imanı
Şafakta Kaç Kaç'ın izleri vardı
Siz hiç bugünkü gazete ve TV’lerin bu kara günü andıklarını, hatırladıklarını hiç gördünüz mü? Muhtemel ki Adana’da da kimsecikler hatırlamamıştır. Hoş bu seneye mahsus bir unutkanlık da değildir. Bu her sene böyledir. Eğer katledilen, sürülen, evinden barkından edilen, zulme uğrayan Türk ise zaten kimse hatırlamaz, hatırlatmaz!
Bu konuyu gençlerimize hatırlatacak, unutturmayacak ne romanı vardır, ne de filmi, ne de TV dizisi… Sadece kendisi de Adanalı olan Türk edebiyatının umut vadeden yeni nesil yazarlarından Serpil Ciritci’nin üçüncü kitabı olan ‘’Kavin’’’nin (Kerasus Yayınevi, 2017) girişi bahsettiğim bu ‘’Kaç Kaç Olayı’’ ile başlıyor. Kitapta Çukurova’nın o zamanki çiftlikleri, köyleri anlatılıyor, sonra günümüze İstanbul'a kadar uzanıyor... Geri planda Marşal yardımı, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 olayları yer alıyor.
O günden bu güne değişen pek bir şey yoktur. Düşünen ve aydınlık ruhlarda hep artan bir sızı vardır...
Osman AYDOĞAN
66. Sone
Sone, iki dörtlük ve iki üçlükten oluşan 14 dizelik Batı edebiyatında kullanılan bir nazım şeklidir. Türk edebiyatına ise ilk Servet-i Fünuncular kullanır. Edebiyatımızda ilk örneği Cenap Şahabettin'in, "Şi'r-i Na-Nüvişte" (Yazılmamış Şiir) adlı şiiridir. Sonede devrik cümleler kullanılır. Doğu edebiyatındaki sonelerde aşk konusu işlenir. Son dize, duygu yönünden en baskın dizedir.
İngilizce dilinde yazan en büyük yazar olarak kabul edilen William Shakespeare’in (1564-1616) bir sonesi var: 66. Sone
Geçenlerde Bertolt Brecht'in en güzel şiirlerinden birisi olan ‘’Erinnerung an die Marie A. (Marie A.'nın Anısına) şiirini verirken de yazmıştım; ‘’kim çevirirse çevirsin şiirin hiçbir çeviri Türkçesi şiirin Almancası kadar bana ne tat veriyor ne de anlam veriyor’’ diye. Bu noktada şunu söyleyebilirim ki şiir çevrilemiyor, çevrileceği dilde yeniden yaratılıyor….
Bu yargım her şiir için geçerli ama sanırım en çok da Shakespeare’in 66. Sone’si için geçerli. Bu şiiri çok kişi çevirmiştir. Ancak ben size bu konuda yetkin iki kişiden iki çevriyi vereceğim; önce Can Yücel’in çevirisi, sonra da Talât Sait Halman’ın çevirisi…
Eleştirmen, yazar Memet Fuat, Can Yücel'in çevirisini çok aşırı bulur ve der ki: "Açıkça görülüyor ki, Can Yücel en yakın olduğu zaman bile Shakespeare’in dediğini demiyor; ama en uzak olduğu zaman bile onun anlattığını anlatıyor." Aslında Can Yücel'in çeviri adı altında yeni bir şiir yazdığı söylenebilir.
Neyse, konumuz şiir çevirisi değil, şiirin kendisi… Gelelim şiirimize:
Bu şiir (66. Sone); aradan yüzyıllar geçmiş olsa da aynı cümleleri hala kurmak zorunda kaldığımızı, hiçbir şeyin değişmediğini gösteren bir şiirdir. Muhtemelen gelecek yüzyıllarda da aynı anlamıyla terennüm edeceğimiz bir şiirdir. Her devri olduğu gibi günümüzü de anlatan bir şiirdir…
Bu şiir; sözlerin kılıç gibi keskin olduğu zamanlardan, sözlerin çamur gibi cıvık cıvık olduğu, sözlerin artık bir anlamının kalmadığı, sözlerin içinin boşaldığı günlere, günümüze kalmış bir şiirdir…
''Gerici Sol'' (Çağdaş Yayınları, 1970) isimli kitabın yazarı, yazar ve senarist Jérôme Deshusses'in güzel bir sözü vardı. Hani ''Günün Sözü'' derler ya, sanırım bu söz de ''Bin Yılın Sözü'' olsa gerek: “İnsanlık var olduğundan beri, ne ideal sahipleri iktidar olabilmiştir ne de iktidarlar ideal sahibi...” İşte bu şiir; bu söze tanıklık eden bir şiirdir...
Bu şiiri önce Can Yücel’in çevirisi ile, sonra Talât Sait Halman’ın çevirisi ile, en sonra da orijinal İngilizcesi ile veriyorum. İngilizceniz varsa İngilizcesinden okumanızı öneririm.
Osman AYDOĞAN
66. Sone (Can Yücel’in çevirisi)
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.
66. Sone (Talât Sait Halman’ın çevirisi)
Bıktım artık dünyadan, bari ölüp kurtulsam:
Bakın, gönlü ganiler sokakta dileniyor.
İşte kırtıpillerde bir süs, bir giyim kuşam,
İşte en temiz inanç kalleşçe çiğneniyor,
İşte utanmazlıkla post kapmış yaldızlı şan,
İşte zorla satmışlar kızoğlankız namusu,
İşte gadre uğradı dört başı mamur olan,
İşte kuvvet kör-topal, devrilmiş boyu bosu,
İşte zorba, sanatın ağzına tıkaç tıkmış.
İşte hüküm sürüyor çılgınlık bilgiçlikle,
İşte en saf gerçeğin adı saflığa çıkmış,
İşte kötü bey olmuş, iyi kötüye köle;
Bıktım artık dünyadan, ben kalıcı değilim,
Gel gör ki ölüp gitsem yalnız kalır sevgilim.
Sonnet 66
Tired with all these for restful death I cry:
As to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimmed in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And gilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly, doctor-like, controlling skill,
And simple truth miscalled simplicity,
And captive good attending captain ill;
Tired with all these, from these would be I gone,
Save that, to die, I leave my love alone.
Yeni Türkiye
10 Temmuz 2018
Maurice Duverger (1917 - 2014), siyaset biliminde felsefi düşünce yerine deneysel yöntemi kullanmayı tercih eden dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğudur. Türkiye’deki birçok anayasa hukukçusunu derinden etkilemiştir. Tarafsız olmanın mümkün olmadığını, sadece ne kadar taraf tuttuğumuzu belirterek nesnel olabileceğimiz görüşünü savunur. Komünistlerin sosyal demokrasiyi gerçekleştirmek için siyasal demokrasiyi ortadan kaldırmayı amaçladıkları, faşistlerin ise sosyal demokrasiyi ortadan kaldırmak için siyasal demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalıştıkları tespitini yapar.
Duverger’nin 30 kadar kitabı vardır. Duverger'in bu kitaplarından üçünden bahsedeceğim.
Duverger '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabında, siyasi partileri ‘’seçkin tabanlı partiler’’ ve ‘’halk tabanlı partiler’’ olarak ikiye ayırır. Maurice Duverger bu kitabında Türkiye'den ve Atatürk'den de bahseder. (s. 360-364):
Duverger bu kitabında, “Tek partilerin genellikle totaliter partiler olduğunu, ancak gerek felsefeleri gerek yapıları bakımından bu yargının her ülke için geçerli olmadığını” söyleyerek Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Bu da, tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içermektedir.
Duverger bu kitabında Atatürk hakkında şunları yazar: “Atatürk’ün liderliğindeki tek particilik, tekelciliğe dayanarak liberal demokrasiyi tıkamamıştır. Hatta Mustafa Kemal sahip olduğu güçten rahatsızlık duymuştur. Çeşitli fırsatlarla bu tekele son vermeye çalışmıştır.” Duverger’e göre “bu olgu tek başına bile derin bir anlam taşımaktadır. Hitler Almanyası’nda ya da Mussolini İtalyası’nda böyle bir şey düşünülemezdi. Bunlar, her şeye rağmen, Kemal rejiminin plüralizme üstün bir değer tanıdığını ve pluralist bir devlet felsefesi çerçevesinde faaliyet gösterdiğini ifade etmektedir.”
Duverger’ye göre, Türk tek-partisinin “başta gelen özelliği, onun demokratik ideolojisindedir. Bu ideoloji, hiçbir zaman, faşist veya komünist ideolojiler gibi, bir tarikat veya kilise niteliği taşımamış; üyelerine bir iman veya bir mistik empoze etmemiştir… Partinin yönetici kadrolarının antiklerikal (ruhban sınıfına ve teşkilatına karşı olmak) ve akılcı tutumu, onları açıkça ondokuzuncu yüzyıl liberalizmine yaklaştırmıştır… Adının ‘Cumhuriyetçi’ oluşu bile, bu partiyi, yirminci yüzyılın otoriter rejimlerinden çok, Fransız İhtilâli’ne ve ondokuzuncu yüzyılın terminolojisine yaklaştırmaktadır… Faşist rejimlerde hergün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır; bu da, ‘halkçı’ veya ‘sosyal’ diye nitelendirilen ‘yeni’ bir demokrasi değil, geleneksel siyasî demokrasidir. Parti, yöneticilik hakkını, siyasal elit veya ‘işçi sınıfının öncüsü’ olma niteliğinden yahut da liderinin Tanrı iradesine dayanışından değil, seçimlerde kazandığı çoğunluktan almıştır.''
Duverger'in yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.
Duverger’nin kitabında Kemalizm hakkında ise şu tespiti vardır: "Kemalizm, Moskova ve Pekin’in etkisinde kalmamış azgelişmiş ülkelerde, doğrudan ya da dolaylı çok yönlü sonuçlar uyandırmıştır. Kemalizm, kuzey Amerika ve batı Avrupa rejimlerinde bulunmayan nitelikleriyle, Marksizm’in gerçekten alternatifidir. Marksizm uygulamasına girmek istemeyen ülkeler, batı demokrasisi karşısında saptadıkları yetersizliklere çözüm getiren Kemalist modeli tercih edebilirler."
Duverger'in bu kitabında anlattığı Türkiye ''Eski Türkiye''dir...
Duverger'in anlatmak istediğim ikinci kitabı “Halksız Demokrasi” adlı kitabıdır. (Dördüncü Yayınevi, 1969) Duverger bu kitabında ise Eski Türkiye'den Yeni Türkiye’ye nasıl geçiş yaptığımızı anlatırcasına şu tespitleri yapar:
“Bir demokraside çok sayıda ve zayıf partiler varsa, o ülke iyi yönetilemez, halk siyasetten soğur ve siyaset ‘merkezin hükümranlığı’ altına girer.” (s. 159,)
‘’Halktan güç alan büyük sağ ve sol kitle partileri olmayınca, hepsi birbirine benzeyen, kişiliksiz partilerin oluşturduğu ‘ortanın bataklığı’ siyasete hükmeder.’’ (s. 192)
‘’Sağın ve solun ılımlılarını bir araya getiren ‘renksiz’ koalisyonlar’, yurttaşların bir politika seçme imkânlarını yok eder ve halk siyasetten soğur.’’ (s. 220)
Duverger anlatmak istediğim üçüncü kitabı “Politikaya Giriş” (Varlık Yayınları, 1984) isimli kitabıdır. Duverger bu kitabında Batı demokrasisini mercek altına alarak dünyada var olan kapitalist ve sosyalist sistemlerin giderek birbirine yaklaştığını söyler.
Duverger bu kitabında ise Yeni Türkiye’yi anlatırcasına şu tespitleri yapar:
‘’Kapitalizmin amacı; İnsanları düşündürmemenin yolu olan; seks, kriminal olaylar ve eğlence endüstrisine yönelterek, düşünmeyen insanlardan oluşan ahmaklaşan bir toplum yaratmaktır.’’
“Kapitalist haberleşme sistemi ‘halkın ahmaklaştırılması’ diye adlandırabileceğimiz bir sonuç doğurmaktadır. İnsanları entelektüel seviyesi çok düşük, çocukça bir evren içine hapsetmek amacını gütmektedir. Kesat zamanlarda heyecanlı haberler verme imkânını sağlayan gönül maceralarının boyuna şişirilmesi bu bakımdan tipiktir.’’
‘’Krallar, kraliçeler, prensler, prensesler ve öteki sözde büyüklerin, giyinişlerinin ve içinde yaşadıkları dekorun şatafatı, uyandırdıkları belirsiz tarihsel hatıralara eklenir... Halkı ahmaklaştırma tekniklerinin daha birçokları sayılabilir. Sinema (TV) ve spor da bunun birçok örneklerini verirler. Bu çeşitli vasıtalarla halk gerçek dışı, yapmacık, hayali ve çocukça bir âlemle daldırılır, dikkati de böylece gerçek problemlerden başka yana çekilir...”
Duverger’nin evrensel nitelikteki şu iki sözü de sanırım yine tam olarak da ''Yeni Türkiye'’yi anlatır:
‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’
‘’Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’
Arz ederim!
Osman AYDOĞAN
Geçmişten bir akil adam
09 Temmuz 2018
1869’da günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan o yıllarda ise Edirne vilayetine bağlı bir kaza olan Cesir (Mustafapaşa)'da doğar. Babası Mülkiye kaymakamlarından Hoca Mehmet Tevfik, annesi Kafkas muhacirlerinden Münire Hanım idi. Babasının isteği üzerine İstanbul’da bir Musevi okulunda okur. İspanyolca ve Fransızcasını burada öğrenir. Babasının kaymakamlık yaptığı Gelibolu’da rüştiyeyi (ortaokul) bitirir. Galatasaray Lisesi’nden mezun olur.
Öğrenci hareketlerine katıldığı için Mülkiye’den kovulduktan sonra 1890’da Tıbbiye’ye girer. Tıp eğitimi 1899’da bitirip doktor olur.
Okul hayatından beri isyancı, bireysel, o gün için dillerde dolaşan hürriyete tutkun, disiplinsiz ve her şeye muhalif mizacı ile tanınır. Tıbbiye yıllarında tanıştığı Ayşe Sıdıka Hanım ile evlenerek 3 kız çocuğu olur, ancak eşini 1903’te çocukları henüz 3, 4 ve 7 yaşlarında iken tüberkülozdan kaybeder.
1907’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girer ve bir yıl sonra Edirne mebusu olarak Osmanlı parlamentosunda yerini alır. Balkan Harbi’nin İttihatçılar yüzünden çıktığına inanır ve devletin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine de karşı çıkar. Bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düşerek İttihatçılarla mücadele için 1912’de Hürriyet ve İtilaf Partisi'ne girer.
1913-1918 arasındaki ittihatçı diktatörlük döneminde geçimini esas mesleği olan doktorluktan temin eder. 1918’de son Osmanlı kabinesinde Maarif Nâzırı (Eğitim Bakanı) olarak atanır. Aynı yıl Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın büyük üstâdı olur. 1919’da Şûra-yı Devlet (Danıştay) Reisliği yapar. Darülfünun’da felsefe dersleri verir. Felsefenin eğitim sisteminde yer alması için çabalar.
23 Temmuz 1908 tarihinde başlayan II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1918) boyunca tiyatro salonları ve kıraathanelerde halka açık konferanslar verir. Kuvayı Milliyeciler Anadolu'yu düşmandan kurtarmak için yoklukla savaşırken, düşman işgalindeki Darülfünun’da (İstanbul Üniversitesi'nde) bir konferansı vardır;
Salon hıncahınç doludur. Bir süre önce, Osmanlı Devleti'ni kuran Osman Gazi'nin babası, Ertuğrul Gazi için "Tatar yavrusu" diyen, Fuzuli'nin Türk olmadığını söyleyen İran edebiyatı hocası Hüseyin Danış Bey'in bu görüşleri tartışılacaktır.
Omuzlarına kadar inen uzun saçları ile kürsüye çıkar: "Sizi merakta bırakmamak için kanaatimi hemen söyleyeceğim, sonra da iddiamı kanıtlayacağım. Fuzuli, Türk değil, Acem'dir." Ön sırada oturan Süleyman Nazif ayağa kalkar: ''Yanılıyorsunuz, Fuzuli özbeöz Türk'tür, Azeri Türk'üdür!" Türk'tür, değildir tartışması sürerken kestirip atar: "Fuzuli'nin Türk olmasından ne çıkar? Siz Türkler, aranıza bir tek Fuzuli'yi almakla ne kazanırsınız?" Bir öğrenci bağırır: "Sen Türk değil misin?" "Hayır, değilim, Türklükten çoktan istifa ettim. Türk'ün kılıcından başka övünecek nesi vardı? O da bitti. Hâlâ İstanbul'da oturabiliyorsanız, bunu büyük devletlerin İslam âlemine duyduğu saygıya borçlusunuz." Öğrenciler ayağa fırlar, onu protesto etmektedirler. O diklenir: "Bana bakın, İngilizler burada oldukça, kimse beni susturamaz, istediğimi söylerim, bana bir halt edemezsiniz." Bardağı taşıran bu olur, bir öğrenci kürsüye fesini fırlatır, yüzlerce fes ona atılır, o da çeker gider.
Olaydan sonra öğrenciler bir sınıfta toplanarak, istiklal ve milliyet duygularına yabancı, saldırgan beş öğretim üyesi üniversiteden ayrılıncaya kadar "darülfünun grevi"ni başlatırlar.
1920 yılında Anadolu direnişi hakkında şunları söyler; "Anadolu direnişi bir blöftür. Avrupa medeniyeti Anadolu'yu bu zararlı haşereden temizleyecektir. Hüküm galibindir. Medeniyeti temsil eden İngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır."
Düzensiz ve uzun süren okul tahsiline rağmen şaşılacak kadar geniş bilgi ve kültür hazinesine sahiptir. Tarih bilgisi, hafızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi, taklitçiliği, sahne sanatçılığı, tekke, halk ve Hurufi edebiyatı bilgisi ile bütün tanıyanlarca övülür.
Tekke, halk ve Hurufi edebiyatı bilgisine örnek olarak şu şiiri gösterilebilir; Muhibbandan birisinin "dervişlik nedir?" sorusu üzerine o da sanki her devrin din tacirlerini anlatırcasına şu cevabı verir;
‘’İbadet namına kalkıp oturma,
bağırma, tepinme, göğsüne vurma,
“Yâ hû”, “yâ Hâk!” diye köpürüp durma.
Zikr-i hak, hazm için geviş değildir!’’
(Şiirin tamamına yazımın sonunda yer veriyorum…)
Aynı zamanda hatiptir, şâirdir, pehlivandır, doktordur, ama esas olarak da filozoftur O. Bu nedenle de ‘’Feylozof’’ sıfatıyla tanınır.
‘’Göz Aşinalığı’’ isimli bir şiiri vardır. Nasıl yazdığını kendi ağzından şöyle anlatır;
‘ 'Aksaray’da bir evde oturuyorduk ki, cephesi caddeye nazırdı. Evimizin sağ tarafında bir dar sokak başındaki evde de bir komşumuz sakindi. O komşumuzun genç, yetişmiş bir kızı vardı. Tuvaletiyle meşgul olurken pervasız davranırdı. Arada bir dönüp bana hışımla bakar ve derhal şirin bir eda ile tebessüm ederdi. Bu şiir, onun güzel tebessümünü ifade edebiliyor mu bilmem?’’'
‘’İsmini bilmezdim fakat tanırdım,
Ne yosma bir çiçek takışı vardı.
Kızıl saçlarını ateş sanırdım,
Güneş nuru gibi yakışı vardı.
Öyledir, gün, şafak söktüğü zaman,
-Göllere gölgeler çöktüğü zaman-.
Saçını çözüp de döktüğü zaman,
Dalga dalga düşüp akışı vardı.
Hüsnünde bir eda var ki asıydı,
Beni harab eden o edasıydı,
Sevdalı gönlümün aşinasıydı,
Yüzüme bir şirin bakışı vardı.’’
(Aksaray: 1313 teşrin-i evvel)
Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Latince, İspanyolca, Arapça, Farsça, Arnavutça ve Ermenice dillerini okuma, yazma ve konuşma düzeyinde çok iyi derecede bilirdi. Bu lisanlara da öylesine hâkimdi ki, ana lisanı zannedilir.
Dr. Müfit Ekdal bir anısında O’nu şöyle anlatır;
“O’nu tedavi ediyordum. Benim hastamdı. Bir Ramazan günü yolda giderken simitçi görür ve simit canı çeker. Adamcağız simidi yerken polis görür ve apar topar karakola götürür ve ‘Ramazan’da neden simit yiyorsun?’ diye sorar. Aslında Müslüman olan hastam da sıkıntılı durumdan kurtulmak için “Ben Müslüman değilim. Yahudi’yim” deyip işin içinden sıyrılmak ister. Karakola haham getirilir. Hastam da İbranice ve Musevilik inancı hakkında da bilgi sahibidir. Hamamla bir süre konuşurlar ve haham polise: ‘Bal gibi bizdendir Yahudi’dir’ der.’’
Kısacası eskilerin deyimiyle hezârfen (bin hünerli) bir adamdır.
Dağınık haldeki makalelerinin pek çoğu Abdullah Uçman tarafından derlenip yeniden yayımlanmıştır.
Şiirlerini topladığı ‘’Serab-ı Ömrüm’’, ilk olarak 1934’de Lefkoşa’da basılır. Abdullah Uçman tarafından 2005 yılında hazırlanarak yeniden basılır (Serab-ı Ömrüm, Kitapevi Yayınları, İstanbul 2005, Yayına hazırlayan: Abdullah Uçman) (Bu şiirlerinden birkaçına yine yazımın sonunda yer veriyorum.)
Bir kısım anıları da yine Abdullah Uçman tarafından toparlanarak ‘’Biraz da ben konuşayım’’ ismiyle 1993 yılında yayınlanır. (Biraz da ben konuşayım, İletişim Yayınevi, İstanbul 1993, Yayına hazırlayan: Abdullah Uçman) Yine Abdullah Uçman tarafından "Abdülhak Hamid ve Mülâhazât-ı Felsefiyesi" adlı eseri İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları'ndan yayınlanmıştır.
Ömer Hayyam çevirileri, Tevfik Fikret hakkında incelemesi ve Darülfünun'da vermiş olduğu felsefe derslerinin ders notları kitaplaştırılarak ‘’Felsefe Dersleri’’ adıyla yayınlanmıştır. Bu eserin transkripsiyonu 2001 yılında Dr. Münir Dedeoğlu tarafından günümüz Türkçesiyle yeniden yayınlanmıştır. (Felsefe Dersleri, sadeleştiren: Yrd. Doç. Dr. M. Münir Dedeoğlu], Kasım 2001, 511 S., ÜBL Yayınları, Felsefe Dizisi: 102.)
Hakkında çokça yazılmıştır. Ancak en detaylısı Yazar Hilmi Yücebaş tarafından yazılmıştır. (Hayatı, Hatıraları, Şiirleri, Hilmi Yücebaş, Milli Eğitim Yayınları, 1978) (Birçok yayınevi tarafından bu kitabın baskıları yapılmıştır.)
İşte uzun uzun anlattığım bu şahıs, Rıza Tevfik (Bölükbaşı)’dır. Namı diğer ‘’Feylozof Rıza’’dır.. Kurtuluş Savaşı döneminde Artin Kemal’in, Cenap Şahabettin’in ve Hüseyin Daniş’in arkadaşı Rıza Tevfik’tir. Yüzelliklerden olan Refik Halit (Karay) ve Refi Cevat (Ulunay)’ın da dava yoldaşı Rıza Tevfik’tir.. Yine o dönemin tescillenmiş ve tasdiklenmiş hainlerinden Artin Kemal’den başka, Sayit Molla, Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ile aynı cephede olan Rıza Tevfik’tir.. Osmanlı delegesi olarak, Sevr Antlaşması'nı imzalayan Rıza Tevfik’tir…
Sevr delegelerden biri olan Rıza Tevfik bir Paris gazetesine demeç verir, demecinde der ki Rıza Tevfik; ‘’İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine tutkunum. Bende his ve fikir itibariyle beğenilecek ne varsa sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim.’’
Falih Rıfkı, Rıza Tevfik’i şöyle anlatır; “Tevfik Paşa kabinesinde, Hürriyet ve İtilafçı Rıza Tevfik’i Maarif Nazırı olarak buluyoruz. Bir gün köprüye doğru gidiyordum. Bir otomobil durdu, içlerinden gülerek, seslenerek Rıza Tevfik indi, karşı kaldırımda bir İngiliz yüzbaşısına doğru yürüdü. Bir şeyler anlattığı zaman, yüzbaşı soğuktu bile... Bir Osmanlı Nazırı (Bakan) için bir İngiliz yüzbaşısından iltifat görmek... O şimdi, daha bir yıl önce Şam sokaklarında bir Suriyeli eşrafın bir Osmanlı kumandanı ile selamlaşabilmesi kadar, göstermeğe ve gösterişe değen bir hadise idi.”
Kuva-yı Milliye karşıtlığı gerekçesiyle Yüzellilikler listesinde yer alır ve 1922 ve 1943 yıllarını Arap illerinde sürgünde geçirir. Sürgün yıllarında Hicaz, Amerika, Ürdün ve Lübnan' da yaşar.
Sürgünde iken içinde özlem dolu, hasret dolu, gurbet dolu şiirini ‘’Uçun Kuşlar’’ ismiyle oğlu Mehmet Said’e yazar; ‘'Sevgili oğlum Mehmed Said'e’’ başlığı ile…
‘’Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere:
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.’’
(Şiirin tamamına yazımın yine sonunda yer veriyorum…)
Ürdün’de sürgünde iken Matbuat Umum Müdürü’nün çıkardığı antolojide Refik Halit’den bahsedilip kendisinin adının dahi geçmemesine içerleyen Rıza Tevfik hemen bir telgraf çeker; "Maksat şairlikse şairim, hainlikse sunturlu hainim. O halde neden bu antolojide şiirlerimden bir tek mısra dahi yok. Bunu merak ediyorum."
Af Kanunu’nan yararlanarak 1943’de kendi ifadesiyle ‘’hesaplaşmak’’ için değil, ‘’vedalaşmak’’ için yurda döner.
Ömrünün sonuna doğru yaşadığı derin pişmanlık şu dörtlüğünden görülebilir;
"Divâne sen değil, meğer bizmişiz.
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz
Sâde deli değil, edepsizmişiz!
Tükürdük atalar kıblegâhına... "
31 Aralık 1949’da, felç tedavisi için yattığı İstanbul Gureba (Garipler) Hastanesi’nde zatürreden ölür. Mezarı, Zincirlikuyu Asri Mezarlığı’nda bulunmaktadır.
Bu ülkede böyle insanlar, böylesine şahsiyetler her zaman var ola gelmiştir. O zaman da vardı, bu zaman da vardır. Ama o zamanki bu şahsiyetler ile bu zamanki bu şahsiyetler arasında fark da vardır. Evet, fark da vardır; hiç olmazsa Osmanlı’nın bu şahsiyetleri tarih bilgisi, hafızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi, edebiyat bilgisi ve entelektüel birikimi ile bütün tanıyanlarca övülürdü. Şimdiki bu şahsiyetlerin ise hiçbirisinin gerçek bir tarihi bilgisi, edebi ve felsefi altyapısı yoktur, sanatçı ruhları yoktur, kimisi liboş, kimisi entel, kimisi siyasetçi, kimisi din taciri, kimisi yağcı, kimisi yağdanlıkçı, kimisi ihale takipçisidirler. Bunların onlarcasını her gün TV’lerde ve gazete sütunlarında görmekteyiz zaten.
Yazımda ''hain'' ifadesini kullanmak istemezdim ama bizzat Rıza Tevfik kendisi için ''sunturlu hainim'' tanımlamasını kullanınca rahat rahat ben de kullanabilirim diye düşünüyorum: Rıza Tevfik'i böylesine uzun uzun tanıtmaktan maksadım geçmişteki böylesi bir hainin kalitesini ve niteliğini ortaya koyarak bir önceki paragrafta yazdığım gibi şimdiki niteliksiz ve kalitesiz hainlerin zavallılığını ortaya koymak idi...
Yazımı Rıza Tevfik’in yine sürgünde iken yazdığı şu şiiri ile bitirmek istiyorum:
"Yolcu yolun Ankara`ya uğrarsa,
sende de azıcık yiğitlik varsa,
git benden aldığın salahiyetle
şu fani sözleri mecliste söyle:
de ki, kanun yapan dalkavuklara,
horoz gibi öten o tavuklara,
o kanuna boyun eğmemek için,
şerefine leke değmemek için,
feylezof ömrünü ikiye böldü;
çölde hür yaşadı ve mes`ud öldü..."
Osman AYDOĞAN
Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın yazımda yer vermediğim şiirleri:
Uçun Kuşlar
‘'Sevgili oğlum Mehmed Said'e’’
Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere:
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.
O çay ağır akar, yorgun mu bilmem,
Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem,
Yaslı gelin gibi mağmum mu bilmem,
Yüce dağ başında siyah tül vardır.
Orda geçti benim güzel günlerim,
O demleri anıp bugün inlerim,
Destan-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde oralı bir bülbül vardır.
Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok,
Öyle akarsular, öyle hava yok,
Feryadıma karşı aks-i sada yok,
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.
Hey Rızâ kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın,
Sende derya gibi daima taşkın,
Daima çalkanır bir gönül vardır.
Dervişlik
Dervişlik, özüne hâkim olmaktır.
Esir-i nefsolan derviş değildir.
Aşkı rehber edip hakkı bulmaktır,
keşkül, teber, asâ, tiğ, şiş değildir!.
İbadet namına kalkıp oturma,
bağırma, tepinme, göğsüne vurma,
“Yâ hû”, “yâ Hâk!” diye köpürüp durma.
Zikr-i hak, hazm için geviş değildir!
Sırr-ı hakikati gönülden öğren,
gönüldür aşk ile didarı gören,
ârif-i agâh o zevki veren,
beng-ü bâde afyon, haşiş değildir!
Dünyada cennete girenler varsa,
vech-i Hakkı ayan görenler varsa,
enel Hak sırrına erenler varsa,
sarhoşluk yüzünden ermiş değildir!
Boz yılanı tuttu, çivi yuttu erler,
pirimiz duvarı yürüttü derler;
keramet olsa da böyle hünerler,
insanlığa yarar bir iş değildir!
Keramet umma hiç necef taşından,
ayrılma insandan, öz kardaşından.
Hakkı göremezsin Bağlarbaşı’ndan,
gerçek er sultandır, keşiş değildir!
Mâmurede doğar mânevî insan,
terbiyeyle büyür kudret-i iman.
Senin aradığım nimet-i irfan,
yaban yerde biten yemiş değildir!
Ham ervah her yerde var yığın yığın,
nedir onlar ile verip aldığın?
uzlete nail ol, gönlüne sığın,
cihan gönül kadar geniş değildir!
Rıza’dan himmet al, berzahta kalma,
serden geçmedinse ummana dalma,
dervişlik sözünü ağzına alma,
demir leblebidir, kişniş değildir!
Serab-ı Ömrüm’de geçen şiirlerinden birkaçı:
Hiç unmayacak bir asabi derd-i serim var
Hiç unmayacak bir asabi derd-i serim var,
Nazlım, bugün ayrılma yanımdan kederim var!
Ben bihaberim kendi sürekli elemimden,
Gel nabzıma bak! .Tut şu soğuk cansız elimden.
Hiç unmayacak bir asabi derd-i serim var,
Nazlım, bugün ayrılma yanımdan kederim var!
Dilek
Dilerim ki fânî dünyâda kimse
Ömrünü mihnetle telef etmesin.
Fakat kâmil adam olmak isterse,
Elem çektiğine esef etmesin.
Harab Mâbed
Vardım eşiğine yüzümü sürdüm,
Etrafını bütün dikenler almış.
Ulu mihrabında yazılar gördüm,
Kimbilir ne mutlu zamandan kalmış!
Batan güneşlerin ölgün nigâhı
Karartıp bırakmış o kıblegâhı
Mazlum bir ümmetin baht-ı siyahı
Viran kubbesinde gölgeler salmış.
Gözlerin
Ruhumda gizli bir emel mi arar
Gözlerime bakıp dalan gözlerin?
Aklıma gelmedik bilmece sorar
Beni hülyalara salan gözlerin!
Nigâhın gönlüme - ey perî - peyker! -
Leyâl-i hasretin hüznünü döker;
Karanlıklar gibi yığılır çöker
İçimde yer edip kalan gözlerin!
Huzûrunda bâzen benliğim erir,
Tavrın hulûsumdan şübhe gösterir.
Bâzen de ne olmaz ümidler verir
Sabr ü karârımı alan gözlerin!
Gamzende zâhir, ey ömrümün vârı! .
Füsûn-ı hüsnünün bütün esrârı.
Neşr eder âleme reng-i bahârı
Koyu menekşeye çalan gözlerin!
Sihirdir, şüphesiz, bütün bu şeyler;
Bakışın zihnimi perişan eyler.
Bana aşk elinden efsane söyler,
Aşka inanmayan yalan gözlerin!
The Power of Love
08 Temmuz 2018
''The Power of Love'' (Aşkın Gücü) ismiyle seslendirilmiş birçok şarkı vardır...
Bu şarkılar içerisinde en güzel ‘’The Power of Love’’ şarkısı 1984'te Amerikalı şarkıcı ve söz yazarı Jennifer Rush tarafından yazılan ve orijinal olarak kaydedilen ve kendisinin en güzel ve en tanınan şarkısıdır. Kendisinden başka bu şarkı Celine Dion, Laura Branigan, Air Supply, Helene Fischer ve Andrea Bocelli gibi ünlü sanatçılar tarafından da yorumlanmıştır. Ancak şarkı Jennifer Rush’a ait olmasına rağmen Céline Dion, Helene Fischer ve Andrea Bocelli’nin yorumları mükemmeldir.
1984'ün sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde yayınlanan bu şarkı 1985'te Avrupa'da meşhur olur. Ekim 1985'te İngiltere'de bir numaraya yükselir ve o ülkede yılın en büyük satan teklisi olur. Diğer birçok Avrupa ülkesinde, ayrıca Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda'da da müzik listelerinde bir numara olur. Celine Dion'un yorumu, 1994'te Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avustralya'da bir numaraya yükselir. Şarkı, bir pop şarkısı olarak çeşitli dillere çevrilir.
Bu şarkının şarkıcılar Céline Dion, Andrea Bocelli, Helene Fischer, Jennifer Rush ve Laura Branigan tarafından yapılan yorumların bağlantılarını yazımın sonunda verdim.
Bilinen ikinci ‘’The Power of Love’’şarkısı İngiliz müzik grubu ''Frankie Goes to Hollywood'’un şarkısıdır. Bu şarkı grup üyesi Brian Nash tarafından yazılır ve grup tarafından üçüncü single olarak piyasaya sürülür… Bu şarkının bağlantısını da yazımın sonunda verdim...
Bilinen üçüncü ‘’The Power of Love’’ isimli ikinci şarkı ise 1985 yapımı bir Amerikan filmi olan ‘’Back to the Future'’da yer alan yine bir Amerikan pop ve rock grubu olan ‘’Huey Lewis and the News’’ grubunun seslendirdiği şarkıdır. Bu şarkının bağlantısını vermiyorum çünkü her ne kadar adı aynı olsa da bu şarkı benim anlatmak istediğim ‘’The Power of Love’’ şarkısı değildir…
Şimdi;
Bugün Pazar ya! Zaman her zaman olduğu gibi müzik zamanıdır… Bırakın gamı, kederi, kasveti, kifayetsiz muhteris muhalifleri, İnce'yi, kalını, hükumeti, bakanları, bakmayanları... Şarkıların bağlantısını verdiğim bütün yorumları dinleyin… Hatta sesini sonuna kadar açın dinleyin... Zira çok şarkı vardır aşka dair ama bu şarkılar gibisi yoktur. Hiçbir şey aşksız olmaz... Aşkın gücüne inanın... Her derde devadır aşk, bir mümkündür aşk, bir çaredir aşk, bir ilaçtır, bir iksirdir aşk…
Céline Dion’un, Andrea Bocelli’nin, Helene Fischer’in, Jennifer Rush’un ve Laura Branigan’ın şarkılarında söyledikleri söze odaklanın: ''As I look in your eyes'' (Gözlerine baktığım gibi) Aşk; bilene sadece gözler değil midir? Aşk anlayana sadece gözler, bakışlar değil midir?
Olmadı ‘’Frankie Goes to Hollywood’’ grubunun aşk nedir, ne değildir, aşkı öğreten, hatırlatan bir manifesto gibi olan şarkısındaki girişteki sözlerine odaklanın:
I feels like fire Ateş gibi
I'm so in love with you Sana öyle aşığım ki
Dreams are like Angels Melekler gibidir düşler
They keep bad at bay, bad at bay Karanlığı savarlar
Love is the light Aşk bir ışıktır
Scaring darkness away, yeah Karanlığı korkutan
I'm so in love with you Sana öyle aşığım ki
Purge the soul Ruhu temizle
Make love your goal Hedefin aşk olsun
Love is danger, love is pleasure Aşk tehlikedir, aşk hazdır
Love is pure, the only treasure Aşk saftır, tek değerli parçadır
Ve şarkıcı ''I'm so in love with you'' diye feryâd, figân edip, terennüm ederken - gerçekten aşıksanız eğer- siz de şarkının bu bölümünde, bu yaz sıcağında bir kar gibi eriyip bitersiniz artık... Ve artık kulaklarınızda sonsuza kadar çınlar durur şarkının şu sözleri: ''Love is pure, the only treasure''...
Osman AYDOĞAN
Céline Dion: The Power Of Love (Sanırım hiç kimse bu şarkıyı Céline Dion kadar güzel söyleyememiştir! Ancak diğer yorumlar da çok güzel.. Özellikle Andrea Bocelli'nin yorumu...)
https://www.youtube.com/watch?v=Y8HOfcYWZoo
Andrea Bocelli: The Power Of Love
https://www.youtube.com/watch?v=7EUgCA64ajM
Helene Fischer: The Power of Love
https://www.youtube.com/watch?v=jXzmLmBlFZ8
Jennifer Rush: The Power Of Love
https://www.youtube.com/watch?v=b_zHQ6kFuQ0
Laura Branigan: The Power of Love
https://www.youtube.com/watch?v=ZvGWZm34Ct8
***
Helene Fischer: The Power of Love (Frankie Goes to Hollywood'un bu şarkısını yine hiç kimse Helene Fischer kadar güzel yorumlayamamıştır...)
https://www.youtube.com/watch?v=HlyAeeq2WzQ
Frankie Goes to Hollywood: The Power of Love
https://www.youtube.com/watch?v=LdnAbtIF3YM
Marcus Aurelius
07 Temmuz 2018
Geçen hafta Pazar günü (01 Temmuz 2018) ‘’Gladyatör’’ filmini anlatırken bu filmde Marcus Aurelius'u Richard Harris canlandırmıştı diye yazmıştım.... Yazımda Marcus Aurelius'un adı geçince sizlere bu müstesna imparator Marcus Aurelius'u anlatmasam olmazdı... Eğer ''Gladyatör'' filmini anlattığım yazımı beğenmiş iseniz bu yazımı da kaçırmayın, okuyun derim!
Marcus Aurelius Roma imparatorudur. 26 Nisan 121 – 09 Nisan 180 tarihleri arasında yaşamıştır. Tam adı Marcus Aurelius Antoninus Augustus’dur. Roma’nın beş iyi imparatorun beşincisi ve sonuncusudur. Roma imparatoru olarak yaşadığı İS 161- 180 yılına kadar süren dönemde Marcus Aurelius’un tek amacı halkının mutluluğuydu. O çağda Roma'da yaşayanlar bir köle toplumudur. Marcus'un dönemi, yöneticilik ve iktidarın bilinen tarihi içinde sıradışı bir dönem olma özelliğini korur.
Filozoftur kendisi, stoacı bir filozoftur. Sürekli yazmıştır. Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunmuştur. ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü Platon’a aittir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi, hem filozof, hem de hükümdardı.
Marcus Aurelius, Roma imparatoru sıfatıyla dünyadaki en güçlü insandı. Bununla birlikte, onun hem bireysel hem de devlet adamı olarak yaşamını, para, mal-mülk, iktidar ya da şöhret tutkusu değil, erdem, adalet ve barışa duyduğu özlem yönlendiriyordu.
Stoacı da olsa, barışçıl da olsa, insancıl bir yaşam biçimi benimsese de, 19 yıllık hükümdarlığının 17 senesini savaşlara ayırması büyük bir ironidir. Bunun nedeni Roma'nın zor döneminde imparator olması ve imparatorluğun dağılmak üzere olmasıdır. Bu şekilde imparatorluğu dağılmaktan kurtarmış ve imparatorluğun birliği sağlanmıştır. Bu nedenle Marcus Aurelius'un ölümü Pax Romana'nın da sonu olarak kabul edilir.
Onun, sürekli not tutarak bir dizi düşünceyi kâğıda dökebilmiş olması dikkate değerdir. 12 kitaplık ‘’Ta eis Eauton’’ (Düşünceler) adlı Yunanca yazılmış yapıtıyla ünlüdür. Geçen dörtyüz yıl boyunca Marcus Aurelius'un bu düşünceleri "meditasyonlar" olarak adlandırıldı. Bunlar, günümüzde bu sözcükten anladığımız anlamda gerçek meditasyonlar değildi. Aslına bakılırsa, kitabın Yunanca başlığı "Kendi Kendine" diye çevrilebilir.
Marcus Aurelius, evrende insanın yerini, ne için var edildiğini anlatır yazdıklarında… Marcus Aurelius’un yazılarında ‘’sen’’ diye bahsettiği okuyucu değil, kendisidir, düşünceleri başkalarına öğütler değil, kendisine ait bir iç muhasebedir, içsel bir iletişimdir. Marcus Aurelius’un eseri bir özdeyişler derlemesidir. Yazılarında; ailesine, manevi babasına ve eğitmenlerine borçlu olduğunu belirttiği bütün iyi niteliklere değinir. Ülkemizde Marcus Aurelius’un kitabı ‘’Kendime Düşünceler’’ ismiyle yayınlandı. (Alfa yayınları, Roman yayınları, Oda yayınları) Ayrıca Mark Forstater’in '’Marcus Aurelius’un Ruhsal Öğretileri’' isimli kitabı da Dharma Yayınlarından yayınlandı.
Bu kitaplarda Marcus Aurelius’un aşağıdaki ifadeleri yer almaktadır. Her ne kadar Marcus Aurelius bunları kendine söylemişse de biz yine de kendimize söylemiş gibi okuyalım:
"Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın."
‘’Evreni daima tek bir canlı varlık olarak düşün, tek bir bedeni ve tek bir ruhu olan; ve sonra bütün varlıkların nasıl bu tek canlı varlığın kozmik bilinciyle ilişki içinde olduğunu gözle.’’
''Bir insanın yaşamı boyunca amacı, mutluluğa ulaşmak, sefalet ve mutsuzluktan uzak durmak, hareket özgürlüğü elde etmek ve ‘arzularının’ kölesi olmaktan kaçınmak, kendi kendine yetmek ve bağımsız olabilmek, diğer insanların parasal, toplumsal ya da duygusal desteklerine muhtaç olmamaktır.''
"Şu birkaç gerçek dışında her şeyi boş ver: Yalnızca bulunduğumuz anda, şu kısacık zaman diliminde yaşayabiliriz; yaşamımızın geri kalan kısmı ya sona ermiş ve çoktan toprağa gömülmüştür ya da henüz bir belirsizlik perdesi arkasında gizlidir. Sürdüğümüz yaşam kısa, yeryüzündeki köşemiz ise küçüktür.''
''Üç bin yıl ya da bunun on katı bile yaşasan, hiç kimsenin yaşamakta olduğu yaşamdan başka bir yaşamı yitirmediğini, yitirmekte olduğu yaşamdan başka bir yaşam yaşamadığını aklından çıkarma; bu nedenle en uzun yaşamın da, en kısa yaşamın da sonu aynı yere varır. Çünkü şimdiki zaman herkes için aynıdır, bu nedenle geçmekte olan da aynıdır; yitirilen, bir andan başka bir şey değildir.
...İnsan yaşlı da ölse genç de ölse ölünce aynı şeyi yitirir; şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği yegâne şeydir. Çünkü sahip olduğu biricik şeydir...''
''Eğer bir dış etken seni üzerse, duyduğun acı o şeyin kendisinden değil senin ona verdiğin değerden geliyordur. Onu da her an ortadan kaldırma gücün vardır.''
"Bir insan bile bile gerçeği görmemezlik edemez."
"Kendi amaçlarınla ilgilen, diğer insanlarla değil. Yaşadıklarını evrenin doğası öyle istediği için yaşıyorsun."
"Kendi içini kaz. Çünkü iyilik içinde, sen kazdıkça o fışkıracak."
"İnsanları sevmeyen birine, onun insanlara davrandığı gibi davranma."
“Saklanabileceğin tek kale, insanın tutkularından arınmış bir akılla yargılarını bilinçli olarak kullanabileceği kendi içindeki kaledir.’’
"Düşünceleriniz ne ise hayatınız da odur. Hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız, düşüncelerinizi değiştiriniz."
''Kanunlar örümcek ağına benzerler, küçük sinekler ağa takılır kalır, büyük sinekler ağı deler geçer.''
“İnsanlar birbirleri için dünyaya gelmişlerdir. Bu nedenle onları eğit ya da katlan onlara.“
“Olan bitenler seni rahatsız ettiğinde ve soğukkanlılığını yitirdiğinde, hemen kendine dön ve seni kızdıran olay bittikten sonra kızgınlığını daha fazla sürdürme; çünkü derinde yatan uyumuna ne kadar fazla sığınırsan kendine o kadar egemen olursun.“
"Birisinin hatasına öfkelendiğinde derhal kendine bak ve kendinin de nasıl hata yaptığını düşün; örneğin iyinin paraya ya da hazza ya da bir parça şöhrete eşdeğer olduğunu düşünmen gibi... Bunun bilincine vardığında, özellikle de seni öfkelendiren kişinin gergin olduğunu ve yapabileceği pek başka bir şey olmadığını ayrımsadığında öfkeni hemen unutursun ve eğer bir yolunu bulabilirsen, karşındaki insanın gerginliğini gidermelisin."
“Her yeni güne başlarken, kendine şunu anımsat: Bugün yine meraklı, nankör, kendini beğenmiş, hilekâr, kıskanç ve bencil bir sürü insan çıkacak karşıma. Onları bu duruma getiren, iyi ile kötüyü ayırt edemeyecek kadar cahil olmalarıdır.”
“İyi insanın nasıl olması gerektiğini anlatmayı bırak artık; anlattığın insan ol.”
‘’Bir insanın gözleri, onun karakterini hemen yansıtır, tıpkı sevilen birinin, sevgilisinin bakışlarından her şeyi okuması gibidir bu.”
‘’İyi, samimi ve nazik insanlar karakterlerini, herkesin görebileceği biçimde yüzlerine yansıtır.’’
“Mutlu bir yaşam sürmek için ne kadar az şeye gereksinimin olduğunu anımsa.’’
‘’Varlıklı olduğun için gururlanma ve yitip gitmesine daima hazırlıklı ol.’’
“Üç akrabalığın vardır: Birincisi seni çevreleyen bedenle olan yakınlığındır; ikincisi her şeyin kaynağı olan yaratıcı güç iledir; üçüncüsü ise seninle birlikte yaşayanlardır.”
‘’Sana armağan edilen yaşama uyum sağla ve kaderin senin çevrene yerleştirdiği insanları samimiyetle sev.’’
‘’En iyi intikam, düşmanın gibi olmamaktır.’’
‘’Başına gelenleri ve senin yazgında bulunanları yalnızca sev. Bundan daha uygun ne olabilir ?’’
“Ulu bir bilge olman ama kimsenin bunu anlamamış olma olasılığı her zaman mümkündür. ...Marcus, sen bu büyük dünya halkının bir vatandaşı oldun; yaşamının beş ya da elli yıl sürmesi neyi değiştirir? Sana verilen süre ne kadar olursa olsun, bu büyük topluluğun ‘birlik ‘ ilkelerine uygun olan her şey, herkesin için adildir...’’
“Ölümden korkma, tersine onu sevinerek karşıla, çünkü ölüm de doğandan gelir. Tıpkı, önce gençken giderek büyümemiz, gelişmemiz ve olgunluğa ulaşmamız, dişlerimizin çıkması, sakalımızın uzaması ve saçlarımızın beyazlaması, aklımızın ermeye başlaması, gebe kalmamız ve yeryüzüne yeni yaşamlar getirmemiz ve nihayet yaşamımızın farklı dönemlerinde olagelen tüm doğal süreçler gibi ölüm de yaşamın bir parçasıdır. Düşünceli bir insan asla ölümü hafife almaz, ona karşı sabırsız olmaz ya da onu aşağılamaz, ancak yaşamın doğal süreçlerinden biri olduğunu bilerek onu bekler.”
‘’Kendini bugün ölmüş olarak düşün, artık yaşamı sona ermiş birisi gibi ve bunu aklında tutarak geriye kalan zamanını doğa ile tam bir uyum içinde yaşayarak geçir.’’
‘’....Sahneyi halinden hoşnut olarak terket, çünkü seni sahneden indiren Yaratıcı da yaptığından hoşnuttur.’’
180 yılının başında, ordusunu kırmakta olan bir salgın sarılığına tutulur. İmparatorlarının öleceğini anlayarak gözyaşlarını tutamayan askerlerine: ‘’Niçin ağlıyorsunuz?’’ diye sorar Marcus Aurelius. Ve kendisi şu cevabı verir; ‘’Hepinizin beni bulacağı yere, sadece, sizden önce gittiğimi bilmiyor musunuz?’’ Aynı günün akşamı, bir emri olup olmadığını öğrenmek için yanına gelen görevliye, ‘’Beni artık bırakıp, doğacak güneşi bulmaya gidin, ben artık batıyorum’’ diye yanıt verir, sonra uyumak üzereymiş gibi, başını örter. 180 yılının 9 Nisan gecesinde, 58 yaşında, hayata gözlerini yumar.
Marcus Aurelius stoacı bir filozoftu. Stoacılığın Kurucusu Zenon’dur. (M.Ö. 335-263) Zenon, mutluluğun; eylemlerin ve ruhun özgürlüğünde aranması ve gerçek kişiliklerimiz için yalnızca zaruri olanı istemenin gerektiğini ifade eder. Zenon’a göre zaman hariç hiçbir şeye karşı güçsüz değilizdir.
Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimserler, mutluluğun dış koşullara bağlı olmadığına inanırlar ve dış etkilere karşı kayıtsız kalmayı önerirler. Stoacılara göre; özgür insan başkalarına ve dış etkilere kayıtsız kalmasını bilen insandır. Stoacılar erdem ile mutluluğun temeli olarak arzu, tutku heyecan ve duygulardan kurtulmayı kabul ederler. Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktu
Fenike kökenli ve Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon, bir süre akademide bir öğrenci olarak çalıştıktan sonra akademiden ayrılır ve kendi okulunu kurar. Bir binada ders verecek gücü olmadığı için, derslerini bir çatı ya da sundurma gölgesi altında verir. Okulunun adı olan stoacılık da, Yunanca (çatı) anlamına gelen “ stoa “ sözcüğünden bu nedenle türetilmiştir.
Eski Yunanistan’daki Delfi adasındaki kehanet tapınağında Sokrates’in şu sözü kazılıdır: “İnsan, kendini Bil! “ Sokrates’in bir başka sözü; “Neye sahip olduğundan çok, ne olduğuna bakarak kendini değerlendir, ancak bu biçimde olabildiğince mükemmel olabilirsin.“
Marcus Aurelius Roma Meydanı'nda yürürken arkasında da bir uşak yürürmüş. Uşağın tek işi, insanlar onu alkışladığında ve şükranlarını sunduğunda Marcus Aurelius' un kulağına eğilerek ''sen sadece insansın'' diye fısıldamakmış.
Bu hikâye Marcus Aurelius’un Sokrates’in söylediği gibi hem ‘’kendini bildiğini’’ ve hem de neye sahip olduğunu değil ‘’ne olduğunu’’ bildiğini göstermektedir.
Marcus Aurelius’tan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşayan günümüz politikacılarının gerçek bir devlet adamı olan Marcus Aurelius’tan öğrenecekleri çok şey olsa gerek diye düşünüyorum.
Tu es vir de civitatibus magnis Marcus Aurelius...
Osman AYDOĞAN
Gökyüzü gibi birşey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.
Doktorlar hep yanı başımda değillerdi, zaten çoğu da İngilizce bilmiyorlardı, Türkçe bilen hiç yoktu, Almanca bilen de hiç yoktu, Arapça da bilmiyorlardı, hemşirelerden de çat pat İngilizce bilen birkaç kişi vardı…
Birisiyle konuşma ihtiyacı zamanla öylesine arttı ki, ciğerlerimdeki havaya nasıl muhtaçsam, konuşmaya da o kadar muhtaç olduğumu anladım. Kral Midas'ın hikâyesinde olduğu gibi; konuşacak birisinin olmayışı ölüme benzermiş. Geceleri yaralarımın yol açtığı kâbustan, gündüzleri kimsesizlikten zaman geçmezdi.
Bu yalnız günlerimde 1889 - 1973 yılları arasında yaşamış olan Fransız varoluşçu filozof Gabriel Marcel’i daha iyi anladım. Gabriel Marcel’e göre ‘’insan için var olmak, başka bir insana seslenmek’’ demekti. Marcel’e göre İnsan "seslenen bir varlık" olarak görünür; varoluş (existence) başkalarına yöneliştir insan için. ‘’Ben varım’’ demek, bana yabancı bir varlıkla aramda bağ kurmadıkça ben ne kendimi ne de başkasını bilip kavrarım demektir. Yaralarım neyse de ‘’ben varım’’ diyememek ne kadar zormuş, bunu burada daha iyi anladım…
Kabil’de Vezir Akbar Han Hastanesinde vakit geçirmenin tek yolu çoğunlukla geçmişi yaşamak, çocukluğuma gitmek o muhteşem zamanı hâyâl etmek ve tekrar tekrar yaşamaktı. Geçmeyen zamanda hep çocukluğuma gider, çocukluk günlerimin her bir anını gözlerimin önüne getirirdim. Çocukluk günlerimin geçtiği evimizi, annemi, babamı, ablalarımı, ağabeylerimi, komşularımızı, arkadaşlarımı, mahallemizi, bağlarımızı, bahçelerimizi, tarlalarımızı bir bir hatırlardım. Çocukluğumu hatırladığım zamanlar dalardım tabii, nadir çat pat İngilizce bilen hemşireler de takılırlardı bana ‘’yine nereye gittiniz?’’ diye…
Kâbil’e ilk geldiğimde okuduğum Albert Camus'un '’Yabancı’' isimli eserini anımsadım, bu kitaptan bir cümle aklımda kalmıştı. Şöyleydi o cümle: ‘’O zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. Canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. Bir bakıma bu da bir kazançtı.’’ Albert Camus’un ifadelerinden benim yaşadıklarımın tek farkı ‘’hapishane’’ yerine benim ‘’hastane’’de olmamdı.
Vezir Akbar Han Hastanesinde kaldığım sürede çocukluğuma ait her bir şeyi ama her bir şeyi birebir yaşadım. Burada anladım ki; bu yaralı ve ateşli halimde beni ayakta tutan, bana güç veren hep bu çocukluk hatıralarımdı. Dostoyevski’nin şu sözünü şimdi daha iyi anımsadım ve anladım: ‘’Hayatımızda en yüce, en güçlü, en yararlı dayanağımız ana baba evinden kalan hatıralarımızdır.’’
Ama hastanede en çok annemi hatırladım. Zaten hastaneye ilk geldiğimde bilincimin kapalı olduğu günler ve özellikle geceler sürekli annemi sayıkladığımı söylerdi hemşireler. Sabahlara kadar annemi sayıklarmışım. Halil Cibran, mektuplarında insanın söyleyebileceği en güzel kelimenin ‘’anne’’ kelimesi, en güzel sözün de ‘‘anneciğim’’ sözü olduğunu ifade ederdi.
Hastanede gündüz hâyâl ettiğim, birebir yaşadığım çocukluğumun günlerini, ateşler içinde geçen gecelerimde farklı bir şekilde yaşar olmuştum:
Hemen her gece Nisan aylarında memleketimizdeki bahçelerdeki kayısı ağaçlarının dallarının açmış çiçekleri arasında bir serçe kuşu gibi daldan dala konarak uçardım… Kayısı ağacı çiçek açtığında, henüz yaprakları olmadığından ağaç boydan boya bir gelin elbisesi gibi bembeyaz olurdu.
Hele hele o çiçekli badem ağaçları yok muydu; çağla yeşili, pembesi, beyazı bir muhteşem harmoni oluştururdu. Bembeyaz bir çiçek deryasında uçsuz bucaksız bir sonsuzluk duygusu içinde uçardım.
Elma ve armut ağaçları daha sonraları çiçek açardı, bu ağaçların çiçekleri de henüz yeni çıkmış açık yeşil yaprakları arasında daha başka bir güzel görünürdü… Bu ağaçların dalları arasında bir guguk kuşu gibi daldan dala konarken görürdüm kendimi…
Yaz başlangıcından önce çalı ve iğde ağaçları çiçek açardı… Griden beyaza yakın yaprakları olurdu çalı ve iğdelerin, küçücük sapsarı çiçekleri ve o muhteşem kokusu ile harikulade bir manzara oluştururlardı… İğde ve çalı ağaçlarının o muhteşem kokusu ve görüntüsü içinde iğde ve çalı dalları arasında bir çalı kuşu gibi uçarken görürdüm kendimi.
Bazı geceler ceviz ağaçlarının Nisan ayında açan o ana baba kokusunu salan taze yaprakları arasında, zaman zaman zambak ve susam çiçekleri arasında, zaman zaman da ekin tarlaları içindeki gelincikler arasında görürdüm kendimi. Bazen sarı sarı sapsarı ekin tarlaları içinde, olgunlaşmış, bükülmüş eğilmiş başaklar arasında bir tarla kuşu gibi uçarken görürdüm kendimi.
Bazen de ilkokulda okul sırasında ders dinlerken bulurdum kendimi. Okul arkadaşlarımı bir bir, isim isim, numara numara hatırlardım.
Geceleri kâbuslar içinde, sanrılar içinde ateşli de geçse, bu gecelerin sabahı daha bir huzurla uyanırdım. Pek şikâyetçi de değildim bu gecelerden. Bu sefer akşamları bekler olmuştum, akşam olmasını, karanlıkların usul usul, perde perde inmesini, gecenin olmasını, rüyamda çocukluğuma gitmeyi ve o kuşlar gibi tekrar tekrar uçmayı hep bekler olmuştum…
Artık yaralarım henüz tam iyileşmese de hastanede kalmaktan yeterince bir keyif almıştım. Hastanedeyken bir tür sükûnet elde etmiş, kendimi kendime ve soyut şeylere daha bir yakın hissetmiştim. Kafamı yastığa koyup gözlerimi kapayarak kendimi dünyadan soyutladığımda, anlattığım gibi, ince bir yeşil tüle bürünmüş olan sakin vadilerin, bahçelerin, tarlaların ve tepelerin üzerinde hep bir kuş gibi uçarken görmüştüm kendimi... Ayrıca hiç kaybetmemişimcesine sevdiklerimin yanımda olduğunu, onlara seslenip, onlarla konuştuğumu görmüştüm. Sabahları uyandığımda da sanki kendimi de bir kuş gibi hafif hissetmiştim.
Hatırladıkça çocukluğumu Edip Cansever’in 1982'de yazdığı ‘’Bezik Oynayan Kadınlar’’ (Ada Yayınları, 1982) kitabının "Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup" adlı şiirinde geçen şu dizelerine de hak vermiştim: "Gökyüzü gibi birşey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor..." (Benzer bir ifade de Murathan Mungan'ın ''Eskidendi, çok eskiden'' isimli şiirinde de geçerdi: ''Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden'')
Bu hastane ve bu yaralı halim bana hep Şehriyar’ı ve O’nun hayatıma anlam katan şu sözünü hatırlatmıştı: ‘‘Acılar ruhu olgunlaştırır. Düşüşler en az çıkışlar kadar hayata bir tad katar, ancak bunun dengede olması gerekir. Çalışma, mücadele ve belalar olmasaydı bizler de var olmazdık ve yaşam duygusuz, anlamsız ve bunaltıcı olurdu.’’
Ve en çok da şu sözü söylerdi Şehriyar: ‘’İnsan ancak gecenin yolunu izleyerek şafağa varabilir.’’
Osman AYDOĞAN
Tanburi Cemil Bey
Büyük tanbur üstadı Tanburi Cemil Bey’in (1873 - 1916) ölümünün 100. yılında, Eylül 2016’da güzel bir kitap yayınlandı reklamsız, tantanasız ve sessizce Lütfiye Aydın tarafından: ‘’Dehanın Sesi, Tanburi Cemil Bey’in Romanı’’ (Remzi Kitapevi, 2016)
Bu kitap için yazarı Lütfiye Aydın şöyle diyor: ‘’Bu kitap elbette ne biyografi, ne tarih, ne de bir müzik kitabı… Alışılmışın dışında bir roman yalnızca... Bütün kaygılarıma karşın, yakın geçmişte yaşayan gerçek bir değerimizi, ölümünün 100. yılında roman kahramanına dönüştürerek, hem duygusal hem de düşünsel evrenini anlatmaya çalıştığım, bunun için de yıllarımı verdiğim için bile kendimi mutlu sayıyorum. ‘’
Yazar bu kitabında ayrıca Cumhuriyet döneminin ilk yılları ile 1930’ların sanat dünyasından kesitlerle Tanburi Cemil Bey’in oğlu olan Mes’ud Cemil Tel’in Nâzım Hikmet’le dostluğunu da anlatır.
Cemil Bey’in oğlu olan Mes’ud Cemil’in de babasını anlattığı güzle bir kitabı var: ‘’Tanburi Cemil'in Hayatı’’ (Kubbealtı Neşriyatı, 2016)
Bir de yazar Beşir Ayvazoğlu, 1930''ların sanat, edebiyat ortamı ile toplumsal hayatını anlattığı '''Ateş Denizi'' (Kapı yayınları, 2013) adlı romanında Tanburi Cemil Bey''in biyografisini yazmaya çalışan roman kahramanını anlatırken hem Tanburi Cemil Bey'i tanıtır hem de Osmanlı'’dan Cumhuriyete geçişin sancılarıyla yüklü bir Türkiye tarihini de anlatır.
Bunlardan başka Tanburi Cemil Bey’in öğrencileri arasında bulunan önemli müzik adamlarımızdan Refik Fersan Bey’in Murat Bardakçı tarafından yayınlanan hatıratında (Refik Bey, Refik Fersan ve Hatıraları, Pan Yayıncılık, 2012) da Atatürk’ten Tanburi Cemil Bey’e pek çok kişiyle ilgili gözlemler, anılar, hatıralar yer alır.
Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar da ‘’Beş Şehir’’ (Dergâh Yayınları, 2017) adlı kitabında Tanburi Cemil Bey’den bahseder.
Tanburi Cemil Bey 1873 yılında İstanbul'da doğar. Müzik aleti çalmaya karşı ilgisi on yaşlarında keman ve kanun ile başlar. Daha sonra başladığı ve ismi ile bütünleşen tanbur sazı ile ustalık derecesine ulaşır. Tamburi Ali Efendi'nin de öğrencilerindendir. Hatta Ali Efendi'nin, Tanburi Cemil Bey’i dinledikten sonra "eline bir daha tanbur almayacağını" söylediği rivayet olunur. Tanburdan başka, klasik kemençe, lavta ve viyolonsel gibi sazları aynı ustalıkla icra ederek başlı başına bir ekol sahibi olur. Müzik aleti çalmakta erişilmez bir mertebeye yükselen Cemil Bey aynı zamanda çok iyi bir bestekârdır.
Cemil Bey, Türk musiki tarihinin en büyük tanbur virtüözüdür. Eline aldığı herhangi bir sazı da kısa bir müddet sonra çalabilmektedir. Cemil Bey tanbur sevgisini şöyle anlatır: "... bir müddet keman çaldım, bunun sodasını acı buldum. Bir müddet de kanun çaldım, akordundaki müşkilat sebeb-i terk oldu. Nihayet tanburda karar kıldım. Bu asil ve rengin saz üzerinde işlediğim nağmatı icra ettikçe hissiyatıma küşayiş gelir, hayalim genişler, acı teessürlerim bir müddet içün olsun benden uzaklaşırdı."
Ölmeden önce oğlu Mes’ud Cemil için, "duyarak çalarsa bedbaht olur, duymadan çalarsa müziği bedbaht eder" diyerek müzisyenin tamamen kafasındakini ellerine dökebilmesinin bedelini anlatır.
Cemil Bey kendine has icra biçimleri ile alaturka müzikle klasik Batı müziğini birbirine yakınlaştırır. Yani gelenekten yepyeni şeyler çıkarır. Yenilikçi, öncü bir sanatçıdır. Bu nedenle Tanburi Cemil Bey, müziğin Doğu’ya açılan ihtişamlı kapısıdır.
Alman İmparatoru II. Wilhelm'in İstanbul'u ziyaretinde Cemil Bey onun şerefine bir konser verir. Konserde bir parça çalar. Alman İmparatoru buna bayılır. Tekrar çalmasını rica eder. Herkes birbirine bakar o an. Gülümserler. Cemil Bey Alman İmparatoru'na ''bunun bir tuluat olduğunu, tekrar çalmasının mümkün olmadığını'' söyler...
Girişte bahsettiğim Refik Fersan Bey’in hatıratında (Refik Bey, Refik Fersan ve Hatıraları, Pan Yayıncılık, 2012) Cemil Bey ile ilgili olarak şu iki hatıra anlatılır: (s.104,105)
‘’Tanburi Cemil Bey idaresinde musıki heyeti Bebek’teki Hekimbaşı Behçet Efendi’nin yalısında haftada iki gece çok seçkin konuklara yönelik icra sunarlarken sıra dışı bir olay yaşanır. Sultan Abdulhamid’in kuyumcubaşısı Jak Harunaçi’nin Fransız eşinin de bulunduğu ortamda konuklar üstattan evvela klasik kemençe ile bir taksim ve ardından tanbur ile Tahirbuselik Peşrev’ini icra etmesini dilerler. Üstat mükemmel taksim icrasının arasına yeri geldikçe garp nağmeleri ile vals yerleştirerek mevcut seçkin konuklarını adeta büyüler. İlk kez alaturka musiki ile muhatap olan ve evvela ilgi göstermeyen Fransız kadın zaman sonra, üstadın dinleyeni içine doğru çeken tılsımlı icrası neticesinde giderek büyülenir. Perdesizliği gerekçesi ile ses sınırları olmayan ve yerleşik, sınırlı ses aralıklarına alışkın bir Batılının o vakte kadar hiç karşılaşmadığı müzikal aralıklara kapı aralayan klasik kemençenin hüzünlü nağmeleri karşısında Harunaçi’nin Fransız eşi dayanamaz ve gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başlar. İster icra ettiği enstrümanların taşıdığı hüznü yaşayan diyelim, ister zaten hüzünlü bir mizaca sahip kişiliği sayesinde içindeki hüznü parmaklarını değdirdiği enstrümanlara geçiren diyelim, Tanburi Cemil Bey’in taksimi bittiği zaman, ömründe ilk kez alaturka musiki dinleyen bu Batılı genç hanım yerinden fırlayıp üstadın ellerini öper.’’
Refik Fersan Bey’in hatıratında yer alan Cemil Bey ile ilgili olarak anlatılan bir diğer hatıra da şudur:
‘’1908 ilkbaharının mehtaplı, sakin bir gecesi idi... Göztepe’deki köşkümüzün bahçesinde feryâd eden bülbülün nağmeleriyle mest olan hocam Tanburi Cemil Bey, içinden gelen büyük bir tehâlük ve iştiyakla kemençesine sarılarak, Segâh makamında bir taksime başlamıştı. Bir taraftan bize oldukça uzakta öten bülbülün şakrak feryâd ve figânı, diğer taraftan ona cevap veren büyük dâhinin elindeki kemençenin hazin, muhrik (yakıcı) ve ilâhi nağme ve giryânı karşısında vech ve istiğrak-ı âşıkhane (âşıkhane bir şekilde dalma, kendinden geçme) içinde mest-i lâ-ya’kıl (sızmış, sarhoş) kalan bizler, bilâihtiyar gözlerimizden dökülen yaşları zaptedemiyorduk. (...) İlahi nağmelerin teshiriyle biraz ötede öten bu sevimli hayvan yavaş yavaş bize yaklaştı... Altında oturduğumuz gül ağacının kemençenin tam karşısındaki dalının ucuna konmuş, artık ötmüyordu. Kemal-i sükûn ve huşû ile kemençe dinliyordu. Her taksimin sonunda gaşyolan (kendinden geçen) bülbül evvelâ hafif nüvazişlerle yalvarıyor, niyâz ediyor; bu temenni nazar-ı itibare alınmazsa canhıraş feryâdlara başlıyor, ağlıyor, tehdid ediyor, zorla ahenge devam ettirmek istiyordu. Cemil Bey gibi rakik ve merhametli bir sanatkâr bu âşık-ı şûrideyi (perişan aşığı), hem de bizleri tarife imkânı olmayan manevi bir hâlet-i ruhiyye içinde surûr ve şadmâniye gark etmişti...’’ Refik Fersan uzun anlatmış ama sözün kısası Tanburi Cemil Bey çalmış bülbül dinlemiştir…
Cemil Bey sağduyulu, genel kültürü geniş bir insandır. Terbiyeli, sessiz, çekingen, özel hayatında şakacı ve nükteli bir yaratılışı vardır. Türkçeyi güzel konuşur ve konuşacak ve çeviri yapacak kadar Fransızca bilir. Güzel yazı yazar, anlatmak istediğini de iyi ifade eder. Batı kültürü hakkında da bilgisi vardır. Kalabalığı sevmez, devamlı hüzünlü bir insan olarak yaşamıştır. Yüzünde hep hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardır. Bunu da eserlerine yansıtır.
Tanburi Cemil, 1901'de annesinin isteğiyle, Adile Sultan Sarayı'ndan arkadaşı Eflaknur Hanım'ın kızı Şerife Saide ile dünya evine girer. Eşinin aşırı sevgisi, kıskançlığı ve musiki davetlerine gitmek istememesi nedeniyle zor günler yaşamaya başlar. İçe kapanıklılığında, kendisini sosyal hayattan dışlamasında bu evliliğin rolü olduğu düşünülür. Sanatçının oğlu Mes'ud Cemil de bu evlilikten bir yıl sonra 1902'de dünyaya gelir.
Mes’ud Cemil kitabında şöyle anlatır:
"Saide Hanım, 1902 senesinde, karın pencerelere kadar yükseldiği bir kış gününde, kırk beş sene sonra bu satırları yazacak çocuğu büyük acılarla dünyaya getirdiği zaman, kocası yatağının kenarına oturmuş ve sormuştu: ‘Saide, sana biraz tanbur çalayım mı?’ Doğum ıstırabından bitap düşen genç anne, lohusalık ateşiyle yanan gözlerini dehşet içinde açtı: ‘Hayır! İstemiyorum!’ Cemil Bey hafifçe kızarır; dalgın, karla örtülü pencereye doğru yürür.’’ Zaten içe kapanık olan Cemil Bey’in üstüne bir kapı daha kapanır!
Döneminde çok tanınır, sevilir... Padişahların huzurunda çalar, veliahtlara, sultanlara ders verir...Ama içine kapanık yapısı, prensiplerine bağlılığı ve sert kişiliği ile giderek yalnızlaşır. Bu nedenle ölümüne kadar derin bir yalnızlığın içinde kederli bir dünyada yaşar...
Cemil Bey, Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasının ardından askere çağrılır. Askerlik muayenesi esnasında verem olduğunu öğrenir... Yakın dostu doktor Hamid Hüsnü Bey'in sanatoryumda tedavi teklifini reddeder... Yakınlarının tedavi için İsviçre'ye gitmesi konusundaki ısrar ve isteklerini de geri çevirir.
Mes'ud Cemîl Bey'in girişte bahsettiğim babası Tanbûrî Cemîl Bey hakkında yazdığı üslup ve anlatım şaheseri biyografi kitabını okuduğunuzda görürsünüz ki - Mes’ud Cemil’in ifadeleriyle - Cemîl Bey maderzâd bir müzisyen olmanın bütün husûsiyetlerini hâiz, Sultan Reşad'ın Muzika-i Humâyûn'un başına gelme teklifini reddedecek kadar dünyadan kopuk bir rindmeşreb, bir dilencinin söylediği türkünün notalarını yazmak için evden çıkıp peşine seyirten, sultan sofralarından ziyâde bitirim meyhânelerinde keyfini bulan, basit insanlarla eğlenmekten hoşlanan bir karakterdir.
Cemil Bey, ömrünün son yıllarında evinin bahçesinde bulunan ve "uzletgâh" dediği ayrı bir evde yaşamaya başlar.
Hastalık kısa sürede ilerler, önce birinde iken her iki ciğere de yayılır. Nihayet 1916 yılının Temmuz ayının yirmi sekizinci gününü yirmi dokuzuncu gününe bağlayan gece yarısından sonra eşini uyandırır: "Vakit geldi. Yirmi beş sene rindane yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum lakin sizin için bâd-ı i ızdırap oldum. Affediniz kendinize ve Mes’ud'a iyi bakınız." diyerek hayata gözlerini yumar.
Sanatçı, Temmuz 1916'da 43 yaşında öldüğünde cenazesine mahalle bekçisi dâhil 13 kişi katılır. Bu kadar gözden ve gönülden ırak dünyayı terk edip gider. Cemil Bey öte dünyaya göçtüğünde oğlu Mes'ud Cemil henüz üç yaşındadır...Mezarı Mevlanakapı’da, Merkezefendi Mezarlığı’ndadır dense de tıpkı Şükûfe Nihal gibi mezar yeri bile bilinmiyordu. Ancak 1995 yılında mezarı bulunarak üzerine bugünkü kabri yapılır. Mezar taşının üzerinde bir tanbur kabartması resmedilir...
Nâzım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa dindar bir adamdır ve Mevlevi tarikatına bağlıdır. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşıyordur. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılır. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir eder. Çocukluk yıllarını paşa dedesinin konağında geçiren şair konaktaki gromofondan yükselen Cemil Bey'in nağmelerinden de ziyadesiyle etkilenir. Ve Nazım, geleneksel kurallar içerisinde yazdığı ilk dönem üslubunun örneği olan ‘‘Cemil Ölürken’’ isimli pek bir kimsenin bilmediği şiirini Cemil Bey'in oğluna, arkadaşı Mes’ud Cemil'e ithaf eder.
Cemil Ölürken
Elâ gözleri dalgın, geniş alnı sararmış
Bir sanatkâr hastadır, Cemil hasta yatıyor
Odayı bir matemin görünmez rengi sarmış
Başında duranların kalbi yorgun atıyor
İnce parmaklarını ıslattı gözyaşları
Odanın sükûnunda hıçkırıklar inledi
Hastanın yavaş yavaş çatılırken kaşları
Sanki derinden gelen bir sâdayı dinledi
Mukaddes elemini andı bir kere daha;
Uzak serviliklere çevirerek yüzünü
Ah! Ey gafi faniler iman edin Allah'a!
Bir ilâhi ruhun da geldi işte son günü...
Çok kudretli oluyor bir dehanın gururu
Ecel! onun yanına sende el bağlayıp gir!
Nefesinle titreyen fânilerden değil bu
Ölmeyen bir sanatkâr ölüm döşeğindedir
Gökler geri alıyor yeryüzünden sesini
Şimdi geniş alnında ebedin gölgesi var
Başında ağlayanlar sonuncu bestesini
Ağır ağır kapanan gözlerinden duydular.
Nazım Hikmet, Alemdar Gazetesi, 21 Kasım 1920.
Daha önce Avrupa’dan döndüğünde tam bir zamanın hippisi olan Yahya Kemal Beyatlı’yı da bildiğimiz ‘’Yahya Kemal Beyatlı’’ yapan Tanburi Cemil Bey idi…
Yahya Kemal 11 yıl Paris’te yaşar ve alafranga biri haline gelmiş olarak Paris’ten geri döner. Döndüğünde burada her şeyi Fransa ile mukayese eder ve en salaş dönemini yaşayan Osmanlı’nın hiçbir şeyini beğenmez. Bir toplantıda Tanburi Cemil Bey ile tanışır. Tanburi Cemil Bey’in taksimleri, müziği Yahya Kemal’i mest eder. Kendisi bu hadiseyi “O gün benim önümde altın bir kapı açıldı. Ben o gün memleketimin kültürüne döndüm” diye anlatır. Ve sonrasında Cemil Bey’in tutkulu hayranlarından olur.
Yahya Kemal Beyatlı Varşova’da iken karlı, hüzünlü bir havada Klasik Batı Müziği yerine Tanburi Cemil Bey’i dinleyerek ve o müzikle hem Avrupa’dan hem de yaşadığı çağdan uzaklaşır.
Yahya Kemal’in içinde Tanburi Cemil Bey'den bahsettiği ‘’Kar Mûsikîleri’’ isimli şiiri Türk şiirinde en iyi ''kar'' şiirlerinden birisidir. Yahya Kemal bu şiiri 1927 yılında yaşadığı Varşova`da büyükelçi iken kaleme alır. Şair kendisine ilham veren kar havasını şöyle anlatır: ''Varşova`da elçilikte bulunduğum bir akşam odamda çalışıyordum. Dışarıda kar yağıyordu. Orada kar başladı mı günlerce aylarca durmadan yağar. İnsanda bin yıl sürecek bir yağış tesiri bırakır. Bir kuytu manastırda koro halinde söylenen dualar gibi gamlı ve bir erganun ahengi insanda ne tesir yaratıyorsa orada yağan karın öyle hüzünlü ve devamlı bir sesi vardır... Kar musikisi işte bu atmosferin ürünü...” Varşova 1927
Kar Mûsikîleri
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,
Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.
Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!
Günümüzde bilenlerin kendisine Tanburi Cemil Bey’in manevi öğrencisi diye tanımladıkları ve tanburu Cemil Bey kadar güzel çalan bir sanatçımız var: İhsan Özgen. Müzisyen, yazar ve ressam İhsan Özgen ‘’Peşrev ve Saz Semaileri’’ albümünde Tanburi Cemil Bey'in eserlerini düzenleyip eşsiz bir şekilde yorumlar. Bu albümde özellikle hicazkâr saz semaisi ve nevâ peşrevi yorumları olağanüstüdür. İhsan Özgen'in ‘’Ege ve Balkan Dansları’’ albümünde Tanburi Cemil Bey'in ‘’Çeçen Kızı’’ eserinin en iyi düzenlemelerinden birisi mevcuttur. İhsan Özgen’in ‘’Sanatı Yaşamak’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2009) adlı kitabı taksimleri kadar tarifsiz güzeldir.
Yahya Kemal Beyatlı Cemil Bey için “O bir dâhidir, eğer o dâhi değilse, dâhi kimdir” der. Oscar Wilde'nin şu sözü Cemil Bey’i anlatır gibidir: “Toplum oldukça hoşgörülüdür. O her şeyi affeder, deha dışında”.
Bu nedenle Cemil Bey’i de unuttuk gittik. TV’deki yoz eğlence programlarına devam ta ki toplum yok olup gidene kadar!
Zaten;
"Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"
diye derdi Yahya Kemal! Başka ne diyem ben!
Itrî'ye atfedilen cümleyi Tanburi Cemil Bey için aynen aktarıyorum: ‘’O şafak vaktinin cihangiri’’ idi…
Tanburi Cemil Bey hep mahzundu, hep mağmumdu, yüzünde her daim hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardı. Bu hüzün eserlerine de yansımıştır. Yüzyıllarda bir gelip geçen bir kuyruklu yıldız misali, sanat ufkumuzda bir anda belirip kayboluveren Tanburi Cemil Bey'in eserlerini yaşatabilirsek öte dünyada yüzü bir nebze olsun gülecektir diye düşünüyorum... Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Rûhu şâd olsun....
Osman AYDOĞAN
Bir küçük not: Osmanlıcaya Arapça’dan geçen bir özellik olarak ''n'' harfi (nun) ''b'' harfinden (be) önce kapalı hece olarak bulunursa ''nb'' şeklinde yazılır fakat ''mb'' şeklinde okunur. Örneğin: penbe - pembe, çârşenbe – çarşamba, pençşenbe – perşembe ve tanbur - tambur gibi… Dolaysıyla ‘’tanbur’’ diye yazılır ancak ‘’tambur’’ diye okunur.
Türk sanat müziğinin mihenk taşıdır Tanburi Cemil Bey. Bütün eserleri güzeldir ama ‘’Çeçen Kızı'’ bir başka güzeldir. Aşağıda bağlantısını verdiğim ‘’Çeçen Kızı’’ında tanbur resmen konuşur, tanbur ağlar, sanki tanbur hüzünlü bir hikâye anlatır gibidir.
https://www.youtube.com/watch?v=beb4tBI0fo4
Tanburi Cemil Bey ‘’Çoban Taksim’’ (Bu taksimde kemençe ile öyle bir köpek ve kurt sesi verir ki sanırsınız ki bir köydesiniz, gece kurt ve köpek sesleri gelir...)
https://www.youtube.com/watch?v=yrYX93bEINM
Derya Türkan ve Özer Özel tarafından icra edilen ‘’ferahfeza saz semaisi:
https://www.youtube.com/watch?v=JO4aXpLc8AM
Üstad Tanburi Cemil Bey’i anlatan Youtube bağlantılarını aşağıda veriyorum. Tanburi Cemil Bey’i daha iyi tanımak için izlemenizi öneririm.
https://www.youtube.com/watch?v=WdkApTdU6gA
https://www.youtube.com/watch?v=-HtHeD_rrE4
https://www.youtube.com/watch?v=cBTT2gvQskA
Kürdilihicazkâr peşrevi
- http://www.youtube.com/watch?v=-mwgks7jkbm
- http://www.youtube.com/watch?v=firqjdmijiy
- http://www.youtube.com/watch?v=u_62eod5fc8
- http://www.youtube.com/watch?v=hralfaxeez4
- http://www.youtube.com/watch?v=li2rnt-n8uq
Şedd-i arabân saz semâî
- http://www.youtube.com/watch?v=jzm4kaav05k
- http://www.youtube.com/watch?v=c81ahewmdqa
- http://www.youtube.com/watch?v=979gj_66pdw
- http://www.youtube.com/watch?v=nh0cwnavwtw
- http://www.youtube.com/watch?v=tply5ndmhfa
- http://www.youtube.com/watch?v=5gsshuobqcs
- http://www.youtube.com/watch?v=0bpa9xhfsha
- http://www.youtube.com/watch?v=p2n7y9ckxu8
Şedd-i arabân peşrevi
- http://www.youtube.com/watch?v=jfkjzubyb-o
- http://www.youtube.com/watch?v=xyes5hyvhum
- http://www.youtube.com/watch?v=pvitof87egg
- http://www.youtube.com/watch?v=9f1ffnlbi4g
Hüseyni saz semai - Çeçen Kızı
- https://www.youtube.com/watch?v=i7bsyahnnpy
- https://www.youtube.com/watch?v=smfqgjdoj6y
- http://www.youtube.com/watch?v=wxshwlmosgk
- https://www.youtube.com/watch?v=-kghaifvf0m
- https://www.youtube.com/watch?v=ly5j5hibbts
Ferahfezâ saz semâî
- http://www.youtube.com/watch?v=ryo7wepny-i
- http://www.youtube.com/watch?v=xltk03jjaqw
- http://www.youtube.com/watch?v=p-zji_rtgxi
- http://www.youtube.com/watch?v=2xndkqpelpm
- http://www.youtube.com/watch?v=jo4axplc8am
- http://www.youtube.com/watch?v=g1wmqdmn7ro
Muhayyer saz semâî ve/veya peşrevi
- http://www.youtube.com/watch?v=c5tdujrdgfg
- http://www.youtube.com/watch?v=2dwch-ztnug
- http://www.youtube.com/watch?v=nywtx_ppkik
- http://www.youtube.com/watch?v=lxknjo8he3k
- http://www.youtube.com/watch?v=-zqkzqf5jm4
- http://www.youtube.com/watch?v=iii7h1jdfoy
- http://www.youtube.com/watch?v=ijqylnbvmk4
Tamburi Cemil Bey'in kayıp mezarı 1995 yılında bulunur:
Tanburi Cemil Bey'in bulunduktan sonra Mevlanakapı’da, Merkezefendi Mezarlığı’nda yeniden yapılan mezarı:
Yalnız, gönlümde bir acı var, adını bulamadım…
Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en duygusal, en içli, en mahzun ve aynı zamanda da en unutulan bir yazarı, şairi ve özgürlüğe tutkun, mücadeleci ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır. 1896 doğumludur…
Babası V. Murat'ın başhekimi Emin Paşa'nın oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey’di, entelektüel birisiydi… Annesi Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba tarafından Katipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet'in Başressamı Nakkaş Mehmet Efendi'ye dayanır.
Şükûfe Nihal babasının görevleri gereği gittikleri Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te Arapça, Farsça, Fransızca öğrenir.
1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü'nü bitirerek "Türkiye'nin ilk üniversite mezunu kadını" unvanını almıştır…
Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk şiir kitabı "Yıldızlar ve Gölgeler" yayımlanır. Aruzla yazılan bu şiirleri hece ölçüsü ile yazdığı şiirler izler. 1928 yılında "Hazan Rüzgârları", 1930 yılında ise "Gayya" adlı şiir kitabı yayınlanır. Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek, sık sık toplumsal konularda yazmıştır. Ancak, kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmamıştır. O, belki de kadın sorunlarını ve yaşantısını ilk dile getiren kadın şair ve yazarımızdır…
Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini ekonomik açıdan, üretkenliğini insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular. Yaşamındaki çok yönlülük, edebiyat alanında da görülür. Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar yazmıştır…
1928 yılında "Tevekkülün Cezası" adlı öykü kitabı ve ilk romanı "Renksiz Istırap" yayımlanır. Bunları, "Çöl Güneşi" (1933), "Yalnız Dönüyorum" (1938), "Domaniç Dağlarının Yolcusu" (1946), "Çölde Sabah Oluyor" (1951) adlı romanları izler. 1935 yılında "Finlandiya" adlı gezi notları yayımlanır. 1910 yılından itibaren "Kadın", "Tan", "Cumhuriyet" gazetelerinde, "Ayda Bir", "Her ay" gibi dergilerde köşe yazarlığı yapmıştır. Bu eserlerinden ''Yalnız Dönüyorum'' okunmaya değer bir eserdir. Şükûfe Nihal’in Domaniç Dağlarının Yolcusu adlı yapıtı Şakir Sırmalı tarafından ''Unutulan Sır'' adıyla filme çekilir, 1945 yılında çekimi başlayan film, 1948 yılında gösterime girer.
Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında eylemci kişiliğiyle de tanınır. Cumhuriyetin kurulması aşamasında, ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar'la Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde önemli çalışmalar yapmışlardır. Şişli'deki evlerinde toplantılar düzenlenmiş, kurtuluş mücadelesinin kararları alınmıştır.
Halide Edip, Sultanahmet'te tarihi demecini verirken, Şükûfe Nihal de, Fatih Mitingi'nde dinleyenleri oldukça etkileyen tarihi konuşmasını yapıyordu; “Ey aziz vatan beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın.”
Bununla da kalmayıp Anadolu'ya çıkmış, sonraki yıllarda da Anadolu'yu gezmiş, gördüklerinden etkilenen Nihal, eserlerinde Anadolu sorunlarına yer vermiş, gördüğü, tanıdığı köyleri ve köy kadınlarını anlatmıştır.
Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk temsilcileri ve savunucularından biri olan Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği'nin de kurucularındandır. Kurtuluş Savaşı sonrasında da, ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının vazgeçilmez konuğudur…
Hâlide Nusret ’’Bir Devrin Romanı’’ isimli kitabında (Timaş Yay. 2009) birinci elden Şükûfe Nihal’den bahseder. Şükûfe Nihal ve Hâlide Nusret İstanbul Kız Lisesinden yakın arkadaştırlar. Hâlide Nusret kitabında Şükûfe Nihal’i şöyle anlatır; ‘’Çok zevkli döşenmiş evinde tertiplediği toplantılarda devrin genç, yakışıklı pek çok şair ve yazarı onun etrafında fır dönüyorlardı. Güzeldi, zarifti, kültürlüydü, üniversite bitirmiş nâdir kadınlardan biriydi.’’
Şükûfe Nihal’in yakın arkadaşı İsmet Kür (yazar Pınar Kür’ün annesi, Hâlide Nusret’in kardeşi), ‘’Yarısı Roman’’ (Everest Yay. 2011) adlı kitabında Şükûfe Nihal’i şu şekilde tanımlar: ‘’Şükûfe Nihal hemen her görenin âşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. ‘Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı... Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu ‘dünyaya metelik vermeyen’ haliydi. Ve de, o sıralar, ‘hayran olunacak kadın’ sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hâlâ sevdiğini biliyorum. Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.’’
Hicran Göze ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ isimli kitabında (Kubbealtı Yay. 2010) Şükûfe Nihal’i, Fâruk Nâfiz’i ve aşklarını anlatır.
Kadınlı erkekli toplantılarda; ‘’Geldikçe Şükûfe sahn-ı meclis – Pürzemzeme gülistana döndü’’ diye övülen bir kadındı Şükûfe Nihal…
Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Şükûfe Nihal’in etrafında ateşin etrafında dönen pervaneler gibi dönen âşıklardan birisi de de Nâzım Hikmet’ti... 1920’li yıllar... Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairlerin yazarların edebi sohbetlerin birindeydi… Hâlide Nusret’in dizlerinin üzerinden Şükûfe Nihal’e uzatılan, onun ise gülerek okusun diye Hâlide Nusret’e verdiği kağıt… Nâzım Hikmet’in delişmen yazısıyla; “Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.”
Hâlide Nusret’in, kız kardeşi İsmet Kür’e söylediğine göre Nâzım Hikmet, “Bir Ayrılış Hikâyesi” adli şiirini Şükûfe Nihal için yazmıştı:
‘’Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum,
ama nasıl?
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya,
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum,
ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz
yüzde hudutsuz kere yüz... ’’
Nazım Hikmet, ‘’Yatar Bursa Kalesinde’’’ isimli eserindeki “İtizârname-i Nâzım” şiirini de Şükûfe Nihal için yazar.
Dönemin ünlü şairlerinden sadece Nâzım Hikmet âşık değildi Şükûfe Nihal’e. Hâlide Nusret’e göre Faruk Nafiz de Ahmet Kutsi Tecer de Şükûfe Nihal’e âşık edebiyatçılardan biriydi.
İnişli çıkışlı ve dalgalı özel hayatı, karşılıksız ve tinsel aşkları ile farklı bir şairimizdir Şükûfe Nihal… Bu nedenle üzerinde akademik tezler yazılmıştır. Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı, halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun yayınlanmış olan doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir: ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002) Bir diğer tez de Türkân Yeşilyurt Kayhan’ın ‘’Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri’’ (Bilkent Üniversitesi) isimli yüksek lisans tezidir. Bu yazıda da kısmen bu tezden yararlanılmıştır.
İlk eşi biraz da ailesinin ısrârı ile çok genç yaşta evlendiği Türkçe öğretmeni Mithat Sadullah (Sander) Beydi. Aralarında büyük yaş farkı vardı. Babasının zoruyla evlenmiş, evlenmemek için bileklerini keserek intihara teşebbüs etmişti. Bu evliliğinden oğlu Necdet (Sander) dünyaya gelmişti. Zorla evlendirildiği eşinden iki sene sonra ayrılmıştı.
Bu ayrılık günlerindeki sıkıntılarına teselli olan ve ona aruzu öğreten biri vardı. Cenap Şahabettin’in küçük kardeşi (anne bir baba ayrı) edebiyatçı, şair ve ressam olan otuz yaş civarında genç adam: Osman Fahri (1890-1920).
Gazeteci Cevat Fehmi’nin ‘’izdivaçta aşk lâzım mıdır?” sorusuna Şükûfe Nihal “İzdivaçta aşk birinci şarttır” diye cevap veren, evlilikte aşkı birinci şart olarak gören Şükûfe Nihal, Sander’le evliliğinde aradığı aşkı bulamayınca da Osman Fahri’ye karşı ilgisiz kalamaz.
Adile Ayda “Şükûfe Nihal, Böyle İdiler Yaşarken’’ (Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1984) adlı kitabında Nihal’in hayatta tek sevdiği kişinin Osman Fahri olduğunu ifade eder. Yazar, Şükûfe Nihal’in kendisine “Zaten insan hayatında bir defa sever. Gerisi kapılış, aldanış. Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım. Hep onu anlattım, ona seslendim” dediğini yazar.
İsmet Kür, ‘’Yarısı Roman’’ (Yapı Kredi Yayınları, 1995) adlı yapıtında şairin ağzından şu sözleri aktarır: “Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı.”
Şükûfe Nihal gerek Adile Ayda’ya gerekse İsmet Kür’e tek aşkının Osman Fahri olduğunu söylese de bu aşkı başlangıçta pek ciddiye almamış, biraz da uçarı biçimde yaşamıştır.
Şükûfe Nihal, ‘’Yerden Göğe’’ adlı kitabında yer alan ve ağırlıklı olarak Osman Fahri ile olan aşkını anlattığı “Mermer Kapı” isimli şiirinde Osman Fahri ile aşkını bir oyun olarak yaşadığını ve bu sırada on yedi yaşlarında olduğunu belirtir:
“Bir on yedi bahar ki nankör, çılgın, zalimdi,
Seven de reddeden de o şımarık kalbimdi…
Sensiz kalmak muhâlken, hayır, aldandın, derdim!..
Sanırdım ki bu oyun ömrümce sürecektir…”
“Mermer Kapı”da yer alan dizelerinde ayrıca Osman Fahri’nin de kendisine şiirler yazdığını da ifade eder:
“Bir damla gözyaşıma
Kaç mısra dökülürdü
Kaleminin ucundan,
Kim bilir?”
Prof. Dr. Hülya Argunşah’ın ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal’’’ isimli eserinde (Doktora tezidir) şu bilgiyi verir: Osman Fahri, Şükûfe Niha’in eşi Mithat Sadullah Sander ile yakın arkadaştır. Arkadaşının karısına âşık olmayı kendisine yakıştıramayan Osman Fahri, biraz da başlangıçta Şükûfe Nihal’in kendisine umut vermeyişinden kaynaklanan ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle ve Cervantes’in söylediği; ‘’aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır’’ sözüne uyup öğretmen olarak tayinini İstanbul’dan Elazığ’a aldırır. Şükûfe Nihal’in Sander’le evliliği boşanmayla noktalansa bile Şükûfe Nihal Osman Fahri’yle bir daha bir araya gelmez. Şükûfe Nihal’e çılgınca âşık Osman Fahri’nin Şükûfe Nihal’i unutması da pek mümkün olmaz.
Genç adam ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle öğretmen olarak gittiği Elazığ’dan da yalvarır:
‘’Sen benim hem dem-i hayalâtım,
Ben senin yârı tesellikârın
Olacakken; fakat nedense, Nihal
Sen benim gözlerimde dert aradın…
Ah! Mâdem ki sen de bir şair,
Ben de şâirim, bu kâfidir’’
Hepsi boşunaydı. Sevdiği kadından tamamen ümidini kesip, buhrana girip kafasına tabancayı dayayıp hayatına son verdiğinde takvimler 1920 senesini gösteriyordu.
Bu intihar girişiminde beyninde kurşun kalan Osman Fahri İstanbul’a getirilerek Fransız hastanesine yatırılır ve bir süre sonra burada çıldırarak ölür.
Şükûfe Nihal, karşılıksız aşkı yüzünden intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca hiç unutmaz, unutamaz… Şükûfe Nihal’in ‘’Yerden Göğe’’ adlı kitabında yer alan “Mermer Kapı” adlı uzun şiirinde hep Osman Fahri’nin izlerine rastlanır.
Şükûfe Nihal “Mermer Kapı” da Osman Fahri’nin cinnetine şöyle hatırlatma yapar:
“Sana Mecnun dediler,
Mukaddestir gözümde
Cinnet o günden beri…”
Şükûfe Nihal ikinci eşinden de ayrılıktan sonra daha çok içine kapanır ve tekrar hayatta olmayan Osman Fahri’ye sığınır. O kadar ki bir zamanlar Osman Fahri’nin yaşadığı Elazığ’a gider. Zeynep Kerman’ın ‘’Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’ (Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1998) isimli kitabında yazdığına göre Elazığ’da Osman Fahri’nin yaşadığı eve gider ve saçından kestiği bir tutamı onun evinin bulunduğu bahçeye gömer.
Şükûfe Nihal, saçından kestiği o bir tutam saçı Osman Fahri’nin bahçesine gömerken kafesinde çırpınan bir kuş gibidir kalbi, çırpın çırpın çırpınır… Cama çarpan bir kuş gibidir kalbi göğüs kafesinde çırpın çırpın çırpınır… Çırpınan bir deniz gibidir, sahile vuran azgın dalgalar gibidir damarlarındaki kanı, damarlarında çırpın çırpın çırpınır… Kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibidir kalbi çığlık çığlığa çırpınır… Yörüngesiz kalmış kuşlar gibi feryaad figan halindedir kalbi çırpın çırpın çırpınır…
Şükûfe Nihal bu bahçeyi “Mermer Kapı”da şöyle anlatır:
‘’Yolunmuş sarmaşıklar,
Söndürülmüş ışıklar,
Bir türbe şimdi balkon…
Diyorlar: ‘Orda en son,
Seni sormuştu bize,
Sarılıp elimize…
Seni beklemiştik hep…
Gelmedin neydi sebep?’..’’
Osman Fahri yaşarken Elazığ’a gitmediği için suçluluk duyan Şükûfe Nihal, yine “Mermer Kapı”da ondan af diler:
“O gurbet illerinde hep anmışsın adımı…
Gelemedim, affeyle, kırdılar kanadımı!..”
Ancak Şükûfe Nihal’in Osman Fahri’ye karşı duyduğu aşk zamanla marazî bir hal alır. Artık hayattaki tek isteği ona kavuşmaktır. Yine “Mermer Kapı”da ona seslenir:
“Yedi kat yeri delebilsem de,
İzini bulup gelebilsem de,
En son zerremle kavuşsam sana,”
Şükûfe Nihal iyice hayata küsmüştür artık... Bu hissiyatını ''Sabah Kuşlar'' adlı kitabındaki ''Neme Yetmez'' şiirinde görürüz:
Neme Yetmez?
Yakut, mine, zümrüt bana birdir kayalarla;
Bir gül dikeninden kanayan el neme yetmez?
Kâşâne, sedir, sırma, ışık onların olsun;
Bir köhne kitap, bir sarı kandil neme yetmez?
Rûhum ki yanıktır ve şifâsızdır ezelden,
Sarmak dilesem, bir kara mendil neme yetmez?
Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?
Yanmaz ateşinden deli gönlüm bu diyârın,
Gökten bir alev bağrımı dağlar, neme yetmez?
Kestimse ümîd artık ezelden ve ebetten;
Bir eski rübâb ömrümü bağlar, neme yetmez?
Bir çölde biten dal gibi ıssızsa da rûhum,
Dost âleminin ettiği kem söz neme yetmez?
Vardır anacak bir gün olup ismimi elbet,
Bir servinin altında dolan göz neme yetmez?
Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?
(Cinuçen Tanrıkorur şairin “Neme Yetmez?” adlı şiirinden bir bölümü 1979 yılında uzzâl makamında nakış yürük semaî usulünde bestelemiştir.)
Bu hassas, bu nadide, bu duygulu şair artık iyice içine kapanır. Muhafazakâr çevre yapısı ve dışarıdaki katı dünya ile özgür, başı dik kadın yapısı ve hassas ve modern dünyası arasında sıkışır kalır. Sonuçta topluma, çevreye ve kendisine yabancılaşır... Tabii bu haleti ruhiyesi de şiirlerine yansır. Gayya’daki “Söndürün” şiirinde şöyle der:
“Söndürün karşımda yanan ateşi;
Kalbimin dört yanı buzla örtülü.
Bakışlarım ölü, şuurum ölü…”
“Taş Gibi”de iç dünyasının fotoğrafını çeker:
“Ben bu gece ruhumu elimle boğacağım,
Yarına bir kaskatı taş gibi doğacağım…”
“Heykel”de ruhunu anlatır, eşten dosttan kopuşunu:
“Gece bir heykeldir o, oyulmuş sarı taştan,
Ruhunun son bağları kopmuş eşten, yoldaştan…”
Şükûfe Nihal ‘’Yakut Kayalar’’ romanını da Osman Fahri’yle yaşadığı aşk üzerine kurar. Romanda idealist bir genç kadın kendisi gibi toplumsal sorunlara ve sanata karşı duyarlı bir erkekle bir aşk yaşarken, ailesinin ve toplumun değer yargılarına uygun “zengin bir koca”yla evlenmeye zorlanınca erkeklere ve topluma isyan eder. Sevdiği adam ise tıpkı Osman Fahri gibi cinnet geçirir ve ölür. Başlangıçta onun cinnetine ve ölümüne kayıtsız kalan genç kadın, bir gün duyduğu bir ney sesiyle bu aşkın içinde yeniden canlandığını fark eder. Ancak kendisine kara taşları, toprakları “yakut kayalar” olarak gösteren aşkını artık kaybetmiştir: “Ve anladım ki, dünyanın kara taşlarını, topraklarını bana ‘yakut kayalar’ şeklinde gösteren füsûnu, ben artık kaybetmişim!..”
Şükûfe Nihal, ideal erkek imgesini ‘’Yakut Kayalar’’ isimli romanında şöyle anlatır: “O, benim için ideal bir insandı. Bütün eksik yaratılmışların arasında, o, kafası, kalbi, duyguları, sanatı, mantığı, ilmi, güzelliği ve gururuyla tam bir insandı”
Zeynep Kermen’ın bahsi geçen ‘’Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’’ kitabında verdiği Osman Fahri’nin “İhtizaz-ı leyal” adlı şiirinde Osman Fahri de Şükûfe Nihal’in Elazığ’a gelmesini beklemektedir:
“Gece, her yer sükûta müstağrak
Sana ruhum gelirse ağlayarak:
Onu bir lahza dinle, sonra uyu:
O senin şimdi bekliyor yolunu…”
Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Bu kişilerden sadece Osman Fahri’yi unutmadı, unutamadı Şükûfe Nihal… Aşkı sadece ruhunda yaşıyordu. Kaldığı huzur evinde ölene kadar düşüncesinde, dilinde, kaleminde, şiirlerinde hep Osman Fahri vardı...
Âdile Ayda ‘’Böyle İdiler Yaşarken’’ (Edebî Hatıralar, Ankara, 1984) adlı kitabında Şükûfe Nihal’in Osman Fahri için kendisine şu ifadeyi kullandığını yazar; ‘’Ben ona layık değildim. O mütekâmil insandı. Bir dâhi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı hâtıra defterini, karaladığı şiirleri her gören aynı fikirde…’’ (Elazığ’da Osman Fahri’nin yakın dostu Mehmet Mevlüt Osman Fahri’nin Elazığ’da kalan evrakını saklar. Ancak çıkan bir yangında evrakın bir kısmı yok olur. Mehmet Mevlüt, Şükûfe Nihal’e yazdığı 10 Haziran 1942 tarihli mektupta bu hadiseyi anlatır ve yangından kurtarılmış olan evrakı kendisine postalar. Şükûfe Nihal Elazığ’a geldiğinde de Mehmet Mevlüt ona mihmandarlık yapar, Osman Fahri’nin evini gösterir.)
Yakın dostlarına da Osman Fahri için; "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yanar gerçek aşkın kıymetini bilmeyen her fâni gibi…
İkinci evliliğini İstanbul Üniversitesinden arkadaşı olan Ahmet Hamdi Başar’la yaptı. Otuzbeş sene sonra nihayete erecek olan bu evlilikten kızı Günay dünyaya gelmişti. Hâlide Nusret’in çok sevdiği Günay…
Şükûfe Nihal’in edebiyat çevrelerindeki en bilinen ikinci aşkı ise hiç şüphesiz, Fâruk Nâfiz Çamlıbel’di... Hicran Göze ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ isimli kitabında Fâruk Nâfiz bölümünde bu aşkı şu şekilde anlatır;
Fâruk Nâfiz Çamlıbel Şükûfe Nihal’i, halası Saide Hanım’ın Erenköy’deki köşkünde görür ve ilk görüşte âşık olur. Aşkları karşılıklıdır. Hep şiirler yazarlar birbirlerine.
Fâruk Nâfiz’in 1928’de yayınladığı ‘’Suda Halkalar’’ kitabının ‘’Macera ve Gençlik’’ bölümünde yazmış olduğu şiirde geçen kızın adı da Nihal…
Şu iki mısrada ise Fâruk Nâfiz sevgilisinin adını da açıklamıştır:
‘’Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyarımdan uzakta.’’
Bir şiirinde gene sevgilisinin adı vardır:
‘’İnce bir kızdı bu, solgun, sarı, heykel gibi lâl
Sanki rûhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihal.
Ben küreklerde, Nihal’in gözü enginlerde
Gizli sevdâlar için yol soruyorduk nerde.’’
Aşkları üzerine roman yazdılar. Fâruk Nâfiz Çamlıbel ‘’Yıldız Yağmuru’’nda, Şükûfe Nihal ise ‘’Yalnız Dönüyorum’’ adlı romanında sevdalarını dile getirdiler. .
1922 yılında Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmesi Şükûfe Nihal’i oldukça üzer. Şükûfe Nihal ‘’Gayya’’ isimli kitabındaki ‘’Son Hâtıra’’ adını taşıyan şiirinde kendisini üzen ani ayrılığın acısını dile getirir:
‘’Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’’
Şükûfe Nihal Gayya’da “Senden Sonra” adlı şiirinde Çamlıbel’in gitmesinden dolayı duyduğu derin üzüntüyü anlatır:
“Buradan gittin gideli nasıl içliyiz, bilsen!
Göklerin gözü yaşlı, kırlar hazin, ben hasta,
Sensiz geçecek günler için bütün köy yasta…
Gelsen de bir gün olsun göz yaşımızı silsen!..”
Yine Gayya’da “Köy Arkadaşlarıma” adlı şiirinde ise bu ayrılıktan sonraki halini anlatır:
“Gezdiğimiz yerleri bir hayal gibi gezdim,
Köyün ruhunda siyah bir hicran rengi sezdim:
Her taraf derdimizle harap, bitkin, perişan,
Hâlâ şifa bulmamış belli bu ayrılıktan…”
Faruk Nafiz Çamlıbel de bu ayrılıktan üzüntülüdür. İsmini Kayseri’ye giderken mola verdiği İncesu kasabasındaki handan alan ‘’Han Duvarları’’ adlı kitabında bulunan 1923 tarihli “Gurbet” adlı şiirini de Şükûfe Nihal’e ithaf etmiştir. ‘’Şükûfe Nihal Hanımefendi’ye’’ diyerek:
“Kaç yıl geçecek böyle hazin, böyle habersiz,
Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar giden ağlar.’’
Halil Soyuer, “Aşklarında Yaşayan İki Şair: Faruk Nafiz Çamlıbel - Şükûfe Nihal”. Şair Dostlarım’’ (Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2004) isimli eserinde Şükûfe Nihal ile Faruk Nafiz Çamlıbel arasındaki aşkın zaman zaman gazetelerin dedikodu sayfalarına taşındığını yazar.
Faruk Nafiz Çamlıbel 1932 yılında aniden bir başkasıyla evlenir. Fâruk Nâfiz’in bu aşkı olanca coşkunluğu ile yaşarken yaptığı ani evlilik herkesi olduğu gibi Şükûfe Nihal’i de şaşırtır. Fâruk Nâfiz, 1932 senesinde kendisiyle aynı lisede görevli Biyoloji öğretmeni Azîze Hanımla evlenmişti. Epeydir araları açıktı, uzun zamandır konuşmuyorlardı. Fâruk Nâfiz’in kocasından ayrılarak kendisiyle evlenmesi için ısrar etmesine hep olumsuz cevap vermişti Şükûfe Nihal. Şükûfe Nihal, kızı Günay’ı babasız bırakmamak için Faruk Nafiz Çamlıbel’in ısrarlarına rağmen eşinden boşanıp onunla evlenmez.
Bu evlilik Nihal’in Faruk Nafiz Çamlıbel’e karşı duyduğu sevgiyi nefrete dönüştürür. Ancak kalbi kırılmıştır Şükûfe Nihal’in. Şükûfe Nihal’in Yıldızlar ve Gölgeler’de yer alan “Yavru Kuş” adlı şiirinde bu kırıklık yer alır:
“Penceremden ölen çiçeklerimin
Renk-i yeisiyle münkesir, mağmûm
Düşünürken elemli, pek nermin,
İnce bir sesle titredi ruhum!”
“Buzlu bir dalda nazlı bir yavru
Ağlıyor ruhunun enîniyle…
Sanki donmuş gözünde bir şule;
Küçücük kalbi bir yıkık bârû!”
Su’daki “Ömrümce Beklediğim” adlı şiirinde ay gibi solacağını ifade eder:
‘’Doğan, batan güneşe bir zaman esir oldum;
Solgun aya dalarak yıllarca ben de soldum;
Sakin bir göl başından atıldım ummanlara;
Boş kırlardan çekildim kökü yok ormanlara…
Ne oradaki sükûnet, ne buradaki azamet
Kâfi geldi ruhuma;
Beynimde hep o ateş, hep o acayip humma.’’
Şükûfe Nihal dökülen yapraklara hitaben yazdığı ‘’Hazan Rüzgârları’’ isimli şiirinde de ümidini ve ümitsizliğini anlatır:
‘’Kollarıma düştünüz
Solgun periler gibi;
Ruhumla öpüştünüz,
Bir ümid diler gibi...’’
Fâruk Nâfiz 1954’te Cumhuriyet gazetesinde çalışan Sermet Sami Uysal’ın: “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” sualine “Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik; duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu.” diye cevap vermişti…Gençlik devrinin fırtınalı aşklarını şiirlerine döken şairin asil ruhlu Azîze Hanım’a hissettikleri belki aşktan da üstündü. Aklın ve mantığın arkadaşlığında bir beğenme ile başlayan bu evlilik aşktan da üstün bir sevgi ve dayanışmayla yıllarca sürmüştü.
Azîze Hanım’ın bir amansız hastalıktan ani ölümü ile perişan olan Fâruk Nâfiz, Azîze’sinin arkasından o zor günlerini dile getiren bir şiir yazar ve ‘’Bunu senin bestelemeni ve ölümsüzleştirmeni istiyorum’’ diyerek yakın dostu üstad Alâeddin Yavaşça’ya verir. Bu güzel güfte Alâeddin Yavaşça tarafından hicaz makamında bestelenince gönül tellerini titreten bir şarkı oluşur:
‘’Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok’’
Fâruk Nâfiz’le birbirlerine âşık olduklarında, Şükûfe Nihal evlidir. Bu arayış nedeniyledir ki sadece tinsel ve uzaktan uzağa nezih, ulvi bir aşkı yaşar ve romanlarında ve şiirlerinde yaşatırlar bu aşkı. Bu nedenle evli olmasına rağmen, bu ulvi tinsel aşk herkes tarafından, hatta eşi tarafından da bilinmesine rağmen hep saygıyla kabul görmüştür.
Fâruk Nâfiz’in eşinden ayrılıp evlenmelerini hep reddeder Şükûfe Nihal. Çünkü evlenmezlerse tene değmezse o devasa sevda, aynı ulviyetini muhafaza edecektir, kirlenmeyecektir ve ölümsüz olacaktır. Bir taraftan da Şükûfe Nihal kızı Günay’ı babasız bırakmamak istemektedir. İşte bu nedenlerle reddeder Fâruk Nâfiz’i Şükûfe Nihal. Ancak bu aşk huzursuz eder Şükûfe Nihal’i…
Selim İleri, ‘’Mavi Kanatlarında Yalnız Benim Olsaydın’’ (Everest Yayınevi, 2010) adlı romanı bu iki şairin aşkı üzerine kurulmuştur. Romanda Şükûfe Nihal’in bu huzursuzluğundan bahsedilir;
“Renksiz Istırap romanının yazarı asrî yaşayışın bize özgü uyarsızlıkları ortasında yasak bir aşkın kurbanı oluyordu. Galiba ikinci izdivacında da mutluluğa kavuşamıyor, galiba evli bir beyle, kendisi de evliyken bir gönül macerası geçiriyor. Onu artık salonlarda, edebi toplantılarda, çay saatlerinde, şiir günlerinde öyle şuh, azametli, göremiyormuşsunuz. Gitgide zayıflıyor, sözleri azalıyor, neşesi soluyor, elleri titriyor, gözleri ikide bir hep yaşarıyormuş. Girip çıktığı evlerde, katıldığı toplantılarda, bulunduğu mekânlarda durup dururken buhranlara kapılıyormuş, artık yerinde duramıyormuş, oralardan çılgıncasına fırlayıp gidiyormuş… Hem edebî toplantılar olmaksızın yaşayamıyormuş, hem de edebî toplantılara katlanamıyormuş… Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklar takmadan içiyormuş, birini yakıp, birini söndürüyormuş. Başka konular, edebi, siyasi, içtimai konular konuşulurken o sözü ille aşka, sonu meçhul aşklara getiriyormuş. Bu salonlarda yalnızca aşkın acıları, hüsranları konuşulsun istiyormuş… Kendisinden rica edildiğinde yeni şiirlerini okuyormuş ve bu yeni şiirlerin hepsi aşkı Fuzulî’ye yaraşık bir gönül küskünlüğüyle dile getiriyormuş. O artık Nedimvâri şuhlukları büsbütün unutmuş, büsbütün yalnızmış… Çünkü âşık olduğu evli bey, galiba yuvasına dönmek istiyormuş. Şükûfe Nihal Hanım hislerini gizleyemediğinden bu yasak aşk herkes tarafından konuşuluyormuş. Yasak aşk dile düşmüş. Sözler, dedikodular, kınayışlar Şükûfe Nihal Hanım’ın kulağına çalındıkça, o, hislerini, hasretlerini hiç dinginleyemiyormuş. Sevdiği adamın adını sayıklayacak kertelere geliyormuş ve onu kimse anlamıyormuş. O artık bu aşkı… aşkı kendi kendine yaşıyormuş.’’
Şükûfe Nihal’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur’’
Kader midir, rastlantı mıdır bilinmez; eski aşkı Şükûfe Nihal huzur evinde öldüğü zaman o bir hanım arkadaşıyla Samsun vapuruyla çıktığı Akdeniz gezisindeydi, şiirler yazdığı kadının ölümünü duymadan o da o vapurda son nefesini verecekti.
Şükûfe Nihal aradığı huzuru ikinci evliliğinde de bulamaz. Şükûfe Nihal, 64 yaşındayken Ahmet Hamdi Başar ile olan ikinci evliliğini de bitirir.
1960 yılında başına talihsiz bir olay gelir; kızından dönerken sokaktaki bir çukura düşerek kalça kemiğini kırar. Kaza sonucu birçok ameliyat geçirir, yatağa mahkûm kalır. Çok sevdiği kızı Günay’ın hayata gözlerini yumması (1969) da yaşamla ilişkisinin tamamen kopmasına neden olur.
Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten sonra Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan ilk eşinden olan oğlu Necdet Sander, annesinin bu durumuna çok üzülüyor ve onu böyle görmemek için ‘’yüreğim dayanamıyor’’ diyerek yanına uğramaz, annesiyle alâkasını keser.
Hayatın zorlaşması sonucu yakın arkadaşları Hasene Ilgaz (Bir zamanlar CHP Çorum Milletvekili) ve İffet Halim Oruz’un açtıkları Bakırköy’deki huzurevine yerleşir. Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş da artık yaşlanmışlardı, sık gelemezler huzurevine. Yalnızlığı ve hüznü olanca şiddetiyle yaşadığı ve belki de geçmişin muhasebesini yaptığı son durağıdır huzur evi…
Huzur evinin o kasvetli havasında her vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini açmakta, yazdığı şiirleri okumakta, yenilerini yazmaktadır. Âdile Ayda bu şiirler için ‘’Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır.’’ demektedir.
‘’Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı?
Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?
Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…
Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan.
Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…’’
Yaşamı boyunca hep mükemmel aşkı arayan, aşkta da tensel değil, tinsel aşkı arayan Şükûfe Nihal’in ‘Bir Şey Unuttum’’ isimli şiirindeki şu dizeleri sanki huzur evindeki hesaplaşmasını anlatır:
‘’Yalnız,
Gönlümde bir acı var, adını bulamadım;
Kırık gibi kanadım!
Bir şey mi kaybettim, ne? Ellerim bomboş gibi.. .
Bir yakuttan kadeh ki varlık çatlamış gibi .. .
Ses mi, çiçek mi desem;
Işık mı, renk mi desem;
Sanki, geçtiğim yolda bir şey unuttum!... ‘’
Huzur evinde bütün ilişkileriyle hesaplaşır. Evlilikleriyle, kendine âşık olan herkesle iç hesaplaşması yapar. Bunlar arasında Nazım Hikmet, Fâruk Nâfiz ve Ahmet Kutsi Tecer de vardır... Bir tek, aşkı uğruna ölümü seçen ve yakın dostlarına, "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yandığı Osman Fahri'yle hesaplaşamaz… Son nefesini verdiği 24 Eylül 1973 yılına kadar onu düşünür. Son nefesine kadar Osman Fahri’yi hayalinde yaşatır ve ona duyduğu aşkla hayata veda eder.
‘’Şükûfe’’ Farsça kökenli bir isimdi, ‘’açmamış çiçek, tomurcuk’’ anlamına gelirdi... Şükûfe Nihal adı gibi açmadan solan bir çiçek olarak bu dünyadan göçüp gider…
Selim İleri’nin ‘’Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” isimli kitabının sonlarına doğru “Uzlet” başlığıyla yer alan bölümde Şükûfe Nihal’in huzur evindeki son günleri anlatılır.
Kitapta bir yakınını huzurevinde ziyaret eden anlatıcı şu şekilde anlatır Şükûfe Nihal’i:
“ ….. o kadar mahzun, yalnız, içli, o kadar ‘mükedder’miş ki, yarı ’mefluç’ olmasa bile aşağıya, oturma odasına, öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi ‘mehpes’inde hala şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya dargın, küskün ayrılıyormuş. (Mehpes: Hapishane. Mükedder: Kederli, üzgün. Mefluç: Felçli )
Huzurevinde bir iki kez ziyaret ettiğiniz gözleri sürmeli Bedia Hanım, ille Şükûfe Nihal Hanımın odasına da uğramamızı isterdi. Yatağında yarı doğrulmuş, daima eski şiirlerini okurken ya da yeni şiirler yazmak isterken bulurduk onu. Daima diyorum ama, Şükûfe Nihal Hanımı en çok gördüğüm gün beş on dakikadan öteye geçmez.
Gözleri sürmeli Bedia Hanım bir edebiyat aşığı olduğumu söyleyince, Şükûfe Nihal, ‘Size bir şiir okumamı ister misiniz çocuğum?’ diye sormuştu. Arkadaşının elini bırakıp gittiğini söylediği bu şiiri dudağımı ısırarak dinlemiştim. Sonra bir seçki de rastlayınca ağlamaktan kendimi alamadım:
Son Hatıra
Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!..
İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…
Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
“Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere”
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…
Şükûfe Nihal Hanım şiirini bitirince ‘Uzlet köşesindeki şu ihtiyar kadını, sizin için okuduğu şiiri hepten unutmanızı temenni ediyorum’ demiş, hayatımda ‘uzlet’ sözcüğüne bir yer açmıştı.”
(Uzlet: Tasavvuf yolcularının kutlu manalar yüklediği yalnızlığın adıdır, ayrılmak, bir köşeye çekilmek anlamına gelir..)
Artık ne o aşklar kaldı, ne de o Şükûfe Nihal, ne de Osman Fahri… Hepsini unuttuk…
Soner Yalçın ‘'Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor’' isimli kitabında (Doğan Kitapçılık, 2009) Şükûfe Nihal'den bahseder.
Soner Yalçın kitabında Şükûfe Nihal için adı okullara verilmiş diye yazsa da, adını sadece Ankara Yenimahalle Şentepe’deki bir okul taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal İlköğretim Okulu’’ İstanbul Bahçelievler’de de bir sokak adını taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal Sokağı’’
Yine Soner Yalçın, Şükûfe Nihal’in Rumeli Hisarı Aşiyan Mezarlığı’ndaki mezarı için iç acıtacak kadar bakımsız diye yazsa da, mezarı o iç acıtan bakımsızlığından o kadar harap haldedir, ismi bile yazılı değildir. Mezar kayıtlarında dahi ismi yoktur. Gittiğinizde bulamazsınız.
Unuttuğumuz sadece Şükûfe Nihal değildi… Unuttuğumuz sadece ‘’uzlet’’, ‘’mefluç’’, ‘’mehbes’’ de değildi… Bir toplum ‘’vefa’’yı unutmuştu ‘’vefa’’yı... Bu ülkenin böyle bir şairine, yazarına, vatanperverine sahip çıkacak, doğru dürüst bir mezarını yaptıracak hiç mi bir kuruluşu yoktur? Bu ülkede bakanlıklar, belediyeler, edebiyatçı dernekleri, sanatsever işadamları, büyük büyük holdingler, kuruluşlar ne iş yapar?
Pek bilinmez, dile getirilmez ama; İstanbul’un Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar mandacılığı savunurken, İstanbul’un Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir” diye haykırıyordu…
Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en unutulan bir değeridir. Ülkemizde Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı, daha önce bahsettiğim gibi halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir: ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002)
Bu eserin son sözünün son paragrafını şu şekilde yazar Hülya Argunşah: "Şükûfe Nihal yetmiş yedi yıl süren ömründe sanat ve kültür hayatımıza birçok katkılarda bulunmuştur. Ancak yaşadığı talihsiz hayat ve içli mizacı onu daha ziyade ferdi sızlanışların yazarı yapmıştır. O, birçok edebiyat tarihinde Cumhuriyet yıllarının idealist tiplerini örnekleyen idealist bir kadın yazar olarak kaydedilmiştir. Fakat edebiyat tarihi onu büyük bir umursamazlıkla daha ölmeden tozlu sayfalarına gömmüş ve unutturmuştur. Eğer şairler ve yazarlar Türkçenin ses mimarları ise, Şükûfe Nihal’ın yeniden okunması ve düşünülmesi gerekir. Bu onun yeniden dirilişi olacaktır. Yaşarken ne yazık ki anlaşılamamış olan bu Türk kadın yazarı, etrafındaki dedikoduların korkunçluğu ile kaçtığı, sonra da öldüğü köşesinden çıkarılmayı beklemektedir. Bu ona göstermek zorunda olduğumuz bir vefa borcudur. Türk kadın hareketlerindeki çalışmaları ve Türk edebiyatındaki eserleriyle o, bu manevi dirilişi çoktan hak etmiştir. Bugün harap halde bulunan ve ismi bile yazılı olmayan mezarına ancak bu yolla bir ışık yakılabilecektir."
Aşkı bilen, tadan ve düşünen herkese olduğu gibi bu duygu yüklü şair Şükûfe Nihal'e de büyük saygı duyuyorum, unutulmasın istiyorum.
Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Ve yazımı Şükûfe Nihal’in bir şiirle sonlandırmak istiyorum: ‘’Su’’
SU
Kalbinden kalbime akan bir sesti
Akşam gölgesinde çağlayan o su...
Sesini en tatlı yerinde kesti
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su.
O su, bir sır gibi mırıldanırdı;
Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı;
Bizi Leyla ile Mecnun sanırdı
Gamlı yolumuzda ağlayan o su...
Sessiz ruhumuzu o bestelerdi,
Bize "Unutalım dünyayı" derdi...
Bir aldı sonunda verdi bin derdi,
Bizi bizden fazla anlayan o su.
Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere;
Yolumuz ayrıldı başka ellere;
Benzetti bizi bir kırık mermere
Ruha zehir gibi damlayan o su.
Kalbinden kalbime akan bir sesti
Akşam gölgesinde çağlıyan o su;
Sesini en tatlı yerinde kesti,
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su...
Osman AYDOĞAN
Bir sabiyyenin ‘’Gözyaşları’’
Beş Hececiler (‘’Hecenin Beş Şairi’’, ‘’Hececiler’’ veya ‘’Hecenin Beş Ozanı” olarak da adlandırılırlar); I. Meşrutiyet’ten sonra hece vezniyle ve konuşulan halk diliyle, Milli Edebiyat akımının görüşleri doğrultusunda şiir yazan beş şairin Türk edebiyatındaki genel adıdır…
Grubu oluşturan beş şair; Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel’dir.
Şiire I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında başlamış ve aruz vezninde yazdıkları şiirlerle adlarını duyurmuş olan ‘’Beş Hececiler’’in Türkçe ve hece vezniyle şiir yazmayı benimsemelerinde Ziya Gökalp’ın etkisi büyük olmuştur.
‘’Beş Hececiler’’; şiirde sade ve özentisiz olmayı ve süsten uzak olmayı tercih etmişler ve şiirlerinde memleket sevgisi, yurdun güzellikleri, kahramanlıklar ve yiğitlik gibi temaları işlemişlerdir.
İşte bu ‘’Beş Hececiler’in öncüsü kimselerin, kimseciklerin bilmediği ‘’Gözyaşları’’ döken bir kadın şairimiz var: İhsan Raif Hanım.
Ahmet Haşim bu konuda şöyle der: “Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım.”
Rıza Tevfik (Bölükbaşı) (namı diğer Feylosof Rıza) İhsan Raif Hanım’ın aile dostlarıdır ve İhsan Raif Hanım’ın şiir bilgisine katkıda bulunanlar arasındadır. Ancak İhsan Raif Hanım, Rıza Tevfik’le tanışmadan önce de şiirleri vardır.
İhsan Raif Hanım ilk şiirlerini, II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte çoğalan kadın dergilerinden biri olan Mehasin’de yayımlamaya başlar. İhsan Raif Hanım 1908’de Meşrutiyet döneminde ateşli bir kadın hakları savunucusudur; kadınlar için üniversite açılmasını savunanlar arasında yer alır.
İhsan Raif Hanım’ın ağabeyi Mehmet Fuad Bey, milli edebiyat akımını hazırlayan dilcilerdendir; Halit Ziya Uşaklıgil ise İhsan Raif Hanım’ın eniştesidir.
19. yüzyılda mutasarrıflık, valilik, nazırlık, ayan üyeliği ve Şura-yı Devlet başkanlığı yapan Babası Köse Mehmet Raif Paşa Mithat Paşa’nın yanında çalışmıştır. Bu nedenle Sultan II. Abdülhamit kendisinden pek hoşlanmaz ve çekindiği için sık sık taşrada görevlendirir. İhsan Raif Hanım’ın 1877 yılında Beyrut’ta doğmasının nedeni de budur. Babası kendisiyle birlikte sık sık yer değiştiren kızlarının eğitimi için gittiği yerlerde bulduğu özel hocalar tarafından kızlarının eğitimlerini sağlar. Bundan dolayı İhsan Raif Hanım, küçük yaştan itibaren yetkin hocalardan iyi bir ev eğitimi alır. Tevfik Lami Bey’den Türk ve Batı müziği, piyano ve Fransızca öğrenir. Musiki, edebiyat, felsefe, yabancı dil eğitimiyle hayatı renklenir.
Balkan Savaşı sırasında Hilal-i Ahmer (Kızılay) cemiyetinde gönüllü hemşirelik yapar. Balkan yenilgisinden sonra Müdafaai Hukuk Derneğinin düzenlediği büyük mitingde de Fatma Aliye ve Halide Edip ile birlikte kürsüye çıkıp şiirler okur. Kurtuluş Savaşı sırasındaki mitinglerde de ateşli nutuklar ve şiirlerle milli mücadeleye destek verir.
Kadın dergisi Mehasin’de Halide Edip, Emine Semiye, Şükufe Nihal ve Fatma Aliye’nin yazılarıyla birlikte şiirleri yayımlanır. Bunlar vatanperver şiirlerdir. 1912 yılında şiirlerinin bazılarını yeni yetenekleri destekleyen kadın şair ve yazarlara da sayfalarında yer veren Rübab dergisinde İ.R imzasıyla yayınlar. Bu şiirler vesilesiyle daha sonra anlatacağım üçüncü eşi olacak derginin yayın yönetmeni Şahabettin Süleyman’la tanışır.
1914 yılında Mehasin ve Rübab’da yayımladığı elli şiirini ‘’Gözyaşları’’ adıyla kitaplaştırır.
İhsan Raif Hanım’ın başından dört evlilik geçer. Babasının dayatmasıyla gerçekleşmiş Mehmet Ali Bora ile olan on beş yıllık ilk evliliğinden Ahmet Hikmet Bora (1891-1970); Hatice Mehruba Atay (1895-1984, daha sonraları Falih Rıfkı Atay'ın iknci eşi) ve Mehmet Akif Bora (1899- 1972) adlarında üç çocuğu olur. Şairin bu dönemine yazımın sonunda ayrıntılı bir şekilde yer vereceğim.
Mehmet Ali Bora’dan boşanıp çok kısa süren ikinci evliliğinden sonra evlendiği dönemin ünlü yazar ve Rübab dergisinin yönetmeni ve Fecr-i Ati’nin kurucularından, Mekteb-i Sultani Hocası Şahabettin Süleyman’la evlenir. Bu altı yıllık mutlu evliliği süresince Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e, Ruşen Eşref’ten Fazıl Ahmet’e entelektüel bir çevre edinir ve şair olarak kabul, ilgi ve takdir görür.
Bu mutlu evlilik, Goethe’nin ‘’Aşkın kitabında az sevinç, çok ıstırap ve ayrılık gördüm. Vuslat ise küçük bir yer işgal ediyordu…’’ sözünü doğrularcasına dağ kürü için birlikte gittikleri İsviçre’de Şahabettin Süleyman’ın İspanyol gribine yakalanarak iki üç gün içinde hayata gözlerini yummasıyla noktalanır.
‘’Söyletme’’ isimli şiirinde o günlerdeki acısını anlatır:
Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;
Muhabbet baki kalacak sandım;
Beyhüde yere ateşe yandım;
Bu acı bana ölümden beter.
İhsan Raif Hanım, bu ani ölümden kısa bir süre sonra İsviçre’de Şahabettin Süleyman’la birlikte tanıştıkları sonradan Müslüman olan ve adını Hüsrev olarak değiştiren Bell adında Strasburglu bir şairle dördüncü evliliğini yapar.
Son eşiyle İsviçre’de yaşayan şair, Fransa ve Belçika gibi Avrupa ülkelerini de gezer. Son yolculuğu ise tedavi için gittiği Paris’te geçirdiği bir apandisit ameliyatı sırasında 1926 yılının Nisan ayında kırk dokuz yaşında iken vefat eder. Naaşı Türkiye’ye getirilerek Rumelihisarı Kabristanı’na defnedilir.
İhsan Raif Hanım yalnızca şiir yazmakla kalmaz, şiirlerini besteler, piyanosunun başına geçip bestelediği şarkıları da seslendirir. Güfte ve bestesi kendisine ait on dokuz yapıtı saptanmıştır; ayrıca başkalarının da bestelediği manzumeleri vardır, çoğu, şairin adı anılmadan seslendirilmektedir. İlk defa Kenan Akyüz, 1958 yılında yayımladığı ‘’Batı Şiiri Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi’’nde ‘’Gözyaşları’’ndan seçilen on bir şiiri antolojiye alır. Akyüz’e göre İhsan Raif, Türk kadın şairlerinin en lirik olanıdır.
Bilinen eserleri; ‘’Ey Ehl-i İslâm, Muhterem Askerlerimize Hediye’’ (1912), ‘’Gözyaşları’’ (1914) ve ‘’Kadın ve Vatan’’ (1914)’dır.
İhsan Raif Hanım’ın yayımlanmış ve yayımlanmamış tüm şiirleri ancak 2001 yılında Cemil Öztürk’ün yayımladığı çalışmayla edebiyat tarihine kazandırılır. (Dr. Cemil Öztürk, İhsan Raif Hanım, Yaşamı, Sanatçı Kişiliği, Yayımlanmış ve Yayımlanmamış Bütün Şiirleri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2001)
Bu tarihten önce ise 1987 yılında Kültür Bakanlığı "Türk Büyükleri" dizisinden Hüveyla Çoşkuntürk, yaşamı ve şiirlerinden oluşan bir seçki yayımlamıştır. (Hüveyla Coşkuntürk, İhsan Raif Hanım, Kültür ve Turizm Bakanlığı Türk Büyükleri Dizisi 51, 1987)
Ancak hayat hikâyesini roman şeklinde anlatan tek eser 2008'den itibaren Şişli Kaymakamlığı görevini yürüten Mehmet Öklü tarafından kaleme alınan ve bir bestesi de yapılan bildiğimiz bir şiirinin ilk dizesini de ad olarak alan kitaptır: ‘’Kimseye Etmem Şikâyet’’ (Doğan Kitap, 2013)
Günümüzde Şişli Kaymakamlığı binası olarak kullanılan bina İhsan Raif Hanım’ın babasına ait Taş Konak'tır. Kaymakam Mehmet Öklü de bu konağın hikâyesinden yola çıkarak İhsan Raif Hanım’ın hikâyesine ulaşır ve onu romanlaştırır. Ve kitaba ismini veren şiirin konusu da İhsan Raif Hanım 13 yaşındayken bu konakta geçer ve hazin bir hikâyedir.
İhsan Raif Hanım yukarıda anlattığım gibi iyi bir eğitim almıştır. Naiftir, her kadın gibi incedir, narindir, duygusaldır, her şair gibi içlidir, hassastır, derindir. Öyküsünü anlatmadan, yaşamında nasıl bir ıstırap çektiğini anlayabilmek için kaynağını bilmediğim bir söze yer vermek istiyorum: ‘’Tohum ne kadar güçlü ise, uygun olmayan bir toprağa düştüğünde kendine vereceği zarar da o kadar büyük olur.’’ Hiç de kendisine uygun olmayan bir toprağa düşen İhsan Raif Hanım için de bu böyle olur... O güçlü tohum hep kendine zarar verir. İhsan Raif Hanım için o uygun olmayan toprak bir kurt gibi için için kemirir kendisini, yer bitirir, tüketir…
Bundan sonra İhsan Raif Hanım’ın hikâyesini Mehmet Öklü’nün kitabından şöyle özetleyebiliriz:
Şiirin, musikinin, edebiyatın tozpembe ikliminde hür ufuklara kanatlanırken hayatın ona hazırladığı başka bir sürprizden habersizdi İhsan. Taş Konak onun hayallerinin mabedi bir sırça köşke dönmüşken, taş atılan bir cam gibi dünyası tuz buz olacaktı.
Nasıl mı?
İşte o Taş Konak’taki hayal dünyasında bir gün, kardeşi Belkıs’la beşinci kattaki çocuk odasında oynarlarken, odanın kapısı aniden, gürültüyle açılıverir birden. Hayatında hiç görmediği ve tanımadığı bir adam girer içeriye. Belli ki niyeti kötüdür. İhsan Raif Hanım’ı kaçırmak için gelmiştir. Teşebbüs de eder, ama çocukların korkulu çığlıklarıyla, geldiği gibi koşar adım iner merdivenlerden ve gözden kaybolur.
İhsan Raif Hanım’ın hatıralarında “Arap bacıların komplosu” olarak anacağı olayda içeri dalan ve İhsan Raif Hanım’ı kaçırmaya kalkışan adam Reji memuru Mehmet Ali’dir. Mehmet Ali’nin maksadı “karalar çalarak” küçük İhsan Raif Hanım’ı evlenmeye mecbur etmektir.
Bu basit gibi görünen hadise, küçük İhsan’ın hayatında beklenmedik değişikliklere ve büyük ıstıraplara yol açar. Baba Raif Paşa hadiseyi kafasında büyütür. Kapıyı açmak dışında hiçbir teması olmadığı ve tamamen masum olduğu halde, hadiseden küçük İhsan Raif Hanım’ı sorumlu tutar. Babaya göre kendisinden habersiz girişilen bu “haneye tecavüz” nedeniyle aile adına sürülen lekenin bir şekilde temizlenmesi gerekir. Babaya göre artık İhsan Raif’in adı ‘’kirlenmiş’’tir.
Sonrasını İhsan Hanım'dan dinleyelim:
“Babamın terazisinin şaştığını hiç görmedim ben. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma, dizlerine kapandım. Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et...”
Şefkat timsali annesinin bazen içine akan, bazen dışına taşan sessiz gözyaşları fayda vermez, sofrasında ekmeğini paylaştığı, dost bildiği insanların ihanetini kimselere anlatamaz İhsan Raif Hanım. Ve babası da İhsan Raif’in ve diğer aile fertlerinin ağlamalarına, yalvarmalarına aldırmaz ve 13 yaşındaki kızını ‘’Nikâh kâfidir! Sessizce gidin!’’ diyerek “O hain’’ Mehmet Ali’yle evlendirir ve İzmir’e bir sürgün havasında yollar.
1890’da 14 sene dönemeyeceği İstanbul’a veda ederken İhsan Raif Hanım, ailesinden, çocukluk masumiyetinden, çok sevdiği İstanbul’dan, hem de hiç sevmediği kocaman bir adamın karısı olarak ayrılırken Maçka’ya, Teşvikiye sırtlarına, Dolmabahçe sırtlarına bakıp, içinden, ‘’Elveda çocukluğum, elveda güzel kardeşlerim, annem, babam, evim, yuvam… ‘’ diye için için ağlar, hıçkıra hıçkıra ağlar, bir sel gibi gözyaşları döker…
Daha sonra bugünü şöyle hatırlar: ‘’Uykularımda beni yeşil vadilerde uçuran pembe rüyalarımın uçsuz bucaksız bahçelerine veda ediyordum. Kırılırcasına üstüme gelen o kapının adeta hayatımın ikbal kapılarını kapatacağını, bütün acıların açılan bu gedikten hayatıma dolacağını yaşayarak öğrenecektim…’’
İhsan Hanım henüz 13 yaşında, genç damat Mehmet Ali ise 24 yaşındadır. Gönülsüz geldiği İzmir’den İstanbul’a dönüş yolunun kapalı olduğunu bilen İhsan Raif Hanım, dişi kuş içgüdüsüyle yuvasını sahiplenir. Her kadın gibi o da evlenirken saadet senfonisi bestelemeyi hayal eder, ama sonuç değişmez.
Sonrasını İhsan Raif Hanım şöyle anlatır:
“Evliliğimizin üçüncü ayında gittiğimiz Doktor Levi , ‘Müjde, bebeğiniz geliyor.’ dediğinde hem sevindim, hem üzüldüm. Bir ağladım, bir güldüm. Ne olurdu Rabbim bu müjdeyi Taş Konak’ta, ailemin arasında alsam, bu sevinci orada yaşasam, anneme babama torun haberini ellerini öperek versem! Yetim gibi, öksüz gibi çaresizdim işte... Eşimden görmediğim sevgi ve destek ümitlerimi kırsa da hayata direnme gücümü artırıyordu diyebilirim. 1 Temmuz 1891 günü oğlum Ahmet Hikmet’i kucağıma aldım. On dört yaşında anne oldum. Mehmet Ali oğlumuzun doğumuna çok sevindi. Hayatımızın meyvesine bakışı, sevinci, onun cevherindeki iyiliği gösteriyordu aslında. Fakat iyice anladım ki, Mehmet Ali elinde olmadan içkinin, nefsinin esiriydi. Her ne olursa olsun içki düşkünlüğünün ve kayıtsız yaşayışının, işe gidiyorum deyip birkaç gün eve uğramayışının, hayatımızın tadını, yuvamızın saadetini yok ettiği bir hakikatti. İzdivacın asude cennetini harlı cehennem gayyasına çeviriyordu. Genç kalbimin heveslerini her zaman kırar, aşk beklentimi hüsrana boğar, sonra kendini sokağa atar, mutluluğu yuvasında aramaz, işkence ederdi. ‘Seni kevser suyuna götürür, bir yudum içirmem’ dediğini nasıl unuturum! Kadehlerde içip dağıtacağına bana bir yudum aşkını verse, dünyanın dönüşü, hayatın akışı değişirdi. Heyhat, saadet güneşim galiba hiç doğmayacak! ..”
Sadece bu kadar da değildi yaşadıkları İhsan Raif Hanım’ın. Anlatırdı paramparça olmuş iç dünyasını: ‘’Aşkıma set çeken bu da değildi sanırım. Gönül telimi titretecek nezaket ve nezaheti bulamadım ben. Ruhumdaki sevgi tomurcukları açmadan soldu belki. Benim pembe hayallerim olmadı hiç. Rüyalarım bile baharda esen samyelinin yakıp kavurduğu elma çiçekleri gibi kavruk…’’
Mehmet Ali’nin olumsuz alışkanlığı içkiyle, kumarla sınırlı değildi. Derken İhsan Raif Hanım, eşi Mehmet Ali’nin İstanbul’da da Aspasya adlı bir eşi bulunduğunu, bu eşinden de bir çocuğunun olduğunu, çocuğun babasız büyümemesi için kadının tekrar onu İstanbul’a çağırdığını ve kaldıkları yerden hayatlarına devam etmek istediğini öğrenir.
“Bir eşin varken, neden benim günahıma girdin? Neden onüç yaşındaki talebe çocuğun hayallerini yıktın? Korkmaz mısın mazlumun inkisarından” diye yakınır, ama yutkunur.
Evlilikleri devam eder. Cismen İzmir'de ruhen İstanbul'da ‘’evli bir dul’’ olarak bir hayat yaşar. Bir çocukları daha olur.
Sonra, “Babam belki de, Mehmet Ali’nin ilk eşiyle olan münasebetini kesmek için, bizi zaruri gurbete, İzmir’e göndermiştir” diyerek teselli bulur. Ama gerçeğin böyle olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemez.
Ve devam eder İhsan Hanım anlatmaya:
“Bir babanın evladının kötülüğünü isteyeceğine asla inanmadım. Yüreğimi alev gibi yakmaya başlayan Aspasya meselesini zihnimden uzaklaştırmaya çalışarak hayatıma tutunmaya, sanatın vicdanında huzur bulmaya çalışıyordum. O sonbahar günü, İzmir’in kavakları yaprağını dökerken, benim de ümitlerim onlarla beraber topraklara eleniyordu.”
İşte o zaman yazar İhsan Raif Hanım o gönül telimizi tir tir titreten şarkının güftesini. Bu şiir çaresiz bir genç kadının yakarışıdır, başına gelenlere sessiz isyanıdır, içten haykırışıdır:
Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime
Titrerim mücrim (suçlu) gibi baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet (karanlık perdesi) çekilmiş korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime...
(İhsan Raif Hanım bu kendi şiirini Suzinak makamında besteler. Daha sonra da bu şiir Kemânî Serkis Efendi tarafından da Nihâvend makamında bestelenir. İhsan Raif Hanım’ın erken vefatı ile kendi bestesi unutulmuş, Serkis Efendi’nin bildiğimiz bestesi yaygınlaşmıştır.)
O günlerde İstanbul’da kalan kız kardeşi Belkis’e yazdığı mektupta şu ifadeleri kullanır:
‘’Yaşadığı denizdeki kayadan koparılmış midye gibiyim. Sağır duvarlara hitap etmekten bıktım. Duvarlara attığım yumruklardan ellerim parçalandı. Her şeye rağmen, hayata tutunmak için çırpınan ümit kuşumun kanatlarını kırmamaya çalışarak yaşıyorum. Saadet ülkesine giden bir yolun olduğuna ve bir gün onu bulma inancımı kaybetmemek için çırpınıyorum. Bugün dört yılını dolduran gurbet hayatım, dört asır gibi geliyor bana. Zamanın geçtiğini çocuklarımdan anlıyorum.’’
‘’Gözyaşları’’ adlı kitabında yer alan ‘’Ağlarım’’ isimli şiiri İhsan Raif Hanım’ın o günlerindeki ağlayışlarının dile şahidi gibidir:
Neden gülmesin gül gibi yüzler;
Niçin ağlasın o güzel gözler,
Niye sevgiye sevimsiz sözler,
Söylenir diye şaşar ağlarım.
Yine kitaba ismini veren ‘’Gözyaşları’’ isimli şiiri o günlerde dökülen gözyaşlarını anlatır gibiydi:
Sarardı baharın payinda eylul;
Titredi emeller, umidler ma'lul;
Döküldü uzanmış zanbaga melul
Nergis-i ademin har gözyaşları.
‘’Hırçın’’ isimli şiiri de bu mutsuz evliliğinin dile gelmiş haliydi sanki:
Bir cananım var gayet hıyanet,
Yaramaz hırçın etmez inayet,
Kendi kendinden eder şikâyet,
Bekleyedursun gönül vefayı.
‘’Genç Günler’’ bu dönemimde aşkı nasıl yaşadığını anlatırdı:
Ey, genç kanı gibi kaynayan pınar!
Ey, altına yatıp kaldığım çınar!
Söyledikçe hala yüreğim oynar,
Gölgende okudum kitab-ı aşkı.
‘’Bu Sevdadan Geçersin’’ şiirini de muhtemeldir ki kocasına Aspava'sı için yazmıştı:
Niçin beni yan bakışla süzersin?
Sözlerime neden dudak bükersin?
Bugün sever, yarın belki üzersin
Gel üzülme, bu sevdadan geçersin.
Ancak 27 yaşında 3 çocuk annesi bir genç kadın olarak döner İzmir’den. Bir süre sonra çapkınlıklarıyla bezdiren hayırsız kocadan boşanmasına izin çıkar.
Mehmet Ali Bora’ya duyduğu aşk ve nefret hislerinin tümünü şiirlerine yansıtan İhsan Raif Hanım, ilk eşine olan hislerini şu mısralarla dile getirir:
“Sabreyle Ali, bir gün olup mat olacaksın;
Ölsen dahi sen lanet ile yad olacaksın.”
Bir başka yerde de şöyle isyan eder Mehmet Ali’ye:
‘’Bana çok karalar sürdün, çıldırdın iftiharından
Korkmaz mısın mazlumun inkisarından’’
İhsan Raif Hanım derin derin düşünür... Ona göre bu olayları başına getiren şey neydi? İhsan Raif’in hatıralarında “Arap Bacıların komplosu” olarak anacağı olayda, yani kendisi tamamen masumken ve konağa içeriden yardım almaksızın girmek mümkün değilken, yetişkin bir erkeğin konağın en mahrem odalarına kadar, elini kolunu sallaya sallaya girmesi nasıl mümkün olmuştu? Yardım edenlerin derdi neydi?
Yine İhsan Raif Hanım’dan dinleyelim:
“Kalfaların hasetliğinin temelinde kadim bir âdetin yol açtığı çekememezlik duygusunun yattığını hain sırdaşım Gülru Cariyenin anlattıklarından çıkardım: Mısır taşrasından olan Arap kalfalar İstanbul’a geldikten sonra İstanbul kadınlarının sünnet edilmediğini, o kâbusu yaşamadıklarını hayretle görmüşler; Mısır kadınlarının başına gelen bu gayri tabii halin onları diğer hemcinslerine karşı kıskandırdığını, ruh hallerini bozduğunu, ekseri evlenemeyip mesut olamamalarını buna bağladıklarını, evlenenlere karşı derin bir haset beslediklerini ima etmişti... Kalfalarımızın gülen yüzlerinin derinlerinde, meğer çocuk ruhlarına vurulan bir darbenin yarattığı menfi duygular ağının, belki kin ve acılar yumağının çöreklendiğini sonradan fark ettim. Onüç yaşındaki bir çocuğun istikbalini karartan tuzağa ancak böyle talihsiz ruhlar destek olabilir.”
19. yüzyılda bile 13 yaşında zorla evlendirilen bir sabiyyenin (küçük kız) ruhunda kopan fırtınalar, kıyametler işte böyle… Aldığı eğitim sayesinde İhsan Raif Hanım duygularını dışa vurabilmiş, duygularını şiire, edebiyata dökebilmiştir... Ya duygularını dışa vuramayanlar? Çocuk yaşta genç kızların o meşum, o çaresiz intiharlarının nedeni nedir sanıyorsunuz ki? Günümüzde de böylesi bir geleneğe, böylesine insanın içini karartan bir tuzağa İhsan Raif Hanım'ın söylediği gibi ancak Arap kalfalar gibi böylesine talihsiz ruhlar destek olabilir...
Yazar Mehmet Öklü son olarak kitabını şöyle bitirir:
‘’İhsan Raif Hanım, başını Aşiyan yamaçlarına dayamış kabrinden Boğaz’ın mavi sularını, yeşil korularını, asude göklerini dinliyor. Ziyaretçileri mezar taşındaki bin bir ismini andığı Rabb’ine yakaran mısralarını, 4 Nisan 1926 yazan ona vuslat tarihini heceliyor. Onun insani hüznüne, vicdani hüsnüne, deruni yasına bürünmüş derin sessizlik, kıyamete kadar bitmeyecek nöbetini sürdürüyor.
Raif Kızı İhsan Hanım! Hecenin, aşkın, hüznün, taze Türkçenin, vicdanın, ezanın ve şühedanın şairi! Kimseye şikâyet etmeden kendi halinde ağlayan, ‘Gözyaşları’nın bestekârı. Nişantaşı’nın, İzmir’in, Davos’un mahzun gelini!
‘Öz dilinin lisanı’na getirdiğin güzelliği, musikimize hediye ettiğin gönül telimizi titreten ölümsüz nağmeleri dinledik. Elmas taşları gibi saçılan gözyaşlarının boşa akmadığını gördük. Firari feryatlarının vicdanlardaki yankısını duyduk, milletine de duyurmak, göstermek istedik. Yaşadığın, sevdiğin semtin Nişantaşı’nda komşun Nigâr Hanım’a gösterilen vefa gibi, bir sokakta İhsan Raif Hanım adını görmek istediğimiz gibi. Hecenin Beş Şairi’ni anarken, onların ablası olarak en başta senin ismini görmek, seninle beraber altı hece şairinin adını saymak istediğimiz gibi. Hassas ruhun şad, harap gönlün abad olur ümidiyle…’’
İhsan Raif Hanım, daha çocukken Nişantaşı’nda Taş Konak’ta hocası Rıza Tevfik ile hocasının bir şiiri üzerinde çalışıyorlardı. Hocası Rıza Tevfik’in şiiri şöyleydi:
‘’Yürü be hey bî vefâ hercâî güzel
Gönlüm o sevdâdan vaz geldi geçti
Soldu açılmadan gonca-i emel
Sonbahar’a erdik yaz geldi geçti’’
İhsan Raif Hanım hocasına bu şiire Türkçeyi kullanmak adına şu düzeltmeyi yapmak istediğini söyler:
‘’Hocam, ‘bî vefa’ yerine ‘vefasız’ desek, şiirin havasına daha uygun olmaz mı? Çünkü bu iç sızlatan bir şiir hocam… Vefasız dersek ‘’sız’’ ekiyle mevcut sızıya bir sızlama daha eklenip gönül sızısı artmaz mı?’’
İhsan Raif Hanım bu sözleriyle sanki kendi hikâyesini anlatırdı. Çünkü bu hikâye iç sızlatan bir hikâyedir... Çünkü bu hikâye mevcut sızıya bir sızlama daha ekleyip gönül sızısını artıran bir hikâyedir… Çünkü bu hikâye bir gelenek adına hâlâ toplumun ruhunu inim inim inleten, toplumun vicdanını sızım sızım sızlatan bir hikâyedir...
Ey hecenin, aşkın, hüznün şairi! Hassas ruhun şad, harap gönlün abad olsun!
Osman AYDOĞAN
İhsan Raif Hanım’ın yazımda geçen şiirlerinin tam metni:
Söyletme
Söyletme beni derdim büyüktür
Ümidim, gönlüm çoktan sönüktür
Hayatım bana bir koca yüktür.
Gönül bağında baykuşlar öter.
Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;
Muhabbet baki kalacak sandım;
Beyhüde yere ateşe yandım;
Bu acı bana ölümden beter.
‘’Gözyaşları’’ adlı kitabında yer alan ‘’Ağlarım’’ isimli şiiri
Neden gülmesin gül gibi yüzler;
Niçin ağlasın o güzel gözler,
Niye sevgiye sevimsiz sözler,
Söylenir diye şaşar ağlarım.
Şu gördüğümüz rengârenk, çiçek,
Sevdalı bülbül, arı, kelebek,
Yekdiğerini bırakıp gidecek:
Vefasızlığa bakar ağlarım.
Solmasın dersin sümbülüm, gülüm;
Yâri elinden alacak ölüm;
Bütün dünyayı inletse ünüm;
Çaresizlikten coşar ağlarım.
Neş'e gizlenir çöker bir melal;
Her vücud, her şey mahkûm zülal;
Son nefese kadar tükenmez cidal,
Tükenmez derdim sayar ağlarım.
Aklım ermiyor of, ne haldir bu!
Yaşamak için dert, mihnet kaygu;
Bir zevke bedel bin acı duygu;
Duygusuz felek sorar ağlarım.
Zalimler ceza görmeli elbet.
Mazlumlar niçin çeksinler zahmet?
Hak çiğneniyor, nedir bu hikmet?
Haksızlıklara yanar ağlarım.
Yine kitaba ismini veren ‘’Gözyaşları’’ isimli şiiri
Firari bahardan, aşık hazandan,
Cu-yi dile ma'kes nay-i hicrandan,
Nagme-yi sevdadan, bu-yi figandan
Serpildi melalin elmas taşları.
Sarardı baharın payinda eylul;
Titredi emeller, umidler ma'lul;
Döküldü uzanmış zanbaga melul
Nergis-i ademin har gözyaşları.
Hırçın
Bir cananım var gayet hıyanet,
Yaramaz hırçın etmez inayet,
Kendi kendinden eder şikâyet,
Bekleyedursun gönül vefayı.
Sevmek isterim yanımdan kaçar,
Uzak durursam ateşler saçar,
Sitem sözlerle dilde derd acar,
Fakat arttırdı gönül sevdayı.
Eziyet etmek en büyük zevki;
Muazzeb görmek neş'esi, şevki;
Şeytanlıkta hiç bulunmaz fevki,
Meşke başladı gönül cefayı.
Sevdirebilmek hayli emektir,
Gücendim git, der, gel sev demektir;
Merakı uzup lütf eylemektir,
Onsuz bulamaz gönül sefayı.
Genç Günler
Ey, genç kanı gibi kaynayan pınar!
Ey, altına yatıp kaldığım çınar!
Söyledikçe hala yüreğim oynar,
Gölgende okudum kitab-ı aşkı.
Ey, kumrulu bahçem, sümbüllü bağım!
Ey, bülbüllü derem, mineli dağım!
Sizinle geçti en güzel çağım,
Orada dinledim rubab-ı aşkı.
Muhabbet bağında kendimden geçtim,
Ateşler içinde bir lale seçtim,
Yandı yüreğiyim, kanarak içtim;
Kızıl dudağından serab-ı aşkı.
Bu Sevdadan Geçersin
Niçin beni yan bakışla süzersin?
Sözlerime neden dudak bükersin?
Bugün sever, yarın belki üzersin
Gel üzülme, bu sevdadan geçersin.
Sevsen de hoş, sevmesen de sen beni,
Ben vahşiyim, hiç sevdirtmem kendimi;
Bu halimle incitirim ben seni;
İncinmeden bu sevdadan geçersin.
Bülbül gibi âşık olma her güle;
Vefasızdır, gül inanmaz, bülbüle;
Çünkü şakır lalelere, sümbüle;
Sümbül gibi aşkın solar geçersin.
Tutam yâr elinden tutam
O günkü tozlu yollarını hatırlıyorum Kâbil’e o ilk gelişimin… Binlerce kilometreyi araçla kat ederek gelmiştik… Beldeler, yöreler, diyarlar, iklimler, ülkeler geçmiştik… Kıvrım kıvrımdı, büklüm büklümdü yollar… Döne dolana dağlara çıkmış, bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla, bir kuş gibi süzüle süzüle vadilere inmiştik… Vadi tabanlarından kayarak, bir su kenarından süzülerek, bazen de bir dağın yamaçlarına yaslanarak günlerce yol almıştık… Biz yol aldıkça hep yol uzamıştı, her aştığımız tepede menzil hep daha bir uzak görünmüştü…
Yol boyunca; çeşit çeşit, süslü süslü sanki bir karınca sürüsüymüşçesine hiçbir trafik kuralına uymaksızın yollara düşmüş, bir kervan misali otobüsler, kamyonlar, otomobiller ve arabalarla karşılaşmıştık...
Yolculuk esnasında, ''her günün ufkunu sardıkça gece'', ben hep "belki bu son akşamdır" diye düşünmüştüm… ''Bu emel gurbetinin yoktu ucu''… Günlerce gitmiştik, biteceğine hep uzamıştı yollar… ''Varmadan menzile ölmekten'' korkmuştum…
Kâbil yollarında Cahit Külebi’nin ‘’Sivas Yollarında’’ isimli şiirini hatırlamıştım… Şiirin son dizesi şöyleydi:
‘’Kamyonlar gelir geçer, kamyonlar gider
Toz duman içinde,
Şavkı vurur yollara,
Arabalar dağılır şoförler söğer,
Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider.’’
Şiirdeki ‘’Sivas’’ yerine ‘’Kâbil’’ koysam sanırım yollarda gördüğüm manzarayı daha iyi anlatırdı…
Ve bu yolculuğumuzda bize eşlik eden bir şey vardı ki o olmazsa bu yolculuk olmazdı diye düşünürüm hala... O olmazsa o yol bitmezdi diye düşünüyorum hala. O olmazsa o yolu biz çekemezdik diye düşünüyorum hala... O da elimizdeki küçücük el kadar pilli transistörlü bir radyo idi... Tek dinleyebildiğimiz yayın da ‘’uzun dalga’’ yayını idi... Ve bu uzun dalga yayınından da tek dinleyebildiğimiz radyo ise; ‘’Uzun dalga 1254 m Erzurum Radyosu’’ idi… Ve Erzurum Radyosu olunca da illaki de halk müziği ve Erzurumlu halk müziği sanatçısı Raci Alkır olurdu!... Ve Raci Alkır’ın o zamanlardan zihnime kazınmış, beynime bir mıh gibi saplanmış ve dilimden hiç düşmeyen türküsü: ’’Tutam yâr elinden tutam’’
Bu türkü yolculuk esnasında sadece bize, kulaklarımıza değil de sanki Raci Alkır bu türküyü yol esnasında aştığımız dağlara söylerdi, vadilere söylerdi, yamaçlara söylerdi, ovalara, yollara, nehirlere söylerdi… Ve dağların, vadilerin, yamaçların, ovaların, yolların ve nehirlerinde de bu türküye bir aksi sedası olurdu. Ve türkü; kulaklarımız, gönüllerimiz, kalplerimiz ile dağların, vadilerin, yamaçların, ovaların, yolların ve nehirlerin arasında bir pinpon topu gibi gidip gidip gelirdi... Sonra ise bu ses sanki bir dua imiş de Allah’a ulaşmak istercesine göğe çekilir ve açık sonsuz semaya süzülüp kaybolur giderdi:
''Tutam yâr elinden tutam
Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yâreli bülbül
İnem bağlara bağlara''
Ve dağlar, ovalar, vadiler, yamaçlar tekrar ederdi türküyü: ''Tutam yâr elinden tutam, çıkam dağlara dağlara, olam bir yâreli bülbül, inem bağlara bağlara…''
İşte böylesine günlerce ama günlerce yol gitmiştik… Hakiki yaşam da böylesine büyük bir yolculuk değil miydi işte?
***
Bir güz başlangıcı idi Kâbil’e o ilk gelişimiz… O Kâbil’e o ilk gelişimde hatırladığım, Anadolu’dakinin bir benzeri stabil yol kenarlarında yetişen, sarı sarı, beyaz beyaz, mor mor, kırmızı kırmızı, pembe pembe renkleriyle Gülhatmi çiçekleriydi... Gülhatmi çiçekleri de hep annemi hatırlatırdı bana… Santrallere, telefonlara kayıtlar vererek, saatlerce, bazen de günlerce bekleyerek zorluklarla Kâbil’den ulaşabildiğim annemin sesi hep üzgündü o zamanlar… Hep sorardı o üzgün sesiyle: ‘’Neden Kâbil?’’ diye. ‘’Neden, neden???’’
Böyleydi işte benim yıllar yıllar öncesinde, tahminim bir otuz yıl kadar öncesinde Kâbil’e, sonrasında da Celâlâbâd’a o ilk gelişim. Ve böyleydi işte birdenbire ve ilk defa o kocaman kocaman dağlarla baş başa, yapayalnız kalışım… Ve böyleydi işte benim yine ilk defa o kocaman kocaman yalnızlığımla da baş başa, bir başına yapayalnız kalışım…
Ama ben, bu dağların arasında asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in o çok sevdiğim dizeleri ile baş başa kalmıştım aslında:
'‘Beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodular,
rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın,
senin etinden, tırnağından ayrı,
senin kokundan uzak.’'
Dizedeki gibiydi işte; beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodulardı, rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın, memleketimden, sıladan, sevdiğimden uzak....
O günlerimde Kâbil’de yılların nasıl geçtiğini de pek anlamazdım, pek bilmezdim aslında. Birbiri ardına, ardı sıra, hep birbirinin aynısıymışçasına akıp giderdi yıllar. Bu yıllar bana Kemalettin Kamu’nun ‘’Bingöl Çobanları’’ isimli şiirini anımsatırdı;
‘’Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni,
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.’’
Her şey ama her şey tekdüze idi buralarda… Yıllar biri birisinin kopyası gibi geçerdi… Ve kuzuların doğuşu idi bize yılların geçtiğini haber veren…
Kâbil’e bu ilk gelişim bir kaçıştı, bir unutuş süreciydi aslında… Her hayatın bir kaçış, her kaçışın da bir arayış olduğunu bilirdim… Ancak Kâbil’e bu ilk gidişim Kaf Dağlarının ardındaki ''Mehlika'’yı arayış değil, ''Mehlika’'dan kaçış ve unutuş süreciydi… Bir kedinin kuyruğu gibiydi kendisinden kaçtığım… Ben kaçtıkça arkamdan geldi, onu yakalamaya çalıştığımda da benden kaçtı… Bilmezdim ki tam otuz yıl sonra, bu ikinci gelişimde de Kâbil’de tekrar beni bulacak…
Cervantes söylerdi zaten hep; ‘’Aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır.’’
Kâbil'e yıllar yıllar sonra (yaklaşık bir otuz yıl sonra) bu ikinci gelişim de ayrı bir hikâyeydi zaten...
***
Zamanla her şeye alışırmış insan… Zamanla ben de alıştım buralara… Burada bana yaşamımın en büyük öğretisi olarak; aslında yaşadığım her bir zorluğun ve kendime düşman bildiğin her bir şeyin, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçası olduğunu öğrenmem oldu… Ve en çok da, insanın her koşulda yaşayıp çalışabileceğini, kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceğini erken yaşlarda öğrenmem oldu…
Kâbile gelirken, zaten fazla bir eşya da alamazdık yanımıza, küçük bir valizim vardı, valizin içinde üç beş parça şahsi eşyam geri kalan ve çoğunluğu oluşturan ise kitaplar… Ve Türkiye'ye giden veya Türkiye'den dönen, gelen herkeslere kitap siparişi vermiştim buralarda kaldığım yıllar boyunca... Ve böylelikle aslında nerdeyse bir üniversite bitirmiştim ben Kâbil’de, Celâlâbâd’da… Ve ben sonuçta, buralarda okudukça anladım ki; kitapların amacı yaşamayı öğretmek değildi aslında. Kitapların amacı; içimizdeki yaşama başka türlü yaşama isteği uyandırmaktı, kendi içimizde yaşama imkânını, yaşamın ilkesini bulmaktı. İşte burada da bana öyle olmuştu; kitaplar ve bu dağlar, içimdeki yaşama başka türlü yaşama isteği uyandırmıştı, kendi içimde yaşama imkânını, yaşamın ilkesini vermişti...
Ve sonunda burada, ancak bu şartlarda, gerçekte hayatta ihtiyaç duyulan tek şeyin, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişme olduğunu idrak etmiştim. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrendim buralarda... Ve anladım ki varoluşunda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başaranlar ayakta kalıyordu bu dünyada...
Tabii bu kavrayış, anlayış ve öğretiler de birdenbire gökten vahiyle inmemişti bana... Bütün bu kavrayış, anlayış ve öğretileri de burada tanıdığım ve bana birebir öğretmenlik yapan, beni ben yapan Şehriyar'a borçluydum, onun sabahlara kadar bana anlattığı derslerine borçluydum... Ve Şehriyar hep bana şöyle derdi: ‘’Gerçekte kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir.’’ Gerçekten de o zaman ben kendi kişisel menkıbemi yaşıyordum ve hayat da bana karşı cömertti...
Bu düşüncelere ulaştıktan bir süre sonra da tam bir teslimiyetle kendimi bırakmıştım o dağların kuçağına... Sonra bütünleşmiştim o dağlarla… O dağlar, o muazzam Hindukuş Dağları, o dağlar, o dağlar ben olmuştum işte… Hani avcının av olması gibi; gözlemleyendim o dağlarda, gözlemlendim... ''Tek''dim buralara geldiğimde o dağlarla ''bir'' oldum, ''bütün'' oldum, birleştim...
O dağlar ile özleştim, dağ oldum, vadi oldum, oradaki bitki oldum, çayır, çemen oldum... O dağlarda akarsu oldum, aktım... O dağlarda çiçek oldum açtım… O dağlarda rüzgâr oldum, estim… O dağlarda kar oldum, yağdım, güneş vurdu, eridim... Ben o dağların, o coğrafyanın bir parçası oldum... Asaf Hâled’in ‘’Dağların Delisi’’ isimli şiirindeki bir dize gibi: ‘’Benim gönlüm dağa düştü.’’ Aynı böyle olmuştu, burada benim gönlüm dağlara düşmüştü…
Bu dağlarda, bu yaylalarda, bu vadilerde, bu yaz aylarında, bu kış aylarında, bu ilkbaharda, bu sonbaharda hep ama hep işte bu türkü vardı zihnimde... Gün doğarken, gün batarken, gece, gündüz bu türkü vardı zihnimde... Dilimde, gönlümde, hayalimde hep bu türkü vardı zihnimde:
''Birin bilir binin bilmez
Bu dünya kimseye kalmaz
Yar ismini desem gelmez (olmaz)
Düşer dillere dillere''
‘’Tutam yar elinden tutam’’ türküsü; bir aşk türküsüydü, bir gurbet türküsüydü, bir memleket türküsüydü, bir hasret türküsüydü, bir özlem türküsüydü, bir Türkiye türküsüydü... Bu türkü Kaf dağlarına gidenlerin türküsüydü… Sadece benim değil ömrü gurbet ellerde geçmiş her duyarlı, her içten, her hassas insanın her dinlediğinde usul usul, için için, sessiz sessiz ağladığı bir türküydü; ‘’’Tutam yar elinden tutam.’’
Burada bu dağlarda, bu coğrafyada bu türkünün sözü de tınısı da içimi sızlatırdı, yüreğime dokunurdu, dokunmakla yetinmez yüreğimi bir ok gibi deler, ciğerlerimi bir bıçak gibi keser, bir ataş gibi yakardı beni. Hani derler ya ‘’burnumun direğini sızlattı’’ diye… İşte gerçekten burnumun direğini sızlatırdı bu türkü… Bu dağlarda, bu muazzam uzaklıklarda nasıl sızlatmasındı ki, değil mi?
''Emrah eydür bu günümdür
Arşa çıkar tütünümdür
Yare gidecek günümdür
Düşsem yollara yollara''
Türküde arşa çıkan tütün değil bir feryâttı, bir figândı, bir yakarıştı, Allah’a bir duaydı… Dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş mahzun bir gönlü anlatırdı…
Ama en çok da içimde yalnız, yapayalnız, öksüz bıraktığım ama onun beni yalnız bırakmadığı, benimle beraber teee Kâbil’lere, Celâlâbâd’lara kadar gelen sevdamı anlatırdı… Sadece beni değil Kaf dağlarına giden herkesleri anlatırdı...
Vaktiniz olduğunda bu türkünün aşağıda bağlantılarını verdiğim yorumlarını dinleyin... Daha pek çok yorumu var, onları da dinleyin... Bu yorumları dinledikten sonra ister yâr ile dağlara çıkın, ister yareli bülbül olup bağlara düşün, ister yollara revan olun ama yeter ki yârin elinden tutun! Ve tuttuğunuz elin de kıymetini bilin, sımsıkı tutun ve bir daha bırakmayın! Çünkü insanoğlu ‘’birin bilir binin bilmez’’, ‘’bu dünya kimseye kalmaz’’, yarın ne olacağını bilmez.
Sonra, sonra da ''Tutam yâr elinden tutam'' diye feryâd, figân eylemeyin!
Osman AYDOĞAN
Saz sanatçıları Erkan Oğur ve Okan Murat Öztürk’ün birlikte hazırladıkları ‘’Hiç’’ adlı albümde yerini alırdı bu türkü. Türkünün ortasında da Derya Türkkan’ın klasik kemençeyle yaptığı bir solo vardır:
https://www.youtube.com/watch?v=GrORjGh-XNQ
Güler Duman kendince güzel yorumlar duru sesiyle bu türküyü:
https://www.youtube.com/watch?v=UsBSkmtOqPw
Amma amma ilaki de benim Kâbil yollarında, Kâbil'de, Celâlâbâd'da, o dağlarda, o vadilerde, o coğrafyada dinlediğim Raci Alkır’ın sesinden değil mi:
https://www.youtube.com/watch?v=G8NhvS-0tsc
Mey ve bağlama eşliğinde ‘’Tutam Yâr Elinden Tutam’’
https://www.youtube.com/watch?v=dDzAcHEo-Ug
Erzurum'un o muhteşem türkülerinden sadece bir tanesiydi bu türkü. Erzurum yöresine ait olmasına karşın birçok yerde kaynak olarak Ercişli Emrah gösterilir. TRT Arşivinde kaynak olarak Raci Alkır, Suat Işıklı ve Mükerrem Kemertaş veriliyor. Cemal Demirsipahi tarafından derlenmiştir. Rept. No: 665. Hüseyni makamında olan bu türkü TRT arşivlerinde böyle tanıtılıyor…
Tutam yâr elinden tutam
Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yareli bülbül
İnem bağlara bağlara
Birin bilir binin bilmez
Bu dünya kimseye kalmaz
Yar ismini desem gelmez (olmaz)
Düşer dillere dillere
Emrah eydür bu günümdür
Arşa çıkar tütünümdür
Yare gidecek günümdür
Düşsem yollara yollara
Faruk Nafiz ‘’Han Duvarları’’ şiirini Niğde’den Kayseri’ye giderken yazar, Bekir Sıtkı Erdoğan ise ‘’Hancı’’ şiirinde yolculuğunun bir kesitinde de Kayseri’den Niğde’ye giderken yazar... Ancak her iki şairin de yolculuk esnasında içinden geçtikleri ama şiirlerinde geçirmedikleri, şiirlerinde yer vermedikleri bir ilçe var: Yeşilhisar.... ‘’Han Duvarlar’’ı şiirinde Araplıbeli’nden sonra gelen, ‘’Hancı’’ şiirinde ise Niğde’den önce olan Yeşilhisar. Benim memleketim olan Yeşilhisar. ‘’Hancı’’ şiirinde ''sıla burcu burcu, ille ocağım, çoluk çocuk hasretinde kucağım'' diye geçtiğinde ilk aklıma gelen Yeşilhisar, ''Hancı'' şiirinde ''on yıldır evimin kapısı örtük'' diye geçtiğinde hemen aklıma gelen Yeşilhisar... İhmal edilmiş her Anadolu kasabası gibi küçük, şirin, yalnız, mağmum, mahzun, garip, sahipsiz ve kimsesiz Yeşilhisar....
İşte benim memleketim olan bu Yeşilhisar'da annenin kız kardeşine ‘’hala’’ denir. Ve benim de bir Halam vardı; Fatma Halam... Namı diğer Fadime Halam...
Halam'ın, evlendikten sonra beş-altı yıl hiç çocukları olmamış…
Kasabamızdan ''demiryolu'' geçerdi, bu nedenle de her Anadolu kasabasında görülen küçük bir de istasyonumuz vardı kasabanın hemen kenarında… O zamanlar yük trenleri dışında bildiğimiz tek bir yolcu treni vardı, o da Toros Ekspresi idi; İstanbul'dan başlayıp, Ankara, Kayseri (Kayseri'ye girmeden, Boğazköprü'de aktarma yapıp), Yeşilhisar'dan geçip, Niğde üzerinden Adanaya'ya gidip gelen....
Bir yaz günü istasyon çalışanları bir trenin hareketinden hemen sonra istasyon yakınındaki üzüm bağından bir ağlama sesi duyarlar... Bir asma altına terkedilmiş bir bebekten gelmektedir bu ağlama… Bir bebek, bir kız bebek… Muhtemel sene 1954-1955…
Bebeği karakola getirirler… O zamanki şartlar... Yapacak bir şey yok, sorarlar çevreye bu bebeği evlatlık alacak kimse var mı diye… Halamlar alırlar bu bebeği, nüfuslarına kaydettirirler, evlat edinirler… Adını da Emine koyarlar…
Allah’ın hikmetidir, sual olunmaz, Emine aileye katıldıktan sonra Halamın arka arkaya üç erkek çocuğu olur… En büyük çocuk benden bir-iki yaş büyük, diğerleri birer, ikişer sene aralıkla dünyaya gelirler.
Emine kendi öz ablamla yaşıttı, evlerimiz yakındı, kendisini de abla bildim, çocukluğum beraber geçti, elinde büyüdüm sayılır…
Emine ablam on iki yaşına gelince sokakta oynarken çocuklar kendisine ‘’bulduk’’ diye takılırlar, Halama sorar Emine ablam, ‘’bunlar ne diye bana böyle takılıyorlar’’ diye… Halam artık Emine ablamın büyüdüğünü düşünerek gerçeği anlatır… Emine ablam iki - üç gün hiç bir şey yemez içmez, sessiz bir hıçkırıkla için için ağlar iki gün boyunca köşelerde bucaklarda, kuytu yerlerde, sonra da hiçbir şey olmamış gibi devam eder hayatına…
Emine ablam 14 yaşında iken Yeşilhisar'a bir aile gelir, giderler karakola ‘’biz’’ derler ‘’biz 14 yıl önce kızımızı istasyonda kaybetmiştik.’’ Sonuçta ulaşırlar Halam'a, haber verirler Emine ablama... Emine ablam ‘’benim annem babam burada, başkasını bilmiyorum’’ diyerek gelenleri görmek bile istemez… Gelen aile eli boş giderler… Gidiş o gidiştir... Bir daha hiçbir haber gelmez…
Emine ablam 16-17 yaşında iken Halamın kocası ablamı kasaba yakınındaki bir köyün ağasının oğluna verir hiç ablama sormadan... Ağanın oğlu askerde iken çavuşmuş, bu nedenle kendisine ‘’Ali Çavuş’’ derlerdi, hayal meyal anımsıyorum, bir de atı vardı, kasabaya atı ile gelirdi, atı ile bir yürüyüşü vardı, bir edası vardı, bir havası vardı, bir çalımı vardı... Çocuktum, babamın bu evliliğe karşı olduğunu hatırlıyorum… Eniştem fakirdi, ağa da zengin, eniştemin bu nedenle ablamı bu ağa oğluna verdiğini tahmin ediyorum…
Ablamın bir kızı oldu bu evlilikten, adı ilginçti; ‘’Turiye’’. ''Turiye'' bizim o yörelerin isminden değildi... ''Turiye''; Emine ablamın kayınvalidesinin ismiydi... Meğer ablamın kayınpederi askerliğini yaptığı yöreden kaçırıp getirmişti köyüne eşi olan Turiye'yi... Ve bu ismi de torunlarına vermişlerdi...
Ancak bu evlilik yürümedi... İki yıl sonra ablam boşandı, kızını köyde bırakarak baba evine döndü…
Bu sırada eniştem vefat etti. Eniştem Sultan Sazlığından saz kesip satarak geçimini sağlardı. Son kez Sultan Sazlığına gittiğinde günlerce haber alınmaz kendisinden. Meğer çalışırken, orakla saz keserken kalp krizi geçirir, günlerce sazlıkta su içinde kalır naaşı.. Sazlıkta eniştem aranırken tüm kasabanın seferber olduğunu hatırlıyorum.
Eniştemin vefatından yıllar sonra da halam bir başkası ile evlendi... Ablam evde kendisinin aileye katılmasından sonra dünyaya gelen o üç erkek çocuğa hem annelik, hem de babalık yaptı.... O çocukların üçünü de yetiştirdi, büyüttü, okuttu ve evlendirdi...
Çocuklar evlenince ablam de kasabamızdaki çocuğu olmayan bir adama imam nikâhı ile ikinci eş olarak evlendi... Sonra kocası vefat etti, adam varlıklı idi, bütün mal varlığı resmi nikâhlı eşine kaldı… Yaklaşık sekiz on yıl önce üçüncü evliliğini yaptı, Kayseri'ye yerleşti... Mutluydu… ‘’İkindi güneşi gördüm’’ derdi, ‘’güz güneşi gördüm’’ derdi…
Hayatta hiçbir şeyden müşteki değildi ablam... Kendisiyle barışıktı, çevresiyle barışıktı... Hep hayata pozitif bakardı... Hayatla hep dalga geçer, hayata şaka yapardı hep... Hep gülerdi ablam... Özellikle gözlerine hayrandım... Gülünce gerçekten gözleri gülerdi ablamın…
Nisan 2012 ortasında memleketimden kendi öz ablamla telefonla görüştüm…
‘’Emine ablanın sana selamı var, Kayseri'den geldi bir süre buradaydı, ‘uzun zamandır Osman'ımızı -bana hep böyle hitap ederdi Emine ablam - göremedim. Osman'ımızı özledim’ diyor’’ demişti... Üç gün sonra tekrar aradı kendi ablam; ‘’Osman’’ dedi; ‘’Osman'ım sana kötü bir haberim var...’'
Emine ablam o pazar günü Kayseri'ye evlerine döner… Kayseri'deki yeğenimi (öz ablamın kızı) arar… ‘’Annen sana vermek üzere bana bir şeyler verdi yarın -pazartesi- saat 10.00’da sana geleceğim’’ der... Pazartesi gelmez ablam... Salı da gelmez... Yeğenimin cep-ev telefonlarına da cevap vermez... Yeğenim evine gelir kapı zili de cevap vermez… Polis çağırırlar... Kapı kırılarak açılır... İçeride kesif bir is kokusu vardır ve ablamım bir tarafta, kocasının bir tarafta cansız bedeni bulunur... Pazar günü akşam yatmadan sobayı yakmışlardır…
Cenazesine yetişemedim, daha sonra gittim...
Önce doğumundan beri bildiğim, ancak hiç görmediğim kızı Turiye’yi, sonra benden bir iki yaş büyük olan erkek kardeşini ziyaret ettim... Başsağlığı diledim. Diğer kardeşleri cenazeye gelmiş ve dönmüşlerdi... Turiye annesine o kadar benziyordu ki, hele hele gözleri, bir an için ablamla karşılaştım zannetmiştim…
Sonra mezarlığa gittim.... Ablamın mezarı başına geldiğimde kafese konmuş yabani bir kuş gibi kendi göğüs kafesimde çırpın çırpın çırpındı kalbim.... Dualar okudum… Hıçkıra hıçkıra ağladım… İçin için ağladım... Sessiz sessiz ağladım.... Gözlerimden tıpır tıpır yaşlar döküldü... ’’Abla’’ dedim... ''Abla, kahpe felekten alacağın kaldı'' dedim...
O an sarısı, kırmızısı, moru alı ile baştan başa kır çiçekleri ile bezenmiş mezarlığı ziyaret ettim baştan başa... Fark ettim ki, dünyadaki tanıdıklarım, akrabalarım azalmış, öte dünyaya gidenlerim, göç edenlerim çoğalmıştı...
Memleketimden ortaokuldan beridir ayrıydım… Memleketime genellikle senede bir kaç defa göçmen kuşlarının özlemi ve bir güvercin ürkekliği ile gelir, kısa sürelerde kalır, bu kısa sürede bir kedi sessiliği ve bir ceylan hızıyla ziyaretlerimi yapar ve sessiz ve sedasız geldiğim gibi geri dönerdim… Ruhumu, kalbimi, gönlümü, benliğimi, yüreğimi, çocukluğumu, gençliğimi, mazimi ve hayallerimi hep orada bırakır, ben kendim dönerdim...
Bu gittiğimde de bahardı... İsimlerini unutmadığım o rengârenk kır çiçekleri her tarafı kaplamıştı… O ovanın ve o bahçelerin kayısı ağaçlarının, erik ve kiraz ağaçlarının o bembeyaz çiçekleri solmuş, yerini elma ağaçlarının o harikulade pembe pembe açmış çiçekleri almıştı… Ceviz ağaçları ‘’ana baba kokusu’’ denilen o mis gibi kokulu filizlerini vermişti… Bahçelerde ise zambaklar, susamlar açmıştı... Her defasında olduğu gibi kalbimi, gönlümü, zihnimi orada bırakıp bir mahzun, bir mağmum, bir üzgün, bir durgun şekilde sanki arabam geri geri gidercesine döndüm memleketimden…
Memleketimden dönüş yolunda yol kıvrım kıvrım, büklüm büklüm bir yılan gibi kıvrılıp akıp giderken, hep kafamda uğuldadı durdu Sivas Divriği'nin bir türküsü... Âşık Veysel söylerdi, Ali Ekber Çiçek söylerdi, Bedia Akartürk söylerdi. Emine ablam gözlerimin önünde, beynimde ise takılmış bir plak gibi döndü durdu bu türkü yol boyunca;
''Kahpe felek sana nettim neyledim
Attın gurbet ele parelerimi
Akıbeti beni sılamdan ettin
Kestin mümkünümü çarelerimi''
Ve her bir dize ucu sipsivri bir hançer gibi defalarca saplandı durdu yüreğime; ''Kahpe felek sana nettim neyledim'', ''Kestin mümkünümü çarelerimi'', ''Ben kemlik görmedim hüsn-ü aladan'', ''Ölürüm kurtulmam ben bu yaradan'', ''Dost olan bağlasın yaralarımı''...
''Şu dağların arkasını bilirim
İflah olmam ben bu dertten ölürüm
Vadem yeter çöl gurbette kalırım
Yine ben sarayım yarelerimi''
Feleğe hiç sual olunur muydu, hiç sitem edilir miydi ki, 2014 Ocak ayında da Halamın en küçük oğlunu, tüm bir hayatı yokluk, zorluk, güçlük ve kavgalarla geçmiş Yakup’u genç yaşta kaybettik… Bunca çileye bedeni dayanamamıştı...
Mekânları cennet olsun, nûr içinde yatsınlar…
Türküdeki ''Dost olan bağlasın yaralarımı'' dizelerini Emine ablam öte dünyadan sanki şöyle terennüm ederdi:
''Dost olan ansın hatıralarımı.''
Osman AYDOĞAN
Bağlantıda Bedia Akartürk; bir feryad figan halide, bir çaresizlikle, çığlık çığlığa bir sitemle, sessiz bir isyanla ve mistik bir olgunluk, tevekkül ve kabullenişle bu türküyü söyler sanki Emine ablamı anlatırcasına, sanki Emine ablam'ın kendisi söylercesine: Kahpe felek sana nettim neyledim...
https://www.youtube.com/watch?v=vJ15WE4lJUQ
Yine Bedia Akartürk, aynı türkünün tam hali:
https://www.youtube.com/watch?v=L4ng7j3GJgc
Kahpe Felek Sana Nettim Neyledim
Kahpe felek sana nettim neyledim
Attın gurbet ele parelerimi
Akıbeti beni sılamdan ettin
Kestin mümkünümü çarelerimi
Aman aman dağlar duman geçti zaman ben varamam
Aman aman dağlar duman halim yaman
Ben kemlik görmedim hüsnü aladan
Gözlerimki mektubum gelmez sıladan
Ölürüm kurtulmam ben bu yaradan
Dost olan bağlasın karalarını
Aman aman dağlar duman geçti zaman ben varamam
Aman aman dağlar duman halim yama
Bakmaz mısın tenden akan kanıma
Yarelerim ceza verir canıma
Gelenim yok gidenim yok yanıma
Yine ben sarayım yarelerimi
Aman aman dağlar duman geçti zaman ben varamam
Aman aman dağlar duman halim yaman
Şu dağların arkasını bilirim
İflah olmam ben bu dertten ölürüm
Vadem yeter çöl gurbette kalırım
Yine ben sarayım yarelerimi
Aman aman dağlar duman geçti zaman ben varamam
Aman aman dağlar duman halim yaman
Sivas/Divriği, Kaynak: Bekir Tektaş, Derleyen: Osman Özdenkçi
Gladyatör
01 Temmuz 2018
''Ey özgürlük!
Ey yüce özgür ruh!
Özgür kal benimle yürü!
Altın gibi tarlaların arasında.'' (*)
Marcus Aurelius 121 – 180 tarihleri arasında yaşamış Roma imparatorudur. Tam adı Marcus Aurelius Antoninus Augustus’dur. Roma’nın beş iyi imparatorun beşincisi ve sonuncusudur. Marcus'un dönemi, yöneticilik ve iktidarın bilinen tarihi içinde sıradışı bir dönem olma özelliğini korur. Filozoftur kendisi, stoacı bir filozoftur. Sürekli yazmıştır. Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunmuştu. ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü Platon’a aittir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi, hem filozof, hem de hükümdardır.
Stoacı da olsa, barışçıl da olsa, insancıl bir yaşam biçimi benimsese de, 19 yıllık hükümdarlığının 17 senesini savaşlara ayırması büyük bir ironidir. Bunun nedeni Roma'nın zor döneminde imparator olması ve imparatorluğun dağılmak üzere olmasıdır. Çünkü doğuda Pers’ler, batıda ise Cermen ve diğer ırklardan gelen ordularla savaşmak zorunda kalınır. Harpler kazanılır ama bu arada Roma orduları büyük kayıplar verir ve devlet maddi sıkıntı içine düşer. Ancak Marcus Aurelius imparatorluğu dağılmaktan kurtarır ve imparatorluğun birliği sağlar. Bu nedenle Marcus Aurelius'un ölümü Pax Romana'nın da sonu olarak kabul edilir.
Marcus Aurelius'un kendi kanından Commodus adında bir oğlu vardır ve başka bir kimseyi evlat edinmez. Commodus Aurelius'un ölümüyle imparator olur. Artık Roma’da gerçek anlamda monarşik bir idare başlar.
Marcus Aurelius'un Roma İmparatorluğu'na en parlak dönemi yaşatan bir generali vardır: General Maximus Decimus Meridius. Maximus, girdiği her meydan savaşından zaferle çıkar, ancak onun artık tek hayali bir an önce evine dönerek karısı ve ailesine kavuşmaktır.
General Maximus’un imparatorluk içerisinde yükselmesi karşısında kıskançlığa kapılan tahtın varisi Commodus, general ile ailesinin derhal öldürülmesi emrini çıkarır. Generalin ailesi öldürülür, kendisi de esir alınarak köle olarak satılır. General Maximus köle olduğu sürede bir gladyatör olarak eğitilir. Yıllar sonra Roma’ya gladyatör olarak geri döndüğünde tek bir amacı vardır. Yeni İmparator Commodus’u öldürerek karısıyla oğlunun katledilmesinin intikamını almak...
İşte bu Romalı General Maximus’un anlatıldığı komutanlıktan köleliğe, kölelikten gladyatörlüğe oradan da cennete, sevdiklerinin yanına gidişini anlatan güzel bir film var: Gladyatör, özgün ismiyle ‘’Gladiator’’.
Gladyatör 2000 yılı tarihli ABD- İngiltere yapımı bir filmdir. Russell Crowe’nin General Maximus’u canlandırdığı filmin yönetmeni ise Ridley Scott'tur. Film 73. Akademi Ödüllerinden, ‘’En İyi Film Ödülü’’ dâhil, beş ödüle lâyık görülür. Richard Harris gibi oyuncuları da bünyesinde barındıran filmin çekimleri sırasında hayatını kaybeden Oliver Reed'in eksik planları bilgisayar sayesinde tamamlanır. Russell Crowe'un yanında başrollerde Oliver Reed ve Joaquin Phoenix oynamışlardır.
Gladyatör kelimesinin kökeni '’gladius’’ (kılıç) olduğundan '’kılıçla dövüşen kişi'’ demektir.
Maximus; cesareti ve dürüstlüğü ile saygı gören, zaferlerin şımartamayacağı ve kibre bürüyemeyeceği kadar mütevazı olan bir askerdir. Maximus, evinden uzakta geçirdiği her günü özlemle sayan bir askerdir. Maximus'un aklındaki tek şey evine ve ailesine dönmektir. Kafasında hep; ekip biçtiği buğday tarlasında oğluyla oynamak sonra da karısının onları yemeğe çağırması vardır. Maximus, elini buğday başaklarına değdirerek tarlada dolaşmanın hayaliyle yaşar.
İşte bu filmde kanlı savaşların ortasında bile, toprağını, yuvasını ve küçük; ama huzurlu dünyasını özleyen bir adamın; entrikalar ortasında gösterdiği cesaret, dürüstlük ve kahramanlığı anlatılır. İşte bu filmde en çok da, insanın her koşulda yaşayıp ayakta kalabileceği ve kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceği anlatılır...
Filmden bazı sahneler:
Maximus'un (Russell Crowe) kendini öldürmekle görevli askerleri alt edip evine giderken zamanla yarışır, atı bile yorgunluktan çatlayıp ölür... Ancak evine vardığında artık her şey için çok geçtir. Evinden dumanlar yükselmektedir. O buğday tarlalarının hepsi yanmaktadır. Karısının ve çocuğunun yakılmış ve asılmış cesetlerine sarılır… Maximus’un karısını ve çocuğunun ölüsü önünde çektiği acıyı yansıttığı sahne filmin en vurucu anı, en içler acısı sahnesidir.
Maximus daha sonra esir olarak Proksimo'nun eline düşer. Girişte anlattığım gladyatör dövüşlerine başlar. Proksimo, eski bir gladyatör olduğundan Maximus'a kendini seyirciye sevdirmesi yönünde taktikler verse de Maximus bunu kendi gibi davranarak fazlasıyla becerir. Zaten çok iyi bir general, hem bireysel savaşta hem takımını yönlendirmede çok iyi olduğu ve adaletsiz savaşları bile kazandığı için kısa sürede seyircinin gözdesi olur...
Maximus arenalarda geçen yılları boyunca çok önemli bir gerçeği öğrenmiştir. İmparatorun gücü ne kadar fazla olursa olsun halkın iradesi ondan çok daha güçlüdür ve intikamını alabilmenin tek yolu imparatorluğunun en büyük kahramanı olabilmekten geçmektedir.
Filmde bir sahnede Maximus ve eski askerlerinden Quintus ile konuşma fırsatı yakalar. Quintus yaptığı yanlışların, ihanetinin farkındadır ama yine de "ben askerim, itaat ederim" diyerek vicdanını rahatlatmaya çalışır. Maximus ise şöyle cevap verir: "Herkes doğasında ne varsa ona uygun davranır!"
Filmdeki şu deyişler unutulmaz:
"Nerede olacağınızı hayal ederseniz orada olursunuz."
''Kardeşlerim bu hayatta yaptıklarımız sonsuzlukta yankılanır.''
"Asker olmanın en büyük avantajı düşmanınızı karşınızda görüyor olmanızdır."
Maximus arenada son dövüş öncesi şöyle haykırır: ''Benim adım Maximus Decimus Meridius. Kuzey orduları kumandanı, Felix lejyonunun generali ve gerçek imparator Marcus Aurelius'un sadık hizmetkârı... Ayrıca evladı katledilmiş bir baba, karısı katledilmiş bir kocayım. Ve intikamımı er ya da geç alacağım. Ya bu dünyada ya ötekinde.'' (My name is Maximus Decimus Meridius, commander of the armies of the North, General of the Felix Legions, loyal servant to the true emperor, Marcus Aurelius. Father to a murdered son, husband to a murdered wife. And i will take my vengeance in this life or the next!!!)
İşte o zaman Commodus locasında tir tir titrer… Lucilla (Marcus Aurelius'un kızı) kurtarıcısı gelmiş gibi bir nasıl yerinden doğrulur… Maximus'un sesinde ise tek bir şüphe yoktur, intikamını alacağına emindir.
Son döğüşten önce Commodus arenaya çıkmadan Maximus'u yaralar ve askerlerine yarası gözükmeyecek şekilde sarmalarını emreder. Maximus arenaya çıktığında aşırı kan kaybından ötürü zihni bulanık haldedir... Ama Maximus, Commodus ile dövüşte yine de intikam duygusu ve ailesine kavuşmanın (öte dünyada) özlemi ile ayakta kalır.
Sonuçta Maximus, Commodus’un onca hilesine rağmen dövüşte Commodus’u öldürür ve intikamını alır… Arenayı ölüm sessizliği kaplar.
Maximus’un bilinci kan kaybından dolayı artık iyice bulanıklaşmıştır. Maximus hayalinde evinin bahçesinin tahta kapısını elleriyle yavaşça açar... Quintus'un seslenişini güç bela ayırt eder... Ve şu efsane sözü söyler: ''Quintus! Özgür adamlarım. Senatör Gracchus Roma’yı (cumhuriyeti, demokrasiyi) yeniden kursun.. Roma'da bir rüya vardı... O rüya gerçekleşecek! Bunlar Marcus Aurelius'un istekleridir." (Quintus! free my men. Senator Gracchus is to be reinstated. There was a dream that was Rome... It shall be realized... These are the wishes of Marcus Aurelius.)
Filmin sonunda Maximus'un naaşı askerler tarafından omuzlarda taşınırken; Commodus'un cesedi arenada bırakılır...
Maximus hem ailesinin hem de Marcus Aurelius'un intikamını almıştır. Maximus bulanık zihninde buğday tarlalarının arasından evine dönmektedir. Elleri buğday başaklarındadır... Oğlu ona koşar, karısı uzaktan onun gelişini seyreder... Filmi izlerseniz bu sahnede sessizce ağlarsınız...
İşte filmde bu sahnede film müziği devreye girer… Aslında sizi ağlatan da bu derin hüznü yansıtan bu film müziğidir.
Filmin bu final sahnesinde izleyicileri ağlatan ‘’now we are free’’ isimli müziğin yapımcısı çağımızın Beethoven'i olarak bilinen Alman müzisyen Hans Zimmer ve Avustralyalı müzisyen Lisa Gerrard'dır. ‘’Now we are free’’ aslında filmin başından itibaren ince ince çalar ancak hüznünü siz son sahnede fark edersiniz...
Ne zaman bir başak tarlası görsem ellerimi başakların üzerinde gezdirerek bu filmi ve bu müziği hatırlarım... İçime sonsuz bir hüzün çöker…
Gladyatör filmi insana insan olmanın temel duyguları olan ‘’şeref’’ ve ‘’onur’’ duygularını hatırlatan ve ailenin kutsallığını ve kimsenin kulu kölesi olmadan da yaşamanın nasıl yüksek bir meziyet olduğunu gösteren müthiş bir filmdir...
Gelmiş geçmiş, görüp görebileceğiniz en iyi filmlerden birisidir Gladyatör…
Bu Pazar bırakın gamı, kederi, ülke sorunlarını, seçimi, seçim sonuçlarını, kifayetsiz muhteris muhalifleri, hâlâ Ortaçağ'ın karanlıklarında kalmış bakanları, politikacıları bu filmi izleyin, filmin müziğini dinleyin ve müziğin sözlerine odaklanın:
''Ey özgürlük!
Ey yüce özgür ruh!
Özgür kal benimle yürü!
Altın gibi tarlaların arasında.'' (*)
Ve ve ve bir de filmden günümüze dair dersler çıkarın!...
Osman AYDOĞAN
Filmin müziğini dinlemek ve filmden bazı sahneleri izlemek için:
https://www.youtube.com/watch?v=NBE-uBgtINg
Filmde aslında üç film müziği iç içedir: "Honor Him", "Elysium" ve "Now We Are Free":
https://www.youtube.com/watch?v=-yOZEiHLuVU
Gregorian müzik grubundan ''Now we are free'':
https://www.youtube.com/watch?v=8Y0RZA7jUMM
Orkestra eşliğinde ''Now we are free'':
https://www.youtube.com/watch?v=aUmIELyNGrU
Bir not: Tabii ki bu bir filmdir, bir kurgudur... Filmde Commodus hile ile tahta geçmiştir... Roma tarihinde bu doğru değildir.... Marcus Aurelius tahtın varisi olarak Commodus'u bırakmıştır... Ve kimse de cumhuriyet aşığı melek değildir!...
(*) Girişte ve sonda verdiğim dizeler "now we are free" isimli film müziğinin sözleridir...
Touch Me (Dokun Bana)
30 Haziran 2018
Geçen sene kış ayları idi… Hava soğuk mu soğuktu… Doğalgaz kartına yükleme yapmak için PTT şubesine gittim... Kalabalıktı... Sıra numarası aldım, beklemeye başladım…
Beklerken gözüme ilk koltuklarda mağmum ve mahzun oturan birisi kadın birisi erkek iki yaşlı insan dikkatimi çekti… Herkesler kabanlar, montlar, çizmeler, botlar içindeyken yaşlı kadın üzerinde sadece bir hırka ve bir atkı, ayağında ise lastik bir ayakkabı vardı. Yaşlı adamın hafif bir sakalı ve üzerinde ise bir ceket vardı… Yakınlarında olduğum için kadın bana bir kâğıt uzattı… Sonra bir şeyler söyledi ama anlamadım… Kâğıdı aldım. Bir elektrik faturası idi… Üzerinde de 178 TL yazıyordu. Önce kadının bu faturayı okumam için bana verdiğini zannettim... ‘’Teyze’’ dedim ‘’178 TL’’ dedim. Sonra kadının anlaşılması zor olan konuşmasından kadının benden bu faturayı ödememi istediğini anladım… ‘’Ama teyze’’ dedim… ‘’Ben bu faturayı ödeyemem ki!’’ dedim ve faturayı kadına teslim ettim... Kadın boynunu büktü… Hiç ses etmedi…
Kadın benden sonra birkaç kişiye daha kâğıdı gösterdiyse de kimse ilgilenmedi...
Sonra huzursuz oldum… İçim içimi kemirmeye başladı... Nefessiz kaldığımı hissettim…178 TL bir elektrik faturası için oldukça yüksek bir meblağ idi… Sonra kadından faturayı istedim... Faturayı aldım, gişeye yöneldim, sırada işlem gören kişiden izin isteyerek memura faturayı uzatarak bu faturanın ne olduğunu sordum… Gişedeki memur kontrol ettikten sonra faturanın üç aylık ödenmemiş elektrik faturası olduğunu, muhtemelen bu ödenmemiş borçlardan dolayı da elektriğin kesilmiş olduğunu söyledi…
Bu bilgiyi aldıktan sonra sıra bekleyen insanlara döndüm… Hatırladığım kadarı ile 10-15 kişi varlardı… Cebimde de ödeyeceğim doğalgaz parası dışında sadece 20 TL vardı. O 20 TL’yi cüzdanımdan çıkarıp bir elime aldım, diğer elime de faturayı aldım ve ‘’arkadaşlar’’ dedim ‘’beni bir dakika dinler misiniz?’’ dedim… Herkes sustu ve bana baktılar… ‘’Burada elektrik faturasını ödeyemeyen bir insanınız var… 178 TL. Ben hepsini ödeyemiyorum... Yanımda ancak 20 TL var. Eğer sizler de yardım ederseniz bu insanımızın elektrik faturasını ödeyebiliriz…’’
Önce bir sessizlik oldu… Bir kişi söz aldı…‘’Dün de buradalardı bunlar, sahtekârlar, dileniyorlar’’ dedi… ‘’Eğer dün kendilerine kimse yardımcı olmamış ise bugün de burada olmaları doğal değil mi?’’ dedim… Bir başkası söz aldı hemen: ’’178 TL elektrik faturası mı olur?.. O fatura sahtedir’’ dedi…’’Gişedeki memur beye kontrol ettirdim... Üç aylık fatura... Memur gerçek olduğunu söyledi’’ dedim…
Kısa bir sessizlik oldu… Önce bir kadın cüzdanını çıkardı bir 20 TL de o verdi... Sonra da bu kadını diğer insanlar takip etti. 5, 10, 20 TL derken kısa zamanda topladığım paralar 180 TL oldu…
Gişede sıradaki vatandaşın işi bitince, sıradaki kişiden izin alarak 178 TL elektrik faturasını ödedim. Sonra faturayı, ödeme makbuzunu ve artan 2 TL’yi kadına teslim ettim... Sonra da döndüm insanlara teşekkür ettim…
***
Daha yeni, iki gün önce… Tam da öyle vakti, hava sıcak mı sıcak, otomobille yoldayım… Sol tarafımda, yol kenarında son anda ufacık, minnacık bir serçe kuşu fark ettim… Kuşu ezmemek içim direksiyonu kırdım… Kuşu ezmedim ama kuş da kaçmadı... En azından arabanın rüzgârından etkilenip kaçması gerekirdi… Kuş kaçmadığı gibi hareket de etmedi. Ben yoluma devam ettim...
Devam ettim ama huzursuz da oldum… Kuş hareket etmediğine göre muhakkak ki bir sıkıntısı vardı. Ben son anda fark edip kuşu ezmedim ama ya fark edemeyen birisi olursa... Ya o kişi kuşu ezerse… Bu düşüncelerle epey bir yol gittim… Göğüs kafesim daraldı, kalbim sıkıştı, nefes alamaz oldum... Sonra ilk kavşakta geri döndüm… Kuşun olduğu yere geldim ama karşı yoldayım, tam yerini de bilmiyorum… Bu taraftan da kuşu göremiyorum... Yine epey bir yol gittikten sonra yine ilk kavşaktan bir daha geri döndüm… Kuşu ilk gördüğüm yere geldiğimde yavaş yavaş ilerlemeye başladım… Kuş hala aynı yerde duruyordu… Arabayı sağa çekip dörtlüleri yakıp arabadan indim.. Kuşun yanına gittim… Yavru bir serçe kuşu… Elime aldım… Sıcaktan perişan halde, gözleri kapalı, neredeyse baygındı… Muhtemel ki yuvadan düşmüş... Ancak orada bulunan ağaçta da yuva gözükmüyordu…
Yerini bildiğim bir veteriner vardı. Veterinere gittim… Kuşu gösterdim. Olayı anlattım… Önce bana ‘’benim yapabileceğim bir şey yok, siz evde bakın’’ dedi… ‘’Ben sadece önüne su koyar, yem veririm… Başka bir şey yapamam. Kuş sağlıklı değil. Siz veterinersiniz. Kuşun tedaviye ihtiyacı var’’ dedim… Bunun üzerine veteriner itiraz etmedi. ‘’Yan tarafta bir Pet Shop var.. Oradan biraz kuşyemi alın getirin’’ dedi… Pet Shop’a gittim… Sahibine olayı anlattım. Bana bir poşet içinde epeyce bir kuşyemi verdi. Ücretini sordum… Söylemedi, para da almadı. Yemi veterinere verdim… ‘’Can candır. Elimden geleni yapacağım’’ dedi...
***
Dokunmak!
Kelimelerin anlatmaya yetmediği bir duygudur dokunmak. Sevginin ve iyiliğin en güzel, en saf halidir dokunmak. İçine işlemek, etkilemektir dokunmak. Tanrı’nın insana bahşettiği en etkileyici bir sihirdir, bir duyudur, bir duygudur, bir eylemdir dokunmak.
Gözle dokunur insan, sözle dokunur insan, ruhla dokunur insan, eylemle dokunur insan, küçük bir ten temasıyla dokunur insan… En çok da bir başka insanın ruhuna dokunur insan. İnsan olmanın gereklerinden birisidir dokunmak… Hangi çeşidiyle olursa olsun dünyanın en sihirli bir iyileştirme yöntemidir dokunmak.
İşte bu nedenle insanlar ve canlılar söz ve davranışlarıyla, mimikleriyle, hisleriyle, düşünceleriyle, gözleriyle ‘’dokun bana’’ (Touch me!) diye sessizce haykırırlar; ‘’Dokun bana!’’ (Touch me!)
İnsanlar bu duygularını en çok şarkılarda dile getirmişlerdir.
Müzikle ilgilenenler bilirler ‘’Dokun bana!’’ (Touch me!) şarkısı deyince aklımıza bu isimle farklı şarkıları seslendiren çok şarkıcı gelir. Nedense ‘’Touch me’’ diye başlayan şarkıların hepsi de güzel şarkılardır… Anlattığım gibi adından mıdır nedir?
Bunlardan biri İngiliz şarkıcı ve model Samantha Fox’un şarkısıdır. Diğeri Portekizli sanatçı Rui da Silva’nın şarkısıdır. Bir diğeri de Amerikan rock grubu The Doors’un içinde yine Amerikan gitarist ve şarkıcı Robbie Krieger’ın seslendirdiği şarkıdır. Bu şarkıyı İsveçli sanatçı Weeping Willows, Fransız sanatçı Martin Solveig de seslendirmişlerdir. Farklı besteleri, farklı sözleri de olsa şarkılarının adı hep aynıdır: ‘’Touch me’’
Fakat benim anlatmak istediğim tamamen farklı bir ‘’Touch me’’ şarkısıdır…
Bu şarkıyı anlatmadan ve şarkının bağlantısını vermeden önce bir bilgi vermek istiyorum…
Fehiman Uğurdemir…
Unuttuk gitti değil mi? Meydan liboş sözde sanatçılara kalınca gerçek sanatçıları unuttuk gitti… Sadece unutsak neyse de bir de ülkede de barındıramadık gitti...
Fehiman Uğurdemir 70'li yıllarda Türk Anadolu rock sanatında önemli yeri olan bir müzisyen gitaristtir. Cem Karaca, Ersen ve Selda ile Dadaşlar, Barış Manço ile Kurtalan Ekspres gruplarında çalışır. 1980 yılında Cem Karacayla birlikte Almanya'ya gider ve Almanya’da 1986 yılına kadar Cem Karaca ile beraber sahneye çıkarlar. Fehiman Uğurdemir o günden beridir Almanya’nın Köln şehrinde yaşamaktadır. 1995 yılında ben Köln'de iken kendisiyle tanışmak istemişsem de kısmet olmadı.
1989 yılında Fehiman Uğurdemir içinde Almanların ve Türklerin de bulunduğu ''Fay Sahara'' isminde bir grup kurar: Bu grup 1990 yılında da içinde Doğu ezgilerine yer verdiği bir albüm çıkarır. İşte bu albümün içinde de bestesi ve sözleri Fehiman Uğurdemir’e ait bir şarkı yer alır: ‘’Touch me’’
İşte benim bahsettiğim şarkı bu şarkıdır…
İşte sizlere bağlantısını vereceğim bu şarkı doksanlı yıllarda meşhur olan ve insanın içini burkan, yüreğini yakan, kalbine, gönlüne, ruhuna dokunan bir şarkıdır. İnsanı alıp sahranın çöllerine götüren bir şarkıdır. İnsanı güneşin altına bırakılmış bir kar gibi ılgıt ılgıt eriten bir şarkıdır.
İşte bu şarkı her ne kadar sözleri bir aşk şarkısı olsa da bir kenarda sessiz sessiz, mağmum ve mahzun oturanların şarkısıdır... Bu şarkı güneşin altında, yol kenarında, yuvadan düşmüş, yaralı bir serçe kuşunun şarkısıdır…
Dinleyin bu şarkıyı… Bir daha bir daha dinleyin. Defalarca dinleyin. Şarkıcının şarkıdaki ‘’Touch me’’ (dokun bana) derken ki feryâdını, figânını, hicranını, davetini, çağrısını hiç ama hiç unutmayın!...
Ve görün ki etrafınızda bu feryâdı, bu figânı, bu hicranı, bu daveti, bu çağrıyı sessizce yapan nice nice insanlar, nice nice canlılar vardır…
‘’Touch me’’ diyorlar onlar; dokun bana, dokun bana, dokun bana...
Osman AYDOĞAN
Fay Sahara, Touch me:
https://www.youtube.com/watch?v=aFwwjnWi7Ko
Touch Me
How many years have passed away (kaç yıl geçti aradan)
How many times I've called your name in my dreams (kaç kere rüyamda senin ismini sayıkladım)
every night, every day (her gece her gün)
How many times have I sat alone (kaç kere tek başıma oturdum )
Everyday day you left me on my own inside the tears for (her gün beni gözyaşları içinde tek başıma bıraktın)
I need to say (söylemeye ihtiyacım var)
Touch me... In the silence of the night (dokun bana gecenin sessizliğinde)
Tell me... with the passion in your eyes to my face and my soul and (söyle ruhuma ve yüzüme gözlerindeki sevgiyle)
Touch me... like you never did before (dokun bana önceden hiç dokunmadığın gibi)
Embrace me... take the session of my soul (kucakla beni al ruhumu)
Hold me close by your side once more (beni bir kere daha yakınında tut)
As time passes by I begin to wonder why (zaman geçtikçe neden diye merak etmeye başladım)
The road was hard, the path was wide (yol zordu patika genişti)
The illusions lie (hayaller yalancıdır)
True devotion is rare (gerçek bağlılıklar zor bulunur)
Icy castles in the air far away and deep inside, the part of me dies (durgun suların altı derin olur ve benim bir bölümüm olur)
Touch me.. like you never did before
Embrace me.. take my session of my soul
Hold me close by your side
Touch me.. in the silence of the night
And tell me with the passion in your eyes to my face in my soul
Touch me
Touch me (dokun bana)
Hold me (sarıl bana)
Embrace me (kucakla beni)
Touch me
Touch me
Benim gönlümde sensin, senin gönlünde kimler?
Sanırım altmışlı yılların ilk yarısıydı... O zamanlar TV yoktu, her evde de radyo yoktu. Bizim radyo da lambalı idi, elektrikle çalışır, çalışması için de bir süre lambanın yanması beklenirdi. Ancak kasabamızda da gündüzleri elektrik de yoktu. Bir jeneratör hava kararınca çalışır, gece saat 23.00'de de kapanırdı. O zaman TRT yoktu, bize ulaşan sadece Ankara Radyosu vardı. (Ankara Radyosu, diğer radyolarla birlikte, 1 Mayıs 1965'de Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'na -TRT- devredilmişti)
''Burası uzun dalga 1648 m Ankara radyosu'' anonsuyla başlardı yayın ve ‘’Şimdi Yurttan Sesler Programını dinliyorsunuz’’ diye devam ederdi… (Geçtiğimiz yıllarda da TRT uzun dalga yayınlarına anlamsız bir biçimde son verdi.) Rahmetli Nimet ablamla beraber, o zaman TV'nin söylentisi vardı ki radyonun küçük ekranından içine bakarak söyleyen kişiyi görmeye çalışırdık…
O zamanlar bu ‘’Yurttan Sesler’’ programında sözüyle, müziğiyle; insanın ruhunu dinlendiren, besleyen, hüzünlü de olsa gülümseten, kendimizi eşlik ederken bulduğumuz, çoğunda da kendimizi bulduğumuz ve tekrar tekrar dinlediğimiz türkülerimizi dinlerdik… İnsanın bu topraklarda doğmasına şükür ettirecek, iyi ki anadilimiz Türkçe dedirtecek türkülerimizdi bu türküler. Bu türkülerde; Muazzez Türün’ü dinlerdik, Nezahet Bayram’ı dinlerdik, Ülkü Beşgül’ü dinlerdik, Bedri Ayseli’yi dinlerdik, Seyit Al’ı dinlerdik, Yıldız Ayhan'ı, Ahmet Gazi Ayhan’ı dinlerdik, … Şimdikiler gibi değillerdi onlar… Her şeyleri ile tam bir sanatçı idiler… Beyefendi idiler… Hanımefendi idiler… Bizler bu türkülerle kendimizi bulmuştuk…
Bu türkülerden birisini, bir Diyarbakır türküsünü daha geçen günlerde anlatmıştım: ‘’Bahçada yeşil çınar’’ diye…
Bugün de bir Konya türküsünü anlatmak istiyorum. Kaynağı Mazhar Sakman olan, Yılmaz İpek’in derlediği bir Konya Türküsü: ‘’Fırın Üstünde Fırın’’ diye başlayan ‘’Ben bir yâre vuruldum, çaresini siz bulun’’ diyen Konya türküsü… ''Benim gönlümde sensin, senin gönlünde kimler’’ diye soran Konya türküsü… (Halk müziğinde bu türküden başka ''Fırın Üstünde Fırın'' isminde iki türkü daha var: Birisi Kayseri, diğeri de Bolu /Göynük türküsüdür. Bu türkülerin söz ve bestesi ayrıdır.)
Aşağıda verdiğim bağlantıyı açtığınızda, Yıldız Ayhan’ın o billur, o içten, o masum, o yumuşacık, o kadife gibi sesiyle bir feryâd, bir figân haliyle seslendirdiği bu türküyü elinizdeki her şeyi bırakıp, hiçbir şey düşünmeden, bir huşu içerisinde dinleyesiniz gelir… Benim yaşlarımda iseniz dalıp gidersiniz çocukluğunuza, gençliğinize, o altın çağı hatırlarsınız, anımsarsınız…. Ve zihninizde takılmış bir plak gibi tekrarlayıp durur türkünün üçer kelime ile bütün bir dünyanızı anlatan şu dizeleri:
‘’Ben bir yâre vuruldum
Çaresini siz bulun’’
‘’Benim gönlümde sensin
Senin gönlünde kimler’’
Ve sözleri yüreciğinizde, zihninizde kalmaz, tekerlemesini de mırıldanırsınız:
‘’Tara leyli leyli leyli, tara leyli leyli leyli, fındık atıyor, el atına da binmiş çalım satıyor.’’
Osman AYDOĞAN
http://www.dailymotion.com/video/xzkycr_yildiz-ayhan-firin-ustunde-firin_music
(Bağlantıdaki görüntüde Yıldız Ayhan türküyü söylerken yanındaki kişi ise bu türkünün ve bütün Konya türkülerinin bir numaralı kaynak kişisi olan Mazhar Sakman’dır. Allah rahmet eylesin.)
Fırın Üstünde Fırın
Fırın üstünde fırın
Duyun komşular duyun
Ben bir yâre vuruldum
Çaresini siz bulun
Tara leyli leyli leyli
Tara leyli leyli leyli
Pambuk (fındık) atıyor
El atına da binmiş
Çalım satıyor
Fırın üstünde mimler
Bülbül kafeste inler
Benim gönlümde sensin
Senin gönlünde kimler
Tara leyli leyli leyli
Tara leyli leyli leyli
Pambuk (fındık) atıyor
El atına da binmiş
Çalım satıyor
Cancion del Mariachi
29 Haziran 2018
Üç gün önce, 26 Haziran 2018 günü bu sayfada ABD'li film yönetmeni, oyuncu ve iki Oscar ödüllü senarist Quentin Tarantino'nun yönettiği ‘’Kill Bill’’ filminin finalinde yer alan bir Meksika müziğini tanıtmıştım: Malaguena Salerosa
Söz konusu Quentin Tarantino olunca onun çömezi Latin yönetmen Robert Rodriguez'in yönettiği ve ustası Quentin Tarantino'nun da küçük bir rol aldığı ‘’Desperado’’ filmini de anmadan geçemeyeceğim… Ve filmde yer alan muhteşem film müziğini…
Ancak müziğe gelmeden önce film hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum…
‘’Desperado’’, İspanyolca kökenli İngilizce bir kelimedir ve korkusuz, her şeyi göze almış, gözü dönmüş, çılgın kimse anlamındadır.
Latin yönetmen Roberto Rodriguez Meksika'da ilk olarak 1992 yılında ‘’El Mariachi’’ ismiyle bir film çeker. (Bu film ülkemizde "Gitarım ve Silahım" adıyla gösterilmişti.) Film çok beğenilince Holywood 1995 yılında bu filmin Amerikan versiyonunu "Desperado" adıyla çeker.
Filmlerin devamı da gelir ve Roberto Rodriguez 2003 yılında üçüncüsünü de ‘’Once Upon A Time In Mexico’’ (Bir Zamanlar Meksika'da) adıyla çeker ve bu şekilde üçleme tamamlanır.
Quentin Tarantino'nun çömezi Roberto Rodriguez’in ilk filmi ‘’El Mariachi’’ (Gitarım ve Silahım) bu üç filmin en iyisidir. İspanyolca bir kelime olan El Mariachi kelimesi aşk acısı çekerek gitar ile şarkı besteleyen ve söyleyen gitaristlere verilen bir lakaptır… Bizdeki tam karşılığı ‘’Ozan’’ anlamındadır…
Filmde; uyuşturucu ticareti, cinayet, aşk müzik ve ihanetle donanmış şu öykü anlatılır: El Mariachi, sevgilisini katledip, gitar çaldığı narin parmaklarını kıran gaddar Bucho'dan intikam almak için yanıp tutuşarak Meksika topraklarını diyar diyar gezmektedir. Bu yolculuk sırasında kendisine yaverlik yapan Buscemi (Steve Buscemi)'nin sayesinde bütün gittiği yerlerde bir efsane olan Mariachi, düşmanının izine iyice yakınlaştığı bir sırada güzel Carolina'yla tanışıp ona âşık olur. Bundan sonra bir hayli çetin bir mücadele başlayacaktır.
Rodriguez’in ikinci filmi ‘’Desperado’’ film müziği sayesinde tanınır. Zaten şarkı da filmin önüne geçmiştir. Ayrıca filmde başrol oynayan Antonio Banderas'ın dünya çapında tanınmasına vesile olan filmdir. Filmi sürükleyen diğer bir etken de filmde Selma Hayek’in de rol almasıdır. Hemen hemen konu aynıdır.
İşte bu filmin ‘’Cancion del Mariachi’’ (Mariachi'nin Şarkısı) isimli şarkısını Amerikan müzik grubu Los Lobos ve solistleri Tito Larriva seslendirir. Ancak bu şarkı da filmin ismiyle, ‘’Desperado’’ diye de anılır olmuştur.
Şimdi bırakın gamı, kederi, kasveti, ülke sorunlarını, dünya sorunlarını, seçimi, geçimi, İnce'yi, uzunu, kalını, her seçimde yenilip de bir türlü gitmeyen nevi şahsına münhasır kifayetsiz muhteris muhalifleri, hâlâ Ortaçağ'ın karanlıklarında kalmış bakanları, politikacıları.... Aşağıdaki bağlantısını verdiğim ‘’Desperado’’ filminin '’Cancion del Mariachi’’ isimli film müziği olan şarkıyı dinleyin... Cıvıl cıvıl, fıkır fıkır bir şarkıdır... Bayılacağınızı düşünüyorum… Ama yine de siz bayılmayın!
Zaman şiir ve müzik zamanıdır!
Osman AYDOĞAN
https://www.youtube.com/watch?v=Tu4Hnbor9rI&feature=youtu.be
Bir not: Konu Quentin Tarantino'dan açılmışken sizlere onun 9. filminden bilgi vermek istiyorum. Başrollerini Brad Pitt ve Leonardo DiCaprio’nun üstlendiği ve 1960’lar ABD’sinde geçen Quentin Tarantino’nun bu 9. filmi “Once Upon A Time In Hollywood” (Bir Zamanlar Hollywood’da) için Tarantino; “Hippi Hollywood’unun zirvede olduğu 1969’un Los Angeles’ında geçiyor” demiş. Tarantino’nun bu son filminde ayrıca Al Pacino, Margot Robbie, Burt Reynolds, Timothy Olyphant, Damian Lewis, Luke Perry, Emile Hirsch ve Dakota Fanning gibi ünlü oyuncular da var. Film 9 Ağustos 2019’da gösterime girecekmiş.
Cancion Del Mariachi
Soy un hombre muy honrado,
Que me gusta lo mejor
Las mujeres no me faltan,
Ni el dinero, ni el amor
Jineteando en mi caballo
Por la sierra yo me voy
Las estrellas y la luna
Ellas me dicen donde voy
Ay, ay, ay, ay
Ay, ay mi amor
Ay mi morena,
De mi corazn
Me gusta tocar guitarra
Me gusta cantar el sol
Mariachi me acompaa
Cuando canto mi cancin
Me gustan tomar mis copas
Aguardiente es lo mejor
Tambien el tequila blanco
Con su sal le da sabor
Ay, ay, ay, ay
Ay, ay mi amor
Ay mi morena,
De mi corazn
Me gusta tocar guitarra
Me gusta cantar el sol
Mariachi me acompaa
Cuando canto mi cancin
Me gustan tomar mis copas
Aguardiente es lo mejor
Tambien el tequila blanco
Con su sal le da sabor
Ay, ay, ay, ay
Ay, ay mi amor
Ay mi morena,
De mi corazn
Mariachi’nin şarkısı
En iyisini seven
Oldukçe dürüst bir adamım ben
Kadınlara ihtiyacım yok
Ne paraya ne de aşka
Atımın üstünde
dağlara doğru ilerlerim
Yıldızlar ve ay
Nereye gittiğimi söylerler
Ay, ay, ay, ay
Ay, ay benim aşkım
Ay esmerim benim
Ay benim kalbimin
Gitar çalmayı severim
Güneşe karşı şarkı söylemeyi severim
Mariachi eşilik eder bana
Şarkı söylediğimde
Kadehlerimde içmeyi severim
Alkol en iyi şey
Beyaz tekila üzerine tuz
Tadından geçilmez
Ay, ay, ay, ay
Ay, ay benim aşkım
Ay esmerim benim
Ay benim kalbimin
Gitar çalmayı severim
Güneşe karşı şarkı söylemeyi severim
Mariachi eşlik eder bana
Şarkı söylediğimde
Kadehlerimde içmeyi severim
Alkol en iyi şey
Beyaz tekila üzerine tuz
Tadından geçilmez
Ay, ay, ay, ay
Ay, ay benim aşkım
Ay esmerim benim
Ay benim kalbimin
Sallasana sallasana mendilini…
Bugün size bir türkümüzü daha tanıtacağım… ‘’Sallasana sallasana mendilini’’ isminde... Bir diğer adı da ‘’Bir dalda iki kiraz’’ olan… ‘’Bir dalda iki kiraz’’ diye başlar türkü, ‘’eğer beni seversen, mektubunu sıkça yaz’’ diye yalvarılır sevgiliye. Devam eder sonra da ‘’aramız derya deniz, ne bet kaldı ne beniz’’ diye kaderden de şikâyet edilir. Türkünün sonunda da ‘’Kurban olduğum Allah, canım al yârim alma’’ diye Allah’a dua edilir…
Ve nakaratlarda da hep mendilin sallanması istenir. Çünkü o zamanlar gurbete ya da uzun yolculuğa uğurlarken sevgiliye hep mendil sallanır... Zira o zamanlar dokunmak, sarılıp öpüşmek, koklaşmak ayıptır!
Türkünün sözlerinden de anlıyoruz ki (aranın derya-deniz oluşu, sevgiliye mendil sallanması, ne bet ne beniz kalması vb.) bu türkü bu coğrafyanın bir yazgısı olan bir ayrılık türküsüdür…
Eski Yeşilçam filmlerinin bir kısmı bir türkü üzerine kurgulanır veya en azından film içinde bir türküye de yer verilirdi. Başrollerini Emel Sayın ve Engin Çağlar'ın oynadığı ''Hasret'' adlı filmde kötü kadın Suzan Avcı'nın ardından Münir Özkul mandolin eşliğinde ağlaya ağlaya bu türküyü söylerdi. ‘’Ah nerede’’ filminde ise Adile Naşit evde temizlik yaparken söylerdi kaderine ah, vah ederek… İsmini hatırlayamadığım dizilerde de yer almıştı bu türkü…
Bu türkü aslen ‘’saba’’ makamında bir İstanbul türküsüdür… Ancak!... Hani 1990’lı yıllarda sıkça (ve de çokta erken!) kullandığımız bir deyim vardı ya ‘’Adriyatik’ten Çin Seddi’’ne kadar diye… İşte bu türkü de Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar her toplumun, her milletin dilinde gönlünde yer etmiş, bu bölge insanlarının gönül telini titretmiş bir türküdür. Bu türkü Arnavutlarda var, Yunanlarda var, Kırım Türkünde var, Ermenilerde var, Azerilerde var, Türkmenlerde var, Özbeklerde var, herkes de var... Gerçi Anadolu Türkünde de vardı da onu da bizler unuttuk değil mi?
Kırım Tatarlarında; "eki çeşme yan yana, su içtim qana qana, seni doğuran ana, olsun maña qaynana" diye söylenir. Bu Kırım Tatar türküsü söyleyen Susana Memetova’nın bağlantısını yazımın sonunda vereceğim. İran Kürtlerinde de ‘’naki naki’’ diye, Yunanlarda da ‘’sala sala’’ diye söylenir bu türkü… Yunanca bağlantısını da yine yazımın sonunda vereceğim... Bu bağlantılardaki türkü yorumlarını dinlemenizi isterim…
İşte görüyorsunuz ya; Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar olan bölgede çizilen sınırlar ne kadar da yapay çizgiler değil mi? Mevcut yapay sınırları oluşturanlar da etnisite ve mezhepler değil midir? Öyleyse bu coğrafyada neden hala etnisitenin ve mezheplerin peşinden körü körüne gidilir ki? Yoksa emperyalizm böyle emrediyor, böyle istiyor diye mi? Yazılarımda sürekli vurgu yaparım ya; ''bu coğrafya bizim, bu topraklar bizim, bu ürünler, bu mahsul bizim, bu edebiyat, bu şiirler bizim, bu şarkılar, bu türküler bizim…'' diye... Bizim olan bu coğrafyada niye birlik olamayız ki? Bir mezhebin ve bir etnisitenin peşine takılırsanız eğer birlik olamadığınız gibi paramparaça olur, emperyalizme işte o zaman yem olursunuz değil mi? Tıpkı şimdi Ortadoğu'nun yem olduğu gibi!
Bu türküyü diğer dillerde dinlediğimde dikkatimi çeken bir şey var. O da şudur: Bu türkü bir ayrılık türküsüdür. Bir ağıt, bir feryâd, bir figân türküsüdür... Neşeli bir türkü değildir. Bu Kırım Tatar türküsünde de böyle, Yunan türküsünde de böyle… Ancak bizler bu türküyü tavernalarda, eğlence mekânlarında, düğünlerde oyun havası olarak, göbek atarak söylüyoruz, dinliyoruz...
Önce şaşırıyorsunuz ‘’niye böyle’’ diye… Sonra düşününce yaptığımıza hak veriyorsunuz!... Zaten ağlanacak her halimize hep gülmüyor muyuz ki bu feryâd, figân, ağıt türküsüne de gülmeyelim!..
Zaten bu türkünün "Kurban olduğum Allah, canım al yârim alma’’ kısmını da ‘’Kurban olduğum Allah, yârim al canım alma’’ diye de değiştirmedik mi? Artık dualarımız da böyle değil mi?
Toplum olarak bir felaket mutasyona uğradık biz...
Allah sonumuzu hayretsin!
Osman AYDOĞAN
Safiye Ayla'nın yorumuyla ‘’Bir dalda iki kiraz’’:
https://www.youtube.com/watch?v=4qCow8On1Eg
Susana Memetova’nın yorumuyla ‘’Bir dalda iki kiraz’’:
http://www.youtube.com/watch?v=qbzlepjldy8
Bir Yunan şarkıcının yorumuyla ‘’Bir dalda iki kiraz’’:
https://www.youtube.com/watch?v=2V1iYrkP6N4
Hoş, bu şarkıyı bizim gibi tavernada kullanan Yunanlılar da var:
https://www.youtube.com/watch?v=9iq-exMIqkE
Ve türkünün sözleri:
Bir dalda iki kiraz
Bir dalda iki kiraz
Biri al biri beyaz
Eğer beni seversen
Mektubunu sıkça yaz
Sallasana sallasana mendilini
Akşam oldu göndersene sevdiğimi
Sallasana sallasana saçlarını
Akşam olsun söyleyeyim suçlarını
Bir dalda iki ceviz
Aramız derya deniz
Sen orada ben burda
Ne bet kaldı ne beniz
Sallasana sallasana mendilini
Akşam oldu göndersene sevdiğimi
Sallasana sallasana saçlarını
Akşam olsun söyleyeyim suçlarını
Bir dalda iki elma
Birin al birin alma
Kurban olduğum Allah
Canım al yârim alma
Sallasana sallasana mendilini
Akşam oldu göndersene sevdiğimi
Sallasana sallasana saçlarını
Akşam olsun söyleyeyim suçlarını
Trista Pena
28 Haziran 2018
Dün ‘’No Volvere’’ şakısını tanıtırken şunları yazmıştım:
‘’Gipsy King’’; Katalan kökenli İspanyol çingenelerinden oluşan bir müzik grubudur. ‘’Gypsy’’; çingene, ‘’Kings’’; krallar demek olduğuna göre ‘’Gipsy King’’; ‘’Çingene Kralları’’ anlamına gelir. Gelmiş geçmiş en iyi müzik guruplarından biri sayılır. Gitarla aşkın bu kadar iç içe geçtiği bir başka müzik yoktur diye değerlendirilir. Başlı başına ‘’No Volvere’’ şarkısı bunun bir kanıtıdır. Bunun gibi duygu yoğunluğu yüksek daha nice şarkıları vardır. "Trista Pena" şarkısı buna bir önektir. Bir başka yazımda da bu şarkıyı anlatırım!
İşte bu yazım da bahsettiğim, fazla da gecikmeden, sıcağı sıcağına yazmak istediğim o bir başka yazım... Şimdi "Trista Pena"yı anlatma ve dinleme zamanı…
"Trista Pena"; Gipsy Kings'in Mosaique (1989) albümünde buluan en güzel Gipsy Kings şarkılarından birisidir. Özellikle Gipsy Kings tarzı Flamenko müziğini sevenler için essiz bir parçadır Trista Pena...
Trista Pena; dilimize kötü/üzücü kader, kara baht vs şeklinde çevrilebilecek İspanyolca bir tamlamadır. Hüznün gitarla en güzel ifade edildiği, yaz aylarının kalbe, ruha, gönle hitap eden hüzünlü şarkılarından birisidir.
Evet, Haziran biterken dinlenilecek bir hüzün şarkısıdır Trista Pena... Memleket misali hüzün şırınga ediyor demeden dinlenilecek bir şarkıdır Trista Pena...
Osman AYDOĞAN
https://www.youtube.com/watch?v=HbheUQbhhcE
Trista Pena
Yo se que un dia volvera
trista pena
ya dejala ya
Yo se que un dia volvera
trista pena
yo la voy buscar
Y yo no me acuerdo de ella
amor amor amargo
amor bien agitanado
amor con mi querer
Hoy para vivir
amor confundi
y no sabe llorar
hoy manana vivir
no sabes confundir
un amor de verdad
pero ya lo siento ya
La que mas queria
amor mas agitanado
amor ya mas agitanado
amor ya sin tu querer
Hoy para vivir
amor confundi
y no sabe llorar
hoy manana vivir
no sabes confundir
un amor de verdad
pero ya lo siento ya
Hoy para vivir
amor confundi
y no sabe llorar
Hoy para vivir
amor confundi
y no sabe llorar
pero un amor verdad
Kötü kader
Biliyorum o bir gün dönecek
kötü kader
şimdi yalnız bırak onu
Biliyorum o birgün dönecek
kötü kader
Ona bakmaya gideceğim
Ve onu hatırlamıyorum
bir aşk, acı bir aşk
bir aşk, çingene aşkı gibi
bir aşk, isteğimle
Bugün yaşamak için
sevgiyi karıştırdım
ve sen nasıl ağlayacağını bilmiyorsun
bugün, yarın yaşamak için
sen nasıl karıştıracağını bilmiyorsun
gerçek bir aşkı
ama ben onu şimdiden hissediyorum
En çok sevdiğim kişi
en çingene aşkı gibi
en çingene aşkı gibi
senin sevgin olmayan bir aşk
Bugün yaşamak için
sevgiyi karıştırdım
ve sen nasıl ağlayacağını bilmiyorsun
bugün, yarın yaşamak için
sen nasıl karıştıracağını bilmiyorsun
gerçek bir aşkı
ama ben onu şimdiden hissediyorum
Bugün yaşamak için
sevgiyi karıştırdım
ve sen nasıl ağlayacağını bilmiyorsun
bugün yaşamak için
sevgiyi karıştırdım
ve sen nasıl ağlayacağını bilmiyorsun
ama gerçek bir aşk.
Geçme kapım önünden yüreğim yaralıdır.
Çoğumuz üzerinde düşünmemişizdir ama Anadolu Selçuklunun bir anayurdu iken Balkanlar da Osmanlının anayurdu idi. Bu nedenle Osmanlı tüm yatırımlarını; okullarını, medreselerini, üretim tesislerini, camilerini, yollarını, hanlarını, hamamlarını Balkanlar'a yapmıştı. Başkenti Bursa hariç Osmanlının Anadolu’da doğru dürüst bir tane eğitim kurumu bulamazsınız… Bu nedenledir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran neslin, sivil asker, hemen hemen tamamı Balkan kökenlidir...
Ve biz anayurdumuzu Balkan Savaşında kaybetmiştik... Nedense bu husus tarih öğretilerinde pek dile gelmez…
Füruzan’ın ‘’Balkan Yolcusu’’ isimli güzel bir kitabı var (Yapı Kredi Yayınları, 2016). Füruzan bu kitabında eski Yugoslav topraklarında kalmış yaşlı bir nine ile sohbet eder… Yaşlı nineye sorar Füruzan; ‘’teyzem’’ der ‘’sen neden göç etmedin?’’ Yaşlı nine cevap verir; ‘’evladım'' der, ''bir vakitler burada bir umman vardı, o umman çekildi gitti. Bırak da bari buralarda o ummanın hatırası bu küçücük göletler kalsın.’’
Ninenin kastettiği o ummanın ne olduğunu anlıyorsunuz değil mi?
O umman o yataklardan çekilirken ne acılar çekilmiştir bilir misiniz?
İşte bu acılar hep Rumeli türkülerinde ses bulmuştur. Bu nedenle hep hüzünlüdür Rumeli türküleri, hep hazindir Rumeli türküleri, hep insanın yüreciğini sızlatır Rumeli türküleri…
Bugün size sadece bu Rumeli türkülerinin değil, dünyanın en hüzünlü, en hazin, en dokunaklı türküsünü anlatmak istiyorum.
‘’Saba’’ makamındadır bir türkü, insanın tüylerini diken diken eden ‘’Saba’’ makamından, tıpkı sabah ezanı gibi, tıpkı şafak vakti gibi, tıpkı seher rüzgârı gibi... Balkan türkülerinin aynı zamanda da en güzelidir bu türkü…
Seferberlik ilan edilmiştir, oğlan tam sevdiceğiyle evlenecekken silah altına alınır, kızımız oğlan gitmeden ona kenarında bir parça yeşil işlemesi olan mendilini verir. Ve gidiş o gidiştir. Oğlan bir daha da geri dönemez.
Sonra sonra, zihinlerden, yüreklerden, gönüllerden bir türkü ortaya çıkar; çaresiz dertlere düşenlerin türküsüdür bu türkü: ‘’Mendilimin yeşili’’... Bizler genellikle bu türkünün ilk iki kıtasını biliriz… Son iki kıta nedense hiçbir yerde de yer almaz. Ben size önce bu türkünün sözlerinin tamamını vereyim, nakaratı ile beraber:
Mendilimin yeşili
Ben kaybettim eşimi
Al bu mendil sende dursun
Sil gözünün yaşını
Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare
Mendilim benek benek
Ortası çarkıfelek
Yazı beraber geçirdik
Kışın ayırdı felek
Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare
Mendilim turalıdır
Sevdiğim buralıdır
Geçme kapım önünden
Yüreğim yaralıdır
Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare
Ana dersen ana yok
Baba dersen baba yok
Gurbet elde hasta düştüm
Bir yudum su veren yok
Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare
Dediğim gibi çoğu kaynaklarda son dörtlük yer almaz. TRT kayıtlarına göre 02.11.1949 tarihinde Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir.
Bu türküyü bizim zamanımızda uzun dalga 1648 m Ankara radyosundan Nezahet Bayram’dan dinlerdik... Nezahet Bayram kendi sesinden bu türküyü dinlerken için için, hıçkırık hıçkırık ağlarmış…
Bu türküyü Nezahet Bayram’ın sesinden olan bağlantısını vermeden önce şunu söyleyeyim: Biz Balkan Savaşında anayurdumuz olan Balkanları neden kaybettik biliyor musunuz? Ordumuz kendi yönetimince hırpalandığı için kaybettik... Ordumuz kendi yönetimince aşağılandığı için kaybettik... Ordu kendi içinde mektepli alaylı diye bölündüğü için kaybettik... Ordumuz politikaya bulaştığı için kaybettik... Fiiliyatta ordumuz olmadığı için kaybettik…
Geçme kapım önünden, benim yüreğim hep yaralıdır.
Osman AYDOĞAN
Nezahet Bayram:
https://www.youtube.com/watch?v=jQwJDCNkjbU
Nezahet Bayram dışında günümüz sanatçıları da yorumlamışlar ancak bunlardan Aliye Mutlu’nun o billur sesi ile olan yorumunu ve caz eşliğinde Minor Empire’nin yorumunu da dinlemenizi öneririm…
Aliye Mutlu:
https://www.youtube.com/watch?v=1-b2NLQPz8A
Minor Empire:
https://www.youtube.com/watch?v=gGu4dtxAkhc
No Volvere (Geri Dönmeyeceğim)
27 Haziran 2018
Murathan Mungan bir yazısında "Can kırıkları, cam kırıkları gibi değildir. Öyle süpürünce gitmez; içinde kalır insanın, aklına geldikçe de batar" derdi. Seçim telaşı, kaygısı, kederi, analizi, hayal kırıklığı, düş kırıklığı, cam kırıkları ve insanın aklına geldikçe batan can kırıkları arasında bir ara vereyim, sizlere bir nefes aldırayım istedim... İşte bu nedenle müziğe devam diyorum...
‘’Gipsy King’’; Katalan kökenli İspanyol çingenelerinden oluşan bir müzik grubudur. ‘’Gypsy’’; çingene, ‘’Kings’’; krallar demek olduğuna göre ‘’Gipsy King’’; ‘’Çingene Kralları’’ anlamına gelir. Gelmiş geçmiş en iyi müzik guruplarından biri sayılır. Gitarla aşkın bu kadar iç içe geçtiği bir başka müzik yoktur diye değerlendirilir. Başlı başına ‘’No Volvere’’ şarkısı bunun bir kanıtıdır. Bunun gibi duygu yoğunluğu yüksek daha nice şarkıları vardır. "Trista Pena" şarkısı buna bir önektir. (Bir başka yazımda da bu şarkıyı anlatırım!)
‘’No Volvere’’; "dönüş yok" veya "geri dönmeyeceğim" anlamına gelmektedir. Bu şarkı Gipsy Kings'in müzik tarihine armağanı parçalardan biridir diye değerlendirilir... ‘’No Volvere’’ bir Anadolu türküsü tadında bir parçadır. Yüreği ve gönlü kırık ve bekleyen sevgilinin bir yürek yakan, bir nefes kesen şarkısıdır.
Şarkı İngilizcedeki ‘’My Love’’, Türkçesi ‘’aşkım’’ ile eşdeğer sayılabilecek Latince ‘’Amor Mio’’ diye başladığında zaten yüreğiniz erir, şarkıya teslim olursunuz… Şarkı bu sözle başladığından şarkı bazen bu sözle de (Amor Mio) anılır.
‘’Amor Mio’’ aynı zamanda Aphrodite'ın oğlu Eros'un bir diğer adıdır…
Şimdi sakinleşmek için müzik zamanıdır: No Velvere: Geri dönmeyeceğim... Kimbilir giden kimler, hangi değerler geri dönmeyecektir. Ve şarkı şöyle biterdi: No quiere recordar: Hatırlamak istemiyorum...
Anlıyorsunuz değil mi?
Osman AYDOĞAN
https://www.youtube.com/watch?v=FZwEE2s3qxE
No Volvere
Amor mio
amor mio por favor
tu no te vas
Yo cuentare a las horas
que la ya veo
Amor mio
amor mio por favor
tu no te vas
Yo cuentare a las horas
que la ya veo
Vuelve
no volvere no volvere no volvere
No quiere recordar no quiere recordar
Vuelve
no volvere no volvere no volvere
No quiere recordar no quiere recordar
Geri dönmeyeceğim
Aşkım
Aşkım lütfen
Uzaklara gitme
Saatleri sayacağım
O dönene kadar
Aşkım
Aşkım lütfen
Uzaklara gitme
Saatleri sayacağım
O dönene kadar
Geri dön
Geri dönmeyeceğim,dönmeyeceğim
Hatırlamak bile istemiyorum, istemiyorum
Geri dön
Geri dönmeyeceğim,dönmeyeceğim
Hatırlamak bile istemiyorum, istemiyorum.
Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.
Sözüyle müziğiyle; insanın ruhunu dinlendiren, besleyen, hüzünlü de olsa gülümseten, kendimizi eşlik ederken bulduğumuz ve tekrar tekrar dinlediğimiz türkülerimiz vardır. İnsanın bu topraklarda doğmasına şükür ettirecek, iyi ki anadilimiz Türkçe dedirtecek türkülerimiz vardır.
İşte bunlardan birisi de nam-ı diğer ‘’Şark Bülbülü’’ (ki bu lakabı ona Atatürk takmıştı), Diyarbakır Ulu Camii Müezzini Celal Güzelses’in sözlerini yazdığı, Neriman Altındağ Tüfekçi’nin derlediği bir Diyarbakır türküsüdür: ‘’Bahçede yeşil hıyar’’. Türkü TRT arşivine girerken sansüre takılarak ‘’Bahçada yeşil çınar’’ halini almıştır. Birazdan sözlerini de vereceğim ama "Bahçada yeşil hıyar/ Boyu boyuma uyar" dizeleri kafiye itibariyle daha uyaklıdır aslında.
Yazımın sonunda Celal Güzelses’in sesinden ve orijinal, sansürsüz ’’Bahçede yeşil hıyar’’ haliyle bağlantısını vereceğim… Ama önce bu türkünün hikayesi:
Diyarbakır’ın en çirkin delikanlılarından biri hıyar tarlasında hıyar toplayan bir güzele vurulur. Ancak güzel kız izlendiğini fark edip arkasını döndüğünde, bir elindeki hıyara bir de delikanlıya bakıp bakıp güler. Bunun üzerine delikanlı bu türküyü çığırır. Türküde delikanlının tek bahsettiği ne kızın güzelliği ne de kendindeki özelliklerdir. Sadece boynunun boyuna uyduğunu söyler ve gizli sevdiğini anlatır. Bunun yanında her ne kadar platonik bir aşk olsa da ve kızın kendisini seçmeyeceğini bilse de sevgisine saygı duyulması gerektiğini vurgular. Hepsi bu kadardır.
Şimdi gelelim türkünün sözlerine:
‘’Bahçada yeşil çınar
Boyun boyuma uyar
Ben seni gizli sevdim
Bilmedim âlem duyar
Bahçalarda gül vari
Var git ellerin yari
Sen bana yar olmazsın
Gözüme gülme bari’’
Bedri Ayseli’nin yorumunda türkünün ikinci kıtası şu şekilde değiştirilmiştir:
‘’Bu küçe başaşağı
Belinde şal kuşağı
Hergün gel burdan savuş
Çatlasın el uşağı’’
Artık günümüzde böyle sevdalar kalmamıştır. Ne böyle gizli sevdalarla dağlanacak yürekler kalmıştır ne de böyle türküler yakılacak ayrılıklar...
Şu dizeler her dinleyişte takılmış bir plak gibi zihninizde, saplanmış bir hançer gibi yüreğinizde döneeerr durur:
‘’Ben seni gizli sevdim
Bilmedim âlem duyar’’
‘’Sen bana yar olmazsın
Gözüme gülme bari’’
Ama bu türküyü gelin Kardeş Türküler’den dinleyin… İşte o zaman gerçekten yüreciğiniz pare pare, içiniz paramparça olur… Ancak gece dinlemeyin bu türküyü, uyuyamazsınız.
Bu türkü Kardeş Türküler’in ‘’Bahar’’ isimli albümünde yer alır… Ve diğer şarkıları, türküleri dinlemeden sadece bu türkü için bu albümü dinliyor insan.
Kardeş Türküler’de bu türküyü Vedat Yıldırım söyler. Erkan Oğur ise hem saz çalar hem de türkünün sonunda sözleri Dîvâne Mehmet Çelebi (Nev'i)’ye ait bir de gazel okur.
Bu türküde geçen Dîvâne Mehmet Çelebi (Nev'i)’ye ait gazel de şu şekildedir;
‘’Belâ dîldendir
Ol dildâr elinden dâdımız yoktur
Gönüldendir şikâyet,
Kimseden feryâdımız yoktur.’’
(Belâ dîldendir –gönüldendir-, ol dildâr –sevgili- elinden dâdımız –şikayet- yoktur. Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur.)
Bu türküde usul usul söyler Vedat Yıldırım, usul usul çalar Erkan Oğur. Vedat Yıldırım'ın usul usul serzenişi, içten bir feryadı, içini dökmesi içinizi dağlar, yüreciğinizi pare pare eder, içinizi paramparça yapar, sizleri uzak uzak farklı diyarlara götürür. Hangi yaşta olursanız olun, ne yaşamışsanız yaşayın bu türkü sizi anlatır:
‘’Ben seni gizli sevdim
Bilmedim âlem duyar’’
‘’Sen bana yar olmazsın,
Gözüme gülme bari’’
Sonra mahzun mahzun dudaklarınızdan gazelin sonu dökülür:
"Gönüldendir şikâyet, kimseden feryâdımız yoktur."
Osman AYDOĞAN
Kardeş Türküler’den ‘’Bahçede yeşil çınar’’:
https://www.youtube.com/watch?v=NPLjgd4euEs
Celal Güzelses’in sesinden ’’Bahçede yeşil hıyar’’:
https://www.youtube.com/watch?v=lXxV-wGucyA
Malaguena Salerosa
26 Haziran 2018
Geçen bir kaç yıl içerisinde Sezen Cumhur Önal ile bir kaç defa telefonla görüşmem olmuştu… Beni İstanbul’a davet etmesine rağmen gittiğimde de cesaret edip arayamamıştım kendisini… Ben gençken kendisinin TRT için efsanevi bir program olan “Müzik Yelpazesi”ni dinlerdim…Ve ben, bendeki Latin Amerika müziği sevgisini Sezen Cumhur Önal'a borçluyum...
Sezen Cumhur Önal bu programlarında efsanevi Latin Amerika grubu olan Los Machucambos grubundan çok şarkı çalardı. Bu şarkılardan La Cucharacha, Adios, Comandante Che Guevera, Esperanza ve ve ve ve hiç unutmadığım Malaguena Salerosa aklımda kalmış idi...
Los Machucambos grubunun Malaguena Salerosa şarkısının bağlantısını yazımın sonunda vereceğim ama önce şarkı hakkında birkaç söz söylemek istiyorum… (İspanyol müzisyen Ernesto Lecuona'nın La Malaguena isimli ayrı bir bir şarkısı daha var. Bu şarkı ile karıştırılmamalıdır. Malaguena Salerosa şarkısı epik, Ernesto Lecuona'nın La Malaguena şarkısı ise hareketli flamenkodur.)
La Malaguena Salerosa’nın anlamı "zarif Malaga'lı kadın" demektir. Şarkıyı Meksikalı müzisyenler Elpidio Ramirez ve Pedro Galindo 1947 yılında birlikte bestelemişlerdir. Şarkı; bir kere dinledikten sonra bir ömür insanın içinde çalmaya devam eden bir şarkıdır.
Şarkıda İspanya’nın Malaga bölgesinden bir kadına âşık olan fakat çok fakir olduğu için reddedilen bir adam anlatılır. Bu nedenle şarkının İspanyol kökenli olduğu zannedilir ancak şarkı Meksika folk müziğidir. Bugüne kadar yüzlerce defa değişik sanatçılar tarafından yeniden düzenlenerek icra edilmiştir. Fıkır fıkır, kıpır kıpır, cıvıl cıvıl bir müziktir. Dinlerken yerinizde duramazsınız...
En önemli yorumlarından birisi İspanyol şarkıcı Paco de Lucia’nın 1967 yılında yayınladığı "Dos Guitarras Flamencas en America Latina" albümünde yer alır. Şarkının bambaşka bir yorumu da Fransız pop şarkıcısı Olivia Ruiz'in 2003 tarihinde çıkartmış olduğu ‘’J'aime pas l'amour’’ albümündedir... Olivia Ruiz’in bu yorumda romantizm ve huzur karışımı bir ezgi vardır. Üçlü Latin Amerika grubu Los Panchos da yorumlamıştır. Bir zamanların ünlü Türk asıllı Bulgar caz sanatçısı Yıldız İbrahimova tarafından da seslendirilmiştir.
Ancak bu şarkı bir filme o kadar güzel uyarlanmıştır ki! ABD'li film yönetmeni, oyuncu ve iki Oscar ödüllü senarist Quentin Tarantino'nun yönettiği, ilk bölümünün ''Kill Bill: Vol. 1'' adıyla 2003 yılında, ikinci bölümünün de ''Kill Bill: Vol. 2'' adıyla 2004 yılında yayınladığı ABD yapımı bir film vardır. Kill Bill filminde Uma Thurman’ın canlandırdığı ‘'Gelin’' (The Bride) düğünü sırasında saldırıya uğrar. Kilisedeki herkes öldürülür. O da karnındaki bebeğini düşürür ama hayatta kalmayı başarır. Beş yıl boyunca komada kalan ''Gelin'', bir mucize eseri hayata geri döner. Artık tek amacı vardır: Ona pusu kuran eski patronu Bill ve adamlarını teker teker öldürmek. Bill'i en son öldürecektir. Gelin intikamını almak için yola koyulur. İşte bu şarkı ''Kill Bill: Vol. 2'’de filmin sonundaki sahnelerle çok güzel uyarlanmıştır. Filmdeki bu müziği Meksikalı rock sanatçısı Chingon seslendirmektedir. Tarantino'nun muhteşem müzik zevkinden bir seçmecedir. Filmde bu eser ne kadar neşeli gözükse de bir o kadar da hüzünlü bir Tarantino filmi şarkısıdır.. Bir müzik bir filme ancak bu kadar uyar! Filmin son sahnesinde kalkıp gidemezsiniz... Yerinizde çivilenmiş gibi kalıp bu şarkıyı defalarca dinleme isteği uyanır içinizde...
Şimdi gelin, bırakın gamı, kederi, tasayı, kasveti, ülke sorunlarını, seçimi, geçimi, İnce'yi, uzunu, arka arkaya verdiğim dört bağlantıda yer alan Malaguena Salerosa şarkısının dört farklı yorumunu dinleyin, hem de görsellerini izleyin!.. (Özellikle ilk sırada verdiğim Tarantino’nun ''Kill Bill: Vol. 2'' filminin final sahnesinde yer alan Malaguena Salerosa şarkısının görselini tam ekran yapıp izleyin, kaçırmayın bu sahneyi derim) Hem kulaklarınızın pası hem de gözünüzün perdesi açılsın!... Ve şarkı gün boyu zihninizde takılmış bir plak gibi çalsııııın dursun ve sizi de huzura erdirsin!
Müzik ruhun gıdasıdır derler ya... Sanırım bu deyime en uygun müziktir Malaguena Salerosa!
Osman AYDOĞAN
Tarantino’nun Kill Bill: Vol.2 filminin final sahnesinde yer alan Chingon’un Malaguena Salerosa’sı:
https://www.youtube.com/watch?v=l4_GpIoBgHs
Ve benim gençliğimden beridir daha çok sevdiğim Los Machucambos grubunun Malaguena Salerosa’sı:
https://www.youtube.com/watch?v=n_fJRZ1-wcg
Güçlü ve dramatik sesiyle ünlü İspanyol şarkıcı Plácido Domingo’nun Malaguena Salerosa’sı:
https://www.youtube.com/watch?v=INe9AXdVYys
Guetemalı sanatçı Gaby Moreno’nun sesinden La Malagueña:
https://www.youtube.com/watch?v=XLBlns8wOBA
When We're High
24 Haziran 2018, saat: 23.55
1981 doğumlu Laura Pergolizzi adında İtalyan kökenli Amerikalı bir pop/rock şarkıcısı ve söz yazarı var. Müzik dünyasında LP olarak tanınır. Adı kadın, kendi kadın, sesi kadın ancak tipi erkek, duruşu erkek, saçları kıvır, kıvır, kıvırcık ve dağınık, karizmatik bir şarkıcıdır. Bu karizmatik şarkıcı hatunun lezbiyen olduğu ve göğüslerini aldırdığına dair muhtelif rivayetler vardır.
Popüler kültüre dair her şeyi bilmek zorunda değiliz elbette ama bu şarkıcıyı bilmemiz gerekir diye düşünüyorum… Neden mi? Sesinden dolayı… Soprano sese sahip bir şarkıcıdır. Bir insanın sesi bu kadar mı güzel olur, bir insanın sesi bu kadar mı muhteşem olur, bir insanın sesi bu kadar mı harika olur? Şarkıcıyı dinlediğinizde ‘’Tanrım’’ diyorsunuz ‘’nasıl bir sestir bu ses?’’ Öyle bir güzel, öyle bir derin, öyle bir naif ses ki sanki şarkıcının sesi insanın ruhuna işliyor. Ses kulaklarınızdan hiç gitmesin istiyorsunuz… Laura Pergolizzi (LP)’nin son yılların bir müzik fenomeni ve tartışmasız en özel sanatçısı olduğunu düşünüyorum.
Laura Pergolizzi (LP) bugüne kadar üç albüm ve bir EP yayınlar. (EP, ortalama bir albümden daha kısa, genellikle 4-5 şarkı içeren kayıtlardır veya underground albümler de EP sayılabilir. Süresi genellikle yarım saatin altındadır. Daha uzunları Long Play olarak adlandırılır.) Ayrıca Rihanna, Christina Aguilera, Cher Lloyd ve birçok sanatçı için şarkı sözleri yazar. Other People, Lost On You, Forever Now ve When We’re High en bilinen şarkılarıdır. Laura Pergolizzi, bilinen adıyla LP, Nisan 2018 ayı başında 25. İstanbul Caz Festivali kapsamında Türkiye’de üç konser verir.
LP Türkiye'de daha çok Lost On You şarkısı ile tanınır ama ben LP’nin en çok When We’re High isimli şarkısını severim. LP’nin bu şarkısı olağanüstü güzel, dinlerken insan huzur buluyor, insan defalarca, defalarca, defalarca bu şarkıyı, bu sesi dinlemek istiyor…
Şimdi zaman LP’nin bu şarkısını dinleme zamanı… Sözlerine aldırmayın, sözleri birazcık müstehcendir!
Böyle bir gecede, bu vakitte bundan başka bir şarkı da dinlenmezdi zaten... Şarkıyı dinleyin sonra da kafanızı vurup yatağa uyuyun.. Yarın bir daha dinlersiniz artık!
Osman AYDOĞAN
https://www.youtube.com/watch?v=YZZCyYUJVH0
Cucurrucucú Paloma
23 Haziran 2018
Sizlere daha önceleri bu sayfada Nuh tufanındaki ‘’güvercin’’ efsanesinden sonra Batı kültüründe MÖ 492 yılında geçen ikinci bir ''güvercin'' efsanesine dayanan ‘’La Paloma’’ isimli bir folk şarkısının hikâyesini anlatmıştım.
’'La Paloma''; İspanyolca barış sembolü olan ''güvercin'' demekti... Güvercin aynı zamanda saf sevgiyi de anlatırdı…
Bu sefer de yine içinde bir ‘’güvercin’’ bulunan bir başka folk şarkısından bahsedeceğim: ‘’Cucurrucucú Paloma’’
‘’Cucurrucucú Paloma’’ geleneksel bir Meksika halk sarkışıdır. Meksika'yı oluşturan 31 eyâletten birisi olan ve Meksika’nın merkez doğu bölgesinde yer alan Veracruz eyaletinin kuzeyindeki Huazteca bölgesinden yaşayan Meksika yerlilerinin müziğidir. "Huazteca" ya da "Son Huazteca" adı verilen bu tür şarkılar, aşkın en saf ve masum halini konu edinirler. ‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı Meksikalı müzisyen Tomás Méndez tarafından 1954 yılında bestelenir.
‘’Cucurrucucú Paloma’’ giden sevgilinin veya sevilenin ardından söylenen hüzünlü bir şarkıdır. Şarkıda ‘’Cucurrucucú’’ diye ağlayan güvercin ise aynı zamanda giden sevgilinin veya sevilenin ardından yakılan ağıtı, ona duyulan özlemi ve sevgilinin/ sevilenin geri döneceğine duyulan umudu simgeler.
‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı 1960’lı yılların sonundan itibaren Güney Amerika’daki diktatörlükler döneminde bir yandan gün be gün yaşanan şiddete karşı bir sembol olarak da politik bir anlam kazanırken diğer yandan da güvercinin temsil ettiği barışa ve daha güzel günlere özlemi yansıtır.
Yıllar içerisinde şarkı birçok filmin müziğinde kullanılarak şarkıya uluslararası popülerlik kazandırır.
Şarkı ilk olarak 1955'te gösterime giren Meksika yapımı ‘’Escuela de Vagabundos’’ isimli komedi filminde kullanılır. Bu filmde filmin yıldızı Pedro Infante bu şarkıyı söyler.
Bu Şarkı ikinci olarak adını Amerikalı yönetmen Miguel Delgado'nun yönettiği 1965 yapımı bir Meksika filmi olan ‘’Cucurrucucú Paloma’’ filminde duyurur. Filmde başrol oyuncusu Meksikalı şarkıcı Lola Beltrán tarafından bu şarkı seslendirilir.
‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı en güzel şekilde İspanyol film yönetmeni Pedro Almodóvar’ın 2001 yılı yapımı, insanlık, dostluk, sevgi, iletişim, naiflik, yalınlık, içtenlik gibi birçok temayı mükemmel bir şekilde işlediği ‘’Hable Con Ella’’ (Konuş Onunla) isimli platonik bir aşkın olağanüstü bir şekilde anlatıldığı bir drama filminde kullanılır. Filmde bu şarkı Brezilyalı besteci, şarkıcı, gitarist, yazar ve siyasal aktivist Caetano Veloso tarafından mükemmel bir şekilde yorumlanır... Filmi akıllarda tutan, hafızlara kazıyan da bu şarkı olur.
Yazımın sonunda bu üç filmde de sırasıyla Pedro Infante, Lola Beltrán ve Caetano Veloso’nun "Cucurrucucú Paloma" şarkısını söyledikleri sahnelerin bağlantısını veriyorum…
Şarkı bu filmlerin dışında ‘’Le Magnifique’’, ‘’The Last Sunset’’, ‘’My Son’’, ‘’What Have Ye Done’’, ‘’The Five-Year Engagement’’, ‘’Moonlight’’ ve ‘’Happy Together’’ isimli filmlerde de kullanılır.
Bu şarkı 1954'te Tomás Méndez tarafından bestelenmesinden bu yana Luis Miguel, Rocío Dúcal, Perry Como, Miguel Aceves Mejía, Hibari Misora, Nana Mouskouri, Julio Iglesias, Shirley Kwan, Lila Downs, Joan Baez, Rosemary Clooney, Aida Cuevas, Harry Belafonte, Refrain de Franco Battiato, Mireille Mathieu ve Demis Roussos gibi çeşitli popüler şarkıcılar tarafından da seslendirilir.
İçinizde fırtınalar koparacak, kalbinize, ruhunuza, gönlünüze dokunacak olan bu şarkının değişik yorumlarını aşağıdaki bağlantıda veriyorum… Bağlantıdaki bütün yorumları dinlemenizi isterim…
Şarkı aynı zamanda aşkın ve sevginin saf ve masum halinin değerini bilmeyenlere de yapılan bir sitemdir aslında. Çünkü şarkı ‘’ağlama güvercinim ağlama, taşlar aşkın ne olduğunu bilmezler’’ diye sona erer!
Bir yirmi dört saat barışa, aydınlığa ve daha güzel günlere umuduyla bu şarkıyı dinleyin!...
Osman AYDOĞAN
Film müziği olarak Cucurrucucú Paloma şarkısı:
Escuela de Vagabundos filminde Pedro Infante:
https://www.youtube.com/watch?v=0uQ4W7afKLU
Cucurrucucú Paloma filminde Lola Beltran:
https://www.youtube.com/watch?v=xeAxNTdjYoo
Hable Con Ella filminde Caetano Veloso:
https://www.youtube.com/watch?v=-CsA1CcA4Z8
Cucurrucucú Paloma şarkısının diğer yorumları:
Meksikalı şarkıcı Aida Cuevas:
https://www.youtube.com/watch?v=BvIZsZHQ7dY
Amerikan folk şarkıcısı Joan Baez:
https://www.youtube.com/watch?v=zepMXy-Sj5c
Jamaikalı Amerikan şarkıcı Harry Belafonte:
https://www.youtube.com/watch?v=iqYzRvaRPRk
İspanyol aslllı Fransız sanatçı Mireille Mathieu ve Yunan şarkıcı Demis Roussos:
https://www.youtube.com/watch?v=HRshuXe6TlQ
Meksikalı şarkıcı Luis Miguel:
https://www.youtube.com/watch?v=-7wdq7BKwXk
Cucurrucucú Paloma
Dicen que por las noches
Nomas se le iba en puro llorar,
Dicen que no comia,
Nomas se le iba en puro tomar,
Juran que el mismo cielo
Se estremecia al oir su llanto;
Como sufrio por ella,
Que hasta en su muerte la fue llamando
Ay, ay, ay, ay, ay,... cantaba,
Ay, ay, ay, ay, ay,... gemia,
Ay, ay, ay, ay, ay,... cantaba,
De pasion mortal... moria
Que una paloma triste
Muy de manana le va a cantar,
A la casita sola,Con sus puertitas de par en par,
Juran que esa paloma
No es otra cosa mas que su alma,
Que todavia la espera
A que regrese la desdichada
Cucurrucucu... paloma,
Cucurrucucu... no llores,
Las piedras jamas, paloma
Que van a saber de amores!
Cucurrucucu... cucurrucucu...
Cucurrucucu... paloma, ya no llores
Biz söze değil kalbe ve hale bakarız.
09 Haziran 2018
Mevlâna'nın Mesnevi'sinde Hz. Musa (as) ile ilgili şu hikâyeler yer alır.
Hz. Musa (as) yolda bir çobana rastlar. Çoban, gönlündeki muhabbetin tezahürü olan sözcükleriyle Allah'a yakarmaktadır: "Allah’ım! Ey Yücelerin Yücesi, sana kul, kurban olayım; çarığını dikip elbiseni yıkayayım, saçlarını tarayıp bitlerini ayıklayayım. Sana süt vereyim. Ellerini öpeyim, ayaklarını ovayım. Uykun geldiğinde yatacağın yeri süpüreyim. Ey bütün keçilerim yoluna kurban olası! Ey hey hey, hey heey diye andığım!"
Hz. Musa (as): "Sen kimle konuşuyorsun? Bu sözleri kime söylüyorsun?" diye sorar. Çoban: "Bizi ve bu yeri göğü yaratanla konuşuyorum." diye cevap verince Hz. Musa (as) der ki: "Sen aklını mı kaybettin? Kendine gel! Bunlar ağza alınmayacak sözler. Sen daha Müslüman olmadan kâfir olmuşsun! Çarık dolak sana ve senin gibilere yaraşır. Güneş'e bunlar lâyık görülür mü? Bu sözleri amcana mı, dayına mı söylemektesin? Allah Teâlâ'nın sıfatları arasında beden sahibi olmak, bir şeylere ihtiyacı bulunmak var mıdır?"
Çoban Hz. Musa (as)'ya: "Ey Musa! Bu azarlayıcı sözlerinle benim ağzımı kapattın, canımı yaktın. Üzüntüden perişan bir hale getirdin." deyip bir ah çekerek çöllerin yolunu tutar.
Bunun üzerine Hz. Musa (as)'ya vahiy gelir: "Ey Musa, kulumuzu bizden ayırdın! Sen kullarımı bana yaklaştırmak mı yoksa benden uzaklaştırmak için mi gönderildin? Ben onları farklı karakterde yarattım ve farklı ifade biçimleriyle donattım. Her biri kendi diliyle Allah'ı tespih eder. Allah da onların dilini anlar. Bizim onların ibadetine ve tespihine ihtiyacımız yoktur. Kullarıma ihsan etmek için ibadeti, onları arındırmak için tespihi emrettim. Biz söze değil kalbe ve hale bakarız. Duasında kullandığı sözcüklere değil bize gönülden bağlı mı, gönlüyle yalvarıp yakarmış mı, gönlünde bir ateş tutuşmuş mu, ona bakarız. Ey Musa! Kalbinde aşk ateşini tutuştur da bütün sözleri ve düşünceleri onunla yak gitsin! Âşıklar her an başka türlü yanarlar. Yanıp kül olmuş bir köyden ne haraç istenir ne vergi..."
***
Yine bir gün Hz. Musa (as) yolculuk yaparken yolda bir adam görür. Adam bir tepeye çıkmakta ve aşağıya doğru yuvarlanmakta ve bunu da devamlı tekrarlamaktadır. " Hz. Musa (as) o adama '’Ne yapıyorsun?’' deyince adam '’namaz kılıyorum'’ der. Sonra Hz. Musa (as) ‘'Böyle namaz kılınmaz'’ der ve ona namaz kılmayı öğretir. Adam normal bir şekilde namaz kılmaya başlar. Hz. Musa (as) da yoluna devam ederek Kızıldeniz’e gelir. Deniz üstünde yürüyerek giderken arkasından birinin ona seslendiğini duyan Hz. Musa (as) dönüp arkasına baktığında az önceki adamın arkasından suyun üzerinde yürüyerek geldiğini görür. O adam, Hz. Musa (as)’nın yanına gelerek kendisine öğrettiği namaza nasıl niyet edildiğini unuttuğunu ve tekrar öğretmesini ister. Hz. Musa (as) o adama ‘’tamam, bildiğin gibi kıl‘’ der…
***
İsrailoğulları Hz. Allah’ı görmek ister ve peygamberleri Hz. Musa (as), Rabbe onların isteğini iletir. Hz. Allah geleceğini söyler.
Yahudiler, zenginliği, lüksü, ihtişamı öne çıkaran hummalı bir hazırlığa koyulurlar. Buluşma günü gelir ve Hz. Musa (as) kapıda hazır bekleyerek bir dolu zengin, itibarlı, yüksek statülü insanı içeri buyur eder.
Derken bir eşeğin üzerinde yoksul ve yaşlı bir Yahudi kapıda belirir. Hz. Musa (as) onu durdurur ve sorar, ‘’Nereye?’’ diye... Yaşlı adam, ‘‘Ya Musa, Hz. Allah’ı görmeye geldim, izin ver gireyim’’ der. Hz. Musa (as), ‘‘olmaz içeride bir dolu zengin ve önemli insan var; senin durumun münasip değil girmeye’’ diye karşılık verir. Yaşlı adam ısrar etse de Hz. Musa (as) kabul etmez ve adam üzgün şekilde ağlayarak ayrılır.
Gelenler epeyce bir beklerler ama Hz. Allah gelmez ve Hz. Musa (as)’ya dönüp hışımla sorarlar; ‘’Hz. Allah’ın nerede kaldı, niye gelmedi’’ diye...
Hz. Musa (as) tekrar huzura çıkar. Hz. Allah’a niye gelmediğini sorar. Hz. Allah, ‘’Ya Musa, edepten çıkma! Bilmez misin sözümü tutarım. Geldim, fakat sen girmeme izin vermedin’’ der. Hz. Musa (as), şaşkın, sorar ne zaman ve nasıl geldiğini… Hz. Allah, ‘’eşeğin sırtındaki yoksul ve yaşlı adamın kalbinde oturuyordum. Onu geri çevirdiğin zaman beni de çevirdin’’ der.
***
Evet, kıssalar bu kadar…
Ey kalbe ve hale değil söze bakanlar, ey duasında sözcüklere bağlı olanlar, ey insanları Hz. Musa (as) gibi Yaratanından uzaklaştıranlar, ey kalbinde aşk ateşini yakmayanlar! Düşünüyor musunuz?
İnsanın kalbinde neler var neler, bir de onu düşünün! Ve eşek diye de küçümsemeyin, o yoksulun can yoldaşı hayvanı da düşünün ki üzerinde neler taşır neler?
Osman AYDOĞAN
Kötülük
08 Haziran 2018
Abbasi Devleti’nin en güçlü ve en bilinen halifesi olan Harun Reşid’in dönemine ait çok hikâye vardır. Bunlardan Behlül Dânâ’yı ve Bermekîleri bu sayfada kısa bir süre önce sizlere anlatmıştım…
Bugünkü hikâyem de Harun Reşid'in oğlu Halife El Memûn ile ilgili...
Bağdat Halifesi El Memûn atlara çok meraklıydı. Büyük bir hara kurmuş, değerli atlar yetiştiriyor, başkalarının yetiştirdiği atları da alıyordu. Bir gün çok güzel bir Arap atı getirdiler, El Memûn atı görür görmez hayran kaldı, oldukça yüklü bir para verip satın aldı. Artık hep bu ata biniyordu.
At o kadar güzel ve alımlıydı ki, bütün Bağdat atı izliyor, konuşuyordu. Bağdat'ın varlıklı ve etkili kişilerinden biri olan Ömer de at seviyordu ve El Memûn'un atına tam anlamıyla kafayı takmıştı. Önce gitti, ödediği paranın iki katını önerdi, ama ret cevabı aldı. Üç katını önerdi, El Memûn'un cevabı yine "hayır" oldu. Atını seviyordu ve satmayı kesinlikle düşünmüyordu. Ömer ise bu atı ele geçirmekten başka bir şey düşünmüyordu.
Bir gün halifenin tek başına şehir dışına çıkacağını öğrendi Ömer. Bir plan yaptı. Halife şehir dışında atının üzerinde keyifle ilerlerken yolun kenarında eski püskü giysiler içinde, yüzü sarılı, hasta gibi kıvrılmış bir dilenci gördü.
El Memûn iyi biriydi, aslında Ömer'den başkası olmayan dilenciyi o halde görünce üzüldü, atından indi, yanına gitti. "Haydi, gel" dedi, "Yakında bir saray var, seni oraya götüreyim, yedirsinler, içirsinler, derdine baksınlar..." Dilenci titrek bir sesle "Sağolun efendim, ama günlerden beri ağzıma bir şey koymadım, yürüyecek takatim yok" diye cevap verdi. Bunun üzerine halife dilencinin koluna girdi, onu kaldırdı ve atının üzerine oturttu. Titrek dilenci oturur oturmaz dirildi, dikildi ve atı mahmuzlayıp koşturmaya başladı.
El Memûn o anda dilencinin atını almak için uğraşan Ömer olduğunu anladı ve arkasından koşarak durması için bağırmaya başladı. Ömer bir süre daha atı koşturduktan sonra arkasından koşmaya devam eden El Memûn'un "Dur, sadece bir şey söylemek istiyorum" diye bağırdığını duydu. Merak etti ve uygun bir mesafede atı durdurdu.
El Memûn önce biraz soluklandı sonra konuşmaya başladı: "Atımı çaldın, şu anda seni durduramam, elimden bir şey gelmez. Ama senden önemli bir şey istiyorum. Atım sende kalsın ve istediğimi yaparsan geri almak için de herhangi bir şey yapmayacağım." "Nedir isteğin?" diye sordu Ömer.
"Atımı nasıl, hangi kurnazlıkla ele geçirdiğini sakın kimseye anlatma, bu olay ikimizin arasında sır olarak kalsın." diye cevap verdi El Memûn. Ömer şaşırdı, "Neden?" diye sordu. ‘’ İtibarının sarsılmasında mı korkoyursun?’’ "Hayır’’ dedi El Memûn ve anlattı: ‘’Ondan korkmuyorum. Sen bu olayı anlatırsan bu olayı bütün Bağdat, hatta çevre şehirlerdekiler bile duyar. Başkaları da seninle aynı kurnazlığı yapmaya kalkar. Ama asıl kötülük yol kenarında bekleyen hasta ve fakir insanlara olur. Korkum şu ki; bu olayı duyanlardan hiçbiri artık yol kenarında bekleyen aç ve hasta insanlara yardım etmek için durmaz. Hatta benim başıma gelen onların da başına gelmesin diye hızlanıp, geçer giderler..."
Hikâye bu kadar... Gelelim bu kıssadan (hikâyeden) çıkarılacak hisselere!
Günümüzde Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda giderek; Hüda'yı, Settar'ı, Rezzak'ı dilde sakız, gönülde nâkıs edenler; yüce dinimizi siyasetlerine alet edenler; Hak'kı, hakkı, hukuku ve adalati katlederek İslamın ahlâk boyutunu unutup İslamı sadece ibadet boyutuna indirgeyenler ve o ibadetleri de gösterişe, lükse, israfa ve sefahate dönüştürenler; cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar ve bu sapıklıklarını da İslama bağlayanlar; haramı, kul hakkı yemeği, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmayı, hırsızlık, yolsuzluk, kumpas, fitne, riya, yalan, dolan, namussuzluk, tecavüz, lüks, israf, sefahat, kibir, kin ve nefreti sanki İslamda günah değilmiş gibi, hatta hatta İslamın gerekleriymiş gibi algılatanlar; bütün bu olumsuzluklar karşısında sessiz kalanlar; Afganistan’a, Irak’a, Libya’ya ve Suriye’ye karşı yapılan Haçlı Seferlerinde Friedrich Barbarossa’nın müttefiki olanlar ve tüm bunların bir sonucu olarak İslam coğrafyasını insanlarının ülkelerini bırakıp Batı'ya iltica etmeye çalıştığı, kalanların ise birbirini boğazladığı bir mezbahaneye dönüştürenler keşke Müslüman olduklarını, hele hele bizden daha iyi Müslüman olduklarını söylemeselerdi.
El Memûn gibi benim de benzer korkum şu ki; bunları göre göre, bunları duya duya, bunları yaşaya yaşaya bu gidişle ümmet-i Müslimin dinden soğuyacak… İşte asıl ben bundan korkarım... Çünkü İslama yapılacak en büyük kötülük budur!
Gençler arasındaki deizm tartışmalarının son zamanlarda neden arttığını zannediyorsunuz ki?
Osman AYDOĞAN
Mihriban
07 Haziran 2018
Bugün şair Abdurrahim Karakoç'un vefat yıldönümü idi... Bugünkü gazetelere baktım, haberlere baktım, ona ait bir anma etkinliği, bir hatırlama, bir vefa belirtisi aradım... Heyhaattt... Ne gezer... Varsa yoksa seçim, varsa yoksa mitingler... Tamam, siyasi görüşünü beğenmeyebilirsiniz ama o en azından ''Mihriban''ın yazarı idi... Hoş, muhtemel ki kendi fikirdaşları da anmayacaktır ya...
''Mihriban''ın yazarı Abdurrahim Karakoç 7 Nisan 1932 yılında Kahramanmaraş'ta doğar, 7 Haziran 2012 yılında ise Ankara'da vefat eder. Mezarı Ankara'da Keçiören Bağlum'dadır. Abdurrahim Karakoç gerçek anlamda taşra bilincini aşmış halk şiirinin hece veznini en iyi kullanan son söz yazarı idi.
Neyse!... Kimse anmasa da ben anmasam olmaz diye düşünüyorum... Abdurrahim Karakoç'u ölümsüz eseri ''Mihriban'' ile anmak istiyorum...
''Mihriban’’; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır...
Mihriban aşkı en iyi anlatan Türkçe şiirlerden birisidir... Aşkın en saf, en yalın, en temiz, en büyük halini anlatır…
Şiirde geçen dizelerdi: "Lambada titreyen alev üşüyor", "Kar koysan köz olur aşkın külüne", "Her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor", "Yar deyince kalem elden düşüyor’’.
Bu nasıl bir aşk ki; lambadaki alev bile üşüyüp tir tir titriyor, aşkın külüne kar bile koyduğunda köz oluyor, her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor ve yar deyince kalem elden düşüyor. Aşkı kalem tarif edemiyor ama Abdurrahim Karakoç tarif etmiş işte!
Abdürrahim Karakoç, Platform dergisine vefatından önce verdiği bir röportajda bu şiiri, Mihriban'ı ve hikâyesini şöyle anlatır:
Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki ''Mihriban''dır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.
Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiş, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır.
Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce ''kız küçük'' derler, bahane bulurlar, bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”.
Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der.
Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır.
Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban
Yar, deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban
Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban
Boşa bağlanmış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım kara bahtım tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban
Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban
Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz, tabi Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar:
‘’Unutmak kolay mı?” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım.
Zaman erir kelep kelep..
Meyve dalında kalmaz hep.
Unutturur birçok sebep,
Unutursun Mihriban’ım.
Yıllar sinene yaslanır;
Hatıraların paslanır.
Bu deli gönlün uslanır...
Unutursun Mihriban’ım.
Süt emerdin gündüz-gece
Unuttun ya, büyüyünce...
Ha işte tıpkı öylece
Unutursun Mihriban’ım.
Gün geçer, azalır sevgi;
Değişir her şeyin rengi
Bugün değil, yarın belki
Unutursun Mihriban’ım.
Düzen böyle bu gemide;
Eskiler yiter yenide.
Beni değil, sen seni de
Unutursun Mihriban’ım.
Mistik bir olgunlukla, ''son bir kez'' diyor Abdurrahim Karakoç, ''son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.”
“Bazen aklıma düşüyor. Ben 'unutursun' diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun.''
“ 'Unutmak kolay mı deme
Unutursun Mihriban’ım'
diyorum.''
“ 'Düzen böyle bu gemide
Eskiler yiter yeni de
Beni değil, sen seni de
unutursun Mihriban’ım'
dedim..''
Mihriban, Farsça kökenli bir kelimedir. Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu anlamındadır. Ancak gerçekte Mihriban’ların hikâyesi hiç de şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu değildir.
Abdurrahim Karakoç şiirinde gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslenmişti sevdiceğine. Adı başka olsa da Mihriban, saçları siyah olsa da Mihriban, yüreğimizi çalan herkes Mihriban, çözemediklerimiz, çözülmiyenler Mihriban…
Ve Mihriban türküsünü de en iyi Musa Eroğlu söylerdi… Sanki büyü gibi bir türküdür…. Musa Eroğlu sazıyla, diliyle, ağzıyla söylerken siz içinizden, kalbinizden, yüreğinizden, ruhuzdan söylersiniz: Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….
Ve gözlerinizden kimseciklerin görmediği yaşlar süzülür... Çünkü kabuk bağlamış yaralar var içinizde. İşte bu türküler bu kabukları yumuşatmadan, enfeksiyon kapar mı diye düşünmeden, dezenfekte etmeden çok sert bir şekilde kopartıp atıyor... Hüzünlenmeniz ağlamanız işte bundan…
Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….
“Düzen böyle bu gemide
Eskiler yiter yeni de
Beni değil, sen seni de
unutursun Mihriban’ım''
Sen de unutuldun be Şair Abdurrahim Karakoç... Hem de fikirdaşların tarafından... Hem de arkadaşların tarafından.... Bugün mezarını gidip de kaç kişi ziyaret etti seni? Senin de söylediğin gibi ''Düzen böyle bu gemide''!
Âşık Mahzuni Şerif'in hemşehrisi idi. Âşık Mahzuni Şerif'in Abdürrahim Karakoç için yazdığı özel bir şiiri vardır. Belki gelecekte kültür hayatımızın belkemiği şairlerimizi, ozanlarımızı, edebiyatçılarımızı siyasi görüşlerinden bağımsız olarak anarız. Bu konudaki düşüncemi onun ''Yakarış'' isimli şiirinden bir dizeyle anlatayım:
''Umudum her zaman bâkidir ama
zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.''
Fikir dünyama değil de duygu dünyama hitap eden gerçek bir halk ozanı idi Abdurrahim Karakoç...
Allah rahmet eylesin...
Osman AYDOĞAN
Musa Eroğlu'nun sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=dGKF8_Qg_To
Abdurrahim Karakoç’un kendi sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=jTFVjfMOQzU
Waterloo
07 Haziran 2018
Önce müzik…
Benim yaşımda olanların çok iyi hatırladığı, 1972 yılında kurulup 1982 yılına kadar etkin olan ve 70'lerin Avrupa’daki en büyük pop müzik fenomeni İsveçli bir pop müzik grubu vardı: Abba. Grup 1974 yılında "Waterloo" isimli şarkılarıyla Eurovision Şarkı Yarışması’na katılıp birinci olmuşlardı. Bu başarı Abba’nın tüm Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD`de de ünlü olmasını sağlamıştı. "Waterloo" şarkısı İngiltere listesinde bir numaraya yükselerek burada iki hafta kalmayı başararak grubun bu listede bir numaraya yükselen dokuz şarkıdan ilki olmuşlardı.
Şarkı bu ülkenin yanında İrlanda, Belçika, Finlandiya, Norveç, İsviçre, Batı Almanya ve Güney Afrika listelerinde de bir numarada yer almıştı. Şarkı yine Avusturya, Hollanda, Fransa ve İspanya'da da ilk üçe girmiş ve bu şarkı, Avrupa kültürüne özgü olmasına karşın şaşırtıcı bir şekilde Zimbabve (o sıralardaki adıyla Rodezya), Yeni Zelanda, Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde de ilk onda yer almıştı. "Waterloo", Eurovision tarihinde on beş ülkede ilk ona girebilen ilk şarkı olmuştu.
Abba grubunun işte bu "Waterloo" şarkısında bir kızın aşka teslim olmasını 1815 yılında yaşanan Waterloo Savaşı sırasında I. Napolyon'un teslim olmak zorunda kalması ile paralel olarak anlatılır. .
Amerikalı bir heavy metal grubu olan Iced Earth’ın çıkardığı ve tarihi olaylardan bahseden ‘’The Glorious Burden’’ isminde bir albümü var. Bu albümde, MS 5. yüzyılda Atilla'nın Avrupa'daki saldırılarından başlayıp Amerika'da 2001 yılında yaşanan terörist saldırına kadar tarihi konuları işleyen şarkılar bulunmaktadır. Bunların arasında ‘’Waterloo Savaşı’’ da vardır....
Her iki grubun söylediği Waterloo şarkısının bağlantısını yazımın sonunda vereceğim… Dinlemenizi isterim... Özellikle Abba’nın şarkısını… Görün bakalım o zamanlar severek bir nasıl şarkıyı dinlediniz?
Sizlere daha önce bu sayfalarda teeee üç bin yıl geriye giderek ‘’La Paloma’’ şarkısını, iki bin beş yüz yıl geriye giderek Galli şarkıcı Tom Jones'un ‘’Delilah’’ (Dilayla) şarkısını anlatmıştım... İşte Abba’nın ve Iced Earth’ın bu şarkıları da iki yüzyıl geriye giderek tarihi bir olayı anlatmakta ve müzik yoluyla tarihini canlı tutmaktalar. Tıpkı bizim pop şarkılarımız gibi şıkıdım şıkıdım oynayarak, lay lay lom söyleyerek değil mi?
Şimdi de sinema…
Sadece Abba’nın, Iced Earth’ın şarkıları değildir bu savaşı anlatan. Bu savaşı anlatan kitapların, filmlerin, belgesellerin sayısı hakkında tahminde bulunmak da çok zordur. Bunların arasında Sovyet film yapımcısı Sergei Bondarchuk’un 1970 yapımı ‘’Waterloo’’ isimli çok güzel bir filmi vardır… Bu film 1971 yılında İtalya’da David di Donatello '’En iyi film ödülü'’ kazanır. Bu filmin kısa bir bölümünü gösteren bağlantıyı da yazımın sonunda veriyorum.
İşte bu şarkılara ve filme adını veren Waterloo Savaşı; 16-18 Haziran 1815 tarihlerinde gerçekleşen, Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupalı güçler arasında 23 yıldır süren silahlı mücadelenin (Fransız Devrim Savaşları ve Napolyon Savaşları) sonunu getiren bir savaştır. Fransızcada Mont-Saint-Jean Savaşı olarak da bilinir. Savaş İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında gerçekleşmiştir.
Waterloo diye bir kasaba
Waterloo kasabası eğer otomobil ile Brüksel’den Paris’e giderseniz yolunuzun üzerinde solunuzda kalan Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km yakınında bulunan küçük bir kasabadır. Bu savaş nedeniyle de bu küçücük kasaba tüm dünyaca tanınır…
Waterloo kasabasında da bu savaşın tüm izleri yaşatılıyor. Şehirde birçok şeyin adı Wellington ismini taşıyor. Bu kasabanın tek sineması var; adı da Wellington… Şehir içerisinde Wellington Savaş Müzesi de var. Bu müzede bulunan bir harita üzerine adı Waterloo olan (bu savaştan dolayı bu adı alan) beş kıtadaki kırkın üzerindeki kentler işaretlenmiştir.
Waterloo, savaşın olduğu güne kadar adını sanını kimsenin bilmediği arpa eken, bira üreten bir kasabayken bugün Amerika’da 32, İngiltere’de 8, Avustralya’da 4, Kanada’da 3, Hong Kong’da 2, Almanya, Yeni Zelanda ve Sierra Leone’da 1 adet Waterloo kasabası bulunmaktadır. Nedenini anlamak da zor değil. Bu, Avrupa’nın kaderinin bir günde yazıldığı bir savaştır. Bunun yanında dünya savaşları ve Waterloo’dan daha fazla cana mal olmuş olaylar da yok değil. Onlar’da elbette Waterloo Savaşı kadar mühim ancak bir günde olup biten ve dünya tarihini bu kadar etkileyen bir olay bulmak da öyle kolay değildir.
Savaşın geçtiği yer ise bu kasabaya yaklaşık 5 km uzaklıktadır. Savaş meydanında bir tepe üzerinde güzel bir panorama müzesi vardır. Tepe yaklaşık 100 metre yüksekliğinde ve tepeye 230 basamakla çıkılıyor. Savaş meydanına yakın bir yerde de Napolyon’un karargâhı bulunuyor.
Waterloo savaşı
Waterloo Savaşı konusunda çok kitap yazılmıştır. Ancak içlerinden Türkçe’ye çevrilenlerden en iyisi kendisi de bir asker olan (Tümgeneral) dünyanın tanınmış en iyi Napolyon devri uzmanlarından Avustralyalı Geoffrey Wootten tarafından yazılan ‘’Waterloo 1815 Modern Avrupa'nın Doğuşu’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2015) isimli kitabıdır. Bu konuda ayrıca İngiliz tarih Profesörü Jeremy Black’ın ‘’Efsane Komutanlar ve Zaferleri’’ (Timaş Yayınları, 2015) isimli kitabı ve bizzat Napolyon’un talimat ve düsturlarını içeren ‘’Savaş ve Strateji İle İlgili Görüşlerim, N. Bonaparte’’ (Q Matris Yayınları, 2003) isimli kitaplar da bulunmaktadır. Zaten burada yazılanlar da bu kitaplardan alınmıştır.
Victor Hügo da ‘’Sefiller’’ isimli eserinde uzun uzun bu savaşı tasvir eder. Hugo’nun kitabında Waterloo üzerine şiiri de vardır. Victor Hügo, Sefillerde "Waterloo bir savaş değildir, evrenin değişen yüzüydü" derdi.
Gerçekten de Waterloo tarihçelerce Birinci Dünya Savaşı öncesi son kesin sonuçlu ve büyük savaş olarak kabul edilir. Bu savaş Avrupa kıtasının hatta dünyanın kaderini değiştirmiştir.
Hani Necmettin Halil Onan’ın ‘’Bir yolcuya’’ isimli şiiri şöyle başlardı ya:
‘’Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.’’
Gerçekten de şairin söylediği gibi Waterloo bir devrin battığı yerdir. Tarihçeler yıllardır Napolyon gibi yenilmez bir asker ve zamanın efsanevi Fransız ordusunun bu savaşı nasıl kaybettiğini sorgular. 18 Haziran 1815 tarihinde yapılan ve sadece on altı saat süren bu savaş Napoleon Bonaparte’ın son savaşıdır. Ve bu savaş İngiltere’nin 2. Dünya Savaşına kadar dünyanın tek hâkimi olmasını sağlayan bir savaştır.
Üzerinden 203 yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzü hala etkileyen, kendisinden sonraki tarihi olayların da bir şekilde belkemiği sayılan, Avrupa tarihinin tam anlamıyla mihenk taşı olmuş bir savaştır Waterloo Savaşı… 2015 yılı Waterloo savaşının 200. yılı idi. 200. yıl olması münasebetiyle o yıl daha fazla gündeme gelen bu savaşta Napolyon’un son kez Waterloo’da taktığı şapkası bir müzayedede 1.9 milyon Euro’ya yakın bir bedele Güney Koreli bir iş adamına satılmıştı. Sevgilisi Josephin’e yazdığı mektup da yüzyıllar sonra dört milyon sterline satılmıştı…
Evet, uzun bir giriş oldu ama şimdi gelelim Waterloo savaşına…
Ama önce kısaca savaş öncesine gidelim...
1791'de Fransız kralı XVI. Louis'nin devrilmesi ve cumhuriyetin ilanı Avrupa monarşilerinin başındaki hanedanları endişelendirir. Avusturya ve Prusya hanedanları Avrupa krallıklarını devrik Fransız kralını desteklemeye davet ederler. Bunun üzerine Fransız Cumhuriyeti Avusturya ve Prusya'ya savaş ilan eder. Böylece tarihte Fransız Devrim Savaşları denen ve ilk baştaki amacı Fransız Devrimi'ni korumak olan savaşlar silsilesi başlar. Bu savaşlar esnasında yıldızı parlayan askerî okul kökenli General Napolyon Bonapart Kasım 1799'daki bir darbe ile iktidara gelir.
İşte bu Fransız Devrim Savaşları Fransız Devrimi'nin güvence altına almış olmasının yanı sıra Fransa'yı Avrupa'nın en güçlü ülkesi hâline getirir. Napolyon, bir diktatörlük hâline gelen Fransa'nın sınırlarını genişletmek amacıyla savaşlara devam eder. Böylece de Napolyon Savaşları denen dönem başlar.
‘’Yüz Gün’’ denen dönem sonunda gerçekleşen Waterloo Savaşı, Napolyon Savaşları'nı ve Avrupa'daki 23 yıllık güç mücadelesini sona erdiren savaş olur. Savaş, girişte anlattığım gibi Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km uzağındaki Waterloo kasabasının (o dönemde köy) 2 km uzağında cereyan eder.
Savaşta İngilizlere Dük Wellington, Prusyalılara ise Gebhard von Blücher komuta ederler. Müttefikler, Fransa'nın kuzeydoğusuna doğru saldırmayı düşünürken Napolyon onlara Belçika'da bir engelleyici saldırıda bulunur, sonrasında bu saldırı Waterloo Savaşı'na dönüşür.
Öncelikle İngiliz ordusuyla karşılaşan Napolyon, üstün görünürken süvari birliklerinin yanlış bir manevrası hemen hemen savaşı İngilizlerin lehine çevirir. Daha sonra Prusyalıların yetişmesi Fransızların yenilgisini bozguna dönüştürür. Sonuçta savaş hemen hemen tüm Fransız ordusunun imhası ya da esaretiyle sonuçlanır.
Fransa monarşisinin yeniden kurulduğu bu savaş sonrasında, Napolyon Saint Helena Adası’na sürgüne gönderilir ve orada da 1821 yılında ölür…
Waterloo savaşı bu kadardır. Ancak tabii ki savaş bu kadar basit değildir… Ve tarihi tarih yapan ayrıntılardır… Şimdi de gelelim ayrıntılarda… Ve gerçek her zaman için ayrıntılarda gizlidir…
Ayrıntılar…
Napolyon Bonaparte
Ama önce bu savaşın kahramanı Napolyon Bonaparte’yi kısaca anlatmam lazım…
Napolyon tarihin en ünlü üç generalinden birisi diye bilinir. Napolyon gencecik bir topçu subayı iken karşı devrimciler tarafından İngiliz-İspanyol istilacılara teslim edilen Toulon şehrinin tekrar ele geçirilmesinde görev alr. İtalya’yı işgal eden ordunun başında sivrilir. Oradan Mısır’a kadar gidip savaş kazanıp Suriye sınırından geri döner. Tarihin en parlak zaferi sayılabilecek Austerlitz’te üç imparatorluk ordusunu yener. Tacı Papa’nın elinden alıp kendi kafasına geçirir. Rusya üzerine yürüyüp Moskova’yı alan tek batılı general olur. Ancak dönüşte ordusunu Rus kışına kurban verir. Ruslar üstüne ancak ondan sonra saldırabilir.
Napoleon Moskova’ya 422 bin kişilik ordusuyla girer ancak kesin bir sonuç alamadan kışın ayazında geri dönmeye kalkması yüzünden Fransa’ya o anlı şanlı ordudan geri kalan 10 bin kadarı ile döner. Bunun üzerine Avrupa devletleri de fırsattan faydalanmak için 6. koalisyonu oluştururlar. Napolyon’da kısa sayılacak bir sürede orduyu tekrar 400 binlere çıkartıp Lützen ve Bautzen savaşlarında müttefiklere çok ağır darbe indirir. Kısa bir ateşkes ve dinlenmeden sonra Dresden Savaşı’nda kendisinden çok daha kalabalık müttefikleri yine yener.
Ancak 1813 yılında 191 bin kişilik Fransız ordusunun üzerine Rus-Alman-İsveç-Avusturya ordularından oluşan Müttefikler 300 bin kişiyle gidince Leipzig Savaşı’nda Napolyon yenilir. Müttefikler Paris’e kadar gelirler. Fontainebleu adında bir anlaşmayla Napolyon’u tahttan çekilmeye zorlarlar. Napolyon’u Akdeniz’deki Elbe Adası’nda sürgüne yollarlar, Fransa’nın başına da ihtilalden sağ çıkmış Bourbon Monarşisi’nden arta kalanları geri getirirler.
Napolyon, Elbe Adası’nda planlarını yapar; vaktinin geldiğini düşündüğünde gizlice adadan kaçarak Fransa’ya gelir. Bu aşamada generalleri, mareşalleri, ordusu hepten Bourbon Monarşisi’ne sadakat yemini etmek zorunda kalmıştır. Napoleon yolda gördüğü karşısına çıkan her üniformalı askeri arkasına katarak Paris’e doğru yola çıkar. Fransa Kralı da “kendisini esir alsın, alamıyorsa da bari vursun” diye Napolyon’un eski mareşali Michel Ney’i o yöne gönderir. Michel Ney, Napolyon’un karizmasına karşı duracak adam değildir. Askerler de efsane imparatoru karşılarında görüp diz çökmeye başlayınca Fransa’nın kaderi Grenoble’da çizilir. Michel Ney ve tüm ordusu Napoleon saflarına katılır, kısa zamanda tüm Fransız ordusu da kendisini izler. Bourbon monarşistleri Fransa’dan kaçar. İmparatorluk yeniden tesis edilir.
Bu arada Napolyon Elbe adasından kaçtığında Paris gazeteleri ‘’Cani Elbe adasından kaçtı’’ diye haber yaparlar. Napolyon askerlerini toplayıp Paris’e doğru ilerleyince ‘’Napolyon Paris yolunda’’ diye haber yaparlar. Ve Napolyon Paris önlerine gelince de aynı gazeteler ‘’Kurtarıcımız kapıda’’ diye manşet atarlar. (!)
Napolyon, Paris’e varmadan altı gün önce toplanan Viyana Kongresi, Napolyon’u kanunsuz ilan eder. Ardından da 7. Koalisyon ordusunu toplamaya başlarlar. Aslında Avrupa devletlerinin derdi Fransa değil, Napolyon’dur. Tarihte beş altı devletin bir araya gelip, bir insana savaş açmasının bir eşi benzeri daha yoktur. İşte öyle bir askerdir Napolyon.
Bu hükümdarlık dönemi Waterloo Savaşı’na kadar 100 gün sürecektir. O sırada Fransa seferber olur, ordu tekrar göreve çağrılır.
Fransız Ordusunu (Grande Armeé) askerleri Waterloo Savaşı başlayacağı zamana kadar son on yılı aşkın süredir Napolyon ile zaferden zafere koşmuşlardır. Bunun da yanında Napolyon topçu sınıfından geldiği için “Grandes Batteries” dediği aşırı sayılarda topla savaş meydanına çıkıyor, rakibine saldırmadan önce onu ezici bir bombardımanla yıpratıyordu. Zaten kendisi de “Tanrı savaşta iyi topçunun olduğu tarafta savaşır” derdi.
Savaş meydanında ilk hedefi toprak ya da mevzi kazanmak değil, düşmanı yok etmek oldu…
Napolyon’un, çoğu kimsenin bilmediği, dünyaya hediye ettiği bazı icatları vardır. Bunlardan ikisi askerleri ilgilendirir. Bunlardan birincisi de halen askerlerin tören geçitlerinde dizlerini kırmadan yürüdükleri ‘’kaz adımı’’dır... Bu ‘’kaz adımı’’ bir Napolyon icadıdır... Tren yok, otobüs yok, yayan yapıldak Fransız ordusunun Paris’ten taaaa Moskova’ya kadar nasıl gittiğini zannediyorsunuz? Bir adımda daha fazla mesafe kat ederek. İşte kaz adımı budur.
Napolyon’un askerler ikinci hediyesi ise bir askerî savaş düzeni olarak ‘’dağılma’’dır. Napolyon zamanına kadar ordular askerleri birbirleriyle kenetlenmiş sıkı saf düzeninde muharebe ederlerdi. Bu ise topçu ateşi karşısında ağır zayiatlar verilmesine sebep oluyordu. Napolyon ise askerlerini dağınık düzende muharebeye sokarak düşman topçu ateşinin etkisini azaltmıştır…
Napolyon Bonapart, Fransa'nın idari teşkilatını merkeziyetçi bir sisteme göre yeniden düzenler. Bugünkü bizimde kullandığımız vilayet ve ilçe sistemi Napolyon tarafından kurulmuştur. Bugünkü Fransız Merkez Bankası olan "Banque de France"ı Napolyon kudurmuştur. Devlet adına para basma görevi de bu bankaya verilir. Bugünkü anlamda liseler ilk kez Napolyon tarafından kurulmuştur. "Code Napoléon" denilen ilk Fransız Medeni Kanunu da yine Napolyon tarafından çıkarılır.Bütün vatandaşlar için zorunlu askerlik uygulamasını icat eden de Napolyondur.
Şimdi gelelim müttefik orduları komutanlarına…
Wellington
Wellington Dük’ü olan Arthur Wellesley, “Napoleon’u Waterloo meydanında kim yendi?” sorusuna en sık verilen cevaptır. Arthur Wellesley birçok kitapta General Wellington olarak bilinir ama asıl adı Arthur Wellesley’dir. Arthur Wellesley, Wellington Dükü olduğu için asıl ismi pek kullanılmamıştır. General Wellington Waterloo Meydanı’nda savunmada kalmıştır. Emrindeki üç ülkenin kuvvetinden oluşan bir koalisyonu yaklaşan Napolyon ordusuna karşı konumlandıran, savaşın nerede olacağına karar veren, isminin de Waterloo olarak anılmasının baş müsebbibi kendisidir. Napolyon saldırıda ne derece bir ekolse, onun savunmadaki muadili Wellington’dur. Kişilik farklılıkları da vardır. Wellington, Napolyon’un aksine askerlerini pek sevmez saymaz. Eğer kendilerinden bahsedecekse, “Scum” (Serseriler) olarak bahseder. Diğer taraftan Napolyon ile kendi askeri arasında her zaman manevi bir bağ vardır.
Waterloo Savaşı’nın sabahı İngiliz Wellington’un emrinde 71 bin askerlik bir kuvvet vardır. Bunun da 28 binlik bir kısmı Hollanda Orange Prensi Willem’in emrindeki I. Kolordudaydı. Bu, İngiliz ağırlıklı karma bir orduydu.
Wellington savaşta Napolyon’un en güçlü yanını yumuşak karnı olarak belirlemiş ve süvarileri kilitleyerek zafer kazanmıştır. Ayrıca topçu subayı olan Napolyon’un asıl topları meşhurdu, her savaşa normalden çok fazla top getirir ve savaşın başında rakibini darmadağın ederdi ama Wellington onlardan hiç korkmuyordu çünkü Waterloo düzlüğü tam bir çamur deryası idi ve Napolyon’un meşhur Fransız Howitzer top mermileri çamura saplanıp hiçbir işe yaramayacaktı. Toplardan istediği verimi alamayan Napolyon, kanatlardan da dolanamayan süvarileri ile savaşta etkisiz kalır. Fransız ordusunun en güçlü yanı süvariler olmayınca piyadeler kahramanca savaşsa da başarılı olmaları çok zordu.
Von Blücher
Prusya orduları Komutanı Wahlstadt Prensi, Feldmareşal Gebhard Leberecht Von Blücher, savaş meydanındaki büyük ihtimalle en yaşlı askerdi. Aynı zamanda da ilginç bir şekilde en kilit roldeydi. Wellington da Von Blücher’e çok güvenir. Wellington savaş anılarında, Braunschweig ordusunun önemini daha fazla vurgular ve ”Braunschweig askerleri bir önceki savaşta kaybettiklerinin acısıyla savaşacaklar, bu Napolyon’un gazabı olacak” diye yazar.
Ancak Von Blücher Waterloo Savaşı’ndan iki gün önce Napolyon karşısında Ligny Muharebesini kaybetmiş ve geri çekilmişti. Napolyon İngilizleri ve Hollandalıları yenebileceğini ama Prusya’nın desteği ile iki ateş arasında kalacağından işinin zora gireceğini düşünür. Bu sebeple en güvendiği subaylarından Mareşal Grouchy’e 24 bin askeri tahsis eder ve ”Von Blücher’i Waterloo’da görmek istemiyorum” diyerek emri çok açık şekilde iletir: ”Prusya ordusunu durdur.” Napolyon daha sonra Mareşali Grouchy’yi, Von Blücher Waterloo’ya gelmesin ve Wellington ile birleşemesin diye Von Blücher’in peşine gönderir. Ama tam da onun isteğinin tersine savaşın orta yerinde Von Blücher doğudan ordusuyla beliriverir. Daha da fenası Grouchy onu o sıralarda hala güneyde bir yerlerde ordunun üçte biriyle aramaktadır. Çok daha fenası ise Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur...
Von Blücher’in favori emri ‘’Vorwärts!’’ (ileri) dir. Bu yüzden kendisin “Mareşal Vorwärts” olarak tanınır. Öyle uzun ince planlamaya falan girecek zamanı yoktur. Von Bücher’in düşmanı gördüğünde “Merhamet göstermek yasak! Merhamet göstereni vurun! Vorwärts!” şeklinde savaş sanatına yaklaşımı Fransızlara Waterloo’da kötü bir sürpriz olacaktır.
Biraz önce bahsettiğim Ligny Savaşı, Waterloo’dan iki gün önce 16 Haziran 1815’te cereyan eder. Napoleon bu savaşı kazanır. Prusya ordusu 20 bin ölü ve yaralı vererek savaş meydanından ayrılır. Ancak büyük bir kısmı işler halde düzenli çekilmiştir. İki gün sonra bu birlikler Waterloo’da sürpriz bir şekilde ortaya çıkarlar. Ligny’de Prusya ordusunun çekilmesine izin verilmese, Waterloo’da iki gün sonra bir İngiliz yenilgisi çok muhtemeldir.
Waterloo Meydanı Fransız ordusuna dönük minik tepeler içermekteydi. Bu şekilde İngiliz ordusu Fransız bataryaları tarafından yıpratılamayacaktı. Wellington bunu hesaplar.
Yağmur
Napolyon, Waterloo meydanına vardığında bir gece önce patlayan fırtına ve sağanak, savaş alanını çamur deryası haline getirmiştir. Bu çamur da askerlerin ve özellikle topların ilerlemesini çok yavaşlatır. Napolyon fırsatı kaçırmamak için alışık olduğu üzere saldırı emrini vermek ister ancak mareşalleri Napolyon’u ikna ederek durdururlar. Bu sayede öğlen sıcağında çamur biraz kuruyuncaya kadar iki ordu birbirine öylece seyrederler.
Yağmur İngilizlere de çok yaramıştır zira Fransız Howitzer mermileri çamura gömülüp patlayınca şarapnellerini saçıp beklenen etkiyi verememiştir.
Hougoumont çiftliği
Savaş meydanının tam ortasında Hougoumont adında bir garip çiftlik evi vardır. Wellington’da savunma nedir bildiğinden içeri üç bölük muhafız ve bir bölük de Prusyalı tüfekçiler görevlendirir. Bu tüfekçiler yivli namlular kullandığından Hougoumont’u almaya gelen Fransızlara çok fazla kayıplar verdirirler. Hougoumont alınamadığı müddetçe de İngilizlerin siper aldığı yükseltinin yakınlarına gelme ve manevra yapma şansı kalmaz. Bu müstahkem mevki akşamüstüne kadar Fransız askerlerinin gelip gidip cesetler bıraktığı bir yere dönüşür. İki kere Fransızlar tarafından ele geçirilir ancak Buckingham Sarayı’nın meşhur muhafızları olan Coldstream Muhafızları tarafından tekrar alınır. Hougoumont, tarihte herhalde uğrunda en fazla insanın öldüğü bir çiftlik haline gelir.
Hougoumont üzerine baskı sürerken İmparator ilk dalga piyadesini İngiliz merkez cenahına gönderir. Fransız büyük bataryaları da bu sırada düşman merkezini dövmektedir. Ancak düzgün nişan almak için geride kalmışlardır. Wellington kısa mesafede çok yüksek yoğunluklu tüfek ateşiyle ön sıranın moralini yıkarak askerin çekilmesini sağlamakta; yaklaşan düşmanın gücünden ziyade moraline oynamaktadır.
Yine Von Blücher
Ancak bunlara rağmen Wellington çok iyi biliyordu ki Prusya orduları zamanında gelmezse direnemezdi. Wellington işte tam da orada ”Ya bir an önce gece gelmeli ya da Von Blücher gelmeli’’ diyerek Fransız süvarileri karşısında ne kadar zor durumda olduğunu belirtir. Ancak gece gelmeden önce imdada Von Blücher yetişir.
Napolyon bu sırada oturduğu yerden doğuda bir hareketlenme görür. Altıncı hissi ona gördüğü hareketin Prusya ordusu olduğunu söyler; haklıdır. Yaverine hemen Mareşal Grouchy’e topların sesine gelmesini yazdığı bir emri iletir. Nitekim Grouchy o sırada bir yerlerde hayali Prusyalıları kovalamaktadır. Emri akşam saat 18’e kadar alamayacaktır. Daha önce anlattığım gibi Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur...
İmparatorluk muhafızları ve savaşın sonu
Savaşın sonunda Napoleon elinde kalan son kartını oynar. O güne dek hiç yenilmemiş ve hiç kaçmamış imparatorluk muhafızlarını (Le Garde Imperiale) yedi tabur olarak savaşa sürer. Muhafızların görünmesi orduya yeni bir canlılık getirir. Zira yaşlı muhafızlar Napolyon’un çocukları gibidir. Kırk yaşın üzerindeki bu en deneyimli askerler yoğun tüfek ateşi altında İngiliz merkezine yüklenirler. İlk yarattıkları etki korkunçtur. Bombardımandan ve tüfek ateşinden bitap düşmüş olan İngiliz muhafızları geriye doğru çekilirler. Ancak Wellington tehlikeyi daha muhafızlar yürümeye başlarken görmüştür. Eli silah tutan herkesi meşhur yokuşunun arkasına silah doldurtup yere yatırır. Yaşlı muhafızlar merkezi kırdık sanarak yokuşu tırmanıp tepesine geldiklerine İngilizler ayağa kalkarak çok yoğun bir yaylım ateşiyle ilk gelen sırayı düşürürler. Muhafızlar direnir ancak ilk anlık şaşkınlığı üzerlerinden atamazlar. Çok yoğun zayiat verip çekilmeye başladıklarında Fransız ordusunda moral sıfıra iner. Zira yaşlı muhafızların kaçtığını daha gören duyan olmamıştır. Onlar da kaçıyorsa bu iş bitmiştir diye düşünülür.
Muhafızlar kaçmaya başladıkları zaman Wellington, atı Copenhagen’in üzengileri üzerinde doğrulur, şapkasını çıkarıp öne arkada sallar ve hücum işareti verir. Birleşik Prusya, Hollanda ve geriye ne kaldıysa İngiliz ordusu, Fransız ordusuna son bir hücuma kalkar.
Savaşın hemen sonunda İngilizler kaçmayan ancak teslim de olmayan yaşlı muhafızlara artık savaşın bittiğini, silahlarını indirmelerini telkin eder ancak muhafızlar ölmeyi seçer. “La Garde meurt, elle ne se rend pas!” (Muhafız ölür teslim olmaz) diyerek silahlarını İngilizlere doğrultur, vurulurlar. Tüm bu olanları uzaktan izleyen Napolyon’un ise ağladığı ve şöyle dediği rivayet edilir: “Kendimden başka hiç kimse düşüşümden sorumlu değildir. Ben, kendimin en büyük düşmanı, felaketli kaderimin nedeniyim.”
Fransa böylece yenilir.
Napolyon’un sonu
Fransız ordusu, 51 bin kişiyle geldiği meydanda 28 bin ölü ve yaralı, 8 bin esir ve 15 bin kayıp bırakır. İngilizler ve müttefikleri Hollandalılar 17 binlik ordularından 3500 ölü, 10.200 yaralı, 3300 kayıp verirler. Prusyalıların 7 binlik kolordusunun 1200’ü ölü, 4400’ü yaralı, 1400’ü kayıptır.
Savaş İmparatorluk Fransa’sının sonudur. Napolyon birkaç çekilme harekâtıyla Paris’e kadar ulaşmış, daha sonra teslim olmuş ve İngiltere’ye götürülmüştür. Ancak karaya çıkmasına izin vermezler. Gemide bir süre tuttuktan sonra artık asla kaçamayacağı bir yere, Atlantiğin ortasındaki herhangi bir kara parçasına en uzak olan adaya, Saint Helena’ya sürerler.
St. Helena adasında sürgündeyken, İngiliz basınının kendisi hakkındaki yazdıklarını öğrenmek için İngilizce öğrenir.
1821 yılına gelindiğinde Napolyon hala eceliyle ölmeyince İngiltere Kralı 4.George’un bizzat emriyle zehirlenerek öldürüldüğü rivayet edilir. Onun esir halinden bile İngilizler korkmuşlardır. Zaten 19 yıl sonra 1840 yılında Fransızlar, Napolyon’un naaşını almak için adaya gidip de mezarını açtıklarında naaşın hiç bozulmadığı fark ederler ve vücudunda yoğun şekilde arsenik olduğu tespit edilir.
Ancak bu rivayet kuşkuludur. Araştırmacılar, imparatorun saçlarındaki zehir oranının şu anki standartların 100 katı olduğunu, ancak o dönem için bu durumun alışılmadık olmadığını belirtirler. Çünkü o dönemde arsenik her yerde yaygın olarak kullanılır, örneğin arsenik, sıvı ilaçlarda ya da yapıştırıcı maddelerde kullanılır, ayrıca bağcılar fıçıları temizlemekte bu zehirden yararlanırlar. Otopsiyi yapan Napolyon'un doktoru Francesco Antommarchi, imparatorun mide kanserinden öldüğünü söyler. .
Napolyon'un cenazesi 1840 yılında Paris'e getirilerek Paris'teki Fransız ordusuna ait asker mezarlarının bulunduğu İnvalides'e gömülür.
Fransız siyaset adamı, dışişleri bakanı ve 1815 Viyana Kongresi'nin mimarlarından olan Talleyrand anılarında Napolyon’un son sözlerinin ‘’Josephine’’ (sevgilisinin adı) ve ‘’Grande Armée’’ (Fransız Ordusu) olduğunu yazar. (''Balyoz'' ve ''Ergenekon'' kumpaslarıyla ve ''FETÖ'' ihanetiyle kendi ordusunu tarümâr edenler bu sözden hiçbir şey anlamazlar tabii ki!)
Hstory Channel’de yayınlanan Waterloo belgeselinde şöyle deniyor: "Napolyon, kıyaslandığında Büyük İskender, Büyük Frederik, Sezar ve Hannibal'den daha fazla savaş görmüş ve kazanmış biri, ama biz onu sadece Waterloo ile hatırlıyoruz, ne büyük bir trajedi."
Waterloo öncesi Fransa aslında Prusya, İngiltere gibi büyük devletlere barış ilan etmişti, ancak hiç biri bunu kabul etmedi, hepsinin isteği Napolyon belasından sonsuza dek kurtulmaktı. İngiltere, Prusya ve İsveç hemen birleşti, bu orduların başına da Napolyon'dan en fazla nefret eden adamları; Wellngton Dükü Arthur Wellesley’i, Prusyalı General Von Blücher’i ve İsveç'ten Napolyon'un kişisel düşmanı Bernadette’yi getirildiler. Zor durumdaki Napolyon yine de bir savunma savaşı düşünmedi, ona göre savaşı kazanmanın en iyi yolu ne olursa olsun hücum etmekti. Napolyon askerî alanda bir hücum ustasıydı, buna karşın Wellngton dükü başarılı bir savunmacı… Ama sonuç böyle tecelli etti işte.
Napolyon neden yenildi?
Napolyon neden yenildi sorusuna cevap bulmak da 1815’ten bu güne her tarihçinin uğraşısı haline gelmiştir. Böyle yenilmez bir adamın ne olursa olsun bu şekilde hüsrana uğramaması gerekirdi? Elbette Napolyon'un bu savaşı kaybetmesinin bazı nedenleri vardı, işte bu nedenler de şöyle sıralanıyor:
Kimi tarihçiler Napolyon’un savaş sırasında müthiş mide ağrısı çektiğinden bahsederler. Onlara göre Napolyon midesinden yıllarca rahatsızlık duyuyordu. Hatta Napolyon basurdu. Napolyon savaş günleri yürümeyecek, hareket edemeyecek kadar ağrı çekiyor, buna rağmen savaş yönetmek, saatlerce at üstünde koşturmak zorunda kalıyordu. Bu rahatsızlıklar ve özellikle basur nedeniyle Napolyon at üzerine binip ordusuna etkili şekilde tesir edemiyordu. Ancak bu neden tek başına yeterli bir neden değildi…
Çoğu tarihçilerin hemfikir olduğu bir neden de Napolyon’un, yerler çamurlu ve elverişsiz olduğunu görerek topların geçemeyeceğini ve etkili olamayacağını düşünerek yarım gün bekleyip zaman kaybetmiş olmasıydı. İşte bu zaman, İngiliz-Prusya ordusunun birleşmesini sağlamıştı…
Ancak yenilginin en büyük nedeni çok daha başkaydı…
Napolyon, Rusya hezimetinin ardından tutulduğu Elbe adasından kaçtıktan sonra iktidarı tekrar ele aldığında, aslında savaş Napolyon'un düşünmesi gereken son şeydi. Fransa’nın mali durumu çok kötüydü. Ordu ise savaşa hiç de hazır durumda değildi. Ancak Moskova Fatihi Napolyon elde ettikleriyle yetinmedi, düşüşte olduğunu kabullenmedi, tekrar yükselişe geçmek istedi, tekrar tüm Avrupa’ya kafa tuttu.
Napolyon artık eskisi gibi de değildi. Napolyon’un kibri savaşı kaybetmesinde en büyük etken olduğu değerlendirilir. Napolyon artık sinirli, kibirli ve gergindir. Kararlarında bazen çıldırmış bir ruhtan kesitler görülür. Napolyon bu nedenlerle kendisini odaklandığı muharebeye ve hazırlıklarına veremez hale düşer. Napolyon’un kibri, siniri ve gerginliği emrindeki generallerin ahengini ve dengesini bozar. Generallerinin Napolyon’u hoşnut etmek için sarf ettikleri telaşlı çaba kötü kararlar almalarına ve yanlış stratejiler seçmelerine yol açar... Askerler, özellikle Mareşal Ney, onun savaşı yönlendirmediği zamanlarda verdikleri başarısız ve riskli emirlerle ordunun telef olmasını sağlar. Bu şekilde bu generaller ordunun manevra kabiliyetini çok azaltırlar. Askerler ayrıca Napolyon’un bu tavırları nedeniyle imparatorlarına eskisi kadar bağlılık duymazlar. Rusya hüsranının da etkisiyle orduda artık eski kendine güven de kalmamıştır.
Tabii hep kaybeden Napolyon tarafından bakmayalım. Napolyon’un karşısında diğer tarafta da bir savunma dehası Wellington vardır, Braunschweig askerlerinin destansı savunması vardır, savaş alanının tam ortasında bir Hougoumont Çiftliği ve bu çiftliği savaş öncesinde çok iyi tahkim eden Wellington’un dehası vardır.
Yani sebep çoktur. Zaten tek bir sebepten olması da beklenemez. Ne yani koca Avrupa’nın kaderini kökten değiştirecek bir savaş, Napolyon’un basuru yüzünden mi kaybedilmiştir?
Sebepler çok ancak ben bilirsiniz şiirleri çok severim. Napolyon’un yenilgisinin sebebini yine bir şiirle bitirelim. Victor Hügo Sefiller’de bu sebepleri tam da burnundan kıl aldırmayan bir Fransız’a özgü kibir ve gururla savaşı da özetleyerek şöyle yazardı:
‘’Napoleon neden yenildi?
Ortalığı bataklığa çeviren lanet yağmur yüzünden mi?
Ordusu kalmayan, teslim olmak üzere olan Wellington yüzünden mi?
Savaşa gelmeyen, hiç savaşmayan Blücher yüzünden mi?
Hayır.
Tanrı yüzünden!
Waterloo’dan galip ayrılan bir Bonaparte….’’
Waterloo’dan günümüze
Wellngton dükü Napolyon'u yendikten sonra büyük sükse yaptı. Napolyon'a olan kini öylesine büyüktü ki, onun metreslerini bile topladı, siyasete atılıp İngiltere başbakanı oldu. Blücher en büyük düşmanını yok etmenin zevkiyle üç yıl daha yaşayıp öldü. Napolyon ise Rusya'yı, Osmanlı İmparatorluğu’nu, İngiltere’yi, tüm Avrupa'yı, Afrika’yı istila etmek hülyalarıyla başladığı atılımını sürgünde, zalim İngiliz valisinin kendisine göz açtırmadığı bir adada, yaşlı, hasta ve yatalak bir eski imparator olarak tamamlamış oldu.
Yazıma son vermeden size halen birisi Londra’da diğeri de Paris’te bulunan iki garın ismini vereceğim. Londra’dakinin ismi ‘’Wateloo Garı’’, Paris’tekinin ismi ise ‘’Austerlitz Garı’’dır. (Napolyon Savaşları'nın ilk muharebesi olan ve Napolyon Bonapart'ın kesin zaferi ile sonuçlanan savaşın adıdır Austerlitz.) Anlıyorsunuz değil mi?
Gelelim Waterloo Savaşı’nın günümüzle olan ilişkisine… Bunu da büyük tarihçi İbn-i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde söylemişti zaten: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer...” Askerlik sanatı sadece askerleri ilgilendirmez... Şirketlerden ticarete, sanayiden ekonomiye, futboldan siyasete her kurum ve kişiyi ilgilendirir.
Artık bu geçmişin kime ve neye benzediğine de siz karar verin!
Osman AYDOĞAN
Abba, Waterloo:
https://www.youtube.com/watch?v=Sj_9CiNkkn4
Iced Earth, Waterloo:
https://www.youtube.com/watch?v=FQv2cGp75PM
Sergei Bondarchuk’un ‘’Waterloo’’ filminden kısa bir bölüm:
https://www.youtube.com/watch?v=7vlcuvrM1po
Ve bir son not: Bu yazımı okuyan okuyucularım arasında asker kökenli olup da mekteb-i harbiyede ve erkân-ı harbiye mektebinde harp tarihinin tahsilini yapan okuyucularım da var... Onlara bir sorumdur: Sahi sizlere bu mekteplerde Waterloo’nun nesini okutmuşlardı?
Napolyon'un sözleri
Konuyu dağıtmamak için Napolyon'un kayda değer çok sözü olmasına rağmen önemli gördüğüm sözlerini buraya aldım...
Napolyon’un askerlikle ilgili sözleri:
‘’Düşman tesiri altındaki bir komutanın vereceği emir yoktur, kim ona uyarsa suçludur.'’
‘’Bir asker bir parça renkli kurdele için uzunca süre özveriyle savaşır.’’
‘’Savaşta ahlak olmaz.’’
‘’Her zafer zafer değildir, her yenilgi de yenilgi değildir.’’
"Savaşın bir gününü görseydiniz, bir diğerini görmemek için tanrıya yalvarırdınız."
‘’Düşmanınızı asla hata yaparken rahatsız etmeyin.’’
''Tanrı her zaman daha fazla cephanesi olan tarafın yanındadır.''
‘’Ordular midelerinin üzerinde yürür.
Napolyon’un diğer sözleri:
"Ahlakın olmadığı yerde kanun bir şey yapamaz."
‘’Lider umut dağıtandır.’’
‘’Aşka karşı kazanılabilecek tek zafer kaçıştır.’’
‘’En güzel savaş, insanın kendi öz varlığı ve tutkularına karşı giriştiği uğraştır.’’
‘’Alkış, oy değildir.’’
‘’En büyük suç umutsuzluktur.’’
‘’Güç ortaya çıkınca kanunlar zayıflar.’’
‘’Hayata olan bağlılık kesildikçe ölüm gelir.’’
‘’Konuşmalarıyla dalkavukluk yapan insan iftira atmaktan da çekinmez.’’
‘’Beni sevmenizi değil, bana canla başla hizmet etmenizi istiyorum.’’
"Yukarı çıkarken durulabilir, ama aşağı inerken asla."
‘’İnsanlar çıkarları için, hakları için olduğundan daha gayretli savaşır.’’
"Din, sıradan insanları sessiz tutmak için mükemmel bir araçtır."
"Toplum servet eşitsizliği olmaksızın ve servet eşitsizliği de din olmaksızın var olamaz."
''Aptallık siyaset için bir handikap değildir.''
‘’Üç gazete beni yüz sancaktan daha çok korkutur.’'
"Öfkelenmeyecek kadar güçlüyüm."
"Devletimizin zenginliği eninde sonunda matematiğin ilerlemesine bağlıdır."
''Seninle aynı fikirde olmadıklarını söyleyenlerden korkma, seninle aynı fikirde olmayıp ta bunu söyleyecek cesareti olmayanlardan kork.''
‘’Dünya çok acı çekiyor. Ama kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden.’’
İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının müsebbipleri kimlerdir?
06 Haziran 2018
Dünkü yazımda İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının bir sebep değil bir sonuç olduğunu iddia ederek tarihi müsebbiplerinin; bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunan ve “insan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı olamaz.’’ diyen İbn-i Rüşd’ün peşinden gitmeyip “akıl, inanca ters düşemez” diye fetva veren Gazali’nin peşinden gidenle olduğundan bahsetmiştim...
Gelelim bu sefer de İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının diğer müsebbiplerine…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dışarıda, Papaz Pierre L’Ermite’nin, Gautier’in, Louis’in, Konrad’ın, Friedrich Barbarossa’nın, Philippe Auguste’nin, Richard’ın, Heinrich’in, Andrias’ın, Frederich’in, St. Louis’in, Bush’un, Obama’nın ve Trump’ın müttefikleri olurken, İçeride; Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda gidenlerdir…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Rahimi, Hüdayı, Settarı, Rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerdir…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelenlerdir. İnsanlarımıza İslam’ın şartları diye; Kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı, İmanın şartları diye de Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, Ahiret gününe ve kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı öğretip ancak bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmeyenler, öğretemeyenlerdir. İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmayanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; İslam'ın ahlak boyutunu unutup, onun yerine haramı, kul hakkı yemeyi, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmayı, hırsızlığı, yolsuzluğu, kumpası, fitneyi, riyayı, yalanı, dolanı, namussuzluğu, sabilere tecavüzü, lüksü, israfı, sefahatı, kini, kibiri ve nefreti sanki İslamda günah değilmiş gibi, hatta hatta İslam’ın gerekleriymiş gibi algılatanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; eğitim sisteminde müfredata astronomi ve biyoloji gibi fen bilimleri ile antropoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimleri koymayanlardır, bilimsel gelişmeleri takip etmeyenlerdir. İnsanlarının inandıkları yerleşik atalar dinini sorgulanıp yerine Allah’ın dinini ikame etmeyenlerdir. İslam’ı vahiy merkezli, hikmet boyutuyla anlamaya ve anlatmaya çalışmayanlardır, anladıklarını da çağımızın ihtiyaçlarına, çağımız insanının idrakine göre anlatmayanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Hz. Muhammed’i yaşadığı toplumun örf ve adetlerine göre taklit edilmesi gereken bir tarihsel kişi olarak ve Hz. Peygamberi Kur’an ahlakını örnekleyen bir insan olarak anlayıp onu günümüze taşıyıp anlatmayanlardır, İslam’ı iman ve ibadet edilerek yaşanan bir ahiret dini olarak anlayıp, İslam’ı önce zihinde sonra da dünyada yaşanan bir ahlak dini haline getirmeyenlerdir...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; sosyal barış, sosyal adalet, çevre sorunları, açlık sorunları, özgürlükler, kadın hakları, ötekinin hakları gibi sorunlara İslam’ın çözüm önerilerini üretip de anlatmayanlardır, her türlü ayrımcılığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürüye karşı Hakk’ın sesi olup, güçlüden ve ezenden değil haklıdan ve ezilenden yana olmayanlardır...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; domuz eti yemeyip ama çok rahatça kul hakkı yiyenlerdir, çok kolayca haram yiyenlerdir…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Peygamberlerini değil şeyhlerini, şıhlarını dinleyenlerdir...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunup, asılsız kutsallıklar üreterek aslında kendi din ticaretleri için müşteri ve kendi siyasetleri için oy artırımı peşinde olanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yalanı, dolanı, iftirayı, hileyi, hurdayı, hırsızlığı, arsızlığı, hukuksuzluğu, kumpası, hoşgörüsüzlüğü, kof bir gururu, cehaleti, karanlığı, kini ve nefreti kendisine rehber edinenlerdir…
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; kendi çıkarları için toplumlarının feodal yapılarını, orijininden sapmış dini inanışlarını, mezhep kavgalarını, kadına bakış açılarını, otoriter eğilimlerini, güce olan sevgi ve biat anlayışlarını koruyarak, toplumun sosyal hayatını, insanlarının uzlaşma ve işbirliği yeteneğini geliştirmeyenlerdir. .
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; hurafelerle beslenip, bilgi, eğitim, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk ve adalet gibi toplum bilincine yerleşmiş açık kavramlar ile yerleşik kurumlar, kurallar, kaideler ve teamülleri yeterince geliştirmemiş olanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarıni, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi, bir dirhem ümidi çok görenlerdir...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dini sığlaştırarak sadece melankoli, sadece menkıbe, sadece gözyaşı, sadece ötekileştirme ve sadece öfke olarak anlayarak ve de anlatarak kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin gelişmesine engel olanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; manevi evreni koskoca bir morga benzeterek İslam dinini sadece melankoli ve gözyaşı olarak takdim edenlerdir.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarını cehennem, zebani ve cahim ile korkutup, akılcı ve insancıl değerler, zihin özgürlüğü ve insan onuru gibi kavramlar ile beslenmeyenlerdir.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; çocuklarının beyinlerine; Allah sevgisi yerine, cahim, cehennem, Azrail, zebani, azâp, şeytan, günah, kâfir ve cin kavramlarını şırınga edenlerdir.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarına ezber, itaat ve biat kültürünü hâkim kılarak, bunan yerine tartışma ve sorgulama kültürünü oluşturmayanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; politikalarını ilkeler ve ülküler için değil, çıkarlarının ve güçlerinin mücadele aracı olarak kullananlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; zekâ yerine şark kurnazlığını, dürüstlük ve liyakat yerine sadakati, görev yerine itaati, hak yerine gücü kullananlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve estetik gibi kavramlarını rakipleriyle rekabet edebilecek seviyeye ulaştıramayanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; eğitim, disiplin ve ahlak adına insanlarının yaşama sevincini budayanlardır, ciddiyet adına insanlarına suratlarını asanlardır, kadınlarını gelenek adına aşağılayanlardır, onları cinsel obje olarak görenlerdir, onları baskı altına alanlar, tekmeleyenler, hor görenler, yetmedi onları katledenlerdir. .
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yaşamı ve hayatı değil de ölümü yüceltenlerdir, sevgiyi; Hak'ka, hakka, hukuka, doğruya değil de güce biat ettirenlerdir, güçlü olup da her zaman için ve her yerde haklı çıkanlardır.
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yetersizliklerinin, yeteneksizliklerinin ve kötü yönetimlerinin nedenlerini kendilerinde aramayıp hep dış mihraklarda ve komplo teorilerinde arayanlardır...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; toplumlarını kadınsız, eğitimlerini bilimsiz, zihinlerini ve düşüncelerini tutuklu, hukuklarını bağımlı, basınlarını yandaş ve âlimlerini dalkavuk haline getirenlerdir...
İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dünya hayatını sekülerleştirieceklerine, din hayatını sekülerleştirip onu magazine dönüştürenlerdir.
Kısacası İslam Dünyası’nın geri kalmasının asıl müsebbipleri; aklını kullanmayanlardır. Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu dünyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)
Bugünkü İslam Dünyası’nın geri kalması bir sonuçtur ve müsebbipleri de tüm yukarıda anlattıklarımdır…
Müsebbipleri ortadan kaldıramazsanız sonuçları da ortadan kaldıramazsınız ve bir bin yıl daha geçse bu dünyayı geri kalmaktan kurtaramazsınız…
Osman AYDOĞAN
İslam Dünyası'nın geri kalmışlığının tarihi kökenleri
05 Haziran 2018
19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin en önemli devlet adamlarından, yazar, şair ve devlet adamı Ziya Paşa’nın (1829-1880, asıl ismi Abdülhamid Ziyaeddin) 1870 yılında yazdığı çok güzel bir gazeli vardır. Gazel şöyle başlardı:
‘’Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm’’
(Kâfirler -Batı- diyarını gezdim, gelişmiş yerleşim yerleri gördüm
İslam topraklarını dolaşığımda da sadece viraneler gördüm.)
Gerçekten de Ziya Paşa, Sultan Abdülaziz döneminde Avrupa'ya kaçarak Genç Osmanlılar arasına katılır. Hemen hemen tüm Avrupa’yı görür. Görevleri nedeniyle Şark’ı da bilir.
Bana da kısmet olmuştur, Ziya Paşa’dan tam 150 yıl sonra Almancam sayesinde diyar-ı küfrde hemen hemen görmediğim ülke kalmadı, orada yaşadım, orada beldeler, kâşeneler gördüm. Arapçam sayesinde de mülk-i İslam’da kısa da olsa Şam’ı, Kahire’yi, İskenderiye’yi gezdim, oralarda da bütün viraneler gördüm…
Aradan 150 yıl geçse de gördüm ki değişen bir şey yoktur… İslam Dünyası’nda günümüzde sadece viraneler, sadece yoksulluklar yoktur… Günümüz İslam Dünyası’nda ayrıca savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır.
Peki, bu neden böyledir? İslam Dünyası neden geri kalmıştır? İslam Dünyası'nda bugün neden savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır?
‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… Ben de biliyorsunuz çok sık kullandığım bu iki düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim... Bu sitede sizlere daha yakın zamanda Kudüs konusunu anlatacağım diye teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı, Delilah (Dilayla)'ı anlatmaya çalışmıştım...
Bu sefer de, o kadar değilse bile bir bin yıl geriye giderek diyar-ı küfrü ve mülk-i İslam'ı sadece gören, gezen ve oralarda yaşayan birisi olan değil aynı zamanda bu konuda mürekkep yalamış birisi olarak da İslam Dünyası'nın neden geri kaldığını, İslam Dünyası'nda bugün neden savaş olduğunu, neden kan, gözyaşı ve işgal olduğunu, huzursuzluk olduğunu anlatmak istiyorum…
Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmasının en başta gelen sebebi: İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) egemen olmasıdır diye değerlendiriyorum…
İşte bu yazımda da anlatmak istediğim konu bu konudur; Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki tartışma ve bu tartışmanın İslam Dünyası'na olan etkisidir...
Gazalî 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak) “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için (!) akılcı gidişi önlemeye çalışmıştır.
Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli kitabında şöyle yazar: “…Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Allah’ı akıl ile açıklamaya çalışmak, Allah’ı yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Allah’ın iradesini yadsıma sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkânsızdır.”
Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatmıştır. İmam-ı Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.
Gazalî, “İhya’u Ulumid-Din” (Din Bilimlerinin Dirilmesi) (Hikmet Neşriyat, 2012) kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia etmiş, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunmuştur. Gazalî kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenir: “Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.” Gazalî, bu eserini dört cilt hâlinde düzenlemiş, ciltlere sırasıyla İbadetler (İbâdât), Âdetler (Âdât), Helak Edici Hususlar (Mühlikât) ve Felaha Erdirici Ameller (Münciyât) adlarını vermiş, her bir cildi de on konu hâlinde işlemiştir.
Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’sında (Say Yayınları, 2013) geçen düşünceleri de eleştirir. Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka Tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır.
İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) (Bordo Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Felsefe, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, hadis, vahiy) de uygundur.’’
Gerçekte de İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.” “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.” “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.” “Bir saatlik tefekkür – düşünüş - 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır” gibi İslam’ın bilim ile çatışmadığını, evrensel bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)’in hadisleri vardır.
Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir; ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler’’. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986)
Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün belirttiği gibi; “Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme, mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygun düşer.” (Ord. Prof. Enver Ziya Karal, -1923-01- Fatih Özdemir Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 1990, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II ) sözü ışığı altında İslam dinin akla ve bilimsel faaliyetlere önem verdiğini görmekteyiz.
Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir.
Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilmektedir. İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybetmiştir. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi desteklemişler, İbn-i Rüşd’ü ise ihmal etmişlerdir. İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri Gazalî’yi desteklemişlerdir çünkü Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.
Ancak İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilmektedir.
Harun Reşit, oğlu Memun ve Mutezile (Mutezile mezhebi: Sorunları akıl ve mantık yoluyla çözmeyi esas alan bir mezhep) döneminde doruğa çıkan Doğu'nun Rönesansı olarak tanımlanan Abbasi aydınlanması gerçi Moğol istilası ile sona ermiş ancak ne yazık ki bu coğrafyada Gazalî etkisiyle yeni bir aydınlanma dönemi başlayamamıştır.
Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olmuştur. Öyle ki Fatih İstanbul’u kuşatması esnasında sur önlerinde top döktürecek kadar ileri teknolojiye sahipken 1529’da bu teknoloji kaybolmuş o Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Anadolu’dan Viyana’ya öküzlerle top çekmek zorunda kalmıştır. (1683’de de aynısı tekrarlanmıştır) Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulmuş, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilmiş ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin en başında gelmiştir.
Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilmiş ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatmıştır. Özellikle Ortaçağ çalışmalarıyla ünlü, İslam tarihi ve Haçlı Seferleri üzerine eserleri olan Fransız Marksist tarihçi Claude Cahen (1909 -1991) bir eserinde şunları yazar: “Batı dünyası İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd ile düşünmeyi öğrenmiş olduğunu asla unutmamalıdır... Kurtuba Camisi olmadan Fransa’da Le Puy Katedrali tasarlanamazdı.”
İslam dünyası ve özellikle o dönemin lideri olan Osmanlı da anlatıldığı gibi Gazalî''nin etkisiyle ne Abbasi aydınlanmasını takip edebilmiş ne de 14. yüzyılda başlayan bu Avrupa Rönesansını yakalayabilmiştir. Osmanlı da bu nedenle bilimle, teknolojiyle, sanatla, felsefeyle pek bir ilişki kurmamıştır. Osmanlı ne Abbasi döneminde İslamın altın çağında yetişen bilginlerden, astronomlardan, felsefecilerden, matematikçilerden, güzel sanatçılardan, botanikçilerden, mekanikçilerden bir tanesini bile yetiştirebilmiş ne de çağında Avrupa Rönesansını yaşarken bu rönesansın yetiştirdiği Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat, bilim ve düşün dünyasının yapısını tanıyabilmiştir.
Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gitmiştir. Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanmıştır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Denilebilir ki Mustafa Kemal Atatürk İbn-i Rüşd’ün manevi öğrencisidir. Ancak tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde, o da Türkiye’de kazanan İbn-i Rüşd'ün bilimsel düşüncesi Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından sonra ne yazık ki cehalet, taassup ve Batı'nın jandarmalığı nedeniyle kesintye uğramıştır.
Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD, Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (11. yüzyıl) olmuştur. Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir.
2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlandı. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son 1000 (bin) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade etmiştir: “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.)
O günden (1100-1200) bugüne; İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve -her ne kadar yanluş anlaşılsa da- İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramamıştır.
Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam Dünyası'nı 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcileri de olmamıştır. Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının Thomas Hobbes, Baruch Spinoza, Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville, Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam coğrafyasında olmamıştır. Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam coğrafyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı.
Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir. 1970’lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ABD güdümlü ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler içeride işbirlikçiler, eşbaşkanlar bulunarak uygulamaya konulmuştur. Bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir.
Bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar İslam coğrafyasında siyasi iktidarlar yerli Müslüman işbirlikçilerin ve eşbaşkanların desteği ile emperyalistler tarafından parçalanarak bu ülkelerdeki devlet kapasitesi çökertilmiştir. Bu coğrafyada paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta El Kaide, El Nusra gibi radikal dinci çeteler, IŞİD gibi terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye kalkışmışlardır. Bu sefer de İŞİD ile mücadele bahanesiyle emperyalist devletler bölgeye girmişler ve mezhep ayrımı da tetiklenerek bütün bölge bir kan gölüne, bir ateş topuna çevrilmiştir. . Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi İslam coğrafyasının da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler. Yine yaratılan bu ortamda İsrail'e çevresinde dikensiz gül bahçelerinden oluşan bir coğrafya sunulmuştur.
Gerçi ayrı bir konudur ama böylesi bir ortamda Kudüs'ün neden şimdi İsrail'in başkenti ilan edildiğini ve ABD elçiliğinin neden şimdi Kudüs'e taşındığını sormak ve bundan şikâyetçi olmak herhalde bu tablonun müsebbiplerine hiç düşmemektedir.
Sonuç olarak;
İslam Dünyası'nın Batı karşısındaki bu gerileyişinin mevcut siyasal, ideolojik, sosyolojik, etnik ve mezhep kavgalarının ve ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer ve bir sonuç olduğu düşünülmektedir.
Gazalî’den bugüne İslam dünyası, dünya mutluluğu peşinde değildir, öbür dünya mutluluğu peşindedir. O günden bugüne İslam’ın yatırımı bu dünyaya değil öbür dünyayadır. Batı medeniyetinde bu dünya vardır, bu dünyanın nimetleri olan; bilim, sanat, edebiyat, şiir, resim, refah, neşe, mutluluk vardır. Ne yazık ki Gazalî’nin İslam dünyası böyle bir refah toplumu öngörmemektedir. İşte tam da bu nedenle Gazalî düşüncesinin hâkim olduğu İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ufku, amacı ve ideali yoktur, ihtimali de yoktur.
Bu nedenle de Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu coğrafya, o günden (11. yüzyıl) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle insanlarının birbirini boğazladığı bir mezbahana haline gelmiştir.
Anlatmaya çalıştığım bu sebeplerin sonucu olarak bu coğrafyada bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı ilkesiz ve ülküsüz siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı olduğunu yaşayarak görmekteyiz...
İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov’un bir tespiti vardır: ‘‘Terör; yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Emperyalist güçler bu coğrafyadan elini çekmediği, İslam coğrafyası da emperyalizme alet olmadığı, İslam coğrafyasının metafiziğin dipsiz kuyularından ve mezhep kavgalarından kurtulup bilime ve akla yönelmediği, bu coğrafya halklarının etnik tuzaklardan uzaklaşmadığı ve sonuçta bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmediği sürece bu tespit doğrultusunda bu coğrafyada terör yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörü olmaya ve bu coğrafya bu ateş çemberi içinde cayır cayır yanmaya devam edecektir...
Bu coğrafyada barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve çatışma kültüründen uzaklaşarak uzlaşı kültürüne geçerek bu coğrafya ülkeleri ve insanları arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesidir.
Bir de bu coğrafyanın manevi evrenini koskoca bir morg olmaktan çıkarmak için insanlarına yaşama sevincini aşılamak ve insanlarını “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” gibi kavramları ile beslemek gerekmektedir.
Bütün bunlar olduğu takdirde Hz. İbrahim’in bir ateş çemberi içine atılmışken birden yeşil çimlere düştüğü gibi bu coğrafya da ancak o zaman bir cennete dönüşecektir.
Bu ateş çemberinden kurtuluşun bundan başka seçeneği ve çaresi de yoktur. Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmış olması bir sonuçtur. Ve sebepler ortadan kalkmadan bin yıl da geçse sonuçlar değişmeyecek ve bu dünya bu geri kalmışlıktan ve bu ateş çemberinden kurtulamayacaktır.
Yazımın girişinde Ziya Paşa’dan bahsetmiştim ya! Yazımın sonunda da yine ondan bahsedeyim... Ziya Paşa sürgünden döndükten sonra, önce Suriye, sonra Konya ve 1878 yılında da Adana Valiliğine atanır. Ölümüne kadar geçen sürede de Adana Valisi olarak görev yapar. Ziya Paşa Adana valisi iken kendisi hakkında aşağıdaki hikâye anlatılır.
1879 yılında Çukurova’da ortalığı kasıp kavuran bir kuraklık hüküm sürer. Ekinler kurur, sebze ve meyve bahçeleri kuraklıktan ürün vermez olur. Çiftçi, tüccar bir grup Adanalı eli böğründe perişan bir durumda müftüye giderek yağmur duasına çıkılmasını isterler. Müftü efendi de durumu arz etmek ve izin almak üzere Vali Paşaya sorar; ‘’Paşa hazretler nasip olursa yarın Cuma namazını eda eyledikten sonra cemaatle birlikte topluca duaya gideceğiz. Zat-ı Devletleri de buna iştirak etmeyi düşünürler mi?’’ Ziya Paşa müftü efendinin bu teklifini alır almaz ayağa kalkar ve konağın penceresinden aşağıda gürül gürül akan Seyhan nehrini seyre dalar. Sonra da müftü efendiye dönüp şöyle söyler; ‘’Baka müftü efendi, ben Cenab-ı Hakkın huzuruna yağmur istemek için çıkmaya hayâ ederim. Utanırım. Hemen yanı başımızda koca bir ırmak akıyorken, onun kenarında durup yağmur duası yapmak ne ola ki. Hak teâlâ benden bunun hesabını sormaz mı? Yarın Ruzi- Mahşer’de bana ‘Ey Ziya, önündeki nimeti görmezden gelip sen ne yüzle karşıma çıkıp yağmur dilersin’ demez mi? Yok müftü efendi yok. Beni mazur gör. Rabb-ül Alemin’im huzurunda beni rüsva eyleme.’’
Aslında buraya kadar uzun uzun anlatmak istediğimi Ziya Paşa'nın bu hikâyesi açık ve net bir şekilde özetliyor...
İbn-i Haldun; “Coğrafya kaderdir” derdi… Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck de; ‘’Kaderinden şikâyetçi olan, kendi beceriksizliğinden de şikâyetçi olmalıdır.’’ derdi… Bu coğrafya bize kaderdir diye şikâyetçi olacaksak eğer öncelikle aynaya bakarak Maeterlinck’in dediği gibi kendi beceriksizliğimizden şikâyetçi olmamız gerekecektir! Zira Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu coğrafyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)
Anlıyorsunuz değil mi?
Osman AYDOĞAN
Etnik ve folklorik bir kimlik olarak Moğollar
03 Haziran 2018
Dünkü yazımda Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında 1473 yılında yapılan Otlukbeli Savaşını anlatırken Ilısı Barajının yapımı nedeniyle su altında kalacak olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırıldığı türbenin taşınmasından yola çıkarak şu iki soruyu sormuştum: ''Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir?''
İkinci sorum da şu idi: Otlukbeli Savaşı birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Hristiyanlar ile, Batı ile olan savaşları mı olmak zorundaydı?
İşte bu iki sorunun cevabını da Moğollar üzerinden vermek istiyorum...
Cengiz Han tarafından 1206 yılında kurulan Moğol İmparatorluğu 1294 yılına kadar yaşar. Kısa zamanda her yönde genişleyip, dünyanın %22'sine yayılıp, 34 milyon km2’ den fazla bir alanı kapsayarak ve tarihin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğu olurlar. En geniş döneminde 100 milyondan fazla kişiyi topraklarında barındırır. İmparatorluğun bu denli geniş olması ile Batı ile Doğuyu birleştirmiş, bu sayede İpek ve Baharat yollarında ticaret yapmak güvenli olmuş ve Pax Mongolica denilen barış dönemini başlatmıştır. Cengiz Han zamanındaki Moğol Ordusu dünyadaki en organize ve en disiplinli ordu haline gelmiştir. Moğol ordusu da tarihteki önemli ordular arasında sadece atlılardan oluşan tek orduydu.
Moğollar, yüzyıllarca Türklerle yan yana yaşamışlar ve bunun sonucu olarak da Türk kültür ve medeniyetinin etkisinde kalmışlar ve zamanla Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır. Orta Asya’da halen Cengiz Han ve hanedan üyeleri Türk olarak kabul edilir. Türklükle Moğolluk tarihsel, coğrafi, kültürel olarak çok geçişlilik arz ettiği için; Asya bozkırlarında Hunlardan itibaren Türk tarihini Moğol tarihinden ayırmak hemen hemen imkânsızdır. Fransız oryantalist ve Türkolog Jean-Paul Roux (1925 – 2009) Cengiz Han için Moğollaşmış bir Türk, Timur için ise Türkleşmiş bir Moğol demektedir. Bu nedenle Türk tarihinde Moğollar öteki bir toplum olarak sayılmazlar. Bu nedenlerle de günümüzde Türkler çocuklarına göğsünü gere gere Cengiz, Kubilay, Temuçin, Oktay, Timur, Noyan adlarını verirler.
Türkçülüğün babası olan Nihal Atsız, oğluna vasiyetinde (1941) ötekileştirdiği toplumları şöyle sıralar: Yahudiler, Çinliler, Acemler, Yunanlılar, Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler, Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar, Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Gürcüler, Çeçenler... Ancak bunların arasında Moğollar yoktur.
Ancak tarih baba tarih sayfalarında Moğolları farklı anlatır. 3 Temmuz 1243 tarihli Kösedağ Muharebesi, Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesiyle sonuçlanır. Bu yenilgiyle bu topraklarda Moğol istilalarının önünü açan Moğol Baycu Noyan’dır. Noyan, Anadolu’yu Moğollara bağlayarak Büyük Han’ın nazarında itibar kazanmak istemiştir.
Kösedağ savaşından sonra Moğollar bu topraklarda çok can yakmıştır. 13’üncü yüzyıl, Anadolu’nun Moğolların baskısı altında inim inim inlediği bir dönemdir. O zamanlar Anadolu’da Moğollara dair sarf edilen adeta efsaneleşmiş söz şudur: ‘’Geldiler, yaktılar, yıktılar, kestiler, biçtiler, gittiler...’’ Haçlılar bile Anadolu’ya Moğollar kadar zarar vermemişlerdir.
Tarihçiler, İslam tarihinde Moğol istilasıyla kıyaslanacak bir felaketin olmadığı hususunda hemfikirdirler. Bu dönemde İslam kültürüne ait eserler yok edilmiş, dini kitaplar hayvanların altına serilmiş ve camiler de ahıra çevrilmiştir. İslam tarihi kaynakları bu istilalardan dolayı Moğolları bir kıyamet alameti olarak görerek, Yecüc-Mecüc olarak da nitelemişlerdir.
Hal böyleyken Türk tarihinde Moğollar ötekileştirilmediği gibi Kösedağ Muharebesi'nin Moğol Komutanı ‘’Noyan’’ın adını kendisine isim, soy isim olarak alan ve gururla taşıyan sayısız vatandaşımız vardır.
Anadolu'daki Moğol baskısı, Selçuklu Sultanlığını zayıf düşürdükçe Türkmen beylikleri bağımsız olma fırsatını yakalamışlar, bunlar arasından da sivrilerek Osmanlı çıkmıştır. Kemal Tahir ''Devlet Ana'' (İthaki Yayınları, 2005) isimli romanında bu süreci çok güzel anlatır.
Ancak Osmanlı da Moğollardan kurtulamamış, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid ile Timur arasında, Ankara'nın Çubuk Ovası'nda 28 Temmuz 1402 tarihinde yapılan Anakara Muharebesi Geç Orta Çağ tarihinin en kanlı çarpışmalarından birine sahne olmuş ve Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
Ankara Muharebesi yenilgisi; Osmanlı Devleti'nin geçici süreliğine dağılarak, devletin imparatorluk aşamasına geçmesinin ve İstanbul'un Fethi'nin 50 yıl kadar gecikmesine, Anadolu`daki Türk siyasal birliğinin bozularak Anadolu beyliklerinin yeniden kurulmasına ve Osmanlı tarihinde Fetret Devri (1402-1413) olarak bilinen 11 yıllık bir iktidar boşluğu döneminin yaşanmasına neden olmuştur.
Moğollar bu kadarı ile de kalmamışlardır. Timur İmparatorluğunun varisi Akkoyunlu Devleti de Osmanlı’yı rahat bırakmadı. Ne zamanki Akkoyunlu Devleti 1473 yılındaki -dün bu sayfalarda anlattığım- Otlukbeli Savaşını Osmanlı’ya karşı kaybetti, Osmanlı’nın Doğu sınırı da o zaman huzura ve sükûna kavuştu.
Yazının başında ifade edildiği gibi Moğollar; Selçuklu’ya, Osmanlı’ya ve Anadolu’ya, Moğolların ardılı olan Akkoyunlu’lar da Osmanlı’ya bu kadar kötülükleri yapmasına rağmen nedense Moğollar ve Akkoyunlular bu coğrafyada ötekileştirilmemiş, düşman sayılmamış, Moğol isimleri Türklerce gururla taşınmıştır. Hatta öyle ki Osmanlı ile Akkoyunlu arasında yapılan Otlukbeli Savaşında Akkoyunlu Padişahı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey için Türk tarihi ifade ettiğim gibi ''Şehit'' diye not düşmüştür... Ve yine bir önceki yazımda anlattığım gibi günümüzde de Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi Ilısu Baraj Gölü altında kalacak diye uluslararası bir çalışma ile itina ile iki km kuzeye törenle taşınmıştır. (12 Mayıs 2017) Ve bu törende de konuşma yapan siyasiler Zeynel Bey’den ‘’şehit’’ diye bahsetmişlerdir. (Sakın yanlış anlaşılmasın; tabii ki türbenin taşınmasında doğrusu yapılmıştır.)
Şimdi gelelim benim yazımın başında sormak istediğim sorulara:
Benim sormak istediğim Moğolların ve Akkoyunluların Osmanlıya ve Anadolu’ya bu kadar kötülüklerine rağmen neden bu coğrafyada ötekileştirilmediği, neden hala gurur ve onurla Moğol isimlerinin taşındığı ve Osmanlıya karşı savaşlarda ölenlerine de neden ‘’şehit’’ diye hitap edildiğidir? Eğer onlar ‘’şehit’’ ise Osmanlının şehitleri neydi?
Ve Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine günümüzde gösterilen bu ihtimamın sebebi neydi?
Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Batı ile Hristiyanlarla olan savaşları mı olmak zorundaydı?
Osmanlıların, Türk tarihinde ve askerî akademilerde yüzeysel geçiştirilen sadece Akkoyunlularla yapılan Otlukbeli Muharebesi (1473) de değildi... Moğollorla yapılan Kösedağ (1243), yine Moğollarla yapılan Ankara (1402), Safevilerle yapılan Çaldıran (1514) , Dulkadiroğulları Beyliği ile yapılan Turnadağ (1515), Memluklerle yapılan Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) muharebeleri de dönemlerine oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımlarından büyük muharebeler olması ve sonuçları itibariyle de büyük siyasi etkilerine rağmen gerek Türk tarihinde gerekse de askerî akademilerde hep yüzeysel olarak geçiştirilmiş, hatta bazıları görmezden bile gelinmiştir.
Ancak Türk tarihinde ve askerî akademilerde varsa yoksa teferruatıyla incelenen Batı ile Hrıstiyanlarla yapılan muharebeler olmuştur. (Malazgirt 1071, Sırpsındığı 1364, Niğbolu 1396, İstanbul'un fethi 1453, Mohaç 1526, Birinci Viyana Kuşatması 1529, Preveze Deniz Muharebesi 1538 vb.)
Ayrıca ilginçtir ki tarih yazımında Moğolların istilacılıkları söz konusu olduğunda Türklüklerinden pek bahsedilmemiştir. Ancak bir ‘’Taç Mahal’’ söz konusu olduğunda ise hep "karısı için anıt mezar yaptıran Türk İmparatoru’’ndan bahsedilmiştir. Fakat Bağdat'ı yağmalayanlar hiç şüphesiz Moğollardır, Türkler değildir!
Tüm bunların nedeninin sosyal-kültürel antropolojide yer alan kavramlarda yer aldığı değerlendirilmektedir.
Günümüzde sosyal-kültürel antropolojide yer alan ‘’etnoloji’’ ve ‘’folk’’ kavramları şu şekilde açıklanmaktadır: ‘’Etnos’’; (Yunanca kökenli olup) “öteki halk’’, veya ‘’öteki halklar’’ demektir!.. Bu nedenle ‘’etnoloji’’ “ötekinin bilimi”dir. “Folk” ise ‘’bizim halk’’ demektir. “Folk”; bizim olan kırsal, geleneksel, modern-öncesi, kentleşme-öncesi, endüstrileşme-öncesi halkımız, halimiz, ahvalimiz, akrabamız anlamındadır.
Muhtemel ki Moğollar ve Akkoyunlular Türk tarihinde ve de Anadolu’da bir etnik kimlik (“öteki halk’’ veya ‘’öteki halklar’’) olarak değil de folklorik (bizim olan kırsal, geleneksel, akraba) bir kimlik olarak, Araplar ise dindaş bir grup, ümmet olarak görülmüştür. Bu nedenle de ne Moğollar ne Akkoyunlular ne de Araplar ötekileştirilmemiş ve bu gruplarla yapılan muharebeler, savaşlar ve çatışmalar ise fazla öne çıkarılmamış ve unutturulmak istenmiştir.
Buradan yola çıkarak günümüze, günümüzün yaşadığımız problemlerine gelirsek ve böylesine zengin bir tarihten ders çıkaracak olursak eğer:
TV'lerde tarihten, sosyolojiye, ekonomiden politikaya her konuda konuşan, bilimsel makaleler yazan sözde profesör ünvanlı herbokologlar -pardon- akademisyenler, sözde sosyologlar, sözde politikacılar biraz tarih, biraz sosyoloji bilseler ve birazcık da doğru terminoloji kullansalar da olur olmaz yerlerde ''etnik'' sözcüğünü bilinçsizce kullanmasalar! Hani bir Yunan atasözü vardı ya: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir'' diye...
Anlıyorsunuz değil mi?
Osman AYDOĞAN
Otlukbeli Meydan Muharebesi
02 Haziran 2018
29 Mayıs İstanbul'un fethi, Akşemseddin, Fatih, Bizans derken ve hazır Fatih Sultan Mehmet'i anmışken gelin sizlere onun günümüze dair çok dersler verdiği bir savaşını da anlatayım. Ama önce geçen sene ajanslara düşen bir haberden bahsetmek istiyorum. Tarih 12 Mayıs 2017... Tüm ajanslarda pek bir kimsenin dikkatini çekmeyen kısa bir haber geçiyor. Haber şu idi:
‘’Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi Ilısu Barajı yapıldığında su altında kalmasın diye ‘Ilısu Barajı Kültürel Varlıkları Koruma ve Kurtarma Çalışmaları' kapsamında bulunduğu yerden iki km daha uzağa, Hasankeyf ilçesinin yeni yerleşim alanında bulunan Kültürel Park’a taşındı.’’
Zeynel Bey Türbesi; Batman'ın ilçesi Hasankeyf’te, Dicle nehrinin kuzey sahilinde, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf) köprüsünün batısında yer alan bir mimari şaheser idi. Türbenin, kuzeydeki giriş kapısı kemer üstünde yer alan kitabede Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırıldığı belirtiliyor. Kitabede tarih bulunmamaktadır. Ancak Zeynel Bey'in Akkoyunlularla Osmanlılar arasında cereyan eden Otlukbeli Meydan Muharebesi'inde (1473) şehit (!) düştüğü bilinmektedir. Dolayısıyla türbenin bu tarihten sonra inşa edilmiş olduğu değerlendiriliyor.
İşte anlatmak istediğim savaş, Zeynel Bey'in şehit (!) olduğu ve Fatih Sultan Mehmet'in bizzat katıldığı ve yönettiği Osmanlı ile Akkoyunlu devletleri arasında yapılan Otlukbeli Savaşıdır. Çünkü bu savaş günümüzle çok yakından ilgilidir ve günümüze ait çok şeyler söyler...
Otlukbeli meydan savaşı: Anadolu’da Erzincan ilinin Tercan Ovası’nda Otlukbeli denilen yerde, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed’in komuta ettiği Osmanlı ordusuyla Akkoyunlu İmparatoru Emir-i Kebir adıyla anılan Uzun Hasan’ın komuta ettiği Akkoyunlu ordusu arasında yapılan meydan muharebesidir. Otlukbeli savaş alanında, o devirde dünyanın en büyük iki Türk İmparatorluğunun ordusuyla iki büyük hükümdarı karşı karşıya gelmişlerdi.
Otlukbeli meydan muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı devleti, ikincisi Akkoyunlu devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk Devleti idi.
Osmanlılar, 150 senelik bir devletti. Akkoyunlu İmparatorluğu ise; parçalanan Timur İmparatorluğu’nun enkazı üzerine kurulmuş yeni bir devletti. Aslında Asya kıtası bu iki Türk asıllı devlete yetecek kadar büyüktü. Birbirlerine sataşmadan bu geniş topraklar üzerinde yerleşebilirler, medeniyetlerini genişleterek ve güçlendirerek tarihi görevlerini yapabilirlerdi.
Büyük Türk İmparatorluğu hükümdarı Timurlenk ile Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezid’in, Otlukbeli meydan savaşından 71 yıl önceki düştükleri tarihi hataya düşmemeleri, birbirlerini yok etmeye çalışmamaları icap ederdi.
Fakat olmadı, bu iki Türk devleti savaştı. Etnik olarak Türk idiler, din olarak da Müslüman’dılar, mezhep olarak da Sünni idiler... Fakat savaştılar.
Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğunu ve 1461’de de Trabzon’u alarak Pontus Rum Devletini yıkması ve bu sayede büyük güç kazanması Osmanlı'nın doğusundaki Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ı telaşlandırmıştı.
Türkmen asıllı Akkoyunlu Uzun Hasan, kısa zamanda devletin sınırlarını genişleterek; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Azerbaycan, İran ve kısmen Doğu Anadolu’ya hâkim olmuştu. Pontus Rum Kralının damadı olması dolayısıyla Trabzon’un mirasının kendisinin olduğunu iddia etti. Bu sebeple, Fatih’ten Trabzon’u istedi. İsteği kabul edilmedi. Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aradı. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaştı. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer aldılar. Venediklilerin yardımı karşılığı, Karadeniz’de serbest faaliyet yanında, Mora, Midilli, Ağrıboz ve Argos’un iadesi temin edilecekti. Topraklarını Osmanlıların zapt ettiği Karaman ve Candar beyleri de bu ittifaka dâhil oldular.
Uzun Hasan’ın bu faaliyetlerine karşı Fatih de tedbir aldı. Batıdan gelecek saldırılara karşı Rumeli ve İstanbul’un emniyet tedbirlerini arttırdı. Rumeli’nin muhafazası, Şehzâde Cem Sultan'a verildi. Mısır Memlûkları ile anlaşma yapılarak, Akkoyunlular ile ittifakları önlendi. Akkoyunlu-Venedik ittifakını da bozmak isteyen Fatih, Venediklilerin Ağrıboz Adasını Osmanlılardan istemeleri üzerine, anlaşmaya yanaşmadı. Venedikliler, Uzun Hasan’a yardım için Napoli, Rodos, Papalık ve Kıbrıs donanmalarıyla; Akdeniz ve Ege sahillerindeki Osmanlı şehirlerinden Antalya, İzmir şehir ve kalelerini yağma edip, yaktılar.
Fatih, Uzun Hasan’a karşı sefere çıkmadan önce, Anadolu’ya öncü kuvvetler gönderdi. 1473 Martında doğu seferine çıkan Fatih’e; Bursa’da Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa, Beypazarı’nda Karaman Valisi Şehzâde Mustafa Çelebi, Kazova’da Amasya Valisi Şehzâde Bayezid ve kuvvetleri katıldılar. Böylece Osmanlı ordusunun mevcudu, yüz bine çıktı. Rumeli akıncı kumandanı Mihaloğlu Ali Bey öncü gönderilerek, Akkoyunlular'a ilk darbeyi vurmaya ve haber almaya memur edildi. Osmanlı ordusu Erzincan’a geldiği halde, Uzun Hasan ve Akkoyunlular'a rastlayamadı. Erzincan’dan itibaren asıl muharebe şartları gözetilerek, ani taarruzlara karşı ihtiyatla harekete devam edildi.
Tercan’da iki tarafın da öncüleri karşılaştı. Uzun Hasan da yetmiş bin askerle Tebriz’den hareketle Tercan istikametine gelmekteydi. Önden giden ve Tercan Nehrini takip eden Has Murad Paşa, karşılaştığı Akkoyunlu kuvvetlerini üst üste mağlup etti. Has Murad Paşa, bu muvaffakiyetleri üzerine daha da ilerlemek istedi. Vezîriâzam Mahmud Paşa, Fırat’ı geçmemesini tavsiye ettiyse de, dinlemeyip ilerledi. Has Murad Paşa, Fırat’ı geçince Akkoyunlular'la muharebeye tutuştu. Sahte ricat taktiğine kapılarak Akkoyunluların içine girdi ve kuvvetleriyle birlikte pusuya düştü. Osmanlı öncü kuvvetlerinin bir kısmı zayi olurken, bir kısmı esir düştü. Has Murad Paşa da Fırat’ta boğuldu.
Osmanlıların meşhur kumandanlarının ve seçme askerlerinin esir alınıp, öldürülmesiyle ümitlenen Uzun Hasan, Otlukbeli’nde Osmanlılara kesin darbeyi indirmek için harekete geçti. Merkezden epeyce uzaklaşan Osmanlı ordusunun levazım stoku devamlı azalıyordu. Atlı Türkmen kuvvetlerine sahip Akkoyunlular, şaşırtıcı muharebe planları tatbik ederek imha harbi yapıyorlardı. Akkoyunlu baskınlarına karşı Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa ve takviye kuvvet olarak da Vezîriâzam Mahmud Paşa gönderildi. Otlukbeli’nin tepeleri, Akkoyunlular tarafından tutulduğundan, Osmanlı ordusu Üçağızlı mevkiinde savaş düzeni aldı. Merkezde Fatih Sultan Mehmed Han, sağ kolda Şehzade Bayezid, sol kolda Şehzade Mustafa bulunuyor, Padişah, kapıkulu azaplarına, şehzadeler de eyalet askerlerine kumanda ediyorlardı. Akkoyunlu ordusunun merkezine Uzun Hasan, sağ kola oğullarından Zeynel Mirza (Yazımın girişinde bahsettiğim türbesi taşınan Zeynel Bey), sol kola da Uğurlu Mehmed Mirza kumanda ediyorlardı.
Otlukbeli’nde, 11 Ağustos 1473 tarihinde meydana gelen muharebe, Osmanlıların ateşli silahlarda, Akkoyunluların da süvari kuvvetlerinde üstünlüğü ile başladı. Sol koldaki Şehzade Mustafa’nın üstün gayreti sonucunda, Akkoyunlular'a karşı sağladığı üstünlükle, muharebe Osmanlılar lehine döndü. Osmanlıların, Uzun Hasan’ın merkez kuvvetlerini şiddetli top ve tüfek atışlarıyla ateş altında tutması, Akkoyunlu kuvvetlerini iyice bozdu. Hasan Bey muharebe meydanından kaçtı. Sağ koldaki Zeynel Mirza ve yardımcı Gürcü kuvvetleri kumandanları öldürüldü. Muharebede kesin olarak üstünlüğü sağlayan Osmanlı kuvvetleri pek çok Akkoyunlu devlet adamı, bey, kumandan ve yardımcıları ile askerlerini esir aldı. Fakat muharebe meydanından kaçan Uzun Hasan yakalanamadı.
Fatih Sultan Mehmet, esir alınan Akkoyunlu âlimlerine hürmet gösterip, serbest bıraktı. Uzun Hasan safında olan Karakoyunluları da affetti. Akkoyunluların elindeki Osmanlı esirleri kurtarıldı. Fatih, Otlukbeli zaferinden sonra, üç gün muharebe meydanında bekledi. Zaferin şükrünü yaparak, dört bin köle ve cariye azat etti. Doğu seferine çıkmadan önce borç olarak dağıtılan yüz yük akçeyi (altı milyon altın lira, on milyon gümüş para) askere hediye etti. Sefer dönüşü, Şebinkarahisar fethedildi.
Otlukbeli Savaşı birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilir… Kayalık, elverişsiz arazi yapısının büyük rol oynadığı bu savaşta bu elverişsiz arazi nedeniyle kuvvetli Türkmen süvarilerine sahip her iki ordu da seçkin askerlerini kullanamamıştır. Savaş ağırlıklı olarak piyadeler arasında geçmiştir ve devrin en kuvvetli savaşma tekniğine sahip, deneyimli ve ateşli silahlarla donanmış yeniçeriler Akkoyunluların mızraklı piyadelerini dağıtmıştır.
Bu savaş neticesinde Fırat Nehrinin batısı kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine geçti. Batılılar, Osmanlı Devleti'ni mağlup edip, İstanbul’a tekrar hakim olamayacaklarını kesin olarak anladılar. Anadolu birliğinin Osmanlılar tarafından sağlanacağı kesinleşip, Orta-Doğu yolu açıldı. Akkoyunlu ülkesinde taht mücadelesi başlayıp, hanedan parçalandı. Karamanlı ülkesi, Osmanlı hakimiyetine geçti. Otlukbeli zaferi öncesi ve sonrası, tecavüzlerini arttıran Haçlı korsanlarının Akdeniz ve Ege sahillerindeki saldırıları da neticesiz kaldı. Venedikliler de anlaşma istemek zorunda kaldı.
Şimdi gelelim günümüze...
Büyük tarihçiler hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını, geleceğe ilişkin öngörülerin kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibi olduğunu söylerler. Ve İbn-i Haldun o meşhur Mukaddemesinde derdi ki: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”
Bu savaştan günümüze çıkarılacak üç ders vardır.
Birincisi şudur: Eğer ülkenizin bir kenarında bulunan bir güç Batıdaki büyük devletlerle ittifak ilişkisi içine giriyorsa bekanız tehdit altında demektir. Bu güç ister bir devlet olsun isterse silahlı bir güç olsun. Tarih bize silahlı güçlerin güçlenerek zamanla devlete dönüşebildiğini göstermektedir.
Girişte anlattığım gibi Otlukbeli Savaşı öncesi Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aramıştı. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaşmıştı. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer almışlardı.
Değişen nedir ki? PKK (PYD) tek başına Türkiye’yi mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aramadı mı? Neticede, Batıda Haçlı devletleri -pardon AB ve ABD, Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Kürt aşiret beyleriyle (Barzani) anlaşmadı mı? Venedik, Papa ve Napoli -yine pardon- AB ve ABD ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın –affola yine pardon – PYD’nin yanında yer almadılar mı?
Ve ikinci ders:
Otlukbeli meydan muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı devleti, ikincisi Akkoyunlu devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk devleti idi. Osmanlı ne yapmıştı Akkoyunlu devleti ile savaşmadan önce? Osmanlı, Mısır Memlûkları ile anlaşma yaparak, Akkoyunlular ile ittifaklarını önledi.
Eğer büyük devletlerden müttefikleriniz yoksa ve dünyanın bütün büyük güçlerini ve komşularınızı karşınıza almışsanız, durumunuz hiç de hayra alamet değildir, sonunuz hüsran oluyor demektir. Bügün için ABD'yi, AB'yi, Rusya'yı, Irak'ı, Suriye'yi, Mısır'ı, İsrail'i, İran'ı kendisine düşman edenler, en azından dostluğundan mahrum edenler, ''değerli bir yalnızlık''ın içine düşenler her halde bu savaştan ve hele hele övüne övüne bitiremedikleri Osmanlıdan hiç mi hiç bir ders çıkarmamışlardır.....
Gelelim üçüncü ve en önemli derse:
Günümüzde de çok tartışılıyor ya: Türk birliği, İslam birliği, mezhep birliği veya ittifakı gibi kavramlar… Mesele, Türklük, Müslümanlık ve hatta Sünnilik olmuş olsa idi zaten bu savaşlar olmaz idi... Her iki tarafta da aynı niteliklere sahipti; Türktüler, Müslümandılar ve hatta hatta, Sünni idiler.... Tarih boyunca aynı kavim, aynı din, aynı mezhep mensupları pek çok kez birbiri ile savaşmış, dahası birbirlerine karşı başka kavim ve din ve mezhep mensupları ile ittifak içine girmişlerdir. Yani ırka, dine ve mezhebe dayalı ittifakların hayalini kurmak ve buna göre politika oluşturmak ülkeyi felakete götürecek ham bir hayalden ibarettir...
Gelin yine son sözü İbn-i Haldun’a bırakalım: ‘’Coğrafya kaderdir!’’
Yani derdi ki İbn-i Haldun bu iki kelimelik strateji ilkesini anlayamayan günümüz Türk politikacılarına: Politikalarınızı ırka, dine, mezhebe göre değil; coğrafyanıza göre belirleyin! Ve gidin öncelikle coğrafyanızla barışın! Çünkü coğrafyasıyla barışık yaşayan toplumlar barış içinde, huzur içinde, refah içinde ve uzun yaşarlar... Bu politikanın aksi kan ve gözyaşıdır... Sadece İbn-i Haldun değil Tarih Baba da bunu böyle söylüyor...
Eğer siz kaderinizle -pardon - coğrafyanızla barışık değilseniz başkaları gelir, onlarla itiifak yaparlar, altınızı oyarlarlar, gözünüzü çıkarırlar hatta hatta canınıza kastederler.... Siz de tarihinizi bilmez, anlamaz veya anlamazdan gelip ''kör olası dış düşmanlar, üst akıl'' deyu iç politika malzemesi yaparsınız...
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ne diyordu: ''Tarihini bilmeyen bir millet yok olmaya mahkûmdur.''
Hoş, zaten ''ümmet'' derdinde olanların ''millet'' diye bir derdi de olmaz ya...
Osman AYDOĞAN
Bir not: Yazımın girişinde Ilısı Barajının yapımı nedeniyle su altında kalacak olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırıldığı türbenin taşınmasından yola çıkarak sizlere Otlukbeli savaşını anlattım. Burada şu soru sorulmalıdır: Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna, onu şehit (!) diye anmamıza ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir? Bunun cevabını da bir sonraki yazımda anlayatım...
İkinci bir not: Yine yazım içerisinde Otlukbeli Savaşının birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edildiğini söylemiştim... Bu yazımı okuyan okuyucalar arasında asker kökenli olup da askerî akademilerde bu işin ilmini okuyan, tahsilini yapan okuyucularım da var... İşte burada da şu soru sorulmalıdır: Böylesi önemli bir savaş neden harp okullarında, hadi harp okulları neyse de harp akademilerinde okutulmaz? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının ecnebi ile olan savaşları mı olmak zorundadır? Bunun cevabını dabir sonraki yazıma, ayrına bırakayım... Yoksa bu kadar uzun yazılarımdan dolayı bana yapılan sitemlerin, yediğim fırçaların haddi hesabı yok!
Bugünün en acı hüznü!
01 Haziran 2018
29 Mayıs 1453 İstanbul’un fethi nedeniyle Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet ve Bizans diye bir yazı serisine başlayınca devam etmemek olmazdı… Tarih böyle bir şey işte, elinizi veriyorsunuz kolunuzu kaptırıyorsunuz!
Fatih’ten bahsederken Fatih’in savaşta öldürdüğü imparatorun (Konstantin Paleolog), İstanbul fethedilmeseydi belki de ileride imparator olabilecek iki yeğenini de vezir yaptığını, Hekim Yakup Paşa (Yahudi), Koca Davut Paşa (Arnavut) ve Zağnos Paşa’nın (Rum veya Sırp asıllı) o dönem devletin önemli kadrolarında yer almış ve başarılı olmuş devşirmeler olduğunu… Yine Fatih’in Ermenileri İstanbul’a yerleştirdiğini, İstanbul’da Ermeni Patrikhanesini kurduğunu, İstanbul’da Rum Ortodoks Patrikhanesini koruduğunu ve İstanbul’da Yahudi hahambaşı bulundurduğunu… Ve Fatih İstanbul’u alınca şehrin adını değiştirmediğini, şehrin isminin 19. yüzyıla kadar hep Konstantiniyye olduğunu, fetihten sonra Ayasofya’yı camii yaptığını ama adını yine değiştirmediğini, Aya İrini de aynı şekilde kaldığını yazmıştım… Uzun bir giriş oldu ama bundan sonra yazacaklarım için önemli olduğu için bunları tekrarladım…
Şimdi gelelim Osmanlının diğer zamanlarına…
Barbaros, Mimar Sinan, Sokullu kimlerdi biliyor musunuz? Bütün tarihçilerce Osmanlının en büyük veziri kabul edilen Sokullu 21 yaşında bir Sırp kilisesinde org çalarken devşirildiğini bilir miydiniz? Varlığını Türk toplumunun dizilerden haberdar olduğu Pargalı İbrahim Paşa, Mustafa Celaleddin Paşa, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olan Mehmet Ali Paşalar kimlerdi biliyor musunuz? İbrahim Müteferrika’yı, Humbaracı Osman Ahmet Paşa'yı, 1729’da Osmanlı’da ilk modern itfaiye birliğini kuran Ahmet Paşa’yı tanıyor musunuz? Neyse uzatmayayım Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın sadece 101’i Türk kökenli olup, geri kalan 117’si farklı etnik kökenlerden gelmekteydi. Bu 117 sadrazamın etnik kökenlerine bakıldığında ise, 32’sinin Arnavut, 12’sinin Boşnak, 11’inin Gürcü, 9’unun Abaza, 6’sının Rum, 4’ünün Çerkez, 4’ünün Hırvat, 2’sinin Arap, 2’sinin Ermeni, 2’sinin İtalyan, 2’sinin Slav, 1’inin Rus, 1’inin Bulgar, 1’inin Sırp, 1’inin de Çeçen olduğu ve geri kalan 27 sadrazamın etnik kökeni tam olarak bilinmediği görülecektir.
Ayrıca hemen hemen bütün Osmanlı padişahlarının anneleri yabancıdır...
Yine bilir miydiniz Osmanlı padişahlarının hiçbirisinin ismi halifelerin isminden değildir... Ne Ömer, ne Ebu Bekir, ne Ali ne de (kurucusu hariç, ona da Osman değil Ottoman derlerdi) Osman ismini vermişlerdir padişahlara… Peygamber Hz. Muhammed’i de Mehmet yapmışlardır. Hiçbir mezhebin sembol isimlerini almamıştır Osmanlı padişahları. Neden dersiniz neden? Çünkü Ortadoğunun mezhep girdabına kapılmak istememiştir Osmanlı...
İslam’ın beş şartından biri değil midir hacca gitmek? Ancak hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmemiştir. Ve hiçbir Osmanlı padişahı elde Kuran dini siyasi bir malzeme yapmamıştır.
Osmanlı yaşadığı sürece hiçbir İslam ülkesine karşı Batı ile ittifaka girmemiştir.
Bütün bunları ben bir olumsuzluk olarak yazmıyorum... Bilakis çağına göre bir iftihar vesilesi olarak addediyorum.
Bütün bunların, bütün bu özelliklerin nedeni çok basit... Eğer bu coğrafyada yaşayacaksanız ve bu coğrafyada ‘’Cihanşümul bir imparatorluk’’ kuracaksanız ve bu coğrafyada uzun ömürlü olmak, bu coğrafyada baki kalmak istiyorsanız uygarlıklar beşiği bu coğrafyada bir ırkın üstünlüğüne, bir dine ve bir mezhebe dayanamazsınız. Osmanlı bugünkü Amerika gibi her etnik ve folklorik grubu bir potada eritip Osmanlılık diye bir kavram yaratmış ve bu sayede üç kıtada altı yüzyıl hüküm sürmüştür.
Günümüzde Osmanlıya öykünenler mi? İşte bunlar ne Osmanlıyı bilirler ne de İslam’ı bilirler. Onlar Osmanlının ve Fatih’in tırnağı dahi olamazlar. Onların bütün meseleleri bir mezhebin peşinde sürüklenerek çağdaş bir ülkeyi İslam diye diye Bedevileştirmektir, Emevileştirmektir. Çapları, seviyeleri, kapasiteleri, bilgi, görgü ve öngörüleri ancak o kadardır. Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın 117’si farklı etnik kökenlerden gelirken, Osmanlıya öykünenler vazgeçtim Türkü, Müslümanı, aynı mezhebi; kendi partilerinden olmayanlara bu topraklarda hayat hakkı bile tanımamaktadırlar…
Osmanlı, hiçbir İslam ülkesine karşı Batı ile ittifaka girmezken, Osmanlıya öykünenler 21. yüzyılda Afganistan'a, Irak'a, Libya'ya ve Suriye'ye karşı yapılan Haçlı Seferlerine eşbaşkanlık yapmışlardır. Hatta Haçlı Ordularının sağ salim evlerine dönmeleri için duacı bile olmuşlardır. (Burada geçen ‘’Haçlı seferi’’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, pardon Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemişti.)
Ayrıca: 1095-1270 yılları arasında yapılan dokuz Haçlı Seferinde Haçlı Ordularına hiçbir Müslüman ülke yardım etmedi… Bu dokuz Haçlı Seferine karşı koyanlar, onları hezimete uğratanlar Türk’tüler. Bu onuncu Haçlı Seferine ise tarihin bir cilvesi olarak en büyük desteği sağlayan ise kendilerini herkesten daha iyi Müslüman olduklarını iddia edenlerin yönetimindeki Kılıç Arslan’ların torunları olan Müslüman Türkiye olmuştur...
Bunlar mı Osmanlının evladı olacak? Dedim ya bu zihniyetle bunlar ne Osmanlının ne de Fatih’in tırnağı dahi olamazlar.
Peki bunlar tırnağı dahi olmadıkları halde neden sürekli Osmanlıya öykünürler, sürekli Osmanlı ile övünürler ve sürekli Osmanlıyı dile getirirler bilir misiniz?
Çünkü bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar. Giderler içeride ve dışarıda düşmanlar, öcüler yaratırlar...
‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran.
İngiliz tarihçi ve yazar Eric Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ isimli güzel bir kitabı var. (Agora Kitaplığı, 2009) Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (s. 6-7): “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”
Hobsbawm hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş.
Ben yine sözü Halil Cibran’a bırakacağım. Derdi ki Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’
Bugüne iyi bakamayanlar, bugünü iyi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler, stratejik bir sığlığın girdabına kapılanlar, değerli ve tehlikeli bir yalnızlığın kuyusuna düşenler, bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar, bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar ve tek sermayesi din olanlar bir aciz gibi, bir meczup gibi gider gider düne sığınırlar... Dünleri yoksa da sığınılacak bir dün yaratırlar. Bu nedenle de giderler ''şanlı tarihimiz'' diye anlamadıkları ve de layık olmadıkları tarihe sarılırlar, giderler kusurlarını ortaya döküyorlar diye basına, aydınlara ve bilim adamlarına saldırırlar... İçeride kendileri gibi olmayan herkesi düşman bellerler... Komşu ülkelere saldıran Haçlı Ordularına eşbaşkanlık yaparlar... Bu denenle bu coğrafyada dost yaratacaklarına içeride ve dışarıda düşman yaratırlar...
Yazıma yine Halil Cibran'ın sözünü tekrarlayarak son vermek istiyorum: ‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir.’’ Bundan dolayıdır ki yapabildikleri sadece dünün sevinçlerini yâd etmektir.
Muktedirler için bugünün en acı hüznü budur...
Osman AYDOĞAN
Bizans
31 Mayıs 2018
29 Mayıs 2018'de İstanbul'un fetih yıldönümünde Fatih'in hocası Akşemsettin'i, 30 Mayıs 2018'de ise Fatih Sultan Mehmet'i kısaca anlattım ya... Yani bu muharebede bizi, bizim tarafı anlattım.... Bu muharebede, yani İstanbul Fatih tarafından kuşatıldığında karşı tarafta, Bizans'ta ne oluyor? Onu da anlatmak gerekir diye düşünüyorum...
Bizler karşı taraf Bizans için hep Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u kuşattığında, surlar aşılmak üzere iken Bizans’ın ileri gelenlerinin Ayasofya’da toplanıp şehrin kuşatmadan nasıl kurtulacağını tartışmak yerine ‘’Meleklerin cinsiyeti’’ni tartıştığını biliriz.
Ancak konu bu kadar da basit değildir, daha derin, daha karmaşık ve daha vahimdir. Bu konuda Macar oyun yazarı Ferenc Herczeg (1853-1954)’un ‘’Bizans’’ (Berikan Yayınevi, 2003) isimli bir çağı canlandırma bakımından Macar yazınının en iyi tarihsel tragedyası olarak adlandırılan çok güzel bir eseri vardır. Ferenc Herczeg; ‘’Bizans’’ adlı oyununda tek bir güne, koca bir imparatorluğun son gününe, günün şafağıyla batışı arasına dünya ölçüsünde bir tarihsel tragedyayı sığdırır.
Tanınmış Macar tarihçisi J. Horvath, Ferenc Herczeg üzerine yazdığı bir incelemesinde bu tragedyanın ana hatlarını şöyle anlatır:
29 Mayıs 1453. Bu, Bizans İmparatorluğunun çöktüğü gündür. Sultan Mehmet Bizans’ı kuşatmıştır; kentin alın yazısı artık bellidir. Bu kaçınılmaz tehlike karşısında kahramanlığa yükselen imparator Konstantin az sayıda, fakat kendisine bağlı kalan yabancı ücretli askerleriyle bütün gücünü harcayarak kuşatıcılara karşı koymaktadır. Ancak halkı ve Bizanslı askerleriyse korkak bir kayıtsızlık içinde başlarına geleceği beklemektedir. Devletin ileri gelenleri imparatorun kahramanlık taslayışıyla alay ederler. Onlar artık daha çok sultandan yanadırlar ve her şeyi ondan beklerler. İmparatoriçenin kendisi bile kadınlık silahlarıyla Fatih’e boyun eğdireceği düşlemiyle kendini avutmaktadır...
Bütün bunlardan imparatorun haberi yoktur, o halkına güvenmekte, onun yurtseverliğine ve son tehlikenin onu kahraman yapacağına inanmaktadır. Onun için son anda büyük bir düş kırıklığına uğrar. Sultanın elçileri onun ve ardından gitmek isteyenlerin özgürce gidebileceğini bildirirler, fakat ona bağlı ancak iki kişi çıkar: Ücretli askerlerin sadık komutanıyla kendisine âşık olan Yunanlı kız Herma. Konstantin dehşet içinde gerçekle yüz yüze gelir ve Bizans’ı ölüme mahkûm eder: ‘’Biz Tanrı'nın izniyle Bizans’ın son imparatoru Konstantin, dünyaya bildiririz ki, ulusumuzu mahkemeye çektik ve adalet adına Bizans’ı cellat satırıyla ölüme mahkûm eyledik. Edirneli Mehmet celladımız olsun.’’
Konstantin muharebede ölür. Bizans kan içinde yüzmektedir ve bu tarihsel kargaşada üzerlerine düşen onurlu görevi yerine getirmeyenler o kan denizi içinde imparatoriçeyle birlikte boğulurlar. O korkunç anlarda imparator: ‘’Ölürsem" diyor, ''Mezar taşıma şu sözler yazılsın: Bizans’ın son imparatoru burada yatıyor. Kör olduğu sürece yaşadı. Bir gün gözleri açılınca duyduğu tiksinti onu öldürdü.’’
Neyse gelelim oyundan bir sahneye. Fatih İstanbul’u kuşatmıştır, kent düşmek üzeredir. Oyunda bu sahne şöyle verilir:
Başmabeyinci, İmparatoriçe’ye müjdeler: “Paganlar hücuma geçeceklerken İmparatorumuzun yüzü sur üstünde görününce silahlarını ellerinden düşürmüşler!”
Şair Lisander “Halk şenlik yapıyor!” der. Krates açıklar: “Türkler barış için yalvarıyorlar! Sultan’ın ordusunu veba kırıp geçiriyor! Sultanları Anadolu’ya çekilecekmiş.”
Öğleye yakın bir haber gelir: “Hıristiyan ordusunun önünde nur içinde bir yiğit görülmüş. Aziz Georgius olduğu sanılıyor. Belki de Kutsal Bakire’dir. Sevgili şehrini kurtarmaya gelmiş.”
Ancak ayaküstü uydurulmuş bu masallar hiçbir şeye yaramaz: Yeniçeriler ne İmparatoru görünce şaşırırlar, ne de Sultan Mehmet Avrupa’yı terk eder. Veba değil, nezle bile yoktur Türk ordusunda. Yardıma ne Aziz Georgius ne de Kutsal Bakire gelir.
Sonuçta Bizans düşer!
Hani Herczeg’in ‘’Bizans’’ oyununda son Bizans İmparatoru demişti ya; ‘’Ölürsem, mezar taşıma şu sözler yazılsın: Bizans’ın son imparatoru burada yatıyor. Kör olduğu sürece yaşadı. Bir gün gözleri açılınca duyduğu tiksinti onu öldürdü.’’
Bu toprakların kaderidir herhalde; bu toprakların sultanları hep kör olurlar, kör oldukları sürece yaşarlar ve bir gün gözleri açılınca da duydukları tiksintiden de ölürler.
Çünkü bu toprakların insanları yeni reislerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar... Çünkü bu toprakların insanı sadece ve sadece güce taparlar...
Hani İbn-i Haldun'un sözünü hep tekrar ederdim ya; “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzerler.”
Gerçeklerden uzak, sanal bir dünyada yaşayanlara, hem kendilerini hem sutanlarını hem de toplumunu avutanlara duyurulur!
Osman AYDOĞAN
Dört Kapı Kırk Makam
Hacı Bektaş-ı Veli’nin “Makâlât” ile “Fevaid” adlı kitaplarında ve “Buyruk”larda yer verilmiş, işlenmiş Türk İslam tasavvufunun temel anlayışını oluşturan “Dört Kapı Kırk Makam” kavramı vardır. Hacı Bektaş-ı Veli "kul Tanrı’ya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur" buyurmuşlardır. Bu ilkeler aşama aşama insanı olgunluğa ulaştırır. Kapı dörttür. Bunlar sırasıyla: Şeriat, tarikât, marifet ve hakikât kapılarıdır. Her kapının onar makamı vardır. Böylece toplamda kırk makam olmaktadır. Bu düşünce ilk önce Ahmet Yesevi tarafından "Fakrnâme"de dile getirilir. İnancı dört bölüme ayırarak öğrenme kolaylığı sağlamak hedeflenmiştir. Bu görüş daha sonra "Makâlât"ta da aynı şekilde ifade edilir. (Makâlât konuşmalar demektir.) Öğreti olarak bu kapılar birer birer geçilerek hakikâte ulaşılır. Yunus Emre tarafından da aynı şekilde terennüm edilen "Dört Kapı Kırk Makam" anlayışı bu temel anlayışı oluşturur:
''Kırk bin kırk dört tabakat meşayih evliyalar
Dört kapıdır kırk makam dem evliya demidir.
Şeriat, tarikât yoldur varana,
Hakikât, marifet andan içeru
Evvel kapı şeriat, geçse andan tarikât
Gönül evi marifet, ışk hakikât içinde.''
Asıl adı Ahmed Edip olan ve şiirlerinde ‘’Harabi’’ mahlasını kullanan ozan Harabi'nin anlatımı da batıni bir yorumu vermektedir:
''Şer-i şerif inkâr olunmaz ama şeriat var şeriattan içeri,
Tarikâtsız Allah bulunmaz ama tarikât var tarikâttan içeri.
Gördüğün şeriat şeriat değil, gittiğin tarikât tarikât değil,
Marifet sandığın marifet değil, marifet var marifetten içeri.
Vech-i Harabiyye gel eyle dikkat,
Hakk'ın cemalini eylesin rüyet,
Sadece Hakk vardır demek değil hakikât,
Hakikât var hakikâtten içeri.''
Bu dört kapı anonim bir deyişle şöyle de anlatılır:
''Şeriat derki; seninki sana benimki bana
Tarikât derki; seninki sana benimki de sana
Marifet derki; ne seninki var ne de benimki
Hakikât derki; ne sen varsın ne de ben''
Bir başka yoruma göre ise şeriat anadan doğmak, tarikât ikrar vermek, marifet nefsini bilmek, hakikât ise Hakk'ı özünde bulmak yollarıdır.
Yunus da yine bu kapıları daha basitçe (!) şöyle anlatır:
‘’Çıkdım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu’’
(Erik dalına çıktım, orada üzüm yedim; bahçenin sahibi bana kızarak "Niye cevizimi yedin" dedi.)
Erik, şeriattır. Dışı yenir, içinde kocaman bir çekirdeği vardır. Üzüm, tarikâttır. Tamamı yenir, fakat içinde küçük de olsa çekirdeği vardır... Ceviz, hakikâttir. Cevizin özüne ulaşmak için sert kabuğunu kırmak gerekir. Bostan sahibi kızar. Çünkü hakikâte insan kendi başına ulaşamaz. Mürşid-i kâmilin rahle-i tedrîsinden geçmek gerekir...
Bu kapıların makamları kısaca şöyledir:
Şeriat kapısının makamları: İman etmek, ilim öğrenmek, ibadet etmek, haramdan uzaklaşmak, ailesine faydalı olmak, çevreye zarar vermemek, Peygamberin emirlerine uymak, şefkatli olmak, temiz olmak, yaramaz işlerden sakınmak.
Tarikât kapısının makamları: Tövbe etmek, mürşidin öğütlerine uymak, temiz giyinmek, iyilik yolunda savaşmak, hizmet etmeyi sevmek, haksızlıktan korkmak, ümitsizliğe düşmemek, ibret almak, nimet dağıtmak, özünü fakir görmek.
Marifet kapısının makamları: Edepli olmak, bencillik, kin ve garezden uzak olmak, perhizkârlık (aşırı istekleri sınırlamak), sabır ve kanaat, haya, cömertlik, ilim, hoşgörü, özünü bilmek ve ariflik.
Hakikât kapısının makamları: Alçakgönüllü olmak, kimsenin ayıbını görmemek, yapabileceğin hiçbir iyiliği esirgememek, Allah’ın her yarattığını sevmek, tüm insanları bir görmek, Birliğe yönelmek ve yöneltmek, gerçeği gizlememek, manayı bilmek, İlahi sırrı öğrenmek ve İlahi varlığa ulaşmak. (Vahdet-i Vücud)
Bu dört kapıyı anlayamayan öğrencilerinden biri Mevlâna’ya sormuş: “Efendim, bu dört kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?” demiş. Mevlâna: “Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var. Hepsi rahlelerine eğilmiş. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, ancak onlar ne yaparsa yapsın tepki gösterme sonra gel sana anlatayım” demiş.
Adam gitmiş birincinin ensesine bir tokat atmış. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlâna'nın öğrencisini yere yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaratana güvenip ikinciye de bir tokat atmış. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken kızgın kızgın bakıp vazgeçip yerine oturmuş. Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü söyle bir kafasını çevirip pis pis baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş. Öğrenci Mevlâna'ya dönmüş, olanları anlatmış ve ''günahsız insanlara tokat attım, bir de ben esaslı bir tokat yedim ancak ben bu işten hiçbir şey anlamadım'' demiş.
Mevlâna: "İşte sana istediğin örnekler’’ demiş ve başlamış anlatmaya;
‘’Birinci; şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti. İkinci; tarikât kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikât öğretisinde verdiği söz aklına geldi. "Sana kötülük yapana bile iyilik yap". Onun için döndü, yerine oturdu. Üçüncü; marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek yaratandan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı. Dördüncü; hakikât kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile”
Yüce Rabbimden tüm insanları makamlardan aşama aşama geçirerek ''Hakikât'' makamına eriştirmesini niyaz ederim...
Osman AYDOĞAN
Muhannet
‘’Muhannet’’; bir sıfat olarak kullanılan Arapça kökenli eski bir kelimeydi... Son yıllarda tekrar hortlamasaydı eğer ne anlama geldiğini çoktaaan unutmuştuk aslında! Birebir Türkçe karşılığı ''ihanet eden'' anlamındaydı. Ancak; ‘’alçak’’, ‘’korkak’’, ‘’kalleş’’, ‘’namert’’, ‘’hain’’ gibi bütün olumsuzlukları ve sevgisizlikleri de içerecek şekilde kullanılmaktaydı. ‘’Muhannet’’in kelime anlamı böyleyken halk arasında daha çok ‘’yaptığı iyiliği lütuf gören, iyiliği karşıdakinin yüzüne vurmak için yapan’’ gibi bir anlamda da kullanılırdı. Köy yerlerinde genellikle ‘’muhanat’’ derlerdi.
Anadolu insanı işte bu ‘’muhannet’’ten çok çekmiştir... Musallat olmuştur ‘’muhannet’’ Anadolu insanının başına. Bu nedenle de hep Anadolu türkülerinde kendisine yer bulmuştur ‘’muhannet’’…''Muhannet''ten muzdarip türkülerden örnekler verecek olursak, kısaca şu türküleri söyleyebiliriz:
Muharrem Akkuş’tan alınan bir Erzurum türküsü olan ‘’Kırmızı gül demet demet’’ adlı türküde şöyle geçerdi ‘’muhannet’’:
‘’Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet
Gitti gelmez o muhannet
Şol revanda balam kaldı’’
(Türküde geçen ‘’Revan’’, Erivan'ın kısaltılmış şeklidir.)
Âşık Hüdai’den alınan türküde de şöyle geçerdi ‘’muhannet’’;
‘’Lokma yeme muhannetin elinden
Kurtulaman sonra acı dilinden
Namertlerin kaymağından balından
Merdin kuru yavan aşı makbuldür’’
TRT sanatçısı Mehmet Seske`nin derlediği ‘’Yollar seni gide gide usandım’’ türküsünde de şöyle geçerdi ‘’muhannet’’;
‘’Yollar seni gide gide usandım
ayağıma diken battı gül sandım
di yörü yörü de muhannet gelin
ben de seni bir vefalı yar sandım
de gidinin kızı senden yar olmaz’’
Bir Karacaoğlan şiirinde de şöyle geçerdi ‘’muhannet’’;
‘’Ben güzele güzel demem
güzel benim olmayınca
muhannetin kahrını çekmem
gel deyip de gelmeyince’’
Ozan Şekip Şahadoğru’nun ‘’Niye gamlanırsın divane gönül’’ isimli türküsünde de (uzun hava) geçerdi ‘’muhannet’’;
‘’Aman niye gamlanırsın divane gönül
elbet bir gün bu kış gider yaz gelir vay vay
ben dertliyim diye etme şikâyet
oy oy ölürüm muhanet, vay gurbet yetmez mi vay vay
gerçeklere cahil taşı vız gelir
âşıklara böyle cefa az gelir vay vay’’
Turhan Alicı’nın derlediği bir Erzurum türküsünde de geçerdi ‘’muhannet’’;
‘’Muhanneti sevenin
yüreğinde yağ olmaz
şal yüzün dönmüş vurgun vurmuş civan olmuş
puşta bel bağlama’’
Bu türküde de ‘’muhannet’’; ‘’puşta bel bağlamak’’ olarak tanımlanmıştır.
Bütün bu türküler güzel de ‘’muhannet’’ en güzel Turan Engin tarafından derlenen bir Erzincan türküsünde geçer: ''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var.'' (Mehmet Özbek, ''Folklor ve Türkülerimiz'' adlı kitabında yöre olarak Erzincan bilgisini vermektedir. Türk Halk Müziği sanatçısı ve araştırmacısı Abdullah Gündüz de bu türkünün Erzincan yöresine ait olduğu, rahmetli Turan Engin tarafından derlendiği, türkünün kaynak kişisinin Turan Engin'in annesi olan Fidan Engin olduğu bilgisini vermektedir. Bu bilgileri bana bizzat veren Sn. Abdullah Gürbüz'e burada teşekkürlerimi sunarım. Ancak bazı kaynaklar ise türkünün Nurettin Dadaloğlu tarafından derlenen bir Adana türküsü olduğunu söylerler...)
''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var
Beni muhannete muhtaç eyleme
Beni muhannete muhtaç eylersen
Kara topraklara garkeyle beni
Muhannetin suyu bulanık akar
Aktığı yerleri sel olur yıkar
İyilik etmeden başına kakar
İşte böylesine muhtaç eyleme
Muhannetin sözü zehirden oktur
Hüsnü kereminle rahmetin çoktur
Sağ elin sol ele faydası yoktur
Sağ gözü sol göze muhtaç eyleme''
İşte bu türküyü de yine eskilerden 2014 yılında kaybettiğimiz Hacer Buluş söylerdi. Bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum… Türküde ilk iki kıt'a söylenmektedir. Dinlemeye değer diye düşünüyorum... (Cahit Öztelli "Evlerinin Önü" adlı araştırmasında aynı türküyü farklı şekilde vermektedir. S.82-83. Türkünün bu halini de yazımın sonunda veriyorum.)
Yazımın girişinde anlatmıştım ya Anadolu insanının işte bu ‘’muhannet’’ten çok çektiğini, ‘’muhannet’’in Anadolu insanının başına musallat olduğunu, bu nedenle de ''muhannet''in hep Anadolu türkülerinde kendisine yer bulduğunu... Ve ''muhannet''ten muzdarip türkülerden örnekler de verdim ya...
Ülkemizde son yıllarda yaşanan gelişmeler sanki unutulmuş olan ''muhannet''in canlanarak bu topraklara, bu insanlara tekrar musallat olduğunu gösteriyor. Çünkü son zamanlarda; TV'lerde, ekranlarda, basında, açık - kapalı oturumlarda, sokaklarda, meydanlarda; sanattan edebiyata, futboldan ticarete, eğitimden yönetime, sosyal hayattan siyasete, din hayatından devlet hayatına o kadar çok ''muhannet'' görüyoruz ki!...
Ben kısaca ''muhannet'' diyorum ama daha açık ifade ile toplumun bütün bu alanlarında sevgisiz, ötekileştirici, ayrıştırıcı, dışlayıcı ve nefret söylemleri çoğalıyor, sürekli hasetten, garezden, kinden, nefretten, intikamdan bahsediliyor, yeni bir devlet kurmaktan söz ediliyor. Sanırsınız ki Anadolu Timur istilası altındadır, sanırsınız ki Anadolu Yunan işgali altındadır, sanırsınız ki Anadolu fetret devrindedir. Sanki Anadolu Anadolu olalı, Türkler Türk olalı, bu millet millet olalı böylesi bir ''muhannet'' görmemiştir…
Bir Yunan atasözü derdi ki; ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir.'' Ve devam ederdi Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’ Bir Japon atasözü ise: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır’’ derdi. Acaba diyorum etrafımızdaki çirkinlikler sıkça kullanılan bu sevgi içermeyen ''muhannet'' sözcüklerinden dolayı mı oluyor? TV'lere çıkan siyasetçilere, sözde âlimlere bakıyorsunuz, onların sîretsiz sûretlerine bakıyorsunuz; nûrsuz yüzlerinde bir şiddet, bir celâl ifadeleri, dillerinde ruhsuz, sevgisiz ''muhannet'' sözcükleri...
Bizim artık ''muhannet'' değil de ''muhabbet'' sözcüklerine ihtiyacımız yok mudur? ''Muhannet''ten çektiği bu insanların yetmemiş midir? ''Muhabbet'' bu insanlara hak değil midir? Bu topraklara hep ''muhannet'' mi revadır?
Bizim artık sanattan edebiyata, futboldan ticarete, eğitimden yönetime, sosyal hayattan siyasete, din hayatından devlet hayatına ''muhabbet kuşu'' olma zamanımız gelmemiş midir?
''Muhabbet'' ehli olan Mevlâna'nın, Yunus Emre'nin, Hacı Bektaşî Veli'nin, Ahmet Yesevî'nin torunlarının ''muhannet''e muhatap olmaları ve ''muhannet''ten muzdarip olmaları ne yaman bir çelişkidir?
Ozan Şekip Şahadoğru yukarıda verdiğim ‘’Niye gamlanırsın divane gönül’’ isimli türküsünde diyordu ya;
‘’Aman niye gamlanırsın divane gönül
elbet bir gün bu kış gider yaz gelir’’
Evet, ozanın da söylediği gibi o kadar gamlanmaya gerek yok! Elbet bir gün bu kış gider de yaz gelir ülkemize.... Elbet bir gün bu ''muhannet'', bu ''sevgisizlik'', bu ''hodbinlik'', bu ''kabalık'' gider de bir ''muhabbet'' gelir ülkemize...
Umulur ki ''Bad-el harab-ül Basra!'' (Basra harab olduktan sonra) gelmez ''muhabbet'' ve ''sevgi'' ülkemize... ''Kazan aşka geldi, kömür tükendi, akıl başa geldi, ömür tükendi" misali..
İşte bu nedenledir ki kadir Mevlâm senden bir dileğim var, bizi muhannete muhtaç eyleme!
Osman AYDOĞAN
https://www.youtube.com/watch?v=zhvMQ83nLcE
Bu türkü alır beni çocukluğuma götürür. Ben çocukken, annemle, babamla ve Nimet ablamla lambalı radyomuzdan kışa denk gelen iftar vakitlerinde, sahur vakitlerinde bu türküyü dinlediğimiz anı hatırlarım dışarılarda lapa lapa kar yağarken.. Ve bu türküyü her dinlediğimde işte o çocukluğuma giderim, yüreciğim pır pır eder, gözlerim dolar...
Kadir Mevlâm senden bir dileğim var
Beni muhannete muhtaç eyleme
Yedi deryalara gark eyle beni
Yine muhannete muhtaç eyleme
Muhannetin suyu dolayı akar
Değdiği yerleri od olur yakar
Eyilik etmeden başına kakar
Yine muhannete muhtaç eyleme
Muhannetin sözü pareli oktur
Lutfuna kerem et ihsanı çoktur
Sağ elin sol ele faydası yoktur
Yine muhannete muhtaç eyleme
Ben dertliyim Hak ayırsın işimi
Kaygılara saldım garip başımı
Varsın kurtlar kuşlar yesin leşimi
Yine muhannete muhtaç eyleme
La Paloma
27 Mayıs 2018
‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… ''Tarihi kök bilgiler, tarihi figürler ve tarihi motifler, güçlü bir ağacın kökleri gibi bir toplumu ayakta tutan ve besleyen unsurlardır'' derler... Derler de derler... Daha çok şey derler de ben şimdilik bu kadarı ile yetineyim...
Ben de biliyorsunuz bu düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim... Bu sitede sizlere Kudüs konusunu anlatacağım diye daha geçen hafta (16 Mayıs 2018) teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı anlatmaya çalışmıştım... Basit bir pop şarkısı olan Delilah'ı (Dilayla) anlatmak için ise yine geçen hafta (17 Mayıs 2018) tarihte daha bir geriye, teee üç bin iki yüz yıl geriye giderek ''Delilah'' (Dilayla) isminin hikayesini ve ne anlama geldiğini anlatmaya çalışmıştım...
Bu sefer de, o kadar değilse bile iki bin beş yüz yıl geriye giderek yine çok sevilen bir folk şarkısının hikâyesini anlatmak istiyorum... Her ne kadar bu efsaneyi sizlere daha önce de anlatmışsam da, ikinci kez anlatacak olsam da...
Anlatacağım bu folk şarkısının hikâyesi Nuh tufanındaki ‘’güvercin’’ efsanesinden sonra Batı kültüründe bulunan ikinci bir ''güvercin'' efsanesine dayanır. M.Ö. 492 yılında geçen bu ''güvercin'' efsanesi şu şekildedir:
Pers Kralı Büyük Kiros'un oğlu Smerdis’in hükümdarlığı zamanında ölümsüzlerin komutanı olan General Darius, Smerdis'e karşı isyan bayrağı açar, soylularla birleşerek Smerdis'i devirir ve kral olur. Pers Kralı Kiros Asya'da gidebileceği en uç noktaya dek gitmiş ve orada ölmüştü. Darius kral olunca imparatorluğu Avrupa yönünde genişletmeye karar verir... Batı Anadolu'da İyonların isyanı, Perslerin dikkatini bu yöne çeker. İsyanı Yunan kentlerinin desteklediği anlaşılınca Darius Ege'nin karşı yakasına sefer kararı alır.
İşte Darius’un Ege'nin karşı yakasına yaptığı bu sefer esnasında bir Pers gemisi Athos dağı sahilinde fırtınaya yakalanır ve gemi dağa çarpıp, parçalanarak batar. Gemi batarken gemiden bir güvercin sürüsü havalanır. Başlangıçta bu kuşların batan gemideki denizcilerin ruhları olduğunu düşünülür. Ancak gerçek daha farklıdır. Her güvercin gemideki denizcilerden birine aittir. Ve bu güvercinler onların evlerine acı haberi götürmekle görevlidirler. Güvercin, ayağına bağlı bir mektup olmadan evine dönerse geminin battığı ve sahibinin öldüğü anlaşılacaktır. O zamandan beri tek başına uçan bir güvercin, böyle acı bir haberin sembolü olarak hatırlanır.
‘’La Paloma’’ isminde de bir İspanyol folk şarkısı vardır. İşte bu ''La Paloma'' şarkısının teması da anlattığım bu ''güvercin'' efsanesine dayanır. ’'La Paloma''; İspanyolca barış sembolü olan ''güvercin'' demekti... ''La Paloma''; dünya çapında bir özlemi anlatırdı; güvercin sembolünde birleşen barışı...
''La Paloma'', 1861 yılında Küba'yı ziyaret eden Basklı müzisyen Sebastián Iradier tarafından 1863 yılında bestelenen ve ''Habaneras'' (''Küba’dan gelen'' anlamında) adı verilen bir İspanyol folk müziğidir. Şarkı genellikle İspanyolca, Fransızca ve Almanca dillerinde söyleniyor... ''Müzik evrenseldir'' derler ya işte bu sözü ispatlarcasına bu şarkının tüm dünyada iki bin civarında yorumunun olduğu tahmin ediliyor. Her dilde farklı sözlerle söylenmiş… Her dilde farklı söylenirken her ses tonu şarkıya farklı etkiler bırakmış. Kiminde derin bir hüzün, kiminde ise neşe dile getirilmiş... Bu şarkı Meksika'da çok popüler olmuş ve Meksikalı devrimcilerin dilinden düşmemiş. Latin Amerika ülkelerinde özgürlüğün, aşkın ve kardeşliğin melodisi olmuş, Zanzibar’da düğün müziği olmuş, Romanya’da cenaze marşı, Meksika’da isyan şarkısı, Almanya’da gemici ağıtı olmuş... Ben Almancasını daha çok seviyorum; belki de anladığımdan, bu dile olan hâkimiyetimden, belki de Almancasındaki duygusal hüzünlü sözlerinden, belki de sadece Almanca sözlerinin girişte anlattığım güvercin efsanesini anlattığından…
Almanca şarkı sözü özetle denizde bir gemide vedalaşmayı anlatır… Giden gelmeyecektir... ''Hayat'' der, ''hayat, denizin üzerinde bir dalga gibi bir gider bir gelir.'' der. Ve ''Kim anlayabilir ki?'' diye sorar... ‘’Ve ben geri gelmezsem... ağlama'' der... ''Denizleri aşarak sana beyaz bir güvercin gelecek ve sana benim selamımı getirecek ve sana bu gidişten hiç dönüş olmayacağını bildirecek…’’ Tıpkı efsanedeki İranlı gemicilerin güvercinleri gibi…
Almanca sözleri bana tam olarak Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Sessiz Gemi’’ isimli şiirini anımsatır. Sanatçı Hümeyra da çok güzel seslendirmişti ama keşke bu müziğe uyarlansaydı, sözleri de tam uyardı: ‘’Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; / Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.’’
Alman gazeteci, yazar ve tarihçi olan Sigrid Faltin’in bu şarkıyı anlattığı ‘’La Paloma’’ isimli bir de belgeseli var. Belgeselde üç kıtada geçen şarkının birçok ülkedeki yorumu ve şarkının o ülkedeki halka göre anlamı ve bir şarkının kültürel yaşamı nasıl etkilediğini ve dilden dile dolaşarak nasıl iki bin yoruma ulaştığını anlatılıyor. Bu belgeselde Meksika İmparatoru Maximilian’ın idam edilmeden önce en son isteğinin, La Paloma şarkısını dinlemek olduğu rivayet ediliyor...
La Paloma insanoğlunun besteleyebildiği en güzel müziklerden birisidir diye düşünüyorum... Bu şarkı her dinleyenin gönül telini tir tir titretmiş. İnsan dinlerken bu şarkıyı; üstüne yağmur yağmış, güneş vurmuş ve bir de üstüne sam yeli esmiş bir kar gibi ılgıt ılgıt erirmiş... Aşağıda bağlantılarını verdiğim belli başlı yorumları dinlediğinizde sanırım bana hak verirsiniz diye değerlendiriyorum.... Aynı müzik ama farklı yorumları birbirinden o kadar güzel ki, yerinizde olsam bağlantısını verdiğim bütün yorumları dinlerdim. Bu yorumlar gökkuşağının bütün renkleri gibi rengarenk... Bu şarkıyı, bu yorumları dinlediğinizde zamanınızı bu dünyanın gamını, kederini, pisliklerini düşünmeğe harcamaktansa, değil bu zamanı, dünyanın tüm bir zamanını bu şarkıya feda etmeye değer olduğunu göreceksiniz.. ... Ve yine göreceksiniz ki Meksika İmparatoru Maximilian’ın idam edilmeden önce en son dileğinin La Paloma şarkısını dinlemek isteği boşuna değil...
Anlattığım gibi el âlem basit bir folk şarkısında bile iki bin beş yüz yıl geriye giderek bir tarihi derinlik sunuyor... El âlem basit bir folk şarkısında bile tarihi bir efsaneye, tarihi bir figüre atıfta bulunarak iki bin beş yüz yıl önce Doğu'dan gelen bir tehlikeyi unutmuyor, unutturmuyor.. El âlem basit bir folk şarkısında bile birleşmeyi, bütünleşmeyi sağlıyor...
Bizim günlük siyasal, toplumsal ve kültürel yaşayışımız ise tıpkı kendi pop ve folk şarkılarımızın sözlerinde olduğu gibi şıkıdım şıkıdım, oynaya oynaya, lay lay lom geçip gidiyor… Ortak söyleyebileceğimiz bir şarkımız, bir türkümüz, ortak bir ulusal değerimiz, bir ülkümüz, bir inancımız, bir kıvancımız, ortak bir öykümüz, bir hikâyemiz, bir efsanemiz kalmamacasına rüzgârların önündeki kuru yapraklar misali savrulup gidiyoruz...
Einstein; ‘'Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir’' derdi… Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ der. Biz de günübirlik yaşayıp gidiyoruz işte...
Hayat; şarkının Almanca versiyonunda söylendiği gibiydi zaten; ‘’Giden gelmeyecektir...'' ''Hayat denizin üzerinde bir dalga gibi bir gider bir gelir.'' Ve ''Kim anlayabilir ki?'' diye sorar... ‘’Ve ben geri gelmezsem... ağlama'' der..
Osman AYDOĞAN
La Paloma çok değişik sanatçılar tarafından yorumlanmıştır. En bilineni İspanyol asıllı Fransız sanatçı Mireille Mathieu'nun Almanca olarak söylediği yorumudur. Ben en çok bu yorumu beğeniyorum... Yine Mireille Mathieu'nun Yunan sanatçı Nana Mouskouri ile Fransızca düeti de var. Julio Iglesias ile Nana Mouskouri'nin de ''La Paloma'' düeti var.
https://www.youtube.com/watch?v=2NXrhcbpiV0
André Rieu'in ''La Paloma''sı... Orkestra ile de daha bir güzel... Orkestra deyince Belçikalı tenor Helmut Lotti'den orkestra eşliğinde dinlenmeli diye düşünürüm...
https://www.youtube.com/watch?v=0PaBpeOqPSg
''Çalışıkuşu'' dizisinde Feride’yi canlandıran Aydan Şener dizide piyano ile çalmıştı La Paloma'yı… Piyano ile bir harikaydı La Paloma.. İspanyol besteci ve gitar virtüözü Francisco Tarrega tarafından gitar yorumu da çok güzel...
https://www.youtube.com/watch?v=foDKfzZbGz0
En iyileri en sona bıraktım. İspanyol müziğinin divalarından sayılan Gabriella Ferri de çok güzel yorumlamış La Paloma'yı..
https://www.youtube.com/watch?v=UOl502lgWFk
La Paloma'yı Polonyalı sarkıcı, aktör ve piyanist Adam Aston da başka bir yorumla söylemiş:
https://www.youtube.com/watch?v=Ogh7o9HpjAE
Ama Los Panchos (Trio Los Panchos olarak bilinir, üç romantik Latin şarkıcılarıdır) daha güzel anlamlar katmış La Paloma'ya:
https://www.youtube.com/watch?v=EbEEuSAHvis
İtalyan şarkıcı ve tenor Giuseppe di Stefano da bir başka yorumlamış:
https://www.youtube.com/watch?v=FbrB9pRvMM4
İspanyol soprano Victoria de los Angeles’in o billur sesi ile bir başka söylemiş:
https://www.youtube.com/watch?v=nUFYBpF1mW8
Arjantinli sanatçı Libertad Lamarque’nin yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=jebIpYs2UUI
La Paloma’nin Almanca metni:
La Paloma
Wenn rot wie Rubin die Sonne im Meer versinkt
ein Lied aus vergangener Zeit in den Herzen klingt.
Das Lied
es erzählt von einem
der ging an Bord
und da sagte er zur Liebsten ein Abschiedswort:
Weine nicht
wenn ich einmal nicht wiederkehr!
Such einen andern dir
nimm es nicht zu schwer!
Und eine weiße Taube fliegt dann zu dir
bringt einen letzten Gruß übers meer von mir.
La Paloma
ade!
Wie die wogende See
so ist das Leben ein Kommen und Gehn
und wer kann es je verstehn?
Sie sah jeden Morgen fragend hinaus zum Kai -
sein Boot "La Paloma"
es war nie mehr dabei.
Denn eine weiße Taube zog übers Meer!
Da wußte sie
es gibt keine Wiederkehr!
La Paloma
ade!
Wie die wogende See
so ist das Leben ein Kommen und Gehn
und wer kann es je verstehn?
İbn-i Arabî
Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. O ses, o mesaj, o çığlık şuydu;
‘’Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık...
O artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir Kâbe,
Tevrat levhaları,
Kur'an kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum.
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.’’
Şu sözleri onu anlatmaya yeter:
"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’
"Yeryüzünde nice dolaşan vardır ki, yer ona lânet eder. Yer üzerinde nice secde eden vardır ki yer onu kabul etmez. Nice dua eden vardır ki kelamı dudağının ucunu geçmez."
''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’
“Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”
"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."
"Sen içine dön, yalnız dışınla meşgul olma. Çünkü sen cisminle değil ruhunla insansın."
"Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler."
"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları âdemden vücuda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."
"... artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."
(Âfâk, ufuk kelimesinin çoğuludur. Âfâka nisbet eki eklenerek yapılmış bir kelime olan âfâkî kelimesi kelâm, felsefe ve psikoloji ilimlerinde objektif (nesnel) karşılığı olarak kullanılmaktadır. Âfâkî kelimesiyle genellikle "dış dünya ile ilgili olan, bireyin şahsî görüş ve inançlarından bağımsız olarak gerçekliği bulunan, herkesin izleyip gözleyebileceği reel durumlarla ilgili olan şey" kastedilmektedir. Âfâkî kelimesinin karşıtı enfüsî (sübjektif) kelimesidir. Kur'ân'da âfâk ve enfüs kelimeleri karşıt kavram olarak bir arada geçmektedir. "Gerek âfâkta (dış dünya ve madde âlemi), gerek enfüste (insanın iç dünyası ve ruh âlemi) delillerimizi yakında onlara göstereceğiz" (Fussilet, 41/53). Kur'ân'ın bu yaklaşımına uygun olarak Allah'ın varlığını ispatta kelâmcılar daha çok âfâkî (kozmolojik ve ontolojik) delilleri kullanırken, mutasavvıflar enfüsi (psikolojik ve ahlâkî) delilleri kullanma yoluna gitmişlerdir.)
Ünlü mutasavvıf, İslam düşünürü ve şairidir. İslam dünyasında hakkında en çok tartışılan bilgindir. İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî ile beraber İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisidir. ‘’Vahdet-i vücut’’ (varlık birliği) diye anılan ünlü tasavvuf kuramını oluşturan ve bu kuramla anılan kişidir.
İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbn-i Arabî ve Şeyh-ül Ekber (Büyük Şeyh) diye meşhûr olmuştur. Onu anlayamayanların dilinde ise ismi Şeyh-ül Ekfer'dir (Kâfir Şeyh). Genellikle Muhyiddin İbn-i Arabî diye bilinir…
İbn-i Arabî, Muvahhidun döneminde 1165 yılında Mursiye (Murcia), İspanya’da doğar, 1239 yılında Şam'da vefat eder. Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıkar. Devrindeki tüm İslam coğrafyasını gezerek; Fas, Medine, Mekke, Şam, Musul, Bağdat, Halep ve Konya’da çeşitli bilginlerle tanışır ve görüş alışverişinde bulunur.
Tasavvufta o bir başlangıçtı, ardından gelenler ise (Sadreddin Konevî, Dâvûd-i Kayserî, Molla Fenârî gibi) bu yolda devam etmişlerdir…
Fransız Matematikçi ve yazar René Guénon; Dante’nin ‘’İlahi Komedyası'’nda adı geçen ‘’İnferno’’ (cehennem)yu kaleme alırken İbn-i Arabî’nin ‘’Kitab el-İsra’’ (Gece yolculuğu kitabı) ile ‘’Fütühat-ı Mekkiye’’ (Mekke İlhamları) adlı eserlerinden faydalandığını iddia eder. İbn-i Arabî’nin gerek ‘’Kitab el-İsra’’ ve gerekse de ‘’Fütühat-ı Mekkiye’’ adlı eserlerdeki simge ve semboller, özellikle Dante'nin cehennemi ile İslami cehennemin benzerliği, Hz. Muhammed'in Mirac'ı; cehennem ve cennetten sonra her ikisi eserde de başkarakterin nurani bir yoğunluktan (Tanrı) bahsetmesi bu iddiayı kanıtlar niteliktedir.
René Guénon'un da kabul ettiği bu iddia, aslında kendisi de Endülüslü olan tarihçi Miguel Asin Palacios’a aittir. Miguel Asin Palacios, ‘’Dante ve İslam’’ (Okuyan Us Yayınları, Mayıs 2010) isimli eserinde bu iddiayı dile getirir.
İbn-i Arabî ‘’Fusüs ül-Hikem’’’ (Bilgelik Fanusları) isimli kitabında şunları yazar;
‘’...küçük insan, büyük âlemin (kozmos) bir minyatürüdür... İnsan varlığı, âlemden daha da küçük olsa da, o büyük âlemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu âleme büyük insan (insan-ı kebir) adını veriyorlar...’’
"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi."
İbn-i Arabî bu sözüyle; ‘’Hakk'ın gölgesidir insan. İnsan, Hakk'ın tüm isimlerini almış, Hakk'dan ayrı değil’’ mesajını veriyor.
‘’Fusüs ül-Hikem’’in Nuh bahsinde teşbih ve tenzihi anlattığı bölümde şunları yazar;
(Teşbih; Benzetme. Tenzih; Arılama, kusur kondurmama, Allah'ın bütün kusurlardan uzak olduğuna inanma.)
"...yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.
imdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu
ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu.
eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
imdi, sen o değilsin ve sen o’sun;
ve sen o’nu şeylerin ayn’ında
kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Allahu teala, “o’nun benzeri hiç bir şey yoktur” [şura suresi, 42/11] diyerek tenzih
etti; “o, semi ve basir’dir” [şura suresi, 42/11] diyerek teşbih etti. Ve Allahu teala,
“o’nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi; “o, semi
ve basir’dir” diyerek tenzih etti ve tek kıldı..."
‘’Fütuhat’’ının birinci cildinde şunları yazar: "Allah kemâl sahibidir. Kâinatta kendi kemâlini göstermiş, gökleri mükemmel yaratmıştır. Mükemmel şekil küredir. Onun için kâinat küreler halinde yaratılmıştır. Dünya küre şeklindedir ve ekseni etrafında dönmektedir." Bu satırlar yazıldığında henüz Galileo’nun doğmasına 400, Kopernik’in doğmasına ise 300 yıl vardır.
İbn-i Arabî'ye göre insan mücmel (sözü az, mânası çok olan) bir varlıktır. Bu mücmeli mufassal (geniş, izahlı olarak, tafsilâtlıca) hale getirdiğimizde ise insanın birçok alt hakikatten meydana geldiğini görürüz. Başka bir deyişle, insan mecmu, yani bütün âlemin ve âlemdeki hakikatlerin toplamıdır. Bu özelliği ile, tüm âleme ve hakikatlere içkindir ve "içerdiği parça hakikatler ile âlemdeki şeylerin mukabilidir ve insan bütün âlem hakkındaki bilgisini kendisinde bulunan bu tikel parçalarını bilfiil hale getirmekle elde edebilir."
İbn-i Arabî bir kitabında şöyle yazar (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları, 1985, Mehmed Ali Ayni, sayfa 21): “İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.” Anlamı: ‘’Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.’’
İbn-i Arabî ‘’Fütuhat-ı Mekkiye’’ isimli kitabında (Esma Yayınları, 2001) Sebte kentinde rastladığı hocası İbn’üs Sâig’ten aktarır: ‘’Dünyayı def ve flüt ile yiyip bitirmek, benim indimde din ile yiyip bitirmekten daha iyidir. Elinden geldiği kadar dince lânet etmekten kaçın.’’
İbn-i Arabî ‘’Fütuhat-ı Mekkiye’’ isimli kitabında bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) “gördüğünü” yazar. Kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbni Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Âdem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbn’ül Arabi ona Hz. Âdem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Âdem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?” Bu yanıt üzerine Arabî, "O zaman hatırladım ki hadiste 'Allah yüz bin Âdem yaratmıştır' diye yazardı" der. Hz. Âdem yaratıldı tüm melekler sordu: "Dünyaya fesat getirecek bir varlık mı yaratacaksın?" dediler. (Bakara-30) Melekler bunu -insanın dünyaya fesat getirecek olmasını- nereden biliyorlardı? Demek ki melekler daha önceden insanı tanıyorlardı.... Kuran bazı konuları ucu acık bırakarak ‘’Akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz?" diye buyurmaz mı?
Şam'a geldiğinde kendisinin ‘’Fütuhat'’tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen ‘’Fusus'ul Hikem’’i kaleme alır. İbn’ül Arabî bu eseri rüya'sında Peygamber'den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. İbn’ül Arabi, Fusus’u yazma nedenini şöyle açıklıyor: “627 Hicret yılı, Muharrem ayının son günlerinde, Şam’da iken. Tanrının peygamberi Hz. Muhammed’i gerçek bir rüya anlamında gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana dedi ki, bu Fusus ül-Hikem kitabıdır. Bunun al ve halka açıkla ve bu bilgilerden herkes yararlansın.”
27 bölümden oluşan bir kitap olan Fusus ül-Hikem’in her bölümünde bir peygamberin kişiliği ve görevlerinin özelliği anlatılır.
‘’Fusus'ul Hikem’’de şunları yazar İbn’ül Arabî; “Âlem, Allah’ın belirmesidir. O, âlemin ruhu olup, sevk ve idare eder. Evrenin tümü O’dur, O, benim ve O’nun varlığı ile ayakta duran tek varlıktır. Âlemin başka gerçek bir varlığı yoktur. Âlem, O’ndan ayrı bir varlık değildir. Görmez misin ki, gölge sahibinden çıkmış ve ona bitişik olduğu halde, sahibinden görünüşte ayrılması imkânsızdır. Nasıl insanın gölgesi, ancak gölgenin düştüğü yer aracılığı ile görünüyorsa, Âlem de, Allah’ın gölgesinin üzerine düştüğü madde aracılığı ile idrak edilir, bilinir.”
Kur’an-ı Kerim’de, “Her şey beni zikreder ama siz anlayamazsınız” denilir. Bu ayeti anlamak, ancak maddenin, var olan her şey hakkında bilgilenme yönünde ve evrimimizde aracı olarak kullanılmasıyla mümkün olabilir.
1182'de İbn-i Rüşd ile görüşür. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbn-i Rüşd’ün ‘’bilgi'’nin ‘’akıl yolu'’yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin ise gerçek ‘’bilgi’'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.
Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi olan Şihâbüddîn Sühreverdî ile İbn’ül Arabî bir gün yolda karşılaşırlar. Bir saat kadar beraber yürüdükten sonra bir şey konuşmadan ayrılırlar.
Daha sonra Sühreverdî’ye denildi ki: “İbn’ül Arabî hakkında ne dersin?” Buyurdu ki: “Hakîkatler deryası, kutb-i kebîr ve gavs’dır.” İbn’ül Arabî’ye Sühreverdî’den sorulunca buyurdu ki: “Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur.”
“Rûhlar ile nasıl görüşüyorsunuz?” diye sorarlar İbn’ül Arabî’ye. Onlara verdiği cevapta; “Üç şekilde’’ der: ‘’Rü’yâ yoluyla, onların rûhâniyetlerini da’vet edip görüşerek ve bedenimden rûhumu ayırıp, rûhumla onların yanına giderek” diye buyurur.
(Burada geçen bazı terimler için bir açıklama: Kutup makamına sahip insanlar; Hz. Muhammed (sav) ahirete intikal edince onu bu dünyada temsil eden ve Allah ile irtibatları kavi büyük insanlardır. Onlar, mazhariyetleri ve görevleriyle bir bakıma yeryüzünde âdetâ Kâbe konumundadırlar. Ehl-i tahkikin beyanına göre, bazen onlar Kâbe’nin etrafında, bazen de Kâbe onların etrafında döner. Bu konuda Muhibbüddîn-i Taberî, vâlidesinden şu hâdiseyi rivâyet eder: “İbn’ül Arabî hazretleri, bir gün Kâ’be-i muazzamada, Kâ’be’nin ma’nâsı hakkında bir va’z veriyordu. İçimden onun söylediklerini inkâr ettim. O gece, ma’nevî ma’nâda Kâ’be’nin İbn’ül Arabî’nin etrâfında döndüğünü, onu tavaf ettiğini gördüm.” Allah böylelerinin bakışları ile kâinata bakar, merhamet veya gadap eder. Kutub makamının bir adım ötesinde “gavsiyet” makamı yer alır. Bu makamı ihraz edenlerin en büyük özelliği, tasarruflarının öldükten sonra da devam etmesidir. Her gavs bir kutuptur, fakat her kutub bir gavs değildir. Sünnet-i Seniyye ise; Sünnet kelime itibari ile yol demektir. Istılahta ise peygamber efendimizin yolu anlamına gelir ve hürmeten “sünnet-i seniyye” -çok mühim ve kıymetli olan âli yol- denilmiştir.)
Şam’da, İbn'ül Arabî’yi sevmeyenlerden biri, her namazdan sonra bu büyük veliye on defa lanet okurdu. Bu olaydan İbn'ül Arabî’nin de haberi olur, ancak hiç bir tepki vermezdi. Bir süre sonra İbn'ül Arabî’ye lanet eden adam ölür. İbn'ül Arabî, hiçbir şey olmamış gibi adamın cenazesine katılır.
Cenazenin defninden sonra arkadaşlarından biri, İbn'ül Arabî’yi evine davet eder. İbn'ül Arabî evde kıbleye müteveccih bir şekilde oturur. Zikir ve duâ ile meşgul olmaya başlar. Dostu yemek zamanı yemek hazırlar, ancak İbn'ül Arabî yerinden kalkmaz. Sadece namaz için yerinden kalkmakta ve yine kıbleye doğru yönelip tesbih çekmeye devam etmektedir.
Bir süre sonra yüzü mütebessim ve içini sevinç kaplamış bir vaziyette kalkarak dostuna, ”Ben acıktım, bana yemek hazırlayın” der. Dostu merakla yemek hazırlamasına rağmen, neden yemediğini sorduğunda, İbn'ül Arabî şu cevabı verir: ”Ben, bana lanet okuyan adamın ruhuna yetmiş bin kelime-i tevhid okumaya ve o affedilinceye kadar hiçbir şey yememek ve içmemek üzere kıbleden yüzümü çevirmeyeceğime dair Allahü teâlâya ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim.”
İbn'ül Arabî, ‘’İlâhî Aşk’’ isimli kitabında (İnsan Yayınları, 2016) aşağıdaki bölüm yer alır: (s. 134)
''Allah rahmet etsin, babam mıydı, amcam mıydı? Hangisiydi, tam bilemiyorum; ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda bir avcı görür. Avcı dişi bir kumruyu takip etmektedir. O anda aniden, kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru çaresizliğinden kendi etrafında fır dönerek havaya yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur. 'Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık' diye devam etti babam; 'sonra, o kuş o yüksekliğe varınca kanatlarını kapattı, başını yere çevirdi ve çığlıklar atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ bakakalmıştık' diye anlatmıştı. Ey âşık, bu bir kuşun yaptığı harekettir. Peki, Allah aşkı uğrunda senin tavrın nicedir?''
İbn'ül Arabî bir kitabında da Endülüs'te bir çocukla dayısının başından geçenleri anlatır:
''Endülüs'te çocuğun biri dayısıyla gayrimüslim bir değirmenciye buğday götürmüş. Yüz okka buğday verip doksan okka un alacaklarmış. Değirmenci de kantara hile karıştıran bir adammış. Yüz okka buğdayı alıp doksan okka un yerine yerine seksen okka un tartıp doldurmuş bir çuvala. Çocuğun dayısı da adamdan hakkını istemiş. "Sen ne biçim adamsın?" demiş.
Aralarında bir tartışma başlamış. Sonunda gırtlak gırtlağa gelip kavgaya tutuşmuşlar. Çocuk ne yapacağını şaşırmış. Dayısı ile değirmenci ordan oraya savrulmuşlar. Çuvallar patlamış, ikisi de bembeyaz una bulanmışlar. Çocuk da gitmiş eline bir sopa geçirmiş, dikilmiş adamların başına. Bembeyaz undan iki adam! Gevur hangisi, dayım hangisi? Gevur hangisi, dayım hangisi? Gevur hangisi..?'' Bu hikâyeden sonra şöyle der İbn'ül Arabî: ''Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kafir, dışı Müslüman, dışı kafir, içi Müslüman vardır. Allah'ın Bakara Suresi'nde buyurduğu gibi: 'İşte onlar hidayete karşı delaleti satın alanlardır. Fakat onların ticareti fayda etmemiştir. Onlar doğru yolu bilen kimseler de değildir..' "
Bir kitabında Hz. İbrahim ile ilgili şu hikâyeyi anlatır: Hz. İbrahim peygambere bir müşrik misafir olmak istedi, Hz. İbrahim: ''Müslüman olursan misafir ederim'', dedi. O da kabul etmedi. Döndü, gitti. Cenabı Hak İbrahim'e, “bir lokma ekmek için herifin dinini, babasından kalan alıştığı dinini terk etmesini teklif ettin. O, yetmiş senedir gavurluk yapar, ben onu besliyorum ve rızkını kesmedim,” buyurunca, Hz. İbrahim yola çıktı, ona yetişti. “Gel,” dedi, “seni misafir edeceğim. Çünkü Rabb'im senin için beni azarladı,” deyince; o, hem misafir oldu hem de Müslüman oldu.”
İbn'ül Arabî bir başka kitabında da şu hikâyeyi anlatır:
Bir zamanlar Bağdat'ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün son zamanlarında çok güzel bir minber oymuş. Ama çok güzel, Sedef kakmalı, ceviz ağacından. Her gören onun güzelliğiyle büyüleniyordu. Bu güzel minberin namı aldı yürüdü. Bağdat'a her gelen bu minberi alıp falanca camiiye koymak istiyormuş. Fakat marangozun cevabı hep "Hayır" oluyordu." Bu minber Mescid-i Aksa' da duracak". Ahali şaşırıyordu tabii. İyi de Kudüs Haçlı işgali altında. "Benim işim minber yontmak, Bir babayiğit de çıksın Kudüs' ü alsın. Bu minberi yerine oturtsun."
Herkes bu hikâyeyi minberin güzelliğini bire beş katarak birbirlerine anlatır oldu. Daha sonra 7-8 yaşlarında bir çocuktan dinlediler bu hikayeyi. Ama O çocuk minberin güzelliğinden çok müessirin vasiyetine kulak verdi. Aradan 40 yıl geçti ve o minberi durması gereken yere Mescid-i Aksa' ya yerleştirdi. Diller onu Selehattini Eyyubi diye andı.
Hikâyeyi şöyle bitirir İbn'ül Arabî: ''Bu işler böyledir. Biz o marangoz misali minberler yontarız. Bizim bu emanetlerimizi yerine koyacak er kişiler elbette çıkacaktır.''
Konya'ya Bağdat'tan Selçuklu hükümdarının daveti üzerine gelir ve veliaht Keykavus’a hoca olur. Arabî’nin Konya ziyareti esnasında Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulacağını kaleme aldığı rivayet edilir.
Konya’ya bu gelişinde Mevlânâ henüz 12 yaşındadır. İbn-i Arabî pazar yerinde çocuk Mevlânâ'yı babasının arkasında yürürken gördüğünde şöyle der ardından; "Hayret! Bir umman (okyanus), bir göle takılmış gidiyor."
Konya'da 8 yaşındaki çocuğuyla dul kalan bir kadınla evlenir. 8 yaşında eğitimine başladığı bu çocuk, Mevlânâ'nın çağdaşı Sadreddin Konevî'dir.
İbn-i Arabî, Vahdet-i Vücud öğretisinin baş sözcüsüdür. Ancak bu öğreti İbn-i Arabî’nin eserlerinde bu adla anılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbn Arabî'nin öğrencisi Sadreddin Konevî’dir. Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan bir görüştür.
‘’Kudsî Hadisler’’ (hadîs-i kudsî) diye bir kavram vardır. Bu tür (Kudsî) hadisler Allah'ın kelamıdır. Yüce Allah, hadîs-i kudsî de: “Gizli hazine idim. Bilinmek istedim ve tüm bir kâinatı ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım.” buyuruyor. Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır. İnsanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleri anlamındadır bu hadis.
İbn-i Arabî’nin ardından gelen Seyyid Nesîmî ile kendisinden önce yaşamış olan Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî gibi bilginler bu inanca sahip olmuşlar ve "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) sözü ile bu inancı yansıtmışlardır. Dönemlerinde, bu evliya, anlaşılmamış, dinden çıkmakla, sapkınlıkla, zındıklıkla, şirkle suçlanmış, kimisi de bu suçlamalardan dolayı idam edilmişlerdir.
Hallac-ı Mansur; "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) dedi idam edildi. Cüneyd-i Bağdadî; ‘’leyse fî cübbeti sivallah’’ (cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur.) dedi idam edildi. Seyyid Nesîmî; Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini’’ söyledi, canlı canlı derisi yüzüldü. Bayezid-i Bestamî; “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yoktur!.’’ dedi, zındıklıkla suçlandı. Kendi ifadesiyle; “Yolun başında idik ‘sıddık’ dediler. Sonuna vardık ‘zındık’ dediler.”
İbn Arabî’yi de kâfirlikle suçladılar. Bu nedenle O’na da; Şeyh-ül Ekfer (Kâfir Şeyh) dediler. Buna esas neden de Mısır’da iken yazdığı ‘’Futuhat-ı Mekkiye'’deki sözleridir. (Bu sözlerden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında idam fetvası verilmişti.)
Güncel bir konu. Bildiğiniz gibi Türkiye’nin büyük din bilginlerinden Yaşar Nuri Öztürk 22 Haziran 2016 günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. ‘’Ölülerinizi hayırla yâd ediniz!’’ diye buyurmuyor muydu Hz. Peygamberimiz? Bunlar güya Müslüman. Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’ün daha naaşı defnedilmeden sözde bu Müslümanlar tarafından arkasından yağdırılan nefreti, kini, hakareti gördünüz mü?. Daha dün, 2017 Mayıs ayı başında bu sözde Müslümanlar Atatürk'ün annesine dil uzatmadılar mı? Zübeyda Hanım'a İftira atmadılar mı? Bunların ataları da İbn’ül Arabî’ye bile ‘’Şeyh’ül Ekfer’’ (Kafir Şeyh) demişlerdi. Bunlar yüzündendir zaten tüm İslam âleminin sefil hali. Zaten derdi İbn'ül Arabî: ''Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kafir, dışı Müslüman, dışı kafir, içi Müslüman vardır.'' İşte bu insanlar Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e ‘’Harda (nerede) Müselman görirem, korharam" diye şiir yazdıran sözde Müslümanlardı... Ben bunlara daha ne diyeyim?
İbn’ül Arabî’nin bazı kehanetlerinden bahsedilir. Bazı iddialara göre, Fransız astrolog Nostradamus bile kehanetlerini yazarken İbn’ül Arabî’den esinlenmiştir. İbn’ül Arabî bir eserinde yine günümüze ait bir kehanette bulunmuş gerçek müminleri tenzih ederek rahmetli Mustafa Kemal Atatürk'e, Yaşar Nuri Öztürk’e kin ve nefret kusanlar ile topluma kin ve nefret aşılayanlar hakkında şöyle yazmıştı:
''Nice sevgili azizler, sinagoglarda ve kiliselerde!
Nice nefret dolu düşmanlar, camilerin safında!''
(İbn'ül Arabî, Et-Tecelliyet et-İlahiyya, s. 458, yay. Osman Yahya,1988)
Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam’ın hastalığının da entegrizm olduğu söylenir. Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in bu konuda güzel bir kitabı var, ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis yayınları, 2005)
(Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme…)
Ne diyeyim, Allah bunları ıslah etsin.. .
Sadece İslam dünyasında değil, Hristiyan dünyası da böyleydi.
Giordano Bruno; ‘’Tanrı Bir’dir, her yerdedir, hem de her şeyin üzerindedir. Birbirinden ayrılmaz olan Zekâ, Ruh ve Madde, Tanrısallığın üç görünümüdür.’’ dedi, canlı canlı yaktılar. Giordano Bruno derdi ki; ‘’anlamak zordur, basit ve kaba şeyler basit ve sokak insanları için geçerlidir.’’ Basit ve kaba insanlar anlamadı onları…
Mevlânâ’nın bu velileri anlatırcasına bir sözü vardır; ‘’Her devirde peygamber yerine bir velî vardır. Bu sınanma kıyamete kadardır.’’ Bu veliler peygamber yerinedirler. Bu velilerden yüzyıllar sonra ortaya çıkan Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemiyordu zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’ Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapıyordu.
İbn’ül Arabî “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” isimli eserinde “Tılsım sâhibi ilk ‘Sîn’in varlığından söz eder. Burada bahsi geçen ‘’Sîn’’ Yavuz Sultan Selîm’dir. “Onun cülûsu”nun ‘Mim’den sonra” olacağını söyleyerek onun tahta geçişinin kendisinden önceki en büyük hükümdâr olan Fâtih Sultan “Mehmed”den daha sonra olduğuna işaret eder. Bu şifreye göre “Mim”den, yâni “Mehmed”den sonra tahta geçecek olan “Sin” yâni “Selim”dir.
“Sîn'in zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman unutulmuş vîrâne bir kabri açığa çıkaracağı''nı belirterek; “Yıkık ve vîrâne olan kabr”in onun söylemesiyle ziyâdeleştiril”eceğine işaret eder. Ki, bu “yıkık ve vîrâne kabir” İbn’ül Arabî’nin, kendisine zındık diyen câhiller tarafından yıkılarak yerle bir edilen kendi kabridir. ''Şın'' ise Şam şehridir. Malum; ''Sin'' ve ''Şın'' Arap harflerinde ''S'' ve ''Ş''nin karşılığıdır. Onun bu kerâmeti halk arasında daha çok; “İzâ dehalu Sîn fi’ş-Şîn, zahara fî kabruhû Muhyi’d-dîn” (“Sîn Şın’a dâhil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddîn’in!” ) ifâdesiyle dile getirilmiştir…
İbn’ül Arabî’nin bu kehanetini doğrularcasına 1516 yılında Yavuz Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında İbn'ül Arabî'nin kabrini buldurur, buraya türbe yapılmasını, yanına da camii ve imaretininin inşaasını emreder. İkinci Abdülhamit de türbesini tamir ettirir. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir. Şam'a yaptığım bir ziyarette bu mütevazi kabri ziyaret edip dua etmek bana kısmet olmuştur.
Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde İbn Arabî'nin kendisine ait olduğu iddia edilen '’bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benim ismimle anılacak’' mealindeki bir beyit yazılıdır. (felikülli asrın vahidün yesmü bihi ve ene libâg'el asrı zak'el vahid)
Prof. Dr. Süleyman Uludağ, ‘’İbn Arabî’’ isimli kitabında (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995) İbn’ül Arabî için şunları yazar: (s. 172–173)
‘’İbn'ül Arabî aşk (sevgi) ile güzellik (cemal, hüsn) arasında sıkı bir bağ kurar. Aşk kendi başına ve bağımsız bir değer değildir. Onun temeli güzelliktir. Kusursuz ve en mükemmel güzel (cemal-i bâkemâl) de Allah’tır. İnsan onun için Allah’ı sever. Allah bütün güzellikleriyle âleme tecelli etmiştir. O halde ilahi bir tecelliden ibaret olan âlem bütün olarak da, parçalar halinde de güzeldir. Allah’ın güzelliği hem şekil ve suret halindeki maddi güzelliklerin, hem de ilim, marifet, ahlak (siret) ve kemal tarzındaki manevi güzelliklerin kaynağıdır.
Fakat yine de onun esas güzelliği her çeşit şeklin üstünde ve ötesindedir. Allah en güzel olduğu için sevilir ve sevilerek ibadet edilir. Fakat insan güzeldir, hem Allah onu kendi suretinde yarattığı için, hem halifesi olduğu için hem de: “Biz onu en güzel biçimde yarattık” dediği için hem de ilahi güzelliği en iyi biçimde yansıttığı ve Hakk’ın tecelligâhı olduğu için. Bundan dolayı Allah insanı sever, sözü edilen nitelikler en fazla velilerde ve peygamberlerde mevcut olduğu için onları daha çok sever, bu hususlar en mükemmel biçimde Hz. Peygamber’de mevcut olduğu için de en çok onu sever. Bunun için o Allah’ın sevgilisidir (habibullah, mahbub-i kibriya).
İnsanın diğer varlıkları sevmesinin sebebi bu varlıkların kendi kabiliyetlerine göre ilahi güzelliğin tecelligâhı (mazharı) olmalarıdır. Zahidlerin durmadan kötüledikleri, abidlerin sırtlarını döndükleri bu âlem İbn'ül Arabî’nin gözünde fevkalade güzeldir, güzelliklerle doludur. O halde aşk ve sevgi ile dolu olmalıdır.
İbn Arabî bir sevgi dünyası, bir sevgi dili kurmuş ve: “Benim dinim sevgi dinidir, ben sevgi kıblesine yöneldim” demiştir. Daha önce de var olan bu sevgi anlayışını geliştiren İbn'ül Arabî onun sisteminin özü ve kaynağı, tasavvufun da vazgeçilmez bir temel unsuru haline getirmiştir. Buna rağmen Mevlâna ile karşılaştırıldığı zaman İbn'ül Arabî’nin sisteminde sevgiden çok bilgiye (marifet) ağırlık verdiği görülür.’’
İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika’yı ziyaret etmektedir. Cumhurbaşkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen bu heyetle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zat anlatıyor:
Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine; “Bir Türk heyetinin Amerika’yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim” diye başladı ve devamla; “Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen bilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada bilim, felsefe ve mistik alanda sayıları birçok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beş yüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış âlim ve mutasavvıf Muhyiddin İbn’ül Arabî üzerinde birleştiklerini tesbit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Füsusül Hikem ve Fütuhat-ı Mekkiye gibi değerli birçok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üç yüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu gecikme neden? İşte bunu bilmek istiyorum.”
Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı: “Efendim'' dedim, ''önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyh’ül Ekber Muhiddin İbn’ül Arabî’nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah’ın vücud birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam âlimleri ve önderleri) ve mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.”
Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve “Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim” diyerek önündeki çekmeceyi açtı. “Bakınız ben her gün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütuhat-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım” dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık.
Bir kitabında okuyucuları için şunları yazar İbn’ül Arabî: "İşte ben, meyveleri olgunlaşmış bir bahçeyim; meyveleri bir araya toplanmış bir bahçe. Öyleyse, sen benim perdelerimi kaldır ve benim yazdığım bu yazıların, bu satırların içerdiği şeyleri oku!"
Bir başka kitabında da ‘’Bizi tanımayan kitaplarımızı okumasın’’ der. Eserlerinden istifade edebilecek kimseler için de "kemerlerini sıkmış, nefsini tezkiyede (nefsini temiz bilmek, nefsini kusursuz addetmek) önemli mesafe kat etmiş ve gönlünü dünyadan çekip almış" olmalarını şart koşar.
Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger'in İbn'ül Arabî'yi okuduğu bilinir.
Fransız yazar ve filozof Voltaire ibn'ül Arabî'nin İslam dünyasında bir kısım insanların kendisine ''Şeyh'ül Ekfer'' (Kafir Şeyh) diye tanımlamalarını şu sözlerle özetliyor: "Müslümanlar içinde bir adam çıkmış, onu da kendilerinden saymıyorlar."
Bir kısım bilim adamları Doğu felsefesinin Spinozası olarak adlandırırlar İbn'ül Arabî''yi.. (Baruch Spinoza: 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerindendir. Spinoza tuhaf bir çelişkiyle İbn'ül Arabî gibi hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. En büyük eseri ''Ethica'' adlı kitaptır.)
Sanki günümüzde yazılmışçasına tat veren 500 civarında olduğu tahmin edilen kitaplarından günümüze 250 ye yakın eseri ulaşmıştır.
Bunların arasında Türkçeye çevrileneler şunlardır;
Fusus'ül-Hikem, (çev. Ekrem Demirli), Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006
Fütuhat-ı Mekkiye, (çev. Ekrem Demirli), I.-VI. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006
Arzuların Tercümanı, İz Yayıncılık, Temmuz 2004
Fenâ Risâlesi, İz Yayıncılık, 1991
Marifet Kitabı, İz Yayıncılık, Mart 2011
Marifet ve Hikmet, İz Yayıncılık, Haziran 2008
Nurlar Hazinesi, İz Yayıncılık, İstanbul 2003
Saatlerin Hazinesi, Sümer Yayınları, 1973
Tedbirât-ı İlâhiyye -Tercüme ve Şerhi-, İz Yayıncılık, 2000
İbni Arabî Mevlânâ'nın bahsettiği peygamber yerine bir velidir. Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. O ses, o mesaj, o çığlık şuydu;
‘’Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık...
O artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir Kâbe,
Tevrat levhaları,
Kur'an kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum.
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.’’
İşte günümüzdeki tüm sorunlarımıza, tüm problemlerimize, tüm ihtlaflarımıza, tüm sıkıntılarımıza çözüm sunacak bir mesajdır bu çığlık!... Ahhh ki ahhh; bir anlayabilsek!
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” diye söylerdi Mevlânâ. Mevlânâ’nın söylediği gibi İbni Arabî'nin mezarı da aslında Kasiyun Dağı eteğinde değil âriflerin gönüllerindedir.
Allah rahmet eylesin.
Osman AYDOĞAN
Bir not: 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbn-i Teymiyye, doktriner pozisyonu itibariyle Selefiliğin kurucusudur ve varlığını kendisini önceleyen “Vahdet-i Vücud” anlayışının uç ismi ve Sufiliğin öncüsü olan –anlattığım- İbn-i Arabî’ye keskin karşıtlığına ve nefretine borçludur. Yani Selefiliğin hamurunda Sufilik nefreti vardır.
Feraset
Abbasi Devleti’nin en güçlü halifesi olan Harun Reşid’in 786-809 yıllarında halifelik yaptığı döneme ait çok hikâye vardır. Bunlardan Harun Reşid’in kimi kaynaklara göre fikir aldığı kişi olarak tanımlanan Behlül Dânâ’yı bu sayfada kısa bir süre önce anlatmıştım…
Bugün yine Harun Reşid dönemine ait bir başka hikâyeyi anlatacağım ama hikâyenin anlaşılır olması için önce kısa bir bilgi vermem gerekiyor…
Abbasiler zamanında devlete hâkim olan bir aile var: Bermekîler. Önce bu cemaati - pardon, önce bu aileyi anlatmak isityorum.
‘’Bermek’’ sözcüğü, Belh'deki Budha’cı Nevbahar tapınağının başrahibine verilen unvandır. Bermek, işte bu ailenin kurucusu, saptanabilen en eski üyesidir. Bermek’in Belh'te astronomi, felsefe ve tıp bilimleriyle uğraştığı; Halife Abdülmelik'in sarayında görev aldığı biliniyorsa da Müslümanlığı gerçekten kabul edip etmediği tam olarak bilinmiyor.
İşte ailenin kurucusu bu Bermek’in oğlu Halit bin Bermekî (öl. 782) babasının aracılığıyla Emevi halifesi Abdülmelik'in sarayında görevlendirilir. Ebu Müslim'in yönetiminde Abbasiler'in halifeliği ele geçirmesine katkıda bulunur. İlk Abbasi halifesi Ebülabbas'ın güvenini kazanarak devlette önemli görevlerde bulunur.
Halit bin Bermekî öldükten oğlu Yahya bin Halid (739-805) Musul valiliğine atanmışken, halife Mehdi onu Bağdat'a çağırarak oğlu Harun Reşid'in eğitim ve öğrenimiyle görevlendirir. Harun Reşid halife olunca da Yahya bin Halid sınırsız yetkilerle vezirlik makamına atanır (786). Yahya, oğulları Fazıl ve Cafer'in de yardımlarıyla devleti 17 yıl yönetir. (786-803).
Yahya bin Halid, on yedi sene vezirlik makamında kaldıktan sonra oğuldan oğula geçen vezirlik Bermekî ailesinden dördüncü ve son vezir olan Cafer bin Yahya’ya geçer. Cafer bin Yahya’nın Halife Harun Reşid ile çok yakın bir dostluğu vardır.
Cafer bin Yahya (767-803), Halife Harun Reşid'in kendisine beslediği büyük güven ve yakın ilgiden yararlanarak, denetimine verilen eyaletleri Bağdat'tan ayrılmaksızın yardımcıları aracılığıyla yönetir.
Bermekîler'in İranlı olmaları ve Abbasi halifeliğinin kuruluşundan bu yana devletin yönetiminde en üst düzeyde yer almaları bazı güçlü Arap emirlerini gücendirmeğe başlar. Harun Reşid de devletin bütün kademelerine yerleştirdiği, ne istedilerse verdiği ve ülkede kendisi kadar sözü geçen bu cemaati, pardon bu aileyi artık kendisi için de tehlikeli gördüğünden ortadan kaldırmaya karar verir. Çok ince bir tuzak hazırlayarak, kız kardeşi Abbase'yi sözde bir nikâhla Cafer ile evlendirdiyse de gerçek karı-koca olmalarına izin vermez. Cafer ile kız kardeşinin bu yasağı çiğnemeleri sonucu, zaten tuzağını bu temel üzerine kurmuş olan Harun Reşid, hac ziyaretinden dönünce Cafer'i öldürtür (803). Onun babası Yahya, ağabeyi Fazıl ve öteki iki kardeşini de görevlerinden alarak tutuklattır, mallarına el koyar. Böylece Abbasiler döneminin en ünlü vezir ailesi olan Bermekîler bir buyrukla ortadan kaldırılmış olur. (803).
Anlatacağım hikâye için bu giriş ‘’kısa bir bilgi’’yi aşarak sanki tarih dersi gibi olduysa da af ola…,
Şimdi gelelim hikâyemize…
Halife Harun Reşid, Bermekî olan veziri Cafer bin Yahya ile birlikte külliyenin – pardon, Saray’ın bahçesinde gezerken, canı meyve çekiyor... Elmayı dalından koparmak için uzanıyor, ne var ki; orta boylu olduğu için meyveye yetişemiyor!..
Veziri Yahya’ya diyor ki; “Omzuma çık, o meyveyi kopar ve bana ver!” Vezir zayıf olduğu için, Halife’nin omzuna çıkıyor ve meyveyi koparıp, veriyor...
Meyveyi yiyen Halife Harun Reşid, “çok lezzetliymiş” diyor, “Bana bahçıvanı çağırın... Bu lezzetli meyveden dolayı onu ödüllendireceğim.”
Zaten az ileride duran ve olan-biteni hayretle seyreden bahçıvan geliyor... Halife, ona; “sana bir ödül vereceğim, dile benden ne dilersen” diyor...
Bahçıvan diyor ki; “Sultanım, sizden bir tek isteğim olacak... Bana, benim Bermekî olmadığıma dair bir belge verir misiniz?”
Halife şaşırıyor!.. “Herkes devlet kademesinde görev almak için bir Bermekî şeceresi uydururken, herkes Bermekî olmaya can atarken, sen niye Bermekî olmadığına dair belge istiyorsun ki? Kaldı ki, sen bir Bermekîsin!.. Bermekî olmaktan niye kaçınıyorsun?”
Belgeyi almakta ısrar eden bahçıvan diyor ki; “Evet, ben bir Bermekîyim... Ama mademki, benden bir istekte bulunmamı istediniz... Ben bu belgeyi istiyorum, başka da bir isteğim yoktur!”
Halife Harun Reşid de; “madem ısrar ediyorsun, istediğin belgeyi vereceğim sana” diyor ve daha sonra da, o belgeyi veriyor bahçıvana...
Aradan yıllar geçiyor…
Halife Harun Reşid, yattığı gaflet uykusundan nihayet uyanmaya, gözleri açılmaya, kulakları duymaya ve civar ülkelerden gelen uyarıların ve halktan yükselen tepkilerin hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlıyor!..
Bermekîler; Halife Harun Reşid’in kendilerine beslediği büyük güven ve yakın ilgiyi istismar ederek sadece Saray kademelerini değil eyaletleri de kendi yandaşları ile yönetmeye başlamışlardır!.. Bermekîler devletin her kademesini bir ur gibi sarmışlar, en ücra yerlerine bile kendi adamlarını yerleştirmişlerdir!..
Yattığı derin gaflet uykusundan uyanan Halife, Bermekîlerin devlet içinde bir devlet kurmak için uğraştıklarını ülkenin her yanını ele geçirdiklerini ve kendisini devre dışı bıraktıklarını fark edince derhal emir veriyor:
“Bermekîleri kılıçtan geçirin!... Yaşlılarını da zindana atın!”
Emir, yerine getiriliyor!... Bermekîler öldürülüyor.
Peki, bu arada bahçıvana ne oluyor dersiniz?.. Halife’nin emri üzerine, görevliler bahçıvanın da evine de giderler... Ya kılıçtan geçirecekler, ya hapse atacaklardır! Ama, bahçıvan; hemen, Bermekî olmadığına dair Halife imzalı belgeyi gösteriyor! “Gördüğünüz gibi, ben Bermekî değilim” diyor ve kellesini kurtarıyor..
Kılıçtan geçirme ve zindana atma operasyonu sona erince, Harun Reşid, son durumu öğrenmek için kurmaylarını çağırıyor ve soruyor; “Emrimi yerine getirdiniz mi?”
Kurmaylar der ki; “listedeki herkes ya kılıçtan geçirildi ya zindana atıldı... Sadece bir adam kaldı... Ama ona dokunamadık, çünkü elinde sizin imzaladığınız bir belge vardı!”
Halife; “Hatırladım ben onu... Onu bulun ve bana getirin” diyor... Bahçıvan huzuruna getirilince, Harun Reşid soruyor adama; “O gün, Bermekî olmadığına dair, benden ısrarla belge istedin... Ben de verdim... Peki, bugünlerin geleceğini nereden anladın?”
Bahçıvan diyor ki; “Sultanım; hani, o elmayı koparmak isterken, vezir, sizin omzunuza basmıştı ya... İşte o an dedim ki; eyvah, bizim sonumuz geldi!” Harun Reşid, araya girip; “Ama ben söyledim omzuma basmasını” deyince, bahçıvan diyor ki;
“Fark etmez Sultanım... Sizin, Sultan olarak, vezirinizin omzunuza basmasını istemeniz bir alicenaplıktır, büyüklüktür... Siz istemiş olsanız bile, vezirinizin omzunuza basması ise hem şımarıklık hem had bilmezlik hem de küstahlıktır!.. Sizin omzunuza basıp meyveyi koparmak yerine, pekâlâ beni çağırabilir ve benden isteyebilirdi!.. Bir adam, vezir de olsa, sultanının omzuna basacak kadar cüretkâr ve had bilmez olduysa, bunun sonu felâkettir!.. Ben, işte o gün bu felâketi gördüm ve sizden o belgeyi istedim.”
Eveeeet.. Ol hikâye işte bu kadardır.
Gelelim bu hikâyeden (kıssadan) çıkarılacak hisselere…
Birincisini İbn-i Haldun söylerdi o muhteşem eseri Mukadime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzerler.”
İkincisi: Bir ülkede hükümdarın feraseti, bir bahçıvandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.
Osman AYDOĞAN
Feraset: Anlayış, seziş, sezgi, zekâ…
Firdevsî
Hafız, Ömer Hayyam, Sadî Şirazî, Feridüdin Attar ve Molla Camî gibi büyük şairler İran edebiyatını dünya edebiyatına taşıyan önemli isimlerdir. Türk edebiyatını özellikle Divan Edebiyatını da yakından etkileyen bu şairlere ilave edebileceğimiz bir isim de Samanîler ve Gazneliler dönemleri İran edebiyatının önde gelen şairi Firdevsî’dir (940-1020). Künyesi; “Ebu’l-Kâsım Mansur”, lakabı; “Fahruddîn”, mahlası ise “Firdevsî”dir. Aslında adı İran’da da telaffuz edildiği üzere "Ferdusi"dir. Anlamı "cennete ait, cennetle ilgili" demektir.
Firdevsî, aynı zamanda Gazneli Mahmut'un fikirler aldığı bilginlerden de bir tanesidir. Firdevsî Turanlılar ile İranlıların eski İran hükümdarlarından Tur ve İr'in soyundan geldiklerini söyleyerek bu iki halkı kardeş sayar.
"Bilgili olan güçlü olur" ve "akıllı bir adam, senin can düşmanın olsa bile, cahil dosttan iyidir" sözlerinin de sahibidir Firdevsî…
Firdevsî'nin en bilinen eseri Farsçayı Farsça yapan Şehnâme'dir. Şehnâme; Firdevsî'nin eski İran efsaneleri üzerine kurulu manzum destanıdır. İran edebiyatının en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilir. 60.000 beyitten oluşur ve İran tarihini anlatır. Şehnâme için Firdevsî ömrünün otuz yılını harcar, tüm İran destanlarını toplayarak manzum Şehnâme'yi yaratır. Şehnâme’nin önsözünde "gerçi otuz yıl uğraştım, ama sonunda Farsça dilinden İran milletini yarattım" der.
Şehnâme, tarih öncesi zamanlardan başlayıp Sasani İmparatorluğu sonuna dek tüm eski İran krallarını inceler. Ancak ana tema Zabulistan prensi efsanevi kahramanı Rüstem, Esfandiār ve Afrāsiab gibi kahramanları içerir.
Şehnâme; İranlılar'ın Turanlılar'la (Türkler) olan mücadeleleri İranlı hissiyatı ve tarafgirliği ile yazılmıştır. Türkler'in İran'a göçleri ve hakim olmaları sonrasında İranlılar'ı onore etmek için Gazneli Mahmud'un teşviki ve sunduğu imkânları ile kendisi de bir İranlı olan Tuslu Firdevsî tarafından kaleme alınmıştır.
Eserde geçen olaylar çoğunlukla İranlı Rüstem ile Turan kralı Efrasiyab arasındaki epik çekişmeler şeklindedir. Şehnâme'de Efrasiyab İranlıların düşmanı olarak tasvir edilir. Şeytani güçleri olan Turan kralı Efrasiyab aslında gerçek bir tarihi kişilik olan Alper Tunga'dır. Şehnâme’de İranlı Rüstem bilek gücü ile yenemediği Türk Alper Tunga’yı tuzak kurup pusuya düşürerek öldürür. Türkçedeki ‘’Tongaya düşmek’’ deyimi de (Alper Tunga’nın tuzağa, pusuya düşmesi) bu hikâyeden gelir.
Şehnâme bitince Gazneli Mahmut destanda geçen hikâyeleri sarayın duvarlarına resmettirir.
Burada trajik olan ise şudur: Bir Türk kralının içinde Farsların yüceltildiği bir Fars destanını bir Farslıya kaleme aldırması ve daha sonra da sarayını bu hikâyeyi içeren resimlerle donatmasıdır. Bu iş orada ve o zamanda da bitmez. Türk edebiyatında, Arapça ve Farsça kökenli hikâyeler anlatan meddah tipindeki hikâyecilere Firdevsî'nin Şehnâme'sinden hareketle "Şehnâme-hân’’ (Şehnâme anlatıcısı) denirdi. Yani Anadolu’da, Türk yurdunda, Türk Şehnâme-hânlar asırlarca Türklere Farsın yüceltildiği hikâyeler anlatmışlardır. Evliya Çelebi de, Seyehatnâme'sinde Şehnâme'nin Bursa içindeki kahvelerde meddahlar tarafından ezberden okunduğunu anlatır. Demek ki Türk’ün kendisini değil de başka bir milleti yüceltme sevdası yeni değildir, atalardan kalma yadigâr genetik bir mirastır! Türklerin bu Fars sevgisi daha sonra da Arap sevgisine dönüşmüştür. Ve halen de devam etmektedir!
Firdevsî, iyi bir Müslüman’dır. Hazreti Muhammed'e ve sahabelere övgüleri, sevgisi derindir. Ancak Firdevsî iyi bir Fars milliyetçisidir de. Bu yüzden Şehnâme'de eski Fars töre ve inançları ile İslâm ruhunu çelişme ve çatışmaya sokturmadan kaynaştırmaya dikkat eder. Ama bu büyük Fars milliyetçisi şairin, yurdunu üç dört yüz sene işgal etmiş olan Araplara kızgınlığı ve hıncı sonsuzdur. Sırası geldikçe onları hicvetmekten geri durmaz. Nitekim Firdevsî Şehnâme’de bir yerde şöyle yazar:
"Bir zamanlar çölde deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki, Key'lerin (eski Pars hükümdarları Keykubat, Keykâvus, Keyhusrev vb.) taçlarını istemeye başladılar. Tuu, senin yüzüne ey kahbe felek tuuu!"
Firdevsî, Şehnâme’de manzum bir destan olarak olayları ve kahramanları anlatırken uygun yerlerde öğütler de verir. Buna bir örnek:
''İyiliğe yönel ve kimseyi incitmemeye çalış.
Kurtuluşun yolu sadece bundan ibaret çünkü.
Sonunda gideceğin yer toprak olacağına göre¸
İyilik tohumundan başka bir şey ekmemelisin.
İyiliğe karşılık niçin kötülük yapayım?
Kötülük yaparsam kendime yapmış olurum.
İyilik yaparsan iyilik;
Kötülük yaparsan kötülük görürsün.''
Gazneli Mahmut Şehnâmeyi yazdırır ama Firdevsî’ye söz verdiği ödemeyi yapmaz, şairi küstürür. Bu ödeme konusunda değişik rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisi de 19. yüzyılın en ünlü Alman şairlerinden birisi olan Heinrich Heine'ye (1797-1856) aittir. Heinrich Heine bu ödeme konusuna ‘’Der Dichter Firdusi’’ (Şair Firdevsî) isimli üç bölümlük çok güzel bir şiirinde yer verir. Heine şiirinde; Firdevsî’den Firdusi, Şehnâme’’den Schach Nameh, Firdevsî’nin şehri olan Tus şehrini de Thus olarak bahseder.
Şiirde özetle şu hikâye anlatılır:
Şehnâme’nin yazılışından yıllar geçmiştir. Bir gün aklına gelir Sultan Mahmut’un; Firdevsî’yi sorar nerede diye? Aslında çok yoksul çevreden olan büyük şair eski ağır koşullarında yaşayıp gidiyordur. Sultan hemen büyük bir kervan düzülmesini emreder. Develere en güzel ipekliler, nice değerli altın, gümüş, fildişi araç gereçler paha biçilmez nesneler yüklenmiştir.
Sultanın kervanı sekiz günlük bir yolculuktan sonra şaşa ile Firdevsî’nin yaşadığı bir dağın yamacına kurulmuş kente giriyordur ki, aynı kentin karşı kapısından küçük, yoksul bir cemaatin omuzlarındaki tabutta mezarlığa götürülen Firdevsî’nin cenazesi vardır!
Demem odur ki siz siz olun borcunuzu Allah’a ve millete havale etmeden bu dünyada yaşar iken ödeyin!
Osman AYDOĞAN
Heinrich Heine’in yazımda bahsi geçen ‘’Der Dichter Firdusi’’ isimli şiirin tamamını orijinal haliyle Almanca bilen arkadaşlarımın istifade edebilmesi için aşağıda sunuyorum…
Der Dichter Firdusi
1
Goldne Menschen, Silbermenschen!
Spricht ein Lump von einem Toman,
Ist die Rede nur von Silber,
Ist gemeint ein Silbertoman.
Doch im Munde eines Fürsten,
Eines Schaches, ist ein Toman
Gülden stets; ein Schach empfängt
Und er gibt nur goldne Toman.
Also denken brave Leute,
Also dachte auch Firdusi,
Der Verfasser des berühmten
Und vergötterten »Schach Nameh«.
Dieses große Heldenlied
Schrieb er auf Geheiß des Schaches,
Der für jeden seiner Verse
Einen Toman ihm versprochen.
Siebzehnmal die Rose blühte,
Siebzehnmal ist sie verwelket,
Und die Nachtigall besang sie
Und verstummte siebzehnmal -
Unterdessen saß der Dichter
An dem Webstuhl des Gedankens,
Tag und Nacht, und webte emsig
Seines Liedes Riesenteppich -
Riesenteppich, wo der Dichter
Wunderbar hineingewebt
Seiner Heimat Fabelchronik,
Farsistans uralte Kön'ge,
Lieblingshelden seines Volkes,
Rittertaten, Aventüren,
Zauberwesen und Dämonen,
Keck umrankt von Märchenblumen -
Alles blühend und lebendig,
Farbenglänzend, glühend, brennend,
Und wie himmlisch angestrahlt
Von dem heil'gen Lichte Irans,
Von dem göttlich reinen Urlicht,
Dessen letzter Feuertempel,
Trotz dem Koran und dem Mufti,
In des Dichters Herzen flammte.
Als vollendet war das Lied,
Überschickte seinem Gönner
Der Poet das Manuskript,
Zweimalhunderttausend Verse.
In der Badestube war es,
In der Badestub' zu Gasna,
Wo des Schaches schwarze Boten
Den Firdusi angetroffen -
Jeder schleppte einen Geldsack,
Den er zu des Dichters Füßen
Kniend legte, als den hohen
Ehrensold für seine Dichtung.
Der Poet riß auf die Säcke
Hastig, um am lang entbehrten
Goldesanblick sich zu laben -
Da gewahrt' er mit Bestürzung,
Daß der Inhalt dieser Säcke
Bleiches Silber, Silbertomans,
Zweimalhunderttausend etwa -
Und der Dichter lachte bitter.
Bitter lachend hat er jene
Summe abgeteilt in drei
Gleiche Teile, und jedwedem
Von den beiden schwarzen Boten
Schenkte er als Botenlohn
Solch ein Drittel, und das dritte
Gab er einem Badeknechte,
Der sein Bad besorgt, als Trinkgeld.
Seinen Wanderstab ergriff er
Jetzo und verließ die Hauptstadt;
Vor dem Tor hat er den Staub
Abgefegt von seinen Schuhen.
2
»Hätt er menschlich ordinär
Nicht gehalten, was versprochen,
Hätt er nur sein Wort gebrochen,
Zürnen wollt ich nimmermehr.
Aber unverzeihlich ist,
Daß er mich getäuscht so schnöde
Durch den Doppelsinn der Rede
Und des Schweigens größre List.
Stattlich war er, würdevoll
Von Gestalt und von Gebärden,
Wen'ge glichen ihm auf Erden,
War ein König jeder Zoll.
Wie die Sonn' am Himmelsbogen,
Feuerblicks, sah er mich an,
Er, der Wahrheit stolzer Mann -
Und er hat mich doch belogen.«
3
Schach Mahomet hat gut gespeist,
Und gut gelaunet ist sein Geist.
Im dämmernden Garten, auf purpurnem Pfühl,
Am Springbrunn sitzt er. Das plätschert so kühl!
Die Diener stehen mit Ehrfurchtsmienen;
Sein Liebling Ansari ist unter ihnen.
Aus Marmorvasen quillt hervor
Ein üppig brennender Blumenflor.
Gleich Odalisken anmutiglich
Die schlanken Palmen fächern sich.
Es stehen regungslos die Zypressen,
Wie himmelträumend, wie weltvergessen.
Doch plötzlich erklingt bei Lautenklang
Ein sanft geheimnisvoller Gesang.
Der Schach fährt auf, als wie behext -
»Von wem ist dieses Liedes Text?«
Ansari, an welchen die Frage gerichtet,
Gab Antwort: »Das hat Firdusi gedichtet.«
»Firdusi?« - rief der Fürst betreten -
»Wo ist er? Wie geht es dem großen Poeten?«
Ansari gab Antwort: »In Dürftigkeit
Und Elend lebt er seit langer Zeit
Zu Thus, des Dichters Vaterstadt,
Wo er ein kleines Gärtchen hat.«
Schach Mahomet schwieg, eine gute Weile,
Dann sprach er: »Ansari, mein Auftrag hat Eile -
Geh nach meinen Ställen und erwähle
Dort hundert Maultiere und funfzig Kamele.
Die sollst du belasten mit allen Schätzen,
Die eines Menschen Herz ergötzen,
Mit Herrlichkeiten und Raritäten,
Kostbaren Kleidern und Hausgeräten
Von Sandelholz, von Elfenbein,
Mit güldnen und silbernen Schnurrpfeiferein,
Kannen und Kelchen, zierlich gehenkelt,
Lepardenfellen, groß gesprenkelt,
Mit Teppichen, Schals und reichen Brokaten,
Die fabriziert in meinen Staaten -
Vergiß nicht, auch hinzuzupacken
Glänzende Waffen und Schabracken,
Nicht minder Getränke jeder Art
Und Speisen, die man in Töpfen bewahrt,
Auch Konfitüren und Mandeltorten,
Und Pfefferkuchen von allen Sorten.
Füge hinzu ein Dutzend Gäule,
Arabischer Zucht, geschwind wie Pfeile,
Und schwarze Sklaven gleichfalls ein Dutzend,
Leiber von Erz, strapazentrutzend.
Ansari, mit diesen schönen Sachen
Sollst du dich gleich auf die Reise machen.
Du sollst sie bringen nebst meinem Gruß
Dem großen Dichter Firdusi zu Thus.«
Ansari erfüllte des Herrschers Befehle,
Belud die Mäuler und Kamele
Mit Ehrengeschenken, die wohl den Zins
Gekostet von einer ganzen Provinz.
Nach dreien Tagen verließ er schon
Die Residenz, und in eigner Person,
Mit einer roten Führerfahne,
Ritt er voran der Karawane.
Am achten Tage erreichten sie Thus;
Die Stadt liegt an des Berges Fuß.
Wohl durch das Westtor zog herein
Die Karawane mit Lärmen und Schrein.
Die Trommel scholl, das Kuhhorn klang,
Und lautaufjubelt Triumphgesang.
»La Illa Il Allah!« aus voller Kehle
Jauchzten die Treiber der Kamele.
Doch durch das Osttor, am andern End'
Von Thus, zog in demselben Moment
Zur Stadt hinaus der Leichenzug,
Der den toten Firdusi zu Grabe trug.
Heinrich Heine
Şems-i Tebrizî
Murathan Mungan'ın çok güzel bir şiiri vardı: ''Herkes ve Birkaç Kişi''. Şiir şöyle başlardı:
Yağmur herkese yağar
Güneş ısıtır herkesi
Mevsimler herkes içindir
Yalnız çığ altında kalan
Sele kapılan her zaman bir kaç kişi
Bu şiirden yola çıkarak şunu düşünürüm: Mevlâna'yı herkes tanır, herkes bilir. Ancak Mevlâna'yı Mevlâna yapan, Mevlâna'nın hocası, Mevlâna'ya ayna olup onun kendisini bulmasını sağlayan Şems-i Tebrizî'yi bilen Mungan'ın şiirindeki gibi ancak ''birkaç kişi''.
Bu sayfada Mevlâna'dan ve Şems-i Tebrizî'den çok bahsettim ama Şems-i Tebrizî'yi hiç anlatmamıştım. Bugün artık Şems-i Tebrizî'yi anlatmak vacip oldu!
Asıl adı Muhammed Şemseddin’dir. Melik Dad oğlu Ali adlı bir kişinin oğludur. 1164 senesinde Tebriz’de dünyaya gelir. (Bazı kaynaklar doğum tarihi olarak 1185 olarak verir.) Aslen Azeri Türklerindendir. Şemseddin (dinin güneşi), Şems-i Tebrizî (Tebrizli Şems- Tebriz Güneşi, şems; Farsça Güneş demektir), Kamil-i Tebrizî isimleri ile de anılır.
Şems genç yaşlarında zamanın ünlü bilginlerinden olan Tebrizli Ebubekir Sellaf’dan ders alır daha sonra ününü duyduğu bütün meşhur bilginlerden eğitim almak için diyar diyar dolaşır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine Şemseddin-i Perende (Uçan Şemseddin) ismi de verilmiştir.
Basit bir bâtıni dervişi değildir o. Mevlânâ gibi seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirerek ona öte dünyanın pencerelerini açan üstün niteliklere sahip biridir o. Çok söze gerek yok; şu sıfat yeterlidir O’nu tarif etmeye; Mevlânâ’nın hocasıdır o. Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan kişidir o.
Mevlânâ Şems’i şöyle anlatır; "Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda. O, elindeki yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nameyi çalıp söyleyen, kendi sesine yabancı bir kuru rebaptım. Ben onun avucunda bağlar, bahçeler ağaçlar görür; deryalar gibi geniş, deryalar kadar berrak sular görürüm. Onun avucunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim. Lâkin siz bunların hiçbirini göremezsiniz."
Mevlânâ, Şems’in kendisi için ne anlama geldiğini şu şekilde izah eder;
"Şemseddin'in ayağına, başım nedir ki feda edeyim.
Sen Şemseddin'in yalnız adını söyle bana canımı vereyim.’’
Mevlânâ şu şekilde tanıtır Şems’i;
‘’Benim aklım, şuurum..
Benim gözüm, kulağım Şemseddin'dir.
Benim dilime gelen her şey Şemseddin'dir.’’
Ve Mevlânâ Şems’e şu şekilde hitap eder; ‘’Ey âşıkların kılavuzu, ey âşıkların peygamberi Şems-i Tebrizî.’’ Şems-i Tebrizî de Mevlânâ’ya kendisini şöyle ifade eder: “Sen eğer bâtına bağlı isen, ben bâtıninin bâtınisiyim, iyi dinle! Sırların sırrı, nurların nuruyum… Evliya benim sırrıma eremezler… aşk bile benim yolumda bir perde ve engeldir. Yaşayan aşk benim katımda ölüdür.” (Burada bahsi geçen bâtıni ifadesi Kur'an’daki âyetlerin ve hadislerin zâhir (açık) ve âşikâr (belli, belirli olan) anlamlarından ayrılarak, âyet ve hadislerin gizli ve sırlı anlamlarını, mânalarını bulmak iddiasında olanlara denir. ‘’Evliya’’ da ‘’veli’’nin çoğulu ‘’veliler’’ demektir.)
Şems, kendisi için de şunları söyler: “Ben bir tarafta, dünyanın insanla şenelmiş dörtte bir kısmının halkı da bir tarafta olsa, beni sorguya çekse onlara cevap vermekten kaçınmam ve daldan sıçramam. Ne kadar zor şey sorsalar cevap üstüne cevap veririm. Benim bir sözüm, onlardan her birisi için on cevap ve hüccet (belge, senet, vesika) olur.”
Bu noktada ‘’aşk’’, ‘’sevgi’’ ve ‘’sevgili’’ tanımı üzerinde durmak gerekir diye düşünüyorum. Mevlâna'nın şiirlerini verirken anlatmıştım ama tekrar etmede fayda görüyorum. Ne yazık ki toplum olarak ilkellikleri yaşadığımız günümüzde bu kavramların içlerini boşalttık, anlamlarını daralttık ve sadece annemizi, kardeşimizi, eşimizi, çocuklarımızı sevdik, sadece onlara ‘’sevgili’’ dedik. Aşk; muhabbettir, şiddetli muhabbettir aşk aslında. Aşk; candan sevmedir. Aşk; karşılıksız sevmedir. Sevgili ise; sevendir, gerçek dosttur. ‘’Aşk’’ın, ‘’sevgi’’nin, ‘’sevgili’’nin ve ‘’özleme’’nin cinsellikle hiç bir ilgisi yoktur. Ne yazık ki günümüzde cinnete, ilkelliğe, hayvani duygulara aşk dedik, sevgi dedik. Şems’in, Mevlânâ’nın çağında, zamanında ‘’aşk’’, ‘’sevgi’’ ve ‘’sevgili’’ kavramları gerçek anlamlarıyla kullanılıyordu.
Şems, Tebriz’de son olarak Ebubekir adlı hocasından da eğitim alır, ancak hocası onu daha fazla olgunlaştırmanın kendi gücünü aştığını anladığı zaman seyahate çıkmasına izin verir. O da diyar diyar gezip sohbetine dayanabilecek bir dost arar. Fakat aradığını bir türlü bulamaz, hiç kimse onu tatmin edemez. Konuştuğu kişileri imtihan eder, istediği cevabı alamayınca oradan ayrılır. Kendisini olgunlaştıracak bir dost, bir öğretmen, bir hoca aradığını söyler; ama bütün öğretmenleri, kendine öğrenci yapıp arayışına devam eder.
Bir gün yolu Bağdat şehrine düşer. Orada meşhur sofilerden Şeyh Evhadüddin Kirmânî’yi (Mutasavvıf, velî ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi, künyesi Ebû Hâmid`dir, Evhadüddîn lakabı ve Kirmânî nisbetiyle tanınır. Bu nisbeti sebebiyle İran`ın Kirman bölgesinden olduğu anlaşılmaktadır. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1237 -H.635- tarihinde Konya`da vefat eder.) bulup neyle meşgul olduğunu sorar. “Ayı leğendeki suda görüyorum” diye cevap verir Kirmânî. Şems bu cevap üzerine: “Boynunda çıban yoksa neden başını kaldırıp da onu gökte görmüyorsun? Kendini tedavi ettirmek için bir doktor bulmaya bak. Böylece, neye bakarsan gerçekten bakılmaya değer olanı onda görürsün” der.
Kirmânî Şems’in ellerine sarılıp müridi, öğrencisi olmak istediğini söyler. Şems’in cevabı kesindir: “Sen benim arkadaşlığıma dayanamazsın!” Ama Kirmânî ısrarlıdır. Nihayet, Şems, Bağdat pazarının tam ortasında birlikte şarap içmek şartıyla kabul edeceğini söyler. Kirmânî “bunu yapamam” deyince, “O zaman benim için şarap bulup getirir misin?” sorusunu yöneltir. Onu da yapamayacağını bildiren Kirmânî’ye; “ben içerken bana arkadaşlık eder misin? ”diye sorar. “Edemem” yanıtı üzerine artık Şems; “Erlerin huzurundan ırak ol! Bana arkadaş olamazsın. Bütün müritlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk meydanı erlerin ve bilenlerin işidir. Ve şunu da iyi bil ki ben mürid değil, şeyh arıyorum. Hem de rastgele bir şeyh değil, hakikati arayan olgun bir şeyh!..” (Mürid; talebe, öğrenci. Şeyh; kıdemli hoca, öğretmen.) Kirmani, bu sınavı geçememiş, onun asıl maksadını anlayamamıştır.
Şems, arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir. Üst üste iki gece rüya tekrarlanır ve o velinin Rum ülkesinde olduğu haberi verilir. Onu aramak için yollara düşmek ister, fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlerine tabi ve rehinli olduğu kendisine bildirilir.” Ancak Şems sabırsızdır. Sabrını dağıtmak için oyalanmaya çalışır, hatta para almadan inşaat işlerinde bile çalışır. Nihayet bir gün rüyasında; “Mademki ısrar ve arzu ediyorsun O halde şükrane olarak ne vereceksin?” diye sorulur Şems’e. Şems de “başımı!.” cevabını verir. Bu cevaba karşılık olarak Şems’e; ‘’bütün kâinatta Mevlânâ-yı Rumi’den başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi verilir.
Artık Rum ülkesine gitmek, o şerefli arkadaşla görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkacaktır. Uzun bir yolculuğun ardından Şemseddin Muhammed, 1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Çarşıda dolaşmaya başlar. Ana caddede, ata binmiş, talebeleri etrafında dört dönen birini görür. Şems aradığı dostun o olduğunu anlar. Önüne geçerek atın dizginlerini tutar ve keskin bakışlarıyla: “Sen Belhli Baha Veled’in oğlu Mevlânâ Celaleddin misin?” diye sorar. Mevlânâ “evet” diye cevap verir. Şems; “Ey Müslümanların imamı! Bir müşkülüm var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?’’ diye sorusunu sorar. Sorunun farkındalığından kendinden geçen Mevlânâ, kendini toplayınca; “Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed bütün yaratıkların en büyüğüdür.” O zaman Şems; “O halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile ‘Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layık olduğun veçhile bilemedik’ diye buyururken, Bayezid, ‘Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok!' demektedir?'' Mevlânâ şu cevabı verir; “Hz. Muhammed, müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu, ’biz senin göğsünü açmadık mı?’ şerhiyle kalbi genişledi. Bunun için de susuzluktan dem vurdu. O her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu. Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.”
Şemsi Tebrizî, bu cevap karşısında “Allah” diyerek bayılır. Mevlânâ, hemen atından inip yanındaki adamların da yardımıyla onu yerden kaldırıp medresesine götürür. Artık bu medresede iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalarlar. Mevlânâ’nın bu andan itibaren bütün yaşamı değişmiştir.
Şu dizeleri Mevlânâ Şems için yazmıştır;
"Aşk geldi; adeta damarlarımda, derimde kan kesildi...
beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu.
Bedenimin bütün cüz'ülerimi (zerrelerimi) sevgili kapladı.
Benden kalan bir ad; ondan ötesi hep O..."
Şems, önce onu çok değer verdiği zatların, hatta babasının bile eserlerini okumaktan men eder, değer verdiği bütün kitaplarını birer birer havuza atar. Daha sonra hiç kimseyle konuşmasına izin vermez. Mevlânâ medresedeki derslerini, vaazlarını terk etmek zorunda kalır.
Şimdi sıra imtihanlardadır... Mevlânâ tüm imtihanları geçer... Şems, imtihanlar sonunda Mevlânâ’ya; “Başlangıcı olmayan başlangıcın ve sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki, dünyanın başından sonuna kadar senin gibi gönül yutan bir Muhammed yürekli bu âleme ne gelmiş ne de gelecektir.” der. Şems, bu imtihan için; ‘’Ben Mevlânâ’nın ilminin derecesini anlamak için bu imtihanları yaptım. Onun iç âlemi o kadar geniş ki, rivayet ve hikâye çerçevesine sığmaz.” der.
Ancak, Mevlânâ ve Şems’in bu dostluğunu, bu sevgilerini anlayamayanlar ve çekemeyenler fitne tohumlarını saçmaktan geri durmazlar. Dedikodularla atılan düşmanlık tohumları iyice olgunlaştığında Şems, bir gece aniden Konya’yı terk ederek kayıplara karışır. On altı ay boyunca hiçbir haber alınamaz. Bu ayrılık süresince Mevlânâ tekrar eski haline gelmek, halka ve derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez konuşmaz, medresesini büsbütün bırakır, keder içinde yalnızlığa çekilir, hastalanır.
Şu dizeler dudaklarından dökülür Mevlânâ’nın;
"Herkes kendi zannınca benim yârim oldu,
içimdeki esrarı (sırları) kimse araştırmadı.
Benim sırrım, feryadımdan uzak değildir.. lakin,
Her gözde onu görecek nûr,
Her kulakta onu işitecek kudret yok..."
Artık neredeyse can verecekken, Şam’dan gelen mektupla canlanır. Şems ikinci kez Konya’ya gelir. Birkaç ay süren sohbetler, görüşmeler neticesinde yine fitneler düşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems, tekrar kayıplara karışır...
Mevlânâ için yine ayrılık başlamıştır, coşkun bir aşk ve cezbe halinde aylarca gözyaşı döker gazeller söyler;
‘’Yalnız ben, Şemseddin diye terennüm etmiyorum ;
Bağda bülbüller, dağda keklikler ;
Şemseddin, Şemseddin diye terennüm ediyorlar.’’
(Terennüm etmek; şarkı söylemek)
Bu arada fesat ve dedikodu çıkaranların çoğu, bu yolla Mevlânâ’yı kendilerini döndüremeyeceklerini anlarlar, bazıları da Şems’in kıymetini fark ederek pişmanlık içinde özür dilerler. Birkaç ay sonra Şems-i Tebrizî’nin Şam’da olduğu haberi gelince Mevlânâ hemen oğlu Sultan Veledi çağırıp eline bir mektup vererek Şems’i alıp gelmesini söyler. Şems Sultan Veled ile beraber Konya’ya geri gelir.
Bu defa da altı ay boyunca medresedeki bir hücrede baş başa kalırlar. Mevlânâ’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artık ayrılık mümkün görünmemektedir. Onun rahat edebilmesi ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak yetiştirilmiş ‘’Kimya’’ adındaki genç ve güzel kız Şems’le evlendirilir.
Ama bu sefer de müritler arasında kıskançlık baş gösterir. Mevlânâ’nın diğer oğlu Alâeddin Çelebi bile kıskançlığını dile getirir. Bu arada Şems’i sevmeyenler de her fırsatta kıskançlık, iftira ve düşmanlık dolu hareketlere yönelirler. Şems ile Mevlânâ, eğitimlerinin en güzel dönemlerini yaşarken onlar da dışarıda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar.
Artık Mevlânâ, istenen mertebeye gelmiş Şems’in vazifesi tamamlanmış, daha önce kendisine bildirilen hüküm gereğince Şems’in başını feda etme zamanı gelmiştir. Bu sırada Hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat eder.
Onu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlânâ’yı elinden kurtarmak (!) isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler. 1247 yılının Aralık ayında, aralarında Mevlânâ’nın oğlu Alâeddin Çelebi’nin de olduğu rivayet edilen bu yedi kişi medresenin avlusunda pusuya yatar.
Şems ve Mevlâna bir gece sohbet ederken kapı vurulur ve dışarıdan kalabalık bir güruh; ‘’Şems! dışarı çık'' diye bağırır… Mevlâna yaklaşan acı kaderi sezmişçesine ‘’çıkma’’ diye yalvarır. Şems gülümseyerek cevap verir: "Telaşlanma! Verdiğimiz sözü tutma vakti gelmiştir." diyerek kapıya yönelir. Mevlâna: ‘’Ne sözü, nereye gidiyorsun niye?'' diye ellerine yapıştığında Şems yıllardır sakladığı sırrını söyler: "Şam’da Rabbime yalvarmış, aşkımı seyredeceğim bir ayna istemiştim Rabbim seni verdi sende seyrettim." "İyi işte seyre devam edelim’’ der Mevlâna. Şems; "Rabbim de bana demişti ki, ‘’O aynayı verirsem ne bağışlarsın?’’ Tereddütsüz şöyle demiştim; ‘’Başımı veririm."
Şems dışarı çıkar. Sadece bir ‘’Allah!!!’’ nidası duyulur. Sonrasında Ay ışığında yerde üç beş damla kan seçilir ama ne baş ne ceset ne de katiller gözükür. Aşk sır olur. Mevlâna’yı sahiplenenler, onu paylaşmak istemeyenler şehit etmişlerdir Şemsi. Ancak Şems'den hiçbir iz yoktur...
Bu son ayrılıktır. Mevlânâ yine umutsuzca aylarca süren bekleyişe, diyar diyar gezip aramaya başlar. Ama onu maddeten olmasa da manen kendinde bulduğunu şu dizelerle dile getirir:
“Beden bakımından ondan uzağız amma;
Cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;
İster O’nu gör, ister beni...
Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”
Şems’in öldürülüşünde rolü olduğundan emin olduğu içindir ki, oğlu Alâeddin öldüğünde onun cenaze namazını kılmaz Mevlânâ!...
Şems-i Tebrizî’nin bize bırakmış olduğu tek eser onun "Makâlât" isimli eseridir. (Şems-i Tebrizî, Makâlât, Ataç Yayınları, 2009) Makâlât konuşmalar demektir. Mevlânâ’nın Mesnevisi gibi bu eseri de Şems kendisi kaleme almamıştır. Konya’da bulunduğu iki buçuk yıl boyunca medrese ve camilerde verdiği vaazlardan oluşan bu eser, Mevlânâ’nın teşviki ile müritleri tarafından kaleme alınmıştır. Bu konuşmalar bütünü "Esrar-ı Şems al-Din-i Tebrizî" veya "Hırka-yı Şems-i Tebrizî" ismiyle Mevleviler arasında bilinmekle beraber en yaygın unvanı "Makâlât-ı Şems-i Tebrizî"dir.
Şems-i Tebrizî'yi anlatan çok kitap vardır. Ama içlerinden özellikle Ahmet Ümit'in ''Bab-ı Esrar'' (Doğan Kitap, 2008) isimli kitabı bir başkadır.
Konya’da, eski adıyla güllük mevkiinde Şems Parkı olarak bilinen alanın içinde eski bir cami ve Mevlânâ’nın "En güzel türbe gök kubbedir" sözünü kanıtlarcasına mütevazı ve sade bir türbe vardır. Herkes Mevlânâ türbesini ziyaret ederken Mevlânâ türbesine yaklaşık on dakikalık mesafedeki bu mekânı pek kimse bilmez. Şems Parkındaki bu türbe, Mevlânâ’yı hakikatin sırlarına ulaştıran bir zatın adını taşımaktadır; Şems-i Tebrizî. Gerçi bu türbedeki sanduka boş mudur, Şems-i Tebrizî burada mı medfundur, defnedilmiştir bilinmez.
Konya’daki türbenin dışında Niğde’deki Kesikbaş Türbesi’nin de Şems’e ait olduğu söylenir. Bunlardan ayrı olarak Tebriz’de Geçil denilen mezarlıkta, Hoy’da, Pakistan’ın Multon şehrinde Şems türbeleri vardır. Hoy’daki türbesi ‘'Unesco Dünya Kültür Mirası''na aday gösterilmiştir.
Bu türbelere çeşitli rivayetler atfedilmektedir. Pakistanlıların söylediklerine göre de Şems, Konya’dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, önce Tebriz’e oradan da Hindistan’a gelmiş, meczup ve perişan yıllarca ormanlarda dolaştıktan sonra Multon şehrinde vefat etmiştir.
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” diye söyler Mevlânâ. Mevlânâ'nın söylediği gibi Şems-i Tebrizî’nin mezarı da belki anlatılan yerlerin hiçbirinde değildir. O muhtemel ki âriflerin gönüllerindedir.
Yazımın girişinde Murathan Mungan'ın ''Herkes ve Birkaç Kişi'' isimli şiirinin başlangıcını vermiştim ya... İşte bu şiir şöyle biterdi:
Çığ altında kalan sele kapılan
Aşktan ve acıdan ölen
Bir kaç kişi dünyayı başka bir yer yapmaya yeter
Aslında onların hikayesidir anlatılan
Diğerleri dinler, seyreder, geçer gider
Geçer gider herkes
Hikayelerdir geriye kalan
Evet; çığ altında kalan sele kapılan, aşktan ve acıdan ölen bir kaç kişi dünyayı başka bir yer yapmaya yeter. Aslında onların hikayesidir anlatılan, diğerleri dinler, seyreder, geçer gider, geçer gider herkes. Hikayelerdir geriye kalan...
Allah rahmet eylesin...
Osman AYDOĞAN
Dolar neden yükseliyor?
23 Mayıs 2018 Çarşamba
Dolar neden yükseliyor? Zor gibi gözükse de hiç de zor bir soru değil. Bu sorunun cevabı da gayet basit. Sorunun cevabını bulmak için hiç de ekonomist olmaya gerek yok diye düşünüyorum.
Bu sorunun cevabını yorumsuz olarak sizlere şu dört kitaptan çok kısa olarak aktaracağım:
Birinci kitap:
Daron Acemoğlu ve James Robinson’un beraber yayınladıkları kitap: ‘’Ulusların Düşüşü’’ (Orjinal adı: Why Nations Fail ) (Doğan Kitap, 2013) Kitap “Tarih, kaderden ibaret değildir!” diye başlar ve ulusların güç, zenginlik ve yoksulluğunun kökenlerini araştırır.
Yazarlar eserlerinde “Neden bazı ülkeler zenginken bazıları yoksuldur?” şeklinde bir soru ortaya atıp, feodalizm, sömürgecilik, kapitalizm ve sosyalizm uygulamaları arasında karşılaştırmalar yapıyor. Sömürgeler, koloniler, devrimler ve kurtuluş hareketlerinin günümüze yansıması nasıldır diye araştırıyor. Sanayi Devriminin, neden Moldovya’da değil de İngiltere’de başladığını açıklıyor… Toplumların elitleri ile en alttakiler arasında değişen ve değişmeyen ilişki biçimlerini inceliyor…
Ve yazarlar 496 sayfalık eserlerinin sonunda şu sonuca varıyorlar: Bir toplumda, siyasi ve iktisadi alanda eşit rekabet ortamı varsa, hukuka saygılıysa, mülkiyet hakları korunuyor, siyasi gücün üzerinde denge ve fren mekanizması saat gibi çalışıyorsa yani yargı, sivil toplum, medya güçlüyse; büyüme sürekli olur, refahı getirir... Bu saydıklarının tersi olursa, rekabet ortamı oluşmamışsa, siyaset belirleyici, yargı bağımlı, hukuk ayaklar altında, sivil toplum güçsüz, medya işlevsizse; o ülke büyüse bile sürdürülebilir bir büyüme olmaz, refah gelmez, halk yoksullaşır.
Sonuç ne? Doların artışı…
İkinci kitap:
Üçüncü kitap ise Ortadoğu, İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi hakkında uzman Amerikalı tarihçi Bernard Lewis’in ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (Orjinal isim: The Political Language of Islam) (Phoenix / Siyaset Dizisi, İstanbul, 2007) isimli kitabı. (Prof. Bernard Lewis, kısa bir süre önce 19 Mayıs 2018 Cumartesi günü 102 yaşında hayata gözlerini yumdu...)
Bernard Lewis kitabında Türkiye’ye de yer verir. Lewis’in kitabından Türkiye ile ilgili bir bölüm:
“Türkiye’de yazarlar, düşünürler, üniversite profesörleri ve işadamları dünyadaki benzerleri düzeyinde yetenekli, iyi eğitilmiş, deneyim sahibi kişiler olmalarına karşın siyasal sistem, bu insanları son derece etkin bir biçimde iktidardan uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da Türk demokrasisi engellenmiş durumdadır. Başka hiçbir ülkede eğitimli seçkinlerin düzeyiyle siyasal sınıfın düzeyi arasındaki fark, Türkiye ölçüsünde büyük değildir. Onlarca yıldır Türkiye’nin önemli siyasal partileri bir tek kişi ya da kimi zaman işbirliği içindeki küçük bir grup tarafından yönetilmiştir. Bu kişiler ise kamu görevi için tek bir ölçütü kullanarak seçim yaparlar: ‘kör bir itaat’... Yalnızca dalkavuk kabul edilir, bağımsız düşünürlerden ölümcül salgın virüsü taşıyorlarmış gibi kaçılır. Yalnızca statükoya bağlı bir avuç soğukkanlı tutucunun egemen olduğu siyasal sistem böylece kemikleşmiştir...”
Niteliksiz siyasetçilerin elindeki Türkiye’de sonuç yine aynı: Doların artışı…
Üçüncü kitap:
Prof. Dr. Suat Sinanoğlu’nun kitabı: ‘’Türk Humanizmi’’ (Türk Tarih Kurumu Yayınları / Yirmi Üçüncü Dizi, İstanbul, 1988)
Prof. Dr. Suat Sinanoğlu bu kitabında ‘’Düşünce özgürlüğü’’ ile ‘’zihin özgürlüğü’’ (düşünme yetisinin özgürlüğü) arasındaki ayrımın üzerinde pek durulmadığını söyler. Oysa bu, önemli ve köklü bir ayrımdır der. Kişi, belirli bir dünya görüşüne ve yaşam biçimine bağlı düşüncelerini özgürce dile dökmeyi isteyebilir; bu istek özgürlük kavramının yalnızca sınırlı bir boyutunun bilincini yansıtır.
Bu boyut kimi zaman öylesine sınırlıdır ki, ‘’kişilik ve insan onuru’’ değerlerine ters düşen düşünceler taşıdığının farkında bile olmaz kişi. Sonsuza açık ‘’zihin özgürlüğü’’nün bilinci ise kişiyi düşün kalıplarına tutsak olmaktan korur. Çünkü bu kalıplar insanın yaratma yetisini baskı altında tutar, bu temel yetinin ürünlerini kısır yinelemelere dönüştürür, dolayısıyla da dar bir boyutun durağanlığı içinde kültürel gelişmeyi engeller.
Bu nedenle, “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” kavramları hiçbir kuramsal kalıbın eritip tutsak edemeyeceği insanlık değerleridir. Bu değerlerle beslenen zihin, eleştirel güç kazandıkça, birey ve toplum insanca bir yaşamda saygın yerini alır. Öyleyse bir toplumun uygarlık düzeyinin ölçütü, bu değerlerin birey-toplum yaşamında tuttuğu yerdir. Uygarlık tarihi de, kısaca, bu değerleri kavrama ve yaşama geçirme çabasının tarihi diye tanımlanabilir.
Prof. Suat Sinanoğlu’nun “Türk Hümanizmi” adlı kitabında bana göre en çarpıcı tespit de şudur: “......doğuda manevi evren koskoca bir morga benzer; burada duyulan tek insan sesi, ölümlülerin yazgısına sonsuz bir hüzün ve bezginlikle ağlayan bir iç sestir..... dinsel düzene bağlı bu evrende her iki yönelişe, Ortodoks ve mistik yönelişlere özgü olan sonsuz bir zihin tembelliği, mutlak bir hareketsizlik ve meditatio mortis -ahretçilik-temeline dayanan dünya işlerini umursamama topluma egemendir.”
“Akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” gibi kavramları ile zihni beslenmeyen ve manevi evreni koskoca bir morga benzeyen böyle bir toplumun ekonomisi de aynı sonucu verir ve Dolar artar…
Dördüncü kitap:
New York Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Selçuk Şirin’in kitabı: ‘’Yol Ayrımındaki Türkiye: Ya Özgürlük Ya Sefalet’’ (Doğan Kitap, 2015) Ben bu kitabı kısa bir süre önce bu ortamda sizlere tanıtmıştım ama okumayan arkadaşlarım için tekrar yazıyorum... Daha önce bu yazımı okuyan arkadaşlarım bu bölümü, bu kitabı atlayabilirler...
Kitabın yazarı Selçuk Şirin kitabının içeriğini de şöyle özetliyor:
“Türkiye 2000’lerde ekonomik olarak bir yere geldi ama 2008’den sonra durdu. 2008 itibarıyla biz bugün ekonomik olarak bulunduğumuz noktaya geldik aslında.
Biz 2008 senesine geldiğimizde yaklaşık on bin dolar milli gelirimiz vardı. Bugün o hesabı yapın biz onun da altına düştük. Biz yaklaşık 2008 yılından bugüne geçen yedi yıllık süreçte bir yere ilerlemedik ekonomik olarak. Ekonomik olarak durduk.
Bu ekonomik durgunluğunun nedenini de ben ekonomide değil, ekonomi dışı faktörlerde görüyorum. Birincisi hukukun üstünlüğü ya da hukuk sistemindeki sıkıntılar. İkincisi, özgürlüklerin önündeki engellerden kaynaklı ve sıkıntılar. Üçüncüsü de eğitim, Türkiye, bu üç alanda reform yapamadığı için, bu üç alanda bir sonraki evreye yani on bin dolardan, yirmi bin dolara götürecek aşamaya geçemedi. O yüzden yol ayrımında diyorum.
Özgürlük çok önemli, artık özgürlük olmazsa kalkınma da olmuyor. Yani bizim on bin dolardan yirmi bin dolara çıkmamız için ne yapmamız lazım? Katma değeri yüksek ekonomiye geçmemiz lazım. Bu ekonomiyi kim yaratacak? Sadece özgür hareket eden, özgürce düşünen, sınırsız düşünebilen, bilginin önünde engeller olmayan kuşak, gençler yapacak. Özgürlük bu yeni ekonomik modele geçmek için çok önemli.
Üçüncü yapısal değişimi ve dönüşümü de eğitim de yapmamız gerekiyor. Türk eğitim sistemi dünyanın ilk kırk eğitim sistemi arasında yok. Biz ekonomik büyüklük olarak şu an 18. Sıradayız, değişiyor belki 19’a da düşmüş olabiliriz. 19. Sıra diyelim ama gerçeğine bakınca siz çocuklarınızı ilk kırkın arasına getirmeyi becerememişsiniz. Bu, 12 yıldır böyle.
Türkiye’nin bir sonraki evreye geçmek için, literatürde biz orta gelir tuzağı diyoruz. On bin dolar tuzağı. Çünkü dünyada üç- beş bin dolardan on bin dolara gelen bir çok ülke var. Bu biraz mümkün ve kolay. Bu nasıl mümkün? Bunu yol yaparak yapabilirsiniz. İnşaatla yapabilirsiniz. Fındık satarak yapabilirsiniz. Ama on bin dolardan yirmi bin dolara geçmek için yaptığınız her işe aklınızı koymanız lazım. Adil rekabet, özgürlük, bilgiye ulaşma özgürlüğü de basın özgürlüğü de bunun içerisinde ve eğitim. Eğitimde de eleştirel düşünce becerili çocukların önünü açmanız lazım.
Türkiye bu üç alanda son on yıldır hiç bir yapısal reform yapmadı. Bu yüzden yerimizde sayıyoruz. Biz 20. Yüzyıl trendini 19. Yüzyıl’ın sonunda kaçırdık. Orada bir sanayileşme devrimi başladı ve biz buna katılamadık, dâhil olamadık. Halen daha debeleniyoruz, 19 Yüzyıl’ın teknolojisi milli araba yapmaya çalışıyoruz. 21. Yüzyıl’da başka bir ekonomi kuruldu, katma değeri yüksek ekonomi. Yaptığınız her şeye akıl katacaksınız. Şimdi biz bundan da daha geride kalma riskiyle karşı karşıyayız. Eğer şu an okullarda olan otuz yaşın altındaki kuşağı --ki nüfusumuzun yüzde ellisi -- sözünü ettiğim bu üç reformu gerçekleştirerek ve onları bu çağa taşıyamazsak bu çağı da kaçıracağız. Bu kitabı yazma gerekçem bu.”
Sonuç yine aynı… Yazarın yazdıkları olmadığı, olamadığı, yapılmadığı için Dolar artıyor…
Şimdi akademik çalışmaları geçelim, günlük yaşantımıza, gerçek hayata dönelim:
Bir taraftan yüzlerce tarikat ve cemaat, bunların güdümündeki vakıflar, dernekler bir örümcek ağı gibi ülkeyi sarmış, trafik kazaları, kör kurşunlar, iş kazaları, kadın cinayetleri, yolsuzluk, içeride bölünme, içeride kavga, Suriye’de savaş, Irak’ta savaş, AB ile ABD ile İsrail ile Rusya ile Mısır ile kavga… Dışarıda dost kalmamış…
Diğer taraftan kuvvetler ayrılığını yok et, yargıyı hükumete bağla, hukuku ayaklar altında çiğne, Anayasa Mahkemesini ilga et, onu hükümsüz kıl, adaletin ırzına geç sonra da onunla evlen, devletin olması gereken valilerini, kaymakamlarını partinin il, ilçe başkanları haline getir… PKK’yı, FETÖ’yü azdır, PKK şehir savaşı için şehirlere, kasabalara mühimmat yığarken seyret, FETÖ ne istiyorsa ver, üyelerini devletin kritik kadrolarına yerleştir, beslediğin kargalar, pardon beslediğin FETÖ gözünü oymaya kalktığında da kandırıldık de devleti yönetiyormuş gibi değil de sanki çocukmuş da evcilik oynuyormuş gibi…
Ekonomi yavaşlamış. Tarım iflas etmiş… Yatırımlar yok, imalat sanayi durma noktasına gelmiş, işsizlik tavan yapmış, yabancı sermaye gelmediği gibi kaçmaya başlamış… Turist yok... Dolar 4.5’u geçmiş... İçeride kamu harcamaları artmış, devlet şişmiş, parasal disiplin yok, örtülü ödeneklerin haddi hesabı yok, Sayıştay denetimi yok, parlamento denetimi yok… İlim yok, irfan yok, bilim yok, sanat yok, edebiyat yok, felsefe yok... Ne var? Kof bir gurur var, boş bir böbürlenme var, kabadayılık var, külhanbeyliği var, içi boş, bomboş söylemler var… Eğitimde Orta Çağa gidiş var... Çağdaşlık, uygarlık yok, çobanlık var çobanlık. İnsanları koyun yerine koyup onları gütmek var... Sübyancılık var, pedofili var…
Tüm bu olumsuzlukların üstüne ülkenin Cumhurbaşkanı ısrarla tüm ekonomik kuramları ve gerçekleri altüst ederek ısrarla faizin sebep, enflasyonun sonuç olduğunu düşünüyor ve her fırsatta bunu söylüyor ve bağımsız olması gereken Merkez Bankasının da buna uymasını istiyor…
Ayrıca OHAL düzeni devam ediyor… İktidar OHAL’e dayanarak her konuda herhangi bir anayasal denetim ve itiraz mercii olmadan KHK çıkararak ülkeyi yönetmeye çalışıyor ve bu şekliyle de ülkeyi kabile devleti görünümüne sokuyor… Tüm bunlar ise yabancı yatırımcıda kuşku doğuruyor, güvensizlik hissi yaratıyor… Bunun sonucu olarak da yabancı yatırımcılar gelmedikleri gibi çıkabilenler de çıkıp gidiyor… Aynı nedenlerle yerli yatırımcı da ülkeyi terk ediyor…
Böyle bir ülkenin tek derdi yıllardır “başkanlık” ise ve yıllardır sabah akşam meclisinde medyasında bu konuşuluyorsa bu maksatla referandumlar, seçimler yapılıyorsa... Ve bu referandumlarda, bu seçimlerde YSK açıkça kanunları çiğniyorsa, böylelikle atı alanlar Üsküdar’ı geçiyorsa ve ülkedeki siyasi iktidarın amacı ''ülkeyi daha iyi yönetmek'' değil de ''her ne olursa olsun iktidarda kalmak'' için politika geliştiriyorsa böyle bir ülkenin halinin Fatih İstanbul’u kuşattığında surlar aşılmak üzere iken ileri gelenlerinin Ayasofya’da toplanıp ‘’Meleklerin cinsiyeti’’ni tartıştığı Bizans’tan ne farkı kalır ki?..
Böyle bir ülkede ne yapsın zavallı Dolar! Fırsatını bulsa korkusundan fal taşı gibi açılmış gözleriyle değil yükselmek tavana fırlayacak tavana...
Konuyu uzattığımın farkındayım ama son olarak şu konuyu da vurgulamadan geçemeyeceğim. Ekonomi yönetiminin büyükçe bir kısmı ekonomi dışı bir konu olan gerçek anlamda bir liderlikle ilgilidir. Şöyle ki:
Daha iyi yönetebilmek için uygulanan bölüp yönetme, başkaldırmaya izin vermeden baskı altına alma, zayıflatma ve geriletme yöntemine ‘’Yönetim Bilimi’’ adı verilir ve genellikle siyasette uygulanır… Siyasette siz insanlara ve bağımsız olması gereken kurumlara hükmetmeye çalışırsanız zaten yenilmiş sayılırsınız… Siyasette müdahaleci ve denetleyici tavır; heves yitirir, hedef küçültür, özgüven sarsar…
İnsana sevgi ve sevgi yüklü sabırla yaklaşmayan, insanların hep olumsuz taraflarını görüp onlara karamsar bir yüzle bakan siyasal bir yönetimin, nasıl bir yönetim olursa olsun başarı şansı yoktur. Hümanist felsefenin ana izleği, sevgi yüklü ilişkilerin hayata anlam kattığıdır.
Yalnızca öfkesini değil tiksinme ve küçümseme duygusunu belli eden zorlayıcı liderler tüm insanlar ve toplum üzerinde yıkıcı bir duygusal etki yaratırlar…
Asık suratlı liderlerin ekiplerinde, insanlarında, kurumlarında ahenk bozulur, verimlilik düşer… Bu ekipte insanların ve kurumların liderlerini hoşnut etmek için sarf ettikleri telaşlı çaba liderlerin kötü kararlar almalarına ve yanlış stratejiler seçmelerine yol açar…
Duygular bulaşıcıdır... Ekranlardan yansıyan kin, nefret, kem sözler, kötü sözler, sevgisizlik, hodbinlik, hoyratlık, kavga ve ''eyyyy!!!'' nidaları dalga dalga tüm ülke sathına katlanarak yayılmaktadır.
Siyaset bilimcisi Max Weber; ‘’ayakta kalan kurumlar bir liderin karizması nedeniyle değil de sistem içinde liderliği geliştirdiği için başarılı olurlar’’ derdi… Ülke son on altı yıldır sistem içinde geliştirilen bir liderlikle değil de bir liderin karizmasıyla yönetilmeye çalışılmıştır.
Sonuç:
Bütün bu anlattıklarımdan çıkan sonuç olarak sadece doların yükselmesi değildir. Sonuç olarak da eğitimden sanayiye, tarımdan ticarete, ordudan diyanete, kültürden siyasete hiçbir kurum ayakta kalamamıştır.
Böyle bir yönetim anlayışında kaçınılmaz sonuç ise iflastır...
Osman AYDOĞAN
Behlül Dânâ
Meczup kelimesini genellikle yanlış anlamda kullanırız. Meczuba çoğunlukla ‘’deli’’ anlamını yükleriz. Türkçenin zenginliğiyle bakacak olursak meczupla deli arasında hayli fark olduğunu görürüz. Meczup ve deli kelimelerine dair en anlamlı tanım şu; akıl adamı terk ederse,‘’deli’’; adam, aklı terk ederse, ‘’meczup’’ derler!..
Meczup; cazibe kelimesinden de çağrışım yapacağı üzere, belli bir etkiye kapılmış, o tesirle kendinden geçmiş kimse demek!... Cezbeye tutulmuş, demir tozlarının mıknatısa, pervanenin ateşe kapılışı gibi yoğun bir çekimle Hak aşkında varlığını yitirmiş insan demek. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de mealen; ‘’Allah, dilediğini kendine çeker” (Şura /13) buyurmuştur. Cüneyd-i Bağdadi; ‘’Allah’ın velisi ile Allah’ın delisi arasında bir soğan zarı kadar fark vardır’’ der. Ve devam eder Bağdadi: ‘’Kim veli, kim deli sizler anlamazsınız.’’ Görüldüğü gibi meczup ile günümüzde kendi çıkarları için dini kullanan soytarılar arasında hiçbir ilişki yoktur.
Tasavvuf ehli arasında meczupların hatırı sayılır bir yeri vardır!.. Kıssalarını okuduğumuz, hayatlarından ibret aldığımız bazı meşhur isimlerin birçoğu meczuptur. İlahi aşkın cezbesi ile kayıtlardan kurtulmuş, akışa kendini kaptırmış bir kısım zevat, kendi dönemlerinin ileri gelen şahsiyetlerine, hatta devlet başkanlarına bile örnek haller sergilemiş, manidar sözler sarf etmişlerdir. Onlardan bir kaçını tanıtmak istiyorum.
Örneğin dün yine bu sayfada tanıttığım, tacını tahtını terk eden Belh Sultanı İbrâhim bin Ethem de bir meczup idi... Hatta onun da İmam-ı Azam ile ilgili şöyle bir hikâyesi var:
İmam-ı Azam Ebu Hanife Kufe Camiindeki Fıkıh Halkasında öğrencilerine ders veriyor. O esnada kapıdan başını uzatan İbrahim bin Ethem “Esselamu Aleykum Ya İmam” diyerek selam verir. Dersi kesen İmam-ı Azam, üstü başı pejmürde, garip kılıklı İbrâhim bin Ethem'in selamını ayakta alır ve O gidene kadar yerine oturmaz. İmamın edep ve saygı içinde selam alışı talebelerin gözünden kaçmaz. İçlerinden biri sorar: ''Ya İmam!.. İbrahim bin Ethem meczup, siz ise bir büyük İslam âlimisiniz. Bunca hürmet niye?...'' İmam şöyle cevaplar: ''Biz Allah’ın İlmi ile meşgulüz; O ise doğrudan Zatı ile meşgul!'' İmam-ı Azam, meczup kelimesine böylelikle yeni bir anlam getirir; Allah’ın Zatı ile meşgul olan kişi!...
Şimdi gelelim diğer birmeczup hikâyesine:
Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî bir kitabında şu hikâyeyi anlatırdı;
Bir meczup, köy meydanına gelir; çevrede dolaşmakta olan kalabalığa; "ey ahali, ben Peygamberim!" der. Kimse onu ciddiye almaz. Garip kılığına, deli gözlerine bakıp gülerler. Meczup kendinden çok emindir. "Ey ahali, ben peygamberim! Eğer bana inanmıyorsunuz, şu arkamdaki duvar dile gelsin ve size benim peygamber olduğumu söylesin." der.
Yine kimse bu meczubu ciddiye almaz fakat birden duvar dile gelir ve şöyle der; "Yalan! Bu adam peygamber falan değil."
(Bu hikâye aynı zamanda Zülfü Livaneli'nin ''Engereğin Gözündeki Kamaşma'' isimli romanının giriş kısmıdır. Ancak Livaneli kaynağını yazmaz!!!)
Şimdi bir meczup olarak Behlül Dânâ'yı anlatmaya başlayabilirim...
Behlül kelimesi Farsçada meczup, deli, çok gülen, çok gülücü, soytarı anlamındadır...
Behlül’ü biz Halid Ziya Uşaklıgil'in realist-naturalist romanı ‘’Aşk-ı Memnu’’dan dolayı Firdevs’le, Peyker ve Bihter’le beraber tanıdık… TV de olmasa Behlül, Bihter, Peyker ve Firdevs’i tanımayacaktık ama hâlâ ne anlama gelirler bilmeyiz de…
Dânâ ise Farsçada ''çok bilen'',''âlim'' demektir. Hoca-i Dânâ; hocaların hocası demek, Dânâ-yı Yunan; Eflatun'dur. Behlül Dânâ; âlim meczup ya da akıllı deli anlamındadır. Behlül Dânâ; güldüren âlimdir. Nasrettin Hoca gibi… Behlül Dânâ, meczup görüntüsüyle büyük hikmetler anlatan bir zat; aynı zamanda halkın çok sevdiği bir âlimdir...
İki zıt anlamlı kelime ihtiva eden bu tamlama ile kimi delilerin değme akıllılardan daha doğru konuşmalarına ya da kimi ‘'deli’'lerin herhangi bir patolojik vaka olmaksızın bilinçli bir şekilde deli olduklarına, öyle göründüklerine işaret edilir.
Behlül Dânâ tamlaması, Abbasi halifelerinden Harun Reşid'in zamanında yaşamış bir ‘'akıllı deli'’ için özel isim haline de gelmiştir. Asıl ismi Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’dir. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Kûfeli olduğu halde Bağdâd’da yaşamış ve Bağdat'ta 190 (m. 805) yılında vefât etmiştir. Kimi kaynaklar Behlül Dânâ için Harun Reşid’in fikir aldığı kişi olduğunu söylerler…
Şimdi gelelim Behlül Dânâ ile ilgili kıssalara:
***
Bir gün Bağdat’ta haber salınır: Behlül Dânâ şehrin en büyük camisinde vaaz edecek. Halk bu hikmetli vaizi, derin âlimi dinlemek için camiyi lebalep doldurur. Cami Bağdat halkının yoğun ilgisinden dolup taşar.. Vaaz olacak, Behlül Dânâ sohbet edecek diye beklerler.
Fakat namaz yaklaştığı hâlde ne gelen var ne giden... Namaz vakti iyice yaklaşmışken bir de bakarlar ki Behlül Dânâ omzunda bir su terazisi, bir tarafında bir kova su, öbür tarafında bir kova su, camiye girer. Safları yara yara hayretli bakışlar arasında geçer mihrap tarafına, başlar vaazına:
“Şu kova, dünyadır ey cemaat, şu kova da âhiret!” Bir tarafa biraz eğilir. ''Şimdi ben dünyaya eğildim” der. Behlül o tarafa eğilince diğer tarafındaki kovadan su dökülür, bunun üzerine; “İşte âhiret nasibimizi zâyî ettik!” der. Bu sefer öbür tarafa eğilir, diğer kovadan su dökülür; “Bu sefer de âhirete eğildim, dünyayı ziyan ettik!” dedikten sonra, kovaları dengeye getirir ve ekler: '' İşte hayat imtihanı bu! Dünya ile âhireti böylece dengede tutabilirsen mesele yok. İkisini de ziyan etmezsin. Ama bir tarafa eğilirsen diğerini yitirirsin!'' der.
Bütün vaaz bundan ibaret olur. Fakat herkes Behlül’ün vermek istediği mesajı anlamış mı bilmiyoruz!
***
Harun Reşit, Behlül Dânâ'ya para verip "al bunu yoksullara dağıt" der. Hazret gider parayı zenginlere verir. Harun Reşit "neden böyle bir şey yaptın?" diye sorar. Hazret "Allah kime verdiyse ben de ona verdim" der...
***
Halifelik kaldırılana kadar cuma namazlarını yöneticiler kıldırırdı.
Harun Reşid döneminde Behlül Dânâ’nın, Halife Harun Reşid’in kıldırdığı cuma namazlarına gelmediği farkedilir.... Bu durum halifeye bildirilir. Harun Reşid Behlül Dânâ’yı huzuruna çağırtır. Kendisine cuma namazlarına neden gelmediğini sorar. Behlül Dânâ “Önümüzdeki cuma namazına geleceğim” cevabını verir.
Vaaz, hutbe derken Harun Reşid’in kıldırdığı namaz başlayınca Behlül Dânâ’da bir kıpırdanma başlar. Sonunda Behlül Dânâ dayanamaz cemaat ikinci rekata başlarken camiyi terk eder. Namazdan sonra durum halifeye bildirilir. Harun Reşid sinirlenir ve Behlül Dânâ’yı tekrar huzuruna çağırtır. Namazı neden terk ettiğini sorar.
Behlül Dânâ; ”Tekbir alırken bir ülke fethetmeyi düşündün, Fatiha okurken ordunu topladın, rükuda savaşı yaptın, o ülkeyi fethettin. Birinci secdede kıralı öldürdün kızı canını bağışlaman için yalvararak ayaklarına kapandı… Buraya kadar anlattıklarım doğru mu?” diye sorar. Harun Reşid: “Evet, tam olarak doğru” cevabını verir. Behlül Dânâ ; “İkinci secdede kralın kızını nikahladın, sarayına getirdin. İkinci rekâtta odanıza geçtiniz… Eh artık bana da karı kocayı yalnız bırakmak düşerdi!... Namazı bu sebepten terk ettim sultanım” cevabını verir…
***
Bir gün Behlül Dânâ üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıkar. Harun Reşid sorar:
- ‘’Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun?’’
- ‘’Cehennemden geliyorum ey hükümdar.’’
- ‘’Ne işin vardı cehennemde?’’
- ‘’Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.’’
- ‘’Peki, getirdin mi bari?’’
- ‘’Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar ‘Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir’ dediler.’’
***
Behlül Dânâ birgün Harun Reşid’den bir vazife ister. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini) verir. Behlül hemen işe koyulur. İlk olarak bir fırına gider. Birkaç ekmek tartar hepsi normal gramajından noksan gelir. Dönüp fırıncı ya sorara: “Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?” Adam her soruya olumsuz cevap verir. Memnun olduğu bir şey yoktur. Behlül birşey demeden ayrılır ve bir başka fırına geçer. Orada da birkaç ekmek tartar ve görür ki bütün ekmekler gramajından fazla gelir, eksik gelmez. Aynı soruları bu fırının sahibine de sorar ve her soruya olumlu cevap alır. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid’in huzuruna çıkar ve yeni bir vazife ister. Harun Reşid, “Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?” der.
Behlül açıklar: ‘’Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.’’
***
Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül'e tembih eder: ‘’Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.’’ Akşam namazından sonra da Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka gelir. Harun Reşid şaşırır ‘’Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin…’’
Behlül; ‘’Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra ben cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.’’ diye cevap verir…
***
Bir gün Behlül Dânâ'nın doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd'e gidip; "Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır." gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın isteğini bildirir.
Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk eder. Birkaç koyun alıp kesip, bacaklarından mahallenin köşe başlarına asar. Bunu gören halk gülerek; "Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zâten." derler. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokar ve bundan da bütün mahalle zarar görür.. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip, durumu anlatırlar.
Harun Reşit, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda: "Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim." diye cevap verir.
***
Aydın yöresine ait eski bir deyim vardı ''turpun büyüğü heybede'' diye... Bu deyimi rahmetli Süleyman Demirel siyasette çok kullanırdı. Köylü, Aydın pazarında turp satıyormuş. Müşteri gelince önce ufak turpları çıkarıyormuş. Müşterinin biri ''bu turp küçük" diye yüzünü buruşturup, yürüyünce... Köylü, arkasından seslenmiş: ''Hele dur bey... Turpun büyüğü heybede.'' Ben de turpun, pardon kıssanın büyüğünü en sona sakladım...
Harun Reşid'in yanına bir grup insan gelerek Behlül Dânâ'nın hiç insan içine çıkmadığından, insanlara karışmadığından ve uzun süredir inzivaya çekildiğinden şikayet ederler. Harun Reşid de Behlül Dânâ'yı çağırarak sorar; "Sen neden yalnız yaşamayı tercih ediyorsun, insanlar içine neden karışmıyorsun?" Behlül Dânâ cevap vermez, müsade ister ve Harun Reşid'in yanından ayrılır. Behlül, uzun süre gelmeyince Harun Reşid, Behlül'ün nereye gittiğini merk eder, yanındakilere sorar, ''araştırın nereye gitti Behlül'' der.. . Adamları araştırıp gelirler, ''Behlül kenefte efendim'' derler.. Behlül keneften de uzun süre çıkmayınca Harun Reşit meraklanır, yine görev verir yanındakilere ''gidin bakın bakayım, Behlül kubura falan düşmesin!'' Adamları yine kenefe giderler ve gelip Harun Reşit'e tekmil verirler: ''Behlül kenefte kendi kendine konuşuyor efendim'' derler... Bir süre sonra Behlül de çıkar gelir. Harun Reşit merakla sorar: ''Behlül!'' der ''kiminle konuşuyordun kenefte?'' ''Pisliklerle konuşuyordum efendim'' der Behlül. Harun Reşit şaşırır: ''Hayırdır, ne konuşuyordun pisliklerle? Ne diyorlar sana?'' diye sorar. Ve Behlül, Harun Reşid'e şöyle cevap verir:
"Pislikler bana dediler ki efendim, 'aklını başına al, sakın insanların içine girme, bak bizlere, bizler çok nefis yemeklerdik, elvan türlü, hoş renkli, hoş kokulu, tatlı meyvelerdik, leziz içeceklerdik; ne zaman ki insanların içine girdik çıktık da bu hale geldik.'"
***
Behlül Dânâ’nın kıssaları şimdilik bu kadar…
Bu kıssalardan herkese yetecek kadar hisseler vardır diye düşünüyorum... Hele hele son kıssadan!
Osman AYDOĞAN
Doları Saldım Çayıra
Kazak Abdal yaşamıyla ilgili yazılı bir bilgi olmayan usta halk ozanlarımızdandır. Romanya Türklerindendir. Bir şiirinde asıl adının "Ahmet" olduğunu söyler. Bektaşi tarikatından olduğu tahmin ediliyor. Hacı Bektaş Veli'ye yürekten bağılıdır. Şiirlerinde taşlama, mizah ve yergi vardır. Yerici -alaycı tutumu, güldürücü diliyle din tacirlerine, yalancılara, cahillere ses kalabalığı ile başkalarını susturmaya çalışanlara şiirlerinde sataşır, onların olumsuz yanlarını sergiler. Aslında şiirleri açıktır, yoruma gerek duymaz. Yerginin içinde gerçeği sunar. Kimlere çattığını açıkça söyler.
Balım Sultan diye bilinen ve Bektaşiliğin ikinci piri sayılan Balım Sultan'ın "giyinişini, yürüyüşünü övdüğüne" bakılarak 16. yüzyılda yaşadığı sanılıyor:
"Arslan gibi apıl apıl yürüyen
Kendi özün hak sırrına bürüyen
Kepeneğin yanı sıra yürüyen
Mürsel baba oğlu Sultan Balım'dır."
En bilinen şiiri ‘’Eşeği saldım çayıra’’ isimli şiiridir.
Eşeği saldım çayıra
Otlaya karnın doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranın da anasını
Münkir münâfıkın soyu
Yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu
Dökenin de anasını
Müfsidin bir de gammazın
Malı vardır da yemezin
İkisin meyyit namazım
Kılanın da anasını
Derince kazın kuyusun
İnim inim inilesin
Kefen dikmeye iğnesin
Verenin de anasını
Dağdan tahta getirenin
Mezarına götürenin
Talkınını bitirenin
İmâmın da anasını
Kazak Abdal söz söyledi
Cümle halkı dahleyledi
Sorarlarsa kim söyledi
Soranında anasını
Bu şiiri rahmetli Hasan Pulur bir yazısında şöyle değiştirmişti:
Doları Saldım Çayıra
Doları saldım çayıra
Halkı da mevla kayıra
Bu krizi hayıra
Yoranın da avradını.
Hem hırsızın hem yüzsüzün
Babası zengin dürzünün
Bunların meyit namazın
Kılanın da avradını.
Biçare mazlum söz söyledi
Cümle halkı dahleyledi
Sorarlarsa kim söyledi
Soranın da avradını.
Osman AYDOĞAN
İbrâhim bin Ethem
Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta onca süslü mezar taşları arasında düz bir mezar taşı dikkat çeker. Mezar taşı üzerinde bir çömlek ve üstünde bir defne dalı kabartması ve şu yazı vardır: “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri). (Mezar taşının fotoğrafını metnin sonuna ekledim.) Bu yazı İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’un (kısaca Leigh Hunt diye anılır) ( 1784 - 1859), çok sevdiği “Abou ben Adhem” (İbrâhim bin Ethem) isimli kendi şiirinden alınmıştır. Bu şiirin hem orijinal İngilizce'sini hem de Türkçe'sini yazımın sonunda veriyorum.
Şiirde ismi geçen İbrâhim bin Ethem (718-782) Belh Sultanı idi. (Belh; Horasan'ın bir şehridir. Şimdi Afganistan sınırları içindedir.) İbrâhim bin Ethem'in babası da Belh Sultanı, padişahı idi fakat o unutuldu gitti. Oğlu İbrâhim sultan olduktan sonra tahtından, padişahlıktan vazgeçti. Ancak onu -unutulmak bir tarafa- dünya tanıdı, bildi. Aslında İbrâhim bin Ethem’in hikâyesi tahtını bırakıp zühtü (her türlü zevke karşı koyarak kendini ibadete veren) ve derviş olmayı seçen prensin hikâyesidir. Öyle bizlere anlatılan ‘’Ferrarisini satan bilge’’ gibi maddeci değildir. (Bu sözde bilge Ferrarisini bir hayır kurumuna bağışlamıyor, ‘’satıyor’’, yani maddeden vazgeçmiyor, maddeyi maddeye çeviriyor.) Oysa. İbrâhim bin Ethem tahtını bırakıp, ondan feragat edip zühtü ve derviş olmayı seçiyor.
Leigh Hunt'un şiirinde bahsettiği melek ise Cebrâil'dir. Leigh Hunt'un şiirine konu olan olayı şu şekilde cereyan eder: İbrâhim bin Ethem buyurdu ki, "Bir gece rü'yâmda, elinde bir defter olduğu halde "Cebrâil'in (a.s.) yeryüzüne inmekte olduğunu gördüm. ''Burada ne yapacaksın?'' diye sordum. Cebrâil (a.s.); ''Bu deftere Allahü teâlânın dostları kim ise onların isimlerini yazacağım'' diye buyurdu. ''Peki beni de yazacak mısınız?'' diye sordum. Cebrâil (a.s.); ''Sen, o dostlardan birisi değilsin ki'' diye buyurdu. ''İyi ama ben o dostların dostuyum'' dedim. Bundan sonra Cebrâil (a.s.) biraz düşündü ve ''Şimdi 'ilk önce İbrâhîm'in ismini kaydet' diye bir ferman geldi'' diye buyurdu.
Mevlânâ Celaleddin Rumi Mesnevi'sinde İbrâhim bin Ethem'in geniş bir şekilde hikâyesini, menkıbesini anlatır ve onu “mânalar denizinin yüzücüleri” olarak nitelendirdiği Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfîlerle birlikte anar.
Yunus Emre de şiirlerinde bahseder. Yunus Emre;
‘’Hor bakma sen toprağa,
Toprakta neler yatur
Kani bunca evliya,
Yüzbin Peygamber yatur. ‘’
diye başladığı ‘’Hor bakma sen toprağa’’ isimli şiirinde İbrâhim bin Ethem’i şu şekilde yâd eder:
‘’İğnesin suya atan,
Balıklara getirten
Tacın tahtın terkeden,
İbrahim Ethem yatur.‘’
Bu iğne hikâyesini Evliya Çelebi de ''Seyahatnâme''sinde şu şekilde bahseder:
İbrâhim bin Ethem bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini yamıyordu. Beldenin valisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Ethem’in başında durur. Vali onu seyrederken şöyle düşünür: “Bak şu dünün hükümdarına! Böyle yapmakla eline ne geçti?” İbrâhim bin Ethem, valinin aklından geçenleri anlar. Kaldırıp iğnesini denize fırlatır. Sonra; “Balıklar iğnemi getirin” deyince, bir balık, ağzında İbrahim Ethem’in denize attığı iğneyi getirir. İbrâhim bin Ethem, iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra valiye döner: “Elime bu iğne geçti” buyurur. “Yâni, ben Allahü teâlâdan gayrı olanları bırakıp, bütün varlığımla O’na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerameti verdi” demek ister.
İbrâhim bin Ethem’ın sultanlığını bırakması şu şekilde gelişir:
Belh Sultanı Ethem, oğlu İbrâhim’in üzerine titrer âdeta. Önüne kırk altın kalkanlı fedai koyar, ardına kırk altın gürzlü cengâver takar. Geçtiği yer panayır kesilir, tuğlar, ziller, davullar... Saray’da ziyâfet eksik olmaz. İşte akça pilavların, kızarmış etlerin, serin şerbetlerin koşuşturulduğu gecelerden birinde kimsenin tanımadığı bir zat çıkagelir, oturur sofraya. Muhafızlar tutulup kalır, mani olamazlar. İbrâhim bin Ethem şaşkındır, sorar “Sizi tanıyor muyuz acaba?”
- Sanmam! Öylesine bir yolcuyum, sadece konaklayacağım burada.
- İyi ama burası han değil ki?
- Ne ya?
- Saray!
- Sizden evvel kim oturuyordu burada?
- Filan kişi!
- Ondan evvel
- Feşmekân!
- Bu nasıl saray ki biri gidiyor biri geliyor. Söyle farkı ne handan?
Genç şehzade hadisenin tesirinden kurtulamaz. Gece dön o tarafa, dön bu tarafa, bir türlü uyku tutmaz. Sahi nereye gitmektedir böyle? Ye, iç, eğlen, nereye kadar?
Gecenin ilerleyen vakitleri tavanda ayak sesleri duyar. Pencereyi açar “Hey! Kim var orada?”
- Kervancı! Develerimi arıyorum da!
- Devenin ne işi var damda?
- Bunu kuş tüyü yatakta hakikat arayan biri mi soruyor bana?
Kalbine bir ateştir düşer, yanıp tutuşmaya başlar.
İşte bu iki olay üzerinedir ki İbrâhim Bin Ethem sultanlığı, padişahlığı bırakıp derviş olup, zühtü olup yollara düşer.
Yolda bir taş görür İbrâhim bin Ethem. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıdır. Çevirir taşı; "Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?" yazısını okur ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur." der ve ağlar...
Yolda karşılaştığı bir kimse kendisinden nasîhat isteyince: "Bağlı olanı aç, açık olanı kapa." diye buyurur. O kimse; "Bunu anlamadım." deyince; "Kesenin ağzını aç, cömert ol, açık olan dilini de tut konuşma." diyerek izah eder.
Bir süre Nişâbur’da yaşar. Mağaraları mesken tutar, kavurucu günler, dondurucu ayazlar... Ne zaman ki insanlar ona tazim ve hürmette bulunurlar, başka diyarlara yelken açar. Sonra Harameyn’e yönelir, Kâbe ve Ravda hasreti dayanılmaz olmuştur zira... Eğer bir kervana, kafileye katılsa kolayca vasıl olacaktır menzili maksuduna. Lâkin o kumlara bata bata gider, alnını secdeye koya koya. 14 yıl çöllere katlanır, dile kolay. Haremeyn sakinleri yanık dervişin methini duymuş, karşılamaya çıkmıştırlar. Bakın şu işe ki İbrâhim bin Ethem’i, İbrâhim bin Ethem’e sorarlar. Mübarek “bırakın onu” der, “karşılamaya değmez. İşiniz mi yok bu sıcakta!” Vay! Sen nasıl konuşursun onun hakkında!
Mübarek “helal lokma için çalışmak, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutmaktan efdaldir (daha iyidir)” diye buyurur, alnının teriyle geçinmeye bakar. Bahçe bekçiliği yaptığı günlerden birinde bağ sâhibi eşi dostu ile gelir, çardaklara kurulurlar. “Misafirlerime en tatlı narlardan getir” der, “iyi seç doyamasınlar tadına!” Gel gelelim alayı ekşi çıkar. Bağ sâhibi, “şunca zamandır bekçilik yapıyorsun, ekşisini tatlısını ayıramıyor musun hâlâ?”
- Yemediğim narların tadını nerden bilebilirim ki?
- Hiç mi yemedin?
- Asla.
- Tuhafsın vesselam. Bazen “İbrâhim bin Ethem misin be adam” diyesim geliyor sana...
İbrâhim bin Ethem bir dervişle karşılaşır. Dervişe nasıl yaşadığını sorar. Derviş der ki: ‘’Biz bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.’’ İbrâhim bin Ethem cevabı beğenmez. "Kelpler (köpekler) de öyle yapar" der. Bu defa derviş sorar: "Peki siz nasıl yaşarsınız?" İbrâhim bin Ethem ‘’Biz bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz.’’ der.
Zenginlerden birisi kendisine bin altın getirir ve: "Bunu kabul buyurun" der. İbrâhim bin Ethem hazretleri, "Ben fakirlerden bir şey almam" buyurur. O zât, "Ben fakir değilim" deyince "Bu sahip olduğun maldan daha ziyâdesini ister misin?" diye sorar. O zât "Evet" deyince "Bu altınları al götür, zira fakirler içinde en fakir sensin. Bu hâlin fakirlik değil midir?" cevabını verir.
İbrâhim bin Edhem’e sormuş bir arkadaşı, "Senelerdir arkadaşız, söyle bakalım bende hoşuna gitmeyen şeyleri." İbrâhim bin Ethem cevap verir; "Ben sana hiç o gözle bakmadım ki."
İbrâhim bin Ethem bu şekilde derviş ve zühtü olarak neredeyse bütün İslam coğrafyasını dolanır, ilim ve hikmet toplar. Fıkhı bizzat İmam-ı Azam hazretlerinden öğrenir, Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ ve Şeyh Mansûr Selâmi’nin sohbetlerinde diz kırar. Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden çok istifâde eder sonra...
İbrâhim bin Ethem’in Ebu Hanife’den ders aldığı günlerden bir gün İbrâhim bin Ethem, Ebu Hanife’nin ders verdiği mekânın önünden geçerken, İmam-ı Azam kendisine ta'zim için ayağa kalkar. Öğrencileri: ''Niçin bunu yaptınız, İbrahim Ethem, o kadar da büyük bir sûfî değil ki'' dediğinde; ''O Allah’ın zatı ile meşgul, biz ise o'na ait ilimleri ile'' diyerek cevap verir.
Günümüzde içinde bulunduğumuz durumu, açmazı İbrâhim bin Ethem tee o zamanlar görmüştü:
‘’Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz;
Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.’’
İbrâhim bin Ethem'i anlatan Türkçe yayınlanmış çok sayıda kaynak yoktur. İbrâhim bin Ethem'i Türkçe anlatan üç kitap vardır. Birincisi Musa Yaşaroğlu'nun ''Aşkın Kölesi İbrâhim Bin Ethem'' (TÜRDAV Yayınları, 2014) isimli eseri, diğeri Ersin Özdil'in ''Sarayını Terkeden Hükümdar İbrâhim Bin Ethem'' (Ulak yayıncılık, 2016) isimli eseri, üçüncüsü de nefis üslubu ile Necip Fazıl Kısakürek'in bir tiyatro oyunu olarak yazdığı ''İbrâhim Ethem'' (Büyük Doğu Yayınları, 2000) isimli eseridir. Üçü de birbirinden güzel bir şekilde İbrâhim bin Ethem'i anlatmıştır.
İbrâhim bin Ethem, soğuk taş sarayların değil sımsıcacık gönüllerin Sultanı idi... O geçici sarayların değil kalıcı ebedi sarayların Sultanı idi. O, Allah'ın sevdikleri isimlerin en başında gelen idi...
İbrâhim bin Ethem’in mezarı Suriye’de Humus-Lazkiye arasında Jable isimli kasabada bulunmaktadır.
Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.
Osman AYDOĞAN
Leigh Hunt'un bahsi geçen şiiri:
Abou Ben Adhem İbrâhim bin Ethem
Abou Ben Adhem (may his tribe increase!) Ebû bin Ethem (kabilesi yücelsin!)
Awoke one night from a deep dream of peace, O gece sakin ve derin bir rüyadan uyandı.
And saw, within the moonlight in his room, Odasına ay doğmuştu sanki zambaklar patlamakta
Making it rich, and like a lily in bloom,
An angel writing in a book of gold: Bir melek altından deftere satırlar sıralamakta.
Exceeding peace had made Ben Adhem bold, Bu huzur Ebû bin Ethem’i yüreklendirdi,
And to the presence in the room he said,
"What writest thou?" The vision raised its head, Sorma cesareti buldu, “yazdıkların neydi?”
And with a look made of all sweet accord, Melek kaldırdı başını, sevimli, müşfik, ahenkli,
Answered, "The names of those who love the Lord." Nezaketle cevap verdi, “Allah’ı sevenlerin isimleri”
"And is mine one?" said Abou. "Nay, not so," “Aralarında ben de var mıyım peki?” “Yok, ne yazık ki”
Replied the angel. Abou spoke more low, Yaz beni de, “O’nu sevenleri sevenlerden biri” diye!
But cheerly still; and said, "I pray thee, then,
Write me as one that loves his fellow men."
The angel wrote, and vanished. The next night Melek yazdı ve kayboldu. Ve ertesi gece
It came again with a great wakening light, Geldi yine uyandıran parıltının haşmetiyle
And showed the names whom love of God had blest, Defteri gösterdi “bunlar ise Allah’ın sevdiklerinin isimleri”
And lo! Ben Adhem's name led all the rest. Bakın şuna ki! Bin Ethem öncülük etmekteydi hepsine.
***
Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta üstünde bir defne dalı kabartması ve “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri) yazısı olan İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’a ait mezar taşı ve mezarı:
Nalıncı Memi Dede
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Nalıncı Memi Dede’den şöyle söz eder:
Nalıncı Memi Dede, Bergamalı‘dır. Unkapanı Araplar Camii karşısında bir dükkânda nalıncılık yapar. Ölümünden sonra da bu dükkân, nalıncılık işinden başka bir iş kullanılamaz. Abdi Çelebi, hayatında eline keser almadığı halde bu dükkâna girince nasıl olduğunu anlayamadan usta bir nalıncı oluvermiştir.
O tarihte Unkapanı’nda büyük bir yangın çıkar. Binalar ahşap olduğundan toptan yanar. Hatta benim evim de o yangında çok büyük zarar görmüştü. Ama Nalıncı Dede’nin dükkânı tahtadan yapılmış olduğu halde, ortada sapasağlam kalmış, herkesi şaşkına çevirmişti. Üstelik yangın sırasında Nalıncı Hüseyin dükkânda çalışmaktaydı. “Her taraf yanıyor, kaç da canını kurtar!” dediklerinde: “Burası, benim dedemin dükkanıdır. Beraber yanarım, yine çıkmam “, diyerek ateş içinde kalır. Gerçekten yangın biter ama bu dükkân yanmaz. Zamanla buranın değeri artar. Küpeli denilen bir Yahudi, dükkan sahibine birkaç akçe fazla vererek Hüseyin Çelebi‘yi dükkandan attırır. Bir gün kepenkleri açarken dengesini kaybeder, başı üzerine düşerek ölür. Yani o dükkânı nalıncılık haricinde kullanmak hiç kimseye nasip olmaz.
Anlatılır ki: Memi Dede, öldüğü gece Sultan III. Murad‘ın rüyasına girer ve şöyle seslenir: ‘’Cenaze namazımı Fatih Camii’nde kılmaya hazırlan. Beni evimde toprağa ver. Üzerime bir türbe, yanıma bir tekke ve bir çeşme yaptır. Dünyadan elli sene su içtim.”
Memi Dede, gerçekten evinin olduğu yere gömülür. Gereken yapılır. (Evliya Çelebi – Seyahatname’sinden)
Sultan III. Murad‘ın rüyasından sonra olanların ayrıntısını pek çoğumuz okumamıza, bilmemize rağmen Evliya Çelebi’nin anlattığı bu önceki vakayı pek bilmeyiz. Bundan sonrasını bilmenize rağmen, en azından bilmeyen okuyucular için ben yine de anlatayım…
Nalıncı Memi Dede’nin ol hikâyesi şöyledir:
Sultan III. Murad Han yukarıda bahsedilen rüyayı gördüğü günün sabahı, bir anlam veremediği bu rüya dolayısıyla tuhaf bir hal içindedir. Vezir- i âzam Siyavuş Paşa padişahın bu halini görünce merak eder ve sorar:
“Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?”
Padişah: “Akşam garip bir rüya gördüm.” der.
Vezir: “Hayırdır inşaallah efendim!?”
Sultan Murad Han: “Hayır mı, şerr mi öğreneceğiz inşaallah!. ”
Vezir: “Nasıl yani?” diye sorar.
Padişah vezire: “Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. ”
Tebdil-i kıyafet ederek iki molla kılığında çıkarlar yola. Sultan Murad hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağıya inip Unkapanı civarında durur. Etrafına dikkatle bakınır.
İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Tebdil-i kıyafet içindeki Padişah çaktırmadan oradakilere sorar: “Kimdir bu yerde yatan?”
Ahali: “Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın sefilin biri iste!”
Padişah: “Nerden biliyorsunuz öyle olduğunu?”
Ahaliden biri atılır: “Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuzdu.”
Bir başkası ayrıntıya girer: “Biliyor musunuz, aslında iyi sanatkârdı. Nalının hasını yapardı. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcardı. Hem şişe şişe şarap taşırdı evine… Hem de nerde namlı, mimli kadın varsa takardı peşine ve evine götürürdü.”
Ahali içinde yaşlı biri oldukça öfkelidir ve söze karışır: “İsterseniz komşulara sorun bakalım, onu bir cemaatte gören olmuş mu?”
Bunları anlattıktan sonra mahalleli döner ardını çekip gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar cenazenin başında tek başına… Tam vezir de toparlanıyordur ki, Sultan Murad onun yolunu keser: “Dur vezir nereye?” der.
Vezir Siyavuş Paşa: “Bu adamdan uzak durmak istersiniz diye düşündüm Sultanım.”
Padişah: “Hayır olmaz öyle şey! Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, rüyamın bir hikmeti olmalı.. Hem şöyle veya böyle halkımızdır. Defin işini tamamlamak gerek,” der.
Veziri: “İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.” der.
Padişah vezirine itiraz eder: “Olmaz vezir, rüyadaki hikmeti çözemedik daha…”
“Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?” diye sorar vezir..
Padişah: “Mollalığa devam edeceğiz. Cenazeyi kaldırmalıyız.” der.
Vezir şaşkınlık içinde: “Aman efendim, nasıl kaldırırız?” diye sorar.
Padişah: “Basbayağı kaldırırız işte!” diye çıkışır.
Vezir bunun çok zor olacağı konusunda Sultan Murad’ı ikna etmeye çalışır: “Yapmayın, etmeyin Sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Kefenlenmesi, gömülmesi falan…” Padişah vezirin sözünü keser ve: “Merak etme, ben hallederim hepsini…” der.
Vezir bakar ki Padişah kararlı: “Şurada bir mahalle mescidi var ama, bilmem ki?!!” diye kararsız düşünürken Padişah: “Fatih Camii’nde kılacağız namazını” der.
Çünkü rüyasında böyle denmiştir kendisine… Ve gelirler camiye… Vezir sağa sola koşturur. Kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa… Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar, ki nâş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sarhoşlara benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Sultan Murad’ın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de tabii ki. . .
Böylece meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar, namazını kılarlar. Sıra gelir defin işlemine… Vezir sorar: “Sultanım, nereye defnedeceğiz?” Padişah: “Evinin bahçesine… Sen bir koşu gidip adresini araştır, öğren gel” der…
Vezir sorar soruşturur ve evin adresi öğrenilir. Cenazeyi yüklenip giderler. Eskimiş küçük bir ahşap evin kapısını çalarlar. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Kadına kocasının öldüğünü alıştırarak haber verirler. Kadın sanki bu vefatı bekler gibidir. Ama yine de gözyaşlarını tutamaz.
Neden sonra Padişaha: “Hakkını helâl et evladım. Belli ki çok yorulmuşsun.” der.
Padişah: “Helal olsun... Ama bahçenizde bu cenazeyi defnecek yer var mı?” diye sorar…
Yaşlı kadın: “Evet, bizim bey mezarını kazıp hazırlamıştı. ‘Beni buraya defnetsinler hanım’ demişti.”
Bunun üzerine Padişah ve veziri cenazeyi bahçede kazılan yere defnederler. Defin işlemi bitince Padişah yaşlı kadına: “Bana biraz rahmetliden söz eder misiniz?” der.
Yaşlı kadın tabii dercesine hüzünle sallar başını ve anlatmaya başlar: “Evladım, rahmetli bizim efendi bir âlemdi, vesselâm… Akşamlara kadar nalın yapardı. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip helâya dökerdi.”
“Niye?” diye sorar Padişah…
Yaşlı kadın: “Müslümanlar içmesin diye. . . ”
Padişah şaşkınlık içinde: “Hayret!!..” der.
Yaşlı kadın devam eder: “A oğul bu da bir şey mi? Başka tuhaf şeyler de yapardı.”
Padişah merakla: “Ne gibi?” diye sorar.
Yaşlı kadın: “Nerede malûm kadınlardan bulsa, hemen ücretlerini öder, eve getirirdi. ‘Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek...' deyip, bana da onlara dinimizin gereklerini anlatmamı tembih eder ve evden çekip giderdi. Sabaha kadar o kadınlara dinimizin vecibelerini anlatırdım.”
Sultan Murad Han iyice şaşkınlık içinde kalmıştır. “Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki…” diye söylenir.
Yaşlı kadın: “Evladım, milletin ne sandığı umurunda değildi ki onun… Zaten namazı da mahalleliyle kılmaz, uzak mescidlere giderdi. ‘Öyle bir imamın arkasında durmalı, ki tekbir alırken Kâbe’yi görmeli’ derdi…”
Sultan Murad Han rüyasının hikmetini yavaş yavaş anlamaya başlamıştır. Ama yaşlı kadının sözünü kesmez. Kadın devam eder:
“Hatta bir gün ona; ‘Bana bakasın efendi! Sen böyle yapıyorsun, ama dedikodular aldı başını gidiyor. Komşular kötü belleyecek seni, inan cenazen ortada kalacak’ demiştim… O da ‘merak etme hanım, kimseye zahmet vermeyiz. Mezarımı bahçeye kazdım, oraya defnedersiniz’ demişti. Ben de ona; İyi de seni kim yıkasın, namazını kim kılsın, kim kaldırıp gömsün dedim.”
Padişah konuşmanın burasında çok heyecanlanır ve sorar: “Peki o ne dedi?”
Yaşlı kadın: “A oğul, dedim ya bizim bey bir tuhaftı. Önce uzun uzun güldü, sonra da dedi ki; ‘Allah büyüktür hatun, padişahın işi ne?’…”
Öyle adsız şansız Allah dostu kullar vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed’e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar müminlere. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.
İşte Nalıncı Baba o adsız şansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Memi Efendi’dir. Bergama' lıdır.1592 yılında vefat eder. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah görür. Ve mübareği evine defneder. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurur. Dahası bir tekke ile yaşatır adını. Türbesi Unkapanı’nda, Cibali tütün fabrikasının arkasında, Harabzade Camii karşısındadır. Sultan Murad da üç sene sonra rahmet-i Rahman’a kavuşur.
Nalıncı Memi Dede’nin ol hikâyesi işte böyledir.. Allah rahmet eylesin...
Osman AYDOĞAN
Arakiyeci İbrahim Ağa
‘’Evrende her şey iki kere yaşanır, önce zihinde yaşanır sonra gerçekleşir.’’ Bu bir Çin düşüncesiydi. “Olduğumuz her şey, düşünmüş olduklarımızın sonucudur” diye de özetlemişti Budha. “Hayal etmek her şey demektir. Hayatın size getireceklerinin bir ön gösterimidir” diye de başka şekilde formüle etmişti Einstein. Düşler kurarmışız kelimelerle, düşüncelerle ve zamana bırakırmışız bu düşleri, onlar da tıpkı toprağa düşen tohumlar gibi, zamanla filizlenip gelişip ve yaşadığımız gerçek olarak çıkarlarmış karşımıza. Ve Freud’un öğrencisi Alfred Adler derdi ki; ‘’İnsan kafasında bir amaç belirlerse, evrendeki her şey bu amacı gerçekleştirmek için bir sıra dâhilinde dizilirler.’’
Şimdi diyeceksiniz ki bunlarla Arakiyeci İbrahim Ağa'nın ne ilişkisi var... Ama demeyin!
Neyse gelelim hikâyemize….
1500’lü yılların Topkapı’sında yaşayan bir Arakiyeci İbrahim Ağa vardı… Surların dibinde küçücük bir kulübede namaz takkeleri (arakiye) örüp satarak geçimini sağlayan fakir bir takkeciydi İbrahim Ağa.
Fakir olmasına fakirdi ama gönlü zengindi, engin bir tevazu ve tevekkül sahibiydi. Kanaatkârdı. Bir hayali vardı: Cami yaptırmak. O bu hayalinden bahsettikçe:
- ‘’İbrahim Efendi, daha ekmeğini zor kazanıyorsun camiyi neyle yaptıracaksın?’’ derlermiş.
Fakat Arakiyeci İbrahim Efendi hiçbir zaman ümidini yitirmez, devamlı dua edermiş. ‘’Umulur ki derya tutuşa’’ dermiş. İçinde beslediği cami yaptırma arzusunu hiçbir zaman kaybetmemiş.
Bir gece rüyasında:
- ‘’Bağdat'a git, köprünün karşısında hurma ağacının altındaki asmada senin üç üzüm tanesi kısmetin vardır, onu al ye! İşte senin camii yaptırma hayalin de oradadır.’’ diyen aksakallı, ermiş bir zat görür. Camii yaptırma hayalinin Bağdat'da ne işi vardı? Üç üzüm tanesi için aylarca sürecek meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuk gözü alınabilir miydi? Bunun için İbrahim Ağa önceleri rüyasına pek ehemmiyet vermez. Fakat ertesi gece ve daha birçok geceler rüyası tekrarlanır.
- ‘’Bağdat'a git, üç üzüm tanesi kısmetini al!’’
Yakınlarının, akrabalarının ‘’Deli misin? Üç üzüm tanesi kısmet için gidilir mi Bağdat’a?’’ demelerine, engellemelerine karşın evi hariç, bağı bahçesi ne varsa satar ve bir kervana katılıp düşer yola...
Aylardan sonra Bağdat'a varır. Medinet'üs-Selam Köprüsü'nün karşısındaki bir aşçı dükkânın peykesine oturur. Gözüne hurma ağacına sarılmış bir asma ilişir. Kalkar olgun bir salkımdan üç tane kopararak ağzına atar. Bu sırada yanına gelen bir ihtiyar:
- ‘’Arkadaş’’, der! ‘’Ne düşünüyorsun, Bağdat'a niçin geldin?...’’
İbrahim Ağa rüyasını anlatır. İhtiyar gevrek bir kahkaha ile:
- ‘’Ne saf adammışsın be birader der. Ben üç seneden beri her gün rüya görürüm ve bana ‘İstanbul'da Topkapı dışında Topçularda bir arakiyecinin evinin kömürlüğünün altında üç küp altın var. Git, aç, al!’ derler de yine ehemmiyet vermem. Sen üç üzüm tanesi için Bağdat'a gelmişsin, doğrusu pek saf adammışsın’’ der.
İbrahim Ağa'nın gözünde sevinç şimşekleri çakar. Tarif edilen yer kendi kömürlüğünün ta kendisidir. Hemen ertesi gün yola çıkar ve İstanbul'a gelir. Kömürlüğü kazar, silme dolu üç küp altını bulur ve camiyi yaptırır.
İstanbul'un Topkapı semtinde sur dışında Topkapı Şehir Parkı dâhilinde Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağa Camii olarak bilinen bu harika camiinin ol hikâyesi işte böyledir.
O cami ki inanmanın, hayal etmenin ve istemenin eseridir ya da belki de bir mucizenin. Siz girişteki uzun paragrafımı tekrar okuıyun isterseniz.
(Bir de şu yönü var hikâyenin: Brezilyalı romancı Paulo Coelho ''Simyacı'' isimli romanında bu konuyu -aşırarak- işler best seller olur, ama hikâyenin kahramanı Arakiyeci İbrahim Ağa'yı kimse tanımaz!)
1591/92 yıllarında yaptırılan caminin giriş kapısının üstündeki on iki mısralık kitabede caminin Mimar Sinan öldükten tam dört sene sonra yapıldığını yazar.
Gelelim bu camiinin bir başka özelliğine…
Arakiyeci İbrahim Ağa Camii'nin avlu giriş kapısında bir zincir vardır. Bu zincirin adı da ‘’Enâniyyet Zinciridir’’.
‘’Enâniyyet Zinciri’’ de ne midir?
Enâniyyet; Arapça "ben" anlamına gelen ‘’ene’’ kelimesinden yapılmış bir masdar isimdir. Kibirli olma, kendine aşırı güvenme, övünme, gurur, hodbinlik, riya, sadece kendine taraftarlık ve Allah’ın insana ihsan ve ikram eseri olarak verdiği nimetleri sahiplenip kendine mal etmesi ve kendinden bilmesi duygusudur.
Eskiden genellikle büyük camilerin avluya giriş kapısında, tepeden neredeyse kapının yarısına kadar sarkan, sağ ve sol yana açılan kalın zincirler bulunurdu. Bu zincirin böyle salınmasının sebebi insanların içeriye eğilerek zincirin altından geçmesini sağlamaktı. Böylelikle camiye giren müminler (her kim olursa olsun) enâniyyet ve benliklerini kapının dışında bırakırlar ve namazlarını bu tür duygulardan arınmış bir biçimde yani huşu ile kılarlardı. İşte bu zincirin adına da “Enâniyyet Zinciri” denirdi.
İşte bu zincir (Enâniyyet Zinciri) camiye girerken bu duygulara set çekmek içindi. Bu duyguları olan camiye girmesin, bu duygularını camiinin dışında bıraksın demektir enâniyyet zinciri…
Anlayana tabi!
Allah'ın Arakiyeci İbrahim Ağa gibi öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Her daim hulus-u kalp ile boyun büker, dua ederler.
Günümüzde de Allah'ın nice âdemleri vardır ki değil enâniyyet zinciri, prangalar koysak kapıya enâniyyetlerine set çekemeyiz zaten.
Osman AYDOĞAN
Aşağıda bu mütevazi Arakiyeci İbrahim Ağa Camii'nin fotoğrafı yer almaktadır.
19 Mayıs 1919
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk'ta Samsun'a çıkışını ve ülkenin genel durum ve manzarasını şu şekilde anlatır:
"1919 yılı Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve manzara: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durum, Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes antlaşması imzalamış, Büyük Harbin uzun yılları boyunca, millet yorgun ve fakir bir halde. Milleti ve memleketi Dünya Savaşı'na sokanlar, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını emniyete alabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükumet aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir duruma razı, Ordunun elinde silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri, ateşkes Antlaşmasının hükümlerine uymaya lüzum görmüyorlar. Birer vesileyle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da, Adana vilayeti Fransızlar, Urfa, Maraş, Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalya askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ve ajanlar faaliyette. Nihayet başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce 15 Mayıs 1919'da itilaf Devletleri'nin uygun görmesiyle Yunan ordusu İzmir'e çıkartılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafından Hristiyan azınlıklar gizli, açık milli emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devletin bir an evvel çökmesine, çalışıyorlardı."
Mustafa Kemal Atatürk, Samsun'a çıkışını ve ülkenin genel durum ve manzarasını bu şekilde anlatırdı. Ama Tarih baba 19 Mayıs'ın ne olduğunu kısaca şöyle özetler:
19 Mayıs; modern zamanların dünya tarihinde bir eşi daha görülmemiş bir devrimin, Milli Mücadele’nin ve adına “Anadolu İhtilâli” de denilen bir başlangıcın tarihidir.
19 Mayıs; başlangıçta Abbasi aydınlanmasını takip etmemiş, Batıdaki her türlü aydınlanma ve endüstrileşme girişimine sırt çevirerek, her türlü yeniliğe ‘’Gâvur İcadıdır’’ diyerek karşı çıkıp kendi sonunu kendisinin hazırladığı bir imparatorluğun enkazı üzerinde ulus temeline dayanan yeni ve çağdaş bir devlet, bir Cumhuriyet kurmak için Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ayak bastığı gündür.
19 Mayıs; tarihi çok uzun bir geçmişe dayanan Türk ulusunun modern çağdaki kurtuluş atılımının başlatıldığı tarihtir.
19 Mayıs; tüm İslam dünyasının yüzüstü bıraktığı İbn-i Rüşt’ün yere düşen meşalesinin kaldırıldığı gündür.
19 Mayıs; Türk dünyasında aydınlanma mücadelesinin başladığı gündür…
Nazım Hikmet “Kuvay-i Milliye Destanı”nda şöyle derdi: ''Ateşi ve ihaneti gördük.’’ ‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu ateşe ve ihanete karşı, karanlığa ve cehalete karşı bir kutsal isyanın başladığı gündür:
''Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
Mayıs ortalarından
Haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
yani, arpalar biçilip
buğdaya başlanırken
yuvarlandılar...
Adana,
Antep,
Urfa,
Maraş :
düşmüş
dövüşüyordu...
Ateşi ve ihaneti gördük. ''
‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu manzaraya karşı, bu ateşe ve ihanete karşı bir kutsal isyandı. İşte bu kutsal isyan; insanımıza insanlık, özgürlük, bağımsızlık, onur ve gurur getirmiştir.
Türkçemiz aziz bir dil… Başka hiçbir dilde olmayan kavramlar Türkçede var. Örnek olarak; ‘’bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ gibi, ‘’sevmek’’ ve ‘’sevinç’’ gibi, ‘’kıvanmak’’ ve ‘’kıvanç’’ gibi, ‘’övünmek’’ ve ‘’övünç’’ gibi... Liste uzatılabilir... ‘’Bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ farklı anlamdadır. Bilirsiniz tarihi herkeslerden çok, gider tarih profesörü olursunuz, ama ‘’Tarih Bilinci’’niz yoksa bir koskoca hiçsiniz...
İnsanın kendi varlığını, aldığı duyguları sezmesi halidir bilinç. Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme sürecidir bilinç. Çok karmaşık insan bedeninin etkinliklerini, insanın dünyaya anlam vererek, gerçekleştirdiği yaşantısını, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda süregiden yaşamını açıklamaya yarayan bir kavramdır bilinç. Bundan dolayıdır ki ‘’Felsefe; kendini bilinçli hale getiren düşüncedir’’ derdi Hegel.
20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından Edmund Husserl şöyle derdi: “Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler." Bu nedenle 19 Mayıs’ı anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için iyi bir Tarih bilincine ihtiyaç vardır. İşte bu nedenle Tarih bilinci olmayanların Türk milletine insanlık, özgürlük, bağımsızlık, onur ve gurur kavramlarını aşılayan 19 Mayıs'ı anlamalarının ve anlamlandırmalarının imkân ve ihtimali yoktur. 19 Mayıs'ı kutlamayanların ve kutlatmayanların niyetlerindeki işte bu bilinç eksikliğidir.
19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'mız kutlu olsun…
Osman AYDOĞAN
Gazze’de katliam (2)
18 Mayıs 2018
Francisco Goya (1746 - 1828), Romantizm akımının önde gelen isimlerinden olan İspanyol ressam ve gravür sanatçısıdır. İspanyol saltanatının saray ressamı olarak çalışan Goya'nın eserlerinin yaşadığı döneme ait bilgi veren önemli belgeler olduğu düşünülür. Portreleriyle de ün kazanmış olan ressam, sanatındaki yaratıcı ve yıkıcı öğeler ve cesur resimleriyle kendisinden sonra gelen Manet, Picasso ve Francis Bacon gibi isimleri etkilediği düşünülür. Modern sanatın öncülerinden biri olarak kabul edilen ressamın eserlerinin büyük bir bölümü Madrid'de Museo del Prado'da (Prado Müzesi) sergilenmektedir.
Goya’nın 1814 yılında tamamladığı ve halen Madrid'deki Prado Müzesi'nde sergilenen iki ünlü tablosu var. Bunlardan birisi; ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosu, diğeri ise; “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” tablosu,
Tabloların da öyküsü de şöyle:
Napolyon, Fransa’ya cumhuriyeti getirme masalıyla başa geçtikten sonra çevresine baskı kurarak kendini imparator seçtirir. Kilisede kendisine taç giydirir. Ondan sonra da ilk iş olarak İspanya’ya saldırır. Goya işte bu tabloları Fransızların 1808'de Madrid'i işgali sırasında, Napolyon'un ordularına direnen İspanyolların anısına çizer. Bu direniş aynı zamanda Yarımada Savaşı'nın da tetikleyicisi olur.
Goya, Aragonca yazdığı bir mektupta bu tabloları yapma amacını şöyle açıklar: ‘’Avrupa'nın zorbalarına karşı giriştiğimiz şerefli ayaklanmanın en olağanüstü ve kahramanca hareketlerini fırça darbelerim ile ebedileştirmek.’’
Bu tabloların fotoğraflarını metnin altında verdim.
Bu tabloların konuları ise şu şekildedir:
Goya; ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosunda Fransız Ordusu saflarında işgal kuvveti olan Memlûklere saldıran İspanyol direnişçileri tasvir eder.
Goya; “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler’’ isimli tablosunda ise adı belirtilen tarihte Fransa güçlerinin işgal ettiği Madrid’de sivil halkı kurşuna dizmesini işliyor. Kurşuna dizilenler ise Goya'nın diğer tablosunda yer alan Memlûklere saldıran direnişçilerdir. Bu kurşuna dizme bir nevi Memlûklerin intikamının alınması gibidir.
Şimdi diyeceksiniz ki yazımın başlığı olan ‘’Gazze’de katliam (2)’’ ile bu tabloların ne ilgisi var?
Olmaz olur mu?
Hep söylerim ya ''sanat ve edebiyat hayatın aynasıdır'' diye, ''sanatçılar çağının tanığıdır'' diye…
Ama önce bu ilgiyi gösterebilmek için 16 Mayıs 2018 günkü ‘’Gazze’de katliam’’ konulu yazımın içinde geçen şu cümlleri tekrar okumamız lazım:
‘’Daha dün, evet dün İsrail’in baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçisi Saddam’lı Irak idi… Hatırlarsınız değil mi Körfez Savaşında Saddam Hüseyin’in İsral’e Scud füzeleri gönderdiğini… ABD Saddam’ı ve Irak’ı yok ederken yani ABD İsrail’in baş düşmanını ve dünyadaki Filistin’in en büyük destekçisini ortadan kaldırırken ABD’ye en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu..
Daha dün, evet dün İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu Kaddafi’li Libya idi… ABD tarafından Kaddafi’li Libya yani İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu ortadan kaldırılırken ABD’ye yine en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu…
Daha dün, evet dün İsrail’in yine en büyük üçüncü düşmanı Suriye idi. Suriye’ye karşı İsrail’in bile cesaret edemediği düşmanlığı yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler yapıyordu…
Kısaca 21’inci yüzyıldaki İslam dünyasına yapılan ABD öncülüğündeki modern Haçlı seferlerine en büyük desteği yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu... (‘Haçlı seferi’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, pardon Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemişti.)
Daha dün, evet dün ABD, tüm Ortadoğu’yu parçalayıp da sınırlarını değiştirirken, ABD tüm Ortadoğu’yu bir ateş topuna çevirirken ve İsrail’e bulunduğu bölgede dikensiz bir gül bahçesi sunulurken onun müttefiki ve eşbaşkanları Türkiye’den Suudilere Müslüman devletlerdi...’’
Şimdi tekrar İspanyol ressam Goya’nın tablolara dönelim…
Tabii ki bu tabloları anlatmaktan amacım ne Goya’yı tanıtmak ne de İspanyolların direnişini anımsatmak. Amacım bu tabloda var olan küçük bir ayrıntıyı göz önüne getirmek: O da tabloda yer alan Memlûklerin varlığı…
''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosunda yer alan Memlûkler zorla Mısır'dan getirilmiş değillerdi. Memlûklerin Fransa yanında yer alması o zamanki Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın tamamen güce olan sevgisinden, güçlünün yanında yer alma kaygısından, yağcılığından ve yardakçılığından kaynaklanmaktaydı. Fransa'nın İspanya'yı işgali sırasında Memlûkler resmen Fransa'nın tetikçisi olurlar.
(Zaten Memlûk sözcüğü de Arapça "me-le-ke" fiil kökünden türetilmiş, çoğulu "Memlûkun" veya "Memâlik" olup, "efendisinin buyruğu altındaki köle" anlamına gelmekteydi!)
Yani Batı'nın Müslüman kullanması yeni değildi. (Birinci Dünya Savaşında emperyalistlerle işbirliği yaparak Osmanlıyı arkasından hançerleyerek Kudüs'ün kaybına vesile olan Arapları anlatmıyorum daha!) Batı, Müslüman kullanmayı her zaman ve her devirde sevmiştir. Müslümanlar da her zaman ve her devirde güçlünün yanında yer almayı ve Batı tarafından kullanılmayı sevmişlerdir.
Bugün emperyalizmin jandarmalığından emperyalizmin taşeronluğuna terfi eden ve halen Ortadoğu'da Suriye'de, Irak'ta, Yemen'de, Afganistan’da, Afrika’da birbirini boğazlayan Müslümanlar bunu düşünmeli diye değerlendiriyorum. Tabii ki bir zerre tarih bilinci ve bir miktar akıl kırıntısı varsa...
Daha yeni Mayıs 2017’de ABD Başkanı Trump’ın yaptığı Riyad ziyaretinde, Suudi Arabistan ile 100 milyar dolarlık silah antlaşmasının imzalamıştı. Bu anlaşmaya göre Suudi Arabistan’a satılacak silah tutarı önümüzdeki 10 yılda 350 milyar dolara ulaşacaktı. Sahi siz bu silahların Filistin'i savunmak amacıyla İsrail'e karşı kullanılacağını mı düşünüyorsunuz!
Yukarıda da anlattığım gibi 2000’li yılların başı, özellikle Bush ve Obama dönemleri ABD’nin ılımlı İslam’la dansı ile geçti… Bu Türkiye’den Mısır’a, Tunus’tan İran’a kadar tüm bölgede kurum ve kuruluşlarla yaşandı… Bu çerçevede ülkemiz içinde de ABD'nin kucağına oturmuş sümüklü bir vaiz bozuntusunun çetesiyle içeride onun ne istediyse veren iktidardaki işbirlikçileri tarafından Cumhuriyetçi, laik, ulusal ve anti Amerikancı karakterde ne kadar kişi, kurum ve kuruluş varsa hepsi kumpaslarla tarumar edildi…
Daha dün ABD’nin; Irak’ı işgali, Libya’yı parçalaması ve Suriye’deki iç savaşı kışkırtması esnasında milyonlarca Müslüman öldürülürken ABD’nin eşbaşkanı olanlar, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdı diye, Gazze’de bu taşımayı protesto edenlere İsrail askerleri ateş ederek 52 Filistinli göstericiyi öldürdü diye bugün mitinglerde timsah gözyaşları döküyorlar...
Tarihe not düşmek için ikinci bir Francisco Goya bulunur elbet!
Osman AYDOĞAN
Aşağıdaki birinci resim: Goya'nın ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosudur. Memlûkler bu tabloda görülmektedir. İkinci resim ise Goya’nın “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” tablosudur. Bu tabloda ise Memlûklere saldıran direnişçilerin kurşuna dizilmesi tasvir edilir. Goya’nın özellikle “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” tablosu sanat tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Habib Baba
Erzurum ilinin Kasımpaşa Mahallesi’nde, Taş Mağazalar Caddesi'nin sonuna doğru, Gürcükapı'ya giderken yolun sağ tarafında yer alan gayet mütevazi bir türbe vardır... Erzurum'daki askerî komutanlardan Müşir Hacı Kâmil Paşa bu türbeyi 1844 yılında kim olduğu hakkında yeterli bilgi bulunmayan Timurtaş Baba adına yeniden yaptırır.
Hacı Kâmil Paşa, Timurtaş Baba Türbesi'ni yeniden yaptırırken, kitabelerini de yazdırır. Bunlardan bir tanesi de Yavuz Sultan Selim'e ait şu kitabedir:
‘’Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden ala imiş."
(Cihan padişahı olmak çabası bir boş kavga imiş. Hepsinden iyisi, bir Allah dostuna bağlanmak imiş.)
Önceleri Timurtaş Baba olarak isimlendirilen bu türbe,1847 yılında vefat eden Habib Baba'nın da türbeye defnedilmesiyle Habib Baba Türbesi adını alır. Türbenin ayak taşında ise Ankaralı Ali Namık Efendi tarafından Habib Baba için yazılmış bulunan: "Yediler eşkimle tahrir etti tarihin; Habib Baba yürüdü geçti zâr-i kulb-i lâhute" kitabesi bulunur.
Bu türbede bulunan kitabelerden bir diğeri de yine Habib Baba'nın özelliklerini anlatan 12 satır halinde yazılmış Farsça bir kitabedir. Abdulbaki Gölpınarlı'nın Osmanlıcadan tercüme ettiği kitabede şu ifadeler yer alır: "Marifet cihanı, tarikat piri, olgun mürşid, birlik sırrının da emini; Hazret-i Mevla'nın sırrını bilen; birlik ashabının başı, birlik ashabı halkasının başında oturan zat… Yaşadığı müddetçe bir geceyi bile, ona ibadetle meşgul olmadan geçirmedi. Bir adım attıysa, mutlaka ibadete attı, bir söz söylediyse mutlaka hakkı andı. Bu yokluk yurdundan usanıp da cennete yönelince Rıdvan'dan: ‘Merhaba, yücel’ diye bir ses geldi. Gayb âleminden biri geldi de tarihini okudu: Habib Baba tesbih ederek cennetler gül bahçesine geçip gitti.’’
Habib Baba 19. yüzyıl mutasavvıflarındandır. Kadiri şeyhlerinden olan Habib Baba Buhara Müftüsünün oğludur. Prof. Dr. İbrahim Hakkı Konyalı Habib Baba'nın pederi ile birlikte Hindistan'dan Bitlis'e geldiğini ve daha sonra Erzurum’a geçtiğini anlatır.
Habip Baba hakkında Erzurum ile ilgili şu hikâye anlatılır.
Habib Baba zamanında Erzurum da vazife yapan Devleti Aliye’nin memurları vazife yapmaya geldiklerinde kaldıkları süre içinde halktan gerekli hürmet ve ikramı gördükleri halde daha sonraları vazifeleri bitip gittiklerinde gittikleri yerde Erzurum'u kötülerlermiş. Bu hadise Habib Baba’ya anlatılır ve nedeni sorulur.
Habip Baba müridini çağırır ve derki: “Evladım yarın gün doğmadan İstanbul kapıya git bekle içeri ilk giren kim olursa olsun al getir.” Mürit aynen Hocasının dediğini yapar ve gidip İstanbul kapıda beklemeye başlar. (O zamanlar şehirlere kapılardan girilirmiş) İlk giren tüyleri dökülmüş affedersiniz uyuz bir köpektir. Yapacak bir şey yoktur emri öyle almıştır alır ve götürür.
Hocasına sıkıla sıkıla durumu anlatır. Hocası gayet sakin şekilde “evladım bu hayvanı 40 gün mükemmel şekilde besle ve 41. günü aldığın yere ve sal gitsin ve olup biteni gel bana anlat” diye tembih eder.
Mürid aynen Hocasının dediği gibi yapar köpeği besler köpek tanınmaz haldedir besili olmuştur. 41. gün İstanbul kapıdan sabah erkenden salınır köpek. O uyuz hayvan küheylan gibi olmuştur elli metre gider ve döner geri gelir üç beş kere havlar tekrar aynı şeyi yapar ve arkasına bakmadan çeker gider.
Durum Habib Baba’ya aynen anlatılır. Habib Baba aynen söyle der: “Ah... Evladım ah bu şehir hoş bir şehirdir ama ekmeğinin tuzu yoktur.”
Memleketim Kayseri Yeşilhisar. Orada şöyle bir deyim vardır: ‘’Elimin tuzu yoktur.’’ Rahmetli anacığım çok söylerdi; ‘’evladım, benim elimin tuzu yoktur’’ diye… Ben o zamanlar çocuktum, anlamazdın ne demek istediğini anacığımın... Zaman geçti, yaşadım, gün gördüm, sonunda anladım anacığımın ne demek istediğini... Deyim nereden geliyor, anlamı ne, anlıyorsunuz değil mi?
Bir de zamanları uymasa da 4. Murat ile olduğu rivayet edilen bir hikâyesi vardır Habib Baba’nın… Muhtemeldir ki 4. Murat yakıştırmadır. 4. Murat yerine Sultan II. Mahmut veya Sultan Abdülmecit olsa gerek! Veya tamamıyla halkın yakıştırdığı bir söylentidir... Veya bu Habib Baba başka bir Habib Babadır..
Habib Baba 4. Murad devrinde, gemiyle Hacca gitmek için Erzurum’dan İstanbul’a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiş. Bunda da vardır bir hayır demiş içinden. Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış. Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gitmiş.
Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş. Büyük Sultan Murad Han’ın vezirleri vardır hamamda. Kimseyi almamam için emir verdiler der. Yıkanmadan ibadet edemeyeceğini bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya. ‘’Ne olursun’’ der, ‘’kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım. Bu tozlu bedenle Rabbime ibadet ederken utanıyorum.’’ Binbir dil döker.
Hamamcı ehl-i insaftır… Dayanamaz… Kabul eder… Hamamın en sonundaki odayı göstererek ‘‘Baba şu odada hızla yıkanıp çık, para da istemem. Yeter ki vezirler, senin farkına varmasınlar.’’ Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer. Yıkanmaya başlar…
Ve bu arada hamamcının karşısında yeni bir müşteri belirir. Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir bu gelen. Onun da görünümü fakirdir… Ama sadece görünümü… İkinci müşteri kılık değiştirmiş 4. Murad’dır. O gün vezirlerinin topluca hamam âlemi yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir. ‘‘Hele bir bakalım’’ demiştir, ‘’bizim vezirler, hamamda benden uzakta kendi başlarına ne yaparlar, nasıl eğlenirler?’’ Ve bu merak Padişahı, tebdil-i kıyafet ettirerek, hamama getirmiştir. Az önce yaşananlar bir kez daha tekrarlanır…
Hamamcı ‘’vezirler’’ der almak istemez… Padişah ise, ne olursun der, bastırır ve padişah galip gelir… Habib Baba’nın yıkanmakta olduğu odayı göstererek, genç padişahın kulağına fısıldar: ‘‘Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sen de sar peştamalı beline gir yanına… Beraber sessizce yıkanın, bir an evvel çıkın…’’ Ve ekler: ‘‘Aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler.’’
Sonra 4. Murad da Habib Baba’nın yanına süzülür. Beraber sessizce yıkanmaya başlarlar. Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı çınlatmaktadır…
Habib Baba’nın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılır. Biraz kirlenmiş gibi gelir ona… Allah hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin tedbil-i kıyafet etmiş padişah olduğunu ilham etmemiştir…
Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi fakir bir delikanlı zanneden Habib Baba yumuşak bir sesle konuşur: ‘‘Evladım’’ der, ‘‘Sırtın fazlaca kirlenmiş, müsaade edersen bir keseleyivereyim.’’
Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve büyük bir haz duyar… Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmektedir. Memnuniyetle Habib Baba’nın önünde diz çökerken: ‘‘Buyur baba’’ der, ‘’ellerin dert görmesin.’’
Bu arada içerideki âlemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmektedir. Habib baba, 4. Murad’ın sırtını bir güzel keseler… Fakat padişah kuru bir teşekkürle yetinmek istemez... Ne de olsa insandır ve o da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir. ‘’‘Baba’’ der, ‘’gel ben de senin sırtını keseliyeyim de ödeşmiş olalım.’’
Habib Baba, teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle; ‘’Olur evlad’’ deyip, Sultanın önünde diz çöker.
Bu arada, Sultan Murad kese yaparken bir yandan da Habib Baba’yı yoklar, ağzını arar… ‘‘Baba’’ der, ‘’görüyor musun şu dünyayı… Sultan Murad’a vezir olmak varmış… Bak adamlar içerde tef, dümbelek hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız gibi…’’
Habib Baba Sultan Murad’ın cümlesini tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü söyler… Sultan Murad’ın Habib Baba’dan duydukları, ağzı açık bırakıp, keseyi elden düşürten cinstendir:
‘’Ah be evladım’’ der, Habib Baba, ‘‘Sultan Murad dediğin kimdir? Sen asıl âlemlerin Sultanına kendini sevdirmeye bak ki, O seni sevince sırtını bile Sultan Murad’a keselettirir…’’
Allahü tealanın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed’e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar müminlere. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar.
Yazımın girişinde Habib Baba'nın türbesindeki Yavuz Sultan Selim'e ait şu kitabeyi vermiştim ya:
‘’Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden ala imiş."
(Cihan padişahı olmak çabası bir boş kavga imiş. Hepsinden iyisi, bir Allah dostuna bağlanmak imiş.)
İşte Habib Baba o adsız şansız Allah dostlarından biridir.
Allah rahmet eylesin, ruhu şâd olsun...
Osman AYDOĞAN
İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım
İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüzde dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da
Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da
Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin diline (gurbet eline)
Güldün Mahzuni'nin garip haline
Mervan'ın elinden parelense de
İşte türküsünü severek dinlediğimiz bu dizler bildiğimiz gibi Âşık Mahzuni Şerif’e ait… Ancak bizim bildiğimiz Âşık Mahzuni Şerif’ ismi mahlasıdır ozanın... Asıl adı Şerif Cırık’tır. Şerif Cırık 17 Kasım 1940 tarihinde Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinin Berçenek Köyü'nde dünyaya gelir ..
Şerif Cırık 1955 yılında, sonradan Ankara'ya nakledilen Mersin Astsubay Okulu'na kaydolur. Öğrenci iken eşi Suna'yı kaçırır ve altı ay köyünde kalır. Bu sırada okulu Balıkesir'e nakledilir. Okul komutanının çabası ile yeniden okula döner ancak altı ay devamsızlık yaptığına ilişkin bir ihbar üzerine okuldan ilişiği kesilince yeniden köyüne dönmek zorunda kalır.
Müzik dünyasına Âşık Mahzuni Şerif mahlasıyla atılır... 1964 yılında ilk plağı çıkar. 1989-1991 yılları arasında Halk Ozanları Federasyonu tarafından Dünya'nın en büyük üç ozanı arasında gösterilir… Çağımızın Pir Sulta Abdal’ı diye anılır. Son halk şairidir...
Kendi deyimiyle ömrünün ilk yarısı hapishanelerde, ikinci yarısı ise hastanelerde geçİrir. Hapiste olduğu dönem türkülerinden uzak kalır… Bu uzaklığı da şöyle anlatır: "Bir balığı denizden çıkartın, kuma atın. O balık o denize nasıl baktıysa ben de türkülerime uzaktan öyle baktım." Başka nasıl izah edilirdi, başka anlatılırdı ki bu özlem!...
Mahzuni Şerif 17 Mayıs 2002 tarihinde Almanya’nın Köln şehrinde "ağaç olacağım, toprak olacağım, su olacağım, geleceğim yine geleceğim" diyerek vefat eder. Vasiyeti üzerine naaşı Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin yakınındaki Çilehane adı verilen bölgeye defnedilir.
Mahzuni Şerif’in mezar taşında kendisinin bu yalan dünyaya tamah etmediğini gösteren şu dizeleri yazılıdır:
‘’Eğer bana gel gel olsa yüceden,
çırpar kanadımı uçar giderim,
isteğim yok gündüz ile geceden,
ben bir Mahzuni' yim naçar giderim.’’
Mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın.
62 yıllık yaşamı boyunca 453 plak, 58 kaset ve 8 kitap yayımlar. Hakkında belgeseller yapılır, kitaplar yazılır. Toplumcu, özgürlükçü bir şairdir. Bu görüşleri savunduğu, türkülerine konu edindiği için her zaman başı derde girer. Defalarca saldırıya uğrar, evi yakılır, hakkında davalar açılır, mahpuslarda yatar. 2001 yılının sonunda, ölümünden birkaç ay önce “Elhamdülüllah Kızılbaşım ve Laikim. Ben değil yedi sülalem Kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir!” dediği için Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ağır ceza talebiyle dava edilir. Ölmeseydi belki ceza yiyip hapis edilecektir.
Hakkında çok kitap yazılmıştır. En son Ali Öztunç’un ''Devr-i Mahzuni’'' (Doğan Kitap, 2017) isimli kitabı içlerinde en güzel olanıdır. Ayrıca Âşık Mahzuni’nin 30 eserinin 32 sanatçı tarafından yeni yorumlarla seslendirildiği, “Mahzuni’ye Saygı” (Arda Müzik) albümü de yayımlanmıştır.
Aslında benim amacım Mahzuni Şerif’ı tanıtmak değildi ki!. Girişte verdiğim Mahzuni Şerif’in dizelerini, ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü anlatmaktı!
Mahzuni Şerif'in insana hüzün şırınga eden ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü Edip Akbayram’dan Sabahat Akkiraz’a, Kardeş Türküler’den İlkay Akkaya’ya, Feryal Öney’e pek çok sanatçı seslendirmiştir... Ama hiç bir sanatçı Mahzuni Şerif gibi içten, dolu dolu, kalbe işleyen bicimde söyleyememiştir bu türküyü… Dinlerken insanın düğüm düğüm boğazı düğümleniyor, yağmur yağmış, güneş vurmuş kar gibi erim erim eriyor yüreği...
''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsü; bu toprakların en güzel eserlerinden, en güzel seslerinden birisidir, bir şaheseridir. Bu garip, bu sahipsiz, bu yalnız, bu güzel, bu mahzun toprakların türküsüdür. Geçenlerde yine bu sayfalarda yazdığım ‘’Tutunamayanlar’’ın, barınamayanların, gitmek zorunda olanların türküsüdür… Ötekileştirilenlerin, dışlanılanların isyan içermeyen kabullenişinin türküsüdür. ‘’Güzel ve yalnız ülkemin’’ türküsüdür. Gidenlerin, terk edenlerin, terkedilenlerin türküsüdür… Vizontele filmindeki Deli Emin’in mezardaki annesine radyodan dinlettiği türküsüdür.... ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsü; bir mekândan, bir diyardan, bir yurttan gidenlerin değil; bir gönülden, bir yürekten, bir kalpten gidenlerin, gitmek zorunda olanların, zamanı gelip de gitmesi gerekenlerin türküsüdür. Zaten türküdeki bu terkedilmişlik duygusu insanın yüreğinde kafesteki yabani bir kuş gibi çırpın çırpın çırpınır…
‘’Çeşm’’ Farsçada ‘’göz’’ demektir. ‘’Çeşm-i siyahım’’ ise ‘’siyah gözlüm’’ demektir, ‘’kara gözlüm’’ demek değildir… ‘’Kara’’ sözcüğü siyahı değil; büyüklüğü, iriliği, gücü, zorluğu ifade eder. Kara gözlüm; iri, büyük gözlüm demektir.
"Sermayem derdimdir, servetim ahım" derken sanki Anadolu’nun bin yıllık tarihini, geçmişini gözlerinizin önüne serer… Bu dizeler ömrünüzden seneler eskitir…
"Ötmek istiyorum viran bağlarda / ayağıma cennet kiralansa da" dizeleri cenneti bile her şeyi bırakıp gitme isteğini kararlı, sessiz ve derinden anlatır. İnsanın cenneti bırakıp da gidecek ne gibi bir gerekçesi olabilir ki? Viran bağlarda baykuşlar öter. Hem de cenneti bırakarak duyulma imkânının olmadığı viran bağlar da bir baykuş gibi ötmek bir nasıl duygudur ki? Böylesine, bir nasıl mecburiyettir ki gitmek?
‘’Bağladım canımı zülfün teline’’ derken ozan gerçek bir sevdayı, aşkı anlatır. Zülüf; şakaklardan sarkan saç lülesidir. Zülfüyâr; sevgilinin şakak saçıdır. Bu nasıl bir sevdadır, bu nasıl bir sevgidir ki sevilenin zülfünün bir teline can bağlanır? Bu nasıl sevdadır, bu nasıl bir sevgidir ki bir ömür, bir hayat, bir yaşam, bir benlik sevdiğin kişinin zülfünün tek teline bağlanır? Ve böylesine bir bağ ve böylesine bir sevgili bırakılıp da bir nasıl gidilir ki?
‘’Güldün Mahzuni'nin garip haline / Mervan'ın elinden parelense de’’ dizelerinde bahsedilen ‘’Mervan’’, Hz. Ali’ye düşmanlığı ve zalimliği ile bilinen Emevi Halifesi Mervan’dır…Sevgilinin Mahzuni'ye yaptığı Mervan'ın Hz. Ali'ye yaptığı gibidir...
İşte bir gönülden, bir yürekten, bir kalpten gitmek zorunda kalanların, aslında gitmemek için çırpın çırpın çırpınıp da gitmek zorunda kalanların, giderken bile ayakları geri geri gidenlerin, gayri her ne olursa olsun gidenlerin türküsüdür; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım.’’
Bu kadar sevgiye, bu kadar bir bağlanmaya rağmen insan sevdiğinden neden ayrılmak ister, neden ayrılır? Cenneti terk ederek viran bağlarda insan baykuş gibi neden ötmek ister? Sanırım bunun da cevabı yakınlarda yine bu sayfada yazdığım Oğuz Atay'ın ''Tutunamayanlar'' isimli kitabında gizli. ''Tutunamayanlar''da kitabın bir yerinde şöyle bir cümle geçerdi: "İnsani kalbinden tutamadınız mı, görün, nasıl kaybolup gidecek elinizden." Ey sevilenler! Ey sevenler! Anlıyor musunuz?
Sanırım bu soruya bir başka cevap da erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında gizli. Anais Nin bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu topraklarda, bu kültürde bir türlü aşkın beslenmesinin bilinmeyişinden miydi insanlarımızın cenneti terk ederek viran bağlarda baykuş gibi ötmek isteyişi? Ey sevenler, sevilenler! Anlıyor musunuz?
Bu türkü sebepsiz yere aklınıza gelir ve her bir dizesi beyninizde takılmış bir plak gibi döneeeer durur saatlerce, günlerce, gecelerce, haftalarca, hatta aylarca: ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım''
İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüzde dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da
Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da
Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin diline (gurbet eline)
Güldün Mahzuni'nin garip haline
Mervan'ın elinden parelense de
Kendi sesiyle Âşık Mahsuni Şerif: ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım.’’
(iyi bir ses kaydı olmamasına rağmen)
https://www.youtube.com/watch?v=ipCzKtmO7KM
Kardeş Türküler’in yorumuyla Çeşmi Siyahım:
https://www.youtube.com/watch?v=TlVznm08BLg
Güler Duman’ın yorumuyla Çeşmi Siyahım:
https://www.youtube.com/watch?v=fyG-Xn9tTRg
Osman AYDOĞAN
Oruç tutmak!
Oruç ibadetler arasında yerine getirilmesi en zor olanlardan biridir. Zira oruç, nefsin en temel ihtiyacı olan yeme içme arzusuna set vurmaktadır…
"Fıkıh", temel kaynakları Kur’an ve sünnet olan İslam hukukuna verilen addır. Fıkıhta oruç; en basit anlamıyla Allah rızası için yemeden, içmeden ve ailevi ilişkiden oruç niyeti ile kesilmektir (kısaca buna ‘’imsak’’ denir. İmsak vaktinden de kasıt bu yasakların başladığı vakittir). Oruç tutmanın şartları ise; Müslüman olmak, akıl baliğ olmak ve şuurlu olmaktır.
‘’Sufi’’; gönlü saf kişi, eren, ermiş, nefsinden fani, hak ile baki; zahirde (görünen, görünürdeki) halk ile batında (içsel, gizli anlam) Hak ile olan; nefsinde ölen Hak ile diri kalan demektir. Sufiler bütün bu fıkhi şartların tümünü kabul ederler. Ne var ki hakkıyla oruç tutmak için bu zahiri ahkâm (ahkâm; hüküm kelimesinin çoğulu olup "hükümler" demektir) yanında batini ahkâma da uymak gerektiğine ifade ederler.
Batini ahkâma uymak açısından oruç tutanlar üç kısma ayrılır:
Birincisi avamın orucudur ki böyle bir oruç yemekten, içmekten ve ailevi ilişkiden kesilmektir. İnsanların birçoğunun orucu bu sınıfa girer. Ahkâmına riayet etmeden diğer azaları günahlardan korumadan tutulan oruç sadece mideye takılı kalmış bir oruçtur…
İkinci çeşit oruç havâssın orucudur. Sadece yememek ve içmemek gibi maddi şartlara uymanın ötesinde gıybet etmek, kem (kötü) söz söylemek, harama bakmak gibi günahlardan da kaçınmayı gerektirir. Buna göre yeme ve içme fiili orucu bozduğu gibi işlenilen günahlar da bozar. Peygamber efendimiz bir hadisinde şöyle buyurur: “Kim yalan söze ve kötü amele son vermezse Allah’ın onun aç ve susuz kalmasına ihtiyacı yoktur.” (Buhari, Kitab al-savm)
Üçüncü grubun orucu ise havâssü’l-havâssın orucu olup oruçların en zorudur. Burada sadece mide değil insanın kalbi ve sırrı da oruca katılır. Bu sınıfın orucu masivadan, yani “Allah’tan gayri her şey”den yüz çevirmektir. İnsanın Rabb’inden başka her şeyden kalben yüz çevirmesi gerçekten de oruçların en zor olanıdır. Kuşeyri bu grubun orucunu “ariflerin orucu” olarak isimlendirir. Böyle bir orucun mükafatı ru’yetullah (Allah'ın âhirette gözlerle görülmesini tanımlar) ve cemalullah (Allah'ın cemali) dır.
Ramazan ayı ile alakalı olarak en güzel yorumlardan birini de Kâşâni getirmektedir: “Ramazan” kelimesi “ramada” fiilinden gelip “‘yakmak, aşırı sıcak olmak” manasına gelir. O halde Ramazan ayı insanın nefsini yakma, onu fani kılma ayıdır. Nefsinden ve egosunun hevasından (kişinin nefsi, arzusu, isteğinden) kurtulamayan bir insan hakikatte oruç tutmuş değildir.
İbni Arabî orucun “tahakkuk” yani insanı ilahi hakikate eriştirme boyutu üzerinde durmuştur. Ona göre oruç hiçbir ibadete benzemez. Oruç ibadeti ile Allah Teâlâ kendisinin sıfatlarından bir sıfat olan samediyyet (O yok olmayan bakîdir, herşeyin O'na ihtiyacı vardır, O'nun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur) sıfatı ile kulunu bir nebze de olsa sıfatlandırmak istemiştir. Bu sebeple Allah Teâlâ kudsî bir hadiste (Bazan ''hadisi kudsi'' de denir, mânâsı; Allahü teâlâ tarafından bildirilip de, Peygamber efendimizin kendi kelimeleriyle bildirdiği sözlere ise hadis-i kudsî denir.) şöyle buyurur: ‘’Adem oğlunun yaptığı bütün ibadetler kendisi içindir. Ancak oruç müstesna. Oruç Benim içindir ve onun mükâfatını ben veririm.” Allah Teâlâ diğer hiçbir ibadette olmayan bir şekilde orucu sahiplenmiştir. Bu sebeple kul oruç tutarken bunu farkında olmalı ve bütün dikkatini Cenabı Hakk’a vermelidir.
Ramazan ayı ibadetinin ilk özelliği açlıktır yani oruç… Ramazan orucunu emreden âyetin sonunda, bunun gayesinin mânevî, rûhî ve ahlâkî olduğuna işaretle, “Ta ki ittika edesiniz'' yani takva sahibi olasınız buyurulmaktadır. Demek ki oruçtan hedef takvadır. (Takva; kalbi Allâh’tan uzaklaştıran her şeyden korumak.)
Son olarak oruç ancak infak (nafaka verip geçindirme, besleme, Allah yolunda harcama) ile tamama erer. Her zaman cömertlerin en cömerdi olan Hz. Peygamberimiz (s.a) Ramazan ayında daha bir cömert olup hiç bitmesinden korkmadan elindekilerini ihtiyaç sahiplerine verirdi. Oruç ve infak birbirini tamamlarlar.
Kısaca oruç, sadece yemeden içmeden kesilme değildir. Oruç; nefsin terbiyesi, takvaya ulaşılması ve bunun kalıcı hale getirilmesidir. Oruçtan amaç, nefsin insandaki kibrini kırmak, nefsi alt etmek, böylece ruhu sevindirmektir. Nefsi alt etmek ise; kötülüğü yenmek, ruhu sevindirmek ve iyiliğin önünü açmak anlamına gelir. Oruç; doğru olmaktır, dürüst olmaktır, Hakk’a, hukuka riayet etmektir, gıybetten, kem sözden kaçınmaktır, masivadan, yani “Allah’tan gayri her şey”den yüz çevirmektir. Oruç; cömert olmak, çevremizde ihtiyacı olanların ihtiyacını karşılamak demektir. Kısaca oruç, sadece yemeden, içmeden kesilme değildir. Aksi takdirde doksan dokuz bin âlemin Rabbi Allah’ın sizin aç ve susuz kalmanıza ihtiyacı yoktur.
Yüce Rabbimizden, bizlere ariflerin orucunu tutmamızı nasip ederek, bu yolla nefsimizi terbiye etmesini, takvaya ulaştırmasını ve bu vesile ile bizleri arif, doğru ve dürüst insan olma şerefine ulaştırarark yeryüzünde iyiliğin önünü açmasını niyaz ederim!.
Osman AYDOĞAN
Gazze'de katliam...
16 Mayıs 2018
Çoğumuzun anımsamadığı '‘garip’' akımında yer alan ve gerçekten de garip kalan ve nev'i şahsına münhasır, unutulan çok önemli bir şairimiz var; Asaf Hâled Çelebi…
Şiirlerinden birisinin adı da; İbrâhîm
ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim
Eserleriyle geçmiş ve gelecekle, hikâyeler, efsaneler ve masal âlemi arasında bağ kuran Asaf Hâled Çelebi’nin "İbrahim" şiirinde putları kıran Hz. İbrahim aracılığı ile Divan Edebiyatındaki sevgiliye, kadir kıymet bilmeyene, anlamayana, unutana, düşünmeyene, vefasıza, hayırsıza, namerde, muhannete ve haksızlık edene ve zalime gönderme yapılarak "gönlü put sanıp da kırandan" şikâyet edilir;
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
İbrahim
gönlümü put sanıp da kıran kim
Söz konusu şiirde söz edilen Hz. İbrahim, Bâbil'de puthaneye giderek en büyüğü dışındaki bütün putları kırar. Putları kırdığı baltayı da büyük putun bileğine asar. Bu Bâbil’in en büyük tanrısı Marduk, yani Güneş Tanrısıdır. Kavmi döndüğünde durumu görünce onu sorgular. İbrahim, büyük putun diğerlerini kırdığını, bunu ona sormaları gerektiğini söyler. Kavmin ileri gelenleri, putların konuşamayacağını belirtmesi üzerine onlara, konuşamayan o nesnelere niye taptıklarını sorar. Cezalandırılmak için ateşe atılan İbrahim, ateşte yanmaz, ateş gül bahçesine döner.
Bu olay Kutsal Kitap Kuran’da Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol." (Enbiya Suresi, 69-71)
Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Bâbil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. Birinci Nemrut, Hz. Nûh’un oğlu Hâm’ın soyundandır. Babil şehrini kurdu. Bilinen bir diğer Babil kralı Nemrut Hammurabi’dir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçelerle tanınan Bâbil hükümdarı Nemrut Buhtunnasır’ın diğer adı Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur. (M.Ö. 605-562).
Şiirde bahsi geçen ve Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Bâbil'in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir.
Söylentiye göre Nebukadnezar, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Söylentiye göre Mezopotamya’nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis'in asma bahçeleri olarak da anılır. Bâbil'in asma bahçelerinin günümüze gelen kesin izleri yoktur. Fakat bölgede araştırma yapan arkeologlar, Bâbil'deki sarayın kuzeydoğusunda görünüşü garip olan temel ve tonozlar buldular. Bunların Bâbil'in asma bahçelerine ait olduğu düşünülmektedir. Irak işgalinde bu asma bahçelerden kalan son kalıntılar da Amerikan tanklarının paletleri altında yok edilmiştir…
Asaf Hâled Çelebi’nin "İbrahim" şiirinde mitolojiden faydalanılarak "zamansız bahçeleri kucaklamak" ifadesiyle Hz. İbrahim'in cezalandırılmak için atıldığı ateşin dönüştüğü gül ve Buhtunnasır'ın yaptırdığı asma bahçelere gönderme yapılır. Söz konusu yerler maddîdir ve yok olmuştur. Burada şairin öteki âlemde mevcut sonsuz ve sınırsız bahçelerde yaşama arzusu dile getirilir.
Şiirde ismi geçen Bâbil hükümdarı Buhtunnasır (Nebukadnezar - Nabucco) karısının hatırına Bâbil'in asma bahçelerini inşa ettirmesinin yanı sıra özellikle tapınaklar, yollar, sulama kanalları yaptırmıştır.
Rivayete göre Nebukadnezar, bir rüya görür ve kâhinlerini çağırıp rüyasını tabir ettirmek ister ancak rüyasını hatırlamamaktadır. Kâhinler hem Nebukadnezar’in ne rüya gördüğünü bilip hem de tabir edecekler veya öleceklerdir. Semâvî dinlerin tümünde peygamber olarak kabul gören, İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerden olan Hz. Danyâl (Batı kaynaklarda adı "Daniel" olarak geçer, mezarı Kerkük'te Cami avlusundadır), bu imkânsız görünen işi yapar ve kâhinleri kurtarır.
Hz. Danyâl Buhtunnasır’a der ki; ‘’Yerde ve gökte olan herşeyi bilen bir Allah var. O bana rüyanızı söyledi.’’ Buhtunnasır rüyasında beş katlı bir heykel görmüştür. Sonra heykel yuvarlanarak yıkılmış ve parçalanmıştır. Hz. Danyal bu rüyayı şöyle yorumlar: ‘’Bütün bölgeyi -Orta Doğu- egemenliğiniz altına alacak ve tek bir devlet oluşturacaksınız. Ancak sizden sonra gelenler bu ülkeyi bir arada tutamayacaklar ve ülkeniz parçalanacak ve halkınız ıstırap çekecek, kan ve gözyaşı dökecek, sürekli birbiriyle savaşacak ancak ülken bir daha asla bir araya gelemeyecek ve senin ve halkının tanrılık (büyüklük) iddiasındaki liderlerinin akıbeti de hiç de iyi bir sonla bitmeyecek.’’
Ki daha sonra Buhtunnasır Kudüs’ü ele geçirerek -MÖ 587- halkın devlet adamı, yazar ve sanatçı gibi ileri gelenlerini tutsak edip Babil’e götürmüş, Yahudi devletini ortadan kaldırıp Kudüs´teki Hazreti Süleyman Mabedi’ni yıkarak Babil Devleti’ni Suriye’den Mısır’a kadar genişletmiştir. Böylece Buhtunnasır, tüm Orta Doğu’yu -ilk, tek ve son olarak- birleştirmiştir. O zamanki Kudüs’ten Bâbil’e yapılan bu sürgünden dolayı bugün hala Irak’ta Yahudi asıllı Arap ve Kürtler vardır. Günümüzde de İsrail bu Yahudilerden kalanları aramaktadır.
Bizler genellikle pek dikkat etmeyiz ama çağımız semboller çağıdır; başlı başına Yahudiliği anlatan meşhur Hollywood filmi Matrix Reloaded, tıpkı birinci Matrix filmi gibi baştan sona kadar sembollerle donatılmış bir filmdir. İçinde saklanmış semboller, fark edilmeden ve bunların tekabül ettiği şeyler düşünülmeden seyredilirse, ancak bir sürü saçmalıkla doldurulmuş Hong Kong malı kung-fu filmlerinden bir tanesi daha seyredilmiş gibi olur. Öte yandan semboller tespit edilip, üzerlerinde kafa yorulmaya başlanırsa, filmin aslında anlatmaya çalıştığı pek çok şey olduğu fark edilecektir.
Matrix, işte Nebukadnezar'ın bu rüyası üzerine kurgulanmıştır. Filmin kadın oyuncusu Trinity vurulunca dehşetle uyanan Neo, bunun bir rüya olduğunu anlar. Uykudan uyanan Neo’nun filmde bindiği geminin adı da Nebukadnezar'dır. Seçilmiş kişi (the one) aslında rüyasında gelecekte olacakları görüyor. Filmin sonunda gemi (ismi Nebukadnazer'di) patlatılarak batırılır. Bu bir bakıma Yahudilerin Bâbil'den ve Nebukadnazer'den aldıkları sanal bir intikamıdır.
Tevrat’da 97 kez Nabukadnezar’ın ismi geçer. Yahudiler Nebukadnezar'ı asla unutmadıkları gibi, Bâbil'den intikam almaktan da asla vazgeçmediler. Bu umutlarını şiir ve edebiyatlarına da yansıttılar. İşte bunlardan biri;
‘’Bâbil'in nehirlerinin kenarında oturduk ve Sion'u andıkça ağladık.
Oradaki söğütlerin dallarına çalgımızı astık.
Çünkü orada bizi sürgün edenler bizden şarkılar istemişti.
Ve bize acı verenler, azap edenler bizden eğlence istemişti.
Sion şarkılarından birini okuyun bize demişlerdi.
Bâbil topraklarında Tanrı'nın şarkıları nasıl okunur ki?
Eğer unutursam seni ey Yeruşalim sağ elim çalmayı unutsun.
Eğer seni anmazsam,
Eğer Yeruşalim'i en büyük sevincimden üstün tutmazsam.
Dilim kurusun, damağıma yapışsın.
Onu temeline kadar yıkın, yıkın diyen Edomoğullarına karşı,
Hatırla Yeruşalim gününü Ey Tanrım.
Ey sen harap olası Bâbil kızı, bize karşı yaptığın,
Karşılığını sana verecek olana ne mutlu,
Senin yavrularını tutup da, kayaya çarpacak olana ne mutlu.’’
Bu şiirde bahsi geçen Sion, Kudüs'ün eski adıdır, Siyonizm de bu kelimeden gelir. Aynı zamanda Kudüs’te Yahudilerin kurduğu ilk kaledir. Tevrat’ta ise Kudüs’ün doğu tepesine verilen addır. Matrix filminde de insanlığın son kalesinin ismi olması da tesadüf değildir.
Bu şiirde bahsi geçen Yeruşalim; Batı’daki ismiyle Jarusalem, Doğu’daki ismiyle Kudüs’tür, Kudüs'ün İbranice'deki karşılığıdır, dindar Yahudiler, Kudüs’ten bu şekilde bahsederler. Yine şiirde bahsi geçen Edomoğulları ile ilk Hıristiyanlar kastedilmektedir.
Bizlere Irak savaşından da tanıdık gelecektir bu Nabukadnezar ismi. Saddam'ın tugaylarından birinin adı da Nebukadnezar'dı. Diğer bir tümenin adı da Hammurabi tümenidir. Saddam'sa kendini Bâbil ve Nabukadnezar ile bağdaştırıyordu. Tüm Ortadoğu'da tek devlet düşüncesindeydi. Sonunda Saddam Hüseyin iktidara geldiğinde, 2590 yıl sonra, ne tesadüf; Abraham tankları, Nebukadnezar ve Hammurabi tümenlerini savaşmadan bozguna uğratır. Eski Bâbil toprakları işgal edilir. İlk, Bâbil Kızları dedikleri Müslüman kadınlar öldürülür, evleri bombalanır, onlara tecavüz edilir, katliamlar yapılır. ‘‘Öldürme’’ diyen on emirden biri olan emir Yahudilerin kendi aralarındaki bir düzenlemedir. Yoksa Tevrat’da kendilerinden olmayan kadın, çocuk demeden çok sayıda gerektiğinde öldürme, katliam yapma emirleri vardır.
19. yüzyıl İtalyan operası ekolünden gelen en ünlü İtalyan besteci Giusepper Verdi (1813-1931) ilk büyük başarısını elde ettiği bestesi Nabucco adlı eserinde Yahudiler’in Bâbil’e sürgün edilmelerini konu alır.
Biz de Orta Asya’dan gelip ülkemizden geçerek Avrupa’ya gidecek doğal gaz boru hattına hiç de Orta Doğu’dan geçmemesine rağmen bu isme balıklama atlayarak Nabucco ismini veririz; anlaşmanın yapıldığı günün akşamı ilgili ülkelerin enerji bakanları Verdi’nin Nabucco Operasını dinledikleri içinmiş!!!
Yoksa Nabucco Doğalgaz Boru Hattı Projesi Nabocco’nun ülkesinin doğalgazını Batı’ya ulaştıracaktı da bunun için mi bu ad verildi? Öyle ya, Nabucco’nun ülkesinin milyonlarca metreküp tutan doğal gazı Batı’ya nasıl taşınacaktı ki??? Orta Asya gazının Nabucco ile ne ilgisi vardı ki???
Neyse… Gelelim Buhtunnasır’ın akıbetine:
Bir rivayete göre tanrılık iddiasındaki Buhtunnasır’ın burnuna bir sinek kaçar ve beynine kadar ilerler ve sinek orada dönmeye başlar. O andan itibaren Buhtunnasır’da müthiş bir başağrısı başlar. Buhtunnasır başağrısına çare olarak başını tokmaklattırmakta bulur. Her tokmakta sinek hareketini keser, böylece başağrısı durur. Buhtunnasır başına tokmağın her inişinde daha hızlı vurun diye talimat verir. Böylece tanrılık (büyüklük) iddiasındaki Buhtunnasır başına inen tokmaklarla çırpına çırpına can verir.
Buhtunnasır’ın rüyasını Hz. Danyâl Peygamberin tabirinde olduğu gibi; işte o günden bugüne Orta Doğu'nun halkı bir daha bir araya gelememişlerdir. İşte o günden bu güne Orta Doğu'nun halkı etnik, dini, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısı ile birbiriyle kavga etmişlerdir. Orta Doğu'nun halkı halen de birbirlerinin kuyusunu kazmakla ve birbirlerinin boğazını kesmekle meşguldürler.
İşte o günden bugüne Orta Doğu'nun tanrılık iddiasındaki liderlerinin akıbeti de Buhtunnasır'ın akıbetinden öteye geçememiştir. Günümüzde bile Saddam’ın, Kaddafi’nin, Nasır’ın, Mübarek’in akıbetleri Buhtunnasır’dan farklı olmamıştır.
Einstein; ‘'Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir'’ der…
Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ der. Görüldüğü gibi kimse üç bin yıl öncesini unutmuyor ama vazgeçtim üç bin yılı, üç yüz yılı, son yüzyılı, son yılı, biz dünü unuttuk dünü…
Binlerce değil, yüzlerce değil, hatta onlarca bile değil, hatta uzak da değil şöyle kısa bir geçmişe gidelim... Düne gidelim düne!
Tarihi kararlar öyle durduk yerde alınmaz. Hesaplanır, kitaplanır, ortamı hazırlanır, karara menfi edecek hususlar ortadan kaldırılır ve zamanı gelince de alınır... Bu kararlar bazen onlarca, bazen de yüzlerce, bazen de anlattığım gibi binlerce yıl sürebilir…
Daha dün, evet dün İsrail’in baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçisi Saddam’lı Irak idi… Hatırlarsınız değil mi Körfez Savaşında Saddam Hüseyin’in İsral’e Scud füzeleri gönderdiğini… ABD Saddam’ı ve Irak’ı yok ederken yani ABD İsrail’in baş düşmanını ve dünyadaki Filistin’in en büyük destekçisini ortadan kaldırırken ABD’ye en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu..
Daha dün, evet dün İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu Kaddafi’li Libya idi… ABD tarafından Kaddafi’li Libya yani İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu ortadan kaldırılırken ABD’ye yine en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu…
Daha dün, evet dün İsrail’in yine en büyük üçüncü düşmanı Suriye idi. Suriye’ye karşı İsrail’in bile cesaret edemediği düşmanlığı yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler yapıyordu…
Kısaca 21’inci yüzyıldaki İslam dünyasına yapılan ABD öncülüğündeki modern Haçlı seferlerine en büyük desteği yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu... (‘’Haçlı seferi’’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, pardon Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemişti.)
Daha dün, evet dün ABD, tüm Ortadoğu’yu parçalayıp da sınırlarını değiştirirken, ABD tüm Ortadoğu’yu bir ateş topuna çevirirken ve İsrail’e bulunduğu bölgede dikensiz bir gül bahçesi sunulurken onun müttefiki ve eşbaşkanları Türkiye’den Suudilere Müslüman devletlerdi...
ABD ve İsrail biliyor ki Kudüs'ü başkent ilan ederken ve ABD Büyükelçiliğini Kudüs'e taşırken aldıkları bu karara karşı duracak artık hiçbir güç kalmamıştır. ABD ve İsrail yine biliyor ki bu karara karşı çıkan sesler ise etkisi, müeyyidesi olmayan sadece anlamsız kuru gürültüden ibarettir.
İşte bu nedenlerle ki ABD 14 Mayıs 2018 günü Kudüs'te büyükelçiliğini gönül rahatlığıyla, ferah ferah törenle açarken İsrail ise Gazze'de açılışı protesto eden Filistinlilere açılışın havai fişekleri niyetine gerçek mermilerle ateş açarak 52 Filistinliyi öldürdü, 2 bine yakın Filistinliyi yaraladı...
Bu katliam karşısında en çok feryâd edenler ise bu katliamlara çanak tutanlar olmaktadır!
Tarih çok şey söyler ama… Anlayana tabii…
Ne rüyan varmış be Buhtunnasır?
Osman AYDOĞAN
Ramazan ayı
Ramazan ayı hicri takvime göre üç ayların (Recep, Şaban, Ramazan) sonuncusu olan dokuzuncu aydır. Kur'an-ı Kerim bu ayda indirilmeye başlanmıştır. (“Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, hidayeti, doğruyu ve yanlışı ayırt edip açıklayan Kur’an’ın indirildiği aydır...” Bakara suresi, 185) Bu nedenle de İslam dünyasında Ramazan ayına ayrıca “Kur’an ayı” da denilmektedir. Çünkü Kur’an’ın indirilmeye başlandığı ve bin aydan daha hayırlı olan "kadir gecesi" bu ay içerisindedir ve tabi ki oruç ibadeti de bu ayda yapılmaktadır.
Bazı din bilginlerine göre; Ramazan, Yüce Allah'ın isimlerinden biridir. Ancak burada bir incelik vardır: İbn’ül Arabî ''Ramazan'' isminin Allah’ın Esma-i Hüsnasından (güzel isimlerinden) bir isim olduğunu ifade eder. Bu sebeple Ramazan ayı kastedilirken ‘’Ramazan geldi’’ yerine “Ramazan ayı geldi” denilmesi daha uygundur.
İslam dininin iki boyutu vardır: Birinci ve esas olan boyut terbiye ve ahlak boyutudur. İkinci boyut ise ibadet boyutudur. Birinci boyut olan İslam terbiyesi; ruh terbiyesi, kalp terbiyesi, ahlâk terbiyesi demektir. Bunlar olmadan Müslümanlık olmaz, ikinci boyut olan ibadetlerin makbul olması sağlanamaz, Allah’ın rızası ve sevgisi kazanılamaz.
Ramazan ayı da işte bahsi geçen İslam terbiyesine ulaşmak için bir vesiledir… Ramazanın ibadetinin ilk özelliği açlıktır yani oruç… Ramazan orucunu emreden âyetin sonunda, bunun gayesinin mânevî, rûhî ve ahlâkî olduğuna işaretle, “Ta ki ittika edesiniz'' yani takva sahibi olasınız buyurulmaktadır.
Demek ki oruçtan hedef takvadır. (Kalbi Allâh’tan uzaklaştıran her şeyden korumak) Allah (celle celâlüh) Kur’ân-ı Kerîm’in 150 kadar yerinde takvayı zikredip övmüştür. Allah indinde en makbul kimse en takvalı olandır. Hadîs-i şerîflerde belirtildiğine göre Ramazan’da, zahmetlerle yapılan ibadetler neticesi ulaşılan takvanın, iyi ahlakın ve iyi seviyenin Ramazan ayında bitmeyip kalıcı olması gerekir.
Ramazan ayı; takvaya ulaşmak için günden güne sâfîleşip yüksele yüksele, ârifâne hayata geçilmesi; en sonunda da maddî, mânevî ve rûhî bakımdan gerçek bir bayrama erilmesi için bir vasıta, bir araçtır. Ramazan ayının sonunda ulaşılan gerçek bayram işte budur.
Siz yine oruç tutarak takvaya ulaşmaya çalışın. Ancak; sokağınızda, mahallenizde veya yakınınızda bulunan ve tüm bir yıl oruç tutan (!) bir yoksulun, ihtiyacı olan birisinin ihtiyacını karşıladığınızda; bir düşmüşün, bir yoksulun, bir hastanın, bir yaşlının kulağına rahatlatıcı bir söz söylediğinizde; bir komşunuzun, karşılaştığınız bir insanın, bir tanımadığınızın yüzüne güldüğünüzde, onlara tebessüm ederek selam verdiğinizde; insanlara güzel sözlerle konuştuğunuzda; sokaktaki bir kediye, bir köpeğe, bir hayvana bir parça yiyecek, bir tas su verdiğinizde inanın daha fazla takvaya ulaşmış olursunuz… İşte o zaman Ramazan ayının sonundaki bayramı beklemeden gerçek bayrama da ulaşmış olursunuz…
Ramazan ayınız kutlu olsun...
Osman AYDOĞAN
Seçime doğru…
14 Mayıs 2018
Ülkede politik tansiyon bir hayli yükselmişken, sizlere epeydir börtü, böcek, şiir, çiçek, edebiyat, şarkı, sanat gibi suya sabuna dokunmayan yazılar yazdım her ne kadar içinde ince ince politik mesajları olsa da…
Önümüzde neredeyse beş-altı hafta sonra seçim var... Hem de Türkiye Cumhuriyeti tarihinde olmadığı kadar önemli bir seçim!.. Bu sefer börtü, böcek, şiir, çiçek, müzik konulu bir yazı değil de doğrudan gündeme dair politik bir yazı yazmak istiyorum… O zaman gelelim sadede:
Önce cumhurbaşkanlığı seçimleri:
Malum Kılıçdaroğlu’nun çatı adayı eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül idi… CHP tabanı bu adaydan pek hazzetmese de Kılıçdaroğlu’nu anlamaya çalışmak lazım diye düşünüyorum… Büyük bir ihtimalle Kılıçdaroğlu şöyle düşünmüştür diye değerlendiriyorum:
Türkiye özellikle 1980 darbesinden sonra tektonik bir şekilde sağa kaymıştır… CHP’nin mevcut oy oranı %25 -26 arasındadır. Seçimde ise baraj %50 +1’dir… Dolayısı ile CHP adayı öyle bir kimse olmalıdır ki CHP oylarının yanı sıra da sağ seçmenden, özellikle AKP’den de oy almalıdır… Abdullah Gül AKP’nin kurucu kadrosundandır, sağ seçmenden, özellikle AKP’den oy alma potansiyeli yüksektir. Abdullah Gül’ün AKP içerisinde %15 gibi bir kişisel oy oranı olduğu düşünülmektedir. Abdullah Gül, bu ülkede dış işleri bakanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Seçildiğinde ülkenin her iktidar değişikliğinde yaşadığı rövanşist politikalardan uzak kalacaktır. Seçildiğinde sahip olacağı gücü kullanmayacak bu gücü ülkenin en kısa sürede demokratikleşmesini sağlamada harcayacaktır. Abdullah Gül her ne kadar kurucusu olduğu AKP’yi doğrudan eleştirmese de gidişatın iyi bir gidiş olmadığını de her fırsatta dile getirmiştir. Cumhurbaşkanlığının son günlerinde kendisine karşı AKP üst yönetimi tarafından yapılan nezaketsizlikler nedeniyle AKP üst yönetimine de kırgındır…
Abdullah Gül de çatı adayı teklifine sıcak bakmıştır. Kamuoyundaki bilginin aksine Meral Akşener de bu teklife sıcak bakmıştır. Yapılan müzakerelerde Meral Akşener, Abdullah Gül üzerinde çatı adayı olarak uzlaşma sağlandığı takdirde adaylıktan çekilebileceğini beyan etmiştir. Hatta Abdullah Gül iki büyük muhalefet partisinin bile olsa ortak adaylığına sıcak bakmıştır. Ancak her ne olduysa olmuş sonuçta Abdullah Gül son anda aday olmayacağını sitemkâr bir dille açıklamıştır.
Genelkurmay Başkanlığı'nın 27 Nisan 2007 tarihinde Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda yaptığı "e-muhtıra" (post modern muhtıra) Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına engel olamamıştır. Ancak bu "e-muhtıra"dan 11 yıl sonra bir başka genelkurmay başkanının Abdullah Gül’e helikopterle yaptığı ziyaretin (dost modern muhtıra) muhtemel ki bu kararda etkili olduğu değerlendirilmektedir.
Abdullah Gül’den başka da çatı adayı olmayınca her parti kendi adayını açıklamak zorunda kalmıştır. Kılıçdaroğlu, Abdullah Gül’ün çatı adaylığı konusunda gerçekten samimi bir çaba göstermiştir.
Parlamento seçimleri:
Çatı adayı çıkaramayan muhalefet, ‘’İttifak yasası’’ çerçevesinde yine Kılıçdaroğlu’nun samimi çabaları sonunda ‘’Millet İttifakı’’nı kurmuşlardır. Bu gelişmeler esnasında YSK seçime girecek partileri açıklama sürecinde, YSK 23 Nisan 2018 pazartesi günü açıklayacağı listede İYİ Partinin listede olmadığı istihbaratını İstanbul’da iken alan Kılıçdaroğlu 21 Nisan Cumartesi günü Ankara CHP Genel Merkezine telefon açarak 15 milletvekilinin partiden istifa ederek İYİ Partiye geçmesini sağlamıştır. Bu şekilde Kılıçdaroğlu İYİ Parti’nin gurup kurarak seçime girme yeterliliğini sağlamıştır… Bu hareket, talimatla hareket etme gibi bir kültürü olmayan CHP’de Kılıçdaroplu’nun partiye olan hâkimiyetinin de bir kanıtı olduğu değerlendirilmektedir. CHP’nin bu kararında ne Akşener’den ne de İYİ Partiden CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na herhangi bir talep ve istek gelmemiştir. İYİ Parti’nin seçime girebilecek olması iktidar kanadının hesaplarını ve kimyasını bozmuştur.
Kılıçdaroğlu ‘’Millet İttifakı’’ içerisinde HDP’nin de bulunması için ciddi çaba harcamışsa da HDP kendisi ile yapılan görüşmelerde bu konuda ‘’fazla ısrarcı olmayın’’ anlamında mesaj vererek biraz lakayt davranmıştır. HDP’nin bu davranışının kökeninde kamuoyu önünde dışlanmış, mağdur algısını yaratmak isteği ile kendi yaptıkları anketlerde de zaten barajı geçtikleri, ittifaka gerek kalmadığı inancı yatmakta olduğu değerlendirilmektedir.
24 Haziran 2018 gecesi nasıl bir tablo ile karşılaşacağız?
Önce meclisteki tablo:
HDP barajı geçtiği takdirde (ki kendi anketleri %13 üzeri bir oy alacaklarını iddia etmektedir) ‘’Millet İttifakı’’ ile bu seçimlerde baraj sıfırlanmaktadır. Bu durumdan ise en fazla iktidar partisi negatif olarak etkilenecektir. Çünkü daha önceki seçimlerde %10 barajı nedeniyle barajı geçemeyen partilerin oyları iktidar partisi lehine sonuç veriyordu. Bu seçimde artık bu olmayacaktır. HDP de barajı geçtiği takdirde mecliste her halükarda çoğunluğu muhalefetin oluşturacağı değerlendirilmektedir.
Bu kanaate iktidar partisi de sahip ki Bakanlar Kurulu’nun TBMM’ye sevk ettiği üç maddelik yetki yasa tasarısına eklenen fıkraya göre yeni Cumhurbaşkanı yemin edip göreve başlayana kadar Bakanlar Kurulu’na Meclis’i by-pass ederek “uyum yasaları” yerine “Kanun Hükmünde Kararname” çıkarma yetkisi veriyorlar. Madde Meclis Genel Kurul’unda kabul edildiğinde Bakanlar Kurulu’na Meclis’i by-pass ederek keyfinin istediği her şeyi yapması için sonsuz yetki verilecektir. Yani muhalefetin çoğunluğunu oluşturacağı Meclis’in yasama yetkisi, şimdiden Meclis eliyle tasfiye edilmiş olacaktır...
Gelelim başkanlık seçimlerine:
Burada yazacaklarım moral bozucu olabilir... Ama ne yazık ki görünen köy de kılavuz istememektedir…
Bu noktaya ana muhalefetin (CHP) büyük hataları, büyük ihmalleri ve büyük yanlışları sonucu gelinmiştir. Zaten oldum olası Türkiye’de sol siyaset hiçbir zaman stratejik düşünememiş, pratiğe her zaman için teorik bir sorun olarak bakmışlar ve her zaman pratiğin karşısına teoriyi çıkararak kısır çekişmelerin içinde kaybolmuşlardır. Şöyle ki:
Önce çok gerilere gidelim…
Yıl 1994… Yerel seçimler… Ankara’da ve İstanbul’da sol tandanslı SHP, DSP ve CHP ayrı ayrı adaylar çıkarmışlardır, merkez sağ da ANAP ve DYP diye bölününce her iki şehirde de RF’nin adayları kazanmıştır… Ancak sol bundan ders almamış 1999 seçimlerinde de aynı hayatı tekrarlamışlardır…
Yakın zamana gelecek olursak…
Yargıyı siyasetin emrine veren ve “Yetmez ama ‘Evet’çi” liberal solcular tarafından desteklenen 12 Eylül 2010 halkoylamasında CHP yetersiz kalmıştır…
Belediye meclisi üyelerinin bile seçime girmek için kamu görevlerinden istifa etmeleri gerekirken, o zamanki Başbakan'ın Başbakanlık görevinden ayrılmadan, tüm yetki ve olanaklarıyla, 2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmasında yine CHP yetersiz kalmıştır. (Bu karar sırasında Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Sadi Güven’di.) Yine bu seçimlerdeki CHP’nin Ekmelettin İhsanoğlu vakası tam bir beceriksizlik örneği olmuştur…
7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında çoğunluğu yitiren AKP yönetiminin iktidarı bırakmaması ve ülkeyi 1 Kasım’da tekrar seçime götürmesi sürecinde CHP, AKP’nin ‘’İstikşafı görüşmeler’’ oyalamasıyla yine yetersiz kalmıştır.
15 Temmuz 2016’daki FETÖ darbe kalkışması sonrasında 20 Temmuz’daki AKP iktidarının OHAL sivil darbesinde CHP yine yetersiz kalmış, 7 Ağustos 2016 tarihinde yapılan Yenikapı mitingine figüran olarak katılmıştır.
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diye adlandırılan ve parlamenter demokrasiyi bitiren ve ucube bir rejimi yürürlüğe sokan ve OHAL koşullarında, yoğun bir baskı ortamında, eşitsiz koşullarda, gayri meşru biçimde ve yasalara aykırı uygulamalarla yapılan 16 Nisan 2016 halkoylamasında CHP’nin çok büyük hataları olmuştur. CHP kanunsuz bir seçimi ‘’şaibeli’’ olarak niteleyerek atı alanın çoktan Üsküdar’ı geçmesine vesile olmuştur. (YSK Başkanı bu sırada da yine Sadi Güven’dir.)
Bütün bu hataların üzerine Nisan 2018 tarihinde yapılan ‘’Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’’ esnasındaki CHP yine yetersiz kalmıştır. 18 Nisan 2018 tarihinde TBMM’inde alınan OHAL’in üç ay daha uzatılması ile 24 Haziran 2018’deki erken seçim kararının aynı gün alınması karşısındaki CHP’nin tepkisizliği aslında 24 Haziran 2018 seçim sonuçlarını çoktan belirlemiştir.
Geçen süreçte CHP’nin birinci önceliği OHAL şartlarında ve bu YSK kadroları ile bir seçime gitmemek olmalıydı… Siyasetin zaten zemininin kalmadığı bu ortamda bu yasa ile bu şartlarda artık ne sandığa giren oylar demokratik sayılabilinecek, ne de oradan çıkacak sonuç demokratik kabul edilebilinecektir!
Sonuç şudur:
Bugün için yapılan anketlerde, başkanlık seçimi için AKP ile MHP’nin oylarının %46 civarında olduğunu göstermektedir. Ancak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki sandıklarda ise; bölgedeki hâkim parti HDP’nin belediyelerinin yönetimi kayyumda, parti genel başkanları ve milletvekilleri hapiste iken, OHAL şartlarında, korucu, ağa ve jandarma baskısı altında, taşınacak sandıklar ve mühürsüz olup da geçerli sayılacak oylarla AKP adayının %6 civarında bir oy alacağı kıymetlendirilmektedir... Sonuç olarak da toplamda %52 ile başkanlık seçiminin ilk turda AKP lehine sonuçlanacağı değerlendirilmektedir.
Sonuç ikinci tura kalsa bile ve ‘’Millet İttifakı’’nı oluşturan parti liderlerinin ikinci tura kalması muhtemel CHP adayını destekleyecekleri mesajını verseler bile CHP dışındaki ittifak parti tabanlarının oylarını CHP adayına verecekleri de şüphelidir.
Şimdi daha iyi anlıyorsunuz değil mi; Kılıçdaroğlu’nun neden Abdullah Gül’de çatı adayı olarak ısrarcı olduğunu? Ve Abdullah Gül adı geçtiğinde muktedirlerin görevdeki bir genelkurmay başkanını Gül’ün evine gönderecek kadar neden paniklediklerini?
Baştan söylemiştim, moral bozucu bir yazım olacak diye ama bana kızmadan önce bir düşünün;
Nisan 2018 tarihinde seçim kanunu durduk yerde neden değiştirilmiştir?
Yine 18 Nisan 2018’de OHAL’in üç ay daha uzatıldığı gün (aynı gün) OHAL süresi içinde, OHAL şartlarında erken seçim kararı neden alınmıştır?
Şaibeli YSK’nın aynı kadrosu ile neden seçime gidilmektedir? (Biliyorsunuz FETÖ, ülkede iki kuruma sızmamıştır; birincisi siyasete, ikincisi ise YSK’na!!!)
HDP’nin genel başkanı, milletvekilleri ve belediye başkanları hapiste, Güneydoğudaki şehirlerin yönetimi kayyumların elinde iken neden seçimlere gidilmektedir?
Geçen süre içinde muhtarlar grup grup, Doğu’daki köy ağaları, aşiret reisleri teker teker Saray’a neden davet edilmişlerdir?
Milyarlarca lirayı bulan, haddi, hududu, hesabı olmayan örtülü ödenekler nerelere harcanmıştır?
Bütün bunların seçimde bir kıymeti harbiyesinin olmadığını düşünüyorsanız siz rahat rahat İnce, İnce uyumaya devam edin derim...
İktidar yandaşları her türlü imkânı kullanarak seçimleri kaybetmeyi kamuoyuna ‘’biz gidersek kıyamet kopar, ülke batar” anlayışını yerleştirirken bu yazım karşısında “kesin olumsuz yargılara şimdiden varmayalım, moralleri bozmayalım” anlayışı ülkesi için kaygı duyan seçmenleri rehavete sürüklemesin istiyorum… Çünkü aşırı iyimserlik elma şekeri gibidir; yalarsınız, yalarsınız, yalarsınız sapı kalır elinizde!
Çiçeksiz, böceksiz, şiirsiz, şarkısız yazı yazmayacağım dedim ama duramadım!... Sözleri Lale Müldür’e ait Yeni Türkü’nün seslendirdiği ‘’Destina’’ isimli bir şarkı vardı ‘’dün gece sen uyurken’’ diye başlayan… Ve şarkı şöyle biterdi:
‘’Sen öyle umarsız, uyusan da bir köşede
İste bu yüzden sırf bu yüzden işte
Yaşamdan çok ölüme yakın olduğum için
Seni bu denli yıktıkları için
Yaşamımın gizini vereceğim sana’’
Umarsız uyuyanların nasıl bir 25 Haziran sabahına uyanacağının gizini vermek istedim sizlere…
Son söz: Gelecek kısmet olarak gelmez insana, insan geleceğe gelir, kendinde olanla girer onun içine…
Osman AYDOĞAN
Anneler Günü
13 Mayıs 2018
Yirmi yaşımdayken annem bana şöyle demişti:
- ''Manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım.''
- ''Eğer manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim'' dedim.
- ''Dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı oğlum'' dedi.
- ''Evet, ama dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben'' diye karşılık verdim.
- ''Dünyaya gelmeseydin cennette bir melek olarak kalacaktın'' dedi.
- ''Ama ben hâlâ bir meleğim'' diye cevapladım.
Gülümsedi ve dedi ki;
-''Kanatların nerede peki?''
Elini tutup omzuma koydum ve;
-''Burada'' dedim.
-''Kırılmışlar'' dedi.
Bu konuşmadan dokuz ay sonra, annem dönülmez ufukta yitip gitti. Ama ''kırılmışlar'' sözü içimde yankılanmaya devam etti...
Yukarıdaki bölüm Halil Cibran’ın ‘’Kırık Kanatlar’’ (Kaknüs yayınları, 2017) isimli eserinde annesiyle yaptığı bir söyleşide geçerdi…
Anne dönülmez ufukta kaybolup gidince kimin kolu kanadı kırılmaz ki?
Arif Nihat Asya da söylerdi ''Anne'' isimli şiirinde:
''Acı nedir
Tatlı nedir... bilmezdin
Dilin damağın
Ben oldum.
Elinin ermediği
Dilinin dönmediği
Çağlarda, yavrum
Kolun kanadın
Ben oldum
Dilin dudağın
Ben oldum.''
Anne dönülmez ufukta kaybolup gidince kimin kolu kanadı kırılmaz ki?
Necip Fazıl da söylerdi ''Anneciğim'' isimli şiirinde:
''Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!
Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!
Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim! ...''
Halil Cibran da mektuplarında insanın söyleyebileceği en güzel kelimenin ‘’anne’’ kelimesi, en güzel sözün de ‘’anneciğim’’ sözü olduğunu ifade ederdi zaten…
***
"Bebeğimi görebilir miyim?" diyen annenin kucağına yumuşak bir bohça verildi. Mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtığında şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu!
Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan dışarı bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu… Muayenelerde, bebeğin duyma yeteneğinin olduğu, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.
Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu.. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak "Büyük bir çocuk, bana 'ucube' dedi.."
Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi, eğer insanların arasına karışmış olsaydı.
Annesi, her zaman ona "genç insanların arasına karışmalısın" diyordu. Ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.
Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu hakkında görüştüğünde; "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu. Doktor "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı.
Aradan iki yıl geçti. Bir gün babası "Oğlum, hastaneye gidiyorsun. Annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk. Ancak unutma ki bu bir sır."
Operasyon çok başarılı geçti. Delikanlı adeta yeni bir insan görünümüne kavuştu. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra diplomat oldu ve evlendi.
Aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir gün babasına "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım…" dedi. Babası ise "Bir şey yapabileceğini sanmıyorum. Fakat anlaşma kesin. Şu anda öğrenemezsin" dedi.
Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi.
Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annenin başına elini uzatıp kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru ittiğinde annenin kulaklarının olmadığı görüldü.
Babası "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı oğlunun kulağına. Bir süre sessiz kaldıktan sonra tekrar oğlunun kulağına eğilerek yavaşça "Hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?" dedi.
Bütün anneler böyledir işte...
Gerçek güzellik; fiziksel görünüşe bağlı değil, ancak kalptedir… Gerçek mutluluk; görülen şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir… Gerçek sevgi; yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinemeyen şeydedir… Tıpkı annelerin yaptığı gibi...
Bugün anneler günü...
Bu vesile ile Hakk'ın rahmetine kavuşmuş olan, başta bize özgürlüğümüzü, gururumuzu ve onurumuz kazandıran Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım olmak üzere tüm şehitlerimizin annelerini, Hakk’ın rahmetine kavuşmuş tüm anneleri ve sevgili annemi rahmetle anıyorum. Yine başta sevgili eşim başta olmak üzere anne arkadaşlarımın, anne adayı arkadaşlarımın ve tüm annelerimizin anneler gününü en içten dileklerimle kutluyor, sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum...
Unutmayın! Bütün anneler hikâyedeki anneler gibidir... Anneler böyledir işte... Ancak kaderleri kötüdür annelerin! Çünkü yaşlandıklarında nankör evladının elinde oyuncak olurlar!
Osman AYDOĞAN
Veda müziği
TAMAM'ın final müziği: İl Silenzio
12 Mayıs 2018
Nini Rosso, asıl adı Celeste Raffaele "Nini" Rosso (1926 – 1994) olan italyan trompetçi ve bestecidir.
Nino Rossi 1968 yılında ''İl Silenzio'' adlı ilk albümünü çıkarır. Bu albümdeki en güzel parça olan ve Guglielmo Brezza ile birlikte besteledikleri ‘’İl Silenzio’’ya trompeti ile can verir. ‘’İl Silenzio’’ İtalyanca bir kelime; ‘’en sessiz’’ demek.
‘’İl Silenzio’’ sanıldığı gibi saygı duruşlarında çalınan bir müzik değildir. ‘’İl Silenzio’’ trompet solo bir ‘’veda müziği’’dir. (Abschiedsmelodie) Muhtemeldir ki yakın bir zamanda çok sık dinleyeceğiz... Şimdiden kulaklarınız alışsın!
Sizlere güzel bir hafta sonu dilerim…
Osman AYDOĞAN
Nini Rosso, ‘’İl Silenzio’’:
https://www.youtube.com/watch?v=NOk0qhSTCt8
Andre Rieu orkestrası eşliğinde ‘’İl Silenzio’’:
https://www.youtube.com/watch?v=CmK-uaYFBJc
17 yaşındaki bir trompet sanatçısı Melissa Venema'nın yorumu: ‘’İl Silenzio’’:
https://www.youtube.com/watch?v=253aGgk7NSE
Dalida’nın yorumuyla ‘’İl Silenzio’’
https://www.youtube.com/watch?v=9DJO--GnxLk
''İl Silenzio'' içinde geçen kısa şarkı sözleri ise şu şekildedir:
Buona notte, amore
Ti vedrò nei miei sogni
Buona notte a te che sei lontano.
Good night, love
I'll see you in my dreams
Good night to you who are far away.
Dalida'nın burada söylediğ şarkı sözleri İtalyanca'dır.. Ancak şarkının bir de Almanca sözleri ile olanı da vardır. ''Elveda'' diye başlar... ''Du musst geh'n'', ''gitmelisin'' diye devam eder... Günahlardan ve umutlardan bahseder:
Leb wohl
Du musst geh'n
Auf Wiederseh'n
Auf Wiederseh'n;
Ein letztes Wort
Dann bist du fort
Ich bin allein
So sehr allein
So sehr allein
So sehr allein!
Abschied und Tränen vergeh'n
Hoffen und Sehnen besteh'n.
Muss ich auch warten auf dich
Weiss ich auch
Du denkst an mich.
Allein
So allein bei Tag und Nacht
So allein!
Abschied und Tränen vergeh'n
Hoffen und Sehnen besteh'n.
Mein Freund
Du musst geh'n
Auf Wiederseh'n
Leb wohl!
Halimiz TAMAM
Tekmil medreseler, minareler bir gün yıkılmayacaksa,
iman küfür olmayacaksa bir gün,
küfür bir gün imaanın yerine geçmeyecekse,
işte o zaman halimiz TAMAM.
Bir daha ne kalenderliğin yolu yordamı bulunur,
ne dünyamıza layık bir adam.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
Ya TAMAM ya devam, ya Özgürlük ya Sefalet
New York Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Selçuk Şirin’in çok güzel bir kitabı var: ‘’Yol Ayrımındaki Türkiye: Ya Özgürlük Ya Sefalet’’ (Doğan Kitap, 2015)
Kitabın yazarı Selçuk Şirin kitabının içeriğini de şöyle özetliyor:
“Türkiye 2000’lerde ekonomik olarak bir yere geldi ama 2008’den sonra durdu. 2008 itibarıyla biz bugün ekonomik olarak bulunduğumuz noktaya geldik aslında. Bunu nereden söylüyorum. Kişi başına düşen milli gelirden söylüyorum. Elimizdeki temel ölçeklerden bir tanesi bu.
Biz 2008 senesine geldiğimizde yaklaşık on bin dolar milli gelirimiz vardı. Bugün o hesabı yapın biz onun da altına düştük. Biz yaklaşık 2008 yılından bugüne geçen yedi yıllık süreçte bir yere ilerlemedik ekonomik olarak. Ekonomik olarak durduk.
Bu ekonomik durgunluğunun nedenini de ben ekonomide değil, ekonomi dışı faktörlerde görüyorum. Birincisi hukukun üstünlüğü ya da hukuk sistemindeki sıkıntılar. İkincisi, özgürlüklerin önündeki engellerden kaynaklı ve sıkıntılar. Üçüncüsü de eğitim, Türkiye, bu üç alanda reform yapamadığı için, bu üç alanda bir sonraki evreye yani on bin dolardan, yirmi bin dolara götürecek aşamaya geçemedi. O yüzden yol ayrımında diyorum.
Bu kitabı yazmamdaki temel gerekçe, bu ara dönemde bu bir yıl olur, iki yıl olur, bizim biran önce 2008 öncesi döneme geçip reformları gerçekleştirmemiz lazım. Reformlarla adil rekabeti sağlayıp, toplumun bütün süreçlerine eşit bir şekilde katılacağı adalet sistemini kurmamız lazım her alanda. Kaynakların bölüşümünde, toplumun bütün kesimlerinin adil bir şekilde katıldığı süreci yaratamazsanız kalkınamıyorsunuz’’
Özgürlük çok önemli, artık özgürlük olmazsa kalkınma da olmuyor. Yani bizim on bin dolardan yirmi bin dolara çıkmamız için ne yapmamız lazım? Katma değeri yüksek ekonomiye geçmemiz lazım. Bu ne demek? Fındık alıp onu markalayıp satmak demek. Fındık olarak satmak değil. Turizmde turiste üç kuruş köfte satıp üç kuruş kazanmak değil ona daha yaratıcı seçenekler sunup daha fazla kazanmaktır. Katma değeri yüksek deyince sadece teknolojiyi kastetmiyorum. Bu ekonomiyi kim yaratacak? Sadece özgür hareket eden, özgürce düşünen, sınırsız düşünebilen, bilginin önünde engeller olmayan kuşak, gençler yapacak. Özgürlük bu yeni ekonomik modele geçmek için çok önemli.
Üçüncü yapısal değişimi ve dönüşümü de eğitim de yapmamız gerekiyor. Türk eğitim sistemi dünyanın ilk kırk eğitim sistemi arasında yok. Biz ekonomik büyüklük olarak şu an 18. Sıradayız, değişiyor belki 19’a da düşmüş olabiliriz. 19. Sıra diyelim ama gerçeğine bakınca siz çocuklarınızı ilk kırkın arasına getirmeyi becerememişsiniz. Bu, 12 yıldır böyle.
Türkiye’nin bir sonraki evreye geçmek için, literatürde biz orta gelir tuzağı diyoruz. On bin dolar tuzağı. Çünkü dünyada üç- beş bin dolardan on bin dolara gelen bir çok ülke var. Bu biraz mümkün ve kolay. Bu nasıl mümkün? Bunu yol yaparak yapabilirsiniz. İnşaatla yapabilirsiniz. Fındık satarak yapabilirsiniz. Ama on bin dolardan yirmi bin dolara geçmek için yaptığınız her işe aklınızı koymanız lazım. Adil rekabet, özgürlük, bilgiye ulaşma özgürlüğü de basın özgürlüğü de bunun içerisinde ve eğitim. Eğitimde de eleştirel düşünce becerili çocukların önünü açmanız lazım.
Türkiye bu üç alanda son on yıldır hiç bir yapısal reform yapmadı. Bu yüzden yerimizde sayıyoruz. Biz 20. Yüzyıl trendini 19. Yüzyıl’ın sonunda kaçırdık. Orada bir sanayileşme devrimi başladı ve biz buna katılamadık, dâhil olamadık. Halen daha debeleniyoruz, 19 Yüzyıl’ın teknolojisi milli araba yapmaya çalışıyoruz. 21. Yüzyıl’da başka bir ekonomi kuruldu, katma değeri yüksek ekonomi. Yaptığınız her şeye akıl katacaksınız. Şimdi biz bundan da daha geride kalma riskiyle karşı karşıyayız. Eğer şu an okullarda olan otuz yaşın altındaki kuşağı --ki nüfusumuzun yüzde ellisi -- sözünü ettiğim bu üç reformu gerçekleştirerek ve onları bu çağa taşıyamazsak bu çağı da kaçıracağız. Bu kitabı yazma gerekçem bu.”
Doç. Dr. Selçuk Şirin, ‘’Yol Ayrımındaki Türkiye: Ya Özgürlük Ya Sefalet’’ isimli kitabının içeriği hakkında işte böyle diyor…
Gerçekten Türkiye yol ayrımında:
Ya TAMAM ya devam, ya özgürlük ya sefalet!
Osman AYDOĞAN
Şeyh Sâdi Şirazî'den!
Şeyh Sâdî Şirazi (1193-1292) Fars şâir ve İslam âlimidir... Günümüz İran topraklarının Şiraz kentinde doğar. Daha sonra Bağdat'a gidip Nizamiye Medreseleri'nde öğrenimini tamamlar.
30 yıl boyunca Hindistan ve Kuzey Afrika'yı dolaştıktan sonra 1256'da memleketi Şiraz'a dönerek şiirlerini yazmaya başlar. Günümüzdeki en çok tanınan eserleri Gülistan ve Bostan'dır. Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılır. Haçlılara esir düşer. Sonraları, bilgisine hayran kalan Suriyeli bir tacir, fidye vererek, Sâdî’yi Haçlılar’ın elinden kurtarır ve kızı ile evlendirerek himayesine alır.
Sâdî’nin evlilik hayatı hiç de mutlu geçmez. Karısı onu, daima, babasının kurtardığı bir köle olarak görür ve ona karşı çok kötü davranır. Şair, en sonunda, evini barkını bırakıp kaçmak zorunda kalır. Acılarla dolu geçen bu evlilik hayatından kalan hâtıralarının izleri, onun bir kısım eserlerinde yer almıştır.
Anadolu’yu, Çin’i, Hindistan’ı da dolaşan Sâdî, yaşının olgun çağlarında Şirâz’a döner. Bundan sonraki hayatını tamamen şiire, ilme, kültüre vererek ölmez eserlerini yaratır. 98 yaşına kadar yaşar. Geniş bilgisinden, iyi ahlâkından ötürü, bütün Doğu kaynaklarında, ''Şeyh Sâdî'' diye anılır. Bütün şiirlerinde Sâdî mahlasına rastlanmaktadır. Sâdî, ana dili olan Farsça’dan başka, Arapça, Hintçe, Lâtince de bilirdi.
Şeyh Sadî Şirazî'nin en bilinen eseri içinde hikâyelerini topladığı ''Bûstan ve Gülistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli eseridir. Gülistan; ‘’gül bahçesi’’, Bûstan ise ‘’çiçek bahçesi’’ demektir. Her iki eser daha XIV. yüzyılda Türkçe’ye çevrilmiştir. Bûstan’ın önsözü yeryüzünde söylenmiş en lirik edebi parçalardan biri sayılır. Sâdî’nin eserlerinde, çoğunlukla, öğretici, öğüt verici bir hava vardır. Toplum düzeni, ahlâk, fazilet, hürriyet konuları eserlerinin başlıca karakterini teşkil eder. Aşağıda bu kitaptan alınan bazı hikâyeler sunulmuştur. İhtiyacı olanların bu kıssalardan gerekli hissleri almaları umuduyla...
Hikâyeleri iki grup halide sunacağım.
Birinci gruptaki hikayeler çok konuşanlara hitap etmektedir.
Suskun Âbit Hikâyesi
Mısır’da biri vardı. İyi huyluydu ama eski püskü giyinirdi. Epey zamandır hiç konuşmadığı için ülkede suskunluğuyla meşhur olmuştu. Birçok akıllı insan, uzak-yakın demeyip yanına gelir, pervane misali etrafında dönerek ondan nur umardı.
Bu mübarek zat, bir gece; “Kişi, dilinin altında gizlidir.” diye düşünüp o günden sonra konuşmaya başladı. Çok geçmeden dost-düşman herkes, Mısır’da ondan daha zırcahil biri olmadığını anladı. Neyse kısa zamanda adamın huzuru kalmadı, hali perişan oldu. Mısır’dan uzaklaşıp başka memlekete gitmekte buldu çareyi.
Ayrılırken oturduğu mescidin kemerine şunları yazmıştı; “Ah keşke; aynada kendimi görseydim de, yüzümü örten şu perdeyi cahillikle yırtmasaydım. Kendimi güzel yüzlü sandım ve perdeyi açtım. Aman Allah’ım, bir dene göreyim! Meğer ben gerçekte çok çirkin biriymişim.”
Az konuşanın sesi, şöhret olur. Konuşursa değeri, şöhreti kalmaz. O zaman kaçmalı bu yerden. Ey akıllı insan; sükûtun, vakarındır! Ve sen ey cahil; sükût, cehaletini örten perdedir! Şimdi de sana söylüyorum ey insan; eğer bilgiliysen, saygınlığını yitirme; yok eğer cahilsen, perdeni çekip yırtma! Gönlündeki sırrı hemen gösterme. Bunu ne zaman istersen, gösterebilirsin. Sırrın ortaya çıktıktan sonra gizleyeceğim diye boşuna uğraşma. Ucu, bıçakla kesilmedikçe yazmayan o kalem, sultanın sırlarını ne de güzel sakladı. Hayvan, susar, insan, konuşur. Ama gel gör ki; saçma sapan konuşanlar, hayvanlardan daha aşağılıktır. Kişi, ya insan gibi akıllı uslu konuşmalı ya da hayvan gibi susmalı. Âdemoğlu, aklı ve nutkuyla meşhurdur. O halde sen de, dudu gibi konuş ve fakat onun kadar bilgisiz olma!
Dayak Hikâyesi
Biri, kavga sırasında kötü sözler edince oradakiler hemen üzerine atlayarak yakasını yırtıp ensesine okkalı tokat indirdikten sonra çekip gittiler. Adamın üstü başı paramparçaydı. Oturup ağlamaya başladı. Sesleri duyan güngörmüş bir zat, yanına gidip ona şu öğüdü verdi; “Hey kendini beğenmiş ukala! Ağzın gonca gibi kapalı olsaydı, gömleğin böyle gül gibi kızarmazdı.”
Evet, ahmaklar, işte böyle saçma sapan konuşurlar. Dışı gürültülü ama içi boş tambura benzer öylesi insanlar. Baksana be adam; ateş de tümüyle dildir fakat azıcık su ile bir anda harareti diniverir. İnsan hünerliyse sussun; zaten hüneri, onu konuşur. Güzel kokun varsa, konuşma. Güzel koku kendini belli eder zira. Bırak elindeki madenin ne olduğuna, mihenk karar versin. Bu yüzden dedikoducular; “Sadî; iyidir, hoştur ama sıcakkanlı olmadığından insan içine çıkmaz.” diye söylenir durur. Evet öyleyim. İsterlerse derimi yırtsınlar, ahmakların kafamı patlatmasına razı değilim.
Ayıptan Dil Çekmek
Ey akıl sahibi, yiğit gönüllü kişi; ister iyi olsun, ister kötü, kimsenin ardından fena sözler söyleme! Yoksa kötülüğü kendine düşman edersin, iyiyi de kötü yaparsın. Kim, sana; “Filan kişi, kötüdür.” derse, bil ki kendi ayıbını söylemektedir. Filan kişi hakkında yapılan zan, ispata muhtaçtır. Ama söyleyenin kötülüğü açığa çıkmıştır. Başkalarının kötülüğünden bahsettiğin takdirde, sözün doğru olsun diyelim ama bu kez de sen kötü sayılırsın.
Mergaz’lı Divane Hikâyesi
Mergaz’lı bir divane, öyle bir söz söyledi ki hayretten dudağını ısırırsın; “İnsanların ardından gıybete başlasaydım, işe ilkin annemle başlardım. Zira akıl ve irfan sahibi insanlar, sevabın anaya bağışlanmasının daha hayırlı olduğunu bilirler.”
Ey güzel huylu dostum! Kaybolan arkadaşın şu iki emaneti, arkadaşlarına haramdır: Biri, bıraktığı malı haksızca yemek; diğeri, ardından gıybet etmek. Yanındayken başkalarını çekiştiren alçak herifin, başkalarının yanındayken seni iyi anacağım sanıyorsan aldanıyorsun. Dünyayla değil de sırf kendisiyle meşgul olan kimse, bence âlemin en akıllı kişisidir.
Gıybeti Caiz Olanlar
İşittim ki, üç kişinin ardından gıybet etmek caizdir. Dördüncüsü yoktur. İlki; halkın kalbini inciten, halka zararı dokunan ve halkın ayıpladığı yolu tutan padişahtır. Bu tür padişahların şerrinden kurtulmak ve zulmünü başkalarına haber vermek amacıyla ahali arkasından konuşabilir. İkincisi; hayâsız insandır. Bunların ayıplarını örtmek doğru olmaz. Zaten kendi perdelerini yine kendileri yırtmışlardır. Bu tür arsızlan koruma; varsın, havuza düşsün. Diyelim ki kurtardın onu havuzdan. Bu kez de çok geçmez ötedeki kuyuya bırakır kendini. Bu kadar laf anlamaz, ahmak insanlardır. Üçüncüsü; bozuk terazi kullanan sahtekârdır. Bu yalancıların hile ve kötülükleri hakkında ne biliyorsan söyle ki, başkaları da aldanmasın.
İkinci grup hikayeler ise sultanlara hitap etmektedir...
Sultanı anmak
Sultanın biri; “Bizi hiç andığın oldu mu?” diye sordu bir zâhide. Zâhit; “Evet sultanım” diye cevap verdi, “Ne vakit Allah’ı unuttuysam sizi andım durdum.”
Dara ve At Çobanı Hikâyesi
Dara Yun bir sürek avında askerlerinden uzaklaşıp ayrı kaldığını duydum. Bir at çobanı, koşarak ona doğru ilerliyormuş. Adamı tanımayan Dara'nın kalbine kuşku düşmüş ve kendine; “Bu gelen, düşmanlarından biri olsa gerek. Yanıma varmadan okumla onu öldüreyim.” demiş. Yayını germiş, okunu hazırlamış, biraz daha yaklaşsın diye beklemeye koyulmuş. Bunu gören çoban uzaktan seslenerek; “Ey İran’la Turan’ın şahı, ey ulu Dara; kem gözler senden ırak olsun. Ben düşman değilim. Efendimin atlarını besleyen basit bir çobanım ve işim yüzünden buradayım.”
Haykırışları duyan Dara rahatlamış ve gülerek; “Hey düşüncesiz adam, sana mübarek bir melek yardım etti. Yoksa öldüğün gün, bugündü.”
Çoban da gülerek karşılık vermiş; “İnsan iyiliğini gördüğü efendisine hiç kötülük düşünür mü? Haddimi aşarak size, doğru yolu göstermek ve bu bağlamda öğüt vermek istiyorum. Dostuyla düşmanını ayıramayan sultan, acizdir. Büyükler, küçüklerini bilmeli. Siz, beni sarayınızda defalarca gördünüz; atları, meraları sordunuz. Şimdi ben muhabbet ve hürmetle geliyordum yanınıza. Ancak siz beni tanımadınız. Oysa ben, şu yüzlerce at içinde istediğiniz özellikteki atı hemen bulup çıkarırım. Demek ki çobanlık, akıl-fikir işidir. Siz de benim gibi olun, sürünüzü iyi tanıyın, onları her türlü tehlikeden koruyun.”
Bu öğütler Dara’nın çok hoşuna gitmiş ve hemen oracıkta çobanı ödüllendirmiş. Utanmış kendinden ve içinden; “İnsan, bu öğütleri kulaklarına değil, kalbine yazmalı. Bir ülkede hükümdarın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır” diye geçirmiş.
***
Bu bölümde ise Şirazî'nin sözlerinden bir demet sunuyorum..
Bu sözler daha çok tacı ve tahtı olanlara hitap etmektedir. Her bir söz üzerinde düşünmeniz dileği ile...
***
Taç ve taht geçicidir. Hiç gönüllere girdin mi? Bir kadın zalim olan erkekten çok yüksektir. Köpek de halkı inciten insandan üstündür.
Çoban uyumuş, kurt da sürüde: bu hal akıllı kimselerin beğeneceği şey değil.
Halkın sevgi ve güvenini kazanırsan düşmanı gerçekten yenmişsin demektir.
Eğer mertsen, mertliğinden bahsetme. Sen kendini iyilerden saydıkça kötü olursun.
Eşeğini düşman, vergisini de sultan alıp gittikten sonra o memleketin tacında, tahtında ikbal kalır mı?
Kendi ahlakını düşmanından dinle; dostun gözünde her yaptığın iyidir.
Ey düşüncesiz, tedbirsiz ve akılsız olan nefis, sen tek yoksulluğun yükünü çek, ama kendini gamla öldürme.
Düşmanı dostundan fazla olan kişinin, düşmanı şen, dostu mahzun olur.
Toprağın altında iken gönlü diri olan bir ölü, gönlü ölü olarak yaşayan bir bilginden daha canlıdır.
Düşmanın derisini yumuşaklıkla yüzebilirsin. Sertlik gösterdin mi, dostun bile sana düşman olur.
Irmak kenarından sıcak su iç de ekşi suratlının soğuk gül şerbetini içme.
Elalemi ayıplarıyla anan bir kimsenin senden de teşekkürle bahsedeceğini zannetme.
Aradan bir nice zaman geçmedikçe insanın içyüzü anlaşılmaz.
Hiddetle hemen kılıca sarılan kimse sonra esefle elinin ardını dişler.
Büyük kalarak yaşamanın şartı odur ki her küçüğün kim olduğunu bilesin.
Kuvvetlilerin yükünü zayıflar çekerken padişaha tatlı uyku haramdır.
Eğer yiyip yatmaktan başka bir şey bilmiyorsa, adam hayvandan nesiyle yüksek olur.
Devri kötü olan bir zalim dünyada kalmayacak, ama onun üzerinde ebedi bir lanet kalacaktır.
Değersiz kimselerle savaşmaktan çekin.
Ben damlalardan sel olduğunu çok gördüm.
Sen kendi kaygını sağlığında çek, hısımların hırsa düşerler ölenle ilgilenmezler.
Parayı, nimeti şimdiden ver, çünkü senindir ve senden sonra bunlar senin emrinden çıkacaktır.
Büyüklük gösterişle, lafla olmaz; yücelik dava ile kuruntu ile elde edilmez. Tevazu yüceliği arttırır, fakat gurur seni toprağa serer.
Sen kendinden bahsetme ki, seni başkaları övsünler. Kendini övdüğün takdirde bunu başkalarından bekleme.
İnsan olmak isteyen kişi önce nefsinin köpeğini susturur.
Dostlarına karşı bile uyanık olmalısın. O zaman düşmanından da emin olabilirsin.
Kurdun kafasını, halkın koyunlarını paraladıktan sonra değil, önce kesmek gerekir.
Hedefe, okun gezi elindeyken nişan al, ok yaydan fırladıktan sonra değil.
Herkesin huzurunu kendi rahatına tercih eden kimseye ne mutlu.
Hüner sahipleri, başkalarının gamını çekmekten kendi keyiflerine bakamamışlardır.
Elalem harman kaldırırken, vaktiyle tohum ekmemiş olmak ne gevşekliktir.
Derisini parçalasalar dahi, huda dost hiçbir zaman dostunun düşmanıyla dost olmaz.
Padişahken zulmedersen, padişahlıktan sonra dilenci olursun.
Kafası Zühal yıldızına değen bir padişahla zindanda inleyen züğürdü, başlarına ölüm askeri hücum ettikten sonra birbirinden ayıramazsın.
Şer çıkaranlar- yuvasına nadiren dönebilen akrepler gibidir- gene şer sevdasında giderler.
Yolu takip etmeyen bedbaht süvari, doğru yürüyen yayadan geri kalır.
Düşen her zaman kalkmış değildir.
Çıkrığının ardında ihtiyar kadın lanet ederken, meclisin baş köşesinden gelen aferinlerin değeri yoktur.
Senin iyiliğini isteyen kimse, “yolunda şöyle bir diken var“ diyendir.
Yolunu kaybedene iyi gidiyorsun demek şiddetli bir zulümdür.
Bir iş tedbirle olacaksa düşmanın yüzüne gülmek, savaş çıkarmaktan daha iyidir.
Kaşını çatmamağa çalış, ne kadar zayıf olursa olsun düşmanın dost kalması daha iyidir.
Elinden hayır gelen bir oruç yiyici, dünyaya tapıp yıl orucu tutan kimseden iyidir.
Herkes kuvveti derecesinde yük taşır, karıncaya göre çekirge ayağı ağırdır.
Nice kuvvetli, nice üstün akıllar vardır ki, aşkın havası onları mağlup etmiştir. Çünkü sevda aklın kulağını büktükten sonra, akıl bir daha başkaldıramaz.
Azametli adam kurum satar; çünkü büyüklüğün yumuşaklıkta olduğunu bilmez.
Methü sena ipiyle kuyuya inme, hatem gibi sağır ol da kendi ayıplarını dinle.
***
Tacı ve tahtı olanlar okumazlar ama ben yinede yazayım istedim...
Osman AYDOĞAN
Tamam!.. Git Bahâr
Çekil bu gölgeli yolda gezinme,
Bahar bakışların yine pek sarhoş
Yanılıp gönlüme misafir inme.
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş.
Mâbettir orası, meyhane değil!
Ziyalar, kokular, sesler, çiçekler...
Ömrünün her günü bir başka düğün!
Bülbüller koynunda açtı çiçekler ,
Güller dökülürler göğsüne bütün.
Gerçekten güzelsin, efsane değil.
Altınlı başında papatya niçin?
Sarı saçlarına pembe gül takın!
Git bahar, gönlümde ibadet için
Diz çöken kızları ürkütme sakın!
Kalbime girme, o kâşane değil!..
Git bahar, git bahar… Uzaklarda gül
Denize renginden bırak hediye;
Ufuklarda gezin, semaya süzül,
Kalbime sokulma "Peymâne!" diye,
Gördüklerin kandil… Peymâne değil!
Hâlide Nusret Zorlutuna
(‘’Peymâne’’: Osmanlıca bir sözcük ‘’Kadeh’’ demek, ‘’Kâşane’’ ise ‘’süslü köşk’’, ‘’saray’’ demek.)
"Kadın yazarların annesi" (ümmül muharrirat) olarak anılan, romancı Emine Işınsu'nun annesi ve yazar Pınar Kür'ün teyzesi olan Hâlide Nusret Zorlutuna’nın ‘’Git Bahâr’’ (1919), ‘’Ağla Bahâr’’ (1921), ‘’Gel Bahâr’’ (1936) ve ‘’Bahâr Geldi’’ (1949) isimli şiirleri bir birinin devamı niteliğinde olan şiirlerdir. Şair, Mondros mütarekesiyle başlayan makûs kaderi, tedrici olarak esaretten kazanımlara, kurtuluşa uzanan ulusal başarıları anlatmaktadır birbirinin devamı olan bu şiirleriyle; “Esaret’’ (Git Bahâr), ‘’Yas’’ (Ağla Bahâr), ‘’Çağrı’’ (Gel Bahâr) ve ‘’Muştu” (Bahâr Geldi) olarak.
Hâlide Nusret ipek kalpli bir şair olarak tanınıyor. Sevdiği gençle nişanlanıyor fakat ailelerin anlaşmazlıkları sonucu nişan yüzüğünü iade etmek zorunda kalıyor. Bu kadar narin ve nahif ruhlu olan Sanatkâr ve Şair Hâlide Nusret; yıkılışlar, devrilişler ve savaşların eşliğinde şahsiyetini inşa ediyor. 1926 yılında Süvari Yarbay (sonra da General) Aziz Vecihi Zorlutuna ile evleniyor…
Yukarıda metnini verdiğim ‘’Git Bahâr’’ isimli şiirin yazılma nedeni, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesiyle memleketin içine düştüğü karanlık halin anlatılmasıdır. Bahârın saadet duygusunu yok eden, vatanın esaretidir. Şairin burada kasdettiği mevsim de ilkbahar değil, sonbahar mevsimidir.
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş
Mabettir orası, meyhane değil…
Şair bu dizeleriyle Türk yurdunu, kutsiyetiyle bir mabede benzetmiştir. Mabed ehli, uyanıktır, gaflet perdesini aralamıştır. Miskinlerin, sarhoşların pineklediği bir mekân, yani meyhane değildir.
‘’Kalbime girme, o kâşane değil!..’’ derken Şair yurdun işgaliyle kalbinin, kırık, karanlık ve harap olduğunu anlatıyor... O kalbinin kâşane olabilmesi için ülke üzerindeki kara esaret bulutunun kalkması gerektiğini dile getiriyor.
Çekil bu gölgeli yolda gezinme,
Bahar bakışların yine pek sarhoş
Şair sanki bu şiiriyle (Git Bahâr); ülkenin o karanlık günlerini ve o karanlık günlerden nasıl kurtulduğunu, bu yüce Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlamayan, tarihini bilmeyen, bilmeden ahkâm kesen, tarihini çarpıtan, Arap - Osmanlı hayranı, bu çağdaş Cumhuriyeti bir çiftliğe, bu köklü devleti bir aşirete, bu yüce Türk milletini bir ümmete dönüştürmek isteyenlere sesleniyor: ''Tamam.. Git artık!''
Şair bu seslenişte, ''Mâbettir orası, meyhane değil!'' derken; ''Cumhuriyettir orası, çiftlik değil!'', ''Devlettir orası, aşiret değil!'', ''Meclistir orası, saray değil!'', ''Millettir orası, ümmet değil!'' diye cesurca haykır haykır haykırıyor: ''Tamam.. Git artık!''
Bunları dedikten sonra da kara kışın habercisi o sonbahâr'a isyan ediyor şair; ''Tamam.. Çekil bu gölgeli yolda gezinme!'' diyor şair... ''Bahâr bakışların yine pek sarhoş'' diyor şair... ''Yanılıp gönlüme misafir inme.'' diyor şair... ''Tamam.. Git artık!. Git bahar tamam! Tamam ... Git artık!'' diyor şair... ''Tamam.. Git artık!''. ''Kalbime girme, o kâşane değil!..'' diyor şair... ''Tamam, git bahar, git bahar… Uzaklarda gül!'' diyor şair... ''Kalbime sokulma!" diyor şair...
''Tamam!... Git artık git'' diyor şair...
Git Bahâr
Çekil bu gölgeli yolda gezinme,
Bahâr bakışların yine pek sarhoş
Yanılıp gönlüme misafir inme.
Kapısı kilitli, mihrabı bomboş.
Mâbettir orası, meyhane değil!
Ziyalar, kokular, sesler, çiçekler...
Ömrünün her günü bir başka düğün!
Bülbüller koynunda açtı çiçekler ,
Güller dökülürler göğsüne bütün.
Gerçekten güzelsin, efsane değil.
Altınlı başında papatya niçin?
Sarı saçlarına pembe gül takın!
Git bahar, gönlümde ibadet için
Diz çöken kızları ürkütme sakın!
Kalbime girme, o kâşane değil!..
Git bahar, git bahar… Uzaklarda gül
Denize renginden bırak hediye;
Ufuklarda gezin, semaya süzül,
Kalbime sokulma "Peymâne!" diye,
Gördüklerin kandil… Peymâne değil!
Hâlide Nusret Zorlutuna
Osman AYDOĞAN
''Git Bahâr'' şiirinin orijinal Osmanlıca yazılmış hali:
Kitleler psikolojisi
Yazılarımda üst üste ''Yansıtma'' ve ''Psikolojide geçen bazı terimler'' diye psikolojiden bahsedince bu yazımda da psikoloji konusuna devam etmek istedim... Ancak bu sefer ''kitleler psikolojisi''ne...
Gustave Le Bon (1841-1931) tartışmalı bir Fransız sosyolog ve antropologdur. Aslen bir hekimdir. Toplum ve kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Kitle psikolojisinde akla gelen ilk isimdir. Le Bon faşist liderlere esin kaynağı olmuş bir sosyal bilimcidir, hatta ırkçı olduğunu öne sürenler de vardır.
Le Bon özellikle inançların toplumsal hayata olan etkilerini incelemiştir. La Bon’a göre ünlü bir matematikçi ile kunduracı arasında entelektüel karşılaştırma bakımından uçurum bulunabilir fakat ahlak ve inanç bakımından hiç fark yoktur. La Bon’a göre başlayan devrimler, gerçekte sona eren inançlardır.
La Bon inançların toplumsal hayata olan etkileri konusundaki incelemesinde şu sonuçlara ulaşır: İnsan kesinlikle mantığı ile hareket etmez. İnsan, heyecanlarının ve duygularını esiridir, bu nedenle çok saçma şeyler yapmaya eğilimlidir. İnsan bir şeye inandı mı artık onun etkisinden çıkması oldukça zordur. Katı inançlar, eleştirinin aklın ve mantığın gelişmesini engeller. İnsanoğlu geçmişte inançsız yaşayamadığı gibi gelecekte de inançsız yaşayamayacaktır.
Ve Le Bon’un bu incelemesinin en önemli sonucu da şudur: ‘’Eğer bir milletin inançlarında bir değişim bir reform, bir devrim başlarsa, toplumsal hayat ve kurumlar da baştan sona değişir.’’
Ve Le Bon bu çalışmasını şöyle bitirir: ‘’Reformlar, bir umudun yerine bir başkasını koymaktan öte hiç bir şey yapmadılar, hiç bir zaman"
La Bon 1895 yılına kendisine büyük ün kazandıran ve alanının öncü çalışmalarından biri ve en bilinen eseri olan "Kitleler Psikolojisi" adlı eserini yayınlar. (Alter Yayıncılık, 2009) Devrimlerden ve bilhassa Fransız devriminden nefret eden Le Bon her türlü topluluk gibi temsil işlevi gören meclislerin de kitle psikolojisini yansıtan bir "kalabalık" olduğunu savunur. Ona göre bireyin zekâ seviyesiyle orantılı kararlar almasını önleyen "yığın psikolojisi"; sendikaların, siyasî partilerin ve bilhassa meclislerin çalışmasına egemen olarak batı uygarlığının çöküşünü hazırlıyordu.
Le Bon’a göre milletlerin kaderi kitlelerin ruhunda hazırlanıyor. Ve etkili liderler de kitlelerin ruhunu içgüdüsel olarak bilen psikologlar arasından çıkıyor. Kitlelerin ruhunu iyi tanıdıkları için onlara kolaylıkla hâkim oluyorlar.
Le Bon 123 yıl öncesinden "Kitleler Psikolojisi" eserinde şöyle yazıyordu:
* Milletlerin kaderi artık hükümdar divanlarında değil, kitlelerin ruhunda hazırlanmaktadır.
* Kavimlerin kaderini hükümetler değil, kendi karakterleri tayin eder. Kavimler her zaman karakterleriyle yönetilirler.
* Kitleler bir dereceye kadar uyuyan bir insana benzerler.
* Kitle psikolojisiyle bütünleşmiş insan fikri bağımsızlığını yitirir ve duyguları; cimriyi cömerde, münkiri mümine, korkağı kahramana çevirecek kadar değişime uğrar.
* Kitleler kuvvete saygı duyarlar, kitlelerin yönelimleri ve sevgileri her zaman iyi yöneticilere değil, kendilerini baskı altında tutan zorbalara olmuştur.
* Zayıf bir hükumete karşı ayaklanmaya hazır olan kitle, kuvvetli bir hükumet karşısında esir gibi eğilir.
* Kitlenin ruhuna daima hâkim olan hürriyet ihtiyacı değil, esirlik ihtiyacıdır. İtaate susadıkları için liderleri olduğunu söyleyen kimsenin ardından gidiyorlar.
* Kitleler hiçbir zaman gerçeğe susamamıştır. Hoşlarına gitmeyen mantıksızlıklar karşısında, gerçek dışı eğer kendilerini çekerse, bunu ilahlaştırarak buna yönelmeyi daha üstün tutarlar. Onları hayallere çekmesini bilenler onlara hâkim olurlar ve hülyalarını ortadan kaldıranlar da onların kurbanı olur. Kitlelere, hükmetmenin en iyi yolu, onların bilinçaltındaki hayalleri canlandırmaktır. Kitleler hayallerle düşünür, kitlelerin hayalleri devlet adamlarının kudretinin temelleridir. Kitlelerin hayal gücü üzerine etki etmek sanatı, onları idare etmek sanatıdır.
* Mucizeler ve efsaneler gerçekte uygarlıkların asıl destekleridir. Görünüşler ve gösterişler tarihte gerçeklerden daha fazla rol oynamıştır. Gerçekte olmayan gerçek olana üstün gelmiştir. İnsanlar üzerinde büyük etkileri olan kişiler hakiki kahramanlar değil, efsaneleşmiş kahramanlardır.
* Kitlelerin kendilerine kabul ettirilmiş fikirleri vardır, muhakeme mahsulü fikirleri hiç yoktur.
* Kitlelerin genel karakterlerini parlamentolarda da aynen buluruz; düşüncelerdeki basitlik, çabuk hiddetlenme, telkine yeteneklilik, duygularda aşırılık, önderlerin güçlü nüfuzu.
* Kitle, çobanından vazgeçemeyen bir sürüdür.
* Vatandaşların artan kayıtsızlığı ve acizliği ile hükümetlerin rolü daha fazla büyümeye başlar.
* Bugünkü kitle oluşumlarında insanların zihniyetleri aşağı seviyededir.
* İddia ve tekrar hayatta yarışabilmek için en güçlü araçlardır. Bununla beraber iddianın gerçek bir etki meydana getirmesi için mümkün olduğu kadar aynı kelimelerle tekrar edilmesi gerekir. Napolyon ‘'biricik ciddi söz sanatı tekrardır’' demiştir. İddia olunan şey tekrar edilmek suretiyle sonunda kanıtlanmış bir gerçek gibi kabul edilebilecek kadar ruhlara yerleşir.
* Seçmenler düşüncelerinin ve gururlarının beğenildiğini ve okşanıldığını görmek isterler. Aday olan kimse seçmenlerini pek fazla övmeli ve en olmayacak şeyleri vadetmekten çekinmemelidir. Rakip adaya gelince, onun en rezil bir kimse olduğunu, birçok cinayetler işlediğini, herkesçe bilindiğini, iddia, tekrar ve sirayet yollarıyla ortaya koyarak seçmenler karşısında itibarını kırmalıdır. Burada ispata ve delile benzer bir şey aramaya da gerek kalmaz. Eğer rakip olan aday kitle psikolojisini iyi bilmiyorsa, kendisine karşı kullanılan iftiralara, o iftiralar oranında sözler sarf edeceği yerde birtakım ispatlarla karşılamaya kalkarsa, o andan itibaren kazanma şansını kaybetmiş olur.
* Napolyon, devlet şurasında şu konuşmayı yapıyordu: “Vende Savaşı'nı kendimi Katolik göstererek kazandım, daha sonra kendimi Müslüman göstererek Mısır’a yerleştim, Papa'nın nüfuzunu yaymaya taraftar biri gibi göstererek de İtalya'da papazları elde ettim. Eğer Yahudi bir kavme hükmetseydim Süleyman’ın mabedini yeniden inşa ederdim.''
Ve koca kitap şöyle biter: ‘’Bir ideal etrafında toplanarak uygarlık oluşturmak ve ideal gücünü yitirince çözülüp dağılmak; işte bir milletin hayat seyri bundan ibarettir.’’ Üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir cümledir bu söz...
Floransalı siyasetçi ve yazar Niccolo Machiavelli tarafından yazılmış politika hakkında bilimsel bir inceleme olan ’’Prens’’ (Can Yayınları, 2010) Le Bon’un bu kitabı ile beraber okunmalıdır diye değerlendiriyorum.
İngiliz yazar Alain de Botton ''Statü Endişesi'' (Sel Yayıncılık, 2005) isimli kitabında da Le Bon’u desteklercesine şöyle derdi: ''Gelişmemiş kültürlerde, oturmamış kişiliklerde insanlar, kendilerini hor gören, hâkir gören kişilerin dikkatini çekmek için daha çok çaba harcarlar.''
Gustave Le Bon, Machiavelli ve Alain de Botton Merih gezegeninde yaşayan bir kavmi anlatırlar, bizim toplumumuzla ve bizle hiçbir ilişkisi yoktur!
Osman AYDOĞAN
Psikolojide geçen bazı terimler
Psikolojide geçen bazı terimler var. 04 Mayıs 2018 günü bu terimlerden ''Yansıtma'' terimini anlatmaya çalışmıştım... Bugün yine psikolojide geçen dört önemli terimi daha anlatmaya çalışacağım... ''Yansıtma'' terimi ile ilgili yazımı beğenmişseniz eğer bu yazımı da kaçırmayın derim!
Birinci olarak anlatmak istediğim ‘’sadizm ve sadist’’ terimi:
Sadist, Fransızca kökenli bir kelimedir. Başkalarına acı çektirerek zihnen doyum sağlayan kimse anlamına gelir. Sadist sözcüğü, sadizmin fikir babası Fransız aristokrat ve yazar Marquis de Sade’nin (1740 - 1814) isminden türetilmiştir.
Marquis de Sade yaklaşık 29 yılını hapishanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirir ve en önemli eseri ‘’Sodom'un 120 Günü'’ (Chiviyazıları Yayınevi, 2010)’nü hapishanede yazar... Bir diğer önemli eseri de ‘’Justine'’ (Chiviyazıları Yayınevi, 2000) dir.
Yazılarında ahlakı, yasayı, dini öğeleri dikkate almadan aşırı özgürlüğü (hatta ahlaksızlığı) ve en iyinin zevk olduğunu savunur... Yazılarının çoğunu tutuklu olduğu dönemde yazar. Sadizmin kökeninin onun yazdıklarına dayanır ve "sadizm" kavramı adından türetilmiştir.
Her türlü otoritenin yanlışlıklarını eleştirmekten hayatı boyunca yılmamış olan Marquis de Sade, Bastille zindanına atıldığında, çağlar boyunca geçerliliğini koruyacak şu sözü söyler: “Ey insanlar! Asıl şimdi korkun benden, çünkü beni düşüncelerimle baş başa bıraktınız!”
İkinci olarak anlatmak istediğim ‘’mazoşizm’’ terimi:
Sadizmin acıyı duyan taraf açısından karşıtı olan olgu ise mazoşizm (doğrusu ‘’mazohizm’’ şeklindedir, ancak bir galatı meşhur olarak ‘’mazoşizm’’ olarak bilinmektedir) olup kendisine acı verilmesinden, eziyet edilmesinden seksüel bir zevk alma duygusudur. Genellikle, dövülme, aşağılanma, bağlanma, işkence edilme, vb. seksüel fanteziler içerir. Bazen de kişilerden biri köle olur ve diğer kişi ona tasma takar. Mazoşizmin isim babası Avusturyalı yazar Leopold Ritter von Sacher-Masoch’tur (1836-1895).
Leopold akademisyen olmasına rağmen yoğun bir edebiyat ilgisi ve becerisi vardır. Bu nedenle bir süre sonra akademik hayatını sonlandırıp yazmaya başlar, çeşitli öykü derlemeleri ve romanlar kaleme alır. Adının ünlü psikiyatrist Krafft-Ebing tarafından mazoşizme verilmesine neden olan onun edebi eserlerindeki yoğun mazohist kurgulardır.
Sadomazoşizm ise Marquis de Sade'in adından alınmış olan "sadizm" ve Sacher-Masoch'un adına izafe edilen "mazohizm" sözcüklerinin her ikisinin de aynı patolojik süreçte geliştiğinin ve sık sık birbirinin yerine geçtiğinin kabul edilmesinden dolayı, birlikte anılması tercih edilen bir davranış bozukluğudur.
Üçüncü olarak anlatmak istediğim ‘’narsisizm’’ terimi:
Narsisizmin kökeni Yunan mitolojisine dayanır. Yunan mitolojisindeki hikâye şu şekildedir: Kendine âşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte âşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda '’eko’' dediğimiz yankılara dönüşür.
Olimpos dağında yaşayan tanrılar bu duruma çok kızar ve Narkissos'u cezalandırmaya karar verirler. Günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine âşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü. O şekilde orada ne su içebilir ne de yemek yiyebilir, aynı Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür. Bundan dolayıdır ki Narsisizm; kişinin kendisine tapması, kabaca tabirle kişinin kendisine aşık olması olarak tanımlanan bir terimdir. Bir başka ifade ile; kendini kusursuz görme, sadece kendi düşündüklerinin doğru olduğuna kendini inandırma, karşısındaki insanda sürekli hata arama, tanıdığı tanımadığı insanlara hakaret etme, kendini yüceltme, hakaret ile eleştirmeyi bir sanma gibi nezaket yoksunu insanların genel ruh halini yansıtmaktadır.
Narsisizmin çok özel bir türü de; Roma Sezarları, Mısır Firavunları, diktatörler gibi çok güçlü kişilerde bulunan türüdür. Bu insanlar adeta nefes alıp yürüyen yeryüzü tanrıları gibidirler kendi gözlerinde. Yaşam ya da ölüm gibi önemli doğa olaylarına bile bir tek cümleyle karar verebilmekteydiler. En büyük korkuları güçlerini kaybetmeleri, ölüm, etraflarındaki herkesin kendilerine düşman olmasıydı. Güçlerinin ve şehvetlerinin bir sınırı yokmuş gibi davranmaya çalışırlar, sayısız insan öldürüp, sayısız şatolar kurarlardı. Varlıklarının kendilerinin de çözemediği sorununu insan değilmiş gibi çözmeye çalışsalar da aslında durumları düpedüz deliliktir. Dış dünya '’ben’' olmadığı için, narsisist kişi dış dünyayı anlayamaz/algılayamaz ve bu durum kişide korku yaratır. Diktatör gitgide daha yıkıcı, daha yalnız ve korkak olur.
Dördüncü olarak anlatmak istediğim ‘’hübris’’ terimi:
Narsisizmin bir adım ötesi daha vardır Yunan mitolojisinde. Onun adı da ‘’hübris’’tir. Antik Yunan düşüncesinde ‘’hübris’’ kavramı, kendini beğenmişlik ve gururun uç noktasını anlatır. Hübris; genellikle kibir ile birleştiren gerçeklik kaybını ve bir kişinin kendi yeteneklerini, başarılarını ve becerilerini ve güç pozisyonlarının abartılmış halini ifade eder. Bir başka deyimle hübris; çok şiddetli tutkulardan, en çok da kibirden kaynaklanan bir ölçüsüzlük, bir hadsizlik hali olarak anlatılır. İtidalin, ılımlılığın, ölçülülüğün karşıtı olarak konan ve en büyük suç olarak kabul edilen hübrisin en uç noktası, kibir nedeniyle tanrılara ve kutsallığa karşı işlenen suçlardır.
Aslında hübris, ölçüsüzlükten kaynaklanan sınır ihlallerinin toplamıdır. Dolayısıyla hübrisin tanrılar tarafından verilen kaçınılmaz cezası olan nemesis, suçu işleyen canlı veya cansız varlığın ihlal ettiği sınırların içine çekilmesiyle sonuçlanır. ‘’Nemesis’’ ismi Yunancada “hak ettiğini vermek“ anlamındadır.
''Tarihçilerin babası” diye de anılan Bodrumlu Herodotos hübris-nemesis ilişkisini şöyle anlatır: “Görmüyor musun ki tanrılar, başkalarından büyük olanları kurum taslamaya bırakmaz, yıldırımıyla çarpar? Ama küçüklere bir şey olmaz. Ve görmüyor musun ki yapıların ve ağaçların en yüksekleri, her zaman yukarının gazabına uğrarlar? Zira tanrılar çizgiyi aşanları budamaktan hoşlanır.” Budananlar, olmaları gereken sınırların içine çekilmiş olurlar.
Hübriste sınır ihlali, sadece kutsallığa veya tanrılara yönelik hakaret manasına gelmez. Bir kişinin hak etmediği bir yere gelmeye çabalaması, kendinde aslında sahip olmadığı kudretler vehmetmesi de ciddi bir sınır ihlali sayılır. Sadece antik Yunan mitolojisi değil, dünya üzerinde çeşitli halkların mitleri, destanları, efsaneleri gerekli vasıflara sahip olmadan hak iddia edenlerin başlarına gelenlerin örnekleriyle doludur.
Bir de psikolojide ‘’Hübris -Kibir- Sendromu'' vardır. Popüler Psikoloji dergisinde Türkçesi yayınlanan Oxford’un akademik psikiyatri dergilerinden olan Brain Dergisinde 12 Şubat 2009 tarihinde David Owen ve Jonathan Davidson tarafından yazılan makaleye göre, demokratik ülkelerde tekrarlayan seçim zaferleri liderlerin Hübris Sendromu'na yakalanma olasılığını arttırıyormuş. David Owen ve Jonathan Davidson’a göre sendrom bir “güç zehirlenmesi” ve diktatörler Hübris Sendromuna özel bir eğilim taşıyorlarmış.
Bu hastalarda; kriz dönemleri, savaşlar ve ekonomik felaketler daha fazla kibire yani hübrise neden oluyormuş. Makaleye göre bu hastalığa yakalanan bazı siyasetçileri şu şekilde sıralıyor; Oğul George W. Bush, Tony Blair ve Margaret Teacher.
Makaleye göre tanı koyabilmek için aşağıdaki sayılan 14 dört bulgudan, üç veya daha fazlası bir liderde mevcutsa; o kişi hasta demekmiş.
* Dünyayı, güç kullanımı yoluyla kendini yücelteceği bir yer olarak görür.
* Öncelikle kişisel imajını geliştirmek amaçlı hareket etme eğilimi vardır.
* Görüntüsü ve ifadeleri ile orantısız bir endişe içindedir.
* Mevcut faaliyetleri ile ilgili konuşurken, bir mesih gibi yücelme eğilimi taşır.
* Kendisini ulus veya kuruluşla bir tutar.
* Konuşmalarında kraliyet ailesine özgü bir “biz” ifadesi kullanır.
* Aşırı özgüven gösterir.
* Kendisi için öteki olan grubu açıkça hor görür.
* Diğer insanlar ya da iş arkadaşları gibi sıradan bir mahkemeye değil de sadece tarih ya da Tanrı gibi bir üst iradeye karşı hesap verebilir olduğu duygusunu taşır.
* O üst iradenin yargılamasında, haklı olacağına dair sarsılmaz inancı vardır
* Gerçeklik ile bağı kopmuştur.
* Pervasız, tezcanlı, vesveseli, huzursuzdur, dürtüsel eylemler sergiler.
* Uygulamaların, sonuç ve maliyetlerinin dikkate alınmasını önlemek için, uygulamalarını ahlak, dürüstlük hakkında “geniş tasavvurlarına” dayandırır.
* Aşırı özgüven, işlerin ters gidebileceği düşüncesinden yoksun, uygunsuz politikalar oluşturmasına neden olur.
Bu anlattığım tanımların, psikolojisi sağlam, sapasağlam ülkemizle ve ülkemizdeki kişilerle hiçbir ilgisi yoktur. Ben sadece psikolojide geçen bazı terimleri ve onların kökenlerini anlatmak istedim… Hepsi o kadar...
Ancak psikologlar; sadistlerden, mazoşistlerden, sadomazoşistlerden, narsistlerden ve hübris sendromuna sahip kişilerden uzak durun diyorlar. Benden söylemesi...
Osman AYDOĞAN
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Edebî sanatlarda ‘’tevriye’’ diye bir kavram vardır. Sesteş bir kelimenin bir dizede, beyitte, dörtlükte iki gerçek anlama gelecek biçimde kullanılmasına ve bir sözcüğün yakın anlamını söyleyip uzak anlamını kastetmeye tevriye sanatı denir.
Bu sanatta sözün yakın anlamı söylenir, uzak anlamı anlatılmak istenir. Daha doğrusu uzak anlam ilk anda okuyucu tarafından kavranmayacak biçimde gizlenir. Okur, yakın anlamla oyalanır, ama anlatılmak istenen uzak anlamda gizlidir. Bu uzak anlam şiire ayrı bir güzellik katar.
Tevriye sanatı ile ilgili en iyi örnek Nef’î’nin bir dörtlüğüdür:
Tahir efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zahirdir,
Maliki mezhebim benim zira,
İtikadımca kelp tahirdir.
Bu dörtlükte kullanılan ‘’Tahir’’in iki anlamı vardır: Birincisi ''Tahir Efendi'' anlamında, ikincisi ise ''temiz, pak'' anlamında.
Kelp ise ‘’köpek’’ demektir. Bu dörtlükte hem, köpek temiz hayvandır hem de asıl köpek Tahir Efendi'dir anlamı var. Maliki mezhebinde köpek, temiz hayvandır.
Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiiri de edebî sanatlardan tevriyenin en güzel örneklerinden birisidir. Şiirde geçen ‘’Müjgan’’ ilk anda yakın anlam olarak kadın ismi olarak anlaşılırsa da uzak anlam olarak ‘’kirpik’’ anlamında kullanılmıştır..
Attila ilhan, bu güzel şiiri, güneşten ışık yontabilecek cesarette üç sert adam için (Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan) yazmıştır. Attila İlhan’ın kendi anlatımıyla şiirinin hikâyesi:
“12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı… Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra… Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm.’’ 6 Mayıs 1972
Bu şiir hem Ergüder Yoldaş hem de Ahmet Kaya tarafından bestelendi. Ergüder Yoldaş'ın bestesi gerçekten ''mahur'' makamındayken, Ahmet Kaya'nın bestesi ''nihavent'' makamındadır.
‘’Mahur Beste’’ aynı zamanda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üçlemesinin ilk romanının da ismidir. (Diğer ikisi ''Huzur'' ve ''Sahnenin Dışındakiler’’) ‘’Mahur Beste’’, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zekâ ve yaratıcılığını ustaca konuşturduğu, bir solukta okunan, insanı birden kavrayıp yavaş yavaş, hüzünle yere indiren, ruhta hoş bir seda bırakan, güzel ve çok özel bir kitabıdır. ‘’Mahur Beste’’ ilk kez 1944 yılında tefrika halinde yayınlanmış, roman olarak da ilk 1975'te basılmıştır.
‘’Mahur Beste’’ şiiri Attila İlhan’ın ne kadar güzel bir şiiri ise, ‘’Mahur Beste’’ romanı da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o kadar güzel bir eseridir.
Bir şiir bu kadar mı güzel yazılır, bir şiir bu kadar mı ruha dokunur, bir şiir insanı bu kadar mı hüzünlendirir?
''Tarih tekerrür eder'' derler ama, bir ülke bu kadar mı eskiyi yaşar, döner dolaşır aynı şeyleri tekrar tekrar mı yaşar? Dökülen gözyaşları hep sel olup mu akar?
Bugün yine bir başka 06 Mayıs .. Hem Hıdrellez hem de Pazar... Her zamanki gibi bırakın gamı kederi, kasveti diyeceğim ama... Ama olmuyor işte... Ülke yine o kahır günlerine döner, ülke yine umutsuzluklara, yine karanlıklara gömülür, o mahur beste yine çalar, Müjgan'la ben yine ağlaşırız...
Osman AYDOĞAN
Mahur Beste
Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
https://www.youtube.com/watch?v=YwKWvUQqWv8:
Kimse bilmez…
06 Mayıs 2018
Yazar, müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet Güreli’nin güzel mi güzel bir şarkısı var: ‘’Kimse bilmez’’ Önce şarkının sözlerini vereyim:
Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende,
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde ?
Seher yeli, eser yırtar eteğini gülün,
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün.
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Kimse bilmez, kimse bilmez...
Şarkının sözleri aslında Ömer Hayyam’ın üç ayrı rubaisinden alınan bir şiirdir… Şiirin orijinali ise şu şekildedir:
329.
Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün.
331.
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işde.
361.
Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde.
Önce Hayyam’ın rübailerini tekrar okuyun… Önce bu rubailerdeki basitliğinin içindeki derinliği, boşluğun içinde yoğunluğu, sadeliğin içindeki zenginliği görün…
‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?’’ sorusundaki Hayyam'ın Galileo'dan 400 yıl öncesinde gökyüzünün döndüğünü, yıldızların geceden geceye, gece içinde de yıldızların zamandan zamana yer değiştirdiğini bildiğini, bu bilgiyi bilecek kadar astronomi bildiğini düşünün… Ömer Hayyam'ın sadece şarapçı (!) birisi olmadığını görün…
‘’Seher yeli eser yırtar eteğini gülün, güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün’’ sözleriyle sanki bülbülün değil de sizin yüreğinizin çırpın çırpın çırpınışını bir nasıl anlattığını görün…
‘’Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende’’ sözleriyle de tüm bir gelip geçenlerin geçtikten sonra içinizde bıraktığı gözyaşlarının, seher vakti çiçeklere düşmüş çiğler gibi kaldığını ve bunları da kimseciklerin görmediğini size söylediğini görün…
‘’Kimse bilmez’’ bilenlere çığlık çığlığa bir haykırıştır, bilmeyenlere ise kutsal bir isyandır…
Herkes yaşamını sürdürür, günlük telaşın hay huyu arasında günler akar gider, bu telaş içinde yıldızlı göklerin döndüğünü kimse görmez bazen... Ama siz ısrarla sorarsınız bir feryâd bir figân halinde, çığlık çığlığa: ‘’Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?’’ Kimse bilmez, kimse merak da etmez zaten.
Bulutların geçip, çimenlerde gözyaşlarının kaldığı gibi gözyaşlarınızın da seher vakti çiçeklere düşmüş çiğler gibi kaldığını kimse bilmez, kimse merak da etmez zaten...
‘’Kimse bilmez’’, Immanuel Kant'ın Almanya'da Königsberg sarayında bronz anıtında yazılı ‘’Pratik Aklın Eleştirisi’’ (Kritik der praktischen Vernunft) isimli kitabından alınmış şu sözleri aklıma getiriyor; “Üzerinde düşündükçe iki şey ruhumu daima yeni ve giderek artan bir hayranlık ve saygı ile dolduruyor: Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlâk yasası.’’ (Zwei Dinge erfüllen das Gemüt mit immer neuer und zunehmender Bewunderung und Ehrfurcht, je öfter und anhaltender sich das Nachdenken damit beschäftigt: Der bestirnte Himmel über mir und das moralische Gesetz in mir.)
Mehmet Güreli de bu şiiri çok güzel yorumlamış... Mehmet Güreli’den bu yorumu dinlediğinizde içinize huzur, ruhunuza dinginlik, zihninize ferahlık gelir… .
Şarkıyı Mehmet Güreli dışında Zuhal Olcay, Güvenç Dağüstün ve Jülide Özçelik gibi sanatçılar da seslendirmiş ama ben ille de Mehmet Güreli derim… Belki bir de Zühal Olcay…
Mehmet Güreli’den bu müziği dinlediğinizde her vurgusu insanı bir daha vurur…
Bugün Pazar ya... Şimdi bırakın gamı, kederi, günlük telaşın hay huyunu, Mehmet Güreli’den bu eserini dinleyin…
Sizlere güzel bir Pazar, güzel bir Hıdrellez dilerim…
Osman AYDOĞAN
Mehmet Güreli, ‘’Kimse bilmez’’:
https://www.youtube.com/watch?v=PHo5U9Rios0
Zuhal Olcay, ‘’Kimse bilmez’’:
https://www.youtube.com/watch?v=-sH4xWn7q4k
Yansıtma
Yansıtma, psikopatolojide paranoya le birlikte anılan bir savunma mekanizmasıdır. Bir tür davranış bozukluğu ve ruhsal rahatsızlıktır. İnsanda duygu, düşünce, algı ve karar verme yetisinin sağlıksızlaşmasıyla ortaya çıkar.
Aslında toplumsal koşullarda, hele de içinde bulunduğumuz çağda, çoğu insanın sırf kendini korumak ve savunmak için başvurduğu çok doğal ve masum bir davranış olarak düşünülür, ancak derinliğine incelendiğinde hiç de öyle olmayıp, çok ciddi, önemli ve hatta tehlikeli bir rahatsızlık olduğu görülür.
Her ne kadar günlük yaşam içinde bu halden mustarip pek çok kişiye rastlandığı için, durum yine de normal düzlemde tanımlanabilse de, bu bulgunun pek çok patolojik rahatsızlığın da temelinde yer aldığı saptanmıştır. O nedenle ihmal edilemeyecek önemde ciddi bir bozukluktur.
Tipik özelliği, bu kişilerin asıl kendisine söylemesi gerekenleri karşısındakine söylemesidir; Ya da, kendine yakıştıramadıklarını, başkalarına yakıştırmasıdır.
Bireyin kendine ait kusur ve yanlışlarını karşısındakine mal edip, kendini karşısındakine yansıtmasıdır. Rahatsızlık, “yansıtma” adını zaten bu özellikten alır.
Kişi makbul olmayan kendine at özellikleri ve davranışları, direk karşısındaki kişiye yansıtıp, bunlar sanki karşısındaki kişinin özellikleri ve davranışları imiş gibi, ona yükler, onu yanlışlar.
Bir anlamda da bu, kişinin ayna karşısında kendine söyleyeceklerini başkalarına söylemesi gibidir. Zaten böyle bir bozukluk en kesin o zaman gözlemlenir.
Başkalarına ayna tutmak üzere bir şeyler söylerken fark edersiniz ki, eleştirdiği o şeyler tam da o anda bile bizzat kendisi yapmaktadır.
Ve yine asıl kendi yapmakta olduğu bazı makbul olmayan davranışları, sanki siz yapmışsınız gibi, size mal edip, sizi eleştirmesiyle de son derece belirgindir.
Genellikle kişi ilk zafiyetinden ve aşağılık kompleks le paranoyanın da eşlik ettiği ego kaygısından kaynaklanır. Kişi bilinç düzeyinde, aslında "bilmeme"nin ego’da yarattığı belirsizlik ve sapma le yanılgıya düşer ve “zan”lar üretir.
Yansıtma, bunların tümünün birden sonucu ve hepsini kapsayan bir bozukluktur.
Kişi, kendinde birtakım eksiklikler olduğu için, bunu ödünleme yoluna giderek, kendini bir havalarda ya da ayrıcalıklı ve üstün görme ve gösterme haller geliştir. Kibir gibi mesela. Çünkü önemsenme ihtiyacındadır ve o kendi fazlaca önemsediğinde, ya da kendini önemli gösterdiğinde, başkalarının da onu önemseyeceğe yanılgısına düşer ve önemsetmeye çalışır.
Kendi eksikliklerini ve aç olduğu erdemler ödünlemek adına, hele de o erdemler bir başkasında görürse, tıpkı aç bir hayvanın açlık dürtüsüyle avına saldırdığı gibi, kendi önemseme ve önemsetme açlığından dolayı, tamamen ilkel bir içgüdüyle, yani aslında yaptığının da pek bilincinde olmayarak, o kişiye ve aç olduğu o erdemlere saldırır.
Kendi hatalarını ya da makbul olmayan davranışları karşısındakine yakıştırıp, asıl kendi yapmaması gerekenler karşısındaki sanki öyleymiş veya öyle yapıyormuş gibi bir kabulle ciddi bir yanılsama ve yanılgıya düşer.
Bu arada kendinde olmayan özellikleri de kendine mal edip, karşısındakinde öyle özellikler yokmuş gibi davranır.
Adeta, kendinden başka hiçbir önemli ve değerli insan olmadığına karar vermiş gibi davranarak, kendindeki eksikler ödünlemeye, kendini iyi hissetmeye çalışır.
Bu çok önemli yanılgı, kişinin kendi içinde kabullenmediği duygu, düşünce, niyet ve eylemleri, karşısındakine aitmış gibi sanıp ona sardırması şeklinde kendi gösterebileceği gibi; kendi suçunu bir başkasına atmak; yaptığını inkâr etmek; kusurlarını reddetmek;
kendini makbul yaptıklarını makul ve makbulmüş gibi görmek; salt kendini mükemmel görüp, başkasını küçümsemek; kendinde olmayan erdemler varmış gibi göstermek; karşısındakini öyle erdemlere sahip değilmiş gibi kabul etmek;
kendinde olan kusurları başkasına mal edip onu öyle görmek ve göstermeye çalışmak; kendinden üstün olanları, öyle düşünmese bile dürtüsel bir refleksle kendine tehlike sayıp, sırf bu nedenle onu küçük düşürmek, zor durumda bırakmak, suçlamak, yargılamak, kınamak, eleştirmek, büyüklük/üstünlük/bilmişlik taslamak, ezmeye ya da sindirmeye veya caydırmaya çalışmak, yönetmeye ve yönlendirmeye kalkmak şeklinde de kendi gösterebilir.
Ve bunları çoğunlukla alay eder ve dalga geçer tarzda yapması, karşısındakini küçük düşürücü, aşağılayıcı, saygısız, zaten haksız ve yersiz hatta hakaret edici ve hiç olmadık tarzda veya hiç gerekmediği halde anlamsız ve mantıksız veya aykırı bir şekilde yapması da dikkat çekicidir.
Zaten ego zafiyeti onu dikkat çekmeye yönlendirir. Çünkü ilgiye, sevgiye dolayısıyla kendi iyi hissetmeye açtır. Saygı göstermez, ama saygı bekler. Üstüne alınma ve güven problemler de vardır. Çünkü zaten kendine güvenmediği için başkalarına da güvenemez. Aslında kuşkulardadır, ama bunu dışarıya eminlik olarak yansıtır. Şımarıklığa da son derece yatkındır. Pohpohlanmaya da tabi ki fazlasıyla açıktır. Zira normalden de fazla bir onaylanma açlığı içindedir. Ama onaylanamaz şeyler yapar… Bu bile tek başına, bir kişide bir bozukluk olduğunun zaten yadsınamaz göstergesidir. Böylelikle kendi kendine yapay bir ego tatmin sağlamış ve/ya kendine yine yapay bir haklılık kazandırmış olduğunu düşünür. Çünkü zaten sadece kendi haklı görmeye fazlasıyla muhtaçtır. Ama gerçek bir tatmin ve haklılık değildir tabi bu. Yine sadece kendi yanılgısı/yanılsamasıdır.
Bir kişilik sorunsalı ve algı yanılgısı halde olan bu durum, aşırı ve sürekli olursa kişinin kendisini doğru tanıyıp değerlendirmesini bozduğu gibi; derecesine göre, aynı paralelde önemli algı ve düşünce sapmalarına; giderek daha da büyük yanılgılara; hatta taşkınlıklara ve halüsinasyonlara yol açacak kadar tehlikeli olabilir ve sadece bu rahatsızlığa sahip kişilerin kendilerine değil, onların bulundukları ortama ve etraflarındaki diğer insanlara da yansıyan zarar verici ve başkalarını da yanıltıcı bir nitelik ahzeder. Bunun da özellikle bulundukları ortam için ne denli ciddi bir sorun olduğu açıktır ve bu nitelik, böyle bir bozukluğun kesinlikle ciddiye alınmasını şart kılar. Zira bu rahatsızlığa sahip kişilerin kendileri zaten huzursuz olduklarından huzur bozucudurlar ve hem kendileri hem de başkaları için bulundukları ortamda da sorun, haksızlık, saygısızlık ve zarar kaynağıdırlar.
Bu tür olumsuz ve kötü sonuçları önlemek için tatbikî öncelikle bu kişilerin psikolojik destek almaları şarttır. Ancak bunun yanı sıra, bu tip davranış bozukluğu olan kişiler her ortam içinde serbestçe dolaştıklarından, bulundukları ortamdaki diğer insanların bunlara gösterecekler doğru tepkiler de, zararın önlenmesinde yararlı olabilecektir.
Bu ve benzer durumlarda doğru tepkilerin neler olabileceğini, hem çeşitli açılardan, hem de özellikle sebep sonuç ilişkisi bağlamında irdelemek üzere, yer geldikçe diğer bazı yazılarımda ele almaya çalışacağım.
Sağlıklı, sorunsuz ve yanılgısız günler dilerim.
***
Psikolog Filiz Alev, 09.04.2011 tarihli yazısında böyle diyordu… Ama yeni nesil psikologlar işte böyle uzun uzun anlatıyorlar. Hâlbuki Halil Cibran kısaca bir cümleyle özetlemişti konuyu: ‘’İnsanlar aynaya bakarak, aynada gördüklerini başkaları hakkında söylerler.’’
Halil Cibran’ın sözünden sonra bana söyleyecek söz kalmıyor ama yine de bir cümle de ben söylemeden edemeyeceğim. Ama söyleyeceğim söz de Halil Cibran’ı başka kelimelerle tekrarlamaktan başka bir şey değil:
‘’İnsanların ağızlarından çıkan sözler, başkalarına ait suçlamalar ve ithamları sadece ve sadece kendilerini anlatır.’’
Eğer inanmıyorsanız TV’deki, basındaki ve meydanlardaki hatiplere iyi bakın, onları iyi dinleyin. Sonra da ülkemizde yaşanan son on yılı bir bir hatırlayın, anımsayın, gözden geçirin. İşte o zaman Psikolog Filiz Alev’in üç sayfa yazıda anlatmak istediğini, Cibran’ın bir cümle ile ne demek istediğini bir çırpıda anlarsınız. İsterseniz yazıyı bu gözle bir daha okuyun... İşte o zaman daha iyi anlarsınız...
Ama uzun söze ne hacet... Zaten atalarımız bütün bu yukarıda demek istediklerimizi dört kelimede özetlemişler:
''Kem söz sahibine aittir.''
Psikolog Filiz Alev gibi ben de yüce Türk milletine sağlıklı, sorunsuz ve yanılgısız günler dilerim.
Osman AYDOĞAN
Muhyiddin Abdal
İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim.
‘’Zahid bizi ta'n eyleme’’ şiiriyle tanıdığımız Muhyiddin Abdal 16. yüzyıl kaynaklarında ismi geçen tasavvuf edebiyatının önemli şairlerindendir. Bektaşî ulularından biri olarak kabul edilir.
Edirne ile Kırklareli arasında yer alan ve eski adı Çöke olan Hacıdanişment köyünde yaşamış olduğu bilinmektedir. Muhyiddin Abdal ‘’Seyrannâme’’ isimli şiirinde Çöke'den başlamakta ve pek çok yeri gezdikten sonra tekrar Çöke'ye dönmektedir. Bütün yaşamı boyunca belde belde dolaştığı ve 1529 yılında vefat ettiği tahmin edilmektedir. "Muhyiddin Baba Türbesi" olduğu söylenen yer ise Edirne'nin Lalapaşa ilçesine bağlı Hacıdanişment ile Vaysal köyleri arasında bulunan "Muhittin Baba Tepesi"ndedir…
Muhyiddin Abdal şiirlerinde, Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesimî, Fazlullah, Hacı Bektaş Velî, Otman (Utman) Baba, Şahkulu, Kumral Baba ve Akyazılı gibi Kalenderîlerin ve Bektaşîlerin ulu saydıkları kimselerden bahseder. Hece vezni ile Hurufi anlayışta yazdığı şiirlerini küçük bir divanda toplamıştır. Çukurova Üniversitesinde Bayram Durbilmez tarafından 1998 yılında “Muhyiddin Abdal Divânı’’ adlı bir doktora tezi yapılmıştır.
Muhyiddin Abdal bir şiirinde günümüzün insanına şöyle seslenirdi:
‘’Besleme gazab atını
çekersin zulümatını
tepele nefsin itini
zarar gelmesin bedene’’
Muhyiddin Abdal’in ‘’İnsan insan’’ isimli şiiri Fazıl Say tarafından bestelenerek Güvenç Dağüstün, Cem Adrian, Selva Erdener ve Burcu Uyar tarafından seslendirilen eserin bağlantısını, ve şiirin tamamını aşağıda veriyorum… Arkasından da şairin ‘’Zahid bizi ta'n eyleme’’ ve ''Seyrannâme'' isimli şiirlerini veriyorum...
Şimdi bırakın gamı, kederi, kalını, inceyi bu şaheseri dinleyin derim… Sonra da şiiri her bir dizesi üzerinde düşüne düşüne okuyun derim... Yürekte acı bırakan ne varsa içinde barındıran, Türkiye’nin son on yılına bir feryâd, bir figân halinde ses olan, bu ülkeye ve bu ülkenin son on yılına yakılmış en güzel ağıttır diye düşünüyorum…
İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim. Can can deyu söylerlerdi, ben can nedir şimdi bildim…
Osman AYDOĞAN
https://www.youtube.com/watch?v=fEzpsVi1Qd0
İnsan insan
İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyu söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim
Kendüzünde buldu bulan
Bulmadı taşrada kalan
Mü’minin kalbinde olan
İman nedir şimdi bildim
Takvâ ehlinin sattığı
Mü’minlerin ok attığı
Münkirlerin şekk ettiği
Güman nedir şimdi bildim
Bir kılı kırk yardıkları
Birin köprü kurdukları
Erenler gösterdikleri
Erkân nedir şimdi bildim
Sıfât ile zât olmuşum
Kadr ile berât olmuşum
Hak ile vuslat olmuşum
Mihman nedir şimdi bildim
Muhyeddin eder Hak kadir
Görünür her şeyde hâzır
Ayan nedir pinhan nedir
Nişan nedir şimdi bildim
Küçük bir sözlük:
Münkir: İnkâr eden.
Şekk: Şüphe, zan.
Güman: İnanç.
Mihman: Konuk, misafir.
Ayan: Gözle görülen, açık, belli.
Pinhan: Gizli, saklı, gizlenmiş, mahfi.
Kendüz: Kendi özü, nefs, can, ruh.
Muhyiddin Abdal’ın şiirinde geçen "Müminin kalbinde olan / İman nedir şimdi bildim" kısmı Fazıl Say’ın bestelediği eserinde "Canların kalbinde olan / İnanç nedir şimdi bildim" olarak değiştirmiş…
Zahid bizi ta’n eyleme
Zahid bizi ta'n eyleme
Hak ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazret' e varır yolumuz
Sayılmayız parmağ ile
Tükenmeyiz kırmağ ile
Taşramızdan sormağ ile
Kimse bilmez ahvalimiz
Erenler yolun güderiz
Çekilip hakk'a gideriz
Gaza-ı ekber ederiz
İmam Ali'dir ulumuz
Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik beli
Gören bizi sanır deli
Usludan yeğdir delimiz
Tevhid eden deli olmaz
Allah diyen mahrum kalmaz
Her seher açılır solmaz
Bahara erer gülümüz
Muhyî sana ola himmet
Aşık isen cana minnet
Elif Allah mim Muhammed
Kisvemizdir dalımız
Seyrannâme
Çöke'den temâşâ ettim
Beypınar'ın gölün gördüm
Balkan'ın Tanrı dağının
Boz bulanık selin gördüm
Nesin öveyim şarının
Misli cennettir yerinin
Tekirdağ'ın, Ereğli'nin
Gâyet hızlı yelin gördüm
Bir söz diyeyim inanın
Şeklini pîrlere tanın
Şehr-i âzâm Edirne'nin
Mis kokulu gülün gördüm
Erenler Hulkî Hasan'ın
Mânâ bahrine düşenin
Hasköy'le Kırkkilise'nin
Muhabbetli dilin gördüm
Hayranım dağlı dilinin
Rengi hiç solmaz gülün
Uzunköprü Hayrebol'un
Esirik bülbülün gördüm
Andan aşağı yalının
Mihri Muhammed Ali'nin
Güzelce, Gelibolu'nun
Boyu selvi dalın gördüm
Şerhin ideyim bu hâlin
Sözümün nicesin bilin
Silivri’yle İstanbul'un
Gâyet asîl ilin gördüm
Hakikat gerçek er isen
Hüneri türlüdür bunun
Kabahüyük'le Çorlu'nun
Savurganlı yelin gördüm
Nihâyeti olmaz sözün
Şikârı turnadır bazın
Babaeski'yle Burgaz'ın
Hak kudretten elin gördüm
Eyyâmı seher yâdının
Yemi şekerdir tûtînin
Mâhiyânın her seyrinin
Rûşenâ cemâlin gördüm
İki cihan hep doğrunun
Yeri mi olur eğrinin
Cân kuşu gönül murgunun
Zehi perr ü bâlin gördüm
Muhyiddin Abdâl'ım nice
Cihâna gelmiştir ance
Oddan ıssı, kıldan ince
Erenlerin yolun gördüm
Muhyiddin'im yârenlerin
Doğru yola varanların
Çöke’deki erenlerin
Hoş sâhip kemâlin gördüm
Muhyiddin Abdal
Kalbimdeki bir yara: Galiçya
03 Mayıs 2018
29 Nisan 2018 tarihinde anlattığım Kût Muharebesi Birinci Dünya Harbi’nin Irak cephesi içerisindeki bir muharebe idi… Irak cephesi bana yine kalbimdeki bir yarayı yani Birinci Dünya Harbi’ndeki bir başka cepheyi hatırlattı: Galiçya cephesini…
Geçmiş yıllarda Macaristan’a heyet başkanı olarak resmî bir ziyarette bulunmuştum… Ziyaretimizin ilk günü, karşılamadan sonra büyükelçilikteki görevlinin yönlendirmesiyle Budapeşte'de, Osmanlı'nın son Budin Beylerbeyi olan Abdurrahman Abdi Paşa'nın mezarına çelenk koymuştuk. (Osmanlı vezirlerinden Abdurrahman Abdi Paşa, 17'nci yüzyılda yaşar. Arnavut kökenli Abdi Paşa, Budin Valiliği sırasında Haçlı Ordusunun kuşatmasına karşı durur ve 3,5 aylık kuşatma süresince 18 kez Haçlıları püskürttür. Abdi Paşa, askerleriyle ön saflarda savaştığı sırada 70 yaşında şehit olur. Budin'e daha sonra yerleşen Macarlar tarafından Abdi Paşa'nın şehit olduğu yere dikilen mezar taşında, "Kahraman düşmandı, rahat uyusun." ifadesi yazılıdır. Kitabedeki tam ifade şu şekildedir: "145 yıllık Türk egemenliğinin son Buda Valisi Abdurrahman Abdi Paşa bu yerin yakınında 1686 Eylül ayının ikinci günü öğleden sonra, yaşamının 70. yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı. Rahat uyusun." Çelenk koyduğumuz yer bu mezardı...)
Bize refakat eden üst düzey Macar görevliye ‘’ben bu çelengi saymıyorum’’ dedim ve asıl çelengi Galiçya Türk şehitliğine koymak istediğimi ifade ettim… Ziyaretimizin son gününde de resmî çelengimizi bu şehitliğe saygı duruşu ile ihtiramla ve dualarla koyduk… Bu şehitlikte Galiçya Cephesi'ndeki kolordunun vermiş olduğu 12 binin üzerindeki şehitten Budapeşte civarında bulunan ve buraya nakledilen 512 şehit yatmaktaydı. Anıt mezarlarda ‘’Türk oğlu Ahmet’’, ‘’Türk oğlu Mehmet’’ diye ama bir kısmı da ‘’Meçhul asker 1916’’ diye yazardı…
Benim için bütün bir dünya tarihi bir tarafa ama Birinci Dünya Harbi bir tarafadır… Birinci Dünya Harbi hatıralarını her okuyuşumda sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosu aklıma gelir:
‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’
Birinci Dünya Harbi deyince Mazi kalbimde bir yaradır… Hele hele Galiçya denince işte beni ağlatan bu hazin hatıradır.
Neden mi? Gelin size kısaca anlatayım…
Osmanlı Devleti, 1911‘de İtalya ve 1912- 1913 yıllarında Balkan Savaşlarından yenik çıkmış yaklaşan dünya savaşında kendisini güvenceye almak için önce, İngiltere – Fransa - Rusya ile anlaşma imkânları aramış fakat bulamamıştır.
‘’Drang nach Osten’’ (Doğu’ya yönelim) politikası gereği Osmanlı toprakları üzerinden Orta Doğu’ya açılmak isteyen Almanya da Osmanlı İmparatorluğuna yaklaştı. Özellikle Enver Paşa Almanlarla işbirliğine girdi. Almanya ile işbirliğine giden Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranıydı.
Almanya’nın ise bu işbirliğinden çok daha farklı niyetleri vardı. Almanlar kendi araştırmalarında Mezopotamya’da petrol yatakları olduğunu keşfetmişlerdi. 1871’de birliğini henüz yeni sağlamış Almanya’nın hem yeni pazarlara ve hem de hammadde ve petrol kaynaklarına ihtiyacı vardı. İngiltere ve Fransa ile dünyayı paylaşım yarışında geç kalan Almanya için Anadolu, Suriye ve Mezopotamya Almanya’nın ‘’Hindistan’’ı olabilirdi.
Alman şövenistler de Alman halkının Ukrayna’ya, Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya yerleştirilmelerini istiyorlardı. Daha 1848 yılında alman ekonomist Ruscher Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra Almanya’nın miras olarak Anadolu’yu alacağını düşünüyordu.
1897 yılında, Türkler tarafından çok sevilen ve Türkleri çok seven General von der Goltz ise Türklerin İstanbul’u terk ederek Anadolu ve Mezopotamya’ya sürülmelerini ve Alman yönetimi altında buraları reforma tabi tutmaları gerektiği teklifini yapıyordu.
‘‘Alman Birliği’’ örgütü ise kurulduğu 1890 yılından itibaren Alman halkının Anadolu’ya yerleştirilmeleri ve Anadolu’nun Almanya’nın bir kolonisi olması gerektiği propagandasını yapmaktaydı. ‘’Alman Birliği’’nin başkanı Prof. Hasse’nin yayınladığı bir broşürün adı da ‘’Osmanlı mirasında Alman hakları’’ idi. Onun fikrine göre İngiltere’nin Hindistan’a yaptığı gibi alman bilimi Anadolu ve Mezopotamya’yı bir alman toprağı haline getirebilirdi.
1886 yılında Dr. Aliys Sprenger, Anadolu’nun diğer devletler tarafından istila edilmeyen yegâne bir yer olduğunu söylüyordu. Eğer Almanlar burayı Ruslardan önce ele geçirebilirlerse dünyanın en iyi parçasını almış olurlardı.
Pancermenist Dr. K. W. Stettin’e göre ise Almanya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu birleşerek tek bir imparatorluk teşkil etmeliydiler. Elbe ağzından Fırat ağzına kadar uzanan böyle bir imparatorluk yüksek ve soylu bir ulusa layıktı. Böyle bir imparatorluğun Alman yönetimi altında olacağından da hiç şüphe yoktu tabii ki.
Yeni Alman politikası İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı yönlendirilmişti. İngiltere Süveyş kanalını işletmeye açtıktan sonra Almanya, Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa ile rekabet edebilmek ve buraya ulaşabilmek amacıyla Berlin - Bağdat demiryolunu inşa etmek istedi. Türkler bu yatırım sayesinde ülkelerinin kalkınacağını umut ederken, Almanya ise bu hattan nasıl istifade edebileceği hesabını yapıyordu.
Almanlar imtiyazını daha Abdülhamit zamanında aldıkları ve inşasına başladıkları İstanbul-Bağdat demiryolu hattının iki yanına Alman göçmenler yerleştirmeyi resmen talep etmişlerdi. Abdülhamit bu isteği geri çevirdi. Göçmen görüşmelerini yürüten Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa anılarında, “O zamanki Alman siyaseti, hattın iki tarafını Alman muhacirlerle iskân etmek ve buralarını bir Alman sömürgesi haline getirmek amacını güdüyordu’’ der.
Müttefikimiz Almanya’nın planları ve düşünceleri bu iken Başkomutan Vekili Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranı idi.
Sadece Enver Paşa ve bir kısım subaylar değil, özellikle birçok Osmanlı entelektüeli de aşırı bir Alman yanlısıydılar. Pantürkist Yusuf Akçura, Almanya’nın gelecekte Asya’nın kültürünü pozitif olarak değiştirebileceğine inanmıştı.
Daha sonra, İstiklal Marşımızın şairi olacak olan Mehmet Akif’in şu dizeleri kaleme almış olması, ne durumda olduğumuzun en güzel göstergesidir:
“Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın,
O halde fikir ile vicdana sahip insan;
Bilir misin ki, senin şarka meyleden nazarın
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların”
Kısacası Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı öncesinde, Almanya’nın yanında yer almak, devletin bekası ve ulusal çıkarlar açısından tek akıllı tutum, tek seçenek olarak görülüyordu. Bu görüşte olanların arasında yer alan Mehmet Akif, dürüstlüğü, yurtseverliği tartışma götürmez, tertemiz bir insan ve seçkin bir şairdi.
Bu şartlar altında Almanya Enver Paşa’yı ikna etmesi sonucu Osmanlı Devleti 11 Kasım 1914’de Rusya, İngiltere ve Fransa’ya karşı harp ilan etmiştir. Bu şekilde Osmanlı Devleti Almanların yanında Birinci Dünya savaşına girmiş oldu.
***
Birinci Dünya savaşı genel olarak bir Almanya –İngiltere hesaplaşması idi… Birinci Dünya Savaşının İngilizler açısından ağırlık merkezi Hindistan ve Hindistan yolunun güvence altına alınması idi… Çünkü 20. Yüzyılın başındaki jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu maksatla savaş öncesi yapılan yığınaklanma da İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşında ana mihverinin ve ağırlık merkezinin Körfez, Basra ve Irak olacağını göstermekteydi.
Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardı. Bunlar İngiltere ve Rusya idi. Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıydı: İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.
Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardı. 1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştı. 1914’te Irak’taki Ordu kâğıt üzerinde üç tümene çıkarılmıştı ama İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştı.
Sonuç olarak; Osmanlının savaş öncesi yığınaklanması hiç de Osmanlının maruz kaldığı tehditlere dönük olarak yapılmamıştı.
Askeri harekât, İngilizlerin 06 Kasım’da Basra Körfezi’nde Fav’a çıkartma yapması ve Rusların 08 Kasım’da doğu sınırını tecavüzleri ile başladı. 1914 yılının en önemli savaşı, 22 Aralık 1914’te başlayıp, 04 Ocak 1915’te biten Sarıkamış Harekâtı idi. 1915’te ise 14 Ocak 1915 ’te başlayıp 15 Şubat’a kadar süren Kanal Harekâtı ve 18 Mart 1915’te önce deniz harekâtı ile başlayıp sonra karaya intikal eden ve yılsonuna kadar süren Çanakkale Harekâtı idi.
Birinci Dünya Savaşının başlangıcında Almanlar önce Belçika’ya ve 20 Ağustos 1914’ten itibaren de Fransa’ya taarruz ve işgal ettiler. Fakat Alman taarruzları Marne’da durduruldu. Almanların savaş sonuna kadar beş büyük saldırısına rağmen, muharebeler bu bölgede kilitlendi ve kesin sonuç alınamadı.
Doğu Avrupa’da ise askerî harekât, Rusların Almanya ve Avusturya-Macaristan’a taarruzuyla başladı. Rus ilerlemesi, Almanlar tarafından Tannenberg’de durduruldu. Buna karşılık Ruslar Galiçya’da başarılı oldular ve Doğu Galiçya’yı ele geçirirler. Osmanlı Ordusu, işte bu muharebelerin devamı sırasında bu bölgede, Galiçya’da görev aldı.
Galiçya; Orta Avrupa’da bulunan 80.000 km2’lik bir coğrafya parçasıdır; kuzeyinde Polonya, doğusunda Ukrayna, güneyinde Romanya ve batısında Macaristan ve Slovakya bulunur, Podolya Yaylası ve Karpat Dağlarının kuzey yamaçlarını içinde barındırır.
Osmanlı Ordusunun, Türk ve Alman Kurmaylarının işbirliği ile hazırladıkları Birinci Dünya Harbi harekât planının temel ilkesi, savaşın kesin sonuç bölgesi olan Avrupa Cephelerinde Alman Ordusunun yükünü hafifletmesine dayanıyordu. Başkomutan Vekili Enver Paşa da böyle düşünüyordu. Bu sebeple 1916 yılı başların da Çanakkale Cephesinde serbest kalan birliklerin (15. Kolordu) Avrupa Cephesine yardımcı olacak bir bölgede kullanılabileceğini, müttefiki Alman ve Avusturya—Macaristan Başkomutanlıklarına bildirdi.
Bu birliklerin Avrupa Cephesine yardım edecek bir bölgede kullanılması konusunda Enver Paşa’nın yaptığı teklif, başlangıçta hem Alman siyasi makamlarınca hem de Alman Başkomutanlıklarınca geri çevrildi. Fakat Rusların 04 Haziran 1916’da Galiçya’da başlattıkları taarruzun büyük bir başarı kazanması ve bölgedeki Alman, Avusturya—Macaristan Ordularının çok ciddi sıkıntılar içine düşmesi üzerine, bu kuvvetlerin süratle bölgeye gönderilmesi, Osmanlı Başkomutanlığından talep edildi.
Osmanlı Başkomutanlığı, Galiçya’da göndermek üzere l5’inci Kolorduyu görevlendirdi. Bu maksatla da 15. Kolordu en iyi askerlerle takviye edildi ve en iyi silah ve teçhizatla donatıldı… (Galiçya’da harekâtın gelişimini konuyu dağıtmamak için yazının sonuna ekliyorum. İlgilenen okuyucu buradan okuyabilir.) Ancak şunu söyleyeyim ki Galiçya’daki muharebeler esnasında, Avusturyalı ve Alman komutanlar Türk askerlerini Rus ordusunun yoğun top atışlarına karşı "top hakkı" yani kurbanlık kıtalar olarak kullandılar… Müttefik Avusturya askerlerinin Türk askerlerine ‘’Kanonenfutter’’ yani "top yemi" demelerinin nedeni de budur!
***
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devletini çok kötü şartlar altında yakalamıştı. 1877 - 1878 Osmanlı-Rus Savaşının ağır sonuçlarına, 1911 - 1912 Balkan Savaşı felaketi eklenince, yalnız ekonomik ve sosyal açıdan değil, siyasal ve askerî açıdan da çok ciddi bir çöküntü içine girilmişti.
Bir savaşa, bir başka ‘’Büyük’’ devletin ‘’vesayeti altında’’ girmek, büyük bir talihsizliktir. Zira bu durum, ‘’Küçük’ devletin, kendi siyasi ve askeri menfaatlerini ikinci plana atarak, ‘’Büyük’’ devletin emellerine hizmet etmesini, kaçınılmaz surette zorunlu kılar. 1’inci Dünya Savaşı’nda da öyle olmuş ve Osmanlı Devleti, siyasi ve askerî hedeflerini geri plana atarak, her türlü askerî ve siyasi manevralarını, Almanya’nın menfaatlerini destekleyecek hedeflere yöneltmiştir.
Osmanlı’nın, pek çok cephedeki birlik ihtiyacını dikkate almadan, Galiçya’ya asker göndermesi, işte bu olgunun bir sonucudur. Bu sonucun doğmasında; Başkomutanlık Karargâhındaki Alman general ve kurmay subaylarının etkileri ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın, bağımsız ve derin düşünemeyişinin en büyük tesiri yarattığı şüphesizdir.
Üstelik Galiçya’ya gönderilen Çanakkale muzafferi l5’inci Kolordu, bu konudaki tek örnek de değildir. Aynı yıl içinde Eylül ortasında 6’ncı Kolordu (5’inci ve 25’inci Tümenler) Dobruca’ya; 20’inci Kolordu (46’ıncı ve 50’inci Tümenler ve l77’inci Piyade Alayı) Bulgarlara yardım için Makedonya’ya gönderilmişlerdir. İşte bu nedenle de Süleyman Nazif; ‘’Çanakkale bundan sonra bir isim değil, bir tarih olacaktır. Galiçya da onun zeyli (eki)’’ derdi…
Oysa yurtdışındaki müttefik cephelerine bu asker sevkleri devam ederken, 1916 yılının ikinci yarısında Osmanlı cepheleri şöyle idi: Doğu cephesinde taarruz eden Ruslar, Trabzon ve Erzincan dâhil bütün Doğu Anadolu’yu işgal etmişlerdi. Rus taarruzları Sivas kapılarına dayanmıştı. Durumu tehlikeli gören bölgedeki 3’üncü Ordu’nun Komutanı Mahmut Kamil Paşa, İstanbul’a gelerek Enver Paşa’dan kuvvet istemiş, kendisine “Kesin sonucun Avrupa’da alınacağı ve gerekirse Sivas’a kadar çekilebileceği” cevabı verilmişti. Irak ve Sina cephelerinde de İngilizler taarruz hazırlıklarını geliştiriyorlardı. Bu hazırlıklar sonunda başlatılan taarruzlar, cepheler de yeterli nicelik ve nitelikte birlik bulunduramamak yüzünden, Osmanlı açısından peş peşe gelen felaketlerle sonuçlanmıştır.
Bu duruma ilave olarak, Almanlarla 02 Ağustos 1914’te imzalanan ittifak anlaşmasında, Osmanlı’ya bu konuda hiçbir sorumluluk ve zorunluluk öngörülmemişti. Tersine, müttefiklerinin Osmanlı’ya her türlü yardım ve desteği sağlayacağı belirtilmişti. Buna rağmen, başta Enver Paşa olmak üzere, yöneticiler, ‘’Hami Devlet’’ Almanya’ya ‘’jest’’ yapmak ihtiyacı duymuşlardır.
Ve böylece, mevcudu yüz bini aşan seçkin ‘‘Türk Evladı’’, ülke menfaatlerine aykırı olarak yurt toprakları dışında harcandılar.
15’inci Kolordu’nun yurtdışına gönderilmesinin siyasi ve askerî sebep ve sonuçları ne olursa olsun, gerçek olan bir husus vardır ki; onun, ülkesinin, ordusunun, birliğinin, sancağının ve üniformasının şan ve şerefine leke sürdürmediği ve bu mukaddes varlıklara, yeni şanlar ve şerefler kattığıdır... Türk ordusu vatanlarından uzakta, savaştılar… Görevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Ve bu görev esnasında Türk ordusu tam 12 bin şehit verdi.
İsmet İnönü'nün tarihe geçen çok güzel bir sözü vardır. ‘’Büyük devletlerle dostluk kurmak bir ayı ile yatağa girmek gibidir’' demişti İnönü. Dost bile olsa ayı, yatakta insanı ezer mi, tırmalar mı, ısırır mı, belli olmaz! Büyük devletlerin de çıkarları doğrultusunda ne yapacağı belli değildir.
Bu sözü doğrularcasına İnönü de anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler'' ibaresini kullanır. Doğan Avcıoğlu da, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” der.
Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırdılar. Bu haberi Maliye Nazırı Cavit Bey ilk kez olarak, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildirir. Tam bir sürprizle karşılaşır. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletleri İstanbul’a saldırırlarsa, Osmanlı’yı savunmayacaklarını anlatmaktadır. En sonunda Sefir; ‘’Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz’’ der.
Daha da vahimi; Almanlar savaşta Osmanlı ile müttefik olmalarına rağmen sadece kendi çıkarlarını takip ediyorlardı. Buna bir örnek; Rusların savaştan çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun dağılmasından sonra Kafkasya’da Türk ve Alman çıkarları çatışmaya başladı. Osmanlı’nın açık hedefi Tiflis-Bakü iken, Almanlarınki ise Bakü’deki petrol yatakları idi. Bunun üzerine Almanya Kırım’da bulunan bir tümenini Kafkasya’ya kaydırdı. Karşılıklı harekât sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı muharebeler cereyan etti. Türk durum haritalarında Alman birlikleri düşman olarak gösterilmişti. Türklerin Bakü‘yü talepleri üzerine alman General Ludendorf şöyle diyordu; ‘‘Bu çapulcu Türklerin istekleri de çok fazla oluyor.’’
***
Malumdur ki tarih tekerrürden, ama biraz da tefekkürden ibarettir. Bu konu sık tartışılmasına rağmen yaşanan olaylar; tarihin tekerrürden ibaret olduğunu, ancak pek de tefekkürden ibaret olmadığını defalarca göstermiştir.
Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy bu konuda şu manzum cevabı veriyor: ‘’Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!’’ Millî şairimizin söylediği gibi tarih ders alınmadığı için birebir tekerrür etmektedir.
11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin öncülüğünde Afganistan için bir koalisyon gücü oluşturuldu. Kabil bu koalisyon güçlerinin denetimi dışında tutuldu. BM Güvenlik Konseyi kararıyla Kabil için bir de NATO komutası altında Uluslararası Güvenlik ve Yardım Gücü (ISAF) oluşturuldu. Türkiye, 2001 yılı sonunda, ‘’Büyük Devlet’’ ABD’nin ‘’vesayeti altında’’ ISAF’a katılma kararı aldı. ISAF bünyesinde 50 ülkeden 130 bin asker vardı ve bunların 1646’sı Türk’tü…
Türkiye 20’yi aşkın ülkede askerî güç bulundurmasına rağmen bunların içinde en dikkat çekici olanı ve zayiat verdiği ülke Afganistan’dır. Asker bulundurduğumuz diğer bir ülke de Lübnan’dır.
Max Weber’in bilinen bir ‘’Güç Kuramı’’ vardır; ‘’iradenizi bir başkasına zorla kabul ettirmek.’’ Günümüzün ‘’Güç Kuramı’’ ise daha farklıdır; ‘’İradenizin, sanki kendi kararlarıymışçasına müttefikleriniz tarafından kabul edilmesidir.’’ ABD’ye 11 Eylül saldırısından başka bir saldırı olmadı, ancak ABD günümüzün ‘’Güç Kuramı’’ doğrultusunda tüm müttefiklerini seferber ederek önce Afganistan’da sonra da Irak’ta görevlendirdi.
ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Türkiye’nin de ABD’nin yanında işgale ortak olması için TBMM’den tezkerenin neden çıktığını o zamanki T.C. Başbakanı; ‘’Tezkereyi ABD istedi, biz de çıkardık’’ diyerek izah etmedi mi? Biz Afganistan’a milli çıkarlar için mi gittik, yoksa ABD çıkarları için ABD istediği için mi?
Türkiye kırk yıldan beridir terörle mücadele ediyor. Aynı Türkiye yine terörle mücadele için Afganistan’a asker gönderiyor.
Kimse müttefiklikten, sorumluluktan, milli çıkarlardan ve büyük devlet olmaktan bahsederek Türk milletini kandırmasın. Kimse Atatürk’ün de Afganistan’a asker gönderdiğinden bahsetmesin. Atatürk bağımsız bir ülke olarak kendi iradesi doğrultusunda eğitim yardımı için Afganistan’a asker göndermişti. Şimdi, BM veya NATO, hangi şapka altında olursa olsun işgalci bir ABD’nin yanında Afganistan’a işgalin bir parçası olarak asker gönderdik...
Afganistan’da günlük onlarca masum sivil insan kimi yanlışlıkla, kimisi cinnet geçiren ABD askerlerince katledilmiyor mu? Peter Ustinov; ‘’Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür’’ derdi. Afganistan’da bir devlet (ABD) terörü yok mudur? Biz bu teröre ortak olmuyor muyuz?
Tarihte Afganistan’a; ‘’imparatorluklar mezarı’’ derlerdi. John Berger’e ait olan; ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun.’’ sözünü doğrularcasına Afganistan’dan mevsimler gibi; İskender geçti, buradan Cengiz Han geçti, Timur geçti, Hintliler geçti, buradan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçti, onların hepsi sözde galiplerdi, hepsi de boylarının ölçülerini aldılar burada. Bunun nedeni işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması değildi. Nedeni sadece, bu ülkenin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan yapısıdır. Yarın Ruslar gibi ABD de buradan er ya da geç ayrılacak, biz ise işgale ortaklık ettiğimizle kalacağız.
***
Terörün kökünü kurutmak için taaa Amerika’dan gelip Afganistan’ı işgal eden müttefikimiz ABD, bizim terörün kaynağı Irak’ın kuzeyine girmemize engel olurken biz de ABD için Afganistan’a, Suriye'ye asker göndermekteyiz! Bu çarpıklığı birisi izah etmeli!
Ruslar Sivas’a merdiven dayamışken, Galiçya’ya, Makedonya’ya ve Dobruca’ya Alman çıkarları için asker göndermekle; teröristler Irak kuzeyinden, Kandil dağından ülkeme sızarak mayın döşeyip, eylem yaparak askerimizi şehit ederken, ABD çıkarları için Afganistan’a, Suriye'ye, Musul'a, İsrail çıkarları için Lübnan’a asker göndermek arasında ne fark vardır?
Enver Paşa’nın koskoca bir imparatorluğun yıkılmasına sebep olan o zamanki Alman hayranlığı ile günümüzde ülkenin bekâsını tehdit ettiği artık aşikâr olan BOP eşbaşkanlığı arasında ne fark vardır?
Suriye’ye karşı bu düşmanlık niye idi? ABD istedi diye mi? Teröristin başı Şam’da karargâh kumuş iken ve Suriye bize düşman iken ABD neredeydi? O zaman Suriye ABD’nin iyi bir müttefiki değil miydi? O zaman Suriye Basra’daki koalisyon güçlerine ABD yanında asker vermiyor muydu?
Dün Birinci Dünya savaşında çıkarlar çatışınca harbin içinde Osmanlı ile Almanya Bakü’deki petrol yatakları için karşılıklı muharebeye girerken, bugün çıkarlar çatışınca müttefikimiz ABD Irak’ta başımıza çuval geçirmedi mi? ABD’nin çıkarları değişince Suriye’de Esad yanlısı olmadılar mı? Çıkarları değişince ABD, Suriye’de PKK’nın kolu PYD’yi desteklemeye başlamadı mı? ABD, PYD’yi bölgesel müttefik olarak ilan etmedi mi? ABD, Irak’tan çekilirken geride Irak’ın kuzeyinde malumu ilan edilmemiş bir Kürdistan bırakmadı mı? ABD, Suriye’den de elini eteğini çektiğinde geride Suriye’nin kuzeyinde bir başka Kürdistan bırakmayacak mıdır? Bu mudur stratejik derinlik?
Millî şairimizin söylediği gibi; ‘’hiç ibret alınsaydı, Tarih tekerrür mü ederdi?” Ne diyordu Mehmet Akif:
''Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
'Tarih'i ' tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?''
‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de Mehmet Akif gibi tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’ Günümüzde yaşadığımız bütün olaylar tarihin sanki bir komedi gibi tekrarından başka bir şey değil midir?
Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın. 1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşulları yinelenmektedir. Hem de komedi olarak. Sadece aktörler isim değiştirmiştir. İngiltere'nin yerini ABD, Almanya'nın yerini AB, Rusya İmparatorluğunun yerini yine Rusya, Osmanlı'nın yerini Türkiye Cumhuriyeti almıştır. Tek fark paylaşım savaşının kısmen artık topla tüfekle yapılmayacak olmasıdır.
Yaklaşık yüz yıl önce sormuştu Mehmetçik; ‘’Kumandanım Galiçya ne yana düşer?’’ diye. Suriye’de hüküm süren savaşın, bütün Batılı kaynaklar tarafından 1618 – 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve mezhep savaşı olarak nitelenen ‘’30 Yıl Savaşları’’na benzetildiği bir ortamda ve eşiğinde bulunduğumuz Üçüncü Paylaşım Savaşı öncesinde ben de sorayım istiyorum; ‘’Kumandanım! Afganistan ne yana düşer, Suriye ne yana, Musul ne yana?’’
İşte bu nedenlerledir ki mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıralardır.
Osman AYDOĞAN
***
Galiçya muharebeleri
Galiçya Kolordusu, l9’uncu ve 2O’inci Tümenleri bünyesinde bulunduruyordu. Kolordu birlikleri Şarköy ve Keşan bölgelerinde toplanmıştı. İlk hazırlık emri 09 Temmuz 1916’da alındı. Bir gün sonra, Galiçya’ya gidileceği bildirildi. Birlikler hazırlıklarını süratle tamamlamaya çalıştılar. Birçok silah ve teçhizat ile bazı kıtalar, diğer tümenlerden alınarak tamamlanabildi.
17 Temmuz’da ‘’Konakçı Müfrezesi’’ Macaristan’daki ilk konak bölgesi olan Şabatka (Subatitsa ) hareket etti. Kolordu birliklerinin Uzunköprü ve Alpullu istasyonlarından trenlere binmesi planlanmıştı. İlk kafile 23 Temmuz’da, son kafile 11 Ağustos’ta hareket etti. 27 Temmuz’da 5’inci Ordu Komutanı Mareşal Liman Van Sanders, ertesi gün de Başkomutan Vekili Enver Paşa Uzunköprü’ye gelerek birlikleri denetlediler ve kolordunun durumu hakkında bilgi aldılar.
İlk kafilesi 02 Ağustos’ta bölgeye varan birlikleri Enver Paşa, beraberinde Avusturya generalleri ile Alman ve Avusturya subayları olduğu halde, 04 Ağustos’ta Macaristan da tekrar denetledi. Ertesi gün 05 Ağustos’ta birliklerin ilk kafilesi Yataynisa istasyonundan cepheye hareket etti. 12 Ağustos’ta l9’uncu Tümen Miçiçov’da muharebe karargâhını kurmuştu.
15’inci Kolordu geldiği zaman, bölgede, Alman genel karargâhına bağlı ‘’Balkan Cephesi Ordular Grubu’’ ve Avusturya genel karargâhına bağlı ‘’Avusturya Veliahdı Karl Ordular Grubu’’ bulunmakta idi.
l5’inci Kolordu, Karl Ordular Grubuna bağlı, komutanlığını Orgeneral Graf Van Bothmer’in yaptığı ‘’Alman Güney Ordusu’’ kuruluşuna dâhil edildi.
15’inci Kolordunun bölgeye intikali sırasında, Rusların 04 Haziran’da başlattığı ve büyük başarı kazandığı muharebeler sürmekte idi. Bu yüzden, muharebe sahasına ilk gelen ve muharebe karargâhını 12 Ağustos’ta kuran l9’uncu Tümen, hemen iki gün sonra, 14 Ağustos’ta, Zlotalipa doğu sırtlarında Rus kuvvetleri ile ilk muharebesine girdi.
20’inci Tümen de 22 Ağustos’ta Pototory ile Bozykw arasında bulunan 54’üncü Avusturya Tümeninden savunma bölgesinin sorumluluğunu devir alarak muharebelere dâhil oldu.
Kolordu, 22 Ağustos 1916 günü saat 12.00 itibarıyla göreve başladığını, orduya bildirdi. Ordu Komutanı Orgeneral Bothmer, gönderdiği yazı ile Çanakkale kahramanı l5’inci Kolordunun, bölgesinde görev almasından duyduğu memnuniyeti belirtti ve başarı diledi.
15’nci Kolordunun cephe sorumluluğunu almasından hemen sonra, Eylül ayının ortasından itibaren muharebeler giderek şiddetlendi. 16 ve 17 Eylül’de, Ruslar, iki gün boyunca sürekli olarak ve kütleler halinde taarruz ettiler. l5’inci Kolordu, 20 km’den fazla cephede ve en kötü arazi şartlarına rağmen, Ordu cephesinin yarılmasını önledi. Bu başarıya karşılık, 95 subay ve 7.000 er zayiat verdi. 6 tabur ve 22 bölük komutanı şehit oldu. Bazı bölüklerde hiç subay kalmadı. Rusların, beş kat fazla zayiat verdiği tespit edildi.
18 Eylül’den itibaren oluşan kısmi sükûnet, 30 Eylül’de Rusların başlattığı yeni taarruzla tekrar bozuldu. Çetin süngü muharebelerinin cereyan ettiği bu savaşlarda, Türk askeri, komuta kadrosundaki büyük yoksunluğa rağmen azimle dövüştü. Günlerce süren savaş, yeniden 15 subay ve 3.000 er kaybına sebep olurken, Rusların kaybı kat kat fazlaydı.
Bu muharebeler sonunda, çok ağır kayıp veren 2O’inci Tümen cephe gerisine alındı ve yeniden düzenlendi.
Kasım ayı, cephede durgunlukla geçti. Birlikler, önceki muharebelerden alınan derslerden yararlanarak eğitime ve tahkimata ağırlık verdiler. Aralık ayının ikinci yarısında, Rus siperlerinde hareketlenmeler görüldü. Erler, savaşın gereksizliğinden, enternasyonal barış ve dostluktan bahsediyorlardı. Buna rağmen Ruslar, 28 Ocak 1917’de, 25 Şubat ve 05 Mart’ta, yeni taarruzlar başlattılar. Fakat hepsi, l5’inci Kolordu tarafından ağır zayiat verdirilerek geri püskürtüldü. Nisan ayı ortalarından itibaren, Rus siperleri iyice hareketlendi. Haziran başından itibaren Ruslar yeni bir taarruz hazırlığına giriştiler.
Bu arada 19’uncu Tümen, 12 Haziran’dan itibaren Anavatana geri çekildi.
Ruslar, beklenen taarruzlarını 29 Haziran günü saat 05.00’te başlattılar. Taarruzlar, ertesi gün de sürdü, ağır zayiatla geri püskürtüldü. Fakat 01 Temmuz’daki taarruzları 24’üncü Alman Tümeni bölgesinde derin girmeler yarattı. 02 ve 03 Temmuz’da yapılan karşı taarruzlarla durum güçlükle düzeltilebildi.
Bu arada, 15nci Kolordu Karargâhı da 15 Temmuz’dan itibaren Anavatana döndü.
Rus birliklerinin savaşma gücü ve moralinin çok zayıfladığı anlaşılınca, Alman ve Avusturya Başkomutanlığı, genel karşı taarruz kararı verdi. İleri harekât 20 Temmuz’da başladı. 22 Temmuz’da Rus Cephesi çözüldü. Genel karşı taarruza 2’inci Tümen de katıldı. Ay sonuna kadar süren muharebelerde tümen, birçok bölgeyi ele geçirdi. Ağustos başında, taarruz durduruldu.
20’inci Tümen, 05 Ağustos’ta Anavatana dönüş emri aldı. 16 Ağustos’ta topçular, 22 Ağustos’tan itibaren de piyadeler trenle intikale başladılar. 26 Eylül’de tüm birlikler yurda dönmüştü.
Galiçya’da savaş, 03 Mart 1918’de imzalanan Brestlitovsk Antlaşması ile son buldu.
Osman AYDOĞAN
Soğuktan Uyuşmuş Yılana Rabbim Güneş Göstermesin
(Mâr-ı sermâ-dideye Rabbim güneş göstermesin!)
29 Nisan 2018 günü sizlere Kût Zaferi’ni anlatırken zaferden sonra yapılan stratejik hatalar sonucu bu zaferin ziyan edildiğini daha sonra da Musul ve Kerkük’ün kaybedildiğini yazmıştım… Hazır Musul ve Kerkük’e gelmişken bu konuya devam edeyim istiyorum…
Bu stratejik hatalara rağmen Musul ve Kerkük kaybedilmeyebilinirdi…
Harbin bu kısmını cephede bizzat yaşayan Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta Musul ve Kerkük’ün kaybını tamamıyla Ali İhsan Paşa’ya, onun basiretsizliğine ve ihmaline yükler… Nutuk’taki bu bölümü gelin beraber okuyalım:
Nutuk, 5. Bölüm, ''1′nci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa’nın yarattığı durum'':
(Ali İhsan Paşa) Tevhidi efkâr gazetesinde yayımlattığı kendi savaş öyküleri arasında, Ateşkes Anlaşmasının yapıldığı günden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat’ta, Dicle Grubunun tutsak düşmesi sorumluluğunu yalnız, o zaman grup komutanı olan (şimdi Doğu Cephesinde Tümen Komutanı imiş) Yarbay İsmail Hakkı Bey’e yüklemesi de bu karakterinin açık bir kanıtıdır. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22’nci alaylarla avcı alayından kurulmuştu. Bunlardan başka, ayrıca Beşinci Tümenden 13 ve 14’üncü alaylar da parça parça tutsak verildi. Ateşkes Anlaşmasından bir gün önce 13.000 kişinin tutsak verilmesi, 50’ye yakın topun elden çıkması gerçekte kendisinin, duruma uygun olmayan bir buyruk vermesinden doğmuştur. İşte bu durum, Musul ilinin elden çıkmasına yol açtı. Oysa, Ateşkes Anlaşmasının (Mondros) yapılacağı biliniyordu. Gruba, Keyare dayangasına çekilmek için yönerge verilseydi İngilizler, Grubu tutsak etmek şöyle dursun, yenemezlerdi bile. (Dicle Grubuna) Beşinci Tümen de katılabilirdi. Böylece, Ateşkes Anlaşması yapıldığı zaman, tutsak düşen sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı. Ama alçak bir düşünce, mantığı yenmiştir.
(İhsan Paşa) savaş öykülerinde, Dicle boyundaki bütün başarıları ve Tavnzınd’ın (Townshend -1934 basımında “Tavşend”-) tutsak edilmesi şerefini yalnız kendisine mal etmiştir... Yaptırdığı yayınlarda her başarıyı yalnız kendisine mal etmekten amacı, kamuoyunu aldatarak ün ve mevki kazanmaktır. Ünlü kişilerle ilgili öyküleri yayımlamak, ulusta övünç duygularını sürdürmek için gereklidir. Ama tarihin sorumlu göstereceği kişilerin yaptıklarını övünülecek şeyler arasında saymak, tarihi lekeler ve gelecek kuşakları yanlış kanılara sürükler.
General Marşal’ın (Marshall): “Yarın öğleye değin Musul’dan çıkınız, yoksa savaş tutsağısınız.” buyruğunu aldığı zaman, o pek kurumlu Paşa Hazretleri, Sincar çölünü geçerek Nusaybin’e gitmek için, General Marşal’dan bir resmi belge ile, koruyucu olarak da iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey’le (şimdi Milli Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Âşir Paşa) beni Musul’da bırakarak Nusaybin’e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi erkini de kırdı ve bu durumu görenlerin içi sızladı. (Oysa), koruyucusuz olarak Zaho yoluyla gidebilirdi; ya da atlı olarak çölden gidebilirdi. Halep’te İngiliz generalinden kendisi için özel tren istedi ve yolda bir aşağılamaya uğramaması için trene koruyucu bindirilmesini istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde canını ve dirliğini korumak için ulusal onuru unutan Paşa Hazretlerinin ahlakına örnek olmak üzere yukarıdaki olayları yazdım… Eski komutanıma hoş görünmedim; çünkü sonsuz isteklerini yerine getirmedim ve dalkavukluk etmedim… Ulusa, Ulusal Orduyu kuran ve utkular kazanan büyük komutanlar gibi yüce ruhlu, uzdilekli kılavuzlar, komutanlar gerektir. Orduda birliğin ve uyumun bozulması, görev yapma isteğinin azalması için çalışanlar, üstün kişi de olsalar, dokuncalı kişilerdir. Ben, çekilen emekleri bildiğim…. girişilen savaşımda da başarıyı dilediğim için (bu raporu) -namusum ve kutsal bildiğim şeyler üzerine and içerim ki düşmanlık ve bir çıkar için yazılmış değildir- sunmaktan çekinmedim. İran’da, Kafkasya’da uzun süre (Ali İhsan Paşa’nın) emir subaylığını yapan Binbaşı Cemil Bey (Şimdi Birinci Ordu Harekât Şubesi Müdürü) son günlerde bana: “İyi ki Ali İhsan Paşa, Ulusal Eylemin başlangıcında Anadolu’da bulunmadı. Malta’da bulunduğu iyi oldu. Yoksa, hiç kuşkusuz, aykırı bir yol tutardı.” dedi. Karakterini çok iyi bilen Cemil Bey, pek doğru söylemiştir….. “Soğuktan uyuşmuş yılana Tanrı’m güneş göstermesin!” diye yüce Tanrı’ya yalvarırım. (“Mâr-ı sermâ-dideye Rabbim güneş göstermesin!” Şehrî.)
Görüldüğü gibi Birinci Dünya Harbi'nde Ali İhsan Paşa'nın basiretsizliği ve ihanetiyle Musul ve Kerkük İngilizlere teslim edilmiş, harpten sonra da yine İngiliz oyunuyla Türkiye'nin elinden çalınıp, gasp edilmiştir…
Ancak yakın zamanda bazı ünvanlı kişiler TV'lere çıkıp da İhsan Paşa'nın İstanbul'dan Saraydan gelen emri uygulama durumunda kaldığı için İngilizlere karşı koymadığını iddia ederler… Kaynak olarak da Zekeriya Türkmen'in ''Musul Meselesi'' isimli kitabını gösterirler... (Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi, Askerî Yönden Çözüm Arayışları, 1922 – 1925, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 2011)
Ancak Birinci Dünya Harbinin seyri ve hitamı esnasında Osmanlı Hükumetinin Ali İhsan Paşa'ya böyle bir emir vermesi akla ve mantığa, günümüzün deyimi ile hayatın olağan akışına aykırı olduğunu düşünüyorum. Çünkü ordusunu bu harpte İran'a bile gönderen, Mondros Mütarekesinde Musul ve Kerkük’ü ‘’Misaki Milli’’ sınırları içerisinde bırakan ve bu sınırları da muhafaza gücü var olan bir siyasi iradenin Ali İhsan Paşa’ya Musul ve Kerkük'ten çekilme emri vereceği, verebileceği akla ve mantığa uygun değildir diye düşünüyorum...
Kaldı ki; İhsan Paşa'nın İstanbul'dan gelen emir üzerine Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bıraktığını iddia eden bahsi geçen kaynak kitapta sözü edilen emir İhsan Paşa’ya şu şekilde verildiği iddia edilmiş: "Musul 'un elimizde kalması zaruri olmakla beraber, İngilizler ileri hareketlerinde ısrar ederlerse fiilen taarruz edinceye kadar ateş açılmaması ve onlar taarruz ettikleri takdirde protesto edilmesi." Kitapta geçen sözde emir bu şekilde… Kitapta kaynak olarak da 59 numaralı kaynak verilmiş... 59 Numaralı kaynağa gidiyorum. O da şu şekilde: (59) Hulki Saral, "Birinci Dünya Harbi Sonunda ve İstiklal Harbinde Musul Sorunu", Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı: 225, Ankara 1968, s. 29. Kaynak gösterilen bu dergiye gidiyorum: Orada da aradığım orijinal belge veya belge için atıf yapılan bir kaynak da yok... Kaynağın yazarına gidiyorum; Hulki Saral'a... O da 1960 olaylarında ordudan emekli edilmiş eski bir asker, akademisyenliği yok.... Zaten emrin içeriği bir tarafa koskoca Osmanlı İmparatorluğunun da böylesi bir emirde böyle bir üslup kullanma imkân ve ihtimali de yok…
Harbin bu kısmını cephede bizzat yaşayan Mustafa Kemal Atatürk’ün yukarıda verdiğim gibi Nutuk’ta Musul ve Kerkük’ün kaybını tamamıyla Ali İhsan Paşa’ya yüklemiş olması da yeterli ve kesin bir kaynaktır diye değerlendiriyorum.
Günümüzde de ben içte ve dışta yaşananları görünce, “Soğuktan uyuşmuş yılana Tanrı’m güneş göstermesin!” diye yüce Tanrı’ya hala dua ediyorum...
Osman AYDOĞAN
Berâet Kandili
Berâet gecesi; Ramazan ayının müjdecisi, Şaban ayının yarısı gecesi olan Şaban ayının 14. gününü 15. gününe bağlayan gecesidir.
Berat gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna "inzâl" denir. Kadir Gecesi'nde ise Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.
Levh-i Mahfûz, Arapça’da korunmuş levha anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için ‘’Kader Kitabı’’ da denir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır.
Kur'an'da geçen Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap ifadeleri Levhi mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.
Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir.(Buruc: 22) Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i Mahfûz; içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22), her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ana kitaptır. İsrâ sûresi 58. ayetde de "Bu, Kitap'ta (Levh-i Mahfûz) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen apaçık kitap Levh-i Mahfûz olarak yorumlanır.
Berâet Arapça'da temize çıkma anlamına gelir. Berâet; borçtan, hastalıktan, suç ve cezadan berâet etme, kurtulma, günahlardan arınma, temize çıkma, ilâhî af ve rahmete nâil olma anlamındadır…Bu geceye; bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle ‘’Mübarek Gece’’; günahların affı ve kulların temize çıkarılması sebebiyle de ‘’Berâet Gecesi’’ ve kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle de ‘’Rahmet Gecesi’’ gibi adlar da verilmiştir.
Kutsal geceler Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Selim'den itibaren minarelerde kandil yakılmasıyla kandil adını almıştır.
Bu gecenin ibadet ve taat (Allah’ın beğendiği şeyler) ile geçirmenin pek çok sevabı olduğu konusunda Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bir hadisi vardır:
"Şaban ayının on beşinci gecesi olduğu zaman, gecesinde ibadete kalkın. Ve o gecenin gündüzünde (kandilden sonraki gün) oruç tutunuz. Çünkü o gece güneş batınca Allah-u Teâlâ o andan fecir oluncaya kadar: 'Benden mağfiret dileyen yok mu, onu mağfiret edeyim. Benden rızık isteyen yok mu, onu rızıklandırayım. (Bir belâ ile) müptelâ olan yok mu, ona kurtuluş vereyim' buyurur." (İbn Mâce, "İkâmetü's-Salât", 191.)
Berâet gecesi birer, tefekkür, tezekkür (hatırlama) ve yenilenme gecesidir. Berâet gecesi; kırılan kalpleri onarma, dargınlık duvarlarını yıkma, kin, nefret ve intikam duygularını aşma günüdür. Berâet gecesi yüce Yaradan’ın affına erebilmek için yaratılanı affetme günüdür. Berâet gecesi; bizlere her türlü şer, kötülük, zulüm, haksızlık ve adaletsizlikten beri olmayı, onlardan teberra (uzak durma, sevmeyip yüz çevirme) ederek uzak kalmayı öğretir.
Ancaaaak…
Bu kutsal gecelerde affedilen günahlar sizin eksik ibadetleriniz nedeniyledir. Kılmadığınız namazlarınız, tutmadığınız oruçlarınız, vermediğiniz zekâtlarınız, sadakalarınız içindir. Allah’ın yarattıklarına karşı işlediğiniz suçlar, onlara karşı yaptığınız haksızlıklar, zulüm, kin, nefret ve sevgisizlik ne kadar dua ederseniz edin, ne kadar ibadet ederseniz edin affedilecek değildir. Yüce Rabbimiz Kur’anı Kerim’de buyuruyor ki; ‘’bana her türlü günahla gelin affederim, ancak kul hakkıyla gelmeyin’’. ‘’Başkasının hakkından daha kutsal bir şey yoktur’’ der Allah’ın elçisi. Allah’ın yarattıklarına karşı her türlü günahı işleyeceksiniz sonra da böyle bir kutsal gecede sabaha kadar dua edeceksiniz ve affedileceksiniz! Yok öyle bir şey…
Bütün İslam coğrafyası kana bulanmışken, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de bombalar patlayıp çocuklar, insanlar ölürken Katar’da, Suudi Arabistan’da, Kuveyt’te zenginler keyif çatarken, kendi ülkemizde herkes birbirinden nefret etmişken, kutuplaşmanın, bölünmenin, kinin ve nefretin, kem sözlerin zirvesine çıkmışken, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, hayâsızlık, ahlaksızlık ve sevgisizlik ayyuka çıkmışken, siyaset kirlenmişken kutlanacak kandil, kılınacak namaz, tutulacak oruç yoktur aslında…
Günümüzü, dünyada bırakıp gideceğimiz şeyler için tüketmekten kurtulmuşluğun berâetini alma niyazıyla... "İstediğim Hakk'tır benim" diyebilme umuduyla...
Osman AYDOĞAN
Kût Bayramı
Bugün 29 Nisan 2018... Kût Zaferi'nin 102. yıl dönümü...
Kût Muharebesi; Birinci Dünya Harbi esnasında 29 Nisan 1916'da, Mirliva Halil Paşa komutasındaki Altıncı Ordu’nun, General Townshend komutasındaki İngiliz birliklerini teslim aldığı bir muharebedir. Bu muharebede Türk ordusu kuşatma altında tuttuğu Kût şehrine girerek İngilizlerin 13 generali, 481 subayı ve 13.300 erini esir aldılar... Bu kadar İngiliz esir İngiltere tarihinde bir ilktir, tektir ve sondur.
Kût Muharebesi hakkında İngiliz ve Avusturyalı yazar ve tarihçiler şunları söylerler:
‘’1842’deki Kabil bozgunundan beri İngiliz ordusunun yaşadığı en aşağılayıcı hezimet.’’ Knightley Phlillip and Simpson, Colin The Secret Lives of Lawrance of Arabia, Nelson, Lonfra, 1969
“İngiliz prestijinin 1’inci Dünya Savaşı’nda yediği en büyük darbe" Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart
"Kır bir atın üzerinde şık üniformalı, kelebek gözlüklü, dimdik duran Albay'ın komutasındaki sağlam, dayanıklı, kirli haki üniformalı, sırtları çantalı, bin kilometre yürümekten postalları parçalanmış Türk askerleri, trampetlerin ritmine uygun bir yürüyüşle şehre girdiler. Araplar alkışlıyor ve Albay’ın çizmelerini öpmeye çalışıyorlardı. Ama Albay onları itti… İngiliz subayları teker teker kılıçlarını teslim ettiler, o da başıyla selamlayarak alıyor ve ellerini sıkıyordu. General Townshend'in kılıcını Halil Paşa özel olarak gelerek aldı ve kendisine iade etti.’’ Avustralyalı yazar Russel Braddon
29 Nisan 1916 tarihinde aşağıdaki metin Halil Paşa tarafından Altıncı Türk Ordusu'na günlük emir olarak yayınlanarak bu gün Kût Bayramı olarak ilan edildi.
29 Nisan 1916 tarihli günlük ordu emri;
‘’Orduma
Arslanlar,
1. Bugün Türklere şerefü şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın müşemmes (güneşli) semasında şühedamızın (şehitlerimizin) ruhları şadühandan (sevinçten, bahtiyarlıktan) pervaz ederken (uçarken), ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.
2. Bize iki yüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah'a hamdü şükür eylerim. Allah'ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti'nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden Cihan harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir.
3. Ordum gerek Kût karşısında ve gerekse Kût’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve on bin neferini şehit vermiştir. Fakat buna mukabil bugün Kût’da 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir.
4. Şu iki farka bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır.
5. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale'de, ikinci vakayı burada görüyoruz.
6. Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tekemmül eden vaziyeti harbiyemiz karşısında muvaffakiyeti atiyemizin (büyük, paramparça eden başarımızın) parlak bir başlangıcıdır.
7. Bugüne ‘’Kût Bayramı’’ namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü tesit ederken şehitlerimize yasinler, tebarekeler, fatihalar okusunlar. Şühedamız, hayatı ulyatta (ulvi hayatta), semevatta (göklerde) kızıl kanlarla pervaz ederken (uçarken), gazilerimiz de atideki (gelecekteki) zaferlerimize nigehbân (gözcü) olsunlar..
Mirliva Halil
Altıncı Ordu Komutanı’’
1’inci Dünya Savaşı’nda kazandığımız iki büyük zaferden birisidir “Kût Zaferi”.
Halil Paşa, soyadını “Kût” olarak almıştır. Selman-ı Pak’ta bulunan subayların bazıları da o zaferin anısını hep yaşamak istediğinden “Selmanıpak” soyadını aldılar.
Kût-ül Ammâre savaşı İngilizlerin tarihlerinde verdikleri en büyük kayıptır. Tarihte bunun başka bir örneği yoktur. Kût-ül Ammâre zaferi, Birinci Dünya Savaşında imparatorluğun Çanakkale'den sonra kazandığı ikinci büyük zafer olmuş ve Dünya'da geniş yankılar uyandırmıştır.
Enver Paşa, temel harp prensiplerinden olan ‘’başarıdan faydalanma’’ kuralını uygulayacağına, bu muzaffer ordu ile güneye Basra’ya kadar inip İngilizleri denize dökeceğine Kût Zaferi’ni kazanan Ordu’ya Almanların da telkiniyle “İran Seferi”ni hedef gösterdi. “Turan Seferi” de denilen bu sefer “hayalperest” bir sefer olmasına rağmen bu muzaffer Ordu, İran’a da girdi. Ancak burada İngiliz kuvvetlerini tutmaktan başka (Almanlar lehine) bir sonuç alamadı. Ancak Basra’daki İngiliz kuvvetleri ihmal edilmişti. İngilizler takviye kuvveti getirdikten sonra Bağdat istikametinde ilerlemeye başladılar.
Bu sefer muzaffer ordu ‘’Turan seferi’’ denilen hayalperest seferini bırakarak tekrar Irak’a döndü ise de İngilizler çoktan önemli mevzileri ele geçirmişlerdi. Sonuçta Kût-ül Ammâre kaybedildiği gibi Bağdat da kaybedildi. Mütarekeden sonra da Musul ve Kerkük kaybedildi. Dolayısıyla müthiş bir zafer ziyan edilmiş oldu…
Bu muhteşem zafer ziyan edilmeyip de bu muzaffer ordu Alman telkiniyle İran’a değil de Basra’ya yönlendirilseydi tarihin akışı daha farklı olurdu.
Başkalarının telkinleriyle dış politika belirleyenlerin sonunu ‘’Tarih Baba’’ hep ‘’hüsran’’ olarak kaydetmiştir.
Kût-ül Ammâre zaferi için NATO’ya girişimizden sonra İngilizleri gücendirmemek için kutlamaktan vazgeçtiğimiz iddia edilir. Ancak 1945 yılına kadar da Kût Muharebesinin kutlandığına dair hiçbir belge, bilgi, haber, yazı ve kaynak yoktur. Sadece 1950 yılında romancı Feridun Fazıl Tülbentçi’nin bir yazısı vardır. Hepsi o kadar.
Muhtemeldir ki bu unutuluşun arkasında bu muhteşem zaferin ziyan edilmiş olması yatar.
1920 yılında Bağdat’a 356 km uzaklıkta Kût-ül Ammâre’de bir şehitlik inşa edilmiştir. Burada yedi subay ve 43 er olmak üzere 50 şehidimizin mezarı bulunmaktadır.
Hani, Çiçero derdi ya zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.'' Şehitleri yaşatan da yaşayanların bellekleridir.
Kût şehitlerimizin ve gazilerimizin ruhları şâd olsun. ‘’Kût Bayramımız’’ kutlu olsun!
Meraklı olan okuyucularıma aşağıda bu muharebenin kısa bir özetini sunuyorum.
Kısa bir özet dediğime bakmayın. Böyle derli toplu bir özeti başka yerde bulamazsınız. Kût-ül Ammâre zaferini anlamak için kaçırmayın derim.
Dedemim de (babamın babası) bir Kût muharebesi şehidi olduğunu burada ifade etmek isterim... Ruhu şâd olsun...
Osman AYDOĞAN
***
Birinci Dünya Savaşında Osmanlı imparatorluğu ile İngilizler arasında 8 Aralık 1915 - 26 Nisan 1916 tarihleri arasında Irak’ta cereyan eden ve Türk ordusunun zaferi ile sonuçlanan Kût-ül Ammâre Muharebesi
Birinci Dünya Savaşı Öncesi Genel Durum ve Yığınaklanma
Birinci Dünya savaşı genel olarak bir Almanya –İngiltere hesaplaşması idi… Birinci Dünya Savaşının İngilizler açısından ağırlık merkezi Hindistan ve Hindistan yolunun güvence altına alınması idi… Çünkü 20. Yüzyılın başındaki jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Bu yığınağın bir başka belki de asıl amacı da Körfez Arap şeyhlerinin ve aşiretlerinin kendilerini Osmanlıya karşı desteklemeye hazır oldukları mesajını vermekti. Bu şekilde Türklerle Arapların ayrıştırması amaçlanmıştı.
Bu maksatla; İngiltere, daha Osmanlı savaşa girmeden 29 Eylül 1914 tarihinde (Osmanlı savaşa 29 Ekim 1914’te girmişti, Osmanlının savaşa girmesine daha bir ay vardır) iki zırhlı savaş gemisi ile (Espiegle ve Dalhousie isimli zırhlılar) Osmanlı iç suyu statüsündeki Şattülarap’a girerek Hürremşehr yönüne ilerlemiş, daha sonra da Odin ve Lawrance zırhlıları da Basra’da Şattülarap çıkışına konuşlandırarak Basra’yı abluka altına almışlardır. .
Daha önce de İngiltere Alman zırhlısı Goeben ve Breslau’u bahane ederek Çanakkale çıkışını abluka altına almıştı. Böylelikle İngiltere daha Osmanlı savaşa girmeden Çanakkale ve Basra çıkışlarını abluka altına almıştır. Daha sonra da Osmanlının İskenderiye’de bulunan birkaç eski Osmanlı hücumbotunun bulundukları yerden ayrılmalarına izin vermeyeceklerini belirterek Çanakkale ve Basra’dan sonra Suriye ve Filistin kıyılarını da abluka altına almıştır.
20 Ekim 1914 tarihinde ise (Osmanlı savaşa 29 Ekim günü girmişti) Hindistan’dan getirdiği Sefer Görev Gücünü Bahreyn’e konuşlandırmıştır.
Bütün bu yığınak İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşında ana mihverinin ve ağırlık merkezinin Körfez, Basra ve Irak olacağını göstermekteydi.
Ayrıca İngiltere; Goeben ve Breslau Çanakkale’ye gelmeden (16 Ağustos 1914) önce Osmanlı hanımlarının yüzüklerini satarak alımına katkıda bulundukları ‘’Sultan Osman I’’ ve ‘’Reşadiye’’ zırhlılarını son taksiti ödenmesine rağmen Osmanlı denizcileri toka töreni için gemiye çıktıklarında gemilere tam Osmanlı sancağı çekileceği anda el koymuşlardır. (28 Temmuz 1914)
Kısaca Osmanlı Birinci Dünya savaşına girsin girmesin Abadan petrollerini ve Hindistan yolunu korumak ve Arapları yanlarında tutmak için İngilizler Basra’ya çıkarma yapacaklardı. İngiltere’nin hazırlığı ve yığınağı bu yöndeydi…
Ancak Osmanlı İngiltere’nin bu maksadını ve hazırlığını göremeyerek Irak cephesini ihmal etmiş, hatta diğer cephelere bu cepheden kuvvet kaydırmıştır. Irak cephesini destekleyecek menzil hattını (ikmal hattı ve ikmali) da zayıf tutmuş, destekleyememiştir.
Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardı. Bunlar İngiltere ve Rusya idi. Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıydı: İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.
Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardı.
1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştı. 1914’te Irak’taki Ordu kâğıt üzerinde üç tümene çıkarılmıştı ama İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştı.
Hemen arkasından gelen Sarıkamış felaketi, muhtemel takviyelerin ve hatta Irak’tan bazı birliklerin acilen Kafkasya cephesine gönderilmesine yol açtı.
İngiltere’nin bu yığınaktan ve stratejiden amacı Osmanlı imparatorluğunun Güneydoğu Anadolu bölgesi ile Irak, Suriye ve diğer Arap memleketlerinin Fransa ile paylaşılması kapsamında;
-Abadan petrollerini korumak,
-Kuzeye doğru ilerleyerek Rusya ile birleşmek ve
-Türk kuvvetlerinin İran’a girerek Hindistan yolunu tehdit etmesini önlemek maksadıyla Irak Cephesi açılmıştır.
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Harbinde Irak cephesinin yanında ayrıca; Çanakkale Cephesi, Kafkas Cephesi, Suriye Cephesi ve Avrupa’daki cepheler olmak üzere beş cephede muharebe etmiştir.
İngilizler Irak cephesini açmadan önce Osmanlı imparatorluğunun savaş planı;
-Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden Rusya‘ya darbe vurmak,
-Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât ve
-Çanakkale’yi korumak için Trakya’da önemli bir kuvvet bulundurmayı ön görüyordu.
Bu plan ise tamamen Osmanlıyı korumaktan ziyade Alman cephelerini rahatlatmak için açılmıştı. Şöyle ki;
- Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden harekât yaparak bu bölgede Rus askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,
- Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât yaparak bu bölgede İngiliz askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,
- İleride bahsedileceği gibi Irak Cephesinde Kût-ül Ammâre zaferinden sonra --başarıdan faydalanılmayarak - harekâta devamla İngilizleri Basra’dan döküp atmak yerine muzaffer orduyu İran’a göndererek İngilizlerin körfezde kalmalarını sağlayarak bu güçlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek,
- Hatta Çanakkale Deniz zaferinden sonra kara savunma harekâtını kıyıda tutmayarak İngilizlerin karaya çıkmasını, böylece savaşın uzamasını sağlayarak bu kuvvetlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek.
Irak’ta İngiliz Harekâtı ve Cereyan Eden Muharebeler
İngiliz ırak seferi kuvvetleri Orgeneral Perry Lake komutasında; bir adet Hint kolordusu (üç adet piyade tümeni, üç adet piyade tugayı ve bir adet topçu tugayı) bir adet piyade tümeni ve iki adet piyade tugayından teşkil edilmişti.
İngilizler'in "Mezopotamya Seferi" adı verdikleri Irak Cephe’si, Hindistan'ın Bombay şehrinden hareket eden, İngiliz ve Hintli birliklerden oluşan kuvvetlerin 15 Ekim 1914'te Bahreyn ve 21 Kasım 1914'te Basra Körfezi'ndeki Fav Yarımadası'ndan başlayarak Irak Basra'yı işgali ile açıldı. Bu bölgede askeri gücü oldukça zayıf olan Osmanlı kuvvetleri işgale karşı direnemediler. Basra'yı geri almak üzere, Binbaşılıktan Yarbaylığa terfi ettirilen Süleyman Askerî Bey cephe komutanlığına atandı.
Yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe'de İngilizlere karşı taarruza geçen Süleyman Bey, üç gün süren savaşın sonucunda yenilgiye uğradı. Bu savaşta bacağından yaralanan Süleyman Askerî Bey, gözlerinin önünde kendi yetiştirdiği gencecik vatan evlatlarının şakır şakır öldüğünü görüp, üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında intihar etti. (Nisan 1915)
Artık önemli bir direnişle karşılaşmayacağına inanan İngilizler, Basra vilayetindeki önemli stratejik mevkileri ele geçirerek buradaki durumlarını sağlamlaştırmayı ve Bağdat'a İlerlemeyi hedefliyorlardı. Gerçekten de fazla bir direnişle karşılaşmadan önce Kurna'yi daha sonra da Ammâre'yi işgal ettiler.
23-24 Nisan 1915 tarihinde Edirne’deki 4. Tüm. Komutanı Albay Nurettin Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına atandı. Albay Nurettin 15 Mayıs 1915’te Bağdat’a gelerek göreve başladı.
İngilizlerin devam eden ileri harekâtında Albay Nurettin Bey tarafından olağanüstü azim ve kararlılıkla savunulan Kûtü'l- Ammâre, savaş malzemesi eksikliği ve kuvvet yetersizliğinden fazla dayanamayarak 25 Eylül 1915'te düştü.
Kût-ül Ammâre kaybedilmesi Bağdat'ı büyük bir tehlikeye düşürmüştü. İngilizler Bağdat'a oldukça yaklaşmışlar, yolları üzerinde mağlup Osmanlı kuvvetleri düzgün bir şekilde Selman-ı Pak'a çekilerek burada bulunan hazır mevzilere yerleşip, savunma önlemleri aldılar.
Selman-ı Pak’a kadar Osmanlı kuvvetleri ile İngilizler arasında şu muharebeler cereyan etti:
- Seyhan Muharebesi (14-15 Kasım 1914 )
- Harabe ( Kût-ül Zeyn) Muharebesi (17 Kasım 1914)
- Birinci ve İkinci Mezira muharebeleri (4-7 Aralık 1914)
- Birinci Rota Muharebesi ( 20 Ocak 1915 )
- Şuayibe Muharebesi ( 12 –14 Nisan 1915 )
- İkinci Rota Muharebesi ( 31 Mayıs 1915 )
- Nasırye ve Ümm ün Necim muharebeleri ( 13-24 Temmuz 1915)
- Birinci Kût-ül Ammâre Muharebesi ( 26 Eylül 1915 )
- Selman-ı Pak Muharebesi ( 22-24 Kasım 1915
Selman-ı Pak Muharebesi
İngiliz kuvvetlerinin ırak topraklarına çıkması ile birlikte iki taraf arasında cereyan eden bu dokuz adet muharebeden Selman-ı Pak Muharebesi hariç olmak üzere hepsi İngilizlerin lehine sonuçlanmıştır.
1915 Kasım’ında 45. Tümen ve Kafkaslardan da 51. ve 52. Tümenler bölgeye gönderilerek Selma-ı Pak takviye edildi. Bu arada Bağdat’ta bulunan 45. Tümen’in de eksiklikleri tamamlandı. 45, 51 ve 52. Tümenler Osmanlı Ordusunun en seçkin birlikleri arasındaydı.
İngilizler kuzeye doğru ilerlerken, tarih boyunca bütün orduların başına gelen durumla karşılaştılar. Kendi ikmal hatları uzarken, hasımlarının yolu kısalıyordu.
22 Kasım 1915'te Selman-ı Pak'a taarruz eden İngilizler şiddetli bir direnişle karşılaştılar. İngilizler, Osmanlı kuvvetlerinin karşı taarruzu sonucu 4.500 kişi civarında kayıp vererek 25 Kasım'da Selman-ı Pak’tan ayrılarak Kût-ül Ammâre'ye doğru çekildiler
Kût-ül Ammâre Kuşatması
Osmanlı kuvvetleri taktik prensiplere uygun olarak çekilen kuvvetlerle teması sürdürerek sıkı bir takip harekâtına giriştiler. 51. Tümen İngilizleri takip etti, Aziziye’de İngilizler imhadan kurtuldular. İngiliz kuvvetleri takipten kurtularak nefes almak için aslında savunmaya hiç de müsait olmayan Kût-ül Ammâre’ye sığınmak zorunda kaldılar taktik prensiplerden olan ‘’yeniden tertiplenemeden ve teşkilatlanamadan’’. Ve İngiliz kuvvetleri burada hızla sıkı bir kuşatma altına alındılar. (05 Aralık 1915)
Muharebenin cereyan ettiği Kût-ül Ammâre bölgesi Basra’ya 415 km Bağdat’a 356 km mesafede ve Dicle dirseği içerisinde yer alan bir bölgedir. Üç tarafı bataklıkla kaplıdır. Açık olan tek tarafı ise Osmanlı kuvvetleri tutmuştu.
Osmanlı kuvvetleri bir taraftan 18. Kolordu (45. ve 51. Tümenler) ile Kût-ül Ammâre’yi kuşatırken diğer taraftan da 13. Kolordu (35. ve 52. Tümenler) ile İngilizlerin güneyden gelecek kurtarma kuvvetlerine karşı Kût güneyinde savunma mevzi oluşturdular. Bu şekilde hem içe hem dışa bakan klasik siper hatları oluşturularak Kût-ül Ammâre Basra’dan koparıldı. Bu savunma sayesinde İngilizlerin yardıma gelen kuvvetlerini tamamı yenilgiye uğratıldı.
Bu arada Aralık 1915 yılında Bağdat merkezli 6. Ordu kuruldu, Alman Goltz Paşa Ordu komutanı olarak atandı ve ‘’Irak ve Havalisi Komutanlığı’’ emrindeki birliklerle beraber ‘’Irak Cephesi Komutanlığı’’ adı altında 6. Ordu’ya bağlandı. 6. Ordu; 13 ve 18'inci kolordularla Musul Tümeninden teşkil edilmişti.
Nurettin Bey de Kût’u kuşatan kuvvetlerin Komutanı olarak görevlendirildi. Bu durumdan memnun olmayan Nurettin Bey Enver Paşa’ya uzun bir mektup yazarak memnuniyetsizliğini belirterek mektubunu şöyle bağladı: ‘’Bu üzüntü şahsi değil millidir.’’
Ayrıca Nurettin Bey elindeki tüm imkânları kullanarak derhâl Kût’a saldırarak sonuç almak istiyordu. Goltz Paşa ise takviyeler gelmeden bu taarruzların yapılmasına karşı çıkıyordu. Aralık ayında Nurettin Bey kendi inisiyatifi ile yaptığı üç saldırıda büyük kayıplar verdi. (Nutuk’ta da M. K. Atatürk bu gereksiz kayıplardan bahseder.)
Bu gelişmeler üzerine Nurettin Bey 10 Ocak 1916 tarihinde görevden alınarak Kafkas Cephesine 9. Kolordu Komutanlığına tayin edildi. Nurettin Bey’i’n yerine Enver Paşa’nın kendisinden iki yaş küçük amcası 52. Tümen Komutanı Halil Bey (Mirliva-Albay) atandı.
İngilizlerin kuşatmayı yarmak için gönderdikleri kuvvetlerle altı muharebe yapıldı. Bu muharebelerin ikisi hariç hepsini de İngilizler kaybetti. Bu taarruzlar 35 ve 52. Tümenlerin oluşturduğu dışa bakan savunma mevzileri sayesinde büyük kayıplar ve fiyaskoyla sonuçlandı. (Sırasıyla: 7 Ocak: Şeyh Saad, 13 Ocak: Vadi, 21 Ocak: Hanna, 7-9 Mart: Düceyla, 5-8 Nisan: Hanna ve Fellahiyeh, 7-22 Nisan: Beyt Ayşe ve Sennaiyat)
Halil Bey, Nurettin Bey’in aksine Kût’u taarruzla değil, yiyeceği tükenen İngilizleri açlıkla teslim almayı düşünüyordu ve bu nedenle Arap ahalinin kasabadan ayrılmasını engelliyordu. Ayrıca toplarla sürekli taciz ateşi açıyordu.
İngiltere, General Aylmer komutasındaki birliklerin başarısız olan birinci taarruzun ardından Irak cephe komutanı J. Nixon’ı azledip Percival Lake’i bu göreve getirdi; ancak yeni komutan da kuşatmadaki birliklerini kurtaramadı.
Çaresiz kalan İngilizler, savaşa birlikte girdikleri Rusya’dan yardım istedi. O dönemde İran’ın Kirmenşah bölgesini işgal etmiş olan Rus kuvvetlerinin komutanı Baratov’un Kût üzerine yaptığı intikal de sonuçsuz kaldı.
Basra’daki İngiliz genel karargâhının dünya harp tarihinde ilk olarak uçaklarla yaptığı ikmal harekâtı da başarısızlıkla sonuçlandı. Uçaklar ya Türk uçaksavar ateşine maruz kaldılar, ya da malzemelerini Türk mevzilerine attılar. Bir kısım malzemeler de Dicle’nin balıklarına yem oldu.
Basra’daki İngiliz genel karargâhının son ikmal denemesi Julnar isimli gemi ile yapmak istedikleri ikmal takviyesi oldu. 24 Nisan 1916 günü 270 ton yiyecek malzemesi ile Kût-ül Ammâre’ye hareket eden Julnar gemisi kıyılardan açılan makineli tüfek ve top atışları sayesinde kıyıya oturtularak 25 Nisan 1916 günü ele geçirildi.
Kurtuluş ümidi kalmayan, erzak ve cephane sıkıntısı çeken General Townshend, önce kimi kaynaklara gör bir milyon, kimi kaynaklara göre ise iki milyon Pound değerinde altın vererek esaretten kurtulmaya çalıştı. (Arap Lawrence olarak bilinen Thomas E. Lawrence de bu planın bir parçasıydı.) Müzakerelerin sonunda Halil bey kayıtsız şartsız teslim olmalarını talep etti. General Townshend Halil Bey’e 26 Nisan’da mektup yazarak Kût’u teslim etmeye hazır olduklarını bildirdi. Halil Bey ise birlik, silah ve cephaneleri teslim etmesi şartıyla istediği yere gidebileceği cevabını verdi.
Townshend ise tüm silah ve cephanesini yok ettirerek 29 Nisan 1916’da teslim oldu.
Yaklaşık beş ay süren kuşatmanın ardından, 13 general, 481 subay ve 7 bini Hintli 13 bin 300 İngiliz askeri Türk birliklerine teslim oldu. Tarihe Kût-ül Ammâre zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti.
Savaşın bu aşamasında da emsalsiz bir insanlık örneği sergileyerek aylardır açlık, susuzluk ve iklim şartlarından dolayı perişan haldeki İngiliz ve Hint askerlerine beş gün önce ele geçirdikleri Julnar’dan kalan erzaktan ikram ederek Türk askerinin büyüklüğünü göstermişlerdir.
İngiltere Kût-ül Ammâre’deki yenilginin sebebini soruşturmak üzere Mezopotamya Komisyonu oluşturmuş; burada askerî hatalar, coğrafya, iklim ve ulaşımdan kaynaklanan sorunlar ve sağlık problemleri tartışılmıştı. Buna rağmen hazırlanan raporda hezimette Osmanlı Ordusunun başarısının payı imâ dâhi edilmemiştir. Metinde Osmanlı Ordusunu öven, yenilgide onun gösterdiği çabanın da rol oynadığına işaret eden dolaylı ifadeler dâhi yoktur. Bu da İngilizlerin uğradıkları hezimete karşılık Osmanlı Ordusuna yukarıdan bakmayı sürdürdüklerini göstermektedir.
Kût-ül Ammâre Sonrası
Bu zaferden sonra Başkomutanlık büyük bir yanılgıya kapılarak Dicle bölgesindeki harekâtın sona erdiğine hükmederek, bu cepheyi ihmal etmiş, Almanların telkiniyle 18. Kolordu İngilizlere karşı yalnız bırakılarak 13. Kolordu’nun İran cephesine gönderilmesi, cephenin zayıflamasına neden olmuştur. Sonradan 13.Kolordu Irak Cephesine getirilmiş olmasına rağmen sonuç değişmemiştir. İngiliz karşı taarruzuyla önce 22 Şubat 1917’de Kût-ül Ammâre’yi tekrar ele geçirmişler, sonra da 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmişlerdir. Mütarekenden sonra ise Musul ve Kerkük kaybedilmiştir.
Sonuç olarak muhteşem bir zafer ziyan edilmiştir.
İtilaf devletleri Çanakkale’den çekilirken Irak’a 1915/16 kışında gönderilen takviyeler durumu biraz düzeltip Kût zaferini sağlamıştı ama bu İngilizlerin nihai ilerlemesini geciktirmekten başka işe yaramadı. Enver bu sırada, yani stratejik dengenin sürdüğü 1916 yılında en güçlü dört tümenden oluşan 15. Kolordu’yu Galiçya’ya, 13. Kolordu’yu da İran bozkırlarına göndermiştir. Hâlbuki bu iki kolordu Güney cephesinin savaşın sonuna kadar tutulmasını sağlayabilirlerdi.
Ancak şu da bir gerçektir ki İngiliz işgali altındaki İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920'de oy birliği ile kabul edilip 17 Şubat'ta kamuoyuna açıklanan ve Türk Kurtuluş Savaşı'nın siyasî manifestosu olan Misak-ı Millî’ye Anadolu’da Mustafa Kemal’in Erzurum ve Sivas kongreleri ve Çanakkale zaferi kadar Kût-ül Ammâre zaferi de cesaret vermiştir.
Osman AYDOĞAN
Save the last Dance for me
28 Nisan 2018
"Save the Last Dance for Me", Amerikalı müzisyenler Doc Pomus ve Mort Shuman (daha önce bu sayfamda Shuman’ın ‘’Brooklyn by the Sea’’ isimli şarkısını anlatmıştım) tarafından bestelenen ve 1960’lı yılların romantik müzik grubu olan ‘’The Drifters’’ tarafından seslendirilen popüler bir şarkının adıdır.
The Driffters’den başlayarak Tom Jones, Elvis Presley, Tina Turner, Dalida ve Michael Buble'a kadar birçok ünlü müzisyenler tarafından yorumlanmıştır. The Driffters’den sonra bence en iyi yorumlayan sanatçı Kanadalı müzisyen ve aktör Micheal Buble’dir…
Bu şarkı yalnızsanız bile insanı tek başına dans etmeyi isteği uyandıran bir şarkıdır..
Yazımın sonunda sözlerini de veriyorum ama dikkatli okuyun... Yüzeysel değerlendirmeyin... Üzerinde düşünün... Kadına verilen değeri, saygıyı, sevgiyi ve güveni görün...
Bugün Cumartesi, hafta sonu ya… Biliyorsunuz hafta sonları; ülke gündemi, gam, keder, kasvet, üzüntü zamanı değil müzik, dans ve neşe zamanıdır… Siz şimdi bırakınız cumhuru, başkanı, çatıyı, adayı, gülü, dikeni, akarı, aracı, seçimi, şark kurnazlığının yoz politikalarını, OHAL şartlarında yapılacak seçimi, her türlü istismara açık seçim yasasını düşünmeyi!...Siz şimdi bırakınız elinizde, zihninizde, kafanızda ne varsa; haksızlığı, hukuksuzluğu, adaletsizliği ve her şeyi!... Ve verdiğim bağlantılardaki şarkının değişik yorumlarını dinleyin ve dans edin!
Sizlere güzel bir hafta sonu dilerim… Zaten hava da çok güzel değil mi?
Osman AYDOĞAN
The Drifters: Save the last Dance for me
https://www.youtube.com/watch?v=n-XQ26KePUQ
Michael Bublé: Save the last Dance for me
https://www.youtube.com/watch?v=LAjfB0XfjkA
Kadife sesli Amerikalı şarkıcı Emmylou Harris’in yorumu da çok güzel: ‘’Save the last dance for me’’:
https://www.youtube.com/watch?v=2HptdyRbuOI
Amerikalı soul şarkıcısı Ben E. King’in (Benjamin Earl King) (Ben E. King denilince akla gelen ilk şarkı bestesini yaptığı ve söylediği "Stand by Me" şarkısıdır) yorumu: Save the last Dance for me
https://www.youtube.com/watch?v=7GufdDsAGoE
Bon Jovi müzik grubunun Jon Bon Jovi solistleri eşliğinde: Save the last Dance for me
https://www.youtube.com/watch?v=xnlLS_CV34U
Dalida - Garde moi la dernière danse - Paroles (lyrics)
https://www.youtube.com/watch?v=aGSc4kmvj4Y
Save the last Dance for me
You can dance, every dance with the guy
Who gives you the eye, let him hold you tight
You can smile, every smile for the man
Who held your hand beneath pale moon light
But don't forget who's takin' you home
And in whose arms you're gonna be
So darlin' save the last dance for me
Oh, I know that the music's fine
Like sparklin' wine, go and have your fun
Laugh and sing but while we're apart
Don't give your heart to anyone
And don't forget who's takin' you home
And in whose arms you're gonna be
So darlin' save the last dance for me
Baby, don't you know I love you so?
Can't you feel it when we touch?
I will never, never let you go
I love you, oh, so much
You can dance, go and carry on
Till the night is gone and it's time to go
If he asks if you're all alone
Can he walk you home? You must tell him, "No"
'Cause don't forget who's taking you home
And in whose arms you're gonna be
Save the last dance for me
Oh, I know that the music's fine
Like sparklin' wine, go and have your fun
Laugh and sing but while we're apart
Don't give your heart to anyone
And don't forget who's takin' you home
And in whose arms you're gonna be
So, darlin', save the last dance for me
So don't forget who's taking you home
Or in whose arms you're gonna be
So, darling, save the last dance for me
Oh, baby won't you save the last dance for me?
Ooh, you make the promise that you save the last dance for me
Save the last dance, the very last dance for me
Hele bi uyuyup uyanalım!
Bir açmaz içindeyseniz, bir çıkmaz içindeyseniz, bir çaresizseniz, çarenin siz olduğunu size anlatan bir şarkıdır... ‘’Gün doğmadan daha neler doğar" diyen bir şarkıdır… ‘’Umudun tükenmediğini’’, '’umut etmekten vazgeçmemek’’ gerektiğini söyleyen bir şarkıdır... ‘’Bu da geçer yâ hû’’ diyen bir şarkıdır...
Sesinizde söyleyemediğiniz sözler varsa, gizleyemediğiniz gözyaşlarınız, silip de unutamadığınız sabahlar, içinizde saklayamadığınız anlarınız ve hiç bitmeyen bir yalnızlığınız varsa; ''bir yolu vardır elbet yarın yeniden yaşamanın'',''bir çaresi bulunur çıkmazların'', ''hele bir uyuyup uyanalım'' diyen bir şarkıdır...
"Sesimde söyleyemediğim şeyler var" sözlerii ile sizin de sesinizde söyleyemediklerinizi anlatan, sessiz çığlığınıza tercüman olan, sessiz bağırışlarınıza ses olan bir şarkıdır…
Anlattığım; Sertab Erener'in sözlerini bizzat kendisinin yazdığı, bestesini ise Demir Demirkan'la yaptığı ‘’Rengârenk’’ albümünde yer alan insanın içinde hayata dair bir umut yeşerten, direnme gücünü arttıran, türküleri andıran güzel bir şarkısıdır: ‘’Bir çaresi bulunur’’…
Kişisel sorunların altında mı kaldınız? Ülkenin gündeminden mi bunaldınız?
Bir çaresi bulunur elbet yarın yeniden yaşamanın…
Hele bi uyuyup uyanalım!
https://www.youtube.com/watch?v=WBCiQTk5knY
Osman AYDOĞAN
Bir çaresi bulunur
Sesimde söyleyemediğim sözler var
Gizleyemediğim gözyaşlarım
Silip de unutamadığım sabahlar
Kokladığım eşyaları
Bir çaresi bulunur elbet yarın
Yeniden yaşamanın
Bir çaresi bulunur elbet canım
Bi uyuyup uyanalım
Ah bi yolu vardır elbet yarın
Yeniden yaşamanın
Bi çaresi bulunur çıkmazların
Bi uyuyup uyanalım
İçimde saklayamadığım anlarım var
Hiç bitmeyen yalnızlığımın
Silip de unutamadığım geceler
Dönüşü yok hep kalp ağrısı
Bir çaresi bulunur elbet yarın
Yeniden yaşamanın
Bir çaresi bulunur elbet canım
Bi uyuyup uyanalım
Zaman, gaflet uykusundan artık uyanma zamanıdır!
27 Nisan 2018
Mevlâna’nın diye bildiğimiz rubai şu şekildedir:
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel
İster Kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol, yine gel
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...”
Bu şiir Mevlâna’ya atfedilir, Mevlâna’nın bilinir. Ancak şiir Mevlâna’nın değil Orta Asyalı ünlü sufi Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'a aittir ve "Rubaiyyat-ı Baba Efdal-i Kasani" adlı eserde 7 numara ile "Baba Efdal"'in rubasi olarak yer alır. (Yakup Şafak, Mevlana'ya Atfedilen Yine Gel Rubaisine Dair, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 2009)
İlber Ortaylı, Mevlâna'nın hiçbir kitabında bu dizelerin bulunmadığını, bu şiirin Mevlana'dan sonra ona isnad edildiğini ifade eder. Mevlâna’nın beyitlerinin yer aldığı Divan-ı Kebir nüshalarında bu dizeler başlangıçta yer almışsa da daha sonraki baskılarında hata fark edilerek çıkarılmıştır. Mevlâna’nın ‘’Mesnevi’’si altı cilt olup, bu rubai Mevlâna’ya ait olmayıp ona atfedilen Mesnevi’nin yedinci cildinde geçmektedir.
Söz konusu olan rubainin Farsça orijinali şu şekildedir:
“Bâz â! Bâz â! Her ân çi hestî bâz â
Ger kâfîr u gebr u bût-perestî bâz â
În dergâh-i mâ dergâh-i nevmî dî nîst
Sad bâr eger tevbe-şikestî bâz â...”
Farsça’da ‘’bâz â’’nın mastar şekli, ‘’bâz amadan’’dır ve ‘’pişman olmak’’, ‘’tövbe etmek’’, ‘’yapılan hareketten vazgeçmek’’ anlamındadır. Ancak sözcüğü “bâzâ” şeklinde alırsak o zaman bu sözcük Farsça’da “yine, tekrar gel” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla rubainin doğru tercümesi de şu şekildedir:
“Vazgeç (tövbe et), vazgeç, her neysen vazgeç,
Eğer Kâfir, mecusi, putperest isen vazgeç,
Bizim dergâhımız umutsuzluğun dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozsan da vazgeç.”
Aslında önemli olan bu rubainin Mevlâna'ya ya da Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'a ait olup olmaması değildir. Önemli olan birliğin, beraberliğin, hoşgörünün, Allah’ın yarattığı farklılığın zenginlik olarak görülmesinin dörtlük haline getirilmiş olmasıdır.
Mevlâna’ya ait olan bu anlama yakın gerçek rubai ise şu şekildedir:
''Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...''
Görüldüğü gibi Mevlâna’ya ait diye bildiğimiz “Gel, gel, ne olursan ol yine gel’’ diye başlayan rubainin Mevlâna’ya ait olmaması onun büyüklüğünden, onun insan sevgisinden, onun Allah’ın yarattığı farklılıklara hoşgörüsünden bir şey eksiltmez.
Nam-ı diğer ‘’Şark Bülbülü’’ (ki bu lakabı ona Atatürk vermişti), Diyarbakır Ulu Camii Müezzini Celal Güzelses’in ‘’Yaş Destanı’’ isimli türküsünün son iki dizesi şöyle idi:
"Beni ağlatma ki sen de gülesin,
Hem murada, hem maksuda eresin!.."
Bu sözler Anadolu’nun bin yıllık feryâdı idi, bu sözler Anadolu’nun bin yıllık figânı idi. Hayatın özü de bu sözlerde gizli idi: Beni ağlatma ki sen de gülesin, hem murada, hem maksuda eresin!..
Şeyh Edebali de Osman Gazi’ye söylemez miydi: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” Ayet de, Mevlâna da, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr da, Şeyh Edebali de aynı şeyleri söylüyor aslında: sevgi, sevgi sevgi...
Tarihçi Cemal Kutay bir TV programında anlatmıştı; sadrazamın biri padişaha "Kan döneminin bittiğini bu millete inandırmamız lazım" demiş.
Sadrazamın dediği gibi ülkemizde gelecek dönemde artık kan, kin ve nefret döneminin biteceğini birilerinin bu millete inandırması lazım...
Nasıl mı?
Cevabı; Mevlâna'da gizli, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr da gizli, Hacı Bektaşî Veli'de gizli, Akşemseddin'de gizli, Yunus Emre'de gizli. Cevabı; bu coğrafyanın yetiştirdiği sevgi dolu gönüllerde gizli. Cevabı Şeyh Edebali'nin Osman Gazi’ye söylediğinde gizli... Cevabı; sevgi de gizli sevgi de... Cevabı insanları güldürüp, hem murada, hem maksuda ermede, erdirmede gizli... Cevabı; yaratılanı yaratandan ötürü, her türlü mezhepten ve etnisiteden uzak kucaklamada, sevmede, hoşgörüde, olduğu gibi kabul etmede gizli... Cevabı; Allah’ın yarattığı farklılığın zenginlik olarak görülmesinde gizli... Cevabı Hakk'ta, hakta, hukukta ve adalette gizli... Cevabı insana saygıda, insana sevgide gizli...
Eğer biz bu cevabı bulamazsak birbirimizi çiğ çiğ yiyeceğimiz, pusuda bekleyen akbabalara yem olacağımız gizli değil ayan beyan açıktır....
Zaman, artık gaflet uykusundan uyanma zamanıdır!
Osman AYDOĞAN
Bir bilgi:
Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu'nun (ECRI) 5’nci Türkiye raporunda Türkiye’de nefret söyleminin arttığı ve “üst düzey devlet yetkililerinin de bulunduğu resmi görevliler tarafından” daha fazla kullanıldığı belirtildi.
Bu tespitle beraber yol açtığı sonuç ise şöyle açıklandı: “Bunun medya aracılığıyla yayılan olumsuz etkisi sosyal bütünlüğe zarar vermiştir. Bu retoriğe karşı resmi güçlü bir tepki yoktur ve birçok nefret konuşması cezasız bırakılıyor. Nefret söylemine karşı var olan yasaların korunmasız grupları susturmak için kullanıldığı sonucuna varmak mümkün. Birçok medya kurumu etik kurallarına uymuyor ve nefret söylemini yayıyor.”
Bu rapora gerek yok aslında... Gazete ve TV haberlerini bir izleyin, sosyal medyayı bir tarayın, çarşı pazara bir çıkın, siyasilerin konuşmalarını bir dinleyin hâlimizi görmeye yeter aslında...
Gülümseyin, daha çok yaşayın.
Çevresiyle, ailesiyle, arkadaşlarıyla hoşça vakit geçiren, aktif, dışa dönük ve pozitif insanların hastalanma risklerinin daha az olduğunu unutmayın. Yapılan pek çok araştırma, olumlu düşüncenin, yardım duygusunun, sevgi sözcüklerinin ve gülümsemenin yaşamı uzattığını ortaya koyuyor.
GÜLMESİNİ BİLMEYEN DÜKKAN AÇMASIN
Yukarıdaki deyiş, bir Çin atasözüdür. Yaşama gülümseyerek bakabilmek eleştiride kıskanç, övgüde cömert olabilmek, sıktığı her avuca yüreğini bırakabilmek pek zor olmasa gerek. Sevgi dolu, güvenli ve iyi ilişkilerle çevrelenmiş, iltifat ve hoşgörü sözcüklerini daha çok ifade eden, yardıma, güler yüze, olumlu bakışa öncelik veren bir yaşamın sağlığınızı ve yaşamınızı uzatacağını unutmamalısınız.
Sadece kendiniz neşeli ve pozitif olmakla yetinmeyin. Çevrenizde, bulundukları ortamı düzelten ve olumlu ışık saçan gülümseme ustalarını da çoğaltın. Daha mutlu bir hayatın daha uzun bir hayat olduğundan kuşku duymayın ve her gün beyninizde oluşan ortalama yirmi beş-otuz bin düşünceden olabildiğince fazlasının “olumlu, sevimli, güvenli, umutlu düşünceler” olmasına özen gösterin.
ENDİŞELİ ve depresif yapıda olanlarda, beynini gün boyu olumsuz düşüncelerle meşgul edenlerde, fazla stresli, hırçın ve sinirli orta yaşlı insanlarda öldürücü inmeler ve kalp krizinin iki-üç kat daha fazla olduğu bilinmektedir. Harvard Üniversitesi Halk Sağlığı Bölümü’nce yapılan ve Psikosomatik Tıp Dergisi’nin Kasım-Aralık 2001 sayısında yayınlanan sağlık ve mutluluk ilişkisi üzerine yapılan çalışma, bir referans niteliğindedir. Bu çalışma, hayata pozitif yaklaşmanın, olumlu düşüncenin kalp hastalığı riskini azalttığını açık olarak göstermiştir. Araştırmada gülümsemesini bilen ve sorunlara olumlu yaklaşanlarda kötümser ve depresiflere oranla yüzde 44 daha az kalp hastalığı riski belirlenmiştir. Bu araştırma evliliklerinde ve sosyal ilişkilerinde mutlu bireylerin de kalp hastalığından korunma bakımından daha iyi durumda ve avantajlı olduklarını ortaya koymuştur. Aile düzenleri iyi, eşi ve çocuklarına yeterince vakit ayıran, yaşamını bir sevgi denizi haline getirebilmiş insanlar kalp ve damar hastalıklarına daha az yakalanmaktadırlar.
Stroke Dergisi’nde yayınlanan (Şubat 2002) bir makalede depresif ve endişeli orta yaşlı erkeklerde öldürücü felç oluşması ihtimalinin en az üç kat daha fazla olduğu belirtilmektedir. Daha birçok araştırma mutsuzluğun, endişe ve hırçınlık halinin, öfkenin olumsuz düşünce yapısının yaşamı kısaltıcı önemli sağlık sorunlarında rol oynadığını ortaya koymaktadır.
Mutluluğun sağlığımız üzerindeki olumlu etkisinin mekanizması, henüz tam olarak bilinmiyor. En kolay açıklama “olumlu insanların kendilerine daha iyi baktıkları”dır. Eğer mutluysanız daha düzenli beslenir, daha az strese girer, daha iyi uyursunuz. Diyete girmeniz daha kolaydır, egzersiz yapmakta ve sürdürmekte pek zorlanmazsınız.
Size önerilen sağlığınıza ilişkin tüm öğütleri mümkün olduğunca yerine getirir, psikosomatik sorunlarla daha az karşılaşırsınız. Olumlu insanların kötümser insanlara göre daha az alkol tükettiği de bir gerçektir.
Prof. Dr. Osman Müftüoğlu
Vâveylâ
24 Nisan 2018
Geçen günlerde burada ‘’Babası’’ başlığı ile bir hikâyede Arapça ‘’vav’’ harfini anlatmış, kışaca şu bilgiyi vermiştim:
Türkçe’de “ve” diye seslendirdiğimiz harfe Arapça’da “vav” denir. Arapça’da on yedi tane farklı anlamda “vav” vardır. ‘’Ve’’ bizde sadece bağlaçken bu ''ve''ye Arapça’da ‘’atıfa’’ deniyor: ‘’Vav-ı atıfa’’. Arapça’da bir de ‘’yemin vav’’ı var: ‘’Vav-ı kasem’’. Vav-ı kasem: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi. Türkçe’ye “andolsun, yemin olsun” şeklinde tercüme edilir…
Yazımda Arapça ‘’vav’’ ile ilgili verdiğim bilgi bu kadardı ancak ‘’vav’’ harfi bu kadar değildi tabii ki… Bu yazımda da ‘’vav’’ harfinin geri kalan bilgilerini anlatmak istiyorum… Tabii ki meraklısına!
‘’Vav’’ harfinden önce meşhur bir hikâye:
Hattat Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş’a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur. Kayıkçıya;
- “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir “vav” yazayım, bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın” der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır.
Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz;
- “Hafız Osman vav’ı” diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata “vav”ı satar kayıkçı. Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu “vav” ile kazanmıştır.
Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır. Sıra Hafız Osman’a geldiğinde Kayıkçı;
- “Hafız Efendi para istemez, sen bir “vav” yazıver yeter” der. Hafız Osman gülümseyerek;
- “Efendi o ‘vav’ her zaman yazılmaz. Sen dua et para kesemi yine evde unutayım” der.
‘’Vav’’ harfi Arapça’da ‘’vâv’’ diye okunur ve Arap alfabesinin yirmi altıncı, Osmanlı alfabesinin ise yirmi dokuzuncu harfidir.
Arapça ve Farsça sözcüklerin yazımında ‘’vav’’ harfi v, o, ö, u, ü harflerinin bugün karşıladığı sesler için kullanılıyordu. Türkçe sözcüklerdeki o, ö, u, ü sesleriyse “vav"la değil, harekeyle (zemme ya da ötre) gösteriliyordu.
‘’Vav’’ harfi, aynı zamanda ebced hesabında 6 rakamına denk gelmektedir. (Ebced hesabı, alfabetik bir sayı sistemini kullanarak, kelimelerin sayısal değerinin hesaplanmasına denilmektedir.) Bu 6 rakamı ise imanın altı şartını işaret etmektedir. İki “vav” yan yana geldiğinde ise, 66’ya tekabül eder. “Allah” lafza-i celalinin müfredatı da 66'dır. Aynı şekilde “Lâle ve Hilâl” de 66’ya tekabül etmektedir. Bazı Allah dostlarına göre, iki “vav” Allah’ı sembolize eder. Çünkü ebced değerleri aynıdır. Hatta halk arasında "İşini 66’ya bağlamak’’ (Allah'a havale etmek) tabiri de buradan gelmektedir.
Divan edebiyatında "vav" harfinin, sevgi ve vefaya delalet ettiği de söylenir… Divan şiirinde harflerin yeri hiç şüphesiz çok büyüktür. Harfler Divan şiirinde aşkı, âşıkı ve mâşuku anlatmak ile mükelleftir. Bunu hem birbirleriyle olan temasları sonucu yazı şeklinde ortaya koyarlar, hem de her harfin sahip olduğu şekil aşkı, âşıkı ve mâşuku bize hatırlatır. Mesela ‘’elif’’ harfi kendisinden sonra gelen hiçbir harfle birleşmediği için kesrete/çokluğa bulaşmamış olarak yorumlanır. Bu harf başlangıç harfidir ve Allah’ı sembolize eder. Başlangıç Allah olduğuna göre, her şey O’ndan sonradır.
Divan edebiyatında başka bir harfimiz ise ’’sad’’dır. ‘’Sad’’ harfi sevgilinin gözünü simgeler. Bu harfin noktalısı olan ‘’dat’’ ise sevgilinin gözünün üstündeki ‘’ben’’dir. ‘‘Nun’’ harfi ise sevgilinin ebrularını yani kaşlarını simgeler. ‘’Nun’’ harfi çok kavisli olduğundan kemanı andıran ebrular bu harfte vücud bulmuş gibidir. ‘’Cim’’ harfi sevgilinin yanağıdır. ‘’Cim’’ harfinin ortasındaki nokta ‘’ben’’dir. Sevgilinin ağzı ‘’mim’’dir. Çünkü sevgilinin ağzı ‘’mim’’ harfinin yuvarlağı kadar küçüktür. ‘’Mim’’ yokluk demektir. Dudak ta, tasavvufta yokluk demektir.
‘’Vav’’ harfi, Allah’ın vâhid (bir) ismini ve birliğini simgelemektedir. Yani vahidiyeti, vahdaniyeti bildirir. Vâhid (tek ve eşsiz) olan; eşi benzeri olmayan, ortağı bulunmayan, tek İlah olan, kendisinden başka ilah bulunmayan, sıfatlarında ve işlerinde asla benzeri olmayan el-Vâhid ile kastedilen anlam, Allah’ın (c.c.) sayı olarak bir olması değildir. El-Vâhid, Allah (c.c.) bölünemeyen ve parçalanamayan birdir, manasına gelir. Yani sıfatlarında ve güzel isimlerinde bir ortağı yoktur. İlahlık O’na mahsustur. O’nun dışında hiçbir varlık ilahlık mertebesine ulaşamaz. Bunun dışında “vav” harfi, Allah’tan başka her şeyi (mâsivâ'yı) terk etmek manasına da gelir.
‘’Vav’’’ın taşıdığı şekil hususiyetiyle, hat sanatında, bilhassa, sülüste, ehemmiyetli bir yeri vardır. ‘’Vav’’ harfi, hat sanatını temsil etmektedir. Mahreci iki dudak arasında olduğundan yolun sonu da ona aittir.
Talebe için ‘’vav’’ harfi bir eğitimdir. Hâlistir, mukaddestir, müfrettir ve ürkütücüdür. Her hali ile tefekkürü ifade eder. Kavisinin zorluğu sebebiyle yapımı oldukça ustalık ister. Duruşunun zarifliğini vermek sabır, azim ve aşk işidir.
Çok zengin hat sanatı örneklerine sahip olmasıyla ünlü olan Bursa Ulu Camii; içerisindeki 13 ayrı yazı karakteri ile 41 ayrı hattat tarafından yazılmış askılı ve sabit toplam 192 hat levhası ile bir nevi ‘’Hat Sanatları Müzesi’’ gibidir. Şu anda 9 ayrı yazı karakteri ve 21 sanatkârın 132 adet yazısı bulunmaktadır.
İçerisinde büyük bir şadırvana sahip olması ve Osmanlı’da yapılan ilk Cami-i Kebir (Büyük Cami) olma özellikleri Ulu Camii’yi diğer büyük camilerden ayırmaktadır. Şadırvan daha sonraki yıllarda İstanbul’dan Bursa’ya siyasi sürgün olarak gelen Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi tarafından yaptırılmıştır.
Seyyah Evliya Çelebi 1640’lı yıllarda suyu Uludağ’dan gelen bu güzel havuzun içinde alabalıkların yüzdüğünden bahsetmektedir. Suyu en tepeden tek merkezden kaynayan bu şadırvanda su, havuza dökülürken Allah’ı tesbih edercesine 33 ayrı yerden akmaktadır.
Ulu Camii’nin her duvarında ‘’vav’’ harfleri yazılıdır. En güzeli, rivayetleri ile ünlü olan tezhib sanatı ile süslenmiş ve ucuna lâle motifi işlenmiş ‘’vav’’ harfidir. Lâle süsleme sanatında Allah’ı (c.c.) sembolize eder…
Rivayet olunur ki; Ulu Camii’nin yapılışı sırasında Somuncu Baba adında bir zat her gün gelir, işçilere hayrına somun dağıtırmış. Somuncu Baba bir gün gene orda ekmek dağıtırken Hızır aleyhisselamın orada olduğunu fark etmiş. Kolundan tutup ‘’sen Hızır’sın ben anladım’’ demiş. ‘’Senden buraya gelip her gün namaz kılmanı istiyorum, eğer söz vermezsen buradaki herkese senin Hızır olduğunu söylerim’’ demiş. Hızır (a.s) her gün geleceğine dair söz vermiş ama o da bir istekte bulunmuş ve ‘’hangi vakit geleceğim bana kalsın’’ demiş. Bunun üzerin Hızır’ın (a.s.) Ulu Cami’deki ‘’vav’’ harfinin önünde her gün gelip namaz kıldığı rivayet edilir fakat hangi vakit olduğu bilinmez… Halen halk arasında bu rivayetin yaygın olması sebebiyle birçok kişi, dualarının kabul olacağı düşüncesiyle ‘’vav’’ harfinin önünde namaz kılarlar…
Ulu Camii içinde camiinin batı cephesinde günümüzde kadınların namaz kıldığı yerin batı duvarında çok değişik bir şekilde işlenmiş büyük ‘’celi sülüt’’ dört tane ‘’vav’’ harfi dikkat çekmektedir. Mehmed Şefik Bey'in tashih ettiği yazılardan biri olan bu ‘’müsenna çifte vav’'ın kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta da, "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi yazılıdır. Bu önemli bir nasihattir. ‘’Vav’’ harfi ile başlayan kelimeler sorumluluk gerektiren işleri ihtiva eder. Allah Rasûlü (s.a.v.) bizleri sorumluluğu olan şeylerden sakınma noktasında uyarıyor ve zorunlu olmadıkça şu yedi "vav'’dan sakının, çekinin" buyuruyor. Mesela; vali olmak, veli olmak, varis olmak, vekil olmak, vezir olmak, vakıf malını değerlendirmek, vâllahi yemininde bulunmak… Bu hadis, vazifeleri yerine getirirken hassas olmamızı, ölçülü davranmamızı tavsiye eder…
‘’Vav’’, bir nevi hayatın özetidir. Yaşantısı Allah'a (cc) yakın olan bir kulun büyük sevdasıdır.... Bir hattatın baş tacıdır her daim... Hat sanatının ilk öğrenilen harfidir o. Yeryüzündeki bütün harflerin en estetiğidir o. O yazılınca, diğerleri peşinden bir bir dökülüverir... Diğer bütün harfleri, kelimeleri bir araya getiren, eksik parçaları tamamlayan bir harftir "vav". Tıpkı ayrı duran hatları sımsıkı birleştiren bir çengel gibidir ''vav''... Koca bir kalp dolusu aşktır, maharettir, sabırdır ‘’vav’’… İnsan ‘’vav’’ şeklinde doğar, bir ara doğrulunca kendini ‘’elif’’ sanırmış… Rabbi kulları ‘’vav’’ gibi mütevazı olsun istermiş…
Velhâsıl;
Manayı bilmeyenler ‘‘vav’’ diyemez ‘‘vay’’ derler. Buna ‘’vâveylâ’’ denir. Bu ‘’vâveyla’’ ise ‘’vav’’ olamadıkları için feryâd edenlerin halidir.
Şimdilerde TV'lerde, ceridelerde, meclislerde ve kürsülerde bu haldekileri mebzul miktarda görüyorsunuz zaten…
Osman AYDOĞAN
Şimdi uyanma vakti!…
Türkçeyi çok iyi kullanan yazar ve şair Murathan Mungan’ın çok güzel bir şiiri vardı, ‘’Eskidendi, Çok Eskiden’’:
Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işıklar yanardı evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken,
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.
Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.
23 Nisan’ın, ‘’Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’’ olarak kutlandığı bayramlar, şiirde olduğu gibi eskidendi, çok eskiden…
23 Nisan 1920 egemenliğin bir kişiden alınıp millete verildiği gündü. Eskiden bu günün o muazzam adımı atanları artan bir coşku ile kutlandığı eskidendi, çok eskiden…
23 Nisan 1920; egemenliğin yedi düvele karşı savaşarak bir kişiden alınıp millete verildiği gün iken, 24 Haziran 2018 ise; OHAL koşullarında, baskın bir seçimle, her türlü istismara açık bir seçim kanunu ile egemenliğin milletten alınıp bir kişiye verilmek istendiği gündür.
Yaşadığımız günler bana Murathan Mungan’ın yukarıda tamamına yer verdiğim ‘’Eskidendi, Çok Eskiden’’ isimli şiirini hatırlatıyor:
‘’Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.’’
‘’Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.’’
Evet… ‘’23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’’ eskidendi, çok eskiden…
Şimdi uyanma vakti!…
Osman AYDOĞAN
Küçük hanımlar, küçük beyler!!
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem emperyalist savaşlar hem de Fransız devriminin yarattığı fikir akımları nedeniyle Avrupa'da imparatorluklar çatırdamaya başlar. Ardından Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri başlar.
Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu ulusal kurtuluş hareketlerinden en çok ve en ağır etkilenen devletlerdir. Balkanlar’da art arda yeni ulus-devletler doğmaya başlar. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Arnavutluk birbiri ardına kimi Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı, kimi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşarak kendi ulus-devletlerini kurarlar...
20. yüzyılın başlarında ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketler zafere ulaştığında kurulan ulus-devletler devrimci birer adımdılar. İmparatorluklar yıkılır, yerine genç, kendi ayakları üstüne dikilen, kalkınmacı ekonomik politikalar izleyen, milliyetçilik ideolojisine sarılmış birer ulus-devletler kurulur….
Bu büyük çalkantılar döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun sahibi sayılan Türkler trajik ikilemler yaşarlar. Önce gerçek sahibi olduklarına inandıkları Osmanlı Devleti’nden kopmak için ayaklanan ulusal kurtuluş hareketleri ile savaşırlar. Beyhude bir direniştir bu. Balkan Savaşı bozgunu ile Balkanlar’daki Osmanlı varlığı silinir… Ardından 1. Dünya Savaşı patlar… İttihatçıların dizginlerini ele geçirdiği Osmanlı çok daha ağır bir yenilgi alır ve bu kez Anadolu işgal edilir… Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar Anadolu’yu paylaşırlar… Türklere ise Orta Anadolu’da daracık bir bölge bırakılır...
Bu büyük çalkantılı dönemde Türkler kurtuluşu değişik alanlarda ararlar… Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan yazar ve siyasetçi Yusuf Akçura’nın (1876 - 1935) 1904 yılında yayımladığı ‘’Üç Tarz-ı Siyâset’’ adlı makalesi bu arayışa bir örnektir..
Yusuf Akçura bu makalesinde Osmanlı Devletinin temel devlet politikası olarak Osmancılık, Pan İslamizm ve Türkçülük olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak inceler ve o dönem için en uygun siyaset tarzının Türkçülük olduğu ileri sürer…
Yusuf Akçura makalesinde Osmanlıcılığı Türklerin asimile olmasına yol açabileceği, etnik milliyetçiliğin bu merhaleye tırmandığı durumda uygulanabilir olmadığını söyleyerek “beyhude bir yorgunluktur” der. Akçura’ya göre İslamcılık ise, birleştirici olabildiği kadar ayrıştırıcı da gözükmektedir. Akçura “Tevhid-i etrak” (Türklerin birliği) teorisinde ise, ırka dayalı bir sistem içinde siyasi birlikten yanadır. Türklere (ya da Türkleşmiş topluluklara) ulus bilinci verilecek, böylece ümmetten millete geçilecektir.
Anadolu da işgal edildiğinde ulusal kurtuluş mücadelesi verme sırası artık Türklere gelmiştir. “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” başlar…
Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar…Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri yapılır….
Farklı görüşler olsa da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı 23 Nisan 1920’dir. O gün sahici bir ulus-devletin, Türk ulus-devletinin kuruluşudur. Sultanın, Osmanlı soyunun değil, halkın egemenliğini kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi o gün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” diyerek noktayı koymuş, ulus-devletler trenine son anda binmiştir.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Yusuf Akçura’nın önerdiği ırka dayalı bir sistemin mahsurunu da ortadan kaldırarak şu düsturu esas alır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)
Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır.
Sosyal bilimci Ernest Renan da ulusu zaten şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.” Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.
Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bir Arap ulusuna dönüşemedikleri için emperyalist güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür. Zaten bu nedenle kendileri hep ulus devlet olan emperyalist güçler (Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rus vb.) sömürmek istedikleri milliyetlerin ulus devlet olmalarını istemezler ve bu nedenle de Osmanlının bakiyesi bir ümmet topluluğundan çağdaş bir Türk ulusunu yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ten bu emperyalist güçler pek hazzetmezler.
Daha sonra yeni ulus devletler için İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi beklenecektir…
Şu bir tarihi gerçektir ki 20. yüzyılın başlarında bir ulus-devlet kurmak ve ideoloji olarak milliyetçiliği benimsemek ilerici, devrimci bir tercih, bir yönelimdi.
23 Nisan 1920’de egemenliği sultandan alıp kendinde toplayan Büyük Millet Meclisi de bu devrimci adımın ete kemiğe büründüğü bir kurumdu.
1920’de o muazzam adımı atanları alkışlamak ve o günü artan bir coşku ile bayram olarak kutlamak boynumuzun borcudur.
Bu bayramın adı ''23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı''dır...
Bu anlamlı bayram kutlu olsun!
***
‘’Küçük hanımlar, küçük beyler!
Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız!
Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz.
Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız.
Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!’’
(Atatürk 1922’de Bursa’da kendisini karşılayan çocuklara böyle seslenir.)
Osman AYDOĞAN
Hükm-ü Karakuşî
22 Nisan 2018
Bir gün 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş… Demirel de soruyu yönelten kişiye: "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel de Hükm-ü Karakuşî’nin bir hikâyesini anlatmış.
Demirel'in anlattığı bu hikâyeyi anlatmadan önce sizlere kısaca Karakuşî'yi tanıtmak istiyorum...
Selahaddin-i Eyyûbi devrinde önemli görevler ifa eden ve vezir ve aynı zamanda kadılık da yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet adamı varmış. Aynı zamanda Bahaüddin Karakuşî yolsuzlukları ile de ünlüymüş... Karakuşî kadı olarak sadece yanlış değil hep abuk sabuk hükümler de verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşî’nin verdiği hükümlere de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denirmiş. Günümüzde de – gerçi genç hukukçular pek bilmez ama - mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ derler.
Aslında gerçek böyle değildir!... Yazımın sonunda meraklısı için bu Kadı Bahaüddin Karakuşî’nin kısaca bu anlatımdan farklı olan gerçek hikâyesini anlatacağım…
Bugün Pazar ya, sadece rahmetli Demirel'in anlattığını değil, Karakuşî’nin verdiği o tuhaf hükümlerin tamamını anlatayım da sizlere pazar neşesi olsun...
***
Önce 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in o zamanki ülkenin durumu hakkında anlattığı Hükm-ü Karakuşî’nin hikâyesi:
Bir gün Karakuşî kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşî kadı, fırıncıya:
- '’Ben bunu aldım'’ demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.
Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- '’Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
- ‘‘Uçtu’' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı o uzun küreği ile, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor... Fırıncı bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşî kadının karşısına çıkarmışlar.
Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi,
- '’Bu adam ördeğimi hiç etti'’ diye şikâyet etmiş.
Karakuşî kadı, fırıncıya sormuş:
- '’Ne yaptın bu adamın ördeğini?'’
Fırıncı
- '’Uçtu’' demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- ‘’Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil'’ diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.
Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- '’Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o Müslimin tek gözü çıkarıla...’’
Davacı:
- '’Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?’' diye sorunca Karakuşî kadı;
- '’Şimdi' demiş, ‘’fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.’’ Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş. Fırıncı bu davadan da beraat etmiş.
Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşî kadı:
- ‘’Tamam'’ demiş, ‘'karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak’'. Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş.
Kadı dönmüş Yahudi’ye:
- ‘’Senin şikâyetin nedir bre?'’ Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış…
- '’Ne diyeyim kadı efendi’' demiş, '’hiç adaletinizden sorgu sual olur mu? Adaletinle bin yaşa sen, e mi !’’?
Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek konuşmasını şöyle bitirmiş; ‘’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?"
Gerçi ülkenin şimdiki durumu rahmetli Demirel’in bu fıkrayı anlattığı zamana göre çok daha fazla hukuksuz hale gelmiştir… Düşünebiliyor musunuz YSK Başkanı16 Nisan 2017 anayasa referandumunda yaptığı kanunsuzluğu açıklayabilmek için Hükm-ü Karakuşî’yi mezarında ters çevirecek biçimde ‘’tam kanunsuzluk hali oluşmamıştır’’ diyebiliyor. Ülkenin kaderini belirleyecek bir seçime, OHAL’n üç ay daha uzatıldığı gün sanki sürprizmişçesine, sanki çocuk kandırırcasına OHAL şartlarında baskın seçimi kararı alınıyor… Maksat tam da Karakuşî hükümleriyle İYİ Parti'yi seçimlere sokmamak... Maksat tam da Karakuşî hükümleriyle muhalefetin iki ayağını bir pabuca sıkıştırmak... Daha önceden de her türlü istismara açık ucube bir seçim kanunu hazırlanıyor… Bunlar ve benzeri tüm bu hukuk ihlalleri akıllara ister istemez Hükm-ü Karakuşî’yi getiriyor…
***
Şimdi de gelelim Hükm-ü Karakuşî’nin diğer hikâyelerine...
***
Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...
Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşî) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.
Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, "anlat bakalım!" demiş.
Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama, cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"
Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"
Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"
Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.
Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"
Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"
Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"
Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"
***
Bir terzi ve bir avcı arkadaş olur, beraber ava gitmeye karar verirler. Av sırasında avcı attığı bir ok ile terzinin bir gözünü kör eder. Terzi dayanamaz gider avcıyı dava eder. Kadının karşısına çıkarlar. Kadı Karakuşî'dir. Karakuşî terziye sorar: ‘’Anlat bakalım, ne istiyorsun’’. Terzi cevaben ‘’efendim bu avcı benim gözümü çıkardı. Mesleğim terziliktir. Tek gözümle bu işimi icra edemiyorum. Avcı cezalandırılsın ve bedel ödesin’’. Karakuşî; ‘’Avcının gözünü çıkartın’’ diye emir buyurur. Bu defa avcı itiraz eder; ‘’Efendim ben avcılıkla geçiniyorum, tek gözle avlanamam’’ der.
Karakuşî biraz sakalını okşar ve kararını verir: ‘’Kapıdaki bekçilerden birini getirip bir gözünü çıkarın, o tek gözle de idare edebilir.’’ (!)
***
Dayak yiyen bir genç Karakuşî'nin yanında alır nefesi ve kendisini dövenden şikâyetçi olur. Karakuşî, suçluyu getirmeleri için beş muhafız yollar. Bunu duyan suçlu hemen Karakuşî'ye gider. Mahkemede davacı gençle karşılaşınca onun bir şey söylemesine fırsat vermeden dayak attığı genci göstererek ‘’işte beni döven budur’’ der. Bunun üzerine Karakuşî dayak yediği için davacı olan gence dayak atılmasını emreder. Genç yediği dayaktan neredeyse ölecek duruma gelir.
Genç, ‘’dayak yiyen bendim’’ diye feryat edince; Karakuşî gence ‘‘o senden önce davrandı’’ diye cevap verir. (!)
***
Karakuşî her senenin Hicrî Takvime göre Muharrem ayında fakirlere sadaka verirmiş. Yine bir Muharrem ayında bütün sadakayı dağıttıktan sonra, yaşlı bir kadın, kapısını çalmış ve: “Kocam öldü, fakat kefen alacak param yok!” demiş.
Karakuşî şöyle cevap vermiş: “Bu sene sadakayı dağıttım. Sen git, seneye bu vakitlerde gel. Ben kocanın kefenini alacağım söz.” (!)
***
Bir gün, uzun sakallı iki kişi, yanlarına saçsız sakalsız bir adamı alarak, Karakuşî’nin huzuruna gelmişler ve: “Bu köse bizim saçımızı sakalımızı yoldu!” diye şikâyette bulunmuşlar.
Karakuşî bakmış, suçlunun ne sakalı var, ne de saçı. Hemen hükmünü vermiş: “Bu kösenin saçı sakalı çıkana kadar, sizi hapsedeceğim. Çıktığında, siz de onun saçını sakalını yolacaksınız!” Tabi, o ikisi hemen davalarından vazgeçmişler.
***
Yine mübalağalı bir rivayete göre, Karakuşî’nin çok güzel bir şahini varmış, kafesinden kaçmış. Karakuşî emretmiş ve şahin kaçmasın diye şehrin bütün kapılarını kapatmışlar. (!)
***
Karakuşî bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri masum olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek: ‘’Biz suçluyuz! Cezamızı elbette çekeceğiz!’’ demişler.
Bunun üzerine Karakuşî zindancı başına şu emri vermiş: ‘’Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını da bozmasınlar!’’
***
Şimdi de sıra geldi Hükm-ü Karakuşî’nin gerçekte kim olduğuna…
Bir rivayete göre de Karakuşî, asıl adı Ebu Said Bahaüddin bin Abdullah Esedî (Kısaca Said Bahaattin) olan bir kimsedir. Kadı Karakuş’un ölüm tarihi 1200’dir... Selahattin Eyyubî’nin veya onun kardeşi Sirkûh’un kölesi iken, her ne meziyeti var ise, yükselmiş ve önemli mevkilere gelmiştir. Karakuşî’nin önemli hizmetleri, başarılı işleri de olmuş. Selahaddin-i Eyyûbi kendisinin yokluğunda Kadı Karakuşî’yi Kahire’ye vekil olarak bırakırmış. Akka’da valilik yapmış, orada Haçlılara esir düşünce Selahaddin-i Eyyûbi onu, on bin altın fidye ödeyerek kurtarmış. Kahire’ye kale, yol, köprü, han, çeşme gibi eserler bırakmış. Fakat iyi bir eğitimi olmadığı, devlet yönetiminde tecrübesiz ve garip bir yaratılışa sahip olduğu için zaman zaman keyfi, sert, tuhaf ve yanlış hükümler verirmiş.
Burada yer alan fıkralar Necdet Rüştü Efe’nin ‘’Türk Nüktecileri’’ isimli kitabından alınmıştır. (Nebioğlu Yayınevi, Kadı Karakuş) Bu kitabında Necdet Rüştü Efe ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi şöyle anlatır: ‘’Bunlar kanun, örf gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmaya çalışılmış öyle hükümlerdir ki; bu mantıksızlık karşısında, mahkûmun müdafaa cehtini (gayretini, çabasını) daima hayrete çevirmiştir. Yüzyıllar boyunca, bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümler; Anadolu’da doğup, yaşlılığında Mısır’da Selahadin-i Eyyûbi maiyetinde emirlik ve kadılık yapmış olan Karakuşî’ye aittir. Yedi yüz elli önce yaşamış olan bu zat halis Türk’tür.’’
‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu safça ve abuk sabuk verilen hükümler aslında Selahattin Eyyubi’nin veziri Bahaüddin Karakuşî’yi yıpratmak için rakibi Esad bin Memmati tarafından yazılmış "Kitab el Faşuş fi Ahkami Karakuş" isimli uydurma mahkeme kararlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerçekle bir ilgisi yoktur bu hikâyelerin ve bu hükümlerin...
Hükm-ü Karakuşî hikâyeleri görüldüğü gibi uydurmadır, gerçekle bir ilgisi yoktur. Fakat bu uydurma mahkeme kararlarından yaklaşık sekiz yüz yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan hukuk ihlalleri ise gerçektir ve tam da hikâyelerdeki gibi bir ‘’Hükm-ü Karakuşî’’dir…
Ağır usul ihlalleri yapılarak yargının tarafsızlığının siyasal konjonktüre feda edildiği günümüz mahkemelerinin verdiği kararlar artık yasal bir “hüküm” değil, olsa olsa bir “Hükm-ü Karakuşî” olmaktadır.
Vaktiyle Çetin Altan bir yazısında, “Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız, Matisse’nin balıklarına (*) bakmayın, anlamazsınız” demişti. Temel sorun tam da budur işte. Bu yüzden, görelilik (relativite) kuramı, atom ve kuantum fiziği ile bilimin ve felsefenin kavram yapısının köklü değişikliklere uğradığı bir dünyada, 19. yüzyıldan kalma düşünce kadroları ve gene 19. yüzyıldan kalma hukuk yöntemleriyle “hukuk eylemek” ancak ve ancak ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ hükümleri doğurmaktadır…
“Yasa”lar değil, “kafa”lar değişmelidir. Gerisi “lafügüzaf”tır.
Osman AYDOĞAN
(*) Henri Matisse (1869 – 1954) 20. yüzyılın en önemli ressamlarındandır. Renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir. En önemli eserlerinden birisi de ‘’Red Fish’’ (Gold Fish) (Kırmızı balıklar)’dır…
Babası
Bugün Cumartesi... Ülke gündemi malum... Ülke seçim sath-ı mailinde... Millet gergin... O kadar ki bu gerginlik futbol maçlarına bile yansıyor... O kadar ciddi konular arasında biraz da tebessüm edelim istiyorum... Bu nedenle zaman da fıkra zamanı diye düşünüyorum... Ancak fıkradan önce küçük bir izahat:
Türkçe’de “ve” diye seslendirdiğimiz harfe Arapça’da “vav” denir. Arapça’da on yedi tane farklı anlamda “vav” vardır. ‘’Ve’’ bizde sadece bağlaçken bu ''ve''ye Arapça’da ‘’atıfa’’ deniyor: ‘’Vav-ı atıfa’’. Arapça’da bir de ‘’yemin vav’’ı var: ‘’Vav-ı kasem’’. Vav-ı kasem: Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Vallahi, Veşşemsi, Velfecri kelimelerinde olduğu gibi. Türkçe’ye “andolsun, yemin olsun” şeklinde tercüme edilir.
Duhâ sûresi, sûre ’'Ved duhâ’’ ile başladığı için genellikle ‘’Ved duhâ sûresi’’ diye anılır. Duhâ, kuşluk vakti demektir. Ved duhâ: ''Andolsun kuşluk vaktine'' mealindedir...
Şimdi gelelim fıkraya:
Geçmiş zamanda, medresenin sınav günü gelip çatmış. Mollalar sıra ile sınav ekibinin önüne diz çöküp yöneltilen sorulara yanıt veriyor. Sıra bizim mollaya gelince ser mümeyyiz (baş ayırtman) sormuş: ''Ved duhâ’nın vavı, vav-ı atıfa mı (bağlaç mı), vav-ı kasem (yemin vav’ı) mı?''
Molla büyük bir ciddiyetle “vav-ı atıfa” demiş. Baş ayırtman yüzünde oluşan gülücüklerle ''Aferin evladım, demiş çıkabilirsin.''
Mümeyyizler şaşkın. Çünkü yanıt yanlış. Biri dayanamayıp “Yanlış söyledi ama siz aferin dediniz” diye itiraz edecek olmuş. Efendi hazretleri nedenini açıklamış: ''Yahu siz bilmezsiniz. Ben bunun babasını da sınava çekmiştim. O 'ved duha’da vav yoktur' diyordu...''
Benden bu kadar. Siz bu fıkrayı istediğinize yakıştırabilirsiniz…
Osman AYDOĞAN
Safi bir şair: Cemal Safi
Bir bilge kişileri öldüğünde Afrika yerlileri ‘’kütüphanemiz yandı’’ diye ağıt yakarlarmış… Ben de bir şairimiz öldüğünde ‘’bir sözlüğümüz daha yandı’’ diye ağıt yakıyorum… Bir önceki yazımı hatırlıyor musunuz? Hani ‘’Ruhumuzun gıdası kelimeler’’ başlığı ile yazdığım… Bu yazımda ne kadar da kıt kelimelerle konuştuğumuzdan dem vurmuş, müşteki olmuştum… İşte dün bir içli şairimizi daha kaybettik, işte dün bir sözlüğümüz daha yandı…
Yok o şairimiz solcu diye dışladık, yok bu şairimiz de sağcı diye dışladık… O şairimizin özel hayatını beğenmedik, bu şairimizin de siyasi düşüncesini beğenmedik… İyi halt ettik!
Burada da kalmadık… Hece vezni diye takıldık… Aruz vezni diye takıldık… Şiirde biçime takıldık şiirdeki anlam ve duyguyu kaçırdık… Yok o şair Osmanlıca yazmış dedik, yok bu şair öz Türkçe kullanmış dedik… Ettik de iyi halt ettik: Aşkı sevgiyi anlatacak kelimelerimiz kalmadı…
‘’Şu karşı yaylada göç katar katar’’ derdi Karacaoğlan… Son zamanlarda katar katar göç etti şairlerimiz… Sözcükler hem öksüz hem de yetim kalıyor şairler gittikçe... En son bu göç kervanına Cemal Safi de katıldı…
Sade, sevimli, naif, adı gibi safi bir şairimizdi Cemal Safi…
Girişte bahsettiğim kafiye, ölçü, şekil kaygıları nedeniyle eleştirilere neden olan Cemal Safi kendisini şöyle savunurdu:
“Nasıl ağıt yakalım dinlerken ‘Mihriban’ ı
Derdimizi dökecek kafiye mi bıraktın?
Hece veznine âşık ettiğin garibanı
Teselli etsin diye Safi’ye mi bıraktın’’
(Bu dörtlük; Rahmetli Abdurrahim Karakoç’un tabutuna tutturulmuş, Cemal Safi’ye ait bir şiirdi)
Yahya Kemal; "Duygusuz şairler redife tıpkı cankurtarana sarılır gibi sarılır, duyguluları ise şevkin en yüksek zirvesine fırlamak için basarlar." sözünü sanki Cemal Safi için söylemiştir. Çünkü anlamsız bir tartışma; kafiye/redif anlamın içinde erimelidir aslında…
‘’Tek hece’’ şiirinde olduğu gibi herkesin tarif etmeye çalıştığı aşkı konuşturmuştu:
‘’Benimle bir dünya dar geldi sana,
seviyorum demek ar geldi sana,
kara toprak daha yâr geldi bana,
göçerim sevgilim kal sağlıcakla…’’
Dedi ve göçtü gitti işte…
‘’Sersefilim sevgilinin uğruna
Abdal oldum göç eyledim giderim
Hançer vurdum gençliğimin bağrına
Telafisiz suç eyledim giderim..’’
Dedi ve gitti işte… Yavuz’u Selim iken zebun eden aşka kavuştu gitti işte:
"Kamil iken cahil ettim âlimi
vahşi iken yahşi ettim zalimi
Yavuz iken zebun ettim selimi
her oyunu bozan gizli zor benim.
benim adım aşk! "
"Ya evde yoksan" da söylediği gibi:
‘’Ya yolu kaybettim, ya ben kayboldum,
ne olur bir yerden karşıma çıksan,
tepeden tırnağa sırılsıklamım,
içim ürperiyor, ya evde yoksan.’’
Artık evde yoktu…
''Bin bir yalan temin edip ikrarından emin edip Safi'ye bin yemin edip Cemal'imden caymak niye'' diyerek 17 Nisan 2018 günü Cemal’inden caydı gitti işte...
Bir ömürlük duyguyu, bir mısraıyla anlatırdı… Şiir kitapları vardı ama kitaplara sığmazdı… Aşkı şiirleriyle yaşatırdı, ağlatırdı hatta kızdırırdı…
Şiirlerinde aşka şöyle hitap ederdi Cemal safi:
‘’Sarhoşunum, nasıl ayık kalayım?
Aşk şarabın doldu gönül testime.
Sen İran ol bende şahın olayım;
Varsın Sultan Selim gelsin üstüme…’’
(Sen İran ol)
‘’Tahliyem çıktı sanma, sanma ki azâdeyim,
Dilimi çöz de bari halimi arz edeyim,
Sadakât sembôlüyüm diye büstüm dikildi,
Müstesna müzedeyim, karasevda-zedeyim…’’
(Ben Cengizhanzâdeyim)
‘’Sebep bazı Leyla, bazı Şirin’di.
Hatrım için yüce dağlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim…’’
(Benim adım aşk – Tek hece aşk)
‘’Her şeyin sonrası, evveli sensin
Gönlümün biricik emeli sensin
İnan ki çökerim çekemem dersen
Çünki canevimin temeli sensin... ‘’
(Sensin)
‘’Güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan!
Fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan!’’
(Git)
‘’Seninle cehennem ödüldür bana
Sensiz cennet bile sürgün sayılır…’
(Vurgun)
‘’İdam mahkumunun söz hakkı vardır
Bari son arzumu sorda öyle git
Arının çiçekte göz hakkı vardır
Bir buse için durda öyle git…’’
(Vur da öyle git)
Hep böyle yüceltmezdi aşkı Cemal Safi… ‘’Hicran cehennemi' adlı eserinde de yerden yer vürudu aşkı:
‘’Kâbemin sanemiydin saltanat döneminde
Kalmadı gözlerimde nemin de önemin de.
Yüce Tanrım seni de zalime zebun etsin
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde…’
Şu sözler de Cemal Safi’ye aittir:
‘’AIIah diyen hayvanlara rastlıyoruz. Şaşırmayın! Ben, ‘seni seviyorum’ diyenine biIe rastIadım…’’
‘’Avrupa Birliği yetkilileri, hesap makinesiyle Leblebi yazabildiğimizi bilse, aslında bizi kırmızı haIıyIa karşılar.’’
‘’ ‘Seni seviyorum’ 1 cümle, 2 kelime, 13 harf, 2 insan ve bir aptal…’’
‘’Aşk zordu senin için, basit olanı seçtin ve gittin. ZamanIa anladım ki; zor oIan ben değildim, basit oIan sendin…’’
‘’Erken yatana tavuk, çok çalışana inek, akIını kuIIanana çakaI, kıskanmayana domuz denilen bir ülkede insan oImak çok zor…’’
‘’Sevgisiz evlilik hatadır bence; ya hekime ya hakime götürür. Bir kez daha düşün imzadan önce; aşksız nikah nikahsız aşk getirir!...’’
‘’Bazıları alışmış durmadan sevgili değiştirmeye. Haklısınız, çünkü biz alışkın değiliz sevmediğimiz adama seviyorum demeye…’’
‘’AI götür eskici ne resmi kaIsın ne yüzü, ne izi, ne ismi kaIsın onsuz da gülmeye değer bu dünya onsuz da görmeye değer her rüya…’’
‘’MasaI kitapIarına benzedi artık zamane aşkIarı. Okuması çok güzel ve zevkli; ama inanması bir o kadar zor…’’
‘’Henüz Iayık değilken tomurcuk kadar aşka, sana gül bahçesini kim acar benden başka!..’’
"Gerçek aşk şans oyunları gibi. Hayali bile mutlu edebiliyor insanı; fakat tutturabilene 'aşk' olsun…’’
"Erkekler gördüklerine, kadınlar duyduklarına âşık olur. Bu yüzden erkekler yalan söyler, kadınlar da makyaj yapar…"
"Ne sıradan bir sevgiyi yaşayacak kadar basit biriyim. Ne de seni sıradan bir sevgiye malzeme yapacak kadar herhangi biri..."
Türk Dil Kurumu tarafından Türkçeyi en etkin ve güzel kullanan şair olarak ödüllendirilir… Kelimelere hayat veren, Türk şiirinin güçlü sesi, büyük bir şairdir Cemal Safi… ‘’Kâinatın Ulu İmparatoru’’ ve ‘’Senden Sonrası’’ şiirleri ile de aynı zamanda bir tasavvuf ehli olduğunu da gösterir…
1938 yılında Samsun’da doğar. 38 yaşından sonra şiirlerini yazmaya başlar. Şiirlerini ilk defa Orhan Gencebay besteler. 1989 Yılında Zekai Tunca’ nın bestelediği "Rüyalarım Olmasa", 1990 yılında Selçuk Tekay’ın bestelemiş olduğu Vurgun' un güftekârı olarak Hürriyet Gazetesi’nin Altın Kelebek, Milliyet Gazetesi’nin Yılın En Sevilen On Şarkısı birincilik ödüllerini alır. 1991 yılında yine Zekai Tunca’nın bestelediği "Gözüm Kesmiyor" şarkısıyla Milliyet Gazetesi‘nin, 1991 yılında TRT’nin açmış olduğu yarışmada yine "İmkânsız" şarkısıyla En İyi Türk Sanat Müziği ödülünü alır.
1993 yılına kadar yazdığı şiirleri,’’ Vurgun’’ adlı ilk kitabında yayınlanır. 2000 yılında "Sende Kalmış", 2002 yılında "Kıyamete Kırk Kala" ve 2008 yılında da "Ya Evde Yoksan" şiir kitapları yayımlanır…
Cemal safi’nin bu güne kadar 40 tanesi Orhan Gencebay tarafından olmak üzere Zekai Tunca, Selçuk Tekay, Onur Akay ve Candan Erçetin gibi ünlü sanatçı ve besteciler tarafından 150 civarında şiiri bestelenir…
Safi, Türk Dil Kurumu tarafından, 2003 yılında yapılan Dil bayramında Türkçeyi en etkin ve güzel kullanan şair olarak ödüllendirilir. 2004 yılında Mihai Eminescu adına düzenlenen Eminescu madalyası alır. Şiirleri İtalyanca, Rumence ve Arnavutça'ya çevrilir..
Şair, yaz aylarını geçirmekte olduğu Akçay’da 1992 yılından beri her yıl, Ağustos ayının son üç günü gerçekleşen ‘’Akçay Şairler ve Bestekârlar Festivali’'ni organize ederdi…
Orhan Gencebay'ın "Cemal ağabey... Soyadı gibi saf bir şiir adamı, edebiyat adamı ve insanı büyüleyen gerçek bir söz büyücüsü" diye bahsettiği insandır Cemal Safi…
‘’Ahu gözlüm’’, ‘’Ayşen’’, ‘’Dön’’, ‘’Eskici’’, ‘’Giderim’’, ‘’İç benim için’’, ‘’İlah gözlerin’’, ‘’Klavuzum karga çıktı neyleyim’’, ‘’Ya evde yoksan’’, ‘’Bakırköy den mektup var’’, ‘’Benekli kuş’’, ‘’Neredesin Firuze’’ ve daha birçok şiirin yazarıdır.. Bunların çoğu bestelenip şarkı yapılmıştır… Candan Erçetin ‘’Git’’ isimli şiirini şarkıya çevirmiştir.
Gelmiş geçmiş en özel aşk ve ayrılık dizelerini yazan şairlerden biridir. Güle güle git güzel insan, naif insan, büyük şair..
Kelimelerimizi, sözcüklerimizin, şiirlerimizin başı sağ olsun…
20 Nisan Cuma günü öğle namazının ardından, Bilkent Doğramacızade Ali Sami Paşa Camii’nden son yolculuğuna uğurlanacaktır…
Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun…
Osman AYDOĞAN
Cemal Safi’nin şiirlerinden seçtiklerim
Vurgun
Gözlerim uykuyla barıştı sanma
Sen gittin gideli dargın sayılır
Ben de bir zamanlar sevildim amma
Seninki düpedüz vurgun sayılır
Yalan mı söyledin göz göre göre
Ne zaman dolacak verdiğin süre
Gönülden gördüğüm takvime göre
Aldığım her nefes birgün sayılır
Armağan ettiğin kutsal mendile
Akarken içimi dağlayan çile
Manavgat denilen çağlayan bile
Benim gözyaşımdan durgun sayılır
Ne kadar zulmetsen ah etmem sana
Her iki cihanda gül kana kana
Seninle cehennem ödüldür bana
Sensiz cennet bile sürgün sayılır
Tek hece aşk
Var mı beni içinizde tanıyan
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim
Kalmasa da şöhretimi duymayan
Kimliğimi tarif etmek zor benim
Bülbül benim lisanımla ötüştü
Bir gül için can evinden tutuştu
Yüreğine Toroslar’ dan çığ düştü
Yangınımı söndürmedi kar benim
Niceler sultandı, kraldı, şahtı
Benimle değişti talihi, bahtı
Yerle bir eyledim taç ile tahtı
Akıl almaz hünerlerim var benim
Kamil iken cahil ettim âlimi
Vahşi iken yahşi ettim zalimi
Yavuz iken zebun ettim Selimi
Her oyunu bozan gizli zor benim
Yeryüzünde ben ürettim veremi
Lokman Hekim bulamadı çaremi
Aslı için kül eyledim Keremi
İbrahim’in atıldığı kor benim
Sebep bazı Leyla bazı Şirin’di
Hatırım için yüce dağlar delindi
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim
İlahimle Mevlana’yı döndürdüm
Yunusumla öfkeleri dindirdim
Günahımla çok ocaklar söndürdüm
Mevla’danım hayır benim, şer benim
Benim için yaratıldı Muhammed
Benim için yağdırıldı o rahmet
Evliyanın sözündeki muhabbet
Enbiyanın yüzündeki nur benim
Kimsesizim hısmım da yok hasmımda
Görünmezim cismimde yok resmimde
Dil üzmezim tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim
Benim adım aşk!
Vur da öyle git
İdam mahkûmunun söz hakkı vardır
Bari son arzumu sor da öyle git
Arının çiçekte göz hakkı vardır
Bir buse için dur da öyle git
Madem gidiyorsun bura son durak
Ne adres, ne mektup, ne resim bırak
Kendinden bir parça bir cisim bırak
Saçından birkaç tel ver de öyle git
Ardımdan bir damla yaş dökeceksen
Adımı andıkça ah ah çekeceksen
Kabrime bir gonca gül dikeceksen
Ne olur yaşatma vur da öyle git
Hem yıllarca oyna gönül sahnemde
Hem perdeyi kapat en mutlu demde
Sitem oklarına hedef sinemde
Açtığın yarayı sar da öyle git
Pişmanlık duyarda dönersen geri
Gel de gör aşkından kalan eseri
Seyret ateşinin düştüğü yeri
Hasretin zulmünü gör de öyle git
Ayrılık nikâhı
Seni bilmem ama ben kararlıyım
Su garip sevdadan cayalım gitsin
Bu askta senden çok ben zararlıyım
Bir kumar oynadık diyelim gitsin
İçimde bir his var benden pes diyor
Olmayan duadan ümit kes diyor
Madem ki bahtımız böyle istiyor
Kaderin emrine uyalım gitsin
Seninle burcumuz tutsaydı keşke
Aslanlar bir başka yengeç bir başka
Yarını olmayan hayırsız aşka
Ayrılık nikâhı kıyalım gitsin
Farzet ki bir rüya gördük ikimiz
Gerçekte bu hissi tanımadık biz
Böyle bir masalı yasamadık biz
Bir varmış bir yokmuş sayalım gitsin
Marifet feleğin elinden çıkmış
Dünyada başka bir terzisi yokmuş
Keremi Asliyi narına yakmış
Ateşten gömleği giyelim gitsin
Tiryaki gönlümde olmasın kuskun
Tek sana müptela tek sana düşkün
Ardından bir ağıt yakalım aşkın
Adını elveda koyalım gitsin
İçtim
Yakılacak yara bu
Yandırır diye içtim
Dudakların şarabı
Andırır diye içtim..
Kahroldum gidişine
İçtim peşi peşine
Gönlüm senin işine
Son verir diye içtim..
Vurduğun günden beri
Sormadın derbederi
Ateş ettiğin yeri
Söndürür diye içtim..
Ne hal bildin ne hatır
Yazmadın tek bir satır
Senin gibi aldatır
Kandırır diye içtim..
Yokluğun hışım gibi
Bastırdı kışım gibi
Seni de başım gibi
Döndürür diye içtim...
Vurgun
Gözlerim uykuyla barıştı sanma
Sen gittin gideli dargın sayılır
Ben de bir zamanlar sevildim amma
Seninki düpedüz vurgun sayılır
Yalan mı söyledin göz göre göre
Ne zaman dolacak verdiğin süre
Gönülden gördüğüm takvime göre
Aldığım her nefes birgün sayılır
Armağan ettiğin kutsal mendile
Akarken içimi dağlayan çile
Manavgat denilen çağlayan bile
Benim gözyaşımdan durgun sayılır
Ne kadar zulmetsen ah etmem sana
Her iki cihanda gül kana kana
Seninle cehennem ödüldür bana
Sensiz cennet bile sürgün sayılır
Satılır diye
Adını kâğıda yazamıyorum,
Gün olur yerlere atılır diye.
Ellerim tutmuyor çizemiyorum,
Resmini görenler tutulur diye...
Gençliğim aksa da ömür çeşmemden,
İçemem, korkarım dile düşmenden!
Yaşını gizlerim dosttan düşmandan,
Duyanlar gülmekten katılır diye...
Uğrunda kaç kalbi kırık bıraktım!
Kırk yıllık dostları nârına yaktım!
Tek senin incinip küsmenden korktum;
O hilâl kaşların çatılır diye...
Aşkın bedelliyse peşin öderim.
Sen infaz edersen ipe giderim.
Kapında bir ömür kulluk ederim;
Bastığın yerlerde yatılır diye...
Önceden kölenin suçunu göster,
Sonra'da al götür pazarla ister,
Kaç para derlerse saçını göster;
Bunun bir teline satılır diye! ...
İlah gözlerin
Medet bekliyorum vurduğu yerde
Oralı olmuyor siyah gözlerin.
Gönlümü dağlıyor gördüğü yerde
Kanıma susamış silah gözlerin.
Her yalan sözüne iftira ekler
Sayısız suçunu sırtıma yükler
Cenneti müjdeler ibadet bekler
Şeytanın taptığı ilah gözlerin.
Feryadım asılsız şikayet değil
Laf değil söz değil rivayet değil
Yetim hakkı değil cinayet değil
Korktuğum en büyük günah gözlerin
Fark eyledim!
Aşk seliydim sana akan
Gönülleri ark eyledim
Her güzelde sana bakan
Tarafımı fark eyledim…
Salim çıktım her ummandan
Sendin bana tek kumandan
Sığındığım her limandan
Tekrar sana çark eyledim…
Vesileyi at bir yana
Sevişelim kana kana
Değmezleri aşktan yana
Servetleri gark eyledim…
Beni sevmeni istiyorum
Seninle buluşmamız ne kadar zor olsa da,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.
Beş dakika baş başa kalmamız suç olsa da
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.
Çağırsam bile gelme, yorulma ne olursun,
Sen üzülme, incinme, kırılma ne olursun,
Beni yanlış anlama, darılma ne olursun,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.
Bir gün bensiz kalsan da benimle yaşamanı,
Aşkımın değerini sır gibi taşımanı,
Nemli bakışlarınla resmimi okşamanı
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.
Senden tek dileğim var, özel imtiyaz değil,
Kulun başka bir kula ibadeti farz değil,
Haşa! Yaratan gibi beş vakit namaz değil,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.
Ne yazar
Duydum ki vefasız incinip küsmüş
Darılsa ne yazar darılmasa ne?
Bir selam yollardı onu da kesmiş
Kırılsa ne yazar kırılmasa ne?
Ben keder üretir dert yaratırım,
Aleme ibrettir her bir satırım,
Kırk yılın başında halim hatırım
Sorulsa ne yazar sorulmasa ne?
Benden uzak olsun ersin ahtına
Dilerim sultanlar çıksın bahtına
Layık olmadığı gönül tahtına
Kurulsa ne yazar kurulmasa ne?
Kervanı kırılmış çölden beterim
Hancıya yolcuya hasret giderim
Yüz karası olmuş gönül defterim
Dürülse ne yazar dürülmese ne?
Rücu
Sen benim gözümde bir kifayettin.
İlk değil alçağı yüksek görüşüm.
Sanma ki sen bana ihanet ettin;
O, senin aslına rücu edişin.
kahrını çektiysem vardır bir neden
sendin bu duyguyu bende üreten
kim kimi kullanmış şöyle bir düşün
o senin aslına rücu edişin
ilk defa başımı vurmadım taşa
yanıla yıkıla geldim bu yaşa
sanma ki sen beni aldattın haşa!
çoktandır başladı bende bitişin
o senin aslına rücu edişin
Kâinatın Ulu İmparatoru
Cemâline sığındım haşmet i celâlinden
Sana meftun gönlümü fani sevdadan koru
Nar ı hicranla yandım memnu aşk melâlinden
Son olsun kâinatın ulu imparatoru
Şahadet ederim ki tek ALLAH sın ilâh yok
Son resulün Muhammed, cevaplandı ilk soru
Kabir azabı verme, sevap cüz i, günah çok
Gaffarsın kâinatın ulu imparatoru
Sana ait evrenin bu muhteşem imarı
Sema eder yıldızlar senin emrine doğru
Sen sonsuz semavatın sırlarının mimarı
Ahatsın kâinatın ulu imparatoru
Günde bilmem kaç bin kez tıklattırıp durursun
Sol göğsüme koyduğun yürek denen motoru
Ezel sen çalıştırdın ebed sen durdurursun
Amenna kâinatın ulu imparatoru
Ayın, yıldızın şavkı güneşin aks imidir?
O senin ol dediğin vaktin ilahi nuru
Bu benin inanışım, yanlış mı? Aksi midir?
Ne dersin! Kâinatın ulu imparatoru
Kıyamete yaklaştık güya ayı keşfettik
Tam kırk milyon metreymiş ölçmüşler ekvatoru
Özenip bezediğin bir cihanı mahvettik!
Sabrettin kâinatın ulu imparatoru
Varlığını tartıştı; Firavun, Mûsa ile
Rüsva ettin elçine diklenen diktatörü
Koca deniz ikiye bölündü asa ile
Hükmettin kâinatın ulu imparatoru
Nemrut ki ateşlere atmıştı İbrahim i
Gülizara döndürdün yanardağ gibi koru
Habibinden öğrendik biz RAHMANI RAHİMİ
O sensin kâinatın ulu imparatoru
Kim hamile bıraktı Meryem adlı nisayı!
Âmâya göz, ölüye can bahşeden doktoru!
Kim vahdetti Ahmet i müjdeleyen İsa yı!
Sensin sen kâinatın ulu imparatoru
Bir ömür eziyetten işkenceden yorucu
Huzur u mahşerinde ifadenin en zoru
Cümle vebalimizden ibra için orucu
Lütfettin kâinatın ulu imparatoru
Sedası son verecek kulakların pasına
İsrafil in üfleyip çaldığı anda sur u
Günahımızı sildir Firdevs in paspasına
Medet ya kâinatın ulu imparatoru!
Ayşen
İklimler çileme çare bulmuyor.
Mevsimler halimi sormuyor Ayşen...
Sakiler derdime derman olmuyor.
ŞarkIlar yaramI sarmIyor Ayşen...
İlkbahar, yaz derken hazanım soldu.
Murada ermeden miyadIm doldu.
Kalb gözüm, ellere bakar kör oldu.
Senden başkasını görmüyor Ayşen...
Hasretin tüketti bütün varımı,
Seraba döndürdü hülyalarımı,
Ne kadar süslesen rüyalarımı,
Sabahlar hayıra yormuyor Ayşen...
Ağlarsan, matemin yağar geceme,
Gülersen, mehtabın doğar geceme,;
Lale devri geldi gönül bahçeme,
Senden gayri çicek girmiyor Ayşen...
Kapattın gönlümün sevinç yönünü,
Ümidim görmüyor sensiz önünü,
Takvimler bilmiyor dönüş gününü,
Saatler vuslatI vurmuyor, Ayşen...
Feleğe isyanım arttı gitgide,
Gençliğim su gibi aktı gitti de,
Ömrümü ellere sebil etti de,
Bana bir damlanı vermiyor Ayşen...
Ardından çilemem, çağlamam diye,
Yas tutup karalar bağlamam diye,
Kaç kez and içtiler ağlamam diye,
Gözlerim sözünde durmuyor Ayşen...
Ey alev yanaklım, volkan dudaklım,
Ne bir hilafım var, ne gizlim, ne de saklım,
Her şeye erdi de zavallı aklım,
Seni unutmaya ermiyor Ayşen...
DostlarIm namıma Ferhat dese de,
Ruhum aşk elinden imdat dese de,
Kör şeytan resmini yırt at dese de,
Ellerim bir türlü varmıyor Ayşen.
Bilsen
Kırdığın kadehte kalan ömrümden,
Ağlarsın içtiğin yılları bilsen.
Sayende sararıp solan ömrümden,
Ağlarsın biçtiğin dalları bilsen.
Bağban eyle dedin beni bağrına,
Yanılıp yakılıp uydum çağrına,
Bir demet hercai çiçek uğruna,
Ağlarsın kırdığın gülleri bilsen.
Ateşe su dedim göz göre göre,
Aklım zavallıydı duyguma göre,
Bahtına şükretti mecnun bin kere,
Ağlarsın düştüğüm çölleri bilsen.
Ar ettim sakladım uğraşlarımı,
Haberdar etmedim sırdaşlarımı,
Gizlemek isterken gözyaşlarımı,
Ağlarsın seçtiğim yolları bilsen.
Sefiller gücünü bende sınadı,
Kimi kaçık dedi, kimi bunadı.
Berduş eleştirdi ,sarhoş kınadı,
Ağlarsın düştüğüm dilleri bilsen.
Felsefe böyledir divanelerde,
Teselli aranır bahanelerde,
Bir kadeh mey için meyhanelerde,
Ağlarsın düştüğüm halleri bilsen.
Sensiz iki gün
Nere gizlendimse aşikâr oldum
Hedefte gördüler sensiz iki gün
Dertler avcı oldu, ben şikâr oldum
İnsafsız vurdular sensiz iki gün.
Gözlerde avcıya yaranmak hazzı
Zevkten dört köşeydi hepsinin ağzı
Üstüme atıldı yüzlerce tazı
Başımda durdular sensiz iki gün.
Ayağıma prangalar taktılar
Gözlerimi dağladılar yaktılar
İki koldan, bir alnımdan çaktılar
Çarmıha gerdiler sensiz iki gün.
Kâle almadılar dileklerimi
Yaraslar emdi iliklerimi
Bükülmez sandığın bileklerimi
Kırk yerden kırdılar sensiz iki gün.
Tenimle bin çeşit dert senli benli
Her yanım kan revan gör ki ne denli
İğneli, çivili, çatal dikenli
Tellere sardılar sensiz iki gün.
Her cevre göğsünü geren kalbime
Eyyub'un sabrına eren kalbime
Cennete sorgusuz giren kalbime
Sırrını sordular sensiz iki gün.
Eseni Efsanem olmasın kuşkun
Ecel âciz kaldı, Azrail şaşkın
Nihayet onlarda ölümsüz aşkın
Farkına vardılar sensiz iki gün.
Ah şu şairliğim
Elimle kuyumu kazdırdı bana,
Ah şu şairliğim olmaz olaydı!
Aklına eseni yazdırdı bana,
Bütün sırlarımı aleme yaydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Ona her gün güzel, her hava hoştu,
Sevgisiz hayatın manası boştu,
Gördüğü kısrağın peşinden koştu,
Uslanmak bilmeyen bir deli taydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Evimden barkımdan çözdürdü beni,
İşimden gücümden bezdirdi beni,
Bulutlar üstünde gezdirdi beni,
Bastığım yıldızlar hüsrana kaydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Ak yazımı baht-ı siyah eyledi,
Gençliğime yazık, günah eyledi,
Nerde akşam, orda sabah eyledi,
Serseri hayatı marifet saydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Alnım da açıktı, yüzüm de aktı,
Kimseye verecek hesabım yoktu,
Günah kervanımı pazara çekti,
Yükümde ne varsa, hepsini saydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Hayal aleminde gezmem dese de,
Seni bundan böyle üzmem dese de,
Bu gece, tek hece, yazmam dese de,
Sabaha çıkmadan sözünden caydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Hüzün adres değiştirir
Yakışmıyor cepheyi terk edişin,
Mert dayanır, namert kaçar sevdiğim.
Fazla sürmez hatanı fark edişin,
Hüzün eken, hüsran biçer sevdiğim.
Adet ettin aşk dersini asmayı,
Hüner saydın sırra kadem basmayı,
Yetti artık çok denedim susmayı,
İsyan eden bayrak açar sevdiğim.
Nice avcı bende silah sınadı,
Geri tepti,sineleri kanadı,
Kırılsa da yüreğimin kanadı,
Yine açar, yine uçar sevdiğim.
Bir resmimiz bile yoksa başbaşa,
Revamıdır ben yanayım,sen yaşa,
Aşk sunacak sakimi yok sarhoşa,
Yine bulur, yine içer sevdiğim.
Aynaların farkı kalmaz düşmanla,
Tanışırsın doğduğuna pişmanla,
Hüzün adres değiştirir zamanla,
Benden geçer, sana göçer sevdiğim.
Üzerime yar sevdiğin sahi mi?
Kalp çalmakta senin gibi dahi mi?
Ağlama der dosta âşık Daimi,
Bu da gelir, bu da geçer sevdiğim.
Senden sonrası
Aşkın hudûdunu aştı muradım,
Maksûda varıştır senden sonrası;
Erenler katına belki bir adım,
Belki bir karıştır senden sonrası.
Farkına varınca olup bitenin,
Kırdım zincirini nefsin, bedenin!
Beni aşkın ile ıslah edenin,
Lutfuna eriştir senden sonrası...
Bana bu gayreti sağlayan kudret,
Eyyûb'ün sabrından aldığım ibret.
Ne riya, ne kibir, ne kin, ne nefret;
Ebedî barıştır senden sonrası.
Bir gonca Bakî'nin gül destesinden,
Bir yudum sakînin sır testisinden,
Yüce Mevlâna'nın gel bestesinden,
Feyz alış veriştir senden sonrası.
Kevser sarhoşuyum meyhane değil,
Hiçbir zevk böylesi şahane değil,
Kays gibi Leyla'yı nefsane değil,
Efsane görüştür senden sonrası...
Yumup gözlerimi yalan dolana;
Açtım can evimi gerçek olana.
Elifi bırakıp Karac'oğlana,
Yunûs'la yarıştır senden sonrası
Gıza bak hele .
Böyledir kısrağın deli çağları
Çalmadan oynuyo kıza bak hele
Ben yarattım diyo alçak dağları
Kafirin verdiği poza bak hele
Bilmem neyin nesi kimin sıpası
Çözüldü göynümün katmerli pası
Göğüs göğüs değil füze rampası
Şafak mı söküyo yüze bak hele
Ten değil mübarek akrın sıcağı
Koynuna girenin söndü ocağı
Bir kalçayı seyret bir de bacağı
Tornada çekilmiş dize bak hele
Üst yanı Asyalı alt yanı Frenk
Her adım atış bir başka ahenk
Ela mı bela mı bilmem ki ne renk
Şu cellat bakışlı göze bak hele
Dedi ki 'Nasibim senmişsin meğer
On bin kez maşallah demeden eğer;
Koklarsan solarım, nazarın değer'
Ağzından yel alsın söze bak hele
Dedim ki; 'Ne olur tenhaya gidek,
Gidek de feleği perişan edek'
'Say' dedi 'o halde saçımı tek tek'
Haspanın ettiği naza bak hele
Görenler altını ıslatmış derler
Yatağı göl etti döktüğüm terler
Yetişin; yanıyo bastığı yerler
Giderken koyduğu ize bak hele
Git
Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!
Git de şen şakrak geçen günlerime gün ekle,
Beni kahkahaların sustuğu yerde bekle.
Git ki siyah gözlerin arkada kalmasınlar,
Git ki gamlı yüzümün hüznüyle dolmasınlar
Madem ki benli hayat sana kafes kadar dar,
Uzaklaş ellerimden uçabildiğin kadar.
Hadi git, benden sana dilediğince izin,
Öyle bir uzaklaş ki karda kalmasın izin.
Kahrımın nedenini söylesem irkilirler;
Çünkü herkes beni Kays, seni Leyla bilirler.
Sanırlar ki sen beni biricik yar saymıştın;
Oysa ki hep yedekte, hep elde var saymıştın.
Hadi git, ne bir adres, ne bir hatıra bırak,
Zannetme ki pişmanlık, mutluluk kadar ırak!
Sanma ki fasl-ı bahar geldiği gibi gitmez,
Sanma ki hüsranını görmeye ömrün yetmez.
Her darbene tehammül edecektir bedenim,
Gururum mani olur perişanıma benim.
Yari Ferhat olanın ellerle ülfeti ne?
Şirin ol katlanayım dağ gibi külfetine.
Henüz layık değilken tomurcuk kadar aşka,
Sana gül bahçesini kim açar benden başka!
Hercai arılara meyhanedir çiçekler,
Kim bilir şerefinden kaç kadeh içecekler!
Madem aşk tablosunun takdirinden acizsin,
Git de çağdaş ressamlar modern resimler çizsin.
Ne vedaya gerek var, ne de mektuba hacet,
Git de Allah aşkına bir selama muhtaç et!
Güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan!
Fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan!
Kopsun nerden inceyse artık bu bağ, bu düğüm,
Her gece daha berbat, daha vahim gördüğüm.
Korkulu düşlerimi yorumdan kaçıyorum;
Sırf sana üzülüyor, sırf sana acıyorum.
Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!
Giderim
Sersefilim sevgilinin uğruna
Abdal oldum göç eyledim giderim
Hançer vurdum gençliğimin bağrına
Telafisiz suç eyledim giderim
Kalb gözünden aldım olmaz darbeyi
O gün bugün şaşırıyorum kıbleyi
Bilemiyorum medineyi kabeyi
Yar gönlünü hac eyledim giderim
Geçsede ömrümün her anı yasla
Borcumu ödemiş olamam asla
Bahşettiği yüce aşka kıyasla
Koskoca bir hiç eyledim giderim
Cemal'im mürekkep etsen kanını
Yazmakla olmuyor aşkın tanımı
Yar kurban adamış aziz canımı
Al kınalı koç eyledim giderim
Ben Cengizhanzadeyim
Tahliyem çıktı sanma, sanma ki azâdeyim,
Dilimi çöz de bari halimi arz edeyim,
Sadakât sembôlüyüm diye büstüm dikildi,
Müstesna müzedeyim, karasevda-zedeyim…
Beddua ne kelime! Yakışır mı dilime?
‘Gül suyu içtim’ derim kan kussam mendilime,
Aşkımın bâşı için sarıl tunç heykelime,
Vuslâttan söz edeyim kavuştuk farzedeyim…
‘Canım’ de canlanayım karşına sağ çıkayım,
‘Şafak ol’ de sökeyim ufkuna nur dökeyim,
‘Sağnak ol’ de akayım Çin Seddi’ni yıkayım,
Dağları düz edeyim ben Cengizhan-zâdeyim…
Sen İran ol
Sarhoşunum, nasıl ayık kalayım?
Aşk şarabın doldu gönül testime.
Sen İran ol bende şahın olayım;
Varsın Sultan Selim gelsin üstüme…
Öyle bir güç var ki aşkın verdiği;
Deryada damladır aklın erdiği.
Perilerin,meleklerin,gerdiği,
Sipersin,kanatsın,kolsun üstüme…
Ali’nin kılıcı elimde aşkın,
Veli’nin duası dilimde aşkın.
Durmasın karşıma çıkacak şaşkın;
Tekmil orduların salsın üstüme…
Yad el dokunursa kaşına senin,
Ölürüm çıkamam karşına senin.
Zarar getirirsem taşına senin;
Yezid’in vebali kalsın üstüme…
Hicran cehennemi
Kâbemin sanemiydin saltanat döneminde
Kalmadı gözlerimde nemin de önemin de.
Yüce Tanrım seni de zalime zebun etsin
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde.
Sen de bir gece otur başbaşa namerdinle
Öptüğün dudaklardan kuyruklu yalan dinle.
Kıyasla öncekinle, savaşa dur kendinle,
Benden eksik olmasın acın da matemin de.
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde.
Senden besbeterine düşsün ki muhabbetin,
Gözlerinin önünde oynaşsın muhannetin.
Sana dersini versin en rezil ihanetin,
Sen de hüsrana uğra ömrünün her deminde
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde.
Sen de elin bir anlık zevki uğruna satıl,
Sen deryalar bağışla, bir damlaya aldatıl.
Bir iki koklan atıl, yosmagüllere katıl.
Dinmesin gözlerinden elemin de nemin de
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde.
Dostlar başından ırak bir gönül kazasısın
Girdiğim son günahın en ağır cezasısın.
Sebep sensin, âhını aldıysan rızasızın
Oyunusun bahtımın en kara döneminde
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde.
Kırılan gururundan ödün verdiğin için,
Aşağılık gönlünden utanç duy için için.
Hep yanıl, hep aldatıl sorama ama niçin.
Oku intizarımı hem ağla, hem amin de.
Sen de benim kadar yan hicran cehenneminde…
Ya evde yoksan
Aşkınla ne garip hallere düştüm.
Her şeyim tamam da bir sendin noksan,
Yağmur yaş demeden yollara düştüm.
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.
Elbisem gündelik, pabucum delik,
Haberin olsa da sobayı yaksan.
Yağmur iliğime geçti üstelik,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.
Sarhoşsan kapıyı çaldığım anda,
Fahişeler gibi açık saçıksan,
Bir de ufak rakı varsa masan da,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.
Bakkala gitmeme lüzum kalmasa,
Durumu anlardın, takvime baksan,
Allah vere misafirin olmasa,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.
Kıvırcık marulun vardır inşallah,
Bir salata yapsan, bol limon sıksan,
Senin de iştahın iyi maşallah,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.
Sabahlara kadar içsek, sevişsek,
Ne ben işe gitsem, ne sen ayıksan,
Derin bir uykunun dibine düşsek,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.
Ne kadar üşüdüm, nasıl acıktım,
İlk önce sıcacık banyoya soksan,
Sanırsın şu anda denizden çıktım,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.
Yanlış mı aklım da kalmış acaba?
Muhabbet sokağı numara doksan,
Boşa mı gidecek, bu kadar çaba,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.
Ya yolu kaybettim, ya ben kayboldum,
Ne olur bir yerden karşıma çıksan,
Tepeden tırnağa sırsıklam oldum,
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.
“Ya evde yoksan” şiiri bakın nasıl bir ruh hali ile kaleme alınmış.
“Yağmurlu bir günde evde yalnızdım. Öyle yağmur yağıyordu ki dışarıda sanki bardaktan boşanırcasına. Bir ara dışarı bakmak geçti içimden. Yağmurdan sulanan camın arkasından baktığımda karşı kaldırımda yağmurdan korunmak için saçak altına sığınmış birine gözüm ilişti. Aslında onca yağmur belli ki üstünden geçmişti. Yine de dinmesini bekler gibi dursa da sanki bir randevusuna geç kalmanın telaşı içinde gibi gördüm. O an yüreğim koptu, içimden şöyle bir dörtlük geldi dilime:
Aşkınla ne garip hallere düştüm.
Her şeyim tamam da bir sendin noksan,
Yağmur taş demeden yollara düştüm.
İçim ürperiyor, ya evde yoksan.”
Ruhumuzun gıdası kelimeler...
Günümüzde sağlıklı beslenme revaçta bir konudur… Bu maksatla onlarca kitap yazılmakta, TV programları hazırlanmakta ve insanlar sağlıklı beslenme konusunda zaman harcamakta ve kafa yormaktadırlar…
Bu nedenle de yiyeceklerimiz ve midemiz için çok hassas ve seçici davranıyoruz. Yiyeceğimiz domatesi manavdan özene bezene seçiyoruz, yiyeceğimiz elmayı, armudu seçe seçe alıyoruz. Ancak aynı özeni zihnimizden geçirdiğimiz kelimelere ve düşüncelere göstermiyoruz. Kötü, kokmuş ve çürümüş bir meyveyi yediğimizde nasıl bir sonuçla karşılaşıyorsak, aynı sıfatlı bir kelimeyi veya düşünceyi zihnimizden geçirdiğimizde de daha kötü ve korkunç bir sonuçla karşılaşırız.
Ben de zihnimizden geçirdiğimiz ancak ilaç niyetinde olan kelimeleri anlatacağım... Çünkü İngiliz şair, roman ve hikâye yazarı Rudyard Kipling (1865-1936) ‘’Kelimeler insanlık tarafından kullanılan en güçlü ilaçtır’’ der…
Kelimeler (sözcükler) temel iletişim aracımızdır…
Şu sözler Mahatma Gandi’ye ait;
‘’Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.’’
Gandi’ye göre; ‘’düşüncelerimiz kaderimizdir.’’
Ben de Gandi’den yola çıkarak tanımlar ve dil bilimcilerin görüşleri, kelimelerin nicelik ve nitelik anlamı, duygu, düşünce ve davranışlarımıza etkisini sırasıyla anlatacağım… Türkçe’de geçen ‘’kelime’’ Arapça kökenlidir, ‘’sözcük’’ ise Türkçe kökenlidir…. Yazımda ben her ikisini de aynı anlamada kullanacağım…
Önce tanımlar...
TDK’na göre kelime; ‘’anlamlı ses veya ses birliği, söz, sözcük’’ olarak ifade edilmektedir. Kelime, sözcük ya da söz; tek başına anlamlı, birbirine bağlı bir ya da daha fazla biçim birimden oluşan, ses değeri taşıyan dil birimini ifade eder. Dil yaşayan bir organizmadır ve diller ve dilin birimi olan kelimeler bir geçmişe sahiptir ve çeşitli şekillenmeler sonucu günümüzdeki şekilleri ortaya çıkmıştır.
Mitolojide sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.
Mitolojide geçen bir başka Yunan atasözüdür: ‘’Sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır. Ve devam ederdi bu Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’
Bir Japon atasözü: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’
Dil bilimcilerin görüşleri…
Dil bilimi alanında çalışma yapmış çok bilim adamı vardır. Ancak ben bunlardan benim görüşümü destekleyenlerden üç tanesini anlatacağım…
Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir.
Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984)
Bedia Akarsu Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir;
İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı. Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir. Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir. Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir.
Dili insanın ruhu meydana getirmiştir. Dile gelen insan ruhudur. İnsanın konuşurken (ve de yazarken) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar. Dil konuşanın içini gösterir. Bir ulusun ruhu da dilinde kendini açığa vurur. Dil aynı zamanda ulusun ruhunun dış görünüşüdür; ulusun dili ruhudur, ruhu da dili.
Bir ulusun dilinin, sözcüklerinin açık ve anlaşılır oluşu düşünce yaratmalarına götürür.
Dil tamamlanmamış bir şeydir, sürekli gelişir…
'’Sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.'’ diyor Humboldt eserinde… Martin Heidegger de Humbolt’u desteklercesine ‘’Dil varlığın evidir’’ derdi…
Humboldt’a gör isimlerin, kelimelerin, sözcüklerin bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.
***
Dil ve kültür ilişkisi konusunda akla gelen ikinci düşünür Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır. (1889-1951)
Wittgenstein dili felsefenin merkezine oturtan 20’inci yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden tek filozoftur…
Wittgenstein’in hayatı boyunca yayınladığı tek kitap, 1921'de Cambridge'de Bertrand Russell'in gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanan Tractatus logico-philosophicus isimli eseridir. (Türkçede; Tractatus logico-philosophicus, çeviri: Oruç Aruoba, YKY Yayınları, İstanbul 1996) (Tractatus Logico-Philosophicus, Metis Yayınları, 2008)
Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirgeyen Wittgenstein'ın bu eserinin özetinde, dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme problemi vardır. Ona göre, dili kullanma, dili anlama, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan dokudur.
Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
Wittgenstein’in dil üzerine diğer görüşleri de şu şekildedir; Dil, yalnızca taşıt değil, aynı zamanda şofördür. Dil, yollardan oluşan bir dolambaçtır. Bir yönden geldiğinde yolunu bilmektesindir; aynı yere başka bir yönden geldiğindeyse yolunu kaybetmişsindir artık. Dil dünyayı resmeder. Tümcelerin toplamı dildir. Dil düşünceyi örter. Bütün felsefe dil eleştirisidir.
***
Dil konusunda üçüncü olarak da Arap dünyasından Kıpti kökenli Mısırlı yazar ve dilbilimci Selâme Mûsâ akla gelir. Prof. Dr. Bedrettin Aytaç ‘’Selâme Mûsâ ve Arap Dili Üzerine Görüşleri’’ isimli çalışmasında Mûsâ‘nın ‘‘El-Belâga’l-Asriyye ve’l-Luga’l-Arabiyye‘‘ isimli kitabında yer alan görüşlerini de şu şekilde verir:
‘‘Kelimelerine önem vermeyen, yenilemeyen ve yeni kelimeler türetmeyen bir millet, sahte paranın dolaşımına izin veren bir milletten daha kötü durumdadır. Çünkü biz maden ya da kâğıt paralarla bedenin, kelimelerle ise ruhun ihtiyaçlarını satın alırız. “
Selâme Mûsâ’ya göre, Arap diline ilişkin, günümüz Türkiye’si için dile getirilebilecek bir konu da yenilemenin olmamasından dolayı “fosilleşmiş” kelimelerin varlığıdır. Böyle kelimeler de çeşitli zararlara neden olmaktadır. Mûsâ, bu görüşlerini şöyle dile getirir: “Dildeki fosiller içinde Yukarı Mısır’ın bazı ilçelerinde kullanılan kan, öç, ırz kelimeleri vardır. Bu kelimeler, her yıl yaklaşık üç yüz kadın ve adamın öldürülmesine neden olmaktadır.”
Dili kültürün esası olarak gören Mûsâ’ya göre, kültürü geliştirmenin yolu da dili geliştirmekten geçmektedir: “Dilin temeli kültürdür. Çökmüş bir dille gelişmiş bir kültür ve donuk bir dille hareketli bir kültür yaratmak kesinlikle mümkün değildir. “Burada da Mûsâ, W. Von Humboldt’un dil-kültür ilişkisine dair görüşlerinin benzerini savunmaktadır.
Kapitalizm sayesinde bedenimizin ihtiyaçlarını belki yeterince karşılıyoruz, ancak ya ruhumuzun ihtiyaçları? Ülkemizdeki onca kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddetin sebebi üzerinde hiç düşündük mü?
***
Türkçe’de dil ve kelimeler konusunda kendisinde bir ‘’nicelik’’ ve kullanımında ise bir ‘’nitelik’’ sorunu vardır.
Türkçe’nin kendisindeki ‘’nicelik’’ sorunu…
Nasıl ki günümüzde tarım alanlarının ve sulak alanların azalması, aşırı kullanma, kirlenme, bilinçsiz tarım, küresel ısınma ve nüfus artışı gibi nedenlerle ülkemizdeki ‘’biyoçeşitlilik’’ azalıyorsa farklı nedenlerle de zihnimizi besleyen kullandığımız kelimeler de azalmış ve azalmaktadır.
19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir. 1890’da 12 cilt halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içermektedir. Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...
Bunun neticesi ne mi olmuştur?
Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 71.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.
OECD'nin yürüttüğü her üç yılda bir yapılan PISA testinde 2016 yılı sonuçlarına göre Türkiye 72 ülke arasında 50. sırada, 35 OECD ülkesi arasında ise en alt sıralarda yer almasını başka nasıl izah edebiliriz?
Türkçe o kadar yoksullaştırılmış ki; yabancı dilden Almanca, İngilizce, Fransızca veya Arapça bir sözlük alın, rastgele herhangi bir yabancı sözcük seçin ve Türkçe anlamına bakın. Bu yabancı sözcüğün Türkçe anlamı olarak muhakkak ki birden fazla Türkçe sözcük bulacaksınızdır. Çünkü tam karşılığı bir Türkçe sözcük olmadığı için açıklama için birden fazla sözcük kullanılmaktadır. Dünyanın en zengin ve en güzel dilinin geldiği hale bakın.
Yine yapılan bir araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olması için kendi lisanında bilmesi gerek sözcük 40.000 adetmiş. Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40.000 farklı Almanca sözcük kullanmış. Bir kişinin yazar, politikacı olarak topluma yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısı 20.000 adetmiş. Bir kişinin böyle bir iddiası yok da sadece çağını anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsa bilmesi gereken sözcük sayısı 10.000 adetmiş. Yapılan bir diğer araştırmada ise Türk insanının günde 300 ila 500 sözcük kullandığını gösteriyor. Bu tespit karşısında başka bir yoruma gerek var mı?
İlkokulu bitirdiğinde akranlarının yedide biri kadar sözcükle karşılaşan, günlük hayatında olması gerekenin yirmi katı daha az sözcük kullanan insanların günümüzün karmaşık dünyasını kavrayışları ve algılayışları mümkün olur mu? Sözcüklerin cüceleştiği yerde düşünceler de cüceleşmez mi? Böyle insanların daracık ve küçücük dünyaları olmaz mı? Wittgenstein’ı anımsarsak, ne diyordu Wittgenstein: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” Humboldt’un söylediği gibi; böyle insanların ruhlarının kıvrımları, incelikleri ve zenginlikleri olur mu? Olmaz; çünkü ifade edilemez... Dil gelişmediği için kültürel gelişme de olmaz... Sosyal gelişme de olmaz… Politika da olmaz; politika üretilemez. Strateji de olmaz; üretilemez.
İçinde yaşadığımız kültür, sanat, edebiyat ve politikadaki kısırlığın kökeninde, ben, son üç yüz yıldır Türkçede yaşanan gerileme ve yozlaşmanın bulunduğunu düşünüyorum.
Lisanımızı, Türkçemizi geliştiremedik... Ruhunuzu geliştiremedik... Hep yabancı kelimeler kattık içine... Dil sistematiğimizi bozduk, bozulan dil yoluyla düşünce sistematiğimizi bozduk… Muhakeme yeteneğimizi kaybettik.
Günümüzde içinde bulunduğumuz durumumuz dikkate alındığında açık ve net bir şekilde görülmektedir ki hem edebiyatta hem sanatta hem eğitimde hem iç politikada hem dış politikada ve hem de stratejide muhakeme yeteneğimizi yitirdik, pusulamızı şaşırdık, yönümüzü kaybettik, kafamızı karıştırdık.
***
Ne yazık ki Türkçemizdeki yabancı dillerin hâkimiyeti nedeniyle ne Wilhelm von Humbolt’un ne de Ludwig Wittgenstein’in düşünceleri doğrultusunda gelişmeler olmuştur. Ne dilimiz gelişmiştir ne de kültürümüz.
Ayrıca anlam dışında gramer olarak de yabancı sözcükler, Türk Dili'nin ses yapısına aykırı olması nedeniyle Türk Dili'ndeki ünlü ile ünsüz uyumlarını bozarak ses çirkinliğine neden olmuş ve olmaktadırlar. Yabancı sözcükler, dilbilgisinde aykırı durumlar yaratarak Türk Dili'nin kurallı yapısını güçsüz düşürmektedirler.
Bir başka açıdan da yabancı sözcüklerin varlığı ulustan kopuk bir aydın kesim yaratmaktadır. Çünkü her yabancı sözcük geldiği dilin kültürel taşıyıcısı olmaktadırlar.
Dilimizde gereksiz yere duran yabancı sözcükler, Türkçelerinin ölümüne neden olmaktadır. Kimi kök sözcüklerin ölü kalması, pek çok yabancı sözcüğe karşılık bulunmasını engellemektedir. Yabancı tek bir sözcük için Türkçe bir kök sözcük ve bu kökten türetilebilecek yaklaşık 400¹² sözcük feda edilmektedir.
Teknik bir sözcük olan Compüter ‘’Bilgisayar’’ olarak Türkçeleştiğinde Türkçeleştirmeye karşı olanlar ‘’Leyla Sayar’ın kardeşi mi diye küçümsemişlerdi… Keşke sadece Compüter değil, ‘’otomobil’’ de, ‘’telefon’’ da ‘’televizyon’’ da ve sayamadığım nice teknik yabancı sözcükler de Türkçeleşseydi…
Dilimizi Türkçeleştirilirken eski sözcükler de ata ata dil sığlaştırılmıştır. Örnek olarak; ‘’Birinci Dünya Harbinde Çanakkale muharebelerindeki Arıburnu mücadelesi’’ diye ifade edildiğinde üç boyuttan bahsedilmektedir (harp, muharebe ve mücadele). Arapça bir sözcük olan ‘’harp’’ karşılığı Türkçe ‘’savaş’’ iken, yine Arapça bir sözcük olan ‘’muharebe’’ ve ‘’mücadele’’ sözcüklerine Türkçe sözcükler üretilmemiştir. Yukarıda verdiğim örneği ‘’Birinci Dünya Savaşında Çanakkale savaşındaki Arıburnu Savaşı’’ diye söylendiğinde üç boyutlu bir dünyadan tek boyutlu bir dünyaya inerek düşünce yoksulluğu yaratılmıştır.
Yine güncel bir ifadeyle ‘’şampiyon Fenerbahçe’’ diye şarkı söylendiğinde bir tek Türkçe sözcük kullanılmamaktadır. Çünkü ‘’şampiyon’’ Fransızca kökenli, ‘’fener’’ Rumca kökenli, ‘’bahçe’’ ise Farsça kökenli sözcüklerdir. Eğer yabancı sözcük diye ‘’fener’’ ve ‘’bahçe’’ sözcükleri Türkçe’den atılırsa Türk edebiyatı da kökten yok edilir.
Bugün Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Gençliğe Hitabesi’’ ilk hali ile okunduğunda verdiği anlamla Türkçeleştirilmiş hali ile okunduğunda verdiği anlam bir değildir. ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’’ ifadesindeki anlamı, ‘’Gereksinim duyduğun güç damarlarındaki soylu kanda bulunmaktadır’’ ifadesi vermemektedir. Dilimize yerleşmiş ve artık Türkçeleşmiş yabancı sözcükler değiştirilmeye zorlanmamalıydı, onun yerine yeni özellikle teknik yabancı sözcüklerin (televizyon, telefon, faks, internet, otomobil vb.) yerine Türkçe sözcük konulmalıydı…
Ne yazık ki dilimizi Türkçeleştirirken yapılan yanlışlıklar verdiğim bu örneklerle sınırlı değildir, yapılan yanlışlıklar saymakla bitmez.
***
Ve İncil’de geçen bir ayet:
‘‘Sorun; bu dünyada insan olmanın ne anlama geldiğini tanımlamaya yetmeyecek kadar az kelimeye sahip olmamızdır. Ve Dünyada en büyük trajedi, insanoğlunun uyanamadan ölecek olmasıdır.’’
Türkçe'nin kullanımındaki ‘’nitelik’’ sorunu...
Dildeki kelime hazinesi bu şekilde azalırken kullanılan kelimelerin de kalitesi bozulmuştur. Tıpkı beslenmemizde biyoçeşitlilik azalırken kalan besinlerin de GDO’lu olmaları gibi kalan kelimelerimiz de GDO’lu hale gelmiştir.
‘’İyi’’ ve ‘’güzel’’ veya ‘’kötü’’ ve ‘’çirkin’’ sözcüklerin kullanımı kültürden kültüre değişmekte bu da o kültürdeki insanların dünyaya iyimser veya kötümser bakmasına yol açmaktadır. Ne yazık ki kültürümüzde ifade aracı olarak çoğunlukla ‘’kötü’’ ve ‘’olumsuz’’ kelimeler kullanılmaktadır. Toplumuzda kendisine bir olay veya nesne hakkında fikri sorulan kişinin verdiği cevap genellikle olumsuz sözcüklerden oluşur. ‘’Nasılsınız?’’ diye sorduğunuzda alacağınız cevap genellikle iki olumsuz sözcükten oluşur: ‘’Fena değil!’’ ‘’Fena’’ ve ‘’değil’’ iki olumsuz sözcük bir ‘’iyiyim’’in yerini tutmamaktadır. Bu kültürdeki insanımızı cennete götürseniz ve sorsanız cenneti ‘’nasıl buldun?’’ diye muhtemel ki yine ‘’güzel’’ yerine ‘’fena değil’’ cevabını verecektir. Ne yazık ki kültürümüzde yaşama sevincini, ‘’mutluluğu, iyiyi ve güzeli anlatan sözcüklerden ziyade gamı, kederi, tasayı ve hüznü anlatan kelimeler çoğunlukla kullanılmaktadır. Şarkılarımızın, türkülerimizin sözlerine bakın, onlar da öyledir… Onlar gamın, kederin, hüznün şarkılarıdır. Sanki hüzün bu kültürde mutluluk aracıdır. Japon atasözünde olduğu gibi bu iki kötü kelime kötü doğa yaratmaktadır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
İnsanlarımız genellikle her şeyden müşteki, mızmız yeryüzü küskünü gibidirler… Halbuki yakınmanın bitmediği yerde hayat bir zebani topuzu, yakınmanın bittiği yerde ise hayat bir gül bahçesidir. Ancak yakınmak da şarka, bu kültüre özgü bir alışkanlıktır.
Dualarımız ve dileklerimizde de genellikle Tanrı’dan istediklerimizi istemeyiz de istemediklerimizin gerçekleşmemesini dileriz. ‘’Tanrı kaza ve bela vermesin’’ gibi. Kaza ve bela iki olumsuz, fena sözcük. Sanki iyiliğin, güzelliğin, bolluğun, bereketin canı çıktı. Aynı şekilde insanlarımızdan da kendilerinden ne istediğimizi değil ne istemediğimizi talep ederiz. ‘’Çevreyi kirletmeyin!’’ deriz, ‘’çevreyi temiz tut!’’ yerine.
Yollardaki uyarı levhasına bir bakın: ‘’Trafik canavarı olmayın!’’ ‘’Kurallara uyun!’’, ‘’İnsanlara saygılı olun!!’’ vb. demek çok mu zordu? ‘’Canavar’’ zaten olumsuz bir kelime... ‘’Olmayın!’’ Olumsuz bir emir kipi… Sonuç? Herkes canavar!
Benzer şekilde davranışları değiştirmek için de olumsuz yorumlarda bulunuruz. Hâlbuki davranışları etkilemenin en iyi yolu; olumsuz yorumlarda bulunmak değil, olumlu pekiştirmelerde bulunmaktır. ‘’Yanlış işleri eleştirmek yerine doğru işleri pekiştirmek için zaman harcarsanız daha iyi bir eğitici veya daha etkin bir yönetici veya lider olursunuz’’ der eğitim bilimciler… Çünkü siz insanlardan ne beklerseniz onlar da size onu verirler. Siz hangi sonuçları arıyorsanız onları bulursunuz.
Çocuk yetiştirirken, eğitirken, insanlara davranırken de genellikle hep olumsuz hitaplarda bulunulur… Çocuk bir bardağı mı kırdı, tepki hemen hazırdır: ‘’Aptal, salak, geri zekalı…’’ Okulda öğrenci ödev mi yapmadı, dersine mi çalışmadı, tepki hemen hazırdır: ‘’Aptal, salak, geri zekalı…’’ İşyerinde de aynıdır... ‘’Aptal, salak, geri zekalı…’’ Goethe’nin bir söz vardı: Goethe derdi; ‘’insanlara olduğu gibi davranırsanız olduğu gibi kalırlar, olabileceği gibi davranırsanız olabileceği gibi olurlar.’’ Eğitim bilimciler davranışları etkilemenin en iyi yolunun; ‘’olumsuz yorumlarda’’ bulunmak değil, ‘’olumlu pekiştirmelerde’’ bulunmak olduğunu, ‘’yanlış işleri eleştirmek'' yerine ‘’doğru işleri pekiştirmek'' için zaman harcandığında daha iyi sonuç alındığını, insanlardan ne beklerseniz onların da onu verdiklerini söylüyorlar… Ama bunu ne anladık ne de uyguladık… Sonunda da Aziz Nesin haklı olur…
Eğitim bilimciler; ‘’İnsanın kendisine değer verildiğini ve takdir edildiğini hissetmesi gerekir‘‘ derler… ‘‘Kendisini değersiz hisseden, baskı altında kalan ve örselenen insanlar düşünemezler’’ derler… ''Kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur'' derler…
Ülkemizde; evde, okulda, işyerinde, idari ve yönetim sistemimizde sistematik bir biçimde üzerek, eğerek, ezerek bir insan yetiştirme sistemi vardır. Eğitim ve yönetim sistemimiz sistematik bir biçimde insanımızın kendisini değersiz hissetmesi üzerine kurulmuştur. Halbuki antropologlar ‘’insanın karakterini dik yürümekle kazandığını’’ söylüyorlar. Biz ise diz çöktürmeye çalışıyoruz…
Yine eğitim bilimciler ‘’bir çocuğun kaderini belirleyen bağımsız ve en güçlü etkenin çocuğun kendisi hakkındaki düşünceleridir’’ derler…
***
Bir başka alanda da siyasal hitabet sanatında da kimi gayeler zaman zaman tersi sözcük ve kavramlar kullanılarak sunulmaktadır. İkinci Dünya Savaşında Almanlar toplama kamplarını ‘’Die Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgür kılar) sözcükleri ile isimlendirmişlerdir. Keza ABD tarafından Irak işgali ‘’demokrasi getirmek’’ kavramıyla perdelenmiştir. Keza 1974 Kıbrıs müdahalesi ‘’Barış Harekâtı’’ olarak nitelendirilmiştir.
Günümüzde de barış simgesi olan zeytinin kullanılarak isimlendirilen ‘’Zeytin dalı harekâtı’’ buna bir örnektir... Veya bir ‘’demokrasi getireceğiz’’ diyorsunuz koskoca bir ülkeyi işgal edip dokuz milyon insanı yerinden yurdundan ediyorsunuz… Veya ‘’ileri demokrasi’’ süreci de… Her türlü antidemokratik tasarrufun adıdır ‘’ileri demokrasi’’. Keza ‘’fıtrat’’ kelimesi de…Fıtrat; Allah’ın canlılara doğuştan kazandırdığı bir özelliktir… Kedinin fıtratında tırmalamak vardır gibi... İnsanın fıtratında nankörlük vardır gibi... Ama bir karayolunun fıtratından bahsedilemez... Bir madenin fıtratından bahsedilemez... Ama 300 kişi ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsında toprağın altına gömülmüş, bir ‘’fıtrat’’ diyorsunuz, dini bir terim ya, akan sular duruyor, kimsenin aklına artık hesap sormak gelmiyor... Bir ‘’Külliye’’ diyorsunuz bin odalı bir israf sarayının üzerini örtüyorsunuz… Keza bir ‘’istikşaf’’ kelimesi ile sonuçlarını beğenmediğiniz bir seçimi tekrarlayabiliyorsunuz…
Otoriter yönetimlerde sözcüklerin içeriğine ve ne anlama geldiğine de güç sahipleri karar vermektedirler. Günümüzde de benzer örnekler siyasal hitabet sanatında sıkça kullanılmaktadır.
Siyasal hitabet sanatında gayelerin bir farklı sözcükle nasıl saklandığına en iyi örnek ‘’Orta Asya’’ kavramıdır. Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’ idi. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık… Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen kaldı ne de Batı Türkistan’ı…
Aynı şekilde bazı akademisyenler Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ülkelerine ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’ diyorlar. ‘’Trans’’ öte demek, eğer Moskova’dan bakarsanız doğrudur bu ülkeler Kafkasya ötesi ülkelerdir, dolayısı ile ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’dir. Ancak Anadolu’dan, Ankara’dan bakarsanız öyle midir? Bu ülkeler her yönüyle ‘’öte’’ denemeyecek kadar Anadolu’nun bir uzantısıdırlar.
Anlıyorsunuz değil mi ‘’sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır’’ atasözünün ne anlama geldiğini… Sadece bir sözcük ile bir milletin bir bölgeden tarihi silinmiştir. Bir sözcük ile bir ülke işgal edilmiştir.
Örneklere devam edeyim...
Yıl 1983… 06 Kasım 1983 Genel Seçimler... MDP’de Turgut Sunalp, HP’de Necdet Calp ve ANAP’da da Turgut Özal başbakan adayı idiler… Seçimlerden birkaç gün önce TRT’de açık oturum var… MDP seçimi kazanacağından o kadar emin ki açık oturuma katılmıyor... Açık oturuma katılan HP’den Necdet Calp ve ANAP’dan da Turgut Özal… Sunucu konuşmacılara iktidara gelince ne yapacaklarını soruyor… Turgut Özal anlatıyor; barajlar, yollar, köprüler, fabrikalar yapacağını söylüyor… Sunucu tekrar soruyor; ‘’Hangi parayla?’’ Özal cevap veriyor: ‘’Birinci köprüyü satacağım, parasıyla da ikinci köprüyü yapacağım…’’ Köprü gündeme gelince Necdet Calp yumruğunu masaya vuruyor: ‘’Sattırmam!’’ Bir ‘’sattırmam’’ kelimesiyle dinleyicilerin bilinç altına şu format atılıyor: ‘’ANAP iktidara gelecek, köprüyü satmaya kalkacak ama ben muhalefette kalarak Danıştay’a, Yargıtay’a, AYM’ne giderek satışını yaptırmayacağım’’… Ve seçim bir kelime ile kaybediliyor…
***
Standford üniversitesinde profosörlük yapan Bernard Roth’un ‘’Başarma Alışkanlığı’’ (Nobel Yaşam, 2016) adlı bir kitabı var… Yazara göre, başarıya ulaşmamızın sırrı yalnızca iki kelimeyi kelime dağarcığımızdan çıkarıp yerine başka iki sihirli kelimeyi eklemek…
‘’Ama’’ yerine ‘’ve’’ kullanın…
‘’Sinemaya gitmek istiyorum ama yapacak bir ton işim var’’ yerine ‘’sinemaya gitmek istiyorum ve yapacak bir ton işim var’’ derseniz ne olur sizce?
Profesör Roth şöyle kaleme almış: ‘’ ‘’ama’’ kelimesini kullandığınız zaman eylemler arasında aslında olmasa da bir çatışma çıkarıyorsunuz. Ancak ‘’ve’’ bağlacını kullandığınız zaman beyniniz gayri ihtiyari bir şekilde cümlenin iki kısmını da bir bütün olarak algılıyor.’’
Dilbilimde bu tür cümle yapıları, bağlacın olduğu yan cümleler arasındaki bağdaştırıcı veya ayrıştırıcı bileşik cümleler olarak bilinmektedir. Esas itibariyle ‘’ama’’, ‘’buna rağmen’’, ‘’ancak’’ bağlaçları cümle içerisindeki bir ifadeyle diğer bir ifade arasında zıtlık bildirmek için kullanılmaktadır.
Oysa ‘’ve’’ bağlacını ele alırsak, bu bağlacın birleştirici ve daha olumlu bir işlevi vardır.
‘’Zorundayım’’ yerine ‘’İstiyorum’’ deyin…
Roth kitabında şöyle vurgulamış: ‘’Bu alıştırma insanların yaptığı birtakım şeylerin (işe gitmek gibi), hatta onlara zevk vermeyen şeylerin bile aslında kelime seçimleriyle alakalı olduğunu farkına varmasında oldukça etkilidir.’’ Sadece küçük bir yüklem değişikliği hayatınızın gidişatını değiştirebilir. Eğer her sabah uyanıp işe gitmeyi ‘’ölüm’’ olarak görüyorsanız doğal olarak hayatınız da ‘’cehenneme’’ dönecektir.
Fakat işin aslına bakacak olursanız, bir şeyleri değiştirmek düşündüğünüzden daha kolay. Sadece her sabah işinizle ilgili neyi sevdiğinizi düşünün. Örneğin, karmaşık bir projeyi bitirmenin size verdiği o rahatlama hissini veya meslektaşlarınızla çay içip hoş vakit geçirdiğinizi düşünebilirsiniz. Aynı zamanda işten evinize gelip de ailenize kavuştuğunuz o anı da düşünebilirsiniz. İster inanın ister inanmayın, bu basit strateji sizi bütün gün pozitif bir enerjiyle yüklü tutacaktır.
Gördüğünüz gibi, ‘’ailemi ziyaret etmek zorundayım/gerek’’ yerine ‘’ailemi ziyaret etmek istiyorum’’ arasında dağlar kadar fark var. Ne hakkında konuştuğunuzun bir önemi olmaksızın, her zaman ‘’zorundayım’’ yerine ‘’istiyorum’’ demek daha iyidir.
***
Kullanılmaya kullanılmaya Türkçedeki kelimelerin asıl anlamları da unutulmakta ve ikincil anlamları öne çıkmaktadır.
Örnek olarak Türkçede ''kara'' ve ''ak'' sözcüklerinin asıl anlamları unutulmuş ve ikincil anlamları ile kullanılır olmuştur.
‘‘Kara‘‘ ve ‘‘ak‘‘ sözcüklerinin ikincil anlamı olan renk tanımlarından önce asıl anlamı daha farklıdır. Kara; ulu, yüce, zor, sert, iri, büyük anlamında kullanılır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Merzifonlu Yüce Mustafa Paşa‘dır. Kara Mürsel; Ulu, yüce Mürsel’dir. Kara Tekin, Kara Murat; (aynı anlamda) yüce, ulu, büyük Tekin‘dir, Murat’dır. Karakış; zor kıştır, şiddetli kıştır. Karadeniz; zor denizdir (dalgaları nedeniyle) Karahisar; büyük hisardır. Karaburcu; (üzüm cinsidir) İri burcudur. (Hem de beyaz renkte iri bir üzüm cinsidir) Karabulut; iri, büyük buluttur. Karagöz; (siyah göz değildir) iri gözdür. Karakaş: (siyah kaş değildir) iri kaştır...
Ak ise ''küçüklük'' ve ''bilgelik'' anlamında kullanılır. Ak; temiz, dürüst, namuslu, sıkıntısız, rahat, sorunsuz anlamında da kullanılır. Akgün-kara gün; sıkıntısız gün- zor, sıkıntılı gün anlamındadır. Ak akçe kara gün içindir; temiz, helal para zor günler içindir. Akdeniz; sadece Türkçede vardır, Mediterane, Mittelmeer, (Orta deniz) Bahr-ul asvad (Arapça) orta denizdir. Akdeniz; bilge denizdir, çünkü mitoloji orada… Karabaş-akbaş; Anadolu'da köpek cinsidir; karabaş; iri, akbaş ise küçük olanıdır. ''Ak oğlan'' bir Anadolu değişidir; güven veren oğlandır, dingin oğlandır. Akşemsettin ise; bilge, sıkıntısız, sükûnetli, güven veren Şemsettin'dir.
***
Bazen de yabancı kitap, film ve dizi gibi farklı bir kültürü anlatan yazınsal veya görsel bir eserde geçen ancak Türkçede çok farklı anlamlara gelen kavramlar da sorgulanmadan Türkçeye ithal edilmekte ve kullanılmaktadır.
Örnek olarak; bir gazetedeki vefat ilanında veya kişiler kendi arasında bir taziye ziyaretinde artık sıkça bir merhum hakkında ‘’toprağı bol olsun’’ ifadesi kullanılmaktadır. Hâlbuki ‘’toprağı bol olsun’’ ifadesi Hristiyanlar için kullanılır ve Ortaçağdan gelen Papalığın cennetten toprak satmasına dayanan bir ifadedir. Bu ifade Müslümanlar için kullanılmaz. Müslümanlar için; ‘’Allah rahmet eylesin’’, ‘’mekânı cennet olsun’’ veya ‘’nur içinde yatsın’’ ifadeleri kullanılır. Hatta ‘’ışıklar içinde yatsın’’ ifadesi de tam olarak doğru değildir. Doğrusu ‘’nur içinde yatsın’’dır. Çünkü burada ‘’nur’’ sözcüğünde verilen anlam ‘’ışık’’ değildir, ‘’ilahî ışık’’tır.
***
Bazen de kültürün değişmesiyle zaman içinde Türkçe sözcüklere başka anlamlar da yüklenir olmuştur. Örneğin; ‘’kadın’’ ve ‘’erkek’’ sözcükleri cinsiyeti belirtir. ‘’Bay’’ ve ‘’bayan’’ sözcükleri ise unvan sözcükleridir. Bu en basit kuralı bile unutarak sırf cinsiyeti çağrıştırıyor diye –çünkü kültür artık ‘’cinsiyetten’’ utanmaktadır- ‘’kadın’’ yerine bir unvanı tanımlayan ‘’bayan’’ sözcüğü kullanılmaktadır. Bu nedenle de ‘’Kadınlar Voleybol Milli takımı’’ yerine yanlış olarak ‘’Bayanlar Voleybol Milli Takımı’’ deyimi kullanılmaktadır.
Bu konuya bir başka örnek de ‘’aşk’’ ve ‘’sevgi’’ sözcüğüdür… Ne yazık ki toplum olarak bu kavramların da içlerini boşalttık, anlamlarını daralttık ve sadece annemizi, kardeşimizi, eşimizi, çocuklarımızı sevdik, sadece onlara ‘’sevgili’’ dedik. Cinnete ‘’sevmek’’, sahiplenmeye de ‘’aşk’’ dedik…
Aşk; muhabbettir, şiddetli muhabbettir aşk aslında. Aşk; candan sevmedir. Aşk; bir beklenti olmaksızın karşılıksız sevmedir. Sevgili ise; sevendir, gerçek dosttur. Aşkın, sevginin, sevgilinin ve özlemenin cinsellikle hiç bir ilgisi yoktur. Ne yazık ki günümüzde cinnete, ilkelliğe, hayvani duygulara aşk dedik, sevgi dedik. Şems’in, Mevlânâ’nın çağında, zamanında ‘’aşk’’, ‘’sevgi’’ ve ‘’sevgili’’ kavramları gerçek anlamlarıyla kullanılıyordu. Şu dizeleri Mevlânâ Şems için yazmıştır;
"Aşk geldi; adeta damarlarımda, derimde kan kesildi...
beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu.
Bedenimin bütün cüz'ülerimi (zerrelerimi) sevgili kapladı.
Benden kalan bir ad; ondan ötesi hep O..."
Şimdi bakın gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine… Cinayet sebebidir ‘’çok sevmek’’… Şu sözü kanıksamışınızdır artık: ‘’Çok seviyordum, onun için öldürdüm.’’ ‘’Cinnet’’ sözcüğünün karşılığıdır artık ‘’sevmek’. ‘’Sevmek’’ ve ‘’âşık olmak’’ sözcüğünün karşılığıdır artık ‘’sahiplenmek’’. Sıra dışı bir edebiyatçı ve düşünür olan Portekizli yazar José Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırmıştı; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’
Bir kahveye gittiğinizde kadife bir sesle ve mahcup bir şekilde garsona söylenen şu hitabı artık duymuyorsunuzdur; ‘’Beyefendi, bir kahve alabilir miyim?’’ Bu ifade yerine duyduğunuz muhtemelen kaba ve borazan bir sestir; ‘’Hey garson, bir kahve getir!’’ Bu her yerde böyle hale gelmiştir; çarşıda, pazarda, toplu taşımada, trafikte, siyasette, işyerinde, okulda, sırada… Çünkü artık kültürde nezakete, nezaket ifadelerine ve nezaket sözcüklerine yer kalmamıştır.
***
Türk Dil Kurumu da Türkçenin gelişimi için yetersiz kalmaktadır.
Türk Dil Kurumunun yayınladığı ‘’Türkçe Sözlük‘‘ ve ‘‘Yazım Kılavuzu‘‘ ne yazık ki Türkçeye yeterince hitap edememektedir. Türk Dil Kurumunun yayınladığı ‘’Türkçe Sözlük‘‘ün içi Fransızca ve İngilizce sözcüklerle doludur. Hâlbuki bu sözcükler ‘’Yabancı Sözcükler Sözlüğü’’ olarak ayrı bir sözlükte yayınlanmalıydı…
Türk Dil Kurumu tarafından Türkçeyi Türkçe yapan a, i ve u harfleri üzerindeki şapkaların çoğu kaldırılarak sözcükler anlamsızlaştırılmıştır. Türkçedeki a, i ve u harfleri üzerindeki şapkaların önemi üzerinde bir örnek vermek istiyorum. İşyerimde önüme bir vatandaşımızın bir dilekçesi geldi. Vatandaşımız soyadını değiştirmiş, kayıtlarda yeni soyadının düzeltilmesini istiyordu. Vatandaşın eski soyadı: ‘‘Karadana‘‘. Şapkalı olsaydı ‘‘Karadânâ‘‘ olacaktı… Dânâ; âlim demek... Dânâ-yı Yunan; Eflatun‘dur. Kara da ‘’büyük’’ demek. Vatandaşımızın soyadı aslında ‘‘Büyük âlim‘‘ demek… Bilmediği için bu güzel soyadını değiştiriyor vatandaş…
***
Dilimizi Türkçeleştirirken de yanlışlıklar yapılmıştır.
Arapça olan ‘’tayyare’’ mükemmel bir şekilde Türkçeleştirilip ‘’uçmak’’ fiilinden türeterek ‘’uçak’’ yapılmış ancak bu uçağı uçuracak kişiye berbat bir şekilde ‘’pilot’’ denilerek, bu şekilde uçak ile onu uçuran arasındaki bağ koparılmıştır. Bu bağ koparılarak bu dili kullanan insanın dil yoluyla kazanacağı analitik düşünme özelliği de köreltilmiştir.
***
Kimse sözcükte başkasının düşündüğünün tıpkı tıpkısına düşünmez. Bu yüzden her anlama aynı zamanda bir anlamamadır. Özellikle kavramlarda bu böyledir. Bir kavrama hiçbir kimse aynı anlamı yükleyemez. Bir dilin hiçbir kavramı da bir başka dile tam tamına aktarılamaz. Çeşitli diller karşılaştırıldığında, görülür ki, birbirini tam olarak karşılayan hiçbir sözcük bulunamaz. Başka bir dil insana başka bir düşünce biçimi verir. Başka bir dille insan dünyayı başka türlü kavrar; başka dilde insanın dünya karşısındaki duygu ve istekleri başkadır.
Eğer ana lisanın içerisine (Türkçe) yabancı dilden (Sırasıyla; Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce) kelimeler ve kavramlar katarsanız o zaman o toplumun insanları net düşünemezler, duygularını net ifade edemezler. Yabancı sözcüklerde Türkçe dil mantığına göre kök anlamı bulunmadığından bu sözcükler üzerlerinde düşünülmeden, ezberden kullanılırlar. Anlamdaş olan pek çok yabancı sözcüğün Türkçesiyle birlikte kullanımda kalması sonucunda bu sözcükler, kendi anlamlarının çok dışında, çok yanlış olarak, kullanılmaktadır. Dolayısıyla bir dil kargaşası ortaya çıkmaktadır.
Bu şekilde dilin düşünceyle birebir bağıntısı, bunların her kullanımında kopmaktadır.
***
Sözün, sözcüğün, kelimelerin önemini tarihten örnekler vererek bu bölümü sonlandırmak istiyorum. Önce Konfüçyüs'ün bir saptaması: "Bir ülkenin dirliğini bozmak istiyorsanız o ülkede konuşulan dili yozlaştırın. Zaman içinde insanların birbirini anlamaları zorlaştıkça her alanda çözülme başlar. Ve sonunda öyle bir noktaya gelinir ki; insanlar birbirini anlamaz hale gelirler ve kargaşa başlar..."
Sonra da Yunus Emre;
‘’Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz.
Yunus şimdi söz yatından, söyle sözü gayetinden
Pek sakın o sah katından, seni ırak ede bir söz.’’
***
Bütün problemlerimizin temelinde iletişim eksikliği vardır… Yaşadığımız karmaşıklık bizi ezmektedir... Bu nedenle de anlık resimlere odaklanıyoruz, değişim süreçlerini kavrayamıyoruz...
Şimdiye kadar kelimelerin nicelik olarak azalmasını ve nitelik olarak da kalitelerinin bozulmalarını anlattım…. Bundan sonra da bu şekilde bozulan kelimelerin üzerimizdeki etkilerini anlatacağım.
Kelimelerin duygu ve düşüncelerimize etkisi üzerine…
Bütün psikologların üzerinde fikir birliğine vardıkları üç mutluluk formülü var: Şükretmek, iyilik yapmak ve yaptığın işi sevip daha çok konsantre olmak!
Şükretmek, hayattan duyduğun memnuniyeti ifade etmek, hatta bunu düzenli olarak yazmak ve söylemek, sadece insanın keyfini yerine getirmekle kalmıyor. Kaliforniya Üniversitesi'nin araştırmasına göre fiziksel sağlığı düzeltiyor, enerji seviyelerini yükseltiyor, acı ve yorgunluğu azaltıyor!
Mutlu olmak için çalış, iyilik yap, şükret!
Teşekkür etmek ve minnettarlık, dünyamızı harikulade hale getirecek pek çok etkiye sahip. Ancak bizler hep müştekiyiz… Yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıları bulunan mızmız yeryüzü küskünleriyiz…
‘’ İç ve dış yaşamın canlı ya da ölü başka insanların çabalarına bağlı olduğunu; bana bugüne kadar verilmiş ve halen verilmekte olanlara karşılık verebilmem için çaba sarf etmem gerektiğini her gün kendi kendime yüz defa hatırlatıyorum’’ derdi Albert Einstein
***
Davranışları düzeltmek için ‘’hastalıklı bir eleştiri’’ yerine davranışların karşı tarafı nasıl bir sıkıntıya soktuğuna dikkat çeken bir terbiye tarzı çocuklara ve insanlara daha fazla empati kazandırır… Yani ‘’yaramazlık yaptın!’’ yerine ‘’bak onu ne kadar üzdün!’’ denmesi daha uygundur...
Yahudi asıllı ABD’li psikolog Haim Ginott: Bir şikâyetin en iyi formülü… X, Y ve Z teorisi…X: Ne yaptığının tespiti… (toplantıya geç geldin) (odan dağınık!) (yemek yemedin!) Y: Bu olayın senin üzerindeki etkisi (seni merakla bekledik) (üzüldüm) Z: Ne yapması gerektiği (gecikeceğini haber verebilirdin) (bizden yardım isteyebilirdin)
***
Sevgi sözcüklerinde de oldukça cimriyizdir...
Amerikalı karikatürist Jules Feiffer’in bir karikatüründe kahramanı şöyle diyor: “Harika bir kızla tanıştım. Bütün dostlarıma ve çalışma arkadaşlarıma kendisinden söz ettim. Sokaktaki yabancılara bile kızdan bahsettim. Hemen herkese anlattım. Tabii kendisinden başka! Ona bu avantajı neden vereyim ki?”
Çizerini hatırlamadığım bir başka karikatürde ise, orta yaşın üzerinde bir kadın kocasına soruyordu; ‘’Kocacığım, hatırlıyor musun, bana en son ‘seni seviyorum’ dediğinde tam on yıl önceydi.’’ Erkek istifini bozmadan, okuduğu gazeteden kafasını kaldırmadan cevap veriyordu; ‘’Düşüncemde bir değişiklik olursa sana söylerim.’’ Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İnsanlar sevdiklerini söylemekte hep kıskanç ve cimri davranırlar...
Bizler genellikle sevgi sözcükleri konusunda cimriyizdir. Sevgi sözcüklerini pek kullanmayız…
Fransız felsefeci, edebiyat eleştirmeni, edebiyat ve toplum teorisyeni Roland Barthes’in da güzel bir kitabı vardı: ‘’Bir Aşk Söyleminden Parçalar’’ (Metis Yayıncılık, 2010) Barthes kitabında; ‘’Âşık olduğumuzda kullandığımız dil, her zaman konuştuğumuz dilden çok farklıdır’’ der ve ''bir kere ilk mesajı verip, 'seni seviyorum' dedikten sonra sözlerinizle, davranışlarınızla içinizdeki duyguyu karşı tarafa sonsuz bir akış şeklinde tekrarlamalı, ilişkiyi derinleştirmelisiniz’’ diye yazar.
Jacques Salome ve Sylvie Galland isimli iki yazarın “Ah Kendime Bir Kulak Versem” (Sistem Yayıncılık, 2002) ismini verdikleri kitaplarında “ilişki terörü” diye bir kavramdan bahsederler. Bu terörde kanlı bıçaklı olmaya gerek yoktur, ikili ilişkilerde, evliliklerde pek mutat olduğu üzere ‘’surat asmak’’ bile terörün en uç noktasıdır.
Erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu kültürde, bu coğrafyada, bu topraklarda genellikle aşkı beslemeyi bilmeyiz biz…
Hani başta da söylemiştim ya ‘’sözcükler aslında sanılandan çok daha güçlüdür’’ diye. Bir Yunan atasözünü hatırlatmıştım: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir'' diye…
İlişkilerinde sorun yaşayanlar aşağıdaki sözleri daha sık kullandıklarında hayatlarında mucizeler yaşayacaklarına inansınlar. Dağ gibi görünen ve içinden çıkılmaz sanılan sorunların aşılmasının aslında çok da zor olmadığımı görecekler:
Sana ilk günkü gibi aşığım.
Benim için çok değerlisin.
Yaptıklarından dolayı seni her zaman takdir ediyorum.
Sen olmadan bunları başaramazdım.
Dünyaya bir daha gelsem yine seninle evlenirdim.
Senin yaptıklarına karşı senin için ne yapsam azdır.
Ne düşündüğün benim için çok önemli.
Kendine özen göstermenden mutluluk duyuyorum.
Senin aileni kendi ailemden ayırt edemem.
Mutlu olmam için yanında olmak benim için yeterli.
Seninle evlendiğim için ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum.
Seni her zaman dinlemeye hazırım.
Benim için ne fedakarlıklar yaptığının farkındayım.
Seninle karşılıklı birer kahve içmek ve sohbet etmek, tüm yorgunluğumu alıyor.
Senin sağlıklı ve mutlu olman benim için çok önemli.
Başarılarınla gurur duyuyorum ve seninle iftihar ediyorum. Sen benim hayatımın en güzel şiirisin.
Bu sözcükler aşkın bakım sözcükleridir… Zaten söylerdi Cemal Süreyya bir şiirinde:
‘’Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git
Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti’’
Kişi bu sözlerle kendisini değerli hissetmeli… Çünkü kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur…
En büyük mutsuzluk sevilmemiş olmak değil, sevmemektir. Günahların onda dokuzu insan sevgisine karşı işlenmiştir.
***
Japon Araştırmacı Masaru Emoto’nun, ''Suyun Gizli Mesajı'' (Kuraldışı Yayınları, 2012) isimli bir kitabı var…
Bu kitapta Masaru Emoto, insan vücudunun ve yaşamış olduğumuz yerkürenin % 70’ini kaplamakta olan suyun, moleküler yapısının insanların düşüncelerinden, sözcüklerden ve dinlemiş olduğu müzikten etkilenmiş olduğu ortaya koyuyor... Emoto, yaşama geçirilen pozitif düşünceler sayesinde insanın vücudunda yer alan suyun, kişiyi mutlu ve esen kılabileceğini bildirdi.
Emoto müziğin suyun yapısı üzerindeki etkilerini görmek için iki müzik hoparlörü arasına birkaç saatliğine distile su koyarak suyun donduktan sonraki kristal formlarını fotoğraflar. Aynı tip su kristallerine önce Beethoven’ ın pastoral müziğini dinleten Emoto, su kristallerinin çok güzel şekillendiğini, Bach’ ın “Air For The G String” parçası dinletilen su kristallerinin nispeten düzgün olduğunu, Heavy müzik dinletilen su kristallerinin ise tamamen şekilsiz ve dağınık olduğunu fotoğraflarla tespit eder..
Bu çalışmayla, düşüncelerin ve kelimelerin su kristallerinin formasyonları üzerindeki etkisini tespit eden Emoto, bazı sevgi ve nefret kelimelerini kasete kaydederek cam şişelere gece boyunca dinletir. Bu deneyde ise sevgi, takdir ve teşekkür sözcükleri dinletilen şişelerdeki su kristallerinin çok simetrik ve güzel olduğunu belgeler.
Japon bilim adamı Masaru Emoto, sitesinde yaptığı açıklamada, “Kelimeler doğanın titreşimidir, böylece güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır, bu da kâinatın köküdür” der…
***
Sevgi sözcüklerini söylemenin de çok önemli bir püf noktası vardır… O da ‘’ses tonu’’ ve ‘’gözler’’dir…
Paulo Coelho’nun güzel bir kitabı var; ‘’Işığın savaşçısının El Kitabı’’(Can Yayınları, 2016) Kitapta şöyle bir hikâye geçer:
Savaşçı, kılıç tutan elini yakalamak için bir melekle bir şeytanın yarıştığını bilir. Şeytan der ki: ‘'Güçten düşeceksin. Bunun ne zaman olacağını bilemeyeceksin. Korkuyorsun.’' Melek de ‘'Güçten düşeceksin. Bunun ne zaman olacağını bilemeyeceksin. Korkuyorsun.'’ der.
Savaşçı şaşırmıştır. Melek de şeytan da aynı şeyi söylemişlerdir. Sonra şeytan devam eder: ‘'Sana yardım edeyim.’' Melek de aynı şeyi söyler: ‘'Sana yardım edeyim.’'
İşte o anda, savaşçı aradaki farkı anlar. Sözcükler aynı olabilir, ama kendisine yardım öneren bu iki kişi birbirinden tümüyle farklıdır. Ve savaşçı meleğin elini seçer.
Çünkü ‘’ses tonu’’ farklıdır.
‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın niyet ve maksadını gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın eğitimini, eğitiminin seviyesini gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın ruhunu, ruhunun derinliklerini, inceliklerini, kıvrımlarını gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın iç dünyasına ayna tutar. Hani bir şarkımız vardı ya, sözleri Ahmet Selçuk İlkan’a ait, Emel Sayın da ne kadar güzel söylerdi; ‘’Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar’’ diye… İnsanın komuta edemediği tek organıdır gözler… Gözler aslında beynin de aynasıdır… Ancak bizim kültürde göz teması yoktur… Hele hele karşı cins ise asla…
İşte bahsettiğim bu sevgi sözcüklerini kullanırken ses tonunuza ve gözlerinize dikkat ediniz… ‘’Günaydın’’ derken bile ses tonunuza ve gözlerinizin ahengine dikkat ediniz.
Bilge insanlar ‘’insanın yüzünde taşıdığı, sırtında taşıdığından daha önemlidir. Hareketler kelimelerden daha yüksek sesle konuşurlar… Bazen kelimelerinin dilini pek sevmediğimiz nice insanlara hallerinin güzel dili yüzünden bağlanırız…’’ derler…
***
Yazımın girişinde de vermiştim, şu sözler Mahatma Gandi’ye ait;
‘’Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.’’
Gandi’ye göre; ‘’düşüncelerimiz kaderimizdir.’’
Zaten çoook önceden Mevlânâ da aynı şeyi söylememiş miydi?
‘’Kardeşim sen düşünceden ibaretsin.
Geri kalan et ve kemiksin.
Gül düşünürsün, gülistan olursun.
Diken düşünürsün, dikenlik olursun.’’
Bilenler bunu böyle söylüyor; düşüncelerimiz kaderimizdir!
Yaşadığımız her şeyin temel kaynağı düşüncelerimizdir!
Avusturyalı düşünür Ludwig Wittgenstein ‘’Tractatus’’ isimli eserinde ‘’düşünce’’yi ‘’tasarım’’ olarak kabul edip şöyle yazıyor;
‘’Olguların mantıksal tasarımı, düşüncedir.’’ "Bir olgu bağlamının düşünebilir olması şu demektir: Biz onun bir tasarımını kurabiliriz.’’ ‘’Doğru düşüncenin toplamı, dünyanın bir tasarımıdır.’’ ‘’Düşünce, düşündüğü olgu durumunun olanağını içerir. Düşünülebilir olan, olanaklıdır da.’’
Burada Wittgenstein’ın en önemli tezi şu cümlede yatıyor; ‘’Düşünülebilir olan, olanaklıdır da.’’
Alfred Adler ‘’İnsanı Tanıma Sanatı’’ isimli kitabına Heredot’un ‘’Düşünce’’yi ‘’ruh’’ ile özdeşleştiren şu sözü ile başlar; "insanın ruhu onun yazgısıdır."
Bu görüşe göre; ruhsal yaşamda geçen bütün olaylar, birey tarafından saptanan bir amaca hazırlık niteliği taşır.
‘’Bir kimse gözüne bir amaç kestirmişse, ruhundaki olaylar ister istemez ortada uyulması gereken bir doğa yasası varmış gibi bir akış izler.’’
En küçük atomdan en büyük yıldıza kadar evrende her şeyin devinim içinde olduğunu söyleyen, Hippocrates’in çağdaşı olan Abdera’lı Democritus şöyle söylerdi:
‘’İnsanın mutluluğu ya da mutsuzluğu kazandığı altın ya da eşyayla bağıntılı değildir. Mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır. Bilge bir kişi her yerde kendini evindeymiş gibi hisseder. Evrenin tümü onurlu bir ruhun evidir.’’ Democritus’a göre; ‘’mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır.’’
Evrende her şey iki kere yaşanır; olaylar önce zihinde tasarlanır, sonra da gerçekleşir, tıpkı bir mimarın bir binayı tasarlayıp planını çizmesi ve mühendisin de onu inşa etmesi gibi… Zihinde tasarlanmayan hiçbir şey evrende gerçekleşmez.
Düşler kurarız kelimelerle, düşüncelerle ve zamana bırakırız bu düşleri, onlar da tıpkı toprağa düşen tohumlar gibi, zamanla filizlenip gelişirler ve yaşadığımız gerçek olarak karşımız çıkarlar.
İnsanların isteklerini elde edememelerinin tek sebebi, olmasını istedikleri şeyler yerine, olmasını istemedikleri şeyler üzerine düşünüyor olmalarıdır.
Evren düşünceden ibarettir ve düşünceler somutlaşır…
Yaşadığımız dışsal gerçeklik aslında kendi içsel psikolojimizin somutlaşmış halidir. Her şey düşüncemizde başlar ve onunla somutlaşır. Bir Çin atasözü düşüncelerimizin evrene saldığımız bir frekans olduğunu söyler; düşüncelerimizin evrene bir etkisi ve evrenin de buna bir tepkisi olurmuş.
Düşünceler manyetiktir ve frekansları vardır. Düşünceler manyetik sinyaller yayarlar ve bu sinyaller ait oldukları düşüncelerin benzerlerini size doğru çekerler…
Düşünceleriniz ve odaklandığınız ne varsa hepsi size geri döner. Yaşamımız sahip olduğumuz baskın düşüncelerin aynasıdır. Varlığa odaklanırsanız varlığı, yokluğa odaklanırsanız da yokluğu yaşarsınız… Hayat tamamen bir odaklanma sorunudur…
Kendimiz dünyadan ve evrenden ayrı değil, dünya ve evren ile bir bağlantı halinde ve o muazzam evrenin, organik bir bütün olan evrenin bir parçasıyız. Öyle organik bir bütün olan evrenin parçasıyız ki, bir Çin atasözünde söylendiği gibi ‘’bir ot yolarsanız tüm bir evreni sarsarsınız.’’
Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapar. Günümüz Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemez zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’
İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisi olan Muhyiddin İbn-i Arabî’nin ortaya koyduğu Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunur.
Evrende bir etki ve tepki akışkanlığı içerisinde yaşamaktayız. Ne ekersek onu biçeriz. Buğday eken buğday biçer, arpa eken arpa, domates eken domates. Hiç görülmemiştir; patates ekip de ayçiçeği biçen veya biber ekip de havuç ürünü alan!
Tekrar olacak ama bir Japon atasözü de şöyle söylerdi; ‘’güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’ Bir Yunan atasözü şöyle der; ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’ Ve şöyle devam eder Yunan atasözü; ‘’insanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’
Benzer şekilde hep olumsuz kelimeler kullananın ve düşünenlerin, hep karamsar bir ruh halinde içinde olanların iyi olaylarla karşılaştıkları ve mutlu oldukları hiç görülmemişlerdir.
Mutlu olmak bir ruh hâlidir, bu ruh hâli de kendimize bağlıdır. Nerede ve kiminle olduğumuz önemli değildir. ‘’Nasıl’’ olduğumuz ve ‘’kendimizi nasıl hissettiğimizdir’’ önemli olan.
Hem olumsuz duygulara sahip olup hem de kendimizi iyi hissetmemiz imkânsızdır. Olumsuz düşünce ve mesajların bizlere hiçbir faydası yoktur.
Depresyon, öfke, alınganlık, suçluluk duygusu; bunlar olumsuz duygulardır ve kendimizi güçlü hissetmemize izin vermezler. Eğer ortada bir problem varsa buna dışarıdan birisi veya başka bir şey yol açmazlar; kendi düşüncelerimiz kendi problemlerimizi yaratır. Yaşadığımız her şeyin temel kaynağı düşüncelerimizdir.
Umut besleyen kişiler hedeflerine doğru ilerlerken diğerlerine oranla daha az depresif, daha az kaygılı ve duygusal açıdan daha az sıkıntılı görünürler. İyimserlik gibi yakın akrabası umudun da şifa gücü vardır.
Tasalarımız kendi kendini doğrulayan kehanete dönüşüp öngördükleri felaketlere bizleri sürüklerler. Bilimde “Ters Çaba Kuralı” diye bilinen bir kural vardır. Şu şekilde formüle edilir: ‘’Başınıza gelmesinden korktuğunuz şeyleri fazla düşünürseniz, gerçekleşme ihtimalini artırırsınız.’’
Telefonumuzu saat sabahın 05’00’ine kurarsak çalar…. Halbuki telefon basit bir bilgisayardır… Beyin ise Tanrı’nın yarattığı en büyük bilgisayar… Beyni nasıl kurarsak gelecek de kader de o şekilde gerçekleşir…
Güneydoğu’dan şehit haberleri gelir… Sonrada olayın ayrıntısı… Asker telefonda annesine, babasına şehit olacağını söylemiştir… Ertesi gün de şehit olur… Çünkü kendisini şehit olarak kurgulamış, tasarlamıştır...
Kendini doğrulayan kehanet düşüncesi, İngilizcesi "Pygmalion Effect" olan eski bir mitolojik öyküden almaktadır. Kıbrıs prensi, heykeltıraş Pygmalion, tüm kadınların kusurlu olduğunu düşünüp ideal bir kadının heykelini yapmaya çalışır. Galatea adını verdiği bu eser, o kadar güzel olmuştur ki, Pygmalion kendi eserine umutsuzca âşık olur ve onun gerçek olduğunu düşünmeye başlar. Daha sonra heykel canlanır. Sonra şu inanış ortaya çıkar; ‘’inanılan her kehanet kendini doğrular.’’
Kötü senaryolar yazmak enerji tüketen ve cesaret kıran saplantılı endişelerin uzak akrabalarıdır. Aklını hayatının karışık yönlerine takan, geçmişindeki şanssızlık ve düş kırıklıklarını tekrar tekrar düşünen bir insan aynı şanssızlık ve düş kırıklıklarını gelecekte de yaşamak için dua etmiş olur. Siz kendi kaderinizin yaratıcısı ve tasarımcısısınız…
Yaşadıklarımızın çoğunu geçmişimiz, izlenimlerimiz, biriktirdiklerimiz ve önyargılarımız şekillendirir. Çünkü gerçek; bellek ve algıdan ibarettir. Bunun dışında başka bir gerçek yoktur.
Siz kendinizden hoşnut değilseniz, başkalarının sizinle birlikte olmaktan hoşnut olmasını nasıl beklersiniz? Kendinizi sevdiğiniz zaman otomatik olarak başkalarını da seversiniz.
Yakındıkça yakındıklarınız size geri gelecektir. Olumsuz mesajların size hiçbir yararı yoktur. Karşı olduğunuz her şeyi büyütür, artırır ve güçlendirirsiniz… Hiçbir şeyin karşısında olmayın yanında olun… ‘’Savaş karşıtı’’ olmayın... ‘’Barış yanlısı’’ olun!
Özetle;
Yarattığımız dünya bizim düşünce biçimimizin ürünüdür. Yaşadığınız dünyayı iyi tanımlayın! Çünkü insanlar gördükleri dünyayı tanımlamazlar, tanımladıkları dünyayı görürler. Çünkü hayat bir ayna gibidir, nasıl bakarsanız öyle görürsünüz. Çünkü hayat bir vadi gibidir, nasıl ses verirseniz öyle yankı alırsınız. Çünkü kader bir tasarımdır, nasıl tasarlarsanız öyle yaşarsınız. Çünkü siz kendi kaderinizin yaratıcısı ve tasarımcısısınız. Çünkü siz ne düşünürseniz O’sunuz. Güzel şeyler düşünün ki, güzel şeyler yaşayasınız!
Tedirgin eller ve kaygılı zihinlerle fazlaca koşturup durmaktayız. Sonuç almak için sabırsız davranıyoruz... Aslında daha hızlı daha yavaştır. İhtiyaç duyduğumuz şey; ruhun kullanılmayı bekleyen görünmez güçle pekiştirilmesidir.
Negatif vizyon dualarına kapılmayın… Ne istediğinize odaklanın… Kurtulmak istediklerinizi öne koymayın…
Karmaşık üstün başarıların temelinde ‘’zihni olarak önceden prova edilmesi’’ yatar… Evdeki hesabın çarşıya uymamasının sebebi ‘’zihni model’’ eksikliğinden kaynaklanır…
Kelimelerin davranışlara etkisi üzerine…
Duygular bulaşıcıdır… Başkalarının ruh halini değiştirme yeteneğimiz vardır. Başka bir bebeğin endişe içinde ağladığını gören diğer bebekler de ağlar… Sen gülümsediğinde tüm dünya seninle beraber gülümser…. Bir Tibet atasözü: ‘’Hayata gülümsediğinizde, bir yarısı sizin öbür yarısı başka birinin yüzüne görünür.’’ İnsan beyni mutlu yüzleri yeğler, onları olumsuz ifadeli olanlardan daha kolay ve hızlı şekilde fark eder…
Darwin, her duyguyu belirli bir şekilde davranmaya yönelten bir eğilim olarak görmüş: Korku; dönüp kaçmaya, Öfke; savaşmaya, Neşe; kucaklamaya…
Sinirbilim artık gözlerin gönüllere açılan pencere olduğu yönündeki şiirsel fikre yakın bir şey söylüyor bizlere…
Karanlık üçlüdürler: Narsist, Makyavelist ve psikopat…
Sosyal çevreniz geliştikçe nezleye dahi daha az yakalanırsınız…Ne kadar çok dostunuz varsa ileriki yıllarda daha az fiziksel sorunlar yaşarsınız… Neşter de iğne de nezaket ve şefkatin eşliğinde daha az acı verir… Duyarsız mesajlar ölüm döşeğindeki insanlara bile hastalığın kendisinden daha fazla duygusal ıstırap çektirir. Örselenmiş durumdayken yoğunlaşamaz ve berrak biçimde düşünemeyiz…
Kaygı düzeyi ne kadar yüksek ise beynin bilişsel verimliliği o kadar azalır… Panik, öğrenmeyi ve yaratıcılığı engeller… Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller… Duygularını iyi okuyamayan ya da ifade edemeyen insanlar kendilerini sürekli engellenmiş hissederler
En çok önemsediğiniz insanlar bir çeşit iksir, durmadan yenilenen bir enerji kaynağıdır...İyimserlik gibi onun yakın akrabası umudun da şifa gücü vardır. Hayatımızdaki ilişkiler ne kadar anlamlı ise sağlığımız için o kadar önemlidir…
Örgütlerde kelimeler...
Kelimelerin duygu ve davranışlar üzerindeki etkilerini anlatmıştım... Bu bölümde de kelimelerin yol açtığı duygu ve davranışların örgütlerdeki etkisini çok özet olarak anlatacağım…
Örgütten kastım iki arkadaş ilişkisidir, bir ailedir, bir gruptur, bir şirkettir, bir dernektir, bir kamu kurumudur… Liderden de kastım bu örgülerdeki belirleyici kişidir, ailede babadır, şirkette müdürdür, işyerindeki amirdir, şeftir, okuldaki öğrenmendir. Ancak yine de siz benim her ‘’lider’’ diye bahsedişimde siz kendinizi anlayınız!
Bu bölümde bahsettiğim konular başlangıçta ‘’kelimeler’’ ile ilişkisi yokmuş gibi görünebilir… Ancak yazım içinde de sık sık tekrarladığım gibi örgütsel davranışların temelinde duygu ve düşünceler, duygu ve düşüncelerin de temelinde de kullandığımız ‘’kelimeler’’ yatar…
Max Weber; ‘’ayakta kalan kurumlar bir liderin karizması nedeniyle değil sistem içinde liderliği geliştirdiği için başarılı olurlar’’ der…
‘‘Kötü lider, insanların hor gördüğü kişidir. İyi lider, insanların yücelttiği kişidir. Büyük lider, insanların ’biz kendimiz yarattık’ dediği kişidir’’ derdi Çinli düşünür Lao Tzu
Liderin başlıca görevi önderlik ettiği kişilerde iyi duygular uyandırmaktır.
Lider için; strateji, vizyon ya da güçlü fikirlerden söz ederiz. Oysa çok daha temel bir gerçek var ortada: Büyük lider duygulara hitap eder.
İdeal vizyonun oluşturulması için; içinize bakın, insanlarınızı hizaya sokmayın, uyum sağlayın, insanlarına öncelik verin, sonra da stratejiye... Liderin vizyonu içtenlikten yoksunsa insanlar bunu sezer.
Çoğu lider açısından farkı yaratacak olan stratejinin daha iyi anlaşılması değildir… Farkı yaratan; işe, strateji ve vizyona tutkuyla bağlanmak ve yüreklerle zihinleri anlamlı bir gelecek arayışına sokmaktır…
Yüreğini sağlıklı bir dozda işin içine katmayan bir sözde lider yönetebilir ama önderlik edemez…
Liderin başlıca görevi önderlik ettiği kişilerde iyi duygular uyandırmaktır…
Hiçbir canlı tek kanatla uçamaz. Tanrı vergisi liderlikte yürekle kafanın, duyguyla düşüncenin buluştuğu yerde kendisini belli eder. Duygu ve düşünce; liderin süzülerek yükselmesine olanak veren iki kanattır.
Zekâ tek başına lider yaratmaz. Liderler bir vizyonu sevk vererek, yol göstererek, esinleyerek, dinleyerek, ikna ederek ve en önemlisi ahenk yaratarak gerçekleştirir.
Asık suratlı liderlerin ekiplerinde ahenk bozulur, verimlilik düşer… Bu ekipte liderlerini hoşnut etmek için sarf ettikleri telaşlı çaba kötü kararlar almalarına ve yanlış stratejiler seçmelerine yol açar…
Ekiplerini normlar arasında tutsak eden liderler ahenge önderlik edemezler…
Örgütlerde ahenk içinde olan insanlar daha verimli olurlar... Ahenk için ses tonu ve yüz ifadesi gerekir… Uyum sağlamak haz verir… Başkaları ile ahenk kurabilmek için kişinin kendisinde bir nebze olsun huzur bulunmalıdır.
Lider ahenk kurduğunda bunu insanların gözlerinden okuyabilirsiniz: İlgi dolu ve ışıl ışıldırlar…
Empatiden yoksun liderler ahenksizlik yaratacak biçimde davranırlar.
Empati, insanları beden dilinin inceliklerine ayarlayan ya da sözcüklerin altındaki duygusal mesajı duymalarını sağlayan bir panzehirdir.
Empati romantizme katkıda bulunur. Ancak duygusal ihmal de empatiyi köreltir…
Hiçbir lider kusursuz değildir, olması da gerekmez.
Bir lider yükseklere tırmandıkça kendisini doğru değerlendirme olasılığı da azalabilir…
Sonuç almak için insanlara ne denli baskı uygulanırsa o denli kaygı uyandırır. Baskı yenilikçi düşünme yeteneğini kısıtlar…
Yalnızca öfkesini değil tiksinme ve küçümseme duygusunu belli eden zorlayıcı liderler çalışanları üzerinde yıkıcı bir duygusal etki yaratabilirler…
Zehirli bir ortamda çalışan insanlar zehri eve taşırlar…
Örgütlerde müdahaleci ve denetleyici tavır; heves yitirir, hedef küçültür, özgüven sarsar…
İlgisizlik, umursamamazlık, dikkat etmemek; en kötü zülümdür...
Fark edilmek, hissedilmek ve önemsenmek acıyı önemli ölçüde hafifletir...
Örgütlerde insanlar birbirilerine karşı sadece duygusal değil biyolojik düzeyde de yararlı olurlar…
Başkalarının ne hissettiğini kaydedememek duygusal zekâ bakımından büyük bir eksiklik, insan olmak anlamında da trajik bir başarısızlıktır.
İnsanlar nadiren duygularını kelimelere döker; çoğu kez başka ipuçları verirler. Çünkü duygusal mesajların yüzde doksanı ya da fazlası sözsüzdür. Başkalarının ne hissettiğini sezebilmenin anahtarı; ses tonu, mimikler, jestler, yüz ifadesi ve benzeri türden sözsüz ifadeleri okuyabilmektir. Duygusal gerçek aslında ne söylediğinde değil nasıl söylediğinde saklıdır.
Kurumlarımız örgütlü sevgisizlik kurumları olmamalı…
İyimser liderlerin ekip üyeleri kendilerini daha iyi hissederler...
Çalışanlar arasında duygusal bağlar ne kadar güçlüyse işlerini yaparken o kadar şevkli, üretmen ve hoşnut olurlar…
Yakınlık ön yargıyı azaltır…
Duygular bulaşıcıdır… Duygular virüs gibi yayılır… İki insan etkileşimde bulunduğunda, ruh hali, duygularını daha güçlü ifade edebilenden daha edilgen olana doğru aktarılır…
İyi ruh hali de kötü ruh hali de kendi kendini sürdürme eğilimindedir. İnsanlar kendilerini iyi hissettiklerinde bir durumun olumlu yanını görürler ve onun hakkında iyi şeyler anımsarlar. Kendilerini kötü hissettiklerindeyse olumsuzluğa odaklanırlar. İnsanlar en iyi işi kendilerini iyi hissettiklerinde çıkarırlar. Çünkü kendisini iyi hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur.
İnsanları dinlemek sorunu çözmese de duygusal bakımdan yararlı olur…
Satıhta hazine bulamazsınız. Herkesin bir derinliği vardır. O derinliğe inecek gücünüz, cesaretiniz ve sabrınız var mı? Kusursuzdur ya Tanrı, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir.
Duygusal dengesi bozulan kişiler hatırlayamaz, dikkatini toplayamaz, öğrenemez ya da zihin açıklığı ile karar veremez. Stres insanları aptallaştırır… Yaralar stres altında daha zor iyileşir…
İnsanlara hükmetmeye çalışırsanız zaten yenilmiş sayılırsınız…
Ne hissettiğinizi anında söylemezseniz engellenmiş hislerin yavaş yavaş birikmesine yol açarsınız… Sonra bir gün bu yüzden patlayıverirsiniz…
Geri bildirim olmadan insanlar karanlıkta kalırlar… Birçok yönetici hayati önem taşıyan geribildirim sanatında ustalık gösteremez. Bu eksikliğin maliyeti büyüktür.
Ne kadar bilirseniz bilin insanlar sizin kendilerini umursadığınızı bilmezlerse, onlar da sizin ne bildiğinizi umursamazlar.
Basit bir ihmal kötü bir muameleden daha fazla zarar verir…
Yöneticinin yanından ayrıldığınızda kendinizi daha iyi ve daha değerli hissediyorsanız, işte o yönetici kişi liderdir.
Hastalıklı eleştiri (Harry Levinson) çok tehlikelidir. Eleştiriler gereği yapılabilecek şikayetler olarak değil, kişisel saldırılar şeklinde dile getirilir; biraz nefret, biraz iğneleme ve biraz aşağılamaya karşılık önyargılı suçlamalar yapılır. Her ikisi de savunmacılığa, sorumluluktan kaçmaya ve nihayet araya duvar örmeğe ya da mağduriyet hissinden kaynaklanan bir pasif direnişe yol açar… Bu nedenle eleştiride belirleyici olun, ne iyidir, ne kötüdür açık olun, sorunu tam olarak belirtin, bir çözüm önerin, bizzat yapın, eleştiri ve övgü yüz yüze ve baş başayken yapıldığında etkilidir.
Eleştiriye hedef olanlar; eleştiriyi kişisel bir saldırı olarak değil de işin nasıl daha iyi yapılabileceğine dair değerli bir bilgi olarak görmeli, sorumluluk almalı ve savunmaya geçmemelidirler…
Daha iyi yönetebilmek için uygulanan bölüp yönetme, başkaldırmaya izin vermeden baskı altına alma, zayıflatma ve geriletme yöntemine ‘’Yönetim Bilimi’’ adı verilir ve genellikle örgütlerde uygulanır…
Hümanist felsefenin ana izleği, yakın kişisel ilişkilerin hayata anlam kattığıdır.
İlişkilerde İnsana sevgi ve sevgi yüklü sabırla yaklaşmayan, insanların hep olumsuz taraflarını görüp onlara karamsar bir yüzle bakan bir ilişkinin, nasıl bir ilişki olursa olsun başarı şansı yoktur.
İnsanlar birbirlerinden ne kadar hoşlanmıyorlarsa soğuk algınlığına ve gribe yakalanmaya da o kadar yatkındırlar...
‘’Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde, dünya barışı tanıyacak’’ derdi Hintli şair Sri Chinmoy Ghose
Sonuç…
Ne demişti Yunus Emre?
‘’Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz.
Yunus şimdi söz yatından, söyle sözü gayetinden
Pek sakın o sah katından, seni ırak ede bir söz.’’
Yunus Emre de bu dizelerinde kelimelerin, sözlerin ne kadar önemli olduğundan bahsetmektedir.
Eskiler ‘’İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibidir. Arasına öğütülecek bir şey konmadı mı, kendi kendisini öğütür’’ derledi… Yani bu değirmenin arasına konulacak şeyler, kelimeler ve düşünceler; yumuşak ve naif olmalı, iyi ve güzel olmalı, hoş ve latif olmalı, müspet ve olumlu olmalı…
Ve Mevlânâ derdi ki:
‘’Tenini besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek, şereflenecek odur.’’ Mevlânâ’nın söylediği gibi beslenme programlarını takip ederek vücudumuzu beslemekten ziyade ruhumuzun gıdası kelimelerle beslenmemiz gerekmektedir.
Erken ölümler arasında öfkeye yatkınlık, kaygı, stres, keder, hüzün ve melankoli; sigara içmek, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, sağlıksız beslenme gibi risk faktörlerinden daha etkilidir...
Öfke kalbe en çok zarar veren bir duygudur…
‘’Kızgınlık kör, nefret sağır eder, her kim ki seviyorsa her şeyi tamdır’’ der bir Grek atasözü
Öfkenin neden olmayacağı pek az suç vardır. Hiçbir şey öfke kadar insan düşüncesini saptıramaz. Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller.
Yoğun duygusal stres altındaki erkeklerdeki ölüm oranı hayatlarını sessiz ve sakin geçtiğini ifade edenlere oranla üç kat daha fazladır.
Hayatımızdaki ilişkiler ne kadar anlamlı ise sağlığımız için de o kadar önemlidir…
Evet; diyetisyenlerin, uzmanların söylediği gibi gıdanıza dikkat edin ama siz siz olun, gelin beni dinleyin ve kullandığınız kelimelere daha çok dikkat edin…
‘‘Kötü düşünen kötüdür’’ derdi Konfüçyüs…
Osman AYDOĞAN
Yarın asla geç olmadan gelmez!
1956 Süveyş Krizi sonrasında bölgede sürdürülmesi mümkün olmayan bir denge oluşur. Sürdürülmesi mümkün olamayan bu denge 1967 yılında altı gün sürdüğü için ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Arapça: ‘’Ḥarb'el‑eyyam'es‑Sitte’’, İngilizce: ‘’Six Day War’’) diye adlandırılan 1967 Arap-İsrail Savaşı ile sona erer. Bu ‘’Altı Gün savaşı’’; 5 Haziran 1967’de İsrail ile Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakına; Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır.
Savaş İsrail'in kesin üstünlüğü ile biter.
Bu savaş şimdiki birçok sorunun temelini oluşturur. Savaşın sonunda Mısır'dan Sina Yarımadası'nı, Suriye'den Golan Tepeleri'ni ve Filistin'in Gazze Şeridi ile Batı Şeria topraklarını alan İsrail topraklarını dört katına çıkarır. Savaş sonrasında Sina Yarımadası'ndan Mısır lehine çekilen İsrail ilerleyen dönemlerde diğer toprakları ilhak ettiğini açıklar. Araplar bu kararları tanımadığı gibi, İsrail'in BM Kararlarını da uygulamaması sonraki dönemde bölgede birçok sorunun kaynağını oluşturur.
Bu savaş 6 Ekim 1973 yılındaki İsrail ile başta Mısır olmak üzere Suriye ve Ürdün arasında gerçekleşen ‘’Yom Kippur Savaşı’’na yol açar... Bu ayrı bir yazı konusu…
1967 yılının 5 Haziran Pazartesi günü başlayıp, 10 Haziran Cumartesi günü son bulan bu ‘’Altı Gün savaşı’’ (Six Day War) denilen Arap-İsrail savaşından esinlenerek yazılmış, ‘’Six Day War’’ isimli güzel mi güzel bir müzik parçası var. (Bazen şarkının ismi kısaca ‘’Six Days’’ olarak da geçer.)
Bu şarkıyı 1971 yılında içinde "Six Day War"ın da bulunduğu ilk ve tek albümlerini çıkaran İngiliz Psych-Folk grubu ‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow seslendirmiştir. DJ Shadow’un mükemmel sesi şarkıyı daha bir dokunaklı hale getirir.
Yazımın sonunda bu şarkının hem bağlantısını hem de sözlerinin hem İngilizcesini hem de Türkçesini vereceğim… Sözlerinden de anlaşılacağı gibi bu şarkı savaş karşıtı bir şarkıdır.
Dokunaklı sözleri vardır… Çarpıcı sözleri vardır... İnsanın içini burkan sözleri vardır... Savaş psikolojisini insana çok ama çok güzel hissettirir… Şarkıda haftanın başından sonuna kadar savaşın biteceği "yarın"ın her şey için çok geç olmadan gelmeyeceğinden bahseder. 5 Haziran Pazartesi günü müzakereler kesilmiş ve savaş başlamıştır. 10 Haziran Cumartesiye kadar savaş devam eder. Cumartesi günü sonunda ise o "yarın" gelmiş, savaş bitmiştir, ancak her şey için artık çok geçtir.
Şarkıda içinizi dağlayan, içinizi burkan, içinizi yakan bir ses, bir yorum, bir melodi vardır. Yukarıda anlattığım ‘’Altı Gün savaşı’’nı da bilince sözleri ve müziği daha bir anlamlı hale gelir.
Şarkının en anlamlı cümlesi ‘’Tomorrow never comes until it's too late’’ (Yarın asla geç olmadan gelmez) cümlesidir… Yani “Yarın” asla iş işten geçmeden önce gelmez.
Ve şarkının son sözleridir: ‘’Make tomorrows come I think it's too late’’ (Yarınlar gelsin, sanırım çok geç…)
Bu şarkı yıllar öncesinin bir savaş karşıtı şarkısıydı…
Gelelim düne…13 Nisan 2018’e...
İçeride FBI’ın Rusya soruşturması yüzünden iyice sıkışan ABD Başkanı Trump gündem değiştirmek için, hem de Miraç gecesi, günler önce boşaltılan üç Suriye askerî üssüne önceden Rusya’ya da bilgi vererek 100 tane Tomahawk füzesi gönderiyor. T.C. Dışişleri Bakanlığı ise bu operasyonun ‘’İnsanlığın vicdanına tercüman olduğunu’’ söylüyor…
Suriye’ye şov amaçlı önceden boşaltılan askerî üslere Miraç gecesi gönderilen Tomahawk füzelerinin Suriye’ye hiçbir etkisi olmuyor ancak T.C. Dışişleri Bakanlığının emperyalist bir saldırının ‘’insanlığın vicdanına tercüme olduğunu’’ söylemesi 100 Tomahawk füzesinden daha fazla vicdanları yaralıyor…
Bahsettiğim şarkıda Hristiyan bir dünya Müslümanlara karşı yapılan ‘’6 Gün Savaşı’’nın ağıtını yakıyor, bizlerden daha iyi Müslüman olduklarını söyleyen BOP’un eşbaşkanları ise Suriye’ye bir mübarek gecede yapılan emperyalist saldırıyı alkışlıyor…
Hayat bize bu şarkının son sözleri gibi olmaz inşallah!
(Make tomorrows come I think it's too late - Yarınlar gelsin, sanırım çok geç…)
Osman AYDOĞAN
‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow’un sesinden ‘’Six Day War’’:
https://www.youtube.com/watch?v=eY-eyZuW_Uk
1993 doğumlu DJ ve prodüktör Mahmut Orhan'ın remiksi:
https://www.youtube.com/watch?v=A2HaC6vuRR8
Six Day War
At summit talks you'll hear them speak Zirve görüşmelerinde konuştuklarını duyarsınız
It's only Monday Sadece Pazartesi
Negotiations breaking down Müzakerelerin çökmesi
See those leaders start to frown Bu liderlerin kaşlarını çatmaya başladıklarını görün
It's sword and gun day Kılıç ve silah günü
Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez
You could be sitting taking lunch Öğle yemeğine oturuyor olabilirsin
The news will hit you like a punch Haberler bir yumruk gibi sana çarpacak
It's only Tuesday Sadece Salı
You never thought we'd go to war Savaşa gideceğimizi hiç düşünmemiştin
After all the things we saw Gördüğümüz her şeyden sonra
It's April Fools' day Bu Nisan Aptallar Günü
Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez
We'll all go running underground Hepimiz yeraltında koşturacağız
And we'll be listening for the sound Ve biz de sesi dinleyeceğiz
Its only Wednesday Onun sadece Çarşamba
In your shelter dimly lit Sessizliğin altında loş ışıklı
Take some wool and learn to knit Bir miktar yün ve örme öğren
Cos its a long day Çünkü onun uzun bir günü
Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez
You hear a whistling overhead Islık çaldığını duyuyor musun
Are you alive or are you dead? Hayatta mısın yoksa öldün mü?
It's only Thursday Sadece Perşembe
You feel the shaking of the ground Zeminin sarsıldığını hissediyorsun
A billion candles burn around Bir milyar mum yanar
Is it your birthday? Doğum günün mü?
Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez
Although that shelter is your home Bu barınak eviniz olmasına rağmen
A living space you have outgrown Aşırı büyümüş bir yaşam alanı
It's only Friday Sadece Cuma
As you come out to the light Işığa çıkarken
Can your eyes behold the sight Gözlerin görüşünü görebilir mi
It must be doomsday Kıyamet günü olmalı
Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez
Ain't it funny how men think Erkeklerin nasıl düşündüğü komik değil mi
They made the bomb, they are extinct Bombayı yaptıklarını, tükendiklerini.
Its only Saturday Onun tek Cumartesi
I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum
I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum
Make tomorrows come I think it's too late Yarınlar gelsin, sanırım çok geç
Heyder Baba’ya Selam
Asıl adı Seyid Muhammed Hüseyin Behçet-Tebrizi’dir. (1906 - 1988) Şiirlerinde ‘’Şehriyar’’ mahlasını kullanır. Kısaca Muhammed Hüseyin Şehriyar olarak tanınır. Tebriz doğumlu Azeri Türküdür. Şiirlerini hem Azerbaycan Türkçesi ile hem de Farsça olarak yazmıştır. İran şiirinde Hafız kadar önemli bir şahsiyettir. Anadili Türkçeden başka mükemmel derecede Farsça ve Arapça , iyi derecede Fransızca bilirdi. Azerbaycan İlimler Akademisinden ‘’Şehriyar'ın Hayatı ve Sanatı’’ adlı tezi ile filoloji doktoru unvanını alan Yusuf Gedikli şairin bütün Türkçe şiirlerini yayımlamıştır. (Şehriyar ve Bütün Türkçe Şiirleri, Ötüken Neşriyat, 1990)
Şair kelimesinin hakkını veren şairlerdendir. Aşağıdaki dörtlük sanırım bunu gösterir:
''Bir insan köçürse dünyadan eger,
sen ele bilme ki, tek bir can gedir.
Her sönen baxışda saysız dilekler,
her kiçik tabutta bir cihan gedir''
1951 yılında en bilinen eseri ve başyapıtı olan ‘’Heyder Baba’ya Selam’’ şiir kitabı yayımlanır. Şiire ismini veren Heyder Baba, Şehriyar’ın köyünün üstünde kurulu olduğu dağın adıdır. Şiirin önemli bir kısmını Şehriyar'ın çocukluk hatıraları ve o günlere duyduğu özlem oluşturur.
“Heyder Baba”ya Selam’’ aslında Azeri kültürünün bir köy senfonisidir. Şiirle beraber kendinizi birden bire Azerbaycan’ın renkli, canlı ve coşkun doğasının kucağında, “Heyder Baba” tepesinde gök yüzünün ışığı ve sağanak yağmuru altında, sel gibi akan suları arasında ama özellikle çocukluğunuzda buluverirsiniz.
Şair şiirine selamla başlar:
‘’Selam olsun şevketinize, elinize
benim de bir adım gelsin dilinize’’
Sonra şiirde şairin çocukluk anıları başlar:
‘’Hatırlar mısın nasıl koşar, kaçardım!
kuşlar misali kanat çırpıp uçardım!’’
Ve ve ve Doğu’nun binlerce yıllık kaderini şu iki dizede özetler:
‘’Behiştimiz cehennem olmakdadır,
Ziheccemiz meherrem olmakdadır.’’
‘’Behişt’’, Azerice cennet demektir. Zilhicce ile de Muharrem ayındaki matem ve sevinç günlerine atıf yapılır. İmam Hüseyin’in şehadeti (sonsuz matem) Muharrem ayındadır. İşte büyük usta Şehriyar’ın, Zilhicce aynının muharrem olmasından kastı normalde güzel olması gereken günlerin hep matem havası içinde geçmesidir. Öyle değil midir? Normalde güzel olması gereken günlerimiz hep matem havası içinde geçmekte değil midir? Behiştimiz cehennem olmakta değil midir?
Şiirinde Şehriyar sanki vasiyetiymişçesine demez mi ki "birbirizden ayrılmayın, amandı". Şehriyar sanki günümüzdeki bizleri anlatmakta değil midir?
‘’Heyder Baba, göyler bütün dumandı,
Günlerimiz birbirinden yamandı,
Birbirizden ayrılmayın, amandı,
Yakşılığı elimizden alıblar,
Yakşı bizi yaman güne salıblar!’’
Sonra sonra yürekten çığlık çığlığa kopan bir haykırışla tüm bir dünyayı, tüm bir hayatı, tüm bir tarihi anlatır Şehriyar:
‘’Heyder Baba, dünya yalan dünyadı,
Süleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadı,
Oğul doğan, derde salan dünyadı,
Her kimseye her ne verib alıbdı,
Eflatun’dan bir kuru ad kalıbdı.
Heyder Baba, yaru yoldaş döndüler,
Bir-bir meni çölde koyub, çöndüler,
Çeşmelerim, çırahlarım, söndüler,
Yaman yerde gün döndü, akşam oldu,
Dünya mene harâbe-i şâm oldu.''
Şehriyar'ın şu dizeleri tam da günümüzü anlatmaz mı?
''Şehriyar’ım gözüm yaşı sel kimin,
Garip sen mi vetanında el kimin,
Sevdan üreğimde kara yel kimin,
Heç elden özgeye gardaş olar mı?
Haramzadalardan yoldaş olar mı?''
Yaşadığımız günleri görünce, gittiğimiz karanlık çağı düşününce onun bir başka şiirindeki dizleri gelir aklıma, için için ağlarım ben:
"Nima, yüreğindeki gamı söyle de bir yabancı gibi ağlayayım
iki yabancı kafa kafaya verip ağlayayım."
Yazımın sonundaki bağlantıda şair Şehriyar’ın kendi sesinden ‘’Heyder Baba’ya Selam Şiiri’’ni veriyorum. Hiçbir şiir dinlerken beni bu kadar duygulandırmamıştır. Hiçbir şiir dinlerken beni bu kadar mahsun bırakmamıştır. Hiçbir şiir dinlerken beni bu kadar hırpalamamıştır. Bu şiiri Şehriyar’ın sesinden dinlerken yazılarımda hep bahsettiğim Hindukuş Dağlarının karı gibi için için eririm ben… Bu şiiri Şehriyar'ın sesinden dinlerken memleketim Yeşilhisar'da çocukluğumu birebir yaşarım ben. Bu şiiri Şehriyar'ın sesinden dinlerken hep memleketim Yeşilhisar'a, çocukluğuma gider, çocukluk günlerimin her bir anını gözlerimin önüne getirir, çocukluk günlerimin geçtiği evimizi, annemi, babamı, ablalarımı, ağabeylerimi, dayılarımı, halamı, komşularımızı, arkadaşlarımı, mahallemizi, bağlarımızı, bahçelerimizi, tarlalarımızı, Heyder Baba'yı değilse de Havdıra Dağını bir bir hatırlarım ben.
Şimdi bu destanı okuma vaktidir. Azeri Türkçesi ile orijinal haliyle veriyorum. Uzunluğuna aldanmayın okuyun derim; şiirin Azerice olduğuna bakmayın, şiir Türkçeymişcesine anlarsınız derim, gamdan, kederden, kasvetten kurtulmak istiyorsanız okuyun derim... Ve mutlaka verdiğim ilk bağlantıdaki müziği dinleyin derim.
Bakmayın bana, kelimelerim zihnimden bir sağnak yağmur gibi şırıl şırıl, bir kar gibi usul usul yağarken, bir kervan gibi katar katar geçerken ben daha daha neler neler derim neler neler...
Aziz şairimizi saygıyla yâd ederim.... Mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın...
Osman AYDOĞAN
Bir not: Yazılarımda hep ismi geçen Şehriyar ile bu sitenin adı olan Şehriyar’ın anlattığım Şair Şehriyar ile bir ilgisi yohtur. Sadece isim benzerliği vardır!
Bizim bildiğimiz Zülfü Livaleni’nin ‘’Leylim ley’’ türküsü bir başka nasıl yorumlanmış bilir misiniz? Azerilerin ifadesiyle; Çingiz Həbibiyan Şəhriyar'ın məşhur “Heydərbaba” şerini Zülfü Livanəlinin bəstəsi ilə ifa edir. ... Bakın görün! Mutlaka ama mutlaka dinleyin. Azeri müziği bizim müziğimizin fersah fersah üstündedir zaten!
https://www.youtube.com/watch?v=XXQIvfbDrnM
Şehriyar’ın kendi sesinden ‘’Heyder Baba’ya Selam Şiiri
https://www.youtube.com/watch?v=yA4CRNAOWx8
Heyder Baba’ya Selam
Heyder Baba, ıldırımlar şakanda,
Seller, sular şakkıldayıb akanda,
Kızlar ona saf bağlayıb bakanda,
Selâm olsun şevkatize, elize,
Menim de bir adım gelsin dilize.
Heyder Baba, kehliklerin uçanda,
Göl dibinden dovşan kalkıb, kaçanda,
Bahçaların çiçeklenib açanda,
Bizden de bir mümkün olsa, yâd ele,
Açılmayan ürekleri şâd ele.
Bayram yeli çardakları yıkanda,
Novruz gülü, kar çiçeği çıkanda,
Ağ bulutlar köyneklerin sıkanda,
Bizden de bir yâd eyleyen sağ olsun,
Derdlerimiz koy dikkelsin dağ olsun.
Heyder Baba, gün dalıvı dağlasın,
Üzün gülsün, bulakların ağlasın,
Uşaklarun bir deste gül bağlasın,
Yel gelende ver getirsin bu yana,
Belke menim yatmış bahtım oyana.
Heyder Baba, senin üzün ağ olsun,
Dört bir yanın bulak olsun, bağ olsun,
Bizden sora senin başın sağ olsun,
Dünya kazov-kader, ölüm-itimdi,
Dünya boyu oğulsuzdu, yetimdi.
Heyder Baba, yolum senden keç oldu,
Ömrüm keçdi, gelenmedim geç oldu,
Heç bilmedim gözellerin neç oldu,
Bilmezidim döngeler var, dönüm var,
İtginlik var, ayrılık var, ölüm var.
Heyder Baba, igit emek itirmez,
Ömür geçer efsus bere bitirmez,
Nâmerd olan ömrü başa yetirmez,
Biz de vallah unutmarık sizleri,
Görenmesek helâl edin bizleri.
Heyder Baba, Mir Ejder seslenende,
Kend içine sesden-köyden düşende,
Aşık Rüstem, sazın dillendirende,
Yadındadır ne hövlesek kaçardım,
Kuşlar tekin kanad çalıb uçardım.
Şengülava yurdu, aşık alması,
Gâh da gedib orda konak kalması,
Daş atması, alma-heyva salması,
Kalıb şirin yuhu kimin yadımda,
Eser koyub, ruhumda her zadımda.
Heyder Baba, Kuru gölün kazları,
Gediklerin sazak çalan sazları,
Ket kövşenin payızları, yazları,
Bir sinema perdesidir gözümde,
Tek oturub, seyr ederem özümde.
Heyder Baba, Karaçemen caddası,
Çovuşların geler sesi, sedası,
Kerbelâ’ya gedenlerin kadası,
Düşsün bu aç, yolsuzların gözüne,
Temeddünün uyduk yalan sözüne.
Heyder Baba, şeytan bizi azdırıb,
Mehebbeti üreklerden kazdırıb,
Kara günün ser-nüviştin yazdırıb,
Salıb halkı bir-birinin canına,
Barışığı beleşdirib kanına.
Göz yaşına bakan olsa, kan akmaz,
İnsan olan hancer beline takmaz,
Amma hayıf, kör tutduğun burakmaz,
Behiştimiz cehennem olmakdadır,
Ziheccemiz meherrem olmakdadır.
Hazan yeli yarpakları tökende,
Bulut dağdan yenib kende köçende,
Şeyhülislam gözel sesin çekende,
Nisgilli söz üreklere deyerdi,
Ağaçlar da Allah’a baş eyerdi.
Daşlı bulak daş-kumunan dolmasın,
Bahçaları saralmasın, solmasın,
Ordan keçen atlı susuz olmasın,
Deyne bulak, hayrın olsun, akarsan,
Ufuklara humar-humar bakarsan.
Heyder Baba, dağın daşın seresi,
Kehlik okur, dalısında feresi,
Kuzuların ağı, bozu, karası,
Bir gedeydim dağ-dereler uzunu,
Okuyaydım: 'Çoban, kaytar kuzunu'.
Heyder Baba, Sulu yerin düzünde,
Bulak kaynar çay çemenin gözünde,
Bulakotu, üzer suyun üzünde,
Gözel kuşlar ordan gelib keçerler,
Halvetleyib bulakdan su içerler.
Biçin üstü sünbül biçen oraklar,
Ele bil ki, zülfü darar daraklar,
Şikarçılar bildirçini soraklar,
Biçinçiler ayranların içerler,
Bir huşlanıb, sondan durub biçerler.
Heyder Baba, kendin günü batanda,
Uşakların şamın yeyib yatanda,
Ay bulutdan çıkıb kaş-göz atanda,
Bizden de bir sen onlara kıssa de,
Kıssamızdan çoklu gam u gussa de.
Karı nene gece nağıl deyende,
Külek kalkıb kap-bacanı döyende,
Kurd keçinin Şengülüsün yeyende,
Men kayıdıb bir de uşak olaydım,
Bir gül açıb ondan sora solaydım.
‘Emmecan’ın bal bellesin yeyerdim,
Sondan durub üs donumu geyerdim,
Bahçalarda tiringeni deyerdim,
Ay özümü o ezdiren günlerim,
Ağac minib, at gezdiren günlerim.
Heçi hala çayda paltar yuvardı,
Memmed Sadık damlarını suvardı,
Heç bilmezdik dağdı, daşdı, divardı
Her yan geldi, şıllak atıb aşardık,
Allah, ne koş, gamsız-gamsız yaşardık.
Şeyhülislam münâcatı deyerdi,
Meşed Rahim lebbâdeni geyerdi,
Meşdâceli bozbaşları yeyerdi,
Biz hoş idik, hayrat olsun, toy olsun,
Fark eylemez, her n’olacak, koy olsun.
Melik Niyaz verendilin salardı,
Atın çapıb kıykacıdan çalardı,
Kırkı tekin gedik başın alardı.
Dolayıya kızlar açıb pencere,
Pencerelerden ne gözel menzere.
Heyder Baba, kendin toyun tutanda,
Kız gelinler hena, pilte satanda,
Bey geline damdan alma atanda,
Menim de o kızlarında gözüm var,
Aşıkların sazlarında sözüm var.
Heyder Baba, bulakların yarpızı,
Bostanların gülbeseri, karpızı,
Çerçilerin ağ nebatı sakkızı,
İndi de var damağımda, dad verer,
İtgin geden günlerimden yad verer.
Bayram idi gece kuşu okurdu,
Adaklı kız bey çorabın tokurdu,
Herkes şalın bir bacadan sokurdu,
Ay ne gözel kaydadı şal sallamak,
Bey şalına bayramlığın bağlamak.
Şal istedim men de evde ağladım,
Bir şal alıb tez belime bağladım,
Gulam gile kaçdım, şalı salladım,
Fatma hala mene çorab bağladı,
Han nenemi yada salıb ağladı.
Heyder Baba, Mirzemmed’in bahçası,
Bahçaların turşa şirin alçası,
Gelinlerin düzmeleri, tahçası
Hey düzüler gözlerimin refinde,
Heyme vurar hatıralar sefinde.
Bayram olub, kızıl palçık ezerler,
Nakış vurub, otakları bezerler,
Tahçalara düzmeleri düzerler
Kız-gelinin fındıkçası, henası,
Heveslener anası, kaynanası.
Bakıçının sözü, sovu, kağızı
İneklerin bulaması, ağızı,
Çerşenbenin girdekânı, mövizi
Kızlar deyer: “Atıl-matıl, çerşenbe,
Ayna tekin bahtım açıl, çerşenbe”.
Yumurtanı göyçek, güllü boyardık,
Çakkışdırıb sınanların soyardık,
Oynamakdan birce meğer doyardık,
Eli mene yaşıl aşık vererdi,
İrza mene novruz gülü dererdi.
Novruz Ali hermende vel sürerdi,
Kâhdan enib küleşlerin kürerdi,
Dağdan da bir çoban iti hürerdi,
Onda gördün ulak ayak sahladı,
Dağa bakıb kulakların şahladı.
Akşam başı nahırçılar gelende,
Kodukları çekib, vurardık bende,
Nahır keçib gedib yetende kende,
Heyvanları çılpak minib kovardık,
Söz çıksaydı, sine gerib sovardık.
Yaz gecesi çayda sular şarıldar,
Daş kayalar selde aşıb, karıldar,
Karanlıkda kurdun gözü parıldar,
İtler gördün, kurdu seçib ulaşdı,
Kurd da gördün, kalkıb gedikden aşdı.
Kış gecesi tövlelerin otağı,
Kentlilerin oturağı, yatağı,
Buharıda yanar odun yanağı,
Şebçeresi, girdekânı, iydesi,
Kendi basar gülüb-danışmak sesi.
Şücâ haloğlunun Baki savgati,
Damda kuran samavarı, söhbeti,
Yadımdadı şestli keddi, kameti,
Cünemmegin toyu döndü, yas oldu,
Nene Kız’ın baht aynası kâs oldu.
Heyder Baba, Nene Kızın gözleri,
Rakşende’nin şirin-şirin sözleri,
Türki dedim, okusunlar özleri,
Bilsinler ki, adam geder ad kalar,
Yahşı-pisden ağızda bir dad kalar.
Yaz kabağı gün güneyi döyende,
Kend uşağı kar güllesin sövende,
Kürekçiler dağda kürek züvende,
Menim ruhum ele bilin ordadır,
Kehlik kimi batıb kalıb, kardadır.
Karı Nene uzadanda işini,
Gün bulutdan eyirerdi teşini,
Kurd kocalıb, çekdirende dişini,
Sürü kalkıb dolayıdan aşardı,
Badyaların südü aşıb-daşardı.
Hecce Sultan emme dişin kısardı,
Molla Bağır emoğlu tez mısardı,
Tendir yanıb, tüstü evi basardı,
Çaydanımız arsın üste kaynardı,
Kovurkamız saç içinde oynardı.
Bostan pozub getirerdik aşağı,
Doldurardık evde tahta tabağı,
Tendirlerde pişirerdik kabağı,
Özün yeyib, tohumların çıtlardık,
Çok yemekden lap az kala çatlardık.
Verzeğan’dan armud satan gelende,
Uşakların sesi düşerdi kende,
Biz de bu yandan eşidib bilende,
Şıllak atıb bir kışkırık salardık,
Buğda verib armudlardan alardık.
Mirza Tağı’ynan gece getdik çaya,
Men bakıram selde boğulmuş aya,
Birden ışık düşdü otay bahçaya,
”Eyvay dedik, kurddu”, kayıtdık, kaşdık,
Heç bilmedik ne vakt küllükden aşdık.
Heyder Baba, ağaçların ucaldı,
Amma hayıf cevanların kocaldı,
Tokluların arıklayıb acaldı,
Kölge döndü, gün batdı, kaş kereldi,
Kurdun gözü karanlıkda bereldi.
Eşitmişem yanır Allah çırağı,
Dayır olub mescidüzün bulağı,
Râhat olub kendin evi, uşağı,
Mensur Han’ın eli kolu var olsun,
Harda kalsa, Allah ona yar olsun.
Heyder Baba, Moll’ İbrahim var, ya yok?
Mekteb açar, okur uşaklar, ya yok?
Hermen üstü mektebi bağlar, ya yok?
Menden ahonda yetirersen selâm,
Edebli bir selâm-ı mâ lâkelâm.
Hecce Sultan emme gedib Tebriz’e,
Amma ne Tebriz ki, gelemmir bize,
Balam durun, koyak gedek evmize,
Ağa öldü, tufakımız dağıldı,
Koyun olan yad gediben sağıldı.
Heyder Baba, dünya yalan dünyadı,
Süleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadı,
Oğul doğan, derde salan dünyadı,
Her kimseye her ne verib alıbdı,
Eflatun’dan bir kuru ad kalıbdı.
Heyder Baba, yaru yoldaş döndüler,
Bir-bir meni çölde koyub, çöndüler,
Çeşmelerim, çırahlarım, söndüler,
Yaman yerde gün döndü, akşam oldu,
Dünya mene harâbe-i şâm oldu.
Emoğluynan geden gece Kıpçağ’a,
Ay ki çıkdı, atlar geldi oynağa,
Dırmaşırdık, dağdan aşırdık dağa,
Meşmemi Han göy atını oynatdı,
Tüfengini aşırdı, şakkıldatdı.
Heyder Baba, Kara gölün deresi,
Hoşgenâb’ın yolu, bendi, beresi,
Orda düşer çil kehliğin feresi,
Ordan keçer yurdumuzun özüne,
Biz de keçek yurdumuzun sözüne.
Hoşgenâb’ı yaman güne kim salıb?
Seyyidlerden kim kırılıb, kim kalıb?
Amir Gafar dam daşını kim alıb?
Bulak gene gelib gölü doldurur,
Ya kuruyub, bahçaları soldurur.
Amir Gafar seyyidlerin tacıydı,
Şahlar şikar etmesi kıykacıydı,
Merde şirin, nâmerde çok acıydı,
Mazlumların hakkı üste eserdi,
Zalimleri kılıç tekin keserdi.
Mir Mustafa dayı, uca boy baba,
Heykelli, sakkallı, Tolustoy baba,
Eylerdi yas meclisini, toy baba,
Hoşgenâb’ın âb-ı rûsu, erdemi,
Mescidlerin, meclislerin görkemi.
Mecdüssâdât gülerdi bağlar kimi,
Guruldardı, buludlu dağlar kimi,
Söz ağzında erirdi yağlar kimi,
Alnı açık, yakşı, derin kanardı,
Yaşıl gözler çırağ tekin yanardı.
Menim atam süfreli bir kişiydi,
El elinden tutmak onun işiydi,
Gözellerin âhire kalmışıydı,
Ondan sonra dönergeler döndüler,
Mehebbetin çırağları söndüler.
Mir Sâlih’in deli sevlik etmesi,
Mir Aziz’in şirin şahsey getmesi,
Mir Memmed’in kurulması, bitmesi,
İndi desek, ahvâlâtdı, nağıldı,
Keçdi getdi, itdi batdı, dağıldı.
Mir Abdül’ün aynada kaş yakması,
Çövçülerinden, kaşının akması,
Boylanması, dam-divardan bakması,
Şah Abbas’ın dürbini, yâdeş behayr,
Hoşgenâb’ın hoş günü, yâdeş behayr.
Sitâr’ emme nezikleri yapardı,
Mir Kadir de her dem birin kapardı,
Kapıb, yeyib, dayça tekin çapardı,
Gülmeliydi onun nezik kappası,
Emmemin de, ersininin şappası.
Heyder Baba, Amir Heyder neyneyir?
Yakın gene samavarı keyneyir,
Day kocalıb, alt engiynin çeyneyir,
Kulak batıb, gözü girib kaşına,
Yazık emme, havâ gelib başına.
Hanım emme Mir Abdül’ün sözünü,
Eşidende eyer ağzı, gözünü,
Melkâmıd’a verer onun özünü,
Da’vaların şuhlugılan katallar,
Eti yeyib, başı atıb yatallar.
Fizze hanım Hoşgenâb’ın gülüydü,
Amir Yahya em kızının kuluydu,
Ruhsâre artist idi, sevgiliydi,
Seyid Hüseyn Mir Salih’i yansılar,
Amir Cefer geyretlidir, kan salar.
Seher tezden nahırçılar gelerdi,
Koyun kuzu dam bacadan melerdi,
Emme Can’ım körpelerin belerdi,
Tendirlerin kavzanardı tüstüsi,
Çöreklerin gözel iyi, istisi.
Göyerçinler deste kalkıb uçallar,
Gün saçanda kızıl perde açallar,
Kızıl perde açıb, yığıb kaçallar,
Gün ucalıb, artar dağın celâli,
Tebietin cevanlanar cemâli.
Heyder Baba, karlı dağlar aşanda,
Gece kervan yolun aşıb çaşanda,
Men hardasam, Tehran’da, ya Kâşan’da,
Uzaklardan gözüm seçer onları,
Hayâl gelib, aşıb keçer onları.
Bir çıkaydım Damkaya’nın daşına,
Bir bakaydım keçmişine, yaşına,
Bir göreydim neler gelib başına,
Men de onun karlarıylan ağlardım,
Kış donduran ürekleri dağlardım.
Heyder Baba, gül konçesi handandı
Amma hayıf, ürek gazası kandı,
Zindegânlık bir karanlık zindandı,
Bu zindanın derbeçesin açan yok,
Bu darlıkdan bir kurtulub kaçan yok.
Heyder Baba, göyler bütün dumandı,
Günlerimiz birbirinden yamandı,
Birbirizden ayrılmayın, amandı,
Yakşılığı elimizden alıblar,
Yakşı bizi yaman güne salıblar!
Bir soruşun bu karkınmış felekden,
Ne isteyir bu kurduğu kelekden?
Deyne, keçirt ulduzları elekden,
Koy tökülsün, bu yer üzü dağılsın,
Bu şeytanlık korkusu bir yığılsın.
Bir uçaydım bu çırpınan yelinen,
Bağlaşaydım dağdan aşan selinen,
Ağlaşaydım uzak düşen elinen,
Bir göreydim ayrılığı kim saldı?
Ölkemizde kim kırıldı, kim kaldı?
Men senin tek dağa saldım nefesi,
Sen de kaytar, göylere sal bu sesi,
Baykuşun da dar olmasın kefesi,
Burda bir şîr darda kalıb bağırır,
Mürüvvetsiz insanları çağırır.
Heyder Baba, gayret kanın kaynarken,
Karakuşlar senden kopub kalkarken,
O sıldırım daşlarıynan oynarken,
Kavzan, menim himmetimi orda gör,
Ordan eyil, kâmetimi darda gör.
Heyder Baba, gece durna keçende,
Köroğlunun gözü kara seçende,
Kıratını minib, kesib biçende,
Men de burdan tez matlaba çatmaram,
Eyvaz gelib çatmayıncan yatmaram.
Heyder Baba, merd oğullar doğginan,
Nâmerdlerin burunların oğginan,
Gediklerde kurdları dut boğginan,
Koy kuzular ayın şayın otlasın,
koyunların kuyrukların katlasın.
Heyder Baba, senin könlün şad olsun,
Dünya varken ağzın dolu dad olsun,
Senden keçen yakın olsun, yad olsun,
Deyne menim şâir oğlum Şehriyâr,
Bir ömürdür gam üstüne gam çalar
Şair Şehriyar
Miraç Kandili
Miraç; üç ayların Regaib Kandili 'nden sonraki kutsal gecedir. Miraç; Arapça'da ‘’uruc’’ sözcüğünden türetilmiş olup merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam'da Hz. Peygamber (s.a.s)' in göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesi olayıdır.
Olayın iki aşaması vardır. Birinci aşamada Receb ayının 27. gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail rehberliğinde Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan (Mekke), Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isra adını alır. Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî ’'Kitab el-İsra’’ (Gece Yolculuğu Kitabı) isimli eserinde Miraç'ı anlatır.
Bu aşama Kur’an’da şöyle geçer (İsra Suresi, 1.Ayet): “Ayetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki o her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.”
İkinci aşamayı ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselişi oluşturur. Mirac olarak anılan bu yükselme olayı Kur'an'da anılmaz, ama çok sayıdaki hadiste ayrıntılı biçimde anlatılır.
Rivayete gör Peygamberimiz, birinci semada Hz. Âdem, ikinci semada Hz. Yahya ve Hz. İsa, üçüncü semada Hz. Yusuf, dördüncü semada Hz. İdris, beşinci semada Hz. Harun, altıncı semada Hz. Musa yedinci semada Hz. İbrahim ile görüşmüştür. Mirac gecesi arş'ı, kürsi'yi, cennet'i, cehennem'i ve ilahi azameti müşahede eden Allah Rasulü, dünyada hiçbir beşere ve hiçbir peygambere nasip olmayan en üst dereceye erişti: Cenab-ı Rabbü'l Alemin'i gördü. Bizzat Cenab-ı Hakk'dan aracısız doğrudan vahiy aldı. Ümmeti için yalvarış ve yakarışta bulundu. Beş vakit namaz bu gece farz kılındı.
Kimilerine göre bu yükselme fiziksel, kimilerine göre manevi, kimilerine göre hem maddi hem manevi, kimilerine göre de ne tam anlamıyla maddi ne de tam anlamıyla manevidir. Manevi anlamı, gönül ve ruh temizliğinden geçip, ahlaki erdemlere yükseliştir.
Şair Arif Nihat Asya Hz. Muhammet’in üstün özelliklerini övmek için yazdığı ve Miraç’tan da bahsettiği ve sanki günümüzü anlattığı ve millet neden ''deizm''e kayıyor, nedenlerini anlattığı ‘’Naat’’ isimli şiirinde şöyle derdi (şiir uzun, kısmen alıntılıyorum):
Yeryüzünde, riya, inkâr, hıyanet
Altın devrini yaşıyor…
Diller, sayfalar, satırlar
"Ebu Leheb öldü" diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya Muhammed;
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!
Adına alışkın dudaklarımız!
Artık, yolunu bilmiyor;
Artık, yolunu unuttu
Ayaklarımız!
Kabe’ne siyahlar
Yakışmamıştı, ya Muhammed,
Bugünkü kadar!
Haset gururla savaşta;
Gurur, Kaf Dağı'nda derebeyi…
Vicdanlar sakat
Ne doğruluk, ne doğru;
Ne iyilik, ne iyi…
Bayram yaptı yabanlar;
Semave’yi boşaltıp
Save’yi dolduranlar.
Atını hendeklerden-bir atlayışla-
Aşırdı aşıranlar.
Ağlasın Yesrib,
Ağlasın Selman’lar!
Gel, Ey Muhammed, bahardır.
Dudaklar ardında saklı
Aminlerimiz vardır!...
Hacdan döner gibi gel;
Mirac’dan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!
Ülkemiz dâhil İslam dünyasının yaşadığı onca riya, inkâr, hıyanet, cehalet, haset, gurur, hırsızlık, sahtekârlık ve onca olumsuzluklar karşısında insan ister istemez Arif Nihat Asya’nın ‘’Naat’’ şiirine sığınıyor ve ona sarılıyor: Gel, Ey Muhammed, bahardır. Hacdan döner gibi gel; Mirac’dan iner gibi gel; Bekliyoruz yıllardır!
Yüce Rabb’imizin ülkemiz dâhil İslam dünyasının yaşadığı onca riya, inkâr, hıyanet, cehalet, haset, gurur, hırsızlık, sahtekârlık ve onca olumsuzluklardan arındırarak hepimizi gönül ve ruh temizliğinden geçirip, ahlaki erdemlere yükseltmesi dileği ile Miraç Kandiliniz kutlu olsun.
Osman AYDOĞAN
Guernica
Guernica, İspanya’nın Bask bölgesindeki küçük bir şehrin adıdır. Bu şehir İspanya iç savaşının kanlı bir bölümü olarak tarihte yerini alır. Bu şehir Cumhuriyetçilerle savaşan General Franco'ya yardıma gelen Nazi Almanya’sının uçakları tarafından üstelik pazarının kurulduğu gün olan 26 Nisan 1937 tarihinde bombalanır. Bombalamanın ardından bir de yangın bombalarıyla şehir ateşe verilir. 2000'e yakın insan ölür. Bu insanların çoğu pazara ürün getiren köylüler ve alışveriş yapmakta olan şehir halkıdır…
Guernica bombardımanını Alman Luftwaffe kuvvetlerine bağlı "Condor Legion’’ ve faşist İtalyan yönetimine ait "Aviazione Legionaria’'ya ait uçaklar yaparlar. Saldırının askeri adı ‘’Operation Rügen’’'dir…
Bu katliamla beraber şehir birçok edebi yapıta da ilham kaynağı olur. Bunlardan birisi Avusturyalı yazar Hermann Kesten'in ‘’Gernikalı Çocuklar’’ (Die Kinder von Gernika, 1939) (Sungur Yayınları) isimli yapıtında bombardımandan sağ çıkan, ama evlerini yitiren bir ailenin acıları genç Carlos'un ağzından çarpıcı bir biçemde anlatılır…
Diğer bir edebi eser ise Amerikalı şair ve yazar Archibald MacLeish’in yazdığı ve Melih Cevdet Anday’ın Türkçeye çevirdiği ‘’İspanyol Ölüsü’’ adındaki şiiridir...
İspanyol Ölüsü
Bunun hesabı sorulmadı
Gözyaşlarının hesabı sorulmadı ama sorulacak
Madrid'in, Barcelona'nın, Valencia'nın gözyaşları
Bu gözyaşlarının hesabı sorulmadı.
Almeria'nın, Badajoz'un, Guernica'nın döktüğü kan
Bu kanın hesabı sorulmadı.
Gözyaşları yüzlerde kurumuş
Kum üstünde kurumuş kan.
Gözyaşlarının hesabı sorulmadı, kanın hesabı sorulmadı
Sorulacak bunların hesabı.
Çünkü Guernica'nın adamları konuşmaz.
Almeria'nın çocukları sessizdir
Badajoz'un kadınları dilsiz
Dilsizdir onlar, sesleri çıkmaz, sesleri çıkmaz
Boğazlarını tıkamıştır oranın kumu
Konuşmazlar, konuşmayacaklar da ve çocuklar
Almeria'nın çocukları usludur
Kıpırdamazlar, kıpırdamayacaklar da
Vücutları kırık, kemikleri kırık, ağızları
Çünkü ölüdür onlar, dilsizdir hepsi.
Yanılmayın
Hesap sorulmayacak sanmayın.
Yanılmayın
Dökülen kanın hesabı sorulmamışsa
Yalanın hesabı sorulmayacak sanmayın
Yanılmayın
Bunun hesabı sorulacak
Sorulacak ama
Vakit var
Vakit var daha.
Bu yerlerde ölülerin vakti boldur
Badajoz'da, Guernica'da, Almeria'da
Bekliyebilirler vakitleri var daha.
Vakit var
Bekleyebilirler daha.
Fakat bu şehrin ve bu katliamın asıl tanıtılması Picasso’nun bir tablosuyla olur…
"Paris’te bulunan ve Hitler’in yeni savaş uçaklarının gücünü denemek amacıyla İspanya’da bir kenti bombaladığını radyodan duyan bir İspanyol’sanız ağlarsınız... Eğer bir ressamsanız resmedersiniz." Bu sözler Pablo Picasso’ya aittir…
O sıralarda Paris’te yasayan Pablo Picasso ülkesinde ki bu olaylardan çok etkilenir ve kübist anlatımlarla, insan ve hayvan organlarının parçalanmış, iç içe girmiş resmini yapar... İşte Picasso’nun en önemli resimlerden biri olan bu eserin adı savaş karşıtlığının tüm dünyada sembolü haline gelmiş Guernicadır…
Picasso’nun ispanya iç savaşını anlattığı bu tablo politikanın ve savaşın resimle aktarılmasının en muhteşem örneğidir. Resimde ne yanan binaların alevleri ne de akan kanların kırmızısı vardır. Resimde doğanın ne yeşili ne de mavisi vardır. Istırap içindeki insanları, ölümü, karmaşayı, yıkıntıları, alevleri, çaresizliği, yenilgiyi ve savaşın vahşetini, zulmünü, acımasızlığını, kaosunu, dehşetini ve hüznünü mükemmel bir şekilde yansıtan resimdir Guernica. Bu nedenle de siyah beyazdır Guernica. Sanat tarihinde gelmiş geçmiş en büyük savaş karşıtı resimdir Guernica…
Tablo içinde bir sürü gizli imgeler vardır. İsviçreli psikiyatr, analitik psikolojinin kurucusu ve derinlik psikolojisinin Sigmund Freud ve Alfred Adler ile beraber üç büyük kurucusundan birisi olan Carl Gustav Jung, Picasso’nun resimlerinin içine gizlediği bu imgelerin birer yeraltı karakterleri olduğunu vurgular. Guernica tablosu, bütünü ve içine gizlenmiş imgeleriyle ölümün acımasızlığıyla başa çıkmak için gizemli bir güç kaynağı oluşturur.
Picasso bu tablosu için şu açıklamada bulunmuş:
"İspanyol mücadelesi, gericiliğin halka karşı, özgürlüğe karşı savaşıdır. Bütün sanatçılık hayatım gericiliğe ve sanatın ölümüne karşı sürekli bir mücadeleyle geçti. Gericilik ve ölümle bir an bile anlaşabileceğimi kim nasıl düşünebilir? (...) Üzerinde çalıştığım Guernica dediğim panoda ve yakın zamanda yaptığım tüm çalışmalarda, İspanya’yı acı ve ölüm okyanusunda boğan askerî kasta duyduğum tiksintiyi açıkça ifade ediyorum."
Guernica tablosu halen İspanya’da ‘’Reina Sofia’’ müzesinde bulunmaktadır...
Alman ordusu, 1990 yılında orduyu tanıtan bir reklamda “Düşmanca imajlar savaşın babalarıdır” (Feindbilder sind Kriegsvater) sloganı ile Guernica’yı kullanır… 1997 yılında da, dönemin Almanya devlet başkanı Roman Herzog, bu kasabayı Luftwaffe'nin bombalaması nedeniyle İspanya’dan özür diler…
Gerçi Nazilerin bu şehirde yaptığı katliam, ABD’nin Tokyo ve Dresden bombardımanlarının yanında fazlasıyla sönük kalmaktadır. Ama tarihi ne yazık ki galipler yazar. Picasso’ya sormak lazım aslında Dresden bombalanırken, Tokyo yakılıp yıkılırken neredeydi?
Yıl 1937’yi bırakıp gelelim yakın bir zamanımıza…
Günlerden 5 Şubat 2003... Yer: BM Güvenlik Konseyi… Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell o gün, Birleşmiş Milletler’de Irak’ta kitle imha silahlarının varlığına dair kanıtları sunmakta… Yani bir yalandan yarattıkları savaşın gerekçelerini. Bir yalan savaşı.
Bu konuşma öncesinde Powell’in konuşacağı Güvenli Konseyi girişinde bir tıpkıbasımı bulunan Guernica tablosunun üstü bir örtüyle kapatılır… BM basın sekreteri bu kapatma için; “kameralar için bu tablo uygun bir fon oluşturmuyor,” diye açıklamada bulunur. Bu da bir başka yalandır. Muhtemel ki Powell’in danışmanları dünya tarihinin en önemli savaş karşıtı tablosu olan Picasso’nun Guernicası önünde konuşmanın doğru olmadığını düşünmüşlerdir. Belli ki İspanya iç savaşı ve Guernica katliamı üzerine yapılmış en etkileyici çalışmalardan birinin önünde yalan söylemek Powell’in olmayan vicdanını rahatsız etmiştir…
Yakın bir zamanda TRT2'de İngiliz sanat tarihçisi Simon Schama'nın hazırlayıp sunduğu BBC yapımı ‘’Simon Schama's Power of Art’’ isimli bir belgesel yayımlandı… Sekiz bölümden oluşan belgesel her bölümde bir sanatçının özellikle bir eserini anlatır. Sıra Pablo Picasso bölümüne gelince doğal olarak Guernica tablosu anlatılır… Bu bölümde Colin Powell’in BM salonunda konuşması esnasında Guernica tablosunun üzerinin örtülmesini Simon Schama şöyle yorumlar:
"Ben bunu sanatın gücüne yapılan bir övgü olarak görüyorum. Orada söylenen aslında şuydu: Sen dünyanın en güçlü ülkesi olabilirsin, her yere ordular gönderebilirsin, diktatörleri devirebilirsin ama bir başyapıtla oyun oynayamazsın. Gücün buna yetmez!"
Sanatın ve edebiyatın gücü böyle bir şeydi işte…
Şimdi anlıyorsunuz değil mi diktatörlerin neden sanattan, şiirden ve edebiyattan uzak durduklarını, onlardan korktuklarını!...
Rivayet edilir ki Almanlar, Paris işgali sırasında katıldığı bir sergide Alman bir general Guernica tablosu önünde durarak Picasso’ya sorar: “Bu tabloyu siz mi yaptınız?” Picasso cevap verir:
“Hayır, siz yaptınız.”
Bu şiirin (İspanyol Ölüsü) ve bu tablonun (Guernica) günümüzdeki her türlü hukuksuzluklara, haksızlıklara ve katliamlara karşı verdiği çok büyük mesajları da vardır:
Bugünkü Ortadoğu'yu bir yıkıntı ve kan gölü haline getirenlerin yüzüne de tarih baba bir gün söyleyecektir elbet: ''Siz yaptınız!''
Amerikalı şair ve yazar Archibald MacLeish’in yazım içinde verdiğim ‘’İspanyol Ölüsü’’ adındaki şiirinde söylediği gibi: ‘’Yanılmayın, hesap sorulmayacak sanmayın. Dökülen kanın hesabı sorulmamışsa, yalanın hesabı sorulmayacak sanmayın… Yanılmayın, bunun hesabı sorulacak, sorulacak ama vakit var vakit var daha.’’
Çünkü İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’in söylediği gibi: ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun.''
Siz yaptınız! Ama yanılmayın, bunun hesabı sorulacak, sorulacak ama vakit var vakit var daha.
Osman AYDOĞAN
Picasso’nun tablosu: Guernica
Picasso’nun tablosu Guernicanın üç boyutlu hali:
https://www.youtube.com/watch?v=jc1Nfx4c5LQ
Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri!
Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta onca süslü mezar taşları arasında düz bir mezar taşı dikkat çeker. Mezar taşı üzerinde bir çömlek ve üstünde bir defne dalı kabartması ve şu yazı vardır: “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri). (Mezar taşının fotoğrafını metnin sonuna ekledim.) Bu yazı İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’un (kısaca Leigh Hunt diye anılır) ( 1784 - 1859), çok sevdiği “Abou ben Adhem” (İbrâhim bin Ethem) isimli kendi şiirinden alınmıştır.
Leigh Hunt'un bahsi geçen şiir şu şekildedir:
Abou Ben Adhem İbrâhim bin Ethem
Abou Ben Adhem (may his tribe increase!) Ebû bin Ethem (kabilesi yücelsin!)
Awoke one night from a deep dream of peace, O gece sakin ve derin bir rüyadan uyandı.
And saw, within the moonlight in his room, Odasına ay doğmuştu sanki zambaklar patlamakta
Making it rich, and like a lily in bloom,
An angel writing in a book of gold: Bir melek altından deftere satırlar sıralamakta.
Exceeding peace had made Ben Adhem bold, Bu huzur Ebû bin Ethem’i yüreklendirdi,
And to the presence in the room he said,
"What writest thou?" The vision raised its head, Sorma cesareti buldu, “yazdıkların neydi?”
And with a look made of all sweet accord, Melek kaldırdı başını, sevimli, müşfik, ahenkli,
Answered, "The names of those who love the Lord." Nezaketle cevap verdi, “Allah’ı sevenlerin isimleri”
"And is mine one?" said Abou. "Nay, not so," “Aralarında ben de var mıyım peki?” “Yok, ne yazık ki”
Replied the angel. Abou spoke more low, Yaz beni de, “O’nu sevenleri sevenlerden biri” diye!
But cheerly still; and said, "I pray thee, then,
Write me as one that loves his fellow men."
The angel wrote, and vanished. The next night Melek yazdı ve kayboldu. Ve ertesi gece
It came again with a great wakening light, Geldi yine uyandıran parıltının haşmetiyle
And showed the names whom love of God had blest, Defteri gösterdi “bunlar ise Allah’ın sevdiklerinin isimleri”
And lo! Ben Adhem's name led all the rest. Bakın şuna ki! Bin Ethem öncülük etmekteydi hepsine.
Şiirde ismi geçen İbrâhim bin Ethem (718-782) Belh Sultanı idi. (Belh; Horasan'ın bir şehridir. Şimdi Afganistan sınırları içindedir.) İbrâhim bin Ethem'in babası da Belh Sultanı, padişahı idi fakat o unutuldu gitti. Oğlu İbrâhim sultan olduktan sonra tahtından, padişahlıktan vazgeçti. Ancak onu -unutulmak bir tarafa- dünya tanıdı, bildi. Aslında İbrâhim bin Ethem’in hikâyesi tahtını bırakıp zühtü (her türlü zevke karşı koyarak kendini ibadete veren) ve derviş olmayı seçen prensin hikâyesidir. Öyle bizlere anlatılan ‘’Ferrarisini satan bilge’’ gibi maddeci değildir. (Bu sözde bilge Ferrarisini bir hayır kurumuna bağışlamıyor, ‘’satıyor’’, yani maddeden vazgeçmiyor, maddeyi maddeye çeviriyor.) Oysa. İbrâhim bin Ethem tahtını bırakıp, ondan feragat edip zühtü ve derviş olmayı seçiyor.
Leigh Hunt'un şiirinde bahsettiği melek ise Cebrâil'dir. Leigh Hunt'un şiirine konu olan olayı şu şekilde cereyan eder: İbrâhim bin Ethem buyurdu ki, "Bir gece rü'yâmda, elinde bir defter olduğu halde "Cebrâil'in (a.s.) yeryüzüne inmekte olduğunu gördüm. ''Burada ne yapacaksın?'' diye sordum. Cebrâil (a.s.); ''Bu deftere Allahü teâlânın dostları kim ise onların isimlerini yazacağım'' diye buyurdu. ''Peki beni de yazacak mısınız?'' diye sordum. Cebrâil (a.s.); ''Sen, o dostlardan birisi değilsin ki'' diye buyurdu. ''İyi ama ben o dostların dostuyum'' dedim. Bundan sonra Cebrâil (a.s.) biraz düşündü ve ''Şimdi 'ilk önce İbrâhîm'in ismini kaydet' diye bir ferman geldi'' diye buyurdu.
Mevlânâ Celaleddin Rumi Mesnevi'sinde İbrâhim bin Ethem'in geniş bir şekilde hikâyesini, menkıbesini anlatır ve onu “mânalar denizinin yüzücüleri” olarak nitelendirdiği Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfîlerle birlikte anar.
Yunus Emre de şiirlerinde bahseder. Yunus Emre;
‘’Hor bakma sen toprağa,
Toprakta neler yatur
Kani bunca evliya,
Yüzbin Peygamber yatur. ‘’
diye başladığı ‘’Hor bakma sen toprağa’’ isimli şiirinde İbrâhim bin Ethem’i şu şekilde yâd eder:
‘’İğnesin suya atan,
Balıklara getirten
Tacın tahtın terkeden,
İbrahim Ethem yatur.‘’
Bu iğne hikâyesini Evliya Çelebi de ''Seyahatnâme''sinde şu şekilde bahseder:
İbrâhim bin Ethem bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini yamıyordu. Beldenin valisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Ethem’in başında durur. Vali onu seyrederken şöyle düşünür: “Bak şu dünün hükümdarına! Böyle yapmakla eline ne geçti?” İbrâhim bin Ethem, valinin aklından geçenleri anlar. Kaldırıp iğnesini denize fırlatır. Sonra; “Balıklar iğnemi getirin” deyince, bir balık, ağzında İbrahim Ethem’in denize attığı iğneyi getirir. İbrâhim bin Ethem, iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra valiye döner: “Elime bu iğne geçti” buyurur. “Yâni, ben Allahü teâlâdan gayrı olanları bırakıp, bütün varlığımla O’na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerameti verdi” demek ister.
İbrâhim bin Ethem’ın sultanlığını bırakması şu şekilde gelişir:
Belh Sultanı Ethem, oğlu İbrâhim’in üzerine titrer âdeta. Önüne kırk altın kalkanlı fedai koyar, ardına kırk altın gürzlü cengâver takar. Geçtiği yer panayır kesilir, tuğlar, ziller, davullar... Saray’da ziyâfet eksik olmaz. İşte akça pilavların, kızarmış etlerin, serin şerbetlerin koşuşturulduğu gecelerden birinde kimsenin tanımadığı bir zat çıkagelir, oturur sofraya. Muhafızlar tutulup kalır, mani olamazlar. İbrâhim bin Ethem şaşkındır, sorar “Sizi tanıyor muyuz acaba?”
- Sanmam! Öylesine bir yolcuyum, sadece konaklayacağım burada.
- İyi ama burası han değil ki?
- Ne ya?
- Saray!
- Sizden evvel kim oturuyordu burada?
- Filan kişi!
- Ondan evvel
- Feşmekân!
- Bu nasıl saray ki biri gidiyor biri geliyor. Söyle farkı ne handan?
Genç şehzade hadisenin tesirinden kurtulamaz. Gece dön o tarafa, dön bu tarafa, bir türlü uyku tutmaz. Sahi nereye gitmektedir böyle? Ye, iç, eğlen, nereye kadar?
Gecenin ilerleyen vakitleri tavanda ayak sesleri duyar. Pencereyi açar “Hey! Kim var orada?”
- Kervancı! Develerimi arıyorum da!
- Devenin ne işi var damda?
- Bunu kuş tüyü yatakta hakikat arayan biri mi soruyor bana?
Kalbine bir ateştir düşer, yanıp tutuşmaya başlar.
İşte bu iki olay üzerinedir ki İbrâhim Bin Ethem sultanlığı, padişahlığı bırakıp derviş olup, zühtü olup yollara düşer.
Yolda bir taş görür İbrâhim bin Ethem. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıdır. Çevirir taşı; "Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?" yazısını okur ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur." der ve ağlar...
Yolda karşılaştığı bir kimse kendisinden nasîhat isteyince: "Bağlı olanı aç, açık olanı kapa." diye buyurur. O kimse; "Bunu anlamadım." deyince; "Kesenin ağzını aç, cömert ol, açık olan dilini de tut konuşma." diyerek izah eder.
Bir süre Nişâbur’da yaşar. Mağaraları mesken tutar, kavurucu günler, dondurucu ayazlar... Ne zaman ki insanlar ona tazim ve hürmette bulunurlar, başka diyarlara yelken açar. Sonra Harameyn’e yönelir, Kâbe ve Ravda hasreti dayanılmaz olmuştur zira... Eğer bir kervana, kafileye katılsa kolayca vasıl olacaktır menzili maksuduna. Lâkin o kumlara bata bata gider, alnını secdeye koya koya. 14 yıl çöllere katlanır, dile kolay. Haremeyn sakinleri yanık dervişin methini duymuş, karşılamaya çıkmıştırlar. Bakın şu işe ki İbrâhim bin Ethem’i, İbrâhim bin Ethem’e sorarlar. Mübarek “bırakın onu” der, “karşılamaya değmez. İşiniz mi yok bu sıcakta!” Vay! Sen nasıl konuşursun onun hakkında!
Mübarek “helal lokma için çalışmak, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutmaktan efdaldir (daha iyidir)” diye buyurur, alnının teriyle geçinmeye bakar. Bahçe bekçiliği yaptığı günlerden birinde bağ sâhibi eşi dostu ile gelir, çardaklara kurulurlar. “Misafirlerime en tatlı narlardan getir” der, “iyi seç doyamasınlar tadına!” Gel gelelim alayı ekşi çıkar. Bağ sâhibi, “şunca zamandır bekçilik yapıyorsun, ekşisini tatlısını ayıramıyor musun hâlâ?”
- Yemediğim narların tadını nerden bilebilirim ki?
- Hiç mi yemedin?
- Asla.
- Tuhafsın vesselam. Bazen “İbrâhim bin Ethem misin be adam” diyesim geliyor sana...
İbrâhim bin Ethem bir dervişle karşılaşır. Dervişe nasıl yaşadığını sorar. Derviş der ki: ‘’Biz bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.’’ İbrâhim bin Ethem cevabı beğenmez. "Kelpler (köpekler) de öyle yapar" der. Bu defa derviş sorar: "Peki siz nasıl yaşarsınız?" İbrâhim bin Ethem ‘’Biz bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz.’’ der.
Zenginlerden birisi kendisine bin altın getirir ve: "Bunu kabul buyurun" der. İbrâhim bin Ethem hazretleri, "Ben fakirlerden bir şey almam" buyurur. O zât, "Ben fakir değilim" deyince "Bu sahip olduğun maldan daha ziyâdesini ister misin?" diye sorar. O zât "Evet" deyince "Bu altınları al götür, zira fakirler içinde en fakir sensin. Bu hâlin fakirlik değil midir?" cevabını verir.
İbrâhim bin Edhem’e sormuş bir arkadaşı, "Senelerdir arkadaşız, söyle bakalım bende hoşuna gitmeyen şeyleri." İbrâhim bin Ethem cevap verir; "Ben sana hiç o gözle bakmadım ki."
İbrâhim bin Ethem bu şekilde derviş ve zühtü olarak neredeyse bütün İslam coğrafyasını dolanır, ilim ve hikmet toplar. Fıkhı bizzat İmam-ı Azam hazretlerinden öğrenir, Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ ve Şeyh Mansûr Selâmi’nin sohbetlerinde diz kırar. Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden çok istifâde eder sonra...
İbrâhim bin Ethem’in Ebu Hanife’den ders aldığı günlerden bir gün İbrâhim bin Ethem, Ebu Hanife’nin ders verdiği mekânın önünden geçerken, İmam-ı Azam kendisine ta'zim için ayağa kalkar. Öğrencileri: ''Niçin bunu yaptınız, İbrahim Ethem, o kadar da büyük bir sûfî değil ki'' dediğinde; ''O Allah’ın zatı ile meşgul, biz ise o'na ait ilimleri ile'' diyerek cevap verir.
İbrâhim bin Ethem'i anlatan Türkçe yayınlanmış çok sayıda kaynak yoktur. İbrâhim bin Ethem'i Türkçe anlatan üç kitap vardır. Birincisi Musa Yaşaroğlu'nun ''Aşkın Kölesi İbrâhim Bin Ethem'' (TÜRDAV Yayınları, 2014) isimli eseri, diğeri Ersin Özdil'in ''Sarayını Terkeden Hükümdar İbrâhim Bin Ethem'' (Ulak yayıncılık, 2016) isimli eseri, üçüncüsü de nefis üslubu ile Necip Fazıl Kısakürek'in bir tiyatro oyunu olarak yazdığı ''İbrâhim Ethem'' (Büyük Doğu Yayınları, 2000) isimli eseridir. Üçü de birbirinden güzel bir şekilde İbrâhim bin Ethem'i anlatmıştır.
İbrâhim bin Ethem’in hikâyesinde gerçek bir Müslüman’ı görürsünüz. Bugün dini siyasete alet eden politikacılarla, siyasete alet olan sözde din adamlarıyla, TV’lerde soytarılık yapan şovmen sözde din adamlarıyla ve zenginlikte Karun'u geçen Süslümanlarla mukayese edilemeyecek kadar gerçek bir Müslüman’ı görürsünüz…
İbrâhim bin Ethem’i tanıdıktan sonra onu; gözleri sulu medya şovmeni olan, program başına bilmem kaç bin dolar alan sözde din âlimleriyle ve bilmem nerelerde, hangi villalarda yaşayıp milyar dolarlara hükmeden dini sadece ticaret ve siyaset aracı olarak kullanan özünde dinbaz sözde Müslümanlarla -hâşâ- mukayese bile etmezsiniz…
Bugün geldiğimiz noktada İslam’ın ahlâk boyutu unutulmuş İslam sadece ibadet boyutuna indirgenmiş ve o ibadetler de gösterişe, lükse ve sefahate dönüştürülmüştür. Bugün geldiğimiz noktada dinde haram olarak sanki sadece içki, domuz eti ve saç kalmıştır. Bugün geldiğimiz noktada haram, kul hakkı yemek, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmak, hırsızlık, yolsuzluk, kumpas, fitne, riya, yalan, dolan, namussuzluk, sabilere tecavüz, lüks, israf, sefahat, kibir, kin ve nefret sanki İslamda günah değilmiş gibi, hatta hatta İslam’ın gerekleriymiş gibi algılanır hale getirilmiştir. Bugün geldiğimiz noktada bilim dışlanmış, hurafeler ve bağnazlık baş köşeye oturtulmuştur. Bugün geldiğimiz noktada dünya hayatı sekülerleştirieceğine, din hayatı sekülerleştirilmiş ve magazine dönüştürülmüştür. Yine bugün geldiğimiz noktada tüm bunların bir sonucu olarak da tüm İslam dünyası Batı'nın maskarası olmuş, Müslümanların Batı'ya iltica etmeye çalıştığı, kalanların ise birbirini boğazladığı bir mezbahaneye dönüştürülmüştür.
Günümüzde dinin getirildiği bu noktayı İbrâhim bin Ethem tee o zamanlar görmüştü:
‘’Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz;
Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.’’
Günümüzde de zaten İbrâhim bin Ethem'in söylediği gibi elimizde ne gerçek din kalmıştır ne de diktiğimiz yama! Sonra da bizzat din uleması sanki nedenlerini bilmezmiş gibi ‘’millet deist oluyor’’ diye dizini dövmeye başlamıştır...
İslam’ı bizden iyi bildiklerini söyleyenlerin, din adına ahkâm kesenlerin söz ve davranışlarıyla İbrâhim bin Ethem gibi gerçek bir Müslüman olmaları beklenemez ancak bu erkânın tutum ve davranışlarıyla, en azından dürüst, namuslu, makul, tutarlı ve adil olmadıkları sürece deist olan milletin vebalini taşıyacakları da aşikârdır...
Ve İslam’ı bizden iyi bildiklerini söyleyenlerin, din adına ahkâm kesenlerin Arap kültürünü din diye, İslam diye Türk milletine empoze ettikleri, dayattıkları sürece düşünen ve sorgulayan insanların deizme kaymasının vebalini taşıyacakları da aşikârdır...
İbrâhim bin Ethem, soğuk taş sarayların değil sımsıcacık gönüllerin Sultanı idi... O geçici sarayların değil kalıcı ebedi sarayların Sultanı idi. O, Allah'ın sevdikleri isimlerin en başında gelen idi...
İbrâhim bin Ethem’in mezarı Suriye’de Humus-Lazkiye arasında Jable isimli kasabada bulunmaktadır.
Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.
Osman AYDOĞAN
Kiraz Zamanı
Şair, yazar ve gazeteci Özdemir İnce’nin ‘’Kiraz Zamanı’’ (May Yayınları, 1969) isimli güzel bir şiir kitabı var… Bu kitabın içinde de Jean- Baptiste Clement'e ait kitaba da adını veren güzel bir şiir var: ‘’Kiraz Zamanı’’ Önce şiiri okuyalım…
Kiraz Zamanı
Gelince bize kiraz zamanı,
sevinçli bülbülle alaycı karatavuk
bayram ederler.
Güzellerin başında kavak yelleri,
sevdalıların yüreğinde güneş dolaşır.
Gelince bize kiraz zamanı,
alaycı karatavuk ne güzel şakır.
Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa.
Gider çiftler düş kura kura
kirazları toplamaya,
bir örnek giysiler içinde aşk kirazları
düşer yapraklar altından damla damla, kan gibi.
Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa,
toplanır düş kura kura mercan taneleri.
Gelince size kiraz zamanı,
korkunuz varsa aşkın acısından,
sakının güzellerden.
Ben ki ağır acılardan hiç korkmam,
istemem bir gün bile yaşamak acısız.
Gelince size kiraz zamanı,
aşkın acılarını da tadacaksınız.
Hep seveceğim ben kiraz zamanını
Taşırım kiraz zamanından
yüreğimde bir yara.
Ve kader sunarken bana kendini
bilmez acımı dindirmesini.
Kiraz zamanını hep seveceğim ben,
ve içimde sakladığım anıyı.
Mutat olduğu üzere şiirin hikâyesini anlatacağım… Ancak şiirin hikâyesinden de önce kısa bir tarih turu yapmam gerekiyor… Ancak baştan belirteyim ki gerek yapacağım tarih turu gerekse de şiirin hikâyesi hiç de şiir kadar yumaşak ve naif değil...
‘’Paris Komünü’’ (La Commune de Paris) Bismarck Almanya’sının Fransa’yı yenmesinden sonra yenilgiyi hazmedemeyen Paris halkının Fransız hükümetine karşı kurduğu 18 Mart 1871’den 28 Mayıs 1871’e uzanan yerel bir yönetimdi. Paris Komünü, içinde şekillendiği koşullar, tartışmalarla yürüyen kararları ve acılı sonu onu zamanının en önemli politik dönemlerinden biri yapar.
Olay şöyle gelişir: Fransa İmparatoru III. Napolyon 19 Temmuz 1870’de Prusya’ya savaş açar ancak 2 Eylül 1870’te Napolyon’un orduları Sedan’da Almanlara yenilir ve Alman orduları Paris’e doğru yürürken, 4 Eylül 1870 Paris Belediye Binası’nın (Hotel de Ville) önünde Cumhuriyet ilan edilir.
Paris’in Prusya orduları tarafından ablukaya alındığı günlerde Paris’in durumu hiç de iyi değildir. Paris’in varoşlarındaki fabrikalar başka yerlere taşındığı için binlerce işçi işsiz kalmıştır. Açlık işçi mahallelerinde kol gezer. Sadece işçiler değil, Paris’in burjuvaları bile sıkıntıdadır. Çünkü kuşatma yüzünden alışık oldukları lüks malları bırakın, hayatlarını idame ettirmeleri için gerekli mallara bile zor ulaşırlar. Yine de halk ve ordu el ele Paris’i düşmana teslim etmemek için savaşırlar. Ancak Almanlarla ateşkes imzalanmasından sonra Cumhuriyetçi Paris’e değil monarşist Versailles’e (Saray’a) dönülür. Bu Parislilerin öfkesini daha da arttırır.
Yenilgiden sonra toplanan halk,18 Mart 1871'de Hotel de Ville'de Paris komününü ilan eder. İki ay kadar süren iktidarı boyunca bazı reformlar yapılır. Bunlardan bazıları: Sıkıyönetimin, askerî mahkemelerin, sansürün ve düzenli ordunun kaldırılması, kilise ile devletin ayrılması, din işlerine ayrılan bütçenin, dini vakıfların ve okullardan din derslerinin kaldırılması, kilise mallarının milli emlake devredilmesi, fabrikaların isçilere devredilmesi vb.
22 Mart 1871'de Versailles hükümeti (Saray) yandaşlarının komünü ele geçirme teşebbüsü başarısız olur. 12 Mayıs 1871'de Versailles güçleri Paris’e girer, komüne karşı şehri ele geçirmek için halk birlikleriyle uzun süre kanlı biçimde savaşır ve şehir sokak sokak çarpışılarak ele geçirilir. (28 Mayıs 1871). Halk, Versailles güçlerine karşı mermi tükenince taşları tüfeklere doldurup savaşır, rehineler karşılıklı olarak öldürülür, son direnişler Pére Lachaise mezarlığında yapılır ve esirler bu mezarlıkta Versailles güçlerince kursuna dizilir. Savaşta 20 000 kadar komün devrimcisi ve 700'den fazla Versailles'li öldürülür.
(Bu konuda ''Paris Komünü'' -La Commune, Paris1871- isimli 2000 yılı yapımı Peter Watkins'in yönetmenliğini yaptığı altı saatlik -345 dakika- güzel bir belgesel var... Bulursanız kaçırmayın derim.)
İşte girişte verdiğim ‘’Kiraz Zamanı’’ şiirinin yazarı Jean- Baptiste Clement bahsettiğim Paris Komünü partizanlarındandır. En ünlü şiiri olan ve elden ele dolaşan bu şiirini 28 Mayıs 1871’de Fontaine-au-Roi sokağının hastabakıcı görevlisi olan “yiğit yurttaş” Louise’e adamıştır. Ve bu şiir 1871’de Antoine Renaud tarafından bestelenmiş ve Paris komününün simgesi haline gelip devrimci şarkıların en unutulmazlarından biri haline gelir...
Şiirin hikâyesi şöyledir; 28 Mayıs Pazar günü Paris bütünüyle Versailles güçlerinin eline geçer... Sadece Fontaine-au-Roi sokağında birkaç kişi çarpışıyordur. Bunlar bir barikatın arkasına sığınmış yirmi kadar savaşçılardır... Aralarında Jean Baptiste Clement de vardır. Öğleye doğru sokağa, elinde bir ekmek sepeti taşıyan yirmi yaşlarında bir genç kız gelir. Kim olduğunu soran savaşçılara Saint-Maur sokağının hastabakıcısı olduğunu, belki yardımı dokunur diye buraya geldiğini söyler. Savaşçıların bütün ısrarlarına karşın oradan uzaklaşmaz... Adının Louise olduğunu söyleyen bu kızı sonraları bir daha hiç kimse göremez... (Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri, C.1, Çev. A. Kadir - A. Timuçin)
“Kiraz Zamanı” şiirinin sonradan, 1871’in kiraz zamanında yaşanan Paris Komünü’nün kanlı haftasının da simgesi olmasının iki nedene dayandığı söylenir. Birincisi şiirde yere düşen kırmızı kiraz tanelerinin komüncülerin kan damlalarını çağrıştırması, ikincisi de, bizzat kendisi de “Komünar” olan J.B. Clement’in barikatlarda can veren sevdiği bu hemşireye bu şiiri yazıldıktan beş yıl sonra ithaf etmesi. (1866)
Jean Baptiste Clement “Kiraz Zamanı” şiiriyle, öylesine meşhur olur ki, mezar taşına bile “Jean Baptiste Clement Kiraz Zamanı Şairi” yazılır... (Fotoğrafını yazının sonuna ekliyorum.)
Bu şiiri Türkiye’de meşhur eden de yazımın girişinde bahsettiğim Özdemir İnce’nin içinde bu şiirin de bulunduğu ‘’Kiraz Zamanı’’ (May Yayınları, 1969) isimli şiir kitabıdır.
Jean- Baptiste Clement şiirinde başlangıçta tatlı tatlı, güzel güzel başlayıp sonunda da hüzünlü bir şekilde; ‘’Taşırım kiraz zamanından yüreğimde bir yara ve kader sunarken bana kendini, bilmez acımı dindirmesini. Kiraz zamanını hep seveceğim ben ve içimde sakladığım anıyı’’ diye şiirini bitirir...
Yazımın sonunda bu şiirden yapılmış Fransızca öğrenen herkesin dinlemiş olması kuvvetle muhtemel olan şarkının bağlantısını vereceğim. Eğer vaktiniz varsa aşağıdaki bağlantıdan Fransız şansonlarının en güzellerinden “Kiraz Zamanı” (Le Temps des Cerises)’nı Fransız aktör ve müzisyen Yves Montand’dan dinleyin! Hatta canınız kiraz çekmişse de şarkıyı dinlerken bağlantıyı tam ekran olarak izleyin.
Kiraz zamanı; mayıs sonları, haziran başıdır ve mevsimlerin en güzel olduğu vakitlerdir. Kiraz zamanı güzeldir ama kısadır, aynı daha önce anlattığım Sakura gibi, aynı hayat gibi, aynı ömür gibi.
Ve ‘’Tarih’’ ne garip bir bilimdir…. Dönemine hükmeden diktatörleri, galipleri değil de nedense hep ona karşı koyanları, ona direnenleri, mağlupları kaydetmiştir! Hatta hatta yere dökülmüş kirazları bile…
Osman AYDOĞAN
https://www.youtube.com/watch?v=ncs4WlWfIZo
Adam olmak
Bir çift güvercin havalansa…
Şair Melih Cevdet Anday'ın Zülfü Livaneli tarafından da bestelenen ‘’Anı’’ adlı güzel şiiri vardır… Şiirin adı ‘’Anı’’ ama ben bu şiiri hep ilk dizesiyle hatırlarım: ‘’Bir çift güvercin havalansa’’… Gelin önce şiiri okuyalım…
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma
Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma
Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma
Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma
Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.
01 Nisan 2018 günü kaybettiğimiz büyük şair Ülkü Tamer ''Şiir için cevaplar'' isimli şiirinde ''Şiir ölümün gölgesidir, yaşamanın örtüsü. Çocuğun savunmasıdır şiir'' diye ifade ederdi... İşte bu şiir tam da böyle bir şiirdir... Niye mi? Öyleyse gelin şimdi şiirin hüzünlü hikâyesine gidelim…
II. Dünya Savaşı'nın ardından ABD yıllar süren bir döneme; "soğuk savaş" dönemine girer. 1950'li yıllarda ABD; komünist avcısı faşizmin, gericiliğin, McCarthy'nin, Sovyetler Birliği'ne karşı kışkırtmaların, Kore Savaşı'nın, aşırı silahlanmanın ABD’sidir. Bu dönemde ABD’de ekonomik krizin yol açtığı yoksulluk ve faşist eğilimlerin yaygınlaşması komünist hareketi güçlendirir. ABD Komünist Partisi'nin 1930'da 7500 üyesi varken, bu sayı 1939'da yaklaşık 100.000'e çıkar.
Hükümet, McCarthy gibi faşist politikacılarının onayıyla ülkede bir korku iklimi yaratır. Bu korku ikliminin ismi "komünizm"dir. Kısa süre içerisinde "polis devleti" önlemleri uygulamaya konulur. Adalet sistemi de buna uydurulur. Bu durum tüm ABD’lilerin özgürlük ve temel anayasal haklarını tehdit etmeye başlar.
ABD bu dönemde dünyada atom bombası tekeline sahiptir. II. Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombaları atarak dünyaya da korku salmışlardır. Bu nedenle ABD'nin kendi dışındaki tüm dünyaya karşı büyük bir özgüvenleri vardır.
Fakat 1949 yılında Sovyetler Birliği ilk atom bombası denemesini yapınca ABD’nin fiyakası bozulur, tekeli kırılır, özgüveni sarsılır ve bu alandaki politikaları iflas eder.
Yaşanan teknolojik yenilginin örtbas edilmesi için ABD’nin bir komploya ihtiyacı vardır. Komplonun amacı; Sovyet atom araştırmalarının temelinin sosyalist bilginlerin başarıları değil de ABD’den çalınan bilgiler olduğunun kamuoyuna gösterilmesidir. ABD’inde mutlaka Sovyetler Birliği’nin casusları olmalı ve bu casuslar sırları Sovyetler Birliği’ne kaçırmalıydılar. Çünkü ABD kendi dışında kimsenin atom bombası yapabileceğine inanmıyordu.
Aynı günlerde FBI'nin denetimi altında ve Senatör McCarthy yönetiminde ülkede büyük bir oyun sahnelenir: "ABD’de bir Rus casusluk ağı vardır, yoksa bile yaratılmalıdır."
Bu maksatla özellikle komünistlere, solculara ve ilerici insanlara karşı bir cadı avı başlatılır. Komünistlere ve ilerici insanlara karşı başlatılan bu cadı avında 6000 FBI elemanı, 1800 Adalet Bakanlığı memuru, 22000 ABD Silahlı Kuvvetlerinin güvenlik elemanı, 16000 Maliye Bakanlığı memuru ve 7000 diğer hükümet kurumlarının güvenlik elemanı kullanılır.
Binlerce ABD’li siyasi düşüncelerinden dolayı mahkûm edilir, hapse girer, işlerini yitirir ve bir daha iş bulamazlar. ABD Komünist Partisi Politbürosu'nun 12 üyesi tutuklanır, bunlardan 10'u 5'er yıl ağır hapis ve yüksek para cezalarına çarptırılır. Yüzbinlerce insan "ABD’ni yıkıcı faaliyetlerden koruma" adına fişlenir, suçlanır ve hapse atılır.
Bu dönemde ABD Komünist Partisi (CPUSA) üyesi olan Julius ve Ethel Rosenberg çifti örneğinde olduğu gibi bazıları da katledilir. Julius ve Ethel çifti, bu kampanyaya bağlı bir komplo ile tutuklanır. Rosenbergler Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla ve atom bombasıyla ilgili bilgileri Ruslara vermekle suçlanırlar ve sonuçta da tarihe hukuksuzluğun en büyük örneklerinden biri olarak geçen bir mahkeme sonucunda da idama mahkum edilirler.
Mahkemeye çıkartıldıklarında aleyhlerinde hiç bir delil yoktur Rosenberglerin. Tıpkı Kafka’nın ‘’Dava’’sı gibi… Bir tek aynı suçtan yargılanan bir kişi ile aynı gün aynı otelde kaldıkları belirlenmiştir fakat otel o gün doludur ve sadece bu çift yargılanmaktadır.
Rosenbergler bu asılsız suçlamalara gülüp geçerlerken jüri kararını açıklar: idam.
Karar açıklandıktan sonra dünyanın her tarafından ABD’ye milyonlarca protesto mektupları yağmaya başlar ''onlar suçsuz bırakın onları'' diye.
Pablo Picasso, L’Humanité dergisinde; “Saatler önemli. Dakikalar önemli. İnsanlığa karşı bu cürmün işlenmesine izin vermeyin!” çağrısında bulunurken Jean Paul Sartre, Albert Einstein, Bertold Brecht, Jean Cocteau, Frida Kahlo gibi pek çok aydın tepkilerini ortaya koyarlar. Papa XII. Pius, ABD Başkanı Eisenhower’dan infazın durdurulmasını talep eder.
ABD yönetimi gelen bu uluslararası tepkiden çekinir ve çifte bir öneri sunar: ‘’Suçunuzu kabul edin cezanız 30 yıla düşsün.’’ Çift kabul etmez. Daha sonra yapılan 20 yıl teklifi de kabul edilmez. Son yapılan teklif ise, Bayan Rosenberg'in bütün suçu eşine yüklemesi karşılığında serbest bırakılması şeklindedir ancak bu da reddedilir. Bu teklifler idam gününe kadar devam eder.
Rosenberg çifti her seferinde gelen benzer teklifleri reddederler. Öyle ki, Ethel Rosenberg, yaşamının bağışlanacağı yönünde yapılan bir teklife de şu karşılığı verir: ''Ey yoldan çıkmış para yiyiciler, ey satılmışlar, ey bu güzel dünyamızı kirleten iğrenç, kötü insanlar, işte size yanıt: sizin lanetlenmiş lütfunuza başım eğik yaşamaktansa kocamla birlikte ölmeyi yeğlerim.''
Savcının ‘’hükümetle işbirliği yapmaya hazır olursanız, elde af için bir gerekçe olurdu’' sözüne Ethel şu yanıtı verir: ‘’Elektrikli sandalyede idam edilme tehdidiyle ne sizin saygınlığınızı kurtaracak kadar gözümüzü korkutabilirsiniz, ne de biz yurttaşlar olarak hakkımız olan adaleti talep etmek yerine çirkin, kirli bir pazarlık yaparak gittikçe daha sık uygulanır hale gelen antidemokratik polis devleti yöntemlerine ortak oluruz. Bu Hitler Almanya’sında geçerli olabilir, ama özgürlük ülkesinde değil. Gerçekten büyük ve gerçekten onurlu bir ulusun görevi, haksızlığı gidermektir, haksızlığa uğramış olanlardan, istemeye istemeye hayatlarını bağışlamak için haraç talep etmek değil."
Rosenberglerin çocuklarına ve dostlarına ölümü beklerken cezaevinden yazdıkları hapishane mektupları oğulları Michel ile Robert Meeropol (Anne ve babalarının ölümünden sonra soyadlarını değiştirmek zorunda kalırlar ve aile dostları Meeropol’un soyadını alırlar) tarafından ''We Are Your Sons'' adıyla 1976 da yayımlanır. Bu kitap ülkemizde de “Rosenbergler” adıyla basılır. (Gözlem Yayınevi, 1979) Bu kitaptan bazı bölümler:
"Barış, ekmek ve gül için savaşta, celladı sakin bir onurla, güvenle ve geleceğe bakarak bekliyoruz. İnancımızı yitirmeyeceğiz her zaman olduğu gibi."
"...(kendimi) davamızla ilgili hayallere kaptırmıyorum, çünkü biliyorum ki ancak halkın örgütlü baskısı bizi kurtarabilir ve iki masum insanın öldürülmesine yol açacak korkunç siyasi suçu açığa çıkarabilir. Biz gerçekte herhangi bir suç işlemediğimiz için, bu rezil komploya alet olmaya ve sırf ülkemizdeki savaş isterisi tırmandırılıp dünya barışı perspektifleri kötüleştirilsin diye başka masum ilerici insanlara karşı yalancı şahitlik yapmaya yanaşmayacağız.’’
"Sevgili kocacığım, (...) bu alçaklık ve rezalete duyduğum hisleri herhangi bir şekilde dile getirmek zorundayım. Güzel yurdum, başın eğik, özgürlük güneşi battı, halkın yas tutuyor! Faşizm tehlikesi dev gibi ve tehditkâr bir şekilde üstünde yükseliyor, toplama kampları şimdiden hazırlanıyor! Ah, kız ve erkek kardeşlerim, altında yaşamak zorunda kaldığınız bu korkunç tehlikeyi kaçınız kavrayacak; kaçınız korkuyla haykıracak: ‘mahvolduk!'. Kaçınız birleşik öfkeyle ayaklanıp bu haksızlığı telafi edeceksiniz."
"Şu konuda gayet açık olmalıyız ki, biricik umudumuz halktadır. Bizi tehdit eden idam kararının çıplak terörü bunda hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece halk, bu legal linç cinayetini engelleyebilir..."
"Yarışın sonu nereye varacaksa varsın, ister koşucu sayılalım ister kaçıcı, dürüst kişiler dışında hiçbir şey sayılmamıza izin verdiğimiz görülmeyecektir. Dürüstlüğümüzden ödün verdiğimiz asla söylenemeyecektir.."
İdam günü gelir çatar.
İdamın olacağı odada bir de telefon durmaktadır. Savcı telefonu gösterirken, Rosenberglere bir de fotoğraf gösterir: Çocuklarının fotoğrafı. Ve der ki ‘’telefonun diğer ucunda Başkan var. Açın ve biz suçluyuz deyin. Başkan da sizi serbest bıraksın.’’ Bu şekilde ABD uluslararası baskıyı üzerinden atmayı düşünür.
Rosenbergler biraz süre isterler. Giderler bir köşeye, Bayan Rosenberg kocasının dizlerindeki tozu silmektedir çünkü fotoğrafı gördüğünde Bay Rosenberg dizleri üzerine düşmüştür... Sonra savcıya giderler. ‘’Evet, onlar bizim çocuklarımız fakat bizim için mektup yollayan milyonlarca insan da bizim çocuklarımız; onları yarı yolda bırakamayız’’ derler ve idam edilecekleri bölmeye doğru giderler.
Ve çift elektrikli sandalyede idam edilidiğinde takvimler 19 Haziran 1953'ü göstermektedir...
Aslında mahkemenin verdiği idam tarihi 18 Haziran 1953'dür. Ancak o gün Rosenbergler çiftinin evlilik yıldönümüdür. Ve mahkeme Rosenberglerin talebi üzerine lütfederek idam tarihini bir gün ertelerler.
Rosenberglerin avukatlarından bu yöndeki talebi de şu şekildedir: "Ne olur, bir şeyler yap Manny. Evlenme yıldönümümüzde idam edilmek gibi büyük bir acımasızlığı yapabileceklerini aklım almıyor. Çünkü ben ne de olsa, insan gibi görünen, insan gibi konuşan, ama aslında sadist birer şeytandan başka bir şey olmayan kişilerin varlığına inanamayacak kadar yumuşak yürekli bir kişiyim.. Sevgilerimle, Ethel.."
Julius Rosenberg ilk elektroşokta yaşamını yitirir ancak Ethel Rosenberg için aynı işlemin birkaç kez daha yapılması gerekir… Gerçi bu işlem dava boyunca yaşanan onca hunharlığın içinde daha masum, daha az can yakıcı (!) bir şeydir...
Rosenberglerin infazında bulunan devlet bakanı William a. Carroll, ''bir çift güvercin''in cansız bedenleri taşınırken kendilerine mazeret yaratma adına yaptığı açıklamayla herkesin kanını dondurur: ''Rosenberglere, boyun eğip, suçu kabullenmeleri halinde hattın öbür ucunda Washington’ın olduğu telefon ile idamın durdurulacağı ve de kendilerini bekleyen oğulları 6 yaşındaki Robert ile 10 yaşındaki Michael'e kavuşacaklarını söyledik...''
Yaşam ve ölüm sınırında yapılan bu teklife Rosenberglerin verdiği yanıtı bakan şöyle açıklar: ''Peki ya suçsuzluğumuza inanan onca insan, onlar da bizim çocuklarımız değil mi? Satar mıyız hiç onları!..''
Oysa Ethel Rosenberg, ölümünden önce çocukları için bir şiir yazmıştır. Onların çocukları ki yalnızca Robert ve Michael değil, kardeşliğe ve barışa inanan tüm insanlardır. İşte, yalan söyleyip çocuklarına koşmak yerine, kendilerine inanan insanları terk etmeyen ve ölüme yürüyen bir annenin yazdığı dizeler; asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in çevirisi ile:
Eğer Ölürsek:
Bir gün öğreneceksiniz, evlatlarım, öğreneceksiniz,
Neden kestik türkümüzü yarıda,
Neden kitabımızı açık bıraktık, işimizi tamamlamadan,
Neden gittik toprak altında uyumaya.
Ağlamayın artık, evlâtlarım, ağlamayın.
Yalanlar ve pislikler neden sarmış dört bir yanı?
Neden bu gözyaşları, bu zulüm neden?
Öğrenecek bir gün bunu bütün dünya.
Yeryüzü gülümseyecek, evlatlarım, gülümseyecek
Ve sevinçler yeşerecek mezarımızın üstünde
Kıyımlar sona erecek, dünya olacak mutlu
Kardeşliğin ve barışın koynunda.
Çalışın, evlâtlarım, çalışın ve bir anıt dikin.
Sevgiye ve sevince bir anıt,
İnsanlık onuruna ve de insanca,
Sizin adınıza koruduğumuz, sizin adınıza.
Ve bir de mektup bırakırlar çocuklarına Rosenbergler:
“Sevgili çocuklarım,
Bu sabah, sanki tekrar birlikte olabilecekmişiz sandım. Ama bunun olmayacağını bildiğim halde, size ancak öğrendiklerimi aktarabilmeyi istedim. Ne yazık ki ancak birkaç kelime yazabilirim. Gerisini size yaşamınız öğretmeli. Bana öğrettiği gibi.
Başlangıçta sizin için acılı olacak, ama üzülen yalnızca siz olmayacaksınız. Sonunda siz de yaşamın yaşamaya değer olduğu inancına varmak zorundasınız. Şimdi önüne geçilmez biçimde yaklaşan ölüm karşısında bile bunu bilmenin cellatları yeneceğinden kesinlikle emin oluşumuz size bir avuntu olsun.
Yaşamımızın sizle birlikte sonuna kadar yürütme sevinci ve mutluluğunun bize nasip olmasını dilerdik. Babanız size tüm yüreği ve tüm sevgisinin sevgili oğullarına ait olduğunu söylemek istiyor. Suçsuz olduğumuzu ve vicdanımıza aykırı hareket edemediğimizi hiçbir zaman unutmayın.
Sizi bağrımıza basıyor ve hararetle öpüyoruz.
Sevgiyle,
Baba ve Anne”
İstisnasız tüm dünya gidişlerine ağlar. Gidişlerine gökler ağlar, yıldızlar ağlar, dağlar, taşlar, bulutlar ağlar. Ama öyle güzel giderler ki, öyle vakur giderler ki, öyle bir dik, dimdik giderler ki şiirler yazılır ardından. Bunlardan birisi de yazımın girişinde verdiğim Şair Melih Cevdet Anday'ın Rosenbergler için yazdığı ve Zülfü Livaneli tarafından da bestelenen ‘’Anı’’ adlı şiiridir… Şiiri burada tekrarlamak istiyorum:
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma
Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma
Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma
Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma
Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.
Rosenbergler için yazılan bir diğer Türkçe şiir de Oktay Rıfat Horozcu’nun ‘’Telefon’’ isimli şiiridir. Bu şiiri de yazımın sonunda veriyorum...
Yıllar sonra her şeyin FBI tarafından düzenlendiği ortaya çıkar.
Rosenberglerin idamından on üç yıl geçtikten sonra, mahkemeye sunulan delillerin, gösterilen şahitlerin ve suçlamaların tümünün düzmece olduğu bizzat şahitler tarafından açıklanır. Ancak Rosenbergler geri gelemezler artık.
Yıllar sonra, 1968 yılında Fransız tarihçisi Alain Decaux, uzun araştırmalarının sonucunda "Rosenbergler Ölmemeli" adlı oyunu yazar. Bu oyun dünyanın her yerinden ses getirir. Rosenbergleri tekrar dünyanın gündemine oturttur.
20. Yüzyıl Amerikan edebiyatının melankolik prensesi Sylvia Plath'ın başyapıtı ‘’Sırça Fanusu'’nda (Can Yayınları, 2008) konu kahramanlarıdır Rosenberg’ler. Kitap şöyle başlar: ‘’Rosenbergleri elektrikli sandalyede idam ettikleri yaz; garip, boğucu bir yazdı ve ben New York’ta ne aradığımı bilmiyordum. İdamlar beni hep serseme çevirir.’’ (Kitapta anlatıcı-kahraman Esther Greenwood, bir üniversite öğrencisidir. )
Romanın ilk satırlarından itibaren bir sıkıntı, bir ölüm kokusu yayılır. “İnsanın tüm sinirleri boyunca diri diri yanmasının nasıl olduğunu merak etmekten kendimi alamıyordum” der kahraman, Rosenberglerin idamı hakkında.
İdamlar hangi duyarlı insanı serseme çevirmez ki!
Derdi zaten Albert Camus: ‘’İdam cezasını kaldırmayacak bir devrim için ölmeye değmez. Her katil öldürürken ölümlerin en fecisini göze alır, onu öldürenler ise terfiden başka hiçbir şeyi göze almaz.’’
Rosenbergler davası bize bir iktidarın isteriye kapılması halinde adaletsizliğin her zaman başa gelebileceğini hatırlatır tıpkı Dreyfus davası gibi, tıpkı Balyoz, Ergenekon davaları gibi, tıpkı 28 Şubat davası gibi...
Allah hiçbir iktidarı isteriye kaptırmasın!
Osman AYDOĞAN
Oktay Rıfat Horozcu’nun Rosenbergler için yazdığı ‘’Telefon’’ isimli şiiri:
Gözlerin var ya çekik kara kara
Önce gözlerindi en güzel ışık
Beyaz dişlerindi bacakların omuzun
Damalı örtüde bir kâse çorba gibi
Buğulu bir lezzetti karıkocalık
Şimdi bir çınar yeşeriyor içimde
Bir şarkı söyleniyor uzun uzun
Hürriyetin rüzgârlı bayrağı oldu
Bize yeten aydınlığı sevdamızın
Aman dayanamazsam ne etmeli
Bütün pencereler üstlerine açık
Kimler soyar çocukları kimler örter
Biri on bir yaşında öteki küçük
Ya anne diye bağırırsa uykusunda
Belki korkmuş belki de susamıştır
Geceleri su içmeye alışık
Çorap öyle mi giydirilir don öyle mi bağlanır
Gömleği bir tuhaf sarkıyor arkasında
Çocuklara bakma dayanırım
Gide gide çoğaldım halkım ben artık
Dağ taş kalabalık kalabalık
Satar mıyım onları onlar da çocuklarım
Ben kadınım çocuklarımla varım
Telefon nafile açmam seni
Söylemez dillerim yarınla bağlı
Tutmaz parmaklarım kocamdan belli
Telefon benim ki de analık
Çocuklara bakma dayanırım
Sevgiydim önce bir çeşit incelik
Şimdi işe yarıyorum kaba saba
Tuzlu bir deniz kokusu havada
Benimle başladı bu müthiş tazelik
Benimle yaklaştı güzel günler
O günlerin eşiğinde beni hatırlayın
Hatırlayın onların vahşetini
Her telefon çalışta kesik kesik
“Garip Akımı” içerisinde garip kalmış bir şair: Asaf Hâled ÇELEBİ
Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazar; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…
Kıymeti, değeri, derinliği ve zenginliği yaşarken –belki de hâlen - anlaşılmayan ve ‘’Garip Akımı’’ içerisinde bir garip kalmış şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…
Cumhuriyet devri Türk şiirinde kendine özel bir yer edinen, özgün, eskilerin deyimiyle ‘’nevi şahsına münhasır’’ nadir bir şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…
Benim de en çok sevdiğim bir şairimizdir Asaf Hâled Çelebi…
Madem en çok sevdiğim şairdir de neden şimdiye kadar kendisini yazmadım?
Can Yücel’e sormuşlar; ''Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz, ona olan sevginizi anlatıyorsunuz?'' Can Yücel vermiş cevabını; ''Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim.''
Ben de kendimin Asaf Hâled Çelebi’yi yazacak kadar yetkin olmadığını düşünüyorum. Asaf Hâled Çelebi’yi anlamak zordur, çünkü belli bir tarihi ve tasavvufi bilgi olmadan onun şiirlerini okumak güçtür ama hele hele onu yazmak daha da bir güçtür. Yine de deniyorum. Çok sayıda değişik kaynaklardan derlediğim Asaf Hâled Çelebi ve bazı şiirleri hakkındaki bu yazımı beğeneceğinizi umuyorum.
***
Asaf Hâled Çelebi İmparatorluğun en uzun kışını yaşadığı 1907’de İstanbul’da doğar ve 1958 yılında hayata gözlerini yumar. Babasından Fransızca ve Farsça, tanınmış bir Mevlevi şeyhi Ahmet Remzi Dede ve asıl adı Mehmet Rauf olan besteci ve müzik bilgini Rauf Yekta Bey’den de musiki ve nota dersleri alır.
Mevlâna soyundan geldiği için de ‘’Çelebi’’ soyadını almıştır. Nüfustaki adı; Mehmet Ali Asaf’tır. Bir süre Fransa’da kalır… Fransa dönüşünde üç yıl Sanayi-i Nefise Mektebi’nde öğrenim görür.
Şiirlerinde; Doğu ve Batı kültürlerini bağdaştırır, Doğu kültürüne özgü motif ve sembolleri ustalıkla kullanır, ilhamını tasavvuf ve dinler tarihinin ünlü kişilerinden, eski doğu medeniyet ve masallarından alır…
Eserleriyle geçmiş ve gelecekle, hikâyeler, efsaneler ve masal âlemi arasında bağ kurar… İslam ve tasavvuf edebiyatı yanında Fars ve Hint edebiyatına hâkimdir. İran edebiyatına vâkıftır ve şiir yazacak kadar da Farsça bilir.
Türk Edebiyatında ‘’soyut şiirin’’ ilk tanımını yapmış, şiirlerinde hayatta olduğu gibi, somut malzemeyle soyut bir âlem yaratmıştır. (Kendi deyişiyle; ‘’Mesela esasen müşahhas malzeme ile mücerret olan hayali yaşatabilmektir.’’)
Özel hayatında ise tam bir İstanbul beyefendisidir Asaf Hâled Çelebi… Haldun Taner bir yazısında Asaf Hâled’i şöyle anlatır: ‘’Yakasına çiçek takıp kökünü mendil cebine yerleştirdiği küçük bir şişenin suyu ile beslemesi, kocaman bir gülsüz gezmeyen Oscar Wilde’yi anımsatıyordu.’’
Sadece şair değil, yazardır da aynı zamanda Asaf Hâled Çelebi…
‘’Mevlânâ’’ (1939), ‘’Molla Câmî’’ (1940), ‘’Konuşulan Fransızca’’ (1942), ‘’Eşref oğlu Dîvânı’’ (1943), ‘’Pali Metinlerine Göre Gotama Buddha’’ (1946), ‘’Dîvan Şiirinde İstanbul’’ (1953), ‘’Nâimâ’’ (1953) ve ‘’Mevlânâ ve Mevlevîlik’’ (1957) eserlerinin yazarıdır Asaf Hâled Çelebi...
‘’Mevlânâ’nın Rubaileri’’ (1939), ‘’Seçme Rubailer’’ (1945), ‘’Ömer Havyam’’ (1954) ve ‘’Roubayat de Mevlânâ Djelal-cMIn Roumi’’ (Paris, 1950) eserlerinin tercümanıdır Asaf Hâled Çelebi...
Ayrıca çeşitli dergilerde kalan ve kitap hâline getirilemeyen makaleleri de vardır. İlk şiir kitabı ‘’He’’yi 1942 yılında, ‘’Lamelif’’i 1945 yılında ve bütün şiirlerinin topladığı ‘’Om Mani Padme Hum‘’u ise 1953 yılında yayımlar. ‘’Om Mani Padme Hum‘’; Sanskritçede Budistler’in kullandığı bir mantradır; ‘’nilüferin içindeki cevher’’ demektir.
Her bir şiiri üzerine akademik çalışmalar yapılmış, onlarca makale yazılmıştır.
Asaf Hâled Çelebi’nin şiirlerinin iki konusu vardır: Birincisi; dini motifler, tasavvuf ve mistisizm, ikincisi ise; masallardır… ‘‘Semâ-ı Mevlâna”, “Cüneyd”, “İbrahim”, “Mârâ” gibi şiirleri Asaf Hâled’in mistik şiirleri; “Nûrusiyâh” ve “He” gibi şiirleri de Asaf Hâled Çelebi’nin masal motiflerini kullandığı şiirleridir.
Türk toplumundaki felsefe eksikliğini şiirleriyle gideren, ses, imge, anlam ve düşünce olarak kültürler arası bir nitelik taşıyan şiirleriyle Türk şiirinde “modern gelenekçi” tavrın temsilcisi olan sezgi şairi Asaf Hâled Çelebi’ye büyük saygı duyuyorum, unutulmasın istiyorum. Ruhu şâd olsun...
Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
***
Asaf Hâled'in şiirleri
Şimdi de Asaf Hâled’in bazı şiirlerini ve açıklamalarını vereceğim… Kısa bi süre önce kaybettiğimiz (01 Nisan 2018) şairimiz Ülkü Tamer'in şiirlerini hiçbir açıklama yapmadan olduğu gibi vermiştim... Ancak Asaf Hâled'in şiirlerinin açıklanması gerekiyor. Aslında Asaf Hâled’in her bir şiiri ayrı bir yazı konusudur. Burada birçok şiirine yer vermemin yazımı uzatacağının farkındayım ama böylesine derli toplu bir Asaf Hâled çalışmasını da bir başka yerde bulamayacağınız için bu mahsuru göze alıyorum… Anlayış göstereceğinizi umuyorum. Asaf Hâled şiirlerinde hiç büyük harf kullanmaz, hep küçük harf kullanır. Burada verdiğim Asaf Hâled’in şiirleri kendisinin yazdığı şekliyle alınmıştır.
nûrusiyâh
bir vardım
bir yoktum
ben doğdum
selimi sâlısin köşkünde
sebepsiz hüzün hocamdı
loş odalar mektebinde
harem ağaları lalaydı
kara sevdâma
uyudum
büyüdüm
ve nûrusiyâha ağladım
nûrusiyâha ağladığım zaman
annem süzudilâra idi
ve babam bir tambur
annem sustu
babam küstü
ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh
Arapçada ‘’sâlisin’’ ‘’üçüncü’’ demek. Şiirde ismi geçen ‘’selimi sâlisin’’; ‘’Osmanlı padişahı Üçüncü Selim’’dir.
‘’Süzudilâra’’; musikiye düşkün Üçüncü Selim’in kendisinin besteleyip Türk Sanat Müziğine hediye ettiği bir makamdır.
Selimi Sâlisin (III. Selim) köşkünde doğan da –anlatan- padişah çocuğudur.
Şiirde ‘’kara sevda’’dan bahsedilir. Bahsedilen ‘’kara sevda’’; III. Selim’in sevdiği cariyesi, gözdesi Mihriban ile Mihriban’a musiki öğretsin diye görevlendirdiği devrin müzik üstatlarından bestekâr Sadullah Ağa arasındaki aşktır. Başlangıçta III. Selim âşıkları idam etmek istese de sonra affeder.
Şiirde geçen ‘’annem sustu’’, ‘’babam küstü’’ vurgusu yaşadığımız çağa dönük her türlü değer yargısından, insani değerlerden ve mistik duygulardan uzak bir yaşama karşı yapılan sitem gibidir.
‘’Nûrusiyâh’’; Şeyh Galip’in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ isimli eserinde geçen ‘’Aşk’’ın ‘’Hüsn’’e (iyiye, güzele) ulaşmak için ‘’Kalp Kalesi’’ne yaptığı zorlu yolculuktur. ‘’Nûrusiyâh’’ bu anlamıyla bahsedilen bu aşk hikâyesini anlatır.
‘’Nûrusiyâh’’ ayrıca tasavvufi anlamda da kullanılır; ‘‘Nûrusiyâh’’; tasavvufî anlamda bir ilahi varlığa ulaşabilmek için gelinmesi gereken son noktadır.
‘’Nûrusiyâh’’; ‘’nokta-i süveydâ’’dır. ‘’Nokta-i süveydâ’’; kalbin ortasında var olduğu tasavvur edilen siyah noktadır, insan kalbindeki ilahi mazhardır.
‘’Nûrusiyâh’’; insanı kâmil olmak için kat edilmesi gereken aşamalar ve ulaşılması gereken son aşamadır.
Ancak şiirin sonunsa Asaf Hâled bir feryat halinde çığlık çığlığa ‘’nûrusiyâh’’a erişemediğini ifade eder:
‘’ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım
nûrusiyâaah
nûrusiyâaahhh’’
***
ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim
Asaf Hâled Çelebi’nin “İbrahim” şiirinde putları kıran Hz. İbrahim aracılığı ile Divan Edebiyatındaki sevgiliye, kadir kıymet bilmeyene, anlamayana, unutana, düşünmeyene, vefasıza, hayırsıza, namerde, muhannete ve haksızlık edene gönderme yapılarak “gönlü put sanıp da kırandan” şikâyet edilir.
Bu şiirde söz edilen Hz. İbrahim, Bâbil’de puthaneye giderek en büyüğü dışındaki bütün putları kırar. Putları kırdığı baltayı da büyük putun bileğine asar. Bu Bâbil’in en büyük tanrısı Marduk, yani Güneş Tanrısıdır.
Kavmi döndüğünde durumu görünce onu sorgular. İbrahim, büyük putun diğerlerini kırdığını, bunu ona sormaları gerektiğini söyler. Kavmin, putların konuşamayacağını belirtmesi üzerine onlara, konuşamayan o nesnelere niye taptıklarını sorar. Cezalandırılmak için ateşe atılan İbrahim, ateşte yanmaz, ateş gül bahçesine döner.
Bu olay kutsal kitap Kuran’da Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol.” (Enbiya Suresi, 69-71)
Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Bâbil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçelerle tanınan Bâbil hükümdarı Nemrut Buhtunnasır’ın diğer adı Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur. (M.Ö. 605-562). Onun üç kişiyi Bâbil’de Dora ovasına diktirdiği altın puta tapmadıkları için ateşe attırdığı, ancak onların yanmadıkları rivayet edilir. Bunlardan birisi Hz. İbrahim’dir.
Şiirde bahsi geçen ve Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Bâbil’in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Söylentiye göre Buhtunnasır, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Mezopotamya’nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis’in asma bahçeleri olarak da anılır. Bâbil’in asma bahçelerinin günümüze gelen kesin izleri yoktur.
Şiirde mitolojiden faydalanılarak “zamansız bahçeleri kucaklamak” ifadesiyle Hz. İbrahim’in cezalandırılmak için atıldığı ateşin dönüştüğü gül ve Buhtunnasır’ın yaptırdığı asma bahçelere gönderme yapılır. Söz konusu yerler maddîdir ve yok olmuştur. Burada şairin öteki âlemde mevcut sonsuz ve sınırsız bahçelerde yaşama arzusu dile getirilir.
***
cüneyd
Şiirin başında Arapça karakterlerle şu ifade yer alır: Leyse fi cübbet-i sivallah (Cübbemin altında Allah’tan gayrı bir şey yok)
bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu
‘’Cüneyd’’ Asaf Hâled’in Türk şiirine kazandırdığı Türk şiirinin yüzakı mümtaz bir şiirdir. Âsaf Hâled’in ‘’Cüneyd’’ şiiri, tasavvufun mühim simâlarından, Cüneyd-i Bağdadi’nin “Leyse fî cübbeti sivallah (Cübbemin altında Allah’tan gayrı bir şey yok)” tarihî sözünün Arap harfleriyle epigraf olarak verilmesiyle başlar. Bu söz Cüneyd-i Bağdadi’nin idam edilmesine yol açar. Böylelikle Cüneyd-i Bağdadi tasavvuftaki “bilen söylemez, söyleyen bilmez” düsturuna aykırı hareket ederek sırrını ifşa etmiş olur. Asaf Hâled bu şiiri ile tasavvuftaki ‘’Vahdetü’l-Vücûd’’ kavramını Cüneyd-i Bağdadi’ye (ve de Hallac-ı Mansûr’a) atfederek anlatır...
***
nirvana
karanlığa geçelim
karanlığı geçelim
ne uyku
ne ölüm
hem uyku
hem ölüm
düs içime uyu
ve sonsuz büyü
unut renkleri
ve şekilleri
hepi
ve hiçi
beni
ve seni
ve geceyi yuttu
nirvana
Asaf Hâled Çelebi ‘’Nirvana’’ isimli bu şiirinde Buda felsefesini yansıtır… Buda’nın Hint felsefesinde Nirvana’nın çok önemli bir yeri vardır. Nirvana, Batı’da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. Nirvana; istek ve tutkuların yok olması, ıstırabın etkili olmayacağı bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir mutluluğa erişmektir. Nirvana’ya erişme isteği de dâhil olmak üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik kazanılmadan Nirvana gerçekleştirilemez.
Nirvana’yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük yaşamını normal haliyle sürdürüyor. Eylemlerinin bir takım nedensel zorunluluklar yaratmaması da imkânsızdır. Nirvana’ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesi için eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı islerden alkış beklemiyor, başarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla üzmüyor. Kuşkusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun eğmesini de biliyor. Ben’i aşınca bütünle bütünleşiyor… Yarının getireceklerine kaygısız, ben’in doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin bilincine erişiyor.
Buda’nın öğretisi; bir yandan ben’i yok sayarken öbür yandan da bireyciliği en ileri götürmüş olan öğretidir. Buda, insanın, toplumun kendisine giydirdiği kişiliksiz kimlikten soyunup gerçek varlığıyla baş başa kalınca gerçeği olduğu gibi özümleyecek bir yeteneğe sahip olabileceğine inanıyordu.
Buda, ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemiyordu. Böyle bir soruyla karşılaşınca ya susuyor, ya da söyle diyordu: Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu posunu, oku atmaktaki amalini falan mı araştırmaya kalkardınız? Ben bir şeyi açıklamıyorsam bırakın açıklanmamış olarak kalsın. Peki neden açıklamıyorum? Çünkü o şeyin açıklanması size hiç bir yarar sağlamayacaktır da ondan. Çünkü bu sorulara yanıt aramak ne aydınlanmanıza, ne bağımlılıktan kurtulup özgürlüğünüzü kazanmanıza, iç suskunluğuna, gerçeğe ermenize, Nirvana’ya erişmenize katkıda bulunabilir.
Buda, öğretisinde hiç bir dogma, iç yaşantıyla doğrulanamayacak hiç bir inanç getirmemeye özen göstermiştir. Varoluş, devingen gücünü nedensellikten alan sürekli bir oluşum, değişim sürecinden başka bir şey değildir; varoluşun ardında durağan bir öz, tözel bir nitelik yoktur. Budizm’de tözsüz, öz varlıksız bir nedensellik vardır.
İşte Asaf Hâled bu şiirinde, ruhî huzura ve saadete ulaşmak için tasavvuf düşüncesinden Budizm’deki Nirvana’dan yararlanır. Fakat, onun Nirvana’sı kendine mahsus bir şekle bürünerek ayrı bir nitelik kazanır. Asaf Hâled, kendi Nirvanasını şöyle tanımlar; “Benim Nirvana’m Budistlerinkinden ve Tagor’unkinden şu noktada ayrılır ki, Nirvana’da saadet zirvesine erebildiğim anda bile içim rahat değildir.”
Nirvana şiirindeki ‘’karanlık’’, ‘’uyku’’ ve ‘’ölüm’’ şairin bu rahatsızlığını anlatır.
***
mâra
bilmemek bilmekten iyidir
düşünmeden yaşayalım mâra
günü ve saatleri ne yapacaksın
senelerin bile ehemmiyeti yoktur
seni ne tanıdığım günleri hatırlarım
ne seneleri
yalnız seni hatırlarım
ki benim gibi bir insansın
tanımamak tanımaktan iyidir
seni bir kere tanıdıktan sonra
yaşamak acısını da tanıdım
bu acıyı beraber tadalım mâra
başım omuzunda iken sayıkladığıma bakma
beni istediğin yere götür
ikimiz de ne uykudayız
ne uyanık
Birçok dilde (mesela Arapçada) “kadın” anlamına gelen Mâra, Budizm’de Buda’yı baştan çıkarmaya çalışan, dünyevi güzellikleri simgeleyen kadının da adıdır.
Asaf Hâled şöyle tanımlamış Mâra’yı: “zihnin safvete (sâfilik, temizlik, pâklık, hâlislik), huzura ve kurtuluşa kavuşması için yapılan bir cihad manzarası gibi görünmüştür. İnsanların bağlarından kurtulmasını reddeden bu kudret mâra papima (habis mâra) Budizmin şeytanıdır. En büyük kurtuluş timsali olan Buddha’nın tamamı ile aksi olan evsafa maliktir.”
15’inci yüzyılda yaşamış, Trabzon imparatoriçesinin yeğeni, II. Murat’ın haremine girmiş, Bizans imparatorunun evlenmeye çalıştığı ama başaramadığı zengin bir kişidir Mâra aynı zamanda...
Mâra’yı bazı kaynaklar da Sırp asıllı yapar. Yorgos Leonardos’un ‘’Hırıstiyan Sultan Mâra’’ isimli tarihi romanı bir kişisel maceranın sürükleyiciliği çerçevesinde ortaçağ Balkanlar’ını canlandırır. Sırbistan hükümdarının kızı, II. Murad’ın eşi, Fatih Mehmed’in saygıdeğer analığı ve neredeyse son Bizans İmparatoru Konstantin Paleologos’un eşi olacak olan Mâra Brankoviç Komnenos’tur Mâra. Bu kitapta Mâra’nın soluk kesici hayat öyküsünün ekseninde, iç çekişmeler, romantik ya da zorlu aşklar, kanlı savaşlar, tüyler ürpertici katliamlar, karanlık entrikalar, azılı egemenlik çatışmaları yer alır... 15’inci yüzyılda Güneydoğu Avrupa’nın tarihine yeni bir yön veren bu olaylar kitabın sayfalarında yeniden canlanır. Sırp kralı Brankoviç’in kızı Osmanlılar arasında çok ünlü olmuş, Fatih ondan anamız diye söz etmiştir. Bazı kaynaklarda Mâra sultan diye geçmiştir.
***
he
vurma kazmayı
ferhâaad
he’nin iki gözü iki çeşme
âaahhh
dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var
ferhâd
ejderha bakışlı he’nin
iki gözü iki çeşme
ve ayaklar altında yamyassı
kasrında şirin de böyle ağlıyor
ferhâaad
Asaf Hâled, “He” şiirinde Allah’ı simgeleyen Arapçadaki “ﻫ” harfinden yola çıkarak beşeri aşktan ilâhî aşka kavuşmayı şiirleştirir. Ayrıca Arapçadaki “ﻫ” harfi Allah kelimesinin son harfi ve “O” manasına gelen Hüve’nin baş harfidir.
Şiir, Ferhad ile Şirin’in hikâyesiyle benzerlik gösterir… “He”nin iki gözünden iki çeşme şeklinde akan gözyaşları, Şirin’ine kavuşmak için dağı delen Ferhad’ın gözyaşlarıdır. Şiirde ifade edilen gözyaşı damlaları da şekil itibariyle “he”ye benzer.
Bu şiirde ‘’ferhâaad’’, ‘’âaahhh’’ ve ‘’ejderhâ’’ sözcüklerinin Arap harfleriyle yazımı da göz önüne alındığında, elif’in -“ve ayaklar altında yamyassı” dizesinde- he’ye vurulan bir kazma olduğu görülür... “Ferhâd öyküsü’’ ile “He” sözcüğü arasında da bir bağlantı kurulur. Bu şekilde Ferhâd ile Tanrı arasında birlik kurmaktadır şiir; daha doğrusu insanla Tanrı arasında.
Ayrıca Arapçadaki hâ/he kelimeleri Divan şairlerince sevgilinin gözüne de benzetilir.
***
semâ-ı mevlânâ
tennûre giymiş ağaçlar
aşk niyâz eder
mevlânâ
içimdeki nigâr
başka bir nigârdır
içimdeki semâ’a
nece yıldızlar akar
ben dönerim
gökler döner
benzimde güller açar
güneşli bahçelerde ağaçlar
halaka’s-semâvati-vel’ard’h
yılanlar ney havalarını dinler
tennure giymiş ağaçlarda
çemen çocukları mahmur
câaan
seni çağırıyorlar
yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar.
Şiir, Mevlevilikte önemli olan “Semâ” kavramı etrafında kurgulanır. Şiirin temelinde tasavvuftaki ‘’devir’’ öğretisi oluşturur. Bilindiği gibi varlıkların Hakk’tan zuhur edip tekrar Hakk’a ulaşmasını izah eden mistik görüş “devir” kavramıyla anlatılagelmiştir. Tasavvuftaki inanışa göre ‘‘âlem-i gayb’’dan (görünmeyen varlıklardan), ‘‘âlem-i şuhud’’a (görünen varlıklara) inen varlık, önce cemâd (cansızlar), sonra nebât (bitkiler), sonra hayvan, en sonra da insan suretinde oluşur.
‘’Devir’’, varlığın maddeden insan mertebesine ve oradan Allah’a ulaşması; ‘’devriyye’’ de bu tekâmül fikrini işleyen mensur veya manzum eserlere verilen isimdir.
Devir anlayışı, İslâm mutasavvıflarının ledünnî (Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmi) anlamını verdikleri şu ayetlerde dayanak bulmaktadır; “sizi topraktan yarattık, oraya döndüreceğiz ve başka bir sefer yine oradan çıkaracağız” (Tâhâ suresi, 55), “oysa O, sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmıştır” (Nuh suresi, 14), “onlar Allah’tan geldiler ve yine Allah’a dönerler” (Bakara suresi, 156).
Bu anlayışa göre, Hakk’ın zatından oluşan ilahî nûr, madenlerden bitkilere; bitkilerden hayvanlara; hayvanlardan insana ve bu makamdan da insan-ı kâmil mertebesine ulaşarak, yine ilk zuhur ettiği aslına, yani Hakk’a geri dönecektir..
İnsan hâlihazırdaki suretine bürünmeden önce âlemde dağınık bir halde idi. Onlardan önce de, dört unsurda (anasır-ı erba’a), toprak, hava, su ve ateşte ve dört tabiatta (soğukluk, sıcaklık, yaşlık, kuruluk) halinde idi. Bu dört unsur ve dört tabiat ise göklerin dönmesinden meydana gelmektedir. İnsan bütün bu evrelerden geçtikten, insan mertebesine yükseldikten sonra, ‘‘asıl hakikatinden haberdar olmak ve aslına dönmek’’ gereksinmesini duyar. Ondan sonra da derece derece yükselerek, Hakkâ ulaşır. Semâ, bu devri anlatır. Devir kelimesi anlatıldığı gibi varlıkların Hakk’tan gelişini ve tekrâr ona dönüşünü açıklayan tasavvufî bir kavramdır.
Esasen semâ ve devrân da Hakk’tan gelip ve yine O’na gidişi sembolize eder. Tasavvuf şiirinde meleklerin arş, hacıların Kâbe ve gezegenlerin güneş etrafında dönmeleri de devrân kavramıyla ifade edilmektedir.
Asaf Hâled bu şiirinde Mevlevî bir semâzenin semâ ederken yaşadığı hâlleri devir öğretisiyle örtüştürerek “mutlak hakikate” ulaşmayı istemektedir.
Asaf Hâled Çelebi, şiiri kurgularken Kurân’dan da alıntı yapar. Şiirde geçen, ‘’halâka’s-semâvati-ve’l-ard’h” ibaresi ise semâ esnasında ilâhiler arasında okunan ayetlerin kulaklarda çınlaması için yerleştirilmiştir.
Âsaf Hâled’in şiirde kullandığı “cân” kelimesini Mevlânâ’nın gazellerinden almıştır ve bütün varlıkların üstünde, asıl sahip olan mutlak hakikati işaret eder…
Semâ-ı Mevlânâ şiirinde kâinattaki her şey, semazen/şairle birlikte semâ dönmektedir. Şair, kâinattaki her şeyle birlikte döndüğü / kaybolduğu âlemde göğe yükselir.
‘’yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar’’
Bu bir anlamda tasavvuftaki vecd hâlidir.
‘’içimdeki semâ’a
nece yıldızlar akar
ben dönerim
gökler döner’’.
Osman AYDOĞAN
Mehlika Sultan
Kaf dağı; masallarda yer alan, genellikle eski doğu ve daha çok İran mitolojisinde sözü edilen, aşılması güç olup dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten yapılmış bir dağdır. İran mitolojisine ait Zümrüd-ü Anka kuşu da bu dağda yaşar. Zümrüd-ü Anka'ya İranlılar ‘’Simurg’’ diye de adlandırır. Bu kuşun, dağın tepesinde köşke benzer bir yuvada yaşadığı, insanlar gibi düşünüp konuştuğu, çok geniş bir bilgi ve hünere sahip olduğu, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yaptığına inanılır.
Kaf dağının Kafkasya’da olduğu rivayet edilir ama nerede olduğu bilinmez. Masallarda oraya gidilir, ama genellikle oraya varılmaz.
Kaf dağı zihinlerde bir ‘’öte’’ imgesi yaratır. Kaybolmuşların, kavuşamayanların, yurt özlemi içinde yaşayanların, sürgünlerin, sürülmüşlerin rüyasıdır Kaf dağı… Bu nedenle Kaf dağı ‘’âlem-i misal’’ de görülebilen bir dağdır. Âlem-i misal ise uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal bir âlemdir. Simgeler, yansımalar âlemidir âlem-i misal. Mistik ve tasavvufi inanışlarda âlemin, evrenin dünya ile arasındaki geçit yeridir âlem-i misal. İlahi âlemden maddi âleme yani dünyaya geçerken, ruhların geçiş yoludur âlem-i misal … Platon (Eflatun)'un ‘’idealar dünyası’'nın hemen hemen aynısıdır, kısmen de olsa, karşılığıdır âlem-i misal…
Kaf dağı sadece masallarda değil, masalımsı şiirlerde de yar alır. Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk şiirine kazandırdığı bir şaheser olan ‘’Mehlika Sultan’’da da geçer Kaf dağı... Şiirde sadece “Kaf dağları” geçemez. Şiirde geçen; “çıkrığı yok kuyu”, “uzun gözlü, uzun saçlı peri”, “viran kuyu” gibi ifadeler ve “yedi” sayısı da masalsı unsurlardır. Bu haliyle şiir Asaf Hâled Çelebi’nin şiirlerine benzer. Birçok araştırmacı “Mehlika Sultan”ı Belçikalı şair Maurice Maeterlinck’in “Serres Chaudes” isimli masalsı şiirine de benzetirler.
Halil Cibran ‘’Her erkek iki kadına aşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır’’ derdi… İşte Halil Cibran’ın bahsettiği hayallerimizdeki aşkın somutlaşmış halidir ‘’Mehlika Sultan’’… Kaf dağlarının ardında yaşayan, hayallerimizi süsleyen ve kavuşmaya bir türlü vasıl olamadığımız dünya güzeli bir peridir ‘’Mehlika Sultan’’. Hayal edilen güzelliktir, sonsuzluğun sembolüdür ‘’Mehlika Sultan.’’ Zaten ‘’Mehlika’’ ismi de Farsça kökenli ‘’ay parçası, çok güzel kadın’’ anlamında bir kelimedir.
‘’Mehlika Sultan’’a âşık yedi genç ise Doğu klasiklerinde geçen meşhur yedilerdir... Yâni ''üçler, yediler, kırklar'' deyiminin ortancası. Bu yola düşenler üçler kadar az değil, ama kırklar kadar da çok değil, orta sayıda bir grup...
‘’Mehlika Sultan’’ bir kez bir gencin rüyasına girdi mi o genç âlem-i misalde Kaf dağının ardına o güzeli bulmaya yola çıkarmış. Ümitlerle çıkılan bu yolculuk hem zahmetli hem de hüsran dolu olurmuş…
Uzun sayılacak nitelikte olan şiirde sadece sözcüklerle anlatılır, tasvir edilir ‘’Mehlika Sultan’’; ‘’Bir hayâlet gibi dünya güzeli’’, ‘’Hepsi meşhûr, o muammâ güzeli’’.
Yedi âşık da rüyalarına girdiği hayallerindeki bu ‘’muammâ güzeli’’ aramak uğruna bir gün memleketlerini terk ederler ve yollara düşerler. Bu yolculuk her gün daha da uzar ve daha da ıstırap vermeye başlar. Niceleri bu yolda hayatlarını feda etmiştir ama Mehlika’nın kara sevdalıları varırlar Kaf dağlarının ardına. Kendilerini bekleyen tek şey ise çıkrığı yok bir kuyudur. Suya bakınca gizli bir dünya görürler. Zannederler ki etrafı ölüm servileriyle çevrili bu dünya o muamma güzelin yaşadığı yerdir. İçlerinden birisi parmağındaki yüzüğü atar suya ve o gizli dünyanın son bulmasıyla ererler yolculuğun son demine.
Belki de ‘’Mehlika Sultan’’ın ölümsüz bir dünyada yaşaması gerektiği için atar içlerinden biri parmağındaki yüzüğü ve yaşatmaya devam ederler hayallerinin sonsuzluğunda dünya güzeli o periyi. Kalır yedi âşık Kaf dağlarının ardında ve geriye hiçbir zaman dönmezler.
”Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir” derdi Montaigne… İşte arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildi Mehlika Sultan…
‘’Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım’’ derdi Halil Cibran… İşte aşkı konuşmak için hiçbir sözcük bulamadığımız bir duyguydu Mehlika Sultan…
‘’İnsanın değeri ulaşmak istediğiyle ölçülür, ulaştığıyla değil’’ derdi yine Cibran… İşte ulaştığımız değil de ulaşmak istediğimiz bir hayaldi Mehlika Sultan…
‘’Siz, sevgiye yol göstereceğinizi sanmayın, çünkü sevgi sizde değer görürse, her yolu gösterir’’ derdi yine Cibran… İşte sevginin bize Kaf dağı olarak gösterdiği bir yerdi Mehlika Sultan…
Belki de hayat ‘’Mehlika Sultan’’ların uğrunda yaptıklarımızdır, hayallerimize hedeflerimize uğraşma çabasıdır. Bir hedef, bir maksat değildir ‘’Mehlika Sultan’’. Kaf dağlarına giden yoldur ‘’Mehlika Sultan’’. Kaf dağlarının ardına kadar ulaşamasak ta bu uğurdaki çabamızın ödülüdür ‘’Mehlika Sultan’’.
Biliyor musunuz ki ki şiirde bahsi geçen yedi gençten sonra ‘’Mehlika Sultan’'a âşık olup da Kaf dağlarına doğru tek başına yola çıkan sekizinci genç de bendim! İnanmıyorsanız eğer okuyun sitemdeki ''Şehriyar'a dair'' olan notları..
Osman AYDOĞAN
Mehlika Sultan
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı:
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Kara sevdalı birer âşıktı.
Bir hayâlet gibi dünya güzeli
Girdiğinden beri rü'yâlarına;
Hepsi meshûr, o muammâ güzeli
Gittiler görmeye Kaf dağlarına.
Hepsi, sırtında aba, günlerce
Gittiler içleri hicranla dolu;
Her günün ufkunu sardıkça gece
Dediler: ''Belki bu son akşamdır''
Bu emel gurbetinin yoktur ucu;
Daimâ yollar uzar, kalp üzülür:
Ömrü oldukça yürür her yolcu,
Varmadan menzile bir yerde ölür.
Mehlika'nın kara sevdalıları
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.
Gördüler: ''Aynada bir gizli cihân..
Ufku çepçevre ölüm servileri.....''
Sandılar doğdu içinden bir ân
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri.
Bu hâzin yolcuların en küçüğü
Bir zaman baktı o viran kuyuya.
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
Parmağından sıyırıp attı suya.
Su çekilmiş gibi rü'yâ oldu!..
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayâl âlemi peydâ oldu
Göçtüler hep o hayâl âlemine.
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Seneler geçti, henüz gelmediler;
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
Oradan gelmeyecekmiş dediler!..
Yahya Kemal BEYATLI
Romantik bir ‘’Boğaz’’ şairi: Türkan İLDENİZ
Türkan İldeniz pek tanınmayan, kıymeti pek bilinmeyen kadın şairlerimizdendir… Kandilli Kız Lisesinde öğrenim görmesi nedeniyle her ‘’Boğaz’’da öğrenim görenlerde (!) rastladığımız romantizm ve duygu yükünü kendisi şiirlerine de yansıtmıştır.
Türkan İldeniz’in şiirlerinde romantizm vardır, duygu vardır ve hüzün vardır. Türkan İldeniz’in şiirlerinde romantizmin, duygunun ve hüznün yanında bir ‘’başkaldırı’’ ve ‘’isyan’’ da vardır.
Türkan İldeniz kendi el yazısı ile özgeçmişini kısaca şu şekilde anlatır; ‘’1938 yılında Bolu'nun ilçesi Düzce’de doğmuşum. İlk ve ortaokulu Düzce’de; liseyi İstanbul Kandilli Kız Lisesinde okudum. Evliliğim dolayısıyla Hukuk Fakültesinden ayrıldım. Ece ve Ege adında iki kızım var. İstanbul Belediyesinden emekliyim. Kitaplarım: Taşra Kızının Deliceleri (1966), Havva Çıkmazı (1967)’’
Şiirleri, Onüç, Varlık, Seçilmiş Hikâyeler, Dost, Pazar Postası, Yelken, Yeni İnsan, Türk Dili, İnsancıl, Evrensel Kültür, Gerçek Sanat, Akköy, Güzel Yazılar dergilerinde yayınlanır...
Türkan İldeniz ile yazar Erdal Öz, ülke '’60 İhtilali'’ne yol alırken tanışırlar… Bu tanışma neticesinde duygusal, coşkulu, aşkla ve edebiyatla dopdolu bir ilişki yaşarlar. Bu ilişki esnasında Erdal Öz'ün Türkan İldeniz'e yazdığı mektupları derlediği bir kitabı var: ‘’Yaşamayı nasıl özledim bilsen! Türkan İldeniz'e mektuplar’’ (Can yayınları, 2017) Erdal Öz, yalnızca coşku dolu sevgi satırları koymamış bu mektuplara, edebî değerlendirmeler de göndermiş şair sevgilisine. ‘’Yaşamayı nasıl özledim bilsen!’’ Kafka’nın Milena’ya, Halil Cibran’ın May Ziyade’ye yazdığı kalitede mektuplardır. Kitap adı gibi içten, adı gibi içli ve adı gibi anlam yüklü sözcükler içermektedir… Mektup edebiyatını özleyenler için tam bir hazinedir bu kitap...
Erdal Öz bir mektubunda şöyle seslenir Türkan İldeniz’e:
“Şu anda en iyisi İstanbul’da olmak. Seninle. Ama kıramadığım zincirlerle bağlıyım. Kıramıyorum. Belki bir hafta sonra kırılacak bu zincir; bilmiyorum. Ölü saatlerimi kemiriyorum. 500’ü yarıya indirdim. Bu, 500’ün yarısı kadar saat sonra yaşayacağım demektir. Yaşamayı nasıl özledim bilsen.”
Bir başka mektubunda da Türkan İldeniz’e değil de sanki günümüz Türkiye’sine seslenir Erdal Öz:
‘’Denizleri, suları gör düşlerinde. Biz dağlara gidiyoruz yaban'la.
Yalnızlığımızın dağlarında at koşturacağız.
Uyu sen.’’
Özellikle ‘’Boğaz’’da okuyanların (!) şiirlerinde kendilerini bulacakları için Türkan İldeniz’in şiirlerini tanımaları gerekir diye düşünüyorum.
Osman AYDOĞAN
Türkan İldeniz’in şiirlerinden bir kaçı;
Cılız haykırış
Uzatma ellerini sabahlara bir -gelemem
Gelemem ölesiye bakma gözlerime
Belli ki sensiz, seninle bitecek bu özlem
Belli ki sancılara uyanacak içimdeki bahar.
Durup durup seslenme düşünceme
Kapılara beş kilit birden vurdular
Işıkları söndürdüler karanlıktayım
Güçsüzüm -ağlamaklı- üstelik yalnızım
Örümcek ağlarıyla bağlandı ellerim
Dört duvarla çevrildi yörem
-Bana kalsa simdi gelirim Yollara pusu kurdular -bekleme
Bekleme sakın gelemem.
Su zincirleri bir kırabilsem
Parça parça edebilsem pencereleri
Belki kurtulurum.
Karsız yollarda belirmese izim
Kin saçan gözler kovalamasa pesimi
Yanında olurum
Sen’le olurum.
Uygar tutsaklığın bu en çiliz haykırısında
Gözyaşlarımın sıcağından donacak cehennem
Gerçek seviden…
Sana ulasan yollara
Bir avuç toz niyetine serpeceğim kendimi.
Hayvanlardan utanacaklar
Onların utançları da içleri gibi kara
Oysaki sana ait her şey beyaz
Yine de uzatma ellerini sabahlara bir
gelemem
Gelemem öldüresiye tutma ellerimi.
Taşra kızının deliceleri
Gözlerim seni görünce güzel
Saçlarım senin için uzun
Tenim seninle sıcak böyle.
Sakınmaklar gereksiz bunu yeni anladım
kırıp dikenli telleri geldim yanına.
Dört tarafımda elle tutulan karanlıktı-bilirsin
raylarca uzuyordu yalnızlığım
körkandil kısır anlayışlara
bir kinim vardı, zamanın eritemeyeceği
bir sancım vardı öylesine belirgin
yokluğun özlü çıbandı sanki
Duramadım.
Duramadım dayanılmaz isteklere
bütün bağlardan kurtulup bir an
gözlerinin büyüsüne geldim
ellerinin ateşine
Yak beni.
Sen uykusun vazgeçilmiyorsun
Seni kendim kadar seviyorum
Günlerden bir gün duysam acısını
Beni ilk öpenin sen olmasını istiyorum
Beni ilk öpenin sen olmasını.
Gecedir
Gecedir
durdum ortasında hüznün
yağmur mermi gibi iniyor sabrıma
bu dar havadan bıktım artık
yoluma mayın ekerek giden aralık
yatmış pusuya
Ocak sapa kaldı
yamacından geçtim şubatın da
gecedir
yumruğum kendi avcuma
öylesine sürüldü ki yüreğim buzullara
öğrendim ateş yakmasını suda
o hırçın nehir
köprüleri yıkmış
bahar karşı kıyıda
gün olur bir şiir açar
gökyüzü büyür
tat gelir acıya.
Tükeniyorum
Sayısını unuttuğum günlerce bekleyişten
Ben yorgunum rıhtım taşları yorgun
Art arda geçen gemiler durmuyor bu limanda
Duranlardan sen çıkmıyorsun.
Bil ki katıksız sancılara razıyım yokluğun olmasa
Bil ki bir avuç biber gözlerime serpilen
Ellerimde soğumadı ellerinin izleri
Durup şiirler yazıyorum yoluna.
İçimde sıkıntının en dayanılmaz şekli
Kaçıncı kere saatleri susturuyorum
Bensiz çözülüp sensiz bağlanması yok mu halatların
Tükeniyorum.
Gelme sakın perişan olacağım
Öfkemin gülleridir, yağmura döner yüzünü
küsüp senin güneşine
İçilecek bir kadeh schnaps nu
yarım bıraktım
Gelme.
Gölgeni yıkma yoluma
bocalıyorum
Kasırgalar yaratma öyle çılgınca
Korkulu soluklarda geniş olmak kim
Yaşadıkça yaklaşırım sandım – oysa
suyun ateşle uyumsuzluğu gibisin
Kopabilir desem en ince yerinde
Geçmişe uyanan gözlerinin
Ateş gemilerini bir bu ürkütür
Şimdi uzaktan gülüp geçtiğim
Şimdi
uzaktan
gülüp geçtiğim
Ne mi çıkar güneş tutulmasından
Nasıl mı çocukluğum
Ben o zamanlar da böyle üşürdüm
Evlerde katı yönetimli kuklalar
çatışmalara hazırlar saygımı
Beklediğim günlere daha ne kadar
Anlatılmaz umutlara merhaba
Hatırlatma bütün onları ve onları
Benzer benim çektiklerim
Peygamber Yusufa
Bir anda çağrışımlar yok edince zamanı
Uzaklaştıkça ölçülere vurması kolaylaşan
Nasıl mı çocukluğum
Geçti mi çocukluğum
Çocukluğum mu – hiç yaşamadığım
Bırakır her yerde kendini hüzne
Unutmak pazarında en pahalı
Buyruklar – buyruklar – buyruklar
buyruklar – itirazsız – hep baş üzre
Düşünmekti ezen gözlerimi yük
yanlıştı yanlış şu benim korkularım
ürkerek birer mum gibi
yöresi sönük.
Ve bir gün
yürüdüğünü her şeyin
Ve bir gün
eh işte nasılsa
korkularımı bilinçle kovdum
Dur dediler dinlemedim
Koştum
İsyanım onlara oh ola.
Belki özüm orda diye
İlle de İstanbul dersen
Hırçın bir deniz bulacaksın kıyıda
Sonra çok bunalıma itecek seni
karanlığa kurşunla yazılan teoriler
ve gölgelerin saygısız büyüklüğü
aslına oranla
Gerekirse açıp bütün köprüleri
Yılma, yüklen şiirlere
Gücün Kartaca.
Kesin ayrılıklara yeni çiçek serpmek
en duygulu serüveni yaşarken
güneşi güldürse de arada bir
buzulları çözmeye yetmez
Ağusunu yüreğime akıtan aşkından
yeni kavuştum kendime
yine ayırma
Geçitlerde yol vermez yabanlar
Derim ki kimse aramadı böylesine
kendini bulmak için
benim kadar.
Benim kadar hiç kimse
öyle ülke ülke dolaşıp…
Uzun da olsa yollar ne çıkar
sabrımı almışım yedeğime
Ne çıkar uzatsa anılar
ahtapot kollarını
Varsayıp her şeyi hiçbir şeye
Giderim doğacak günlere.
Sen yine eskiden olduğu gibi
Zenci mızrakları havayı yırtarken
Tam tamına katıksız
Malraux’su mu okuyorsun akşam üzerleri
Bağ bozumu türküler yakılan
o sancılı günlerinde dört mevsim
– Hayli yakın eskidikçe onlar bana –
Ateşleri yak da öyle oku
Çünkü fenerini elinden alıyorlar
Diyojenin.
Geciken bir şey var güz sularında
Bilmesem bahar belki diyeceğim
Artık hiç olmadık yerlerdeyim senden uzak
Söyleyemeden o çok ezberlediğimi
Düşüncenin yorulduğu yerden
Acıyla bıraktığım o köşeye
yeniden dönmek mi
İstemem bırak
– Çoğalan acılara yeni direnç nerede –
Oz şiirlerin Tanrısal havasında
Gelmesin eski aşklar
Yeni saltanatıyla.
Gelme sakın perişan olacağım.
Türkan İLDENİZ
Rus edebiyatının talihsiz bir dehâsı: Puşkin
Ey güzel ülke! Uzak ülke.
Ey bilmediğim ülke!
Ne kendi isteğimle geldim sana,
Ne de soylu bir atın sırtında.
Beni bu yiğit delikanlıyı,
Gençliğin ateşi sürükledi sana.
Bir de başımdaki şarap dumanları..
Ataol Behramoğlu'nun çevirdiği, Nadir Göktürk'ün bestelediği Tanju Duru'lu, Emin İgüs'lü ‘’Ezginin Günlüğü'nün’’ seslendirdiği ve severek dinlediğimiz bu dizeler Puşkin’in bir şiiridir.
Nâzım Hikmet'in; "ömrüm boyunca bir tek şiir çevirdim Türkçeye.’’ dediği şiirin şairidir Puşkin.
Nâzım Hikmet’in; ‘’öldü diye her seferinde dehşetli bir keder duydum.’’ dediği şairdir Puşkin.
Nâzım Hikmet’in; ‘'yeryüzünde batısı, doğusu, kuzeyi, güneyi içinde sevdiğin dört şair say deseler, bu dörtten biridir.’’ dediği şairdir Puşkin.
Nâzım'ın çevirdiğini bahsettiği Puşkin şiiri ise ‘’Kleopetra ve Âşıkları'’dır. ‘’Kleopetra ve Âşıkları’’ şiirinde Puşkin aşağıdaki dizeleri bir şarkıcıya söyletir;
Mutluluğunuz sizin, benim aşkımdadır,
Dinleyin beni, ben dilersem eğer, siz
Benimle bir olabilirsiniz.
İhtiras alışverişine kim giriyor, kim?
Aşkımı satıyorum ben,
Hayatı pahasına bir gecemi benim
Söyleyin, kim satın alacak içinizden?
Aleksandr Sergeeviç Puşkin 26 Mayıs (bazı kaynaklar Puşkin’in doğum tarihini 06 Haziran olarak verirler) 1799’da doğdu ve 29 Ocak 1837’de Moskova’da vefat etti.
Annesi ve babası çok kültürlü, soylu ve aristokrat insanlardır. Puşkin, ilk bilgilerini yabancı eğitmenlerden edinir. Henüz sekiz yaşındayken Fransızcası Rusçası kadar iyidir. On bir yaşına geldiğinde ise özgürlükçü yazarlarına hayran olduğu Fransız Edebiyatı’nı neredeyse ezberler ve Fransızca şiirler yazmaya başlar.
Kendisine Rus masallarını anlatan, eski Rus türkülerini söyleyen yaşlı dadısı Arina Rodionovna ona Rus halkının ruhunu aktarır ve Arina’nın anlattıkları, Puşkin’in çocukluk ruhunda silinmez izler bırakır.
Puşkin, dönemin baskıcı ortamına ve yönetime karşı, sanatın özgürlüğü konusunda düşüncesini eserlerinde ustaca yansıtır. Bir şiirinde bunu net bir şekilde görmekteyiz:
Çünkü yasak tanımaz rüzgâr,
Zincir vurulmaz kartala, genç kız kalbine.
Şair de öyledir işte
İçinden geldiği gibi yaşar...
Eserlerinin bir kısmını görevli olarak gittiği Kafkasya’da yazar. Burada ünlü "Kafkas Esiri" (Kavkazskiy Plennik -1822, şiir) ve "Bahçesaray Çeşmesi" (Bakhchisarayskiy Fontan – 1824, şiir) adlı eserlerini yazar. Bu dönemdeki şiirlerinden birisinin adı da ‘’Gece sisi kaplamış tepelerini Gürcistan’ın’’dır:
Gece sisi kaplamış tepelerini Gürcistan'ın;
Karşımda akıyor Aragva uğultulu.
Hem hüzün hem bir hafiflik var içimde; kederliyim,
Seninle dopdolu, aydınlık bir keder bu.
Seninle, sadece seninle... Hiçbir şey
Bozmuyor, tedirgin etmiyor üzgünlüğümü,
Ve yürek yeniden tutuşuyor, seviyor yeniden,
Sevmemesi olanaksız çünkü.
Puşkin, bir baloda eski yüksek rütbeli bir memurun kızı olan Natalya Gonçarova ile karşılaşır ve büyüleyici güzellikteki bu genç kıza âşık olur. Puşkin’in mutsuzluğuna, talihsizliğine ve çok genç yaşta ölümüne giden yolun başlangıcı olur bu karşılaşma, bu aşk ve bu yanlış tercih; yeryüzünde çoğu insanın yaptığı gibi… Natalya edebiyatla hiçbir ilgisi olmayan, Puşkin’i bir şair olarak umursamayan, aklı fikri kendine rahat bir yaşam sağlayacak bir koca bulmakta olan sıradan biridir ve ailesinin de ondan pek bir farkı yoktur.
Puşkin Natalya’ya evlenme teklif eder; Natalya ise, şairin evlenme teklifini belirsiz bir tarihte cevaplanmak üzere erteler. Puşkin, bu durum karşısında umutsuzluğa kapılır ve Cervantes’in söylediği; ‘’aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır’’ sözüne uyarak Moskova’dan uzaklaşmak ister. Bu nedenle de, 1829’da, Natalya’yı unutabilmek amacıyla bir gözlemci olarak Rus ordusuna katılır ve Osmanlı topraklarına Erzurum’a kadar gelir. Sonradan yazdığı “Erzurum Yolculuğu” adlı eserinde yol izlenimlerini anlatır.
İşte bu yolculuğunda Sibirya’dan Polonya’ya kadar bilinen bir aşk şiirini Erzurum’da yazar; Türkçe okunuşu ile "Ya vas lyubil"; ‘’Seviyorum Sizi’’ Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle Türkçesi; (Seviyorum Sizi, Aleksandr Puşkin, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çeviren: Ataol Behramoğlu, 2006)
Seviyordum sizi ve bu aşk belki
İçimde sönmedi bütünüyle.
Fakat üzmesin sizi artık bu sevgi
İstemem üzülmenizi hiçbir şeyle.
Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi.
Bazen çekingenlik, bazen kıskançlıkla üzgün.
Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki
Dilerim bir başkasınca da böyle sevilin.
Moskova’ya dönen Puşkin, Natalya’ya evlenme teklifini yineler. Uzun çekişmelerden sonra Natalya’nın ailesini de ikna etmeyi başarır ve sonunda nişanlanırlar. Natalya ise, bu duruma karşı kayıtsız kalır ve sadece izlemekle yetinir. Natalya’nın bu tutumu da sonuna kadar böyle devam eder. Yaşamını çekilmez kılan bir kayınvalidesi ve kusursuz ama yapay bir çiçek olan eşi vardır artık Puşkin’in.
Ayrıca rejim karşıtı söylemleri nedeniyle de bitmek bilmeyen soruşturmalar ve yasaklamalar yüzünden içi büyük bir acıyla dolsa da Puşkin, yazmaya devam eder. “Yevgeni Onegin”, “ Don Juan” , “Veba Sırasında Ziyafet” gibi manzum tragedyalarını ve “Dubrovski”, “Maça Kızı” gibi önemli eserlerini bu dönemde yazar. Gogol’la olan arkadaşlığı da bu döneme rastlar. Öyle ki, Gogol’a ünlü ‘’Ölü Canlar’’ romanını yazma fikrini Puşkin verir.
‘’Şair’e’’ şiiri ise bu döneminin eseridir; Sefer Aytekin’in çevirisiyle ‘’Şair’e’’ şiiri;
Ey şair! Kulak asma, sevgisine sen halkın
O canım methü sena, anlık gürültü, geçer;
Kuru kalabalığın gülüşünü duyarsın,
Ve aptalın hükmünü; fakat metin ol, boşver.
Sen Çarsın; yalnız yaşa, yolunda yalnız yürü,
Yürü, hür vicdanının seni çektiği yere,
Olgunlaştır, sevgili meyveyi, tefekkürü;
Hizmetine karşılık bir mükâfat bekleme.
Her şey sendedir, sende; büyük mahkeme sensin;
Eserine, elden çok, kıymet biçebilensin,
Söyle ey titiz şair, sen ondan memnun musun?
Memnunsan, kalabalık varsın küfretsin sana,
Tükürsün, ateşini yakan ulu mihraba,
Şamdanını, çocukça öfkeyle, sarsadursun.
Evde mutluluğu bulamayan Puşkin’in kadınlara aşırı bir düşkünlüğü oluşur. Şu sözü bu özelliğini anlatır: ‘’Mutluluğun iki biçimi vardır. Biri bir kadına sabırsız bir halde umutla giderken ve diğeri bir kadından ve tutkudan kurtulmuş olarak geri dönerken.’’
Evime çekinmeden, serbestçe
evimin kadını olarak gir...
diye söyler Puşkin şiirinde bütün güzel kadınlara…
‘’Erzurum Yolculuğu’’ kitabında, Anadolu halkı ile İstanbul şehri halkının ve sarayın çözülmesini, halk ile yönetimin kopukluğunu, kendi yarattığı yeniçeri Eminoğlu karakterinin ağzından güzel bir şiirle anlatmıştır, Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle;
Gâvurlar övüyor şimdi İstanbul'u
ama yarın demir ökçeleriyle
uyuyan bir yılan gibi ezecekler onu
ve çekip gidecekler bırakıp öylece
İstanbul bırakmasın hala uykuyu
(Şiir uzun, şiirin tamamını yazımın sonunda veriyorum.)
1833'te tamamladığı şiirsel romanı ‘'Yevgeni Onegin’' Rus edebiyatı’nın en büyük başyapıtı olarak görülür. Bu eseri 1879 yılında operaya uyarlanır. Rus asıllı Amerikalı yazar Vladimir Nabokov '’Yevgeni Onegin’' için ‘’yabancı bir dilde anlam derinliğiyle verilmesi mümkün değildir” diye ifade eder.
En büyük eseri "Yüzbaşının Kızı" ile ilgili olarak Gogol şöyle demektedir: ‘’Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve büyük hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık, yumuşaklık öyle bir yüksekliğe ulaşıyor ki bu yapıtta, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı, bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi, zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçak gönüllü büyüklüğü. Bütün bunlar yalnızca gerçek değil, onu da aşan bir şey.’’
Puşkin Rus ve dünya yazınına, aralarında ‘’Ruslan ile Ludmila’’, ‘’Çingeneler’’; ‘’Bahçesaray Çeşmesi’’, ‘’Kafkas Tutsağı’’, ‘’Yevgeni Onegin’’ gibi anlatı - şiirler de bulunan ölümsüz bir şiir mirası bırakmıştır. Fakat onun ‘’Byelkin′in Hikâyeleri’’, ‘’Dubrovski’’, ‘’Yüzbaşının Kızı’’ vb. öykü ve romanları da, şiir türündeki yapıtlarından daha az ünlü değildir.
Şiir çevirisinin özel güçlükleri nedeniyle, kendi ülkesi dışında şiirlerinden çok, öykü ve romanlarıyla tanınmaktadır. Her şair Puşkin’den izler taşır. Çünkü Puşkin şiirin ölümsüz yaratıcılarından, yol göstericilerinden biridir. Son yazdığı şiirlerinden birisidir;
Tüm arzularımı yaşadım ben
Hayallerime de soğudum artık
Sadece acılarım kaldı içimde
Meyveleri kalbimdeki boşluğun...
38 yaşına rağmen tüm arzularını yaşamıştır artık, hayallerine de soğumuştur, sadece acıları kalmıştır içinde. Bu yaşta sanki intiharına karar verir; çünkü ömrünün bu anında kader George Charles d'Anthès adında Fransız Ordusunda görev yapan birisi ile karşılaştırır O’nu.
Puşkin, o sıralarda kendisine yazılan birkaç imzasız mektup aracılığıyla, d'Anthès adındaki bu Fransız delikanlısının eşi Natalya Puşkin’e kur yaptığını, Natalya’nın da buna kayıtsız kalmadığını öğrenir. 1837’de d'Anthès’i düelloya çağırır. Bu bir anlamda Puşkin’in ölüme meydan okuyuşudur. Çünkü d'Anthès’in ordunun en iyi nişancılarından olduğu bilinmektedir.
27 Ocak 1837'de St.Petersburg yakınında düellonun yapılmasına karar verilir. Puşkin'in şahidi arkadaşı Danzas'tır. Düello'da kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilir. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d'Anthès, Puşkin’i karnından yaralamayı başarır.
"Yüzbaşının Kızı" romanındaki yazdığı şekilde gerçekleşen düello sonucu iki gün boyunca can çekişen Puşkin, 29 Ocak 1837 yılının soğuk bir öğleden sonrası yine bir hikâyesinin kahramanı gibi hayata gözlerini yumar.
Şairin öldüğünü duyunca evinin kapısının önünde toplanan ve ‘’Yevgeni Onegin’’in son baskısını kapış kapış tüketen halk, şairin ölümü üzerine neredeyse hükümete karşı bir ayaklanma noktasına gelir. Bu gerekçe ile olayların çıkmasından çekinen polis, bir gece yarısı, şairin tabutunu gizlice kiliseden alır ve Mihaylovskoye köyüne götürerek toprağa verir.
Rus edebiyatı uzmanı Ataol Behramoğlu bir yazısında Puşkin’in Çar karşıtı olması nedeniyle bu düellonun bir komplo olabileceğini yazar.
Moskova’da Kremlin’e dik inen Tverskaya Ulitsa (caddesi) üzerinde hemen Puşkinskaya Metrosundan Tverskaya çıkışının açıldığı yerde heybetli bir heykeli bulunmaktadır.
26 Mayıs 1880’de Moskova’da yapılan bu Puşkin Heykeli’nin açılış törenine, Dostoyevski bir konuşma yapması için davet edilir. Kendi çalışmalarına ara veren Dostoyevski, hayatı boyunca hayranlık duyduğu, manevi yol göstericisi ve büyük Rus dehâsı olarak gördüğü Puşkin hakkında bir konuşma hazırlar. Tören Çar’ın emriyle ertelenmesine rağmen, Dostoyevski büyük bir cesaretle yola çıkar ve konuşmasını yapar. Rus edebiyatında “büyük bir olay” ve bir dönüm noktası olarak değerlendirilen bu konuşmada Dostoyevski, tüm hayatı boyunca karşılaştığı, kendisine yöneltilen suçlama ve eleştirilere meydan okur; Batıcılarla Slavcıları, halkla aydınları, Rusya’yla Avrupa’yı uzlaştırmaya çalışır.
Puşkin’in heykelini çevreleyen küçük park, Moskova’da sevgililerin önemli buluşma mekânlarından birisidir. Bu parkta amatör müzik grupları konserler verir. Puşkin’in heykelinin önünde her daim taze bırakılmış çiçekler bulunur. Nedeni bir Rus’a sorulduğunda; ‘’Puşkin’i sevmek Rusya’da bir gelenektir’’ cevabı verilir. Çünkü oralarda hâlâ vefa vardır, sanata, edebiyata saygı vardır, kadir kıymet bilme vardır, bizde olduğu gibi şairlerin mezarları tahrip edilmez.
Birçok kişi tarafından en büyük Rus şairi ve Rus edebiyatının kurucusu kabul edilir. Tüm Rus kitaplarında adı "bir dâhi" olarak anılır. Puşkin, klasik Batı edebiyatını ve Rus halkının ruhunu sentezleyerek, Rus edebiyatı’nda “gerçekçilik akımı”nı başlatan şair ve yazardır. Rusların Dante'si olduğu söylenir. Dante nasıl İtalya'ya bir dil armağan ettiyse Puşkin de Ruslara o enfes edebiyat dilini hediye etmiştir. Dostoyevski onun için '’Rus edebiyatının peygamberidir’' der… Tolstoy da Puşkin hakkında söyle der: "Ondaki güzellik duygusu kimsede olmadığı kadar gelişmiştir. Sanatçıya gelen ilham ne kadar güçlü olursa, onu esere yansıtmak için gereken çaba da bir o kadar büyük olur. Puşkin’in şiirleri öylesine sade ve pürüzsüzdürler ki, aynen bu şekilde ona aktarıldığını düşünürüz. Oysa onun bu sadelik ve pürüzsüzlüğe ulaşmak için ne kadar emek sarf ettiğini bilmeyiz."
Puşkin çevirileriyle bilinen ünlü Türk edebiyatçı ve şair Ataol Behramoğlu Puşkin hakkında şunları söyler: ‘’Ben, Puşkin’in hemen hemen tüm şiirlerini de Türkçeye tercüme ettim. Türkiye’de basılan ‘Sizi Seviyorum’ kitabında Türk okuyucuları Puşkin’in pek çok lirik şiirlerini bulabilirler. Puşkin’in doğum günü olan 6 Haziran, herkes için, Rus edebiyatı ve tüm Ruslar için çok önemli gündür. Puşkin’in eserlerinden hiç olmazsa bazı satırlar bilmeyen bir tek Rus insanı, hatta bir tek Rus çocuğu bulunmaz sanırım. Puşkin’in sanatı, Rus dili hazinesidir.’’
Tarihçi İlber Ortaylı Siyaset Bilimi doktora derslerinde annesini derse getiriri annesi de öğrencilerine Rusça Puşkin'in şiirlerini okurdu... .
Puşkin’i okumadan bu dünyadan gitmemek lazım! Puşkin’i tanımak için en azından "Yüzbaşının Kızı" okunmalı diye düşünüyorum.
Osman AYDOĞAN
Erzurum Yolculuğu
Gâvurlar övüyor şimdi İstanbul'u
ama yarın demir ökçeleriyle
uyuyan bir yılan gibi ezecekler onu
ve çekip gidecekler bırakıp öylece
İstanbul bırakmasın hala uykuyu
İstanbul peygamberin yolundan ayrıldı
onu baştan çıkardı kurnaz batı
dalarak utanç verici zevklerin koynuna
o ihanet etti duaya ve kılıca
küçümsüyor artık savaş alanından akan teri
şarap saati oldu dua saatleri
Söndü inancın kutsal ateşi
dolaşır evli kadınlar mezarlıklarda
her kocakarı her hacı ana
hareme sokarlar erkekleri
işbirlikçi harem ağası uykuda
Ama Erzurum öyle mi ya?
bizim dağlı, çok yollu kentimiz
kapılmadık biz zevkü sefaya
yüzvermedik isyan şarabına
günah yolundan gitmedik, gitmeyiz
İnanç sahibiyiz, oruç tutarız
kutsal sulardır doyuran bizi
düşman üstüne rüzgâr gibi
uçup gider atlılarımız
girilmez haremlerimize
serttir harem ağalarımız
kadınlar rahatça otururlar içerde
Puşkin’in Eserleri
Ruslan i Lyudmila – Ruslan ve Ludmila (1820) (şiir)
Kavkazskiy Plennik – Kafkas Esiri (1822) (şiir)
Bakhchisarayskiy Fontan – Bahçesaray Çeşmesi (1824) (şiir)
Tsygany, – Çingeneler (öyküsel şiir) (1827)
Poltava (1829)
Küçük Trajediler (1830)
Boris Godunov (1825) (dram)
Papaz ve uşağı Balda'nın Hikâyesi (1830) (şiir)
Povesti Pokoynogo Ivana Petrovicha Belkina – İvan Petroviç Belkin'in hikâyesi (Beş kısa hikâyeden oluşur: Atış, Kar Fırtınası, Cenazeci, Menzil Müdürü ve Bey'in Kızı) (1831) (düzyazı)
Çar Saltan Masalı (1831) (şiir)
Dubrovsky (1832-1833, yayınlandı1841, roman)
Prenses ve 7 Kahraman (1833, şiir)
Pikovaya Dama – Maça Kızı (hikâye) (1833) daha sonra operaya uyarlanmıştır.
Altın Horoz (1834, şiir)
Balıkçı ve Altın Balığın Hikâyesi (1835, şiir)
Yevgeni Onegin (1825-1832) (şiirsel roman)
Mednyy Vsadnik – Bronz Süvari (1833, şiir)
Yemelyan Pugachev isyanının Tarihi (1834, düz yazı)
Kapitanskaya Dochka - Yüzbaşının Kızı (1836, düz yazı)
Kirdzhali – Kırcali (kısa hikâye)
Gavriliada
Istoriya Sela Goryukhina – Goryukhino Köyü'nün Hikâyesi (bitirilmemiştir)
Stseny iz Rytsarskikh Vremen – Şövalye Hikâyeleri
Yegipetskiye Nochi – Mısır Geceleri (kısa şiirsel hikâye, bitirilmemiştir)
K A.P. Kern – AP. Kern'ne (şiir)
Bratya Razboyniki – Haydut Kardeşler (oyun)
Arap Petra Velikogo – Büyük Petro'nun Arabı (tarihsel roman, bitirilmemiş)
Graf Nulin – Kont Nulin
Zimniy vecher – Kış akşamı
Kuşların ve rüzgârın şairi: Ülkü Tamer
‘’İkinci Yeni’’, Türk şiirinde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan ve 1950'li yıllarda Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer gibi şairlerin oluşturduğu bir topluluktur. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost'tur. Akımın öncü şairi Ece Ayhan'a göre ise az kullanılan adıyla '’Sivil Şiir’'dir…
Şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çalıştılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmekti.
İşte Türk şiirindeki bu ‘’İkinci Yeni’’ akımının şiirlerinden olup hep bir kadın naifliği, nezaketi ve yumuşaklığını barındıran ancak pek tanınmayan, sakin, barışçıl, huzur verici bir konuşuşu, bakışı olan en çocuksu yazarı Ülkü Tamer 01 Nisan 2018 günü sanki 1 Nisan şakası yaparcasına o güzel atına binerek çekti gitti aramızdan…
İpek gibi, kadife gibi bir Türkçesi vardı. Kuşların, rüzgârın şairiydi o.
Ülkü Tamer, 1937, Gaziantep doğumludur. 1958 yılı Robert Kolej'i mezunudur. Daha sonra da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsünde okudu. Şairliğinin yanında, gazeteci, oyuncu ve çevirmendir. Yetmişin üstünde kitap çevirmiş, şiir antolojileri hazırlamıştır. Lise yıllarında şiirleri edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başlanır. İlk şiiri 1954 yılında Avni Dökmeci'nin yönetimindeki ‘’Kaynak’’ dergisinde yayınlanır: "Dünyanın Bir Köşesinden Lucia". Şiirleri daha sonra Pazar Postası, Yeditepe, Yeni Dergi, Papirus, Sanat Olayı gibi dergilerde yayımlanır. İlk şiir kitabı ‘’Soğuk Otların Altında’’ 1959'da yayınlanır. 1986 yılında o ana kadar yayınladığı yedi şiir kitabını "Yanardağın Üstündeki Kuş’’ adlı kitapta bir araya getirir.
1991 yılında dört öyküsünü içeren "Alleben Öyküleri" (Adam yayınları) adlı öykü kitabını, 1997'de ise "Alleben Anıları" adlı öykü kitabını yayımlar. (‘’Alleben Öyküleri’’ ve ‘’Alleben Anıları’’ memleketi olan Gaziantep ile ilgilidir.) Bunları 1998'de yayımlanan "Yaşamak Hatırlamaktır" adlı anı kitabı izler… Oyunculuk dönemi anılarını içeren "Bir Gün Ben Tiyatrodayken" ise 2003 yılında yayımlanır.
Çevirileri de öyle basit çeviriler değildir... Çevirileri Euripides, Hamilton, Shakespeare, Çehov, Brecht, Miller, Steinbeck, Eliot ve Ibsen gibi dünyaca ünlü çevrilmesi zor yazarların eserlerdir….
Bu çevirilerden Edith Hamilton'dan ‘’Mitologya’’ çevirisiyle 1965 yılın ‘’TDK Çeviri Ödülü'’nü ve 1979'da çevirileri nedeniyle Macaristan Halk Cumhuriyeti'nce verilen ‘’Endre Ady Ödülü’nü', "İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür" (1966) adlı kitabıyla 1967 yılı ‘’Yeditepe Şiir Ödülü’’nü, "Alleben Öyküleri" adlı öykü kitabıyla 1991 yılı ‘’Yunus Nadi Ödülü'’nü ve 2014 yılında "Bir Adın Yolculuktu" adlı kitabı ile de ‘’Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü'’nü kazanır…
Tomris Uyar'ın, Turgut Uyar'dan iki önceki, Cemal Süreyya’dan bir önceki eşidir Ülkü Tamer aynı zamanda.
Kendine ait bir sözlüğü de vardı Ülkü Tamer’in… Sözcükler yüklediği anlamlar da şairin o derin ve naif iç dünyasını yansıtırdı… Bu sözlükten birkaç sözcük:
Acı: On iki ayın mor kanatlı kelebeği…
Buz: Gölün tavan arası…
Ceviz: Sincapların sandık diye açtıkları kutu…
Çit: Çimen saati…
Düğüm: Kuşların yüreğindeki patika…
Elmas: Ay ışığının sesi…
Fırıldak: Rüzgârın çocukluğundan bir anı…
Göktaşı: Meleklerin kırık oyuncağı…
Ğ: Alfabenin ıssız deresi…
Haydut: Ağaçların üstünde dörtnala giden adam…
Ihlamur: Hasta böceklerin başucu ağacı…
İnci: Deniz diplerinin kırağısı…
Jüpiter: Yüzyıllar önce yola çıkmış bir kirpi…
Küskünlük: Yaprakların yere düşerken rastladıkları komşu…
Leke: Karın üstüne damlayan serçe kanı…
Masal: Gürgenlerin çocuklara söyledikleri ninni…
Nöbetçi: Kovuk başlarında biten mantar…
Okyanus: Yeraltından fışkıran gökyüzü…
Pas: Güz bulutlarında donan yağmur…
Rıhtım: Toprağın taştan kılıcı…
Saçak: Kumruların şemsiyesi…
Şapka: Orman cücelerinin tüylü evi…
Takvim: Yılların kıyısında dolaşan kayık…
Uyanış: Şafağa altın boşaltan bakraç…
Üçgen: Kış gelince yağan piramit parçaları…
Vadi: Coğrafyanın atlara armağanı…
Yılbaşı: Korunun sonunda başlayan koru…
Zebra: Üvey kardeş…
Ülkü Tamer son yıllarındaki bir sohbetinde "Kaç kelebek ömrü kadar ömür yaşadım, yetmez mi?" demişti… Demek ki yetti artık...
Bir değer daha göçtü gitti işte… Biz biraz daha fakirleştik…
Ruhu şâd olsun…
Osman AYDOĞAN
Ülkü Tamer şiiri, “insanın kendine yönelik bir sanat biçimi” olarak görürdü… “Şiir yazarken kendi kendime sanki kendimi anlatıyorum” derdi… Şairler yaşarken kıymeti bilinmezmiş, ölünce şiirleri şaha kalkarmış derler… Ben de size şairin şiirlerinden kısa bir demet sunmak istiyorum… Ülkü Tamer'in şiirlerini yorumlamayacağım çünlü şairin şiirleri yorumlanmaya gerek kalmayacak kadar açık ve net!... İçine ''hava'' değil de ''gökyüzü'' çeken bir şair ayrıca nasıl yorumlanabilir ki? Verdiğim belli başlı şiirlerini sonuna kadar okumanızı isterim... Kendinizden çok şey bulacaksınız bu şiirlerde...
Ülkü Tamer’in en bilinen şiiri Zülfi Livaneli’nin seslendirdiği ‘’Güneş topla benim için’’ şiiridir…
Güneş topla benim için
Seher yeli çık dağlara
Güneş topla benim için
Haber ilet dört diyara canım
Güneş topla benim için
Umutların arasından
Kirpiklerin karasından
Döşte bıçak yarasından canım
Güneş topla benim için
Seher yeli yar gözünden
Havadaki kuş izinden
Geceleri gökyüzünden canım
Güneş topla benim için
Kıranlara Selam Olsun
Selam olsun dağa taşa
Yaranlara selam olsun
Ormandaki kurda kuşa
Cerenlere selam olsun
Dünya üstü kara zindan
Boynumuzda yağlı urgan
Yolculardan hancılardan
Soranlara selam olsun
Ölüm canın has yoldaşı
Diken gülün gönül eşi
Kar altında deniz düşü
Kuranlara selam olsun
Kâğıdımız çaput bizim
Kefenimiz bulut bizim
Mesleğimiz umut bizim
Kıranlara selam olsun
Ağıt
Bu toprakta kalır adın
Tohumların arasında
Yeşilinde tarlaların
Başakların sarısında
Yıllar geçse de aradan
Kopar gelir ırmaklardan
Işır yine kurşunlanan
Dostlarının yarasında
Günü gelir dağa çıkar
Yıldızlardan şiir çeker
Kanımızı siler yıkar
Suların en durusunda
Bir annedir bir kardeştir
Ovalarda bir ateştir
Sırasında hayat verir
Ölüm saçar sırasında
Bayrak olur bize yarın
Rüzgârıyla ilkbaharın
Dalgalanır genç kızların
Gözlerinin karasında
Kırda Vurulanların Türküsü
Telef olduk kır içinde
Hançer idik kına döndük
Tane iken nar içinde
Kuru otta cana döndük hey
Beş Allah'a kullar idik
Toprak bizim beller idik
Ne biliriz eller idik
O toprak da sona döndük
Felek kırdı cümlemizi
Kilitledi sılamızı
Kurar iken kalemizi
Yıkılası hana döndük
Ecel sefa geldi dedik
Yası umut ile yuduk
Ölür iken on beş idik
Şimdi on beş bine döndük
Uyku
Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Dallarında gezinsin
Kül rengi güvercinler
Konsunlar yastığıma
Uyutmak için beni
Sırtlarında kuş tüyü
Gagalarında ninni
Kaldırıp yatağımı
Uçursunlar göklere
Kendimi yıldızlarda
Bulayım birdenbire
Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Alnıma dokunanlar
İyileşmiş desinler
Şahdamar
Hey sevgilim, gülüm, yârim
Can içinde şahdamarsın
Fermansın bu dünyaya
Neye baksam sen varsın
Yola düştüm ay batarken
Derelerde buldum seni
Ötelerde sanır iken
Berilerde buldum seni
Ekmeğimi dörde böldüm
Yarılardan buldum seni
Ölülerden haber aldım
Dirilerde buldum seni
İçimdeki çıralarda
Dışımdaki törelerde
Bilemezsin nerelerde
Nerelerde buldum seni
Nefes
Dağın uykusuna, kuşun gözüne,
Sabahın sesine, taşıdım seni.
Kerem’in yaralı, ince dizine,
Irmağın yasına taşıdım seni.
Canın içinden, canımı duyan,
Canımın içine taşıdım seni.
Elma kabuğunda, nar tanesinde,
Gizlenen mermere taşıdım seni.
Gecenin ördüğü, gün kafesinde,
Dolaşan kedere taşıdım seni.
Canın içinden, canımı duyan,
Canımın içine taşıdım seni.
Arının yazına, kışın otuna,
Yaprağın güzüne taşıdım seni.
Yürekten yüreğe mekik dokuyan,
Sevginin göçüne taşıdım seni.
Canın içinden, canımı duyan,
Canımın içine taşıdım seni.
Sorar seni
Subaşında bir gül açar
Dikenine sorar seni
Karanlıkta beyaz kuşlar
Yıldızlarda arar seni
Küle döner dalda yeşil
Nehir kurur söner kandil
Döşündeki mermi değil
Bu yalnızlık yorar seni
Sıradağlar geçit vermez
Bir dost eli kapın vurmaz
Artık kimse izin sürmez
Düşe taşır rüzgâr seni
Tükense de can bedende
Sürüp gider hasret canda
Acep yarın gün batanda
Unutur mu o yar seni
Uzar gecen yana yana
Bir kurşundan bir kurşuna
Ölüm gelir kanadına
Usul usul sarar seni
Memik'e ağıt
On dört yaşım diken ile kaplanmış
Göz ucuma karıncalar toplanmış
Kurşun gelmiş kaşlarımın üstüne
Alın yazım okur gibi saplanmış
Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü
Dağı dağa kavuşturan ben idim
Suyu suya kavuşturan can idim
Yükledim mi Mazmahor'dan kaçağı
Gece vakti ışılayan gün idim
Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü
Kar üstüne düşer serçe çıt diye
Kanatları parça parça çıt diye
Dokandın mı bir ucuna kırılır
Can dediğin cansız sırça çıt diye
Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü
Ben sana teşekkür ederim
Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.
Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.
Düello
Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?
Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.
Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,
Yerin yassı taşları tabanımın altında,
Alnımda birleşmekte güneşin raylarından
Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.
Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi
Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?
Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.
Konuşma
-Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.
İyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci…
-Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen
Sıragöller
Haşhaş tarlaları arasından geçeceksin,
Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak
Yeni bir afyon bulacaksın kendine.
İşte o zaman beni unutma,
Şairini, onun şiir yazan ellerini,
İçine dizilen sıragölleri,
Kendi kendine konuştuğun seni,
Her şeyi, hiçbir şeyi unutma.
Zakkumların arasından bir şehre gireceksin,
Aşk şiirleri, tabiat şiirleri, tarih şiirleri düşünerek
Bir dinamit yapacaksın kendine.
Korkma, ateşle onu.
Öldürecek nice balıklar vardır sularında,
Patlamayla dirilecek nice balıklar vardır.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
İşte o zaman unutma beni.
Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın,
Onların tohumunu havaya savurarak
Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine,
Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
Kıyılarda bile boğulan seni,
Bir saz kuşu olarak gezinen hayaletini,
Çeliğinden kemik oyan gövdeni.
İçinde bir kaçakçı yaşar senin,
Kayıkla dolaşır göllerinde,
Beynine tabanca ve şiir satar,
O kaçakçının bakışını sakın unutma.
Gül Dikeni
Uçakları nedeyim
Gökkuşağı gönder bana
Senin olsun süngülerin
Gül dikeni yeter bana.
Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur eller bana
Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur kardeş olur eller bana.
Silahları nedeyim
Benim sevgim mavzer bana
Suya attığım çiçekler
Bir gün olur döner bana.
Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur eller bana
Kan kurşundan silinince
Kardeş olur kardeş olur kardeş olur eller bana
Utanç
Soğuk bir tül örtüyorlar yüzümüze,
Sanki ölmek için beyaz bir uykusuzluk;
Belki utanmasak bizi bırakacaklar,
Terliyoruz, tırnaklarımdan damlıyor kan
Onun üstüne,
Soğuk bir tül örtüyorlar üstümüze.
Hangi odaya saklansak şimdi onlar,
Hangi sokaklara çıksak ölüm;
Girildikçe biten sevişmemiz onlar yüzünden,
Ne zaman boynuna uzansam ölüm kokuyor
Yalnızlıktan, o yalnızlık,
Kelimesi artık şiirde unutulan.
Üşür ölüm bile
Bir ormanda tutup onu
Bağladılar ağaca
Yumdu sanki uyur gibi
Gözlerini usulca
Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle
Diz çöktüler karşısında
Sonra ateş ettiler
Parçalanan yüreğine
Yuva kurdu mermiler
Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle
Gelip kondu bir güvercin
Ellerine o gece
Kırmızı bir çelenk oldu
Bileğinde kelepçe
Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle
Bruegel
Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Köpeklerin bakışlarında birer keman tadı.
Avcılar ve kuşlar avdan dönüyor.
Zaten her yanda hüzün görülür
Uzakta çocuklar kayıyorsa,
Kızaklar tahtadan yapılmışsa,
Kar dinmişse, avdan dönüyorsa avcılar,
İnsan anlamışsa ansızın, başladığını
Gökyüzünün, ayaklarının ucunda.
Kuş tüyleriyle kaplıdır burunları
Birer sirk emeklisine benzeyen avcıların;
Soluk alır, tüy verirler yorulunca,
Yürekleri birleşir, geniş bir av ülkesi olur,
İçinde tazılar yaban ördeklerini,
Çantalı okullular kar tanelerini avlar.
Norveç'in nüfusunu bilir de okullular
Karın nüfusunu bilmezler nedense.
Zaten her zaman hüzün bulunur biraz.
Norveç'ten söz açan şiirlerde.
Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.
Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.
Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi
Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;
Unutmazdım, yelkenin bir köşesine
Tabut başlı bir avcı yerleştirirdim.
İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.
Şiir çevirileri de vardı Ülkü Tamer’in… Bunlardan birisi de Kübalı şair Nicolás Guillén’e aittir: ‘’Ölü asker’’
Ölü asker
- Kimin kurşunu öldürmüş onu?
- Bilen yok.
- Nereliymiş?
- Jovellanos' lu diyorlar.
- Nerede bulmuşlar?
- Yolun yanında yatıyormuş,
öteki askerler görmüş.
- Kimin kurşunu öldürmüş onu?
Gelip öpüyor onu nişanlısı;
anası geliyor sonra ağlıyor.
Sonra da yüzbaşı çıkageliyor.
Bağırıyor:
- Gömün onu!
Dan! Dan! Dan!
GİDİYOR ÖLÜ ASKER.
Dan! Dan! Dan!
YOLUN YANINDA BULMUŞLAR ONU.
Dan! Dan! Dan!
BİR ASKERDEN NE ÇIKAR.
Dan! Dan! Dan!
DAHA NE ASKERLER VAR BİZDE.
Yeryüzünde yalnız gezen yıldızlar… Gökyüzünde sizin kadar yalnızım (!)…
Tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler: Yek, du, se, cihar, penç, şeş. Ancak Farsça ''Yedi'' nedir diye sorsanız bilmezler. Onu da ben söyleyeyim, Farsça yedi: ''heft'' dir. (veya hefte). ‘’Yedi günlük’’ anlamına gelen ''hafta'' ismi de buradan alınmıştır.
Halen Türkçe'de kullandığımız gün isimlerinin kökenleri şu şekildedir:
Cuma (Arapça) : Toplama, toplanma
Cumartesi: Cuma (Arapça) + Ertesi (Türkçe)
Pazar (Farsça): Ba: Yemek, zar: Yer
Pazartesi: Pazar (Farsça) + Ertesi (Türkçe)
Salı (İbrânice) : Üçüncü (Arapça ‘’salisen’’ de üçüncü anlamındadır…)
Çarşamba (Farsça) : Ceharşenbe: Dördüncü gün
Perşembe (Farsça): Pençşenbe: Beşinci gün
Günümüzde kullandığımız ay isimlerinin geldikleri yerler de çok farklı kaynaklardır. Hicri takvimdeki Arabi ay isimlerinin bugün hiçbirini kullanmamamıza rağmen yine de Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül aylarının isimlerinin kökenleri Arapça ve Süryanice; Kasım ayının ise Arapçadır.
İşin daha ilginç yanı bunlardan Şubat, Nisan, Temmuz ve Eylül hemen hemen aynı telaffuzla Yahudi takviminde de yer alıyor olmasıdır.
Ayların isimleri ve kökenleri:
Ocak (Türkçe): Kışın evlerde ateş yakılan yer.
Şubat (Süryanice)
Mart (Latince): Maritus (mitolojik isim Mars'tan)
Nisan (Süryanice)
Mayıs (Latince): Tanrıça Maria'nın ayı.
Haziran (Süryanice)
Temmuz (Arapça / Süryanice)
Ağustos (Latince): Roma İmparatoru Augustus'un adından…
Eylül (Süryanice)
Ekim (Türkçe): Toprağı ekmekten
Kasım (Arapça): Bölen
Aralık (Türkçe): İki zaman dilimi arası.
Ayrıca Anadolu'da eski ay isimleri de şimdi kullandığımızdan daha farklı idi:
Zemheri: Ocak
Gücük: Şubat
Mart: Mart
Abrul: Nisan
Mayıs: Mayıs
Kiraz: Haziran
Orak: Temmuz
Ağustos: Ağustos
İlkgüz: Eylül
Ortagüz: Ekim
Songüz: Kasım
Karakış: Aralık
Ayrıca mevsimler de farklı adlandırılırdı:
Bahar: Mart (22 Mart - 5 Mayıs)
Hıdırellez: 5 Mayıs - 21 Haziran
Yaz: Gündönümü (22 Haziran - 13 Ağustos) / Ağustos (14 Ağustos - 21 Eylül)
Güz: Güz (22 Eylül - 5 Kasım) / Kasım (6 Kasım - 21 Aralık)
Kış: Zemheri (22 Aralık - 31 Ocak) / Karakış (1 Şubat - 21 Mart)
Kış mevsimi ayrıca Erbain ve Hamsin diye de ikiye ayrılır. Erbain, 22 Aralık’tan 30 Ocak’a kadarki 40 günlük kış dönemine verilen isimdir. Erbain’den sonra 31 Ocak’ta başlayan Hamsin ise 21 Mart’a kadar devam eder.
Hamsin’de havalar yumuşamaya başlayınca cemreler düşer. Cemre sıcaklık anlamına gelen bir kelimedir.
Kış Gündönümü’nde güneş ışıkları Oğlak Dönencesi’ne dik gelir. Kuzey Yarıküre’de günler uzamaya, Güney Yarıküre’de kısalmaya başlar. Bu tarih, Kuzey Yarıküre’de kışın, Güney Yarıküre’de yazın başlangıcı sayılır.
Ard-arda kaç zemheri geçerdi... Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu... Dışarda gürül-gürül akan bir dünya... Bir ben uyumazdım, bir ben... Kaç leylim bahar...
''Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...''
Böyle derdi Ahmet Arif hasretinden prangalar eskitirken:
''Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...''
Güz üşütürdü, Kasım, Kış, Zemheri, Karakış üşütürdü... Hatta Bahar, Hıdrellez, Gündönümü, Ağustos da üşütürdü... Yokluğun, cehennemin öbür adıydı, üşüyordum, kapama gözlerini...
Şiirlerde kaldı artık bu eski aylar...
Hani uzun süredir şiirleri yazıyorum ya… Değerli bir arkadaşım ‘’ülkemde dertler, şehitler, fakirlik, hastalık değil de sanat, edebiyat ve şiir konuşulsa herkes mutlu olsa Osman Bey’’ diye nazik bir eleştiride bulunmuş… Yani ‘’ülkede bütün sıkıntılar bitti de sıra şiire mi geldi?’’ der gibi…
Son yıllarda artık üzerinde konuşulacak hiçbir şey kalmadığını düşünüyorum...
Arkadaşımın bahsettiği şehitler önce ''kelle'' oldu, şimdi ranta, ihaleye tevil edildi… Fakirlik, hastalık unutuldu… Millet İslam’ı unuttu, ateist, deist oldu… Dizilerden millet geçmişini öğrenir oldu, tarih unutuldu… Demokrasi unutuldu… Hukuk unutuldu… Adalet unutuldu… Namus, şeref, haysiyet unutuldu… Dostluklar unutuldu, ahde vefa unutuldu… Yeşil, çevre, sağlık unutuldu… İnsanlar, çocuklar unutuldu… Habur unutuldu, Oslo unutuldu, Dolmabahçe unutuldu… Çözüm süreci diye teröristlerin şehirlere, kırsala mühimmat ve silah yığmalarına bilerek göz yumanlar, teröristlerle kol kola fotoğraf verenler unutuldu… Türkiye’nin altını oyanlara ‘’Hoca efendi’’ diyenler, gidip de tee Amerika’da salya sümük bir teröristin elini eteğini öpenler unutuldu… Hür ve adil seçimler unutuldu… Milli ve yerli ne varsa satıldı sadece milli ve yerli ağızlarda sakız olarak kaldıysa da o sakızlar da yabancı oldu...
İnsan olarak yapmamız gerekenler unutuldu… Sıra, saygı, sevgi unutuldu… Kadir, kıymet, emek, değer unutuldu… Tamahkâr olduk, şükran duygusu unutuldu…
Vahşi kapitalizmin kollarına atıldık, sosyal devlet unutuldu… Metafiziğin dipsiz kuyularına daldık, bilim unutuldu… Türkiye’de Türkçe unutuldu… Bu Cumhuriyetin nasıl kurulduğu unutuldu, kurucusu, ilkeleri, devrimleri unutuldu… Ulusal egemenlik, bağımsızlık, onur, gurur unutuldu… Tarım ülkesi ülkemizde insanlarımızı beslemek unutuldu… Tarım, hayvancılık, üretim unutuldu. Yüreğimizi yakan, yavrularımızı kıran, evlerimizi yıkan depremleri unutuldu…
Zonguldak’taki, Armutçuk’daki, Kozlu’daki, Yeni Çeltek’teki, Gelik’teki, Sorgun’daki, Karadon’daki, Soma'daki, Ermenek'teki özele peşkeş çekilen karaelmas şehitleri unutuldu… Bir bedavaya peşkeş çekilen torba yüzünden karaelmasın nasıl çıkarıldığı unutuldu…
Avusturyalı filozof Ludwig Josef Johann Wittgenstein’ın yayınlanmış tek bir eseri vardı: ‘’Tractatus’’ (YKY Yayınları, 1996) Kitabın bütün anlamı, şuna benzer bir sözde toplanabilirdi: ‘’Üzerine konuşulmayan konusunda da susmalı.’’ (Wovon man nicht reden kann, darüber muss man schweigen.) Zaten kitap da bu sözlerle biterdi: ''Üzerine konuşulmayan konusunda da susmalı.''
Üzerinde konuşulacak hiçbir şey kalmamıştır artık… Zaman susma zamanıdır… Bana da kala kala şiirler kalmıştır (Zaten Ülkü Tamer de gitti), edebiyat kalmıştır… Yukarıda da anlattığım gibi mevsimler, günler, aylar, haftalar kalmıştır…
Bir de bana güftesi Hikmet Münir Ebcioğlu’na, bestesi Teoman Alpay’a ait olan Nihavend makamında bir şarkı kalmıştır:
‘’Yeryüzünde yalnız gezen yıldızlar… Gökyüzünde sizin kadar yalnızım (!)…’’
Osman AYDOĞAN
Sakura
Japonca bir kelime olan Sakura’nın Türkçesi meyve vermeyen çok güzel bir “kiraz ağacı” anlamındadır. Çiçekleri makbuldür. Çiçekleri ağır ağır açar ama çok çabuk dökülür. Bu çiçek martın son haftası ile nisanın ilk haftası açar ve Japonya'da bu dönem kutsal sayılır.
Açtıklarında büyüleyici bir hayal alemini gözler önüne sererler. Ancak güzelliklerinden daha fazla bir şey vardır onlarda. Sakura’nın dalda kaldığı zamanın çok kısa olması, Japon kültüründe hayatın gelip geçici olduğunu ifade eder. Zıtlıklar yaşamın her anında birliktedir; siyah ile beyaz gibi, iyi ile kötü gibi, yaşam ile ölüm gibi...
Sakura; hem hayatın başlangıcını yani baharı müjdeler, hem de kaçınılmaz sonunu simgeler. Japonya'da baharın müjdecisi olmasına rağmen, daha solmadan en güzel halindeyken dallarından düşmesi sebebiyle edebiyatta ölüm ile yaşamın birlikteliğini ifade eder. Sakura’nın hüzünlü bir yanı olduğu için çok da sevilen bir kadın adıdır da Japonya’da Sakura.
Sakura’nın açması çok yavaş bir süreç, solgunlaşıp yere düşmesi ise bir anlıktır. Japonlar için, Sakura’nın kısa ama parlak yaşamı, samurayların genç, zamansız, kahramanca ölümünü simgeler.
Kiraz çiçekleri samuraylar için hem yaşamı, hem de ani bir ölümü hatırlatmaktadır. Bir şeyin hem üstün güzellik hem de hızlı şekilde ölmeyi nasıl aynı anda sembolize ettiği sorusunun cevabı ise Japon kültürünün ölüme bakış açısında saklıdır.
Sakura, hem genç bir samurayın ruhunu hem de güzel bir kadının ihtişamını taşır. Samuraylar daha gençken ölümü tatmış, kiraz çiçekleri de en güzel oldukları vakitte dökülmüşlerdir. İşte böyle geçici işte böyle de güzeldirler, güzel olan her şeyin geçici olduğu gibi…
Çiçeklenen ağaçlar güzelliklerini kısa bir süre sunarlar ve çiçeklerini tüm şehir üstüne dökerler. Kiraz çiçeklerinin açışı o kadar güzeldir ki Japonya’da meteoroloji tarafından her şehir için tahminleri önceden yapılır ve insanlar ona göre programlarını ayarlarlar.
Güzelliğin ve estetiğin simgesi olan kiraz çiçekleri (Sakura) açtığında Japonlar parklara, bahçelere, tapınaklara akın ederler. Yalnızca çiçekleri seyretmek için… Bu çiçek izleme partilerine “hanami” adı verilir.. Hanami festivallerinin en can alıcı etkinliği, zen sükûnetine yaraşır şekilde, yalnızca yürümektir. Sükût içinde, sessiz ve sakin…
Japon filmlerinde çiçek döken ağaç sahnesi olmazsa olmaz bir sahnedir. Japon filmlerinde anlatılan hikâyeye görsel zenginlik katmasının yanı sıra izleyiciye hikâyenin içindeki duygusal bir sahneye hazırlama amacıyla da kullanılır.
Sake (Japonların pirinç ve tahıl tozundan yapılan ulusal içkisi) içerken ve son nefeslerini verirken bile bu ağacın görüntüsünü hayal eden bu ağacın yakınında bir yerde yapılan savaş sonucu ölüme yaklaşmışken bile bu ağacı düşünen kahramanlarla sık sık karşılaşırız Japon filmlerinde… Romantik sahnelerde de Sakura ağacı bulunur.
Bunu en iyi Japonya'nın modernizasyonuna dair olan hikâyede yönetmenliğini Edward Zwick’in yaptığı ve başrolde Tom Cruise’in yer aldığı ‘’Son Samuray’’ filmi gösterir. ‘’Son Samuray’’ ölürken etrafında uçuşan Sakura’nın çiçekleri işte o ölüme değerdir.
Bu ağacın çiçeklerinin dökülme sahneleri genellikle her güzel şeyin bir gün mutlaka sona erebileceği mesajını ve yaşanılan kayıpların yaşattığı acıyı bazen de anılarımızdaki kaybettiklerimizi simgeleyen bilinçaltı bir mesaj vermeyi hedefler.
Ancak Sakura ağacının çiçek dökmesi her ne kadar bir şeylerin sonunu simgelese de yeniden açılacağı anı görme umudu da her sonun bir başlangıcı olduğunu müjdeleyen bir konumdadır. Yani hüzün hissinin yanında umut hissini de bizlere verir...
Sakura çiçekleri bana Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel’i anımsatır. Hegel’e göre, biricik canlı felsefe; çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesiydi. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gerekliymiş. Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmakmış. Hegel’e göre ölüm; hem ortadan kaldırmaymış, hem de yeniden doğuşu sağlayan bir koşulmuş.
Her ne kadar parklarımızda bahçelerimizde Sakura yoksa da hala ağaçlar çiçeklerini dökmedi… Bugün Pazar… Hava sıcak, güneşli ve pırıl pırıl… Hala atmadıysanız kendinizi dışarıya, parklara, bahçelere, bir an önce çıkın dışarı, ağaçlara, çiçeklere, börtülere, böceklere selam verin… Halil Cibran ‘’ağaçlar yeryüzünün gök kubbeye yazdığı şiirlerdir’’ derdi… O şiirleri okuyun!
Bu baharın ‘’umut’’lara ve ‘’hayır’’lara vesile olması dileği ile…
Osman AYDOĞAN
Japon halk müziği eşliğinde sakura:
https://www.youtube.com/watch?v=IKTRnO7SV68
Buluşmak Üzere…
Bu haftaya şiirle başladım, şiirle devam ettim ve haftayı da şiirle bitireyim istiyorum... Bu defa Can Yücel'in bir şiiri: ''Buluşmak Üzere''
Mutat olduğu üzere önce açıklama sonra şiiri değil de bu defa önce şiiri veriyorum:
Buluşmak Üzere…
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım
Görüldüğü gibi şiir üç bölümden oluşur.
Birinci bölümde ‘’aşk’’ anlatılır.. Evinin kadınına olan aşk, yaşanan mutlu bir evlilik ve beraberlik anlatılır: ''Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın, dar attın kendini karşı evin sundurmasına, işte o evin kapısında bulacaksın beni…''
İkinci bölümde ayrılık ve cennet tasviri vardır: Bu bölümde ayrılık vardır aslında. Erkek yaşlanmıştır. Ölümü beklemektedir. Ayrılık vakti gelmiştir. O çok sevdiği kadınından ayrılacaktır artık. Kadınıyla cennette buluşma arzusu vardır. Ama bu cennet gökyüzünde değil, cennet olan Ege Denizinin altındadır: ''Çil çil koşuşan balıklar, lapinalar, gümüşler, eylim eylim salınan yosunlar, onların arasında bulacaksın beni…''
Üçüncü bölümde ise Cumhuriyet değerlerinin ve kazanımlarının savunulduğu meydanlara vurgu yapılarak daha özgür ve mutlu bir dünya için mücadele anlatılır. Bir anlamda vasiyet gibidir: ''Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı, herkes orda sen de ordasın, herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından, yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim, özgürlüğe mutluluğa doğru, her işin başında sevgi diyor.'' Belki de bu nedenledir şairi mezarında bile rahat bırakmazlar, habire mezarını tahrip ederler...
İşte bu nedenle yürek çağrısı bir şiirdir Can Baba’nın bu şiiri. İnsana defalarca ama defalarca, bıkmadan, usanmadan, doymadan okuma arzusu veren bir şiirdir.
Şimdi şiiri bir daha bir daha okuyun…
Diyelim ki haftanın her günü şiir paylaşan bir herif çıkmış ortaya…
Osman AYDOĞAN
Defne Ormanı
Melih Cevdet Anday'ın ''Defne Ormanı'' isminde çok güzel bir şiiri var... Şiir her ne kadar antik çağdaki Likya ülkesini anlatsa da şiir aslında tam da günümüzü anlatır...
Melih Cevdet Anday, bir söyleşisinde, “şiir” der, “şiir felsefeye bitişir” ve bir yazısında da şöyle yazar; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir. “Defne Ormanı” da bu şiirlerden biridir. Her şiir felsefeye bitişmese de, bu şiir felsefeye bitişiktir ve Türk toplumundaki felsefe eksikliğini bu şiir kendi çapında gidermeye çalışır. Felsefeci, şair ve yazar Afşar Timuçin de; “düşünürün iyisi sanatçı, sanatçının iyisi düşünürdür” derdi… İşte bu şiirin yazarı şair Melih Cevdet Anday da bunlardan birisidir…
Şiirden önce şiirde adı geçen Likya hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum:
Likya, Anadolu’nun güney batısındaki Teke Yarımadası’nda ve Antalya Körfezinin batısında yer alan antik çağdaki bölgenin adıdır. O zaman büyük nehirlerce sulanan bölge dağlar arasındaki yüksek verimli ovalarla ve sedir, servi ve defne ağaçlarının yetişebildiği yaylalarla kaplıdır.
Likya adının kullanılmasının nedeninin, bölgede M.Ö. 2. bin yılda yaşayan ve Doğu Akdeniz’de dehşet saçan korsanlar olan Lukka’lar olduğu söylenir. Likya Helenik söyleyişte "Işık Ülkesi" anlamına gelmektedir.
Likya, aynı zamanda bu bölgedeki antik kentlerin oluşturduğu bir federasyon ve daha sonra da Roma İmparatorluğu’nun bir eyaletidir. Özgürlük ve bağımsızlıklarına son derece bağlı bir halktı. Anadolu’da Roma İmparatorluğuna eyalet olarak katılan son bölgedir. Bağımsızlıklarına düşkün Likyalılar Roma Senatosunda Rodos yönetimine itiraz ederler ve Roma'nın vasalı değil dostu ve müttefiki olduklarını ileri sürerler. Bu şekilde Roma'nın saygısını ve Senatoda temsil hakkını kazanırlar.
Likyalıların törelerine göre, babaları yerine analarının adını kullanırlar. Bir Likyalıya kim olduğu sorulduğunda, adını ve ardından annesinin, anneannesinin ve büyük anneannesinin ismini söyleyerek cevap verir.
Tarihte bilinen ilk demokratik birliği kurmuş olan Likyalılar, farklı şehirlerden bir araya gelmiş olmalarına rağmen, ortak bir kültür yaratmışlardı. Çağdaş Batı yönetimlerine örnek olan bu ''demokratik birlik” antik dünyada ilk ve tektir.
Likyalılar, Truva Savaşı esnasında Truvalıların müttefikleri arasında yer alırlar. Homeros eserinde, Truvalıların en cesur müttefikleri olduğunu söylediği Likya’lıların liderlerini yüceltir ve yaptıkları kahramanlıkları anlatır.
Likyalılar MÖ 545 yılında güçlü Pers ordularına karşı koyamazlar. Herodotos bu savaşı şöyle anlatır: ‘’Pers ordusu başlarında komutanları olduğu halde Xanthos ovasına indiği zaman Xanthos'lular bitmez tükenmez kuvvetlere karşı az sayı ile dövüştüler. Yiğitlikle nam saldılar ama yenildiler. Kadınları, çocukları, hazineleri ve köleleri kaleye doldurdular. Alttan, yandan ateşe verdiler. Korkunç yeminlerle bağlanarak düşmana atıldılar ve tümü savaşta öldü.''
MÖ 42 yılında bu sefer Brutus Roma ordusuyla Likya’yı kuşatır. Yenileceklerini anlayan Likyalılar yine toplu intihara girişirler. Kucağında çocuğu ile ateşe atlayan bir Likyalı kadını gören Sezar’ın katili Brütüs’ün bile içi burkulur.
Antik çağda Likya’nın idari ve dinî merkezi olarak bilinen ve aralarında yaklaşık dört kilometrelik bir mesafe bulunan Xanthos ve Letoon adında iki önemli kenti vardı… İşte bu şehirlerden Xantos antik şehrinde bir anıtta yazıt olarak durmakta olan şu dizeler Likyalıların o günlerinden kalmıştır:
‘’Evlerimizi mezar yaptık, mezarlarımızı ev
Yıkıldı evlerimiz, yağmalandı mezarlarımız,
Dağların doruğuna çıktık, toprağın altına girdik,
Suların altında kaldık,
Gelip buldular bizi, yakıp yıktılar.
Biz ki analarımızın, kadınlarımızın,
Ve ölülerimizin uğruna toplu ölümleri yeğleyen,
Bu toprağın insanları
Bir ateş bıraktık geride,
Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan.’’
Bu nedenle Likya mezarlar ülkesi görünümündedir.
Şimdi gelelim şiire:
‘’Defne Ormanı’’, Melih Cevdet Anday’ın yüzyıllarca yaşanan ve anlatılan sömürü düzenini ve insan umudunu birkaç dizede özetlediği hüzünlü bir şiiridir…
‘’Defne Ormanı’’, ekmeği olanın felsefe yaptığı, felsefesi hazır verilenin ekmek yaptığı, ekmeği olmayıp felsefe sahibi olanın felsefeden köle devşirdiği ve bu şekilde yok oluşa giden bir dünyanın anlatıldığı bir şiirdir… Yazımın girişinde anlattığım Likyanın hüzünlü yıkılışını anlatır...
Osman AYDOĞAN
Defne Ormanı
Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
İçin felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir defne ormanı altında.
Melih Cevdet ANDAY, Sözcükler, s. 220, Everest Yay, 2016
Şiir her ne kadar günümüzü anlatsa da şair günümüzdeki Likya hakkında başka bir şiir yazsaydı eğer, sanırım şöyle yazardı (Bu da benden!):
Gaflet Ormanı
Gazalî felsefeyi kâfirlikle suçladığı için
Hiç felsefeye sahip çıkmadılar…
Ne İbn-i Sina’yı anladılar, ne de İbn-i Rüştü..
Abbasi aydınlanmasını takip etmediler…
Avrupa Rönesans’ını da kaçırdılar…
Atatürk’ün çağdaşlaşma vizyonunu da anlamadılar…
Metafiziğin dipsiz kuyularında da kaybolup gittiler…
Ve yıkıldı gitti Likya.
Ve bütün bu zaman boyunca
Siyasetin özgürlüğü yoktu.
Özgürlüğün de siyaseti yoktu.
Siyasetin dayanışması yoktu.
Dayanışmanın da siyaseti yoktu.
Ve sahipsiz siyasetin özgürlüğünü, sahipsiz özgürlüğün siyaseti yedi.
Özgürlüğün sahipsiz siyasetini ise siyasetin sahipsiz özgürlüğü…
Çünkü ücretli köleler için örgütlü özgürlük de yoktu.
Bu yüzden özgür bir örgütlülük olamıyordu.
Örgütsüz özgürlük de hiçbir işe yaramıyordu.
Ve bu yüzden
yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir örtü altında.
Osman AYDOĞAN
Olvido
‘’Fahriye Abla’’sıyla tanıdığımız Ahmet Muhip Dıranas'ın en bilinen ve en harika şiirlerinden birisidir ‘’Olvido’’...
Olvido olarak yazıldığında "unuturum", olvidó olarak yazıldığında ise "o unuttu", isim olarak (el Ovido) kullanıldığında ise unutulmuşluk, meçhullük, yitiklik anlamına gelen bir İspanyolca sözcüktür ‘’Olvido’’...
Unutmanın sanki gamları, kederleri alacakmışçasına unutuşa en güzel seslenen bir şiirdir Olvido… Hava kararınca çöken aşk acısını, yalnızlığı, gamı, kederi, endişeyi ve bunlardan kurtulma çabasını en güzel anlatan bir şiirdir Olvido... Türkçenin en güzel, en sert, en yumuşak, en kederli şiiridir Olvido. Yalnızlığın başka hiçbir şiir tarafından bu kadar güzel anlatılamadığı bir şiirdir Olvido…
Freud'un; ''Gerçeğin sesi yavaş çıkar'' sözünü haykırıcasına gerçekleri sizi rahatsız etmeden usul usul anlatan bir şiirdir Olvido...
Cemal Süreyya'ya göre, Dıranas'ın şiirleri arasında 19. yüzyılın önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire karamsarlığının ve iç sıkıntısının en çok hissedildiği şiirdir Olvido...
Edip Cansever’e göre şiirimizin klasiklerinden, köşe taşlarından biridir, en başlarda gelendir Olvido… Edip Cansever'in en sevdiği şiirlerden birisidir Olvido…. Edip Cansever'in; ''Bildiğim tek şey, yaşlanmayan bir şiirdir 'Olvido', Türk şiirinin başyapıtlarından biridir'' diye tanımladığı şiirdir Olvido...
Edip Cansever ‘’Şiiri Şiirle Ölçmek’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2009) isimli kitabında şunları yazar Olvido için:
“ 'İşte böyle kendime hayatımı anlatıyorum' diyen Nietzsche, ekler gibidir. 'Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı.' Bu sözleri bir an için şiire uygulayabilirsek, karşımıza sık sık çıkacak şiirlerden biri de 'Olvido'dur diyebilirim. Gerçekten de bütün dizeler güvercin ayaklarıyla doluşuyor şiire: Usul usul, sokulgan, biraz da ürkek. Ama bir toz ve tüy karışımını havalandırıyor gene de. Sessizliğin katılığı, sessizliğin yumuşaklığı bu. Sonra? Başlıyor yaşamını anlatmaya. Kime? Kime olacak, kendi yaşamını kendine. Dış dünya ile bir diyalog kurmuyor Dıranas. Kurmasın! Nasıl olsa fısıltılarla gelen o ürpertili monoloğu duyuyoruz biz. Ölüsüne iç çeken, yasını içine akıtan bir tragedya kişisi gibi konuşuyor kendi kendisiyle. Adı olmayan bir mevsimin içinde sanki, haziransız, eylülsüz…''
Kızarmış, sararmış, solmuş sonbahar yapraklarının dallarından kopup salına salına düşüşü gibi içinizdeki karamsarlığı, kasveti, kederi, hüznü, yalnızlığı alıp salına salına evrene salan bir şiirdir Olvido...
Adı olmayan bir mevsimin içinde sanki, haziransız, eylülsüz bir şiirdir Olvido...
Olvido'da akşamüstüler hoyrattır, gün, yalnızlığımızla doldurup her tarafı, gitti mi saltanatıyla gider... Olvido'da pişmanlıklar dalga dalga hucüm eder, ruh atılan oklarla delik deşik olur... Olvido'da aşkın güzelliği söylenmeyişindedir, şiirler kağıtlarda yarım bırakılır... Olvido'da bir gülüşü olsun görülmemiş kadın aşkın aynasında ölümsüzdür... Olvido'da unutuşun bizi gamlardan, kederlerden kurtarması istenir...
Buyurun Türkçenin en kederli, en hüzünlü, en duygusal, en yumuşak ve en güzel şiirine...
Osman AYDOĞAN
Olvido
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! Ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyaç ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.
Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.
Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.
Ey unutuş! Kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.
Ahmet Muhip DRANAS
Dönemeç
''Dönemeç'', Necip Fazıl Kısakürek’in değeri pek bilinmeyen, ‘’Kaldırımlar’’ kadar da pek tanınmayan, ancak insanın kalbine bir hançer gibi saplanan hüzünlü şiirlerinden birisidir… Bu şiir, Necip Fazıl’ın ‘’Çile’’ kitabının ‘’Kadın’’ başlığında geçer.
Şiirde iki bölüm vardır. Birinci bölümde canlı bir hayat anlatılır; ''hava ılık ve cadde kalabalık''tır. Bu canlı hayatta bir yıldırım aşkı da anlatılır: ‘’Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince. Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, çarpıldım, sendeledim.’’
İkinci bölüm ise tam bir ‘’dönemeç’’ten sonraki manzara anlatılır. Bu bölümde mevsim bayattır. Yani zaman geçmiş, hayat akıp gitmiş ve sevilen kadının yokluğu üzerine bayatlamış hüzünlü bir mevsimin tasviri yapılmıştır: ‘’Bir gündü mevsim bayat ve esmekte hayat.’’ Ve ’’o'' ipince endam gidince bir köşede oturup ağlamıştır.
Hayatının bir dönemecinde bir şekilde değmişse o ipince endam onu artık unutmak asla mümkün değildir… Çarpılırsınız, sendelersiniz... Kalbiniz göğüs kafesinizde, kafesine çarpan yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınır... Hayatınız her daim bahardır... Bu dönemeçte ''hayat'' vardır.... Öteki dönemeçte ise ''memat''... Orada da kalbiniz bir sonsuzluğa kadar kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığa çırpınır...
Ve her hayatın birçok ‘’dönemeç’’i vardır.
Ve bu dönemeçlerin birinde bir köşede oturup ağlanmaması dileği ile…
Osman AYDOĞAN
Dönemeç
Bir gündü, hava ılık
Ve cadde kalabalık
Bir kadın sapıverdi önümden dönemece;
Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince.
Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim,
Çarpıldım sendeledim.
Bir gündü mevsim bayat
Ve esnemekte hayat.....
Dönemeçten bir tabut çıktı ve üç beş adam;
Yalnız bir ahenk sezdim, çerçevede bir endam.
Ve tabutta, incecik, o kadın var, anladım;
Bir köşede ağladım.....
Necip Fazıl Kısakürek, 1940
Mutlu Aşk Yoktur
Madem ki haftaya şiirle (Annabel Lee) başladık, şiirle devam edelim o zaman...
Louis Aragon (1897 - 1982) Fransız ozanlarının en önemlilerinden biri olarak bilinir. Özellikle, Türkçeye ‘’Mutlu Aşk Yoktur’’ adıyla çevrilen şiiriyle tanınır. Ancak romancıdır kendisi… Ününü II. Dünya Savaşı'nda Almanlara karşı gizli karşı koyma hareketiyle daha bir büyümüştür.
Louis Aragon’un ‘’Mutlu Aşk Yoktur’’ şiiri bir savaş dönemi şiiridir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa Nazi işgali altındayken yazmıştır Aragon bu şiirini. Şiirde söylemek istediği bizde yaygın olarak anlaşıldığı gibi; mutlu aşkın olamayacağı, aşkın hüzünle biteceği, aşkın mutsuzlukla sonuçlanacağı değildir.
Louis Aragon’un kendi ifadesiyle bu şiirini şöyle açıklar: ‘’Söz konusu mutsuzluk, işgal yıllarının mutsuzluğu. Fransa'nın içinde bulunduğu o acıklı durumda mutlu bir aşk olabilir miydi?(...) Ortak bir mutsuzlukta bireysel mutlulukların olamayacağı teması, o zamanlar işlediğim bu tema, aslında, hemen hemen yazdığım tüm yapıtlarda da var. Gerçekte, bu şiirde ortaya konulan sorun, mutlu aşkın olup olamayacağı değil, mutlu çiftin olup olamayacağıdır. Kadın-erkek çiftini, erkeğin ve kadının en yüce şekli olarak düşündüğümü söylemiştim. Umarım gelecek günler kadın-erkek çiftine mutluluk taşır."
Bir başka açıdan da şunu demek istiyor Aragon; ‘’Mutlu Aşk Yoktur’’ ancak kadın - erkek çiftinin yürütemediği "bakımsız aşk vardır." Söylerdi zaten Cemal Süreyya bir şiirinde:
‘’Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git
Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti’’
Erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi vazgeçtim mutlu aşkı aşk bile yoktur eğer bakım olmazsa, saygı ve sevgi olmazsa, korunmazsa, beslenmezse, ilgilenilmezse…
Mutlu aşkın olmadığına inananlar sonrasında da "az votka vardır" diye devam ederler bir teselli olarak… Mutlu aşkın olmadığına inananlar sonrasında meyhane köşelerinde Aragon’un bu şiirini okurlar melül melül… Mutlu aşkın olmadığına inananların kimileri de; ‘’mutlu aşk yoktur ama mutlu aşk peşinde koşarken alınan haz vardır’’ diye züğürt tesellisinde bulurlar...
Mutlu aşk tabii ki vardır lakin mutlu olmayı bilmeyen, mutluluğu sürdürmeyi beceremeyen insanlar vardır... Aşktan değil de hüzünden mutlu olan, kendisi ile kavgalı, çevresi ile kavgalı, mutlu olmasını, aşkı beslemesini öğrenememiş, iki kişilik cenneti cehenneme çeviren insanlar vardır megaloman, melankolik, hüzünlü, kederli, mız mız yeryüzü küskünü, yaşamdan mutlu olmayan, olamayan…
Mutsuz insanlardan değil bir ''mutlu aşk'' beklemek ''aşk'' bile beklenemez...
Âşık olacaksanız eğer, aşka layık olacaksanız eğer önce mutlu olmasını öğrenin!
Osman AYDOĞAN
İşte şimdi okuyalım Louis Aragon’un şiirini:
Mutlu Aşk Yoktur
İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman
Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini
Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi
Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an
Mutlu aşk yoktur
Hayatı bu silahsız askerlere benzer
Bir başka kader için giyinip kuşanan
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan
Söyle bunları hayatım ve bunca gözyaşı yeter
Mutlu aşk yoktur
Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
Ve hemen can verdiler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur
Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye
Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek
En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek
Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek
Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine
Mutlu aşk yoktur
Bir tek aşk yoktur acıya garketmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da
Louis Aragon
Annabel Lee
Amerikalı şair ve Amerikan edebiyatının ıstıraplı devi Edgar Allen Poe'nun lirizmin doruğundaki ''Annabel Lee'' isimli bir şiiri vardır.
Önce bu şiirin hikâyesini anlatayım:
Küçük yaşta ana ve babasını kaybeden Poe, kuzenlerinden Virginia Clem'le evlenir... Bu sıradan bir evlilik değildir. Edebiyat tarihinin unutulmaz hikâyelerinden biridir bu evlilik...
Kumara ve içkiye düşkünlüğü sebebiyle Virginia üniversitesinden kovulan Poe, şiir yazarak vakit geçirip kurallara boyun eğmediğinden West Point (ABD Harp Okulu)'ndan da ayrılmak zorunda kalır...
Evlendiği zaman beş parası yoktur Poe'nun. Ömrü boyunca da olmamıştır zaten... ''Canavarlar'' adlı eseri üzerinde tam 10 yıl çalışır... Neredeyse her sayfasında birkaç defa silip tekrar yazan Poe, 10 yılda hazırladığı bu eseri ancak 10 dolara satabilir...
Evlendiklerinde Poe 26, karısı Virginia 13 yaşındadır...Pek çok insan bu evliliğin mutluluk getirmeyeceğine, kısa zamanda boşanmayla sonuçlanacağına hükmederler... Lakin hiç de öyle olmaz... İkisi bir arada mutlu ve oldukça romantik bir hayat yaşarlar... Poe, çocuk denecek kadar küçük yaştaki karısını büyük bir aşkla perestişkârâne (taparcasına) sever...
Poe ile Virginia'nın yaşadığı ev, her an yıkılacak kadar eski bir viranedir... Ama kırlar ve elma ağaçlarıyla çevrili güzel bir yerdir... Bahar gelip de güney rüzgârları esmeye başladığı zaman leylak ve kiraz çiçeklerinin kokusu dolar eve...
Poe bu evi üç dolar aylık kirayla tutmasına rağmen bunu bile ödeyemez... Yeterli yiyecekleri olmadığından küçük karısı Virginia hastalanır... Lakin paraları da yoktur... Yiyecek bir şey de alamazlar... Ama mutludulrar.... Poe sevgili karısına aşkla şarkı söylemesini, karısı da onu sevmesini bilir...
Bazen günlerce bir şey yiyip içmeden aç karnına otururlar... Bahçede hindibalar yetiştiği zaman toplayıp, pişirerek karınlarını doyurmaya çalışırlar... Poe ile karısının açlıktan öleceklerini hisseden komşuları, acıdıklarından sepetlerle yiyecek getirirler...
İşte bu evde ölür sevgili Virginia.... Aylarca saman dolu yatakta yatarak... Bedenini sıcak tutacak bir elbiseden mahrum olması ölümüne sebep olur Virginia'nın.... Çok soğuk günlerde annesi kollarını, Poe da ayaklarını ovalayarak ısıtmaya çalışırlar onu... Poe, West Point'te giydiği er kaputunu zavallı Virginia'nın titreyen vücuduna örterken, kedileri de ayakları ucuna yatırarak ve annesiyle durmadan okşayarak ısıtmaya çalışırlar...
Biricik karısı öldüğü zaman Poe'nun cebinde cenazeyi kaldıracak kadar parası da yoktur... Komşulardan biri yardım etmese sevgili Virginia'sı Pottersfield'deki kimsesizler mezarlığına gömülecektir.
Virginia kış aylarında ölmüştü... Aylar geçer, nice baharlar gelir geçer, kışlar geçer... Poe, evlendiği ve çok sevdiği tek kadın olan Virginia'yı hiç unutmaz... O evin bahçesinde oturup yıllarca hasretini çektiği biricik karısı için lirizmin doruğundaki şiirlerini yazar....
İşte "Annabel Lee" de bu masalsı aşkla ve o unutulmaz ıstırapla yazılır.... Picasso'nun bir deyişi vardı; ''Sanat, acı ve hüznün çocuğudur.'' diye... Hewingway de; "
''Annabel'', Virginia'nın ölüsüne verdiği isimdir Poe'nun...
Eserleri okurken, ardındaki dramı, gamı, kederi de görmek gerekir diye düşünürüm. Bu nedenle uzun uzun anlattım.... Bence dünyanın en güzel şiiridir Annabel Lee.... Türkçe çevirisinin de bu kadar güzel olmasını çevirmen şair Melih Cevdet Anday'a borçluyuz. Ateşten sözcükler bütünüdür Annabel Lee. Her kelimesi alev alev açan birer çiçek gibidir Annabel Lee... Okudukca gün kor kızıla çalar, perde perde iner gece...
Bu şiiri okumamışsanız hiç şiir okumadım deyin.
Osman AYDOĞAN
Birinci not: Şiirin orjinal İngilizcesini Türkçesinden hemen sonra veriyorum... Tabii böylesine güzel bir şiir şarkıya dönüştürülmemiş olamazdı. Bağlantıda ise ABD'li oyuncu, şarkıcı ve güzellik ünvanı sahibi Monica Gil'in kadife sesinden ''Annabel Lee'':
https://www.youtube.com/watch?v=LtAXmO0FNj0
İkinci bir not: Yazının en sonunda bir kurukalem resim çalışması: Hasta yatağında Annabel Lee ve Poe..
Üçüncü bir not: Şiir ''Bir deniz ülkesinde'' diye başlar ya... Prof. Dr. Deniz Ülke Arıbağan'ın anne ve babası bu şiiri çok sevmekteymiş ve "Bir deniz ülkesinde" kısmının ''Deniz Ülke'' kısmını alıp ona isim yapıvermişler.
Annabel Lee
Seneler, seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekden başka beni.
O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.
Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi,-
Evet!- bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabel Lee.
Sevdadan yana, kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat gökdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.
Ay gelip ışır hayalin eşirir
Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni.
Edgar Allan Poe, Çev. Melih Cevdet Anday
ŞİİRİN ORJİNALİ
Annabel Lee
It was many and many a year ago,
In a kingdom by the sea,
That a maiden there lived whom you may know
By the name of ANNABEL LEE;
And this maiden she lived with no other thought
Than to love and be loved by me.
I was a child and she was a child,
In this kingdom by the sea;
But we loved with a love that was more than love-
I and my Annabel Lee;
With a love that the winged seraphs of heaven
Coveted her and me.
And this was the reason that, long ago,
In this kingdom by the sea,
A wind blew out of a cloud, chilling
My beautiful Annabel Lee;
So that her highborn kinsman came
And bore her away from me,
To shut her up in a sepulchre
In this kingdom by the sea.
The angels, not half so happy in heaven,
Went envying her and me-
Yes!- that was the reason (as all men know,
In this kingdom by the sea)
That the wind came out of the cloud by night,
Chilling and killing my Annabel Lee.
But our love it was stronger by far than the love
Of those who were older than we-
Of many far wiser than we-
And neither the angels in heaven above,
Nor the demons down under the sea,
Can ever dissever my soul from the soul
Of the beautiful Annabel Lee.
For the moon never beams without bringing me dreams
Of the beautiful Annabel Lee;
And the stars never rise but I feel the bright eyes
Of the beautiful Annabel Lee;
And so, all the night-tide, I lie down by the side
Of my darling- my darling- my life and my bride,
In the sepulchre there by the sea,
In her tomb by the sounding sea.
Edgar Allan Poe
Carmina Burana
‘’Carmina Burana’’ çoğu bölümleri Ortaçağ Latincesi ve bazı bölümleri de Ortaçağ Almancası kullanılarak yazılmış toplam 318 şarkıdan aktarılmış, ortaçağın en büyük ve en tanınmış bir edebi eseridir...
Almanya'nın Bayern eyaletinde, Münih şehrinin güneyindeki Benediktin manastırında bulunan el yazmaları üzerine bestelenmiştir. Bu yazmalar halen Bavyera Devlet kütüphanesinde muhafaza altındadır.
Saray Devlet kütüphanesinde çalışan bilgin ve kütüphaneci Johann Andreas Schmeller, eserin tamamına ‘’Benediktbeuren'den şarkılar’’ anlamına gelen ‘’Carmina Burana’’ adını verir ve 1847 yılında ilk kez kitap haline getirerek geniş okuyucu kitlesine sunar.
‘’Carmina Burana’’ 13. yüzyılın Almanya’sının kültürel ve sosyal yaşamını yansıtır. Ulus bilincine övgü olarak yazılmıştır. Ritmik ve metrik yapıya sahip olan bu şarkılar içerik bakımından bölümlere ayrılır.
Düzenli biçimde değişen insan yaşamını yansıtan ve insanların ibret alması amacıyla yazılan şiirlerden oluşan eserin ilk bölümünde; insanın alınyazısı anlatılır. Ardından bahar anlatılır; uyanma, oynaşma, coşma ve ilk aşk. Bu bölümde ana fikir erkek ve kadının birbirlerine olan arzusudur. Eserin ilerleyen bölümlerinde kadın ve erkek yaratılışları, yaşlılığın ve ölümün kaçınılmazlığı anlatılır. Son bölüm ise kadınlar hakkındadır; daha yumuşak olan doğaları, kendi tutkularıyla olan savaşları ve kendilerini coşkunluğa ve doruğa ulaştıracak olan fiziksel aşkı kabul edişleri anlatılır.
İlk çağların ilkel müziğini ortaçağın mistik müzikleriyle birleştiren Alman müzisyen Carl Orff (1895-1982) 1937'de ortaçağ şiirlerinin yer aldığı bu el yazmasına dayanarak ‘’Carmina Burana’’ başlıklı oratoryoyu besteler.
Carl Orff, ‘’Carmina Burana’’nın ardından Yunan tiyatrosuyla Ortaçağ gizem oyunlarından esinlenen iki operayı daha müziğe döker. Bunlar ‘’Carmina Burana’’ ile birlikte üçlü oluşturan ‘’Catulli Carmina’’ (Catallus'un şarkıları) ve ‘’Trionfo di Afrodite’’ (Afrodit'in zaferi) dir. Carl Orff, ‘’Catulli Carmina'’da ünlü Romalı şair Catallus'un kendi hayatını anlatmaktadır… Bu eser müstehcen Latince metinlere dayanır.
Carl Orff, ‘’Carmina Burana’’yı besteledikten sonra yayıncısına; "Daha önce yazdığım bütün eserlerimi yırt. Carmina Burana benim seçkin eserlerimin bir başlangıcı oldu" diye yazar…
Eski çağların müziğini günümüz müziği ile birleştiren Carl Orff ‘’Carmina Burana'’da orkestrayı insan sesini desteklemek amacıyla kullanır. ‘’Carmina Burana’’ ilk olarak 8 Haziran 1937 yılında Frankfurt'ta seslendirilir…
Carl Orff'un hayatından bir başka bölümü de atlamadan geçmemek gerekir. 1930'lu yıllar bir başka Alman'ı da tarih sahnesine çıkarmıştır. Nasyonal sosyalizmi savunan Hitler'e göre ülkede her şey Alman olmak zorundaydı, hatta müzik bile. Hitler uzun bir süre Almanya'nın ve Alman vatandaşlarının gözünde bir simge olur. Buna Carl Orff da dâhildi. Bu hayranlığın asker kökenli bir aileden gelmesine mi yoksa duyulan hayranlığın karşılıklı olmasından mı kaynaklandığı bilinmiyor. Bilinen gerçek Hitler'in severek dinlediği bestecilerden birinin Richard Wagner diğerinin Carl Orff olduğudur.
Carl Orff'un güçlü ve dramatik yapıtı ‘’Carmina Burana’'sız bir klasik müzik arşivinin oluşu düşünülemez. Opera deyince ilk akla gelenlerin başındadır “Carmina Burana”. Tabii bunun yanında Mozart’ın “Figaro’nun Düğünü”, Rossini’nin “Giyom Tell”, Bizet’nin “Carmen” ve Verdi’nin “Aida” gibi operalarını da saymamız gerekmektedir.
Güzellik yarışması finallerinin, mezuniyet törenlerinin ve birçok korku filminin vazgeçilmez müziği olan ve severek dinlediğimiz ‘’Carmina Burana’’ özetle işte budur.
Aşağıda verdiğim birinci bağlantıdaki parça bir saat on bir dakikalık “Carmina Burana”nın dinleyeni fazlasıyla heyecanlandıran, tüyleri diken diken eden, bir o kadar da duygulandıran ‘’O Fortuna’’ bölümü tüm eserin üç buçuk dakikalık en zirve kısmıdır. Zaten eser ''O Fortuna'' ile başlar ve ''O Fortuna'' ile biter. İkinci bağlantı ise işte bu bir saat on bir dakikalık eserin tamamı vardır meraklıları için.
Bugün Pazar… Bırakın gamı, kederi, kasveti… Bağlantılarını verdiğim ‘’Carmina Burana’’yı dinleyin… Hem de yüksek sesle dinleyin! Göreceksiniz bütün sıkıntılarınızı unutacaksınız…
Sizlere güzel bir Pazar dilerim…
Osman AYDOĞAN
Andre Rieu orkestrası eşliğinde ‘’Carmina Burana’’’nın ‘’O Fortuna’’ bölümü:
https://www.youtube.com/watch?v=EJC-_j3SnXk
Bir saat on bir dakikalık ‘’Carmina Burana’’:
https://www.youtube.com/watch?v=MPjy55Y6hWU
‘’Carmina Burana’’’nın ‘’O Fortuna’’ bölümünün Türkçesi:
Ey talih,
ay gibi
değişkensin,
hep büyüyen
ve küçülen;
menfur hayat
önce zulmeder
sonra teselli eder,
zihnin görüşüne göre;
fakirlik
ve kudreti
buz gibi eritir.
Talih, canavar
ve boş,
sen çark-ı felek,
sen kötüsün,
servet geçicidir
ve daima kaybolur,
gölgeli
örtülü
bana da zarar veriyorsun;
şimdi oyun süresince
çıplak sırtımı
senin kötülüğüne teslim ediyorum.
Talih, sağlıkta
ve erdemde,
bana karşıdır,
güdülen
ve sindirilen,
daima esarette.
O halde şu saatte
gecikmeksizin
titreyen tellere vurun;
mademki kader
güçlü kimseyi yere çalıyor,
herkes benimle birlikte ağlasın
Aptallığın Temel Yasaları
Carlo Maria Cipolla, (1922 -2000) İtalyan akademisyen ve ekonomi tarihçisidir. Carlo M. Cipolla’nın güzel bir kitabı var: ‘‘Neşeli Öyküler‘‘ (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008)
Yazar, kitabında tarihe yön veren basit ama komik bazı olayları irdeliyor. Örneğin; karabiber, nasıl oldu da Haçlı Seferleri'ne yol açtı? Osmanlı hanımları arasında gümüş Fransız paralarından yapılma kolye ve küpeler moda olunca Osmanlı ekonomisi nasıl krize girdi? Fatih William İngiltere'yi işgale giderken neden yanında bol bol şarap götürdü? Vikingler neden güneye akın yaptılar. İşte bu şekilde İtalyan iktisat tarihçisi Carlo M. Cipolla, kitabında üç olağandışı öyküde, kendi üslubuyla, 14. ve 18. yüzyıllarda geçen neşeli, tuhaf ama tamamen gerçek öyküleri anlatıyor.
Yazar, girişte anlattığım gibi; kitabında tarihe yön veren basit ama komik bazı olayları irdeliyor. Ona göre tarih; büyük çapta aptalların yönlendirdiği komik olaylar ile gelişiyor. Dünyada insan var olalı beri aptallık da var, hatta kitabın yazarı ünlü tarihçiye göre yasaları bile var! Carlo M. Cipolla kitabın sonunda yer alan makalesinde ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘nı irdeliyor. (Sayfa: 72-87) Yazar bu yasaları "nükteli bir buluş" olarak niteliyor.
Cipolla, kitabında ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘ bölümüne şu girişle başlar: ‘’İnsanların işleri, genel kanıya göre, acınacak bir durumda. Zaten bu da bir yenilik değil. Ne kadar gerilere dönüp baksak da bu işler hep acınacak haldeydi. İster birey olarak, isterse örgütlü bir toplumun üyeleri olarak, insanların katlanmak zorunda kaldıkları sıkıntı ve sefalet, özünde, ta başlangıcından beri hayatın hiç olmayacak -hatta aptalca diyeceğim- biçimde düzenlenişinin sonucudur.
Darwin'den beri kökenimizi hayvanlar âleminin öbür türleriyle paylaştığımızı biliyoruz. Solucandan file kadar, bütün türlerin günlük felaket, korku, yoksunluk, acı ve talihsizlik dozlarına katlanmak zorunda oldukları da biliniyor. Bununla birlikte, insanların, aynı insan türünden gelen bir insan grubunun neden olduğu ek bir yüke, fazladan günlük bir felaket, talihsizlik dozuna da katlanmak zorunda olma ayrıcalıkları vardır.’’
Cipolla işte insanların, insan grubunun neden olduğu bu ek bir yüke, fazladan günlük bir felaket, talihsizlik dozuna da katlanmak zorunda olma ayrıcalıklarını ‘’Aptallık’’ olarak tanımlıyor.
Cipolla’ya göre, tarih bazı insanların belirli eylemleri sonucunda diğer insanları etkilemesi ile şekilleniyor. İnsanlar kendilerine ‘‘fayda‘‘ sağlamak amacı ile eyleme giriyorlar ve ister istemez başka insanlara da eylemleri sonucunda zarar veriyor veya onlara da fayda sağlıyorlar.
Cipolla, kitabında insanları dörde ayırıyor: Saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar. Yaptığı eylemden zarar eden, ama bir başkasına da yarar sağlayanlara saflar, yaptığı bir eylemden yarar sağlayan, aynı zamanda bir başkasının da yarar sağlamasına neden olanlara zekiler, yaptığı eylemle kendine yarar sağlayan, başkasına da zarar verenlere haydutlar diyor.
Aptallara gelince: Aptal bir insan, kendisine hiçbir yarar sağlamadan, hatta bazen zarara uğrayarak başka birine zarar veren kişidir. Cipolla'ya göre dünyaya zekilerden çok aptallar yön veriyor.
Aptallığın temel yasaları ise şöyle:
1. Çevremizde her zaman ve kaçınılmaz olarak bizim tahmin ettiğimizden daha fazla aptal vardır.
Bu yasa, nüfusun toplamındaki aptallar oranı hakkında sağlıklı bir tahmin yapmayı engelliyor. Çünkü yasanın da belirttiği gibi, her tahmin gerçek sayıdan az olacaktır. Ancak bir çıkarsamayla, tarih boyunca ve çeşitli grup, sınıf ve katmanlar içinde nerdeyse sabit bir oranda aptal bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu oranı "S" (sigma) simgesiyle belirteceğiz.
2. Belirli bir insanın aptal olma olasılığı, ayni kişinin herhangi bir başka karakter özelliğinden bağımsızdır.
Aptallığın "ilahiliğine" ilişkin olağanüstü bir gerçek var: Tabiat, her zaman ve her yerde "S" oranına eşit aptal bulunmasını sağlar. Sorun, bunların kimler olduğunu, aptallıklarının doğal sonuçlarını yaşayıncaya kadar fark etmenizin mümkün olmamasıdır. Ancak, nereye giderseniz gidin, sonuçta etrafınızda her zaman aynı oranda -ve birinci temel yasa gereği, en kötümser tahminlerinizin de üstünde- aptal olacağını varsaymanız yararınızadır.
3. Bir aptalın çevresine zarar verme olasılığı toplumsal hiyerarşi içindeki yerinin yüksekliği ile doğrudan orantılıdır.
Geleneksel toplumların kati ve değişmez hiyerarşisi içinde aptal olduğu halde iktidar sahibi olanları bu gücü ellerinde tutmayı sürdürmeleri doğal görülebilir. Peki neden modern toplumlarda da aynı durum geçerli? Bu noktada, genel seçimlerin, iktidar sahipleri arasında da "S" sabit oranında aptal olmasını güvence altına almanın en etkili aracı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Birinci temel yasaya göre, seçmenlerin arasında, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla "S" oranında aptal vardır. Birinci ve ikinci temel yasanın bileşimi ise, adaylar arasında, yine, her zaman ve tahmin edilenden daha fazla "S" oranında aptal olduğunu, üstelik de bunları, kendilerini eylemleriyle ortaya koyana, yani seçildikten sonraya kadar fark etmenizin olanaksız olduğunu ortaya koyar. Seçmenler arasındaki "S" oranındaki aptalın, kendilerine hiçbir yarar sağlamaksızın, size ve topluma zarar verecek şekilde oy kullanacakları, yani mümkün olan en çok sayıda aptal adayı seçecekleri ise, Temel Tanımlar'ın bir gereğidir.
4. Aptal bir yaratık, en umulmadık ve en düşünülmedik zaman ve yerde, nedensiz ve belirli bir planı olmadan karşınıza çıkar.
5. Aptalların eylemleri mantık kurallarına uymadığı için su sonuçları doğurur: İnsanlar şaşkınlıkla kalakalır, şaşkınlıktan kurtulanlar ise ne yapacaklarını bilemezler, Çünkü aptalın mantıksız eylemine mantıkla karşılık vermek mümkün değildir.
6. Aptal olmayanlar her zaman aptalların zarar potansiyelini küçümserler. Özellikle de, herhangi bir yer ve zamanda, herhangi bir durumda aptallarla ilişki kurmanın veya onlarla bir araya gelmenin, kendilerini kaçınılmaz olarak, pahalıya mal olacak bir yanlışa sürükleyeceğini unuturlar.
7. Aptal insan, var olan en tehlikeli insan türüdür. Kusursuz bir haydudun eylemi bile toplumu fakirleştirmez, Çünkü biri soyulurken biri de zenginleşmiştir. Ancak aptallar kendilerine çıkar sağlamadan başkalarına zarar verirler. Yani aptallar isin içine girince tüm toplum yoksullaşır.
8. Geri ya da gerilemekte olan bir toplumda, aptallara toplumun öbür üyelerinden daha etkin olma hakkı ve/veya olanağı tanınmıştır.
Normalde, geri bir toplumda da, ileri bir toplumda da ayni "S" oranında aptal olması gerekir. İki toplum arasındaki temel fark, aptallara verilen bu etkin konumdan ileri gelir. Bu durumda, bir de, toplumun aptal olmayan kesimleri içindeki, ''Aptallık Unsuru Taşıyan Haydutlar'' ile ''Aptallığa Eğilimli Saflar''ın oranında beklenmedik ve normalin üzerinde bir artış olursa, normal aptal oranı "S"nin yıkıcı gücünü aşan güçler oluşur ve ülke felakete sürüklenir.
Cipolla kendilerine fayda sağlamak için başkalarına zarar verenleri haydut olarak niteliyor, ancak onları da ikiye ayırıyor: Kendilerine az fayda sağlamak için başkalarına çok zarar verenler aptal-haydutlar oluyorlar. Kendilerine çok fayda sağlarken başkalarına az zarar verenler ise zeki-haydutlar oluyorlar. Yine yazara göre siyasiler her ülkede aptal-haydutların arasından çıkıyor.
Cipolla'ya göre demokrasi ise her ülkede eşit oranda bulunan ve ne zaman ne yapacakları belli olmayan aptalların inatla ve sürekli olarak aptal-haydutları iktidara getirmesi olarak tecelli ediyor.
Aslında Cipolla’nın kitabı (Neşeli Öyküler) sıradan bir kitap. Ancak bu kitabı sıra dışı yapan da kitabının sonunda yer alan ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘ bölümü… Bu bölümü de ilginç kılan ise yaşadıklarımız…
Romalı şair Horatius ‘‘İnsanın gerçeğe gülmesini kim yasaklayabilir?‘‘ derdi. Ama Cipolla’nın ‘‘Aptallığın Temel Yasaları‘‘nı okuyup da günümüzle de ilişkilendirilince de yaşadığımız gerçeğe Horatius’tan farklı olarak ancak acı acı gülüyorsunuz…
Osman AYDOĞAN
''Bozkırkurdu'' ve Hermann Hesse
Kısa bir süre önce sizlere 1946'da Nobel Edebiyat Ödülü almış 20. yüzyılın en önemli yazarlarından birisi olan İsviçreli yazar ve ressam Hermann Hesse (1877 -1962)’nin ‘’Gertrud’’ isimli kitabından bahsetmiş, alıntılar yapmıştım…
Hermann Hesse’nin güzel bir kitabı daha vardı: ‘’Bozkırkurdu’’ (Orjinal isim: Der Steppenwolf) (Yapı Kredi Yayınları, 2003)
Kendini dış dünyadan soyutlamış, aşırı bilmenin ve düşünmenin neticesinde zihinsel işkencelerin karanlık dehlizlerinde hapsolmuş bir adamın öyküsüdür ‘’Bozkırkurdu’’...
Yaşadığı çağın ilerisinde olan kişilerin çektiği sıkıntıları anlatan bir kitaptır ‘’Bozkırkurdu’’...
Yaşadığı toplumla kendi arasındaki farkları fark edenlerin okuması gereken bir kitaptır ‘’Bozkırkurdu’’...
Hayatı yaşamak yerine onu düşünmek gibi bir gaflete düşmüşseniz eğer, ait olmadığınızı düşündüğünüz bir dünyada yaşıyorsanız eğer, içinizde farklı birkaç benlik, kişilik taşıyorsanız eğer kendinizi bulabileceğiniz bir kitaptır ‘’Bozkırkurdu’’...
Burjuvazi ve aydın eleştirisinin yapıldığı Hermann Hesse’nin bir başyapıtıdır ‘’Bozkırkurdu’’...
Okumadan geçirdiğiniz her yeni güne lanet etmenize vesile olacak bir kitaptır ‘’Bozkırkurdu’’...
Roman kahramanı kendisi için "yolunu şaşırıp kendisine yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım. Bir bozkırkurduyum" der… Kitaptaki roman kahramanı Harry Haller de Hermann Hesse'nin ta kendisidir…
İşte size bu kitaptan bazı bölümler:
‘’Günümüzde yaşamak ve yaşamaktan zevk almak isteyen birinin senin gibi, benim gibi bir insan olmaması gerekiyor. Zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek iş, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz.’’
‘’Her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. Yalnızca ölüm.’’
"Ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. Tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocamana statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir aklım almıyor bir türlü.
İstesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. Öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapılarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları.
Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu Amerikalılaşmış bu insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, O zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan. "
“İnsanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez. Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler; suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar; düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa bundan ileri bir noktaya ulaşabilir. Ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir. Böyle biri bir gün gelip suda boğulur.''
Ve söz Hermann Hesse’den açılmışken Hesse'yi daha iyi tanımamız için onun diğer sözlerine de yer vermek istiyorum:
“İnsanlık ile siyaset birbirini dışlar. İkisine birden hizmet etmek hiç kolay değildir.”
‘’İnanç da sevgi de aklın yolunu izlemez.’’
"Sevilmek mutluluk değildir, mutluluk bir başkasını sevmektir."
"Henüz insan aşamasına ulaşmış değiliz, yalnızca insanlığa giden yolun üzerindeyiz."
"Biz bir insandan nefret ediyorsak, bu insanın görüntüsüyle karşımıza çıkan, kendi içimizde yuvalanmış birinden nefret ediyoruzdur; bizim kendi içimizde olmayan şey bizi kızdırmaz..."
"Tek bir karakter yoktur. İçinizde sonsuz sayıda ve değişen güçlerde sonsuz karakter vardır. Bunlar güçlerine, zamana ve mekâna göre kendilerini gösterirler."
“Bazılarımız dayanmanın bizi güçlü kıldığını zanneder. Ama bazen bizi güçlü yapan bırakmaktır.”
"Her insanın tek bir gerçek işi var; kendine giden yolu bulmak."
‘’İnsan asıl bir hayale sahip olmalı; ona ulaşma yolu ise kolaydır.’’ (Man muss einen Traum finden, dann wird der Weg leicht.)
‘’Biz çocuksu düşüncelerimizden korktuğumuzda, hışırdar ağaç orada akşamları. Nasıl bizden uzun yaşıyorlarsa, öylesine uzun düşünceleri vardır ağaçların; uzun soluklu ve sakin. Onların dediğini gerçekten anlamadığımız sürece, bizden daha akıllı görünürler. Fakat eğer ağaçları duymayı öğrenirsek, işte o zaman özellikle düşüncelerimizin kısırlığı, aceleciliği ve çocukça telaşının, eşsiz bir neşe kaynağı olduğunu görürüz. Ağaçların dediğini gerçekten duyabilen kişi, artık ağaç gibi olmak istemez. O kişi artık olduğundan başka bir şey olmayı da istemez. İşte bu özüne, vatanına dönüştür. İşte bu mutluluktur.’’
‘’Her insanın kendi kendisinden çok şey beklemesini anlıyor ve onaylıyorum. Ama aynı şeyi başkalarından da beklemesini ve yaşamını iyi uğrunda sürdüren bir ‘savaşa’ dönüştürmesini anlayışla karşıladığımı ve onayladığımı söyleyemem; çünkü savaş, eylem ve muhalefet en küçük bir değer taşımıyor gözümde.’’
‘’Dünyayı değiştirmeye yönelik her istemin savaşa ve şiddete yol açacağını bildiğimi sanıyorum. Dolayısıyla, şu ya da bu muhalefet cephesine katılmam olanaksızdır; çünkü bunun doğuracağı sonuçları uygun görmüyor, yeryüzündeki haksızlık ve kötülüğü ortadan kaldırabileceğine inanmıyorum.’’
‘’Değiştirebileceğimiz ve değiştirmemiz gereken şey bizleriz, biz kendimiziz, bizim sabırsızlığımız, manevi alandaki bencilliğimiz, incinip kırılmalarımız sevgi ve hoşgörü noksanlığıdır. Bunun dışında dünyayı değiştirmeye yönelik her görüş, en iyi niyetlerle de yola çıkıyor olsa yararsızdır bence.’’
Osman AYDOĞAN
Regâip Kandili
Bu gece Regâip gecesidir... Regâib gecesi (Leyle-i Regaip), Hicri takvime göre üç ayların başlangıcı olan Recep ayındaki ilk perşembeyi cumaya bağlayan gecedir. Bilindiği gibi Hicri takvimin üç ayı, Recep, Şaban ve Ramazan aylarına ‘’Üç Aylar’’ denir ve mübarek aylardan sayılır.
Bu mübarek aylarda da mübarek geceler bulunmaktadır. Regâip Kandili ve Miraç Kandili; Recep ayında, Berat Kandili; Şaban ayında, Kadir Gecesi ise Ramazan ayında bulunmaktadır. Mevlit Kandili de Rebiyülevvel ayında bulunur.
‘’Regâib’’, Arapça bir kelimedir ve "reğa-be" kökünden gelmektedir. "Reğa-be", kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demektir. "Reğîb" kelimesi ise, "reğabe"'den türemiş olan bir isimdir ve kendisine rağbet edilen, arzulanan, taleb edilen şey demektir. Müennesi (dişil), "reğîbe"dir. "Reğîbe"nin çoğulu da "reğâib" dir. Kelime olarak "Regâib"in aslı budur. Regaip Gecesi (Leyle-i Regaip) ise çok lütuf ve ihsanla dolu, kıymetli ve değeri büyük, iyi değerlendirilmesi gereken bir geceyi ifade eder.
Bu geceye Regâib gecesi ismini melekler vermişlerdir. Her cuma gecesi kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allahü teâlâ, bu gecede, müminlere, ragibetler (ihsanlar, ikramlar) yapar. Müminler bu geceyi dua ederek, af dileyerek, namaz kılarak, Kuran okuyarak geçirir. Hz. Allah bu geceye hürmet edenleri affeder. Bu gece yapılan dualar kabul olunur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir.
Regâib kelimesi Kur'an'da geçmemektedir. Ancak "reğabe"den türemiş olan çeşitli kelimeler, Kur'ân'da sekiz yerde geçmekte ve "reğabe"nin ifâde ettiği mana için kullanılmaktadır.
Bu gece, değerini, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (asm) bir cihette, görünen âleme teşrifi demek olan anne rahmine düşmesinden aldığı iddia edilmekte ise de bu konuda İslam bilginleri arasında bir görüş birliği yoktur.
Regâip Gecesi gibi mübarek günler Müslümanların birlik ve beraberliklerinin güçlendirilmesi için fırsat yarattığı düşünülür. İslamiyet’te birlik ve beraberliğin ise yapılan tüm ibadetlerden daha önemli, daha hayırlı olduğu bilinir.
Kandil vesilesiyle ölmüşler hatırlanır, mezarları ziyaret edilir, büyüklerin eli öpülür, eli öpülemeyen büyükler aranır, hal hatır sorulur, gönlü alınır, güçsüzler, yardıma muhtaç olanlar, yalnızlar sevindirilir, dargınlar barışır, kem sözlerden sakınılır. Kandil vesilesiyle yapılan tüm iyi şeyler diğer günlerde de yapılmak üzere alışkanlık haline getirilir.
Sevgili arkadaşlarımın, değerli dostlarımın ve saygıdeğer büyüklerimin Regâip Gecesi’ni kutlar, Yüce Rabbimden tüm kullarına, vücut sağlığı, zihin sağlığı, mutluluk, esenlik, iyilik, güzellik, bolluk, bereket, huzur ve güç vermesini dilerim.
Osman AYDOĞAN
Âşık Veysel
Âşık Veysel'in yaşamının bir kısmı Ümit Yaşar Oğuzcan’ın anlatımı ile şu şekildedir;
Âşık Veysel, hayatını anlattığı bir şiirinde "Üçyüz-onda gelmiş idim cihana" diyor. Yıl 1894 oluyor hesapça. Sivas'a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde dünyaya gelmiş. (25 Ekim 1894) Anası Gülizar, bir yaz günü köy dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya gittiğinde; oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i. Göbeğini de kendi eliyle kesmiş. Yaman kadınmış Gülizar ana. Bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüş. Babası Ahmet; bebenin adını Veysel koymuş.
Yıllar geçmiş aradan büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk. Böylece yedi yaşına varmış. O yıl bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünde, çiçeğin beyi çıkmış kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş, önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş, bu gözüyle.
Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in. Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; yakında bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.
Babası meraklı adammış. Halk ozanlarından şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas'ın köyleri saz şairleriyle dolu o zamanlar. Onlar da ara sıra gelip Ahmet emminin evine uğrarlarmış. Veysel ilgiyle dinlermiş çalıp söylediklerini.
Babası, oğlunun ilgisini görünce; bir saz alıp vermiş ona. İlk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamşıh'lı Ali Ağa'dan almış. Ve gitgide, kendini iyice saza vermiş Veysel. Ünlü halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman.
Yirmibeş yaşındayken (1919) anası babası Veysel'i Esma adında bir kızla evermişler ve kısa süre sonra ikisi de göçüp gitmiş bu dünyadan (1921). Acı üstüne acı gelmiş, ama bitmemiş talihin kötü oyunu. İkinci çocuğu on günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardından da eşi Esma yanaşmalarından birisiyle evden kaçmış. Bu olay çok yaralamış Veysel'i. Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış.
Eşi çekip gittiğinde bir kızı varmış Veysel'in. Daha bir yaşını bile bitirmemiş. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış.
Daha sonra Veysel'i yeniden evermişler. Bu eşi de çocuk vermiş Âşık’a’. Biri ölmüş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ. Onlar da 18 torun vermiş Veysel'e.
Âşık Veysel, Cumhuriyetin Onuncu Yıl dönümüne rastlayan 1933 yılına kadar, başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş.
Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda sairlerimizden rahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i. Onun ışık tutuculuğuyla Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel; şairliğinin gelişmesinde Tecer'in büyük yardımlarını gördüğünü söylerdi her zaman.
Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri Gazi Mustafa Kemal Paşa için söylediği: "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi" mısrasıyla başlayan şiirdir. Bundan sonra bütün yazdıklarını çalıp söyler olmuş.
1933 yılına kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde; bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle kasabalarını, köylerini yakından tanımıştır.
Halk ozanlarından en çok Karacaoğlan'ı, Yunus'u, Emrah'ı, Dertli'yi severdi. Çağımızın ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardı Veysel'de. Onun aracılığıyla Köy Enstitülerinde bir süre saz öğretmenliği de yapmıştı Veysel. Sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar Köy Enstitülerinde bulunmuştu.
1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Âşık Veysel'e 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, "Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylık bağlamıştı.
Yetmiş yıl karanlık bir dünyada yaşadı (ölümü 21 Mart 1973). Âşık Veysel öldüğünde lise birinci sınıfında idim. Hiç unutmam; Edebiyat öğretmenimiz Suphi Martağan derste haber vermişti bize Veysel'in ölümünü… Ve bize demişti ki Edebiyat öğretmenimiz; ‘'Türk halk edebiyatının son temsilcisi bu dünyadan göçtü.'’ Karanlık gözlerindeydi yalnız, içi apaydınlıktı Veysel'in, şiirleri de öyle... Halk şiirimizin bu güçlü ozanı yarım yüzyılı aşkın bir süre yazdıklarıyla, çalıp söyledikleriyle çevresine ışıklar saçtı. Sanırım şimdi de mezarında son uykusunu nûrlar içinde uyuyordur.
Yalnız çağımızda yaşayanlar değil, bizden çok sonra yaşayacaklar da "Dostlar Beni Hatırlasın" şiirini unutmayacaklar ve her zaman rahmetle anacaklardır.
Bu yazıda esas olarak Veysel’in ilk eşi Esma hakkındaki şu hikâyeyi anlatmak istiyorum;
Veysel'in babası akrabalarından birisi olan Esma ile evlendirmişti onu. Veysel eşini çok seviyordu fakat bu sevgi beraberinde kıskançlığı da getirmişti. Esma artık bu durumdan usanmış dayanamaz hale gelmiş sekiz yıl evli kaldıktan sonra Hüseyin adlı yanaşmalarından bir delikanlıyla beraber kaçmıştı.
Gece vakti evinden gizlice kaçan Esma, Hüseyin'le buluştur ve uzunca bir yolu hiç durmadan çoğunlukla koşarak kat ederler. Bir çeşme başında soluklanmak için durduklarında Esma, "cebimde bir şey var ağırlık yapıp duruyor" diyerek cebini açtığında bir tomar para bulur. Veysel meğerse her şeyden haberdarmış, kör olan sadece gözleriymiş, hisleri, gönlü, kalbi değil, eşini o kadar çok seviyormuş ki, eşi yaban ellerde rezil olmasın, ele güne muhtaç olmasın diye ne kadar parası varsa cebinin içine iliştirivermiş.
Veysel, bu nedenle büyük, bu nedenle 'Âşık', bunun için Veysel, bu nedenle sanatçı...
Gerçek sevgi tek taraflıdır… Karşılıklı sevgiler bir beklenti üzerine kurulmuştur; sen beni seversen! '‘O'’ sevmeden sevmek, ''o'' bilmeden sevmek ve her hal ve şartta onun mutlu olması için çalışmaktır gerçek sevgi…
Gerçek sevgi; sevgiliyi bir beyaz güvercin gibi avuçlarına alıp okşamak ve yüreğine bastırıp korumaktır. Ama sevgiliyi daha güzel ufuklar bekliyorsa onu salıvermek, onun uçsuz, bucaksız gökyüzünde kanat çırpışlarından sonsuz haz duymaktır. Onun kendisinden uzaklaşmasına üzülmek değil, gerçeğe uçmasına, hakikate yaklaşmasına sevinmektir gerçek sevgi. ‘‘Beni bırakıp nereye gidiyorsun'’ demek değil, ‘'gittiğin yerlerde dualarımla seni koruyacağım’’ diyebilmektir gerçek sevgi.
Veysel, bu nedenle büyük, bu nedenle ''Âşık'', bunun için Veysel... Kendisiyle yapılan bir konuşmada Esma Hanım şöyle der; ‘‘Ben olmasam, bana olan aşkı olmasa Veysel de olmazdı’’
Günümüzde ‘’sevgi’’ kavramının içini boşalttık, alanını daralttık; sadece annemizi, eşimizi, kardeşimizi, çocuğumuzu sevdik, cinnetin ve sahiplenmenin adına da sevgi dedik. Gerçek sevgi tek taraflıdır, rağmen türüdür. Gerçek sevgi sevgiliyi sahiplenmek değil, sevgiyi sevgiliye karşılıksız vermektir.
Sıra dışı bir edebiyatçı ve düşünür olan Nobel Edebiyat Ödüllü Portekizli yazar José Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırmıştı zaten; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’ Âşık Veysel sevmenin en güzel yolunu göstermişti bize...
Bugün onun vefat yıldönümü! (21 Mart 1973) Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.'' Âşık Veysel de ''Dostlar beni hatırlasın'' derdi... İşte onun sesinden onu saygıyla hatırlayalım:
https://www.youtube.com/watch?v=wTGTJgSstaI
Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın...
Osman AYDOĞAN
Sevgiye Arzu
Hermann Hesse (takma adı Emil Sinclair) (1877 -1962) Almanya'da doğmuş 20. yüzyılın en önemli yazarlarından birisi olan İsviçreli yazar ve ressamdır. 1946'da Nobel Edebiyat Ödülü almıştır. ‘’Bozkırkurdu’’ ve ‘’Siddharta’’ en önemli eserleri arasındadır.
Hermann Hesse’nin güzel bir kitabı daha var: ‘’Gertrud’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2005)
Hermann Hesse bu kitabında içine kapanık bir müzisyenin (Kuhn) yaşama ve insanlara tepkisini, başkaldırışını, korkusunu güzel bir üslupla aktarır.
Kitapta anlatıcı Kuhn genç yaşta sakat kalan bir bestekârdır. Diğer ana karakterler depresif opera sanatçısı Muoth ve güzel sesli Gertrud’dur. Roman bu üçlünün ilişkilerine odaklanır. Kuhn yaşadığı tüm coşkuları ve ümitsizliklerini bestelediği operaya aktarır. Hermann Hesse bunu o kadar güzel tasvir eder ki bu var olmayan eseri dinlemiş gibi olursunuz…
Kitapta Kuhn bir bölümde şöyle anlatır:
"Erkekleri görüyordum; bugün arzuyla, yarın bıkkınlıkla kahroluyor, yana yakıla seviyor, sevgilere hoyratça son veriyor, hiçbir sevgiye güven beslemiyor, hiçbir sevgide mutluluğu bulamıyorlardı. Kadınları görüyordum sevgiden yanıp tutuşan; aşağılanmaları ve dayakları sineye çekiyor, sonunda kapı dışarı ediliyor ama bağlandıkları erkekten yine de kopamıyor, kıskançlıkları ve horlanmış sevgileriyle onurları çiğnenmiş, köpeksi bir sadakat sergiliyorlardı."
Bu kadar güzel bir tespitten sonra kendi halini de şu şekilde açıklıyor Kuhn:
"O gün uzun süredir ilk kez oturup ağladım... Kendim için daha bir sessiz, daha bir el altından gözyaşları döktüm; bir başka gezegende yaşar gibi bütün bu insanların arasında yaşayıp hayat denen şeye akıl erdiremeyen, sevgiye susamışlıktan ölen, ama sevgiden de korkmadan duramayan kendim için gözyaşları."
Osman AYDOĞAN
Özdemir Asaf: İnsana ve Aşka Dair
Özdemir Asaf (1923 - 1981); matematik denklemleriyle yalnızlığın hüznünü bir araya getirip, içindeki çocuğa şiir yazdıran şairimizdir. "Her bir yaşam öyküsü, öbür yaşamların parçacıklarıyla tamamlanır’’ diye tanımlar hayatı…
Asıl adı Halit Özdemir Arun'dur. Saatinin akrebi ve yelkovanı olmayan bir şairimizdi… Düşünen bir şairimizdi... Tüm dünyayı kucaklamak isteyen, fakat kolları buna yetmeyen, ("bütün dünyayı kucaklamak istedim, kollarım yetmedi." ) sonra da bunu sessizce kabullenmek zorunda kalan şairimizdi… Sanki oyun hamuruyla oynuyormuş gibi kelimelerle oynayan, onları çeşit çeşit renge ve şekle sokan, insan suretli büyücü bir şairimizdi… Derinliklerin anlatıldığı şiirlerin ustası bir şairimizdi, dizeleri kısa ve öz, bir kurşun kadar ağır, ancak bir kuşun yuvası kadar naif olan bir şairimizdi… Bir kelimeye bin anlam yüklemiş olan bir şairimizdi… '’Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa'’ diyerek gerçek aşkı anlatan şairimizdi…Türk şiirinde ''İkinci kişi''yi en iyi anlatan şairmizdi...
''Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır'' diyerek çağını ve ötesini görebilen bir şairimizdi…
Murathan Mungan kendisi için şöyle söylerdi: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin. " Muratha Mungan’ın söylediği gibi Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen, İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatan ve kelimelerle dans eden bir şairimizdi… Yuvarlağının köşeleri olan bir şairimizdi… (‘’Yuvarlağın Köşeleri’’, şairin şiir kitabının adı…)
Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdi…
‘’Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz’’ isimli şiir kitabinin ilk sayfasında da; "Herkesin bir hikâyesi vardır ancak herkesin bir şiiri yoktur" İfadesi bulunan bir şairimizdi…
Aşiyan Mezarlığında bir mezar taşında Özdemir Asaf Arun ve Yıldız Moran Arun isimleri yan yanadır. Ve bu mezar taşında, altına da üstüne de kimi zaman erguvanlar, kimi zaman sararan yapraklar, kimi zaman da kar düşen şu şiir yazılıdır:
‘’Sevgi ise sevişeceğiz seninle
kavga ise dövüşeceğiz seninle
ölümü de paylaştığımız yaşamda
ortaklaşa bölüşeceğiz seninle’’
Şiirin adı da ‘’İkilem’’dir…
"Uzağa değil usta, öteye hep öteye gitti; yalnızlığı ondandır!" dizelerin sahibi de 28 Ocak 1981’de öteye gitti, bizim o hep hayıflandığımız ve yakındığımız yalnızlığımız işte bundandır!
Türk şiirinde; Cahit Sıtkı Tarancı "ölüm", Nazım Hikmet "hasret", Ahmet Hâşim "akşam", Yahya Kemal "İstanbul’’dur. ‘’Aşk’’ın şairi nasıl Cemal Süreyya, ‘’keder’’in şairi nasıl Ahmet Arif ise Özdemir Asaf da ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ sairidir. Ancak hüznü kırılgan, depresif ve umutsuz değil; onun hüznü güler yüzlü ve pozitiftir.
Susadığınızda su içmek gibidir, çok istediğinizde çay içmek gibidir, çok acıktığınızda yemek yemek gibidir Özdemir Asaf’ın şiirleri…
Aşağıda Özdemir Asaf’ın üzerinde düşünmemiz gereken insanı, hayatı ve aşkı kısa cümlelerle anlattığı ve her kelimesi ve her cümlesi ile insanı tarifsiz etkileyen sözlerini sunuyorum… Bu sözlerde kısmen Goethe’nin izlerine rastlanır. Goethe de ‘’Genç Werther'in Acıları’’nda şöyle söylerdi: ‘’Seni seviyorsam bundan sana ne?" Benzer şekilde Özdemir Asaf da şöyle söylerdi: "Neyine bağlandım ki bu kadar, bana bakmayan gözlerine mi, yoksa benim olmayan kalbine mi?..” ''Ona aşığım, çünkü o bana değil.''
Özgemir Asaf'ın çok sevdiğim ''Lavinia'', ''Alfa'' gibi şiirlerini bulup okumaya sizlere bırakıyorum. Ben onun her biri aforizma niteliğinde olan ve okuduğunuzda sanki siz söylemiş, sanki size söylenmişcesine ruhunuzda, ruhunuzun en derinliğinde hissedeceğiniz sözlerini sunuyorum. Beğeneceğinizi ve üzerinde düşüneceğinizi umuyorum...
Özdemir Asaf’ın insana ve aşka dair sözleri:
• Mutlu edemeyeceksen, meşgul de etmeyeceksin.
• Bir seni görsün istiyorsan gözüm, bir beni görmeli gözün.
• Bekle dedi gitti; Ben beklemedim, o da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.
• Madem yalandı herşey, bıraksaydın öyle kalsaydı. Bana son yalanın "ben de sevdim" olsaydı.
• İki yüzlünün dilinde tat, kalbinde ise fesat gizlidir.
• Ne para istiyorum ne de pul. Tek bir istediğim var, o da yalansız bir kul.
• Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa.
• İki seçeneğin var; ya kal, ya gitme!
• Ben ölseydim, o belki ağlardı. Ama o ağlasaydı, ben ölürdüm...
• Bakarken kıyamamak mı, yoksa baktıkça doyamamak mıdır aşk?
• Yüzümde hüzünden gölgeler varsa, o hüzün yüzündendir olsa olsa.
• Gelmeyecek bir gideni, olmayacak bir nedeni beklediniz mi?
• Öğüt; zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir.
• İnsansız adalet olmaz. Adaletsiz insan olur mu? Olur, olmaz olur mu! Ama, olmaz olsun.
• Dün yağmur yağacaktı, gün döndü, yarın yağdı, Bugün dindi.. Ağlayacaktı.. Kim anlayacaktı…
• Sen kalıyordun, gide gide, Ben gidiyordum, kala kala.
• Benim sevdam ulu çam gibidir. Ne güzde yaprak döker, nede kışta boyun büker.
• Benim en sevdiğim söz ,"sen"den duyduğum "ben"dir.
• Ben gülüşüne öldüm, o ölüşüme güldü. Farklıydık işte!
• İnsanin kendine mektup yazması ve dönüp dönüp onu okuması yalnızlığın da ötesidir.
• İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı? Bu, insana bağlı.
• Onu kırmış olmalı yaşamında birisi. Dinledikce susması, düşündükçe susması. Tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi, heykelini yontuyor yalnızlığın ustası.
• Sırtımızı yaslayıp uyuduğumuz taşları mı atacaklar kafamıza; taş kalpleri taç yaptık diye başımıza.
• Keşke sen ben olsan; seni sevmenin ne kadar zor olduğunu anlasan. Keşke ben sen olsam; bu kadar sevilmenin tadını çıkarsam.
• Seni büyük buldum, anladım, seni güzel buldum, korudum, seni küçük buldum, uyardım, seni yakın buldum, uyudum, biri yanlış idi, unuttum.
• Düşümde aşk ile karşılaştım. İnsanı arıyordu. Uyandım, insan ile karşılaştım. Aşkı arıyordu.
• Önce büyük büyük düşündüm. Sonra büyük büyük yaşadım. Ne varsa onlar aldı. Şimdi bana küçük bir ölüm kaldı.
• Çevreme bakındım, yalancıların çoğu unutkan ya da aptal... Kötü ve korkak. Yalanı böylelerinin eline düşüren büyük zekalara kızdım.
• Mutluluğun gözü kördür, yalnızlık sağır. Ondandır biri tökezleyerek yürür, öbürü uykusunda bile bağırır.
• Kim bilir kaç kişi ayrı yataklarda birbirine sarılarak uyuyordur.
• Gelmen bir iyiliktir diyecektim... Kapıyı hep başkaları açtı.
• Beni benden çıkardınız. Beni benden aldınız. Göz görmeye görmeye. Bir uzağa bıraktınız. Kendime dönmeye. Artık çok geç.
• Yalnızlık dışarıdan gelmez; insanın içindedir.
• Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür. Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.
• Ne an yaklaştımsa ittiniz ve ne zaman geldimse gittiniz. Siz hep büyük ve önce idiniz. Gerçekten öyle oldu önce siz bittiniz.
• Aşkın içinde en uzun, içtenliklerini en iyi korumasını bilenler kalmıştır.
• Bazen dayanmaktır sevmek; hayat nereden vurursa vursun ayakta durabilmek… Bazen yaşamaktır sevmek; soluksuz ciğer gibi sevgisiz kalbin duracağını bilmek… Bazen ağırdır sevmek; sevdiğine layık olabilmek… Ve bazen hayattır sevmek; birini çok uzaktayken bile, yüreğinde taşıyabilmek…
• Artık benim mutluluk denen bir kavramım olmayacak. Daha mutsuz olmamak için...
• Ağlamak unutmak kadar kolaydır inan...Sevin ağlayabiliyorsan. Sevin ağlıyorsan... Gül ağlayabiliyorum diye, gül ağlıyorum ağlıyorum diye. Sana birşey yapamam ağlayamıyorsan!
• Beni bundan böyle beklese beklese hüzün bekler, çağırsa çağırsa hüzün.
• Kendine gel! Seni orada bekliyorum.
• Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.
• Dünyanın nüfusu ikiye bölünüyor. Yarısı sen oluyorsun, yarısı ben. Sonra ikimiz bir bütün oluyoruz, kimseye sezdirmeden...
• Yaşamak, ilkin sevgi ile sevmek ile başlar, Doğumla, doğmakla değil. Yaşam da sevgisizlikle biter, ölümle, ölmekle değil...
• Kaçmak istedikçe sana yakalanıyorum. Söndürmek istedikçe sana yanıyorum. Yenildim işte! Yine de seviyorum.
• Bir anlam gelse. Ne varsa alsa gitse.
• Ağladığımı gör diye ağlamıyorum; Ağladığım için ağladığımı görüyorsun.
• Beni öyle bir yalana inandır ki ömrümce sürsün doğruluğu.
• Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil gitmesi boşluk yaratan.
• Bir sevgiyi anlamak, bir yaşam harcamaktır... Harcayacaksın!
• Bir gün benden şikâyet ettiğin ne varsa, Özleyeceksin!
• Seni, sensiz de sevebiliyorum.
• Söylenemiyor çok şey, susmadan.
• Makyajı akıyor farkının; herkesleşiyorsun...
• Gülüş bir yanaşımdır bir öbür kişiye; birden iki kişiyi döndürür bir kişiye. Anılarından kale yapıp sığınsa bile, yetmez yalnız başına bir ömür bir kişiye.
• Kime sorsam, "ben senin mutluluğunu istiyorum" dedi. Ne kastınız vardı mutluluğuma, anlamadım gitti.
• Aşk; iki kişinin sokak kavgasına benzer, Çünkü ayıran hep bir yabancıdır.
• Sen bana bakma ben senin baktığın yerde olurum.
• Oysa ne çok ağladım ben bir damla yaş dökmeden...
• Sakladığın kendini böldün iki yarım'a; iki kez yaralandın bir yarım yara için.
• Güçlü olmanın türlü yolları vardır, dürüst olmanın bir tek.
• ‘’Bekle!’’ deseydin, gelmeyeceğini bilsem bile beklerdim...
• Bu için için oluşum. Ben seni bulunca, sen de beni bulasın diyedir.
• Kirli ellerimiz daha temiz, temiz elli kirli gönüllerden. Ne dersiniz?
• Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım.
• Gidişiyle boşluk yaratanlardan ol.
• Uykunun içinde bir rüya, rüyamda bir gece, gecede ben... Bir yere gidiyorum, delicesine... Aklımda sen...
• Boşuna yorulma gönül. Sadece sevmek yetmiyor...
• Adının üstüne anılar koyma. Sen mezar değilsin. Anılar adının ardından gelsin. Sen duvar değilsin...
• Bir kelimeye bin anlam yüklediğim zaman sana sesleneceğim.
• İmkansızları yaşamak mıdır sevmek, yoksa severken imkansız mıdır yaşayabilmek?
• İnsan parasını kaybedince fakir, özgürlüğünü kaybedince esir, aşkını kaybedince şair olurmuş.
• Benimle ömür geçer mi ki dedim. Senle geçirmeye ömür yeter mi? dedi. İşte bu bana bir ömür yetti.
• Ölünceye kadar seni bekleyecekmiş. Sersem. Beni seni beklerken ölmem ki. Beklersem.
• ''İyi geceler canım'' derdin. Gecenin iyiliğinden çok, canın olma düşüncesi yeşerir dururdu içimde.
• Sevmeyi bilmiyorsan kullanma o iki kelimeyi! Yani ne sen kirlet ağzını o sözle. Ne de o söz ağlasın kimin eline düştüm diye.
• Ben yürümeye başlayınca denizlerin üstünde karalarda koşanlar durup bana baktılar. Ben de gittim sığınacağım adaları birer birer batırdım.
• Objektif ölü bir gözdür, ölmüşünü görür. Göz, görmüş bir objektiftir, gördüğünü öldürür.
• İnsanlar gelmeleriyle boşluk dolduranları severler, gitmeleriyle boşluk yaratanlara âşık olurlar.
• Küçükken hayvanlarla konuşabilsem ne ilginç olurdu diye düşünürdüm. Meğer yıllardır iletişim kurabildiğim bir sürü hayvan varmış.
• Unutsun beni demişsin, bu bana imkânsız geliyor. Çünkü unutmam için önce seni hatırlamam gerekiyor.
• Dost gerçekleri... Düşman işine geleni... Deli ağzına geleni... Aşık içinden geçeni söylermiş...
• Off ! Neyine bağlanır ki insan bu kadar? Sana bakmayan gözlerine mi, yoksa senin olmayan kalbine mi?
• Sus be yüreğim, bende biliyorum özlediğimi; sus da bilmesin özlendiğini.
• İnsanın zamanı varsa, herşeyin gelmesini beklemeye mecburdur. Her şeyi varsa eğer; Zamanın geçmesini beklemeye mahkumdur.
• Kolay mıdır bir anda herşeyden vazgeçip gitmek, yoksa herşeye rağmen gitmekten vazgeçip sevmek mi gerek?
• Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; O hayat herşeye bedeldir.
• Aşk; görmekten çok özlemeyi sever, dokunmaktan çok düşlemeyi.. Ve aşk öyle haindir ki; nerde imkânsız varsa gider onu sever.
• Gemilerin çoğu, bir insan yüzünden batmıştır. Denizin yüzünden değil.
• İnsanı bedenen ameliyat etmek için bayıltmak gerekir, ruhen ameliyat etmek için se ayıltmak.
• İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri, yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri?
• Son isteğin nedir? sorusu çok çok kolaydır, ilk isteğin nedir? sorusundan. Çünkü, o soruyu kimse kimseye soramadı korkusundan.
• Bir kadının alnı dudaklarından daha değerlidir. Çünkü dudaklarından dökülecek olan ''seni seviyorum'' sözü, önceden alnına yazılmıştır...
• Yanına kadar koştuktan sonra, bir adım daha atamayacaksan eğer; oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur.
• Konuşmak susmanın kokusudur. Ya sus-git, ya konuş-gel, ortalarda kalma. Yalan korkaklığın tortusudur. Dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma.
• Ne zaman nereye gitmedimse, hiç kimseyi de incitmesem de, konular birikti kendiliğinden; ben ne kadar biriktirmesem de..
• Aynı günde dört mevsime şahit olmak gibi bir şey bu. Önce özlüyor, sonra ağlıyor, akşamları küsüyor, geceleri çok seviyorum.
• Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç. Başka şehirleri özleyelim orada seninle. Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar ikimize yetmez...
• Tek kişilik miydi ki bu şehir? Sen gidince bomboş kaldı...
• Kendini bir şeye bölmesini bil, bilmezsen, bir şeyi bilmesini bil, onu da bilmezsen, anlatıyorum, olan oluvermez, ölmesini bil.
• Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Bu yılan doğadaki yılandır, toplumdaki değil. Yanlış anlaşılıyor.
• Şu hayvan o kadar vahşî ki... Onun üstesinden ancak insan gelebilir.
• Off dudağım acıyor" dediğimde, "Öpeyim de geçsin" diyen sevgili; "yüreğim acıyor" dediğimde çekip gitti…
• Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.
• Sana bir şiirler olmuş sevgilim. Yüzün-gözün söz içinde. Hangi imla kitabına baksam, benden ayrı yazılıyorsun.
• İki tür nokta var; biri önüne ve ardına bakar, biri ardına bakmaz ardını noktalar.
• Gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu!.. Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu.
• Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler.
• Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.
• Bir kez geçer, bir insan bir karşı'ya, Ondan sonra artık herşey karşı'dır.
• Yaşamak için bırakılmış bir yön baktım, yoktu: Ben direnmek için elimden gelin yaptım.
• Tutkuların evinde savaş kırıkları var; kül olmuş bir bütün'ün yonga yanıkları var. Eski özlemlilerin yeni bahçelerinde, anı kuyularının suskun çığlıkları var.
• Biri gelir sorarsa... Sana beni sorarsa... Gitti der misin? Gittiğimi söyler misin... Gidiyorum ben sana, benimle gider misin?
• Seni bulmaktan önce aramak isterim. Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam bitirmek değil de, sana hep hep yeniden başlamak isterim.
• Sil ağzının kenarını, yine gülüşünden cennet akıyor...
• Sustuğunu bilen olgundur, bildiğini susan değil.
• Ağzında yalan varken konuşma!
• Ne zaman imkânsızı seversen, işte o zaman gerçek seversin.
• Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.
• Evlilik, iki kişilik yalnızlıktır.
• Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, siz yoktunuz.
• Sevilenin yanlışı görünmez, sevilmeyenin görüntüsü yanlıştır.
• Dünüyle ünlü insanlar bugün gün yüzü görmezler.
• Söylenemiyor çok şey, susmadan..
• Anı bahçelerinde üşümek sıcaktı.
• Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.
• Yolun geleceğini çizdim, geçmiş gibi.
• Açlık insanı öldüren, partileri yaşatan bir olaydır.
• Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır.
• Bugüne en uzak gün, dün.
• Solan renkleri boyamakta o boyasız boyacı.
• Ölebilirim bu genç yaşımda. En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim. Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda, sevgilim, seni bir akşamüstü düşündürebilirim.
• Dün sabaha karşı kendimle konuştum.
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.
Onu vurmaya gittim ve kendimle vuruştum.
• Her korkan kaçmaz. Ama her kaçan, korkaktır.
• Ona aşığım, çünkü o bana değil.
Osman AYDOĞAN
Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi: “Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım.
Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığının dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükâfat vereceğini ilan etti.
Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı.
İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. “Ancak böylece”, dediler, “her şey tam zamanında yapılabilir”. Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa, başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar dikkat ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkânsız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.
Fakat bu defa da başka bilgeler; “bir konseyin önünde beklemesi imkânsız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir”, dediler. “Buna karar vermek içinse neler olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır”.
İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı.
Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dini ibadet dediler.
Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiç birisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi. Ama hala doğru cevapları aradığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi.
Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola yürüyerek devam etti.
Kral yaklaşırken, münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu.
Kral yanına gelip şöyle dedi: “Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim: Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim işler nelerdir?”
Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti. “Yoruldunuz” dedi kral, “küreği bana verin de biraz dinle Münzevi, “sağ olun” diyerek küreği krala verip yere oturdu.
Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve şöyle dedi: “Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım.”
Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp şöyle dedi:
“Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap veremeyeceksen, söyle de evime gideyim.”
Münzevi, “Buraya koşarak birisi geliyor” dedi, “bakalım kim?”
Kral arkasına döndüğünde, bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı; mendiliyle ve münzevinin havlu- suyla sardı. Fakat kan akmaya devam ediyordu. Kral sıcakkana bulanan sargıyı defalarca çıkarıp yıkadı ve yaraya tekrar tekrar sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada akşam olmuş, hava soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti. Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı.
Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; “Beni affedin” dedi, zayıf bir sesle.
Kral, “Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki” dedi.
“Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum” dedi adam. “Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusuya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım, fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız, kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız.. Eğer yaşarsam, şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni!”
Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi.
Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kere daha rica etmek istiyordu. Münzevi, dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu.
Kral ona yaklaştı ve şöyle dedi: “Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!”.
Yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve; “Cevabınızı aldınız” dedi.
“Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu kral. “Anlamıyorsunuz” diye cevapladı münzevi. “Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp şu tarhları kazmasaydınız, gidecek ve şu adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani, en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı.”
''Daha sonra bu adam yanınıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti; çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı. Bundan sonra şu gerçeği unutmayın; tek önemli vakit vardır.; içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur”.
TOLSTOY / İNSANLAR NE İLE YAŞAR
Osman AYDOĞAN
Çanakkale... Ah! Çanakkale...
Çanakkale Muharebeleri, I. Dünya Savaşı sırasında 1915-1916 yılları arasında (3 Kasım 1914 – 9 Ocak 1916 ) Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir.
18 Mart 1915 tarihi İngiliz ve Fransız filolarının Çanakkale Boğazını denizden geçmek için yaptıkları saldırılarda mevcudiyetlerinin %35’ni kaybedip geri çekilmek zorunda kaldıkları gündür.
Müteakiben İtilaf devletleri 25 Nisan 1915 tarihinde kara harekâtına başlarlar. Bu taarruzları da Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk)’ün emrindeki birlikleri etkin ve dâhiyane kullanması sonucu 09 Ocak 1916’da hüsranla sona erer.
Bu muharebelerde İtilaf devletlerinin denizde yenildikleri bizim zafer kazandığımız gün olan 18 Mart günü 27 Haziran 2002 tarihinde 4768 sayılı kanunla 18 Mart Şehitler günü olarak kabul edilmiştir.
Ancak bu düzenleme ile Çanakkale Zaferi, bu zaferin kahramanları ve özellikle Gazi Mustafa Kemal Atatürk gölgede bırakılmak, unutturulmak istenmiştir. Sanki bugün hüzün ve matem günüdür. Bu cefakâr millete hak ettiği bir zaferi kutlamak çok görülmüştür.
Çanakkale Muharebeleri her savaş gibi ardında kan, ölüm ve gözyaşı bıraktı. En iyimser rakamlarla 213.000 Türk şehit oldu. İtilaf kuvvetinden de 215.000 asker öldü. Bu savaştaki toplam insan kaybı 428.000 kişidir.
Türk ordusunun Balkan Savaşı’nda zedelenen ve hatta yok olmaya yüz tutan prestiji kurtarıldı. Ordu ve millet, bu zaferin getirdiği moralle kurtuluş savaşına girebildi.
Çanakkale Muharebeleri, Mustafa Kemal (Atatürk) gibi askerî bir dâhiyi yarattı, Birinci Dünya Harbi’nin bitiminden hemen sonra başlayacak olan Milli Mücadele’nin bu eşsiz liderini Türk ulusuna kazandırdı.
Bu muharebelerin zaferle sonuçlanmasında şu üç unsurun olmazsa olmaz katkıları olmuştur. Birinci sırada; tabii ki Mustafa Kemal Atatürk’ün bu zaferde olan tartışılmaz katkısı ve askerî dehası… İkinci sırada; hırsı ve tecrübesizliği ile tüm bir harbin kaybedilmesine ve bir imparatorluğun batmasına sebebiyet vermesine rağmen Balkan bozgunundan sonra Osmanlı Ordusunu yeniden eğiten ve donatan Enver Paşa… Üçüncü sırada ise; eserleriyle, özellikle Türk edebiyatının sahnelenen ilk tiyatro eseri olan "Vatan Yahut Silistre" eseriyle Türk insanına yurtseverlik, hürriyet, millet kavramlarını aşılayan Namık Kemal olmuştur. İşte bu nedenledir ki üniversite talebeleri, lise talebeleri bu savaşa gönüllü olarak katılmışlardır.
Çanakkale Savaşları sonucunda batılılar müttefikleri Rusya’ya yardım edemediler. Böylece mahsur kalan Çarlık Rusyası, içerden çöktü, kanlı bir rejim değişikliği oldu.
Anzak asker ve komutanları, Çanakkale’de yiğitçe döğüşen Türklerin hem asker, hem de insancıl yönlerini yakından izleme fırsatını buldular. O günlerde oluşan bu dostluk atmosferi hala sürmekte.
Çanakkale’de Türk ulusu, binlerce okumuş ve aydınını da kaybetti. Kesin olmayan tahmini rakamlara göre, 100.000’den fazla öğretmen, mülkiyeli, tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar yitirildi.
Bu kayıpların olumsuz etkileri, savaş sırasında olduğu kadar, daha sonra da fazlasıyla hissedildi. Nitekim, 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün başlattığı devrimler ve bunların paralelinde girişilen reformların kitlelere yaygınlaştırılıp mal edilmesinde, hayli sıkıntılar çekildi.
Ancak Çanakkale Muharebelerinde en çok sıkıntıyı cepheye asker gönderen ve onların cepheden dönmelerini bekleyen anneler, babalar, henüz duvağını çıkarmış gelinler, çocuklar, nişanlılar çekti.
Kendisinde tarih bilinci gelişmemiş bizden bir zat ‘’Gallipoli’’ isimli bir film yapar. Bu filminde Yeni Zelanda ve Avustralyalı anneleri, gelinleri, çocukları anlatır, bizim Mehmetçiklerin bir tanesinin dahi geride bıraktıkları annesine, yavuklusuna, eşine, çocuğuna yer vermeden. Filmi izleyince hayıflanıyor insan, neden yurdumuzu işgale gelen Yeni Zelanda ve Avustralyalı askerlere karşı yurdumuzu kahramanca savunduk diye. Hani söz vardı ya; ‘ben sana filmci olamazsın demedim, adam olamazsın dedim’’ diye…
Bu yazıda Çanakkale Muharebelerinde cephede savaşan askerlere ve bu kahraman askerlerin geride bıraktıkları nişanlılarının, henüz duvağını çıkarmış eşlerinin, annelerinin, babalarının ve yavrularının hikâyelerine yer verilmiştir.
Unutkan toplumuz ya biz; bu çilekeş insanları unutmayalım diye… Bu yurdun, bu vatanın, bu özgürlüğün, bu bağımsızlığın kolay kazanılmadığını her daim aklımızda tutalım diye… Bu isimsiz, adsız kahramanları unutmayalım diye…
Burada yer verilen hikâyeler Balıkesir’li araştırmacı Aydın Ayhan’ın '‘Çanakkale... Ah! Çanakkale’' isimli araştırmasından alınmıştır. Aydın Ayhan Balıkesirli olduğu için hikâyelerin hepsi Balıkesir'e ait... Çünkü Balıkesir cepheye en yakın il olduğu için cepheye de en fazla askeri Balıkesir göndermiştir... Keşke her ilden Aydın Ayhan gibi bir araştırmacı çıksaydı da o ilin kahramanlarının hikâyelerini gün ışığına çıkarsaydı... Hikâyelerin her birisi ayrı bir değer... Her birisi içselleştirilerek okunmalı diye düşünüyorum… Bu kahramanlar, bu aziz, bu cefakâr insanlar unutulmasın diye. Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’
Bugün, resmi olarak 18 Mart Şehitler Günü... Ancak gerçekte 18 Mart Çanakkale Zeferi günü... Bu günde bu zaferi bu millete armağan eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere aziz şehitlerimizi rahmetle ve şükranla anıyorum.
Osman AYDOĞAN
***
YAŞANMAYAN BAYRAMLAR
Bir gün Seyit İlşekerci’nin eczahanesinde oturuyordum. Beyi ile ilaç alan bir hanım: “Hocam ben sizin bir konuşmanızı izledim. Size nenemi anlatayım. Onun babası da. Çanakkale’ye gitmiş.” dedi.
Merakla dinlemeye başladım.
“Babası Çanakkale’ye gittiğinde, nenemiz henüz kundakta bebekmiş. Gitmiş ve bir daha hiç haber alınamamış. Ama annesi her bayram geldiğinde, nenemizi süsler giydirir ve sokağa yollamazmış. ‘Baban gelecek... Elinden tutacak... Seni bayram yerine o götürecek... Çıkma sokağa bekle..
Her bayram…Her bayram ‘Baban gelecek, elinden tutacak. Seni bayram yerine götürecek…
Nenemiz hala sağ. Ve hala her bayram giyiniyor, süslenip bekliyor. ‘Babam gelecek elimden tutacak. Beni bayram yerine götürecek...’
Edremit’te bir evde hala her bayram... Her bayram yaşanmamış çocukluk günlerinin bayramları yaşanıyor.. Aradan doksan sene geçti. Ama gelecek olan baba bekleniyor. Hayatı boyunca bayram yerinin nasıl olduğunu göremeyen insanların hatıraları yaşanıyor.
Akderenin karası
Kaşlarının arası
Ne olunmaz dert imiş
Çanakkale yarası
***
ALİ KADİR AMCA
Bir Ali Kadir Amcamız vardı. Beş, altı yıl önce vefat etti. Sık sık buluşur. konuşurduk.
“Babam Çanakkale’de kaldığında çok küçükmüşüm. Rahmetliyi hiç hatırlayamıyorum. Ama evde hep ondan bahsedilir, hep o anlatılırdı. Belki o zaman adet değildi, evde fotoğrafı da yok. Ama anamın geceleri sabahlara kadar süren sessiz iç çekişlerini, hıçkırıklarını hep hatırlarım. Ben kendimi bildim bileli sokaktan veya mektepten eve her geldiğimde annem işini gücünü bırakır koşar gelir, önümde diz çöker “şehidimin armağanı” diye ellerimi öper, beni okşar severdi. Evde anam adımı pek söylemezdi. “şehidimin oğlu, şehidimin armağanı...” diye seslenirdi. Ben onun için o idim.
Bayramlar bilirsin hep sevinçli geçer. Ama bizde değil. Halam ve amcamlarım gelir. Önce anamın elini öperler sonra eğilirler: “Şehidimizin armağanı” diye diye, benim ellerimi öperlerdi. Hep onu anarlar, hep gözyaşı dolu olurdu bizim bayramlarımız.
Ondan mıdır neden bilmem, ben hala her bayram hüzün dolu olurum.
Evlendiğim zaman, hanımın annesi, kayın validem, öpmem için elini uzattı. Birden şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim. Çünkü o zamana kadar ben evde hiç el öpmemiştim... Hep elim öpülmüştü...
***
MUKADDES HATIRALAR
Bir sıhhiye çavuşu anlatmıştı: Süngü muharebeleri birkaç saat sürüyor. Öğleden sonra ikide üçte yada ikindiye doğru ne bizde, ne onlarda takat kalıyor, muharebe kendiliğinden sona eriyordu. O vakit beyaz bayraklar çıkıyor, yaralıları taşıyorduk. Bu arada rastladığımız düşman sıhhiyeleriyle de birbirimizi anlamasak da ayak üstü yarenlik ediyor karşılıklı cıgara veriyorduk.
Bir seferinde, iki Fransız sıhhiye bana seslendiler. Gittim işaretle birini gösterdiler. Bir Fransız askeriydi. Pek yakışıklı biriydi. Elini işaret ettiler. Eğilip baktım. Bir fotoğraf tutuyordu, Genç bir kadın fotoğrafıydı. Belli ki ölmeden önce fotoğrafı çıkarmış, resimdeki kadına baka baka ölmüştü... Bir tuhaf oldum.
Az ötede cesetlerin arasında bir şehidin cesedi de dikkatimi çekti. Oturmuş, başı yana öyle ölmüştü. Yüzünden Karadenizli olduğu anlaşılıyordu. Yüzü adeta güler gibiydi.
Baktım Mehmet de elinde bir şeyler tutuyor. Ona doğru gittim. Avucunda işlemeli mendil tutuyordu. Kolundan akan kan mendile kadar gelmiş, mendili kana bulamıştı. Mendili avucundan yavaşça bırakıverdi. İçini açtım, baktım. Yeni doğmuş bir bebeğin altın gibi sapsarı saçları vardı. Mendili ve saçları şehidin koynuna soktum. Onu alıp o mukaddes hatıralarıyla beraber gömdüm…
İngiliz teyyaresi
Tepemizde dolandı
Verdiğin beyaz mendil
Al kanlara boyandı.
***
KURU FASULYE
1999 Mart’ında pek çok kitap yazmış, ilginç bir köy imamı ile ilgili araştırma yapmak için Edremit’e gittim.
Üniversitede okumuş, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışmış, Çanakkale, Filistin cepheleri, kurtuluş savaşı derken yıllar sonra Edremit’e dönmüş, binlerce kitabını Edremit kütüphanesine bağışlamış birisi.
Onun ile ilgili çalışırken söz Çanakkale’ye gelince masada oturanlardan birisi söze karıştı.
“Dedem Çanakkale’den dönmüş ama babası kalmış.” dedi. Biraz anlatmasını, konuyu açmasını istedim. Dedesinin babası Halil Çavuş Çanakkale savaşları başladığında kırk yedi, kırk sekiz yaşlarındadır. Oğlu Ali on dokuz - yirmi yaşlarındadır. Ali, Çanakkale’ye gider. Bir gün Halil Bey’in hanımı dükkana gelir: “Bey, eve iki asker geldi. Seni sordular. Hemen askerlik şubesine gidecekmişsin... Acaba Ali’mize bir şey mi oldu? Yüreğime bir kor düştü…”
‘Tamam hanım, olur. Ben şimdi gider öğrenirim, gelirim. Canım çekti, sen akşama ocağa bir kuru fasulye vur da yiyelim.
Dükkanı toparlar, askerlik şubesine gelir, kendini tanıtır. Komutan ayağa kalkar: “Sen nerde kaldın? Yürü Edremitliler Çanakkale’ye gidiyor. Koş, yetiş.” “Aman bey, varıp eve haber vereyim, helalleşeyim.” “Mümkün değil. Kafileden kopma. Koş.. Eve biz haber veririz..” Gerçekten de hemen eve koşup. “Kocanızı Çanakkale’ye yolladık’ diye haber vermişler.
Aradan hayli zaman geçer. Kurtuluş savaşı sonunda Ali geri döner.. Halil Çavuştan bir daha hiçbir haber alınamaz..
“Ben o Ali’nin torunuyum hocam.. Ama nenem hayatı boyunca her akşam kuru fasulye pişirdi. Kendisi ağzına o yemekten tek bir lokma koymadı. Hep bize yedirirdi... Bir şey daha söyleyeyim. Belki inanmazsınız… Bizim evde hala her akşam kuru fasulye pişiyor. Çocuklar bıktık diye mırın kırın ediyorlar ama.. hala pişiyor...”
Şu dünyanın işine
Zehir koydum aşıma
Yarim Çanakkale’de
Şehit yazdım taşıma
***
BOŞ TABAK
Beklemek! Bir ömür boyu beklemek... Yıllarca geçen zamanı, geçmeyen zamanı beklemek.
Beklemek bulutların geçişinden, kuşların uçuşundan, böceklerin ötüşünden, rüzgarın esişinden umut bularak beklemek. Bin bir türlü rüyayı hayra yorarak beklemek.
Bir konuşmam esnasında: Çanakkale beklemelerinden bahsetmiştim. Dipdiri, capcanlı. gözlerinin içi güle güle seferberliğe, harbe yolladıkları oğulların, kocaların, ölecekleri bir türlü akla sığamadığından, beklemek bizim kadınlarımızın çilesi olduğunu söylemiştim.
Bir arkadaş geldi yanıma. Gözleri yaşlı elimi tuttu. “Hocam, ben bilirim Çanakkale beklemelerini, asker beklemelerini, şehit beklemelerini bilirim. Benim nenem hayatı boyunca sofraya bir boş tabak koydu. Çatalı kaşığı yanında hazır bu boş tabak dedemizin tabağıydı. “Gelirse hemen koyuvereyim yemeğini... Acıkmıştır... Özlemiştir... Hemen koyuvereyim diye nenem boş tabağı hep sofrada tuttu. Ölüm döşeğinde bile. Dedenizin tabağı... Dedenizin tabağını koyun.’ diyordu. Ben Çanakkale beklemelerini bilirim hocam...”
Tarhanam yerde kaldı
Göz yaşım serde kaldı
Çanakkale’ye giden
Gül yarim nerde kaldı?
***
HALA
Berber Hayri Ağabeyin halasıydı. Balıkesir’de “Yedi bekarlar” derlermiş. Evlenmemiş kız kuruları. Hiç evlenmemişler öylece ölmüşler.
Ben tanıdığımda çok yaşlı idi. Kulakları az duyuyordu. Sandığından çıkar çeyizlerini gösterdiler. Bin bir çeşit çiçekle, baharla, sevgiyle, sevinçle işlenmiş bezler kim bilir ne yürek yangınlıkları, ne iyi niyetlerle hazırlanmış el emekleri, göz nurlarıydı.
Bir gün öldüğü haberi geldi. Çok az insan vardı cenazede. Sadece birkaç akraba.
Gömüldü. Tam mezara toprak atacaklarken ‘aman unutmayalım vasiyeti var’ dediler. Mezara bir kese dolusu diş bıraktılar. Arkasından birkaç torba saç koydu sonra gömüldü.
“Bunlar ne?” diye sordum. Çünkü bizde böyle mezara bir şey koyma adeti yoktu.
“Halamızın yavuklusu, nikahtan hemen sonra daha düğün yapılmadan Çanakkale’ye gitmiş. Bir daha dönmemiş.. Gençliğinde çok güzelmiş halamız. Çok isteyenler olmuş, kimselerle evlenmemiş. Bekar öldü.
Diş ve saçlara gelince: “Yarın mahşer yerinde huzur-u ilahide kocamla karşılaşırsak “Bu ağızdan senin adından başka erkeğin adı çıkmadı” diyebilmem için ağzımdan dökülen bütün dişlerimi biriktirdim, koyun mezarıma. Huzur-u ilahide kocama “başıma, saçıma yaban eli değmedi” diyebilmek için tarağıma takılan bütün saçlarımı topladım Torbaya koydum. Saçlarım şahidim olacak vasiyetimdir. Saçlarımı da benimle beraber gömün! Koyun mezarıma!’ diye vasiyet etmişti. Vasiyetini yerine getirdik.
Kavakta yeller oldu
Gül yarim eller oldu
Çanakkale denince
Göz yaşım seller oldu
***
CEVDET AMCA
Balıkesir’de Ali Şuuri İlkokulu karşısındaki boşlukta, beş altı yıl öncesine kadar, eski ayakkabı tamircisi vardı. İkinci aralık, ikinci dükkanda kır, pala bıyıklı bir ihtiyar çalışırdı: Cevdet Dede (Alkalp).
Bir akşam üstü dükkanın önünde çay içerken konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. “Rahmetli babam Hafız Ali, Çanakkale’de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım.. Bir fotoğrafı bile yoktu.
O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayi Milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş.. Yokluk.. Kıtlık.. Sıkıntı.. Çocukluğumuz hep ekmek peşinde sıkıntıyla geçti.
Ama anam (Adeviye) benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta her bir yere gidişte yanıma gelir.
-Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben mevlide gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
Annem babamı bekledi durdu. Büyüdüm, dükkan açtım. Annem gene her bir yere gidişte dükkana gelir, gideceği yeri söyler; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye eklerdi.
Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı. Gene hep değneğini kakarak yanıma gelir; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye tembihlerdi.
Günü geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helallaştı: Bana iyi baktınız. Hakkınızı helal edin. Bana döndü yavaşça: “Baban gelirse, ona “Annem hep seni bekledi, de.” dedi:. Birden irkilerek doğruldu kapıya doğru gülümseyerek; “Hoş geldin... Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti...
***
ŞEMSİ NENE
1954 yılında, babamın memuriyeti dolayısıyla, Sındırgıdan Balıkesir’e geldik. Babam daha önce gelmiş, bir evin üst katını bize kiralamıştı. Alt katta ev sahibi yaşlı bir kadın oturuyordu. Aksi ve huysuz bir hanımdı. Biz çocuktuk. Oynarken gürültü yaptık mı bize çekişir dururdu.
16 yaşında evlenmiş, kısa bir süre evli kalmış, seferberlikte eşi ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak askere alınıp, Çanakkale’ye gönderilmiş.
Eşinin Çanakkale’den yolladığı mektupları ve zarflarını evinin içeriye bakan pencerelerine yapıştırmıştı. Hatta o zamanlar bende pul biriktirme merakı vardı. Cama yapışık zarflardan birinin üzerindeki pulu yırtıp, almak istemiştim de, nene bana kızmıştı.
Kim bilir neler yazıyordu o mektuplarda? Ama nene her sabah namazdan sonra her mektubu ayrı ayrı okur, her mektubu okuduktan sonra, şehit kocasına fatihalar okur, günlük işlerine başlamadan önce de, bir gün önce bıraktığı yerden başlayarak, kocasının ruhuna hatim indirmeye çalışırdı.
Nenenin ziyaretçileri çok olurdu. Kocaları, oğulları Çanakkale’de ve diğer cephelerde şehit olan hanımlar gelir, bitmez tükenmez dualarla, hatimlerle onları anarlardı.
Şemsi Nine yakmacılık denilen bir usul ile çıbanları iyileştirir, geçimini böyle sağlardı. Geleni gideni çok olmasına rağmen, Şemsi Nene hiç sokağa çıkmazdı.
“Nasıl çıkarım, beyim Çanakkale’ye giderken dış kapının arkasından ellerimi tuttu, gözlerimin içine bakarak ‘Karıcığım.. Gençsin, güzelsin.. Gözüm arkada kalmasın... Ne olur söz ver bana! Ben gelinceye kadar sokağa çıkma’ dedi. İşte orda şu kapının arkasında ona söz verdim. Nasıl sokağa çıkabilirim?
İşlerini, alışverişlerini hep konu komşu yapıyordu. Çünkü söz vermişti. Sözden dönülmezdi.
Onun köşede, küçük tek bir pencere ile koridora bakan merdivenin dibinde, karanlık bir odası vardı. Bir akşam üstü, babamla eve çıkarken neneyi o odanın köşesinde bir gelinlik giymiş, ayakta, ellerini göğsüne kavuşturmuş beklerken gördük. Boynunda iri taneli uzun inci gerdanlık vardı.
Babam şaka olsun diye takıldı. “Nene hayrola, bugün pek süslüsün ya... Ne var... Bir şey mi oldu?” Nene gözlerini yerden ayırmadan kısık, çok derinlerden gelen bir sesle cevap verdi:
“Oğlum ben bugün evlendim. Bak, kocam yüz görümlüğümü de taktı. Kocamı bekliyorum..”
Babam hiçbir şey demeden gözlerinde yaşlarla, kaçarmış gibi yukarı çıktı.
Neneyi orada bütün gece o yalnızlığıyla baş başa bıraktık. Gürültü olur diye bizi erken yatırdılar. Soba bile yakmadık.
Ertesi gün, günlük hayat eskisi gibi devam etti. Öğrendik ki; hayatı boyunca evlendikleri gün nene süslenip, hep kocasını beklermiş.
Nenenin hiç çıkmadığı evden yıllar sonra cenazesi çıktı. Ev uzun süre boş kaldı. Hep evin fotoğrafını çekmek veya çektirmek istedim. Bir türlü fırsat bulamadım. Birkaç yıl önce o binlerce gözyaşıyla, acıyla beklemenin yaşandığı ev yıkıldı. Şimdi yeri bomboş...
Esme rüzgâr kal artık
Gözüm yaşı sel artık
Çanakkale’de kaldın
Çok bekletme gel artık.
***
CİGARAYA NASIL BAŞLANIR
Üniversitemiz genel sekreteri Faiz Türkan anlattı: Bir gün Çanakkale’ye gene gönüllü toplanmaktadır. Bir çavuş Balya’nın Turplu köyüne gelir, gençleri cami önüne toplar. Vücutça gözüne kestirebildiklerini ayırır.
-Kaç yaşındasın?
- On yedi..
-Tut kaldır şu tüfeği... Tamam Çanakkale’ye..
Böylece yirmi iki genç ayırır. O sırada bir çocuk daha gelir. Çavuşa: “Ağabeyim gidiyor. Ben de geleyim..
-Yaşın kaç?
-On üç.
-Daha çok küçüksün. Bu çocuktan başka ailede evlat var mı?
-Yok.
-Öyle ise bu kalsın da nesli devam ettirsin.
Faiz Bey: “İşte ben o kalsın, nesli devam ettirsin denilen torunuyum.” Ve giderler... Dualar edilir... Sular dökülür... Giderler...
Ama anne ile baba her sabah kalkan bir kese tütün alır, köyün yolu tepesi vardır, oraya çıkarlar. Başlarlar yola bakmağa; “Oğlumuz buradan gitti, buradan gelecek.” Bekle, bekle, belde. “Yak bir cigara sar bir cigara daha.”
“Oğlumuz bu yoldan gittiydi. Buradan gelecek...’’ ”Çok uzaklardan biri gözükür köye yaklaşmaktadır. “Acaba oğlumuz mu? Sar bir cıgara daha” Gelenler selam verip geçip gitmektedir. ‘’Oğlumuz bu yoldan gelecek...’’
Yıllar yılları kovalar. Kar, yağmur, çamur, fırtına, rüzgar, güneş, sıcak… Hiçbiri engel olamaz o tepenin üzerinde sabahtan akşama kadar bütün gün iki ihtiyar bazen soğuktan titreyerek, bazen sıcaktan bunalarak oğullarını beklemektedir.
Giden oğullar hep beklenir. O köyden, seferberlik için yirmi iki genç askere alınmış sade iki kişi geri dönebilmiştir.
Nene, ömrünün sonlarında adeta yarı meczup ölmüştür. Çünkü gece gündüz ağzından sadece sadece bir kelime dökülmektedir: “Oğlum... Oğlum...”
Tespih gibi çektim seni
Gelir gelir gelir diye
***
YARALILAR
Bu savaşlara katılıp yaralanmayan yok gibidir. Çok ağır yaralar alınmadıkça cephe terk edilmemektedir. Sargı yerlerine ancak ağır yaralılar getirilmekte, hafif yaralar siperlerde sarılmakta, kanamayı önlemek için tütün konmakta, toprak basılmakta, ot veya çaput depilmekte, kanama dindirilince çarpışmaya devam edilmektedir.
Hani “vücudu yaralardan kalbur gibi” diye bir tabir vardır ya, hiç abartma değildir. Yedi, sekiz yara Çanakkale gazilerinde olağan sayılmaktadır, gerçekten vücudu delik deşik hatta uzuvlarından bir kaçını kaybetmiş birçok gaziye rastladım.
1953’te Balıkesir’e geldiğimizde mahallemizdeki bir çıkmaz sokakta penceresinin önünde oturarak hiç durmadan “Çanakkale içinde vurdular beni” türküsünü söyleyen bir vardı. Bir bacağı dizinden, diğeri bileğinden kopmuş, sol kolu omzundan yok, sağ elinde sadece üç parmak vardı ve iki gözü kördü. Yirmi yaşında askere alınmış, ilk safta önünde patlayan bomba ile harp dışı kalmıştı: O muhteşem gaziye anası ve kendisini ona adayan bir kız kardeşi bakıyordu. Unutuldu gitti.
Bu gazilerin hepsi cepheden cepheye koştular. Çanakkale’den düşman çekilince İran cephesine, Kafkas cephesine gönderildiler. Hemen ardından Milli Mücadelenin şanlı ordusunda yer aldılar.
Yaralı gazilerin çoğu ömürleri boyunca yaralarının acılarını çekenler oldu. Hiçbiri hiç yakınmadan başında, karnında, göğsünde, sırtında, bacaklarında çıkarılmayan kurşun ve şarapnel parçalarını şerefiyle yaşadılar.
Bel kemiğine saplanmış bir bomba parçası yüzünden hayatı boyunca sırt üstü yatamayan, kolları altına koyduğu yastıklarla uyuyabilenler, alt çene kemiği parçalandığı için ağzının olduğu yerdeki korkunç boşluktan özel bir huni ile sadece sıvı yiyecek alabilenler, takma kol veya bacağını ancak askıya atarak uyuyabilenler, zamanla yaşlanıp göçüp gittiler. Unutuldular...
Bu yüzyılın başında civan birer delikanlı olan bu şanlı gazileri anmak, hatıralarını unutmamak, ders olsun diye genç nesillere aktarmak bir vicdan borcudur.
***
BALIKESİRLİ İBRAHİM ÇAVUŞ
Balıkesir’in “Yavaşça” ailesindendir. Askerlik çağı gelince, askere alınmış, Yemen’e gönderilmiştir. Tam dokuz yıl çöllerde sıcakla, akrepler, yılanlarla ve düşmanla çarpıştıktan sonra terhis edilince, Balıkesir’e gelmişti. Üç parmağını Yemen’de bırakmıştı.
Ağabeyi, Balıkesirli Şevket Çavuş Çanakkale’ye gönderilmişti. Eve geldiğinin tam onuncu günü, İbrahim Çavuş da Çanakkale’ye gönderildi.
Her fırsatta ağabeyini aradı. Sora sora, birlik numaralarına göre ağabeyini buldu.
Şevket Çavuş nerde diye sorunca işaret ettiler. Ağabeyinin atı bir müsademe de yaralanmış, O da atın altına girmiş atın yarasını tımar etmektedir. İbrahim Çavuş ağabeyine seslenince çıkar gelir. Bakar, görür ki ağabeyi çok hastadır. Yorucu müsademeler, bakımsızlık, yorgunluk bitirmiştir. Ağabeyini (onu) yılların hasretini, birkaç sigara içimine sığdırırlar. Ayrılmaları gerekince, sarılır ağabeyi ile helalleşirler. Burası öyle bir yerdir ki belki bu son görüşmeleri olacaktır. Helalleşirler... Sarılırlar, sarılırlar, ağlarlar...
Şevket Çavuşun hastalığı iyice artınca doktorlar tebdil hava (hava değişimi) ile memlekete yollarlar. Şevket Çavuş bin bir meşakkat (zahmet, zorlukla) Balıkesir’e gelebilir. Evine gelir.. Ev halkı sevinçle karşılamaya çıkar... Ve tam evin kapısından girer. Oracıkta vefat eder.
İbrahim Çavuş, Çanakkale’den sonra Kafkas Cephesi’ne gönderilir. Ancak Milli Mücadeleden sonra Balıkesir’e eve dönebilir.
Bir gün oğlu “Baba giden gitmeyen alıyor, sen neden madalya almıyorsun diye sorar. İbrahim Çavuş: “Oğlum, zahmetli iş.. Önce yazı yazdırmak lazım.., Dilekçe vermek lazım.. Ve birden öfkelenir: “Hadi madalya aldık. Ama maaş ne oluyor.” Bir tokat vurur oğluna. “Ben Allah için, vatan için, bayrak için, millet için savaştım... Madalya için, para için değil!”
Doğrudur; Onlar’ın madalyaları vücutlarında bin bir dövüşten kalan yaralardır...
Onlar isimsiz kahramanlardı. Kalan ömürlerinde sessizce yaşadılar... Sessizce öldüler.
***
BİGADİÇLİ MEHMET ÇAVUŞ
İsmail oğlu Mehmet Çavuş, Bigadiç’in İskele bucağının, Budaklar köyündendir. Oğlu olduğunda adet üzerine ona babasının adını vermiştir. Balkan Savaşı çıkınca askere alınmış, terhis olmadan Çanakkale’ye gönderilmiştir.
Oğlu İsmail’de boylu poslu olduğundan askere alınmış, o da Çanakkale’ye gönderilmiştir.
Bir hücum günü sırası gelen tabur toplanma yerinden ayrılmakta, birincisi hat siperlerine doğru gitmektedir. Mehmet Çavuş alay sancaktarı olduğundan en öndedir. Balıkesirlilerin olduğu alay geçerken sorar: “İçinizde İsmail Çavuş var mı?” Oğlu babasının sesini tanır. Bağırır: “Baba! Ben burdayım !“
Birden şaşırır. Kaç yıldır görmediği oğlu İsmail burdadır. Ama alayın beklemeye zamanı yoktur. Yürüyüş başlamıştır.
“İsmail’im ... Siperde kal ... Ben gelir seni bulurum...” Yürür giderler.
Birinci Hafta gelir gelmez savaşa tutuşurlar. O gün Mehmet Çavuş başka türlü duygularla savaşır. Siperlere dönüldüğünde oğlu ile beraber gelen hemşehrilerinden birisi: “Mehmet Dayı, oğlun İsmail seni çağırıyor” der. Mehmet Çavuş hemen İsmail’i bulmaya gider. Bakar, İsmail’i yerde yatmaktadır. İlk süngü muharebesinde şehit olmuştur.
Diz çöker şehidinin önüne, alır oğlunun başını dizine... Yavrusu büyümüş de bir de asker mi olmuştur be... Ne kadar da büyümüş görmeyeli... Mendilini çıkarır siler oğlunun yüzündeki kanları... Breh... breh... breh ... Amma da delikanlı olmuştur yavrusu.. Bıyıkları da yeni çıkıyor galiba... Ne de güzel olmuş kaplan yavrusu... Öper, öper, öper yüzünü, çocukluğundan beri koklayamadığı başını tekrar tekrar koklar... Sarılır oğluna... Sever... Öper... Konuşur yavrusuyla...
Neden sonra artık sargı mahalline götürmesi gerektiğinin farkına varır... Alır kucağına, taşır oğlunu tepelerin ardındaki sargı mahalline...Yatırır bir yere, gözyaşlarını akıta akıta geri döner... Akşama doğru bir kere daha görmek ister Işmail’ini... Sargı mahalline gider... Bir de bakar ki her yer sıra dağlar gibi yatan binlerce Ismail’le dolu... Hepsi birbirine benzemekte.
Hiç olmazsa gömülmelerine yardım edeyim... İsmail’lerini tek tek kucaklar, taşır açılan toplu mezara götürür yatırır..İsmailleri artık vatan toprağının kucağındadır.
O kadar dolu ki toprağın şanla
Bir değil sanki bin vatan gibisin
Yüce dağlarına düşen dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin
***
ADİLE TEYZENİN HASAN’I
1930’lu 40’lı yıllarda Balıkesir’de bir Adile Teyze yaşardı. Ben, çok yaşlılığını tanıdım. Bağıra bağıra konuşur, her fırsatta ağlardı. Adeta yarı meczup yaşardı.
Seferberlik başlar başlamaz, kocası askere çağrılmış, Çanakkale’ye gönderilmiş. Tek evladı olan Hasan’la yapa yalnız kalakalmıştı. Hasan, on yedisindeydi ve başkasının dükkanında çalışıyor, geçinip gidiyorlardı.
Çanakkale’den gelen yaralıların, şehitlerin haberleri duyulmaya başlamıştı. Bir gün eve gelen bir kırmızı mektupta “Babanın” şehit haberi öğrenildi. Sadece birliği ve şehit olduğu gün yazılıydı. Göz yaşları sel oldu.
Ana oğul daha sıkı kenetlendiler birbirlerine. Günler geçmek bilmiyordu. Fatihalar... Hatimler... Mevlitler... Acıyı azaltmıyordu.
Bir gün, gene davullar dövülmeye başlandı Balıkesir’de. Gene gönüllü toplanıyordu. Askerlik şubesi önü kalabalık. Davullar zurnalar “Ey Gaziler”i çalıyordu. Yüksekçe bir yere çıkmış bir çavuş, elinde koca bir bayrak sallıyordu durmadan.
Hasan, davul sesini duyunca, dükkanı kapayıp, oraya doğru gitmiş, askerlik şubesinin önünde kendiliğinden sıraya girmişti. Gelenler sıra ile kaydediliyor, hemen içeri alınıp asker elbiseleri giydiriliyor, yan tarafta sıraya sokuluyor, çavuşlar yeni askerlere durmadan öğütler veriyordu.
Gönüllüler aynı gün yola çıkacaklardı. Bir adet vardı! Davullar önde, sancağın arkasında gönüllüler, sokak sokak dolaşırken, tanıdıklarıyla, akrabalarıyla, aileleriyle helalleşirler, dualarını alırlar, cepheye öyle giderlerdi.
Davullar sokaklarda dolaşmaya başlayınca, bütün Balıkesirliler kapılara, pencerelere çıkmış “acaba kimi son defa göreceğiz? Kim Çanakkale’ye gidiyor? Kimin çocuğuyla helalleşeceğiz?” diye merakla bakarlardı. Herkes göz yaşlarıyla helalleşir, onlardan önce Çanakkale’ye gitmiş olan kendi çocuklarına selam yollarlardı.
Davulları duyar duymaz, Adile Teyze’de kapıya çıkmış, gönüllerin gelmesini beklemeye başlamıştı. Kolay değildi... O da kocasını bu şekilde davullarla cepheye uğurlamıştı. Davullar vuruyor uzaktan sancağın ardı sıra bir asker yaklaşıyordu.
Birden en önde gülümseyerek kendisine bakan bir askere takıldı gözleri. Tek yavrusuydu... Hasan’ıydı.
- Yavrum. Evladım. Gözümün nuru Hasanım, Hayrola?
- Ana ben Çanakkale’ye gidiyorum. Babamın yanına.
- Yavrum. Aslanım. Sütüm sana helal olsun. Uykusuz gecelerim helal olsun. Analık hakkım helal olsun. Ama Çanakkale’de düşmana sırtını dönersen, babanı utandırırsan haram olsun...
Adile Teyze feryat eder. ''Komşular kına yetiştirin. Koç yiğidimi vatanıma kurban gönderiyorum. Kına yetiştirin.'' Adet olduğu gibi hemen kına getirilir. ''Oğlum, uzat tetik parmağını kınanı yakayım. Onu kullanırken bizi hatırla.'' Kına yakılır. ''Oğlum bir saniye bekle... içeri girer. Sandığı açar. Duvağını çıkarır getirir. ''Yavrum, bu duvağı baban almıştı. Çanakkale’ye git. Babanın mezarını bul. Bu duvağı onun üzerine ört.'' ''Olur ana... der duvağı sarık gibi fesine dolar.''
Eller öpülür. Sarılır, kucaklaşırlar, ağlaşırlar, uğurlanır. Arkasından sular dökülür... Gidenler sokağın ucundan marş söyleye söyleye kaybolurlar.
Emekli bir postacı anlatmıştı:
“Aradan on beş gün, bir ay geçmeden eve bir kırmızı mektup daha getirdim. Kapıyı çaldım. Adile Teyze elimde mektubu görür görmez…
Anladım postacı, anladım. Ne olur sen oku. Ana yüreğidir dayanmaz. Sen oku.. Okumaya başladım. Mektup “Anne” diye başlıyordu.
‘Anne, ben oğlunun bölük kumandanıyım. Babasının mezarını bulmak maalesef mümkün olmadı. Biz şehitleri toplu gömeriz. Ama vasiyet etmişti, duvağını oğlunun üzerine örttüm.
İçerden bir feryat duyulur. ‘’Elhamdülillah... Elhamdülillah oğlumuz bizi utandırmadı.”
Şehidimin haberi
Mevla’m versin sabırı
Oğlum Çanakkale’de
Bilinmiyor kabiri
***
YEDİ MADALYA
Behlül Dal, ünlü bir film yapımcısıdır. Özellikle titiz çalışan, kılı kırk yaran, belgesel filmlerde tam gerçeği yakalayan, montaj masasında harikalar yaratan biri. Sinema dünyasında dev bir isim. Bir doruk noktası.
Balıkesir’de Milli Mücadele ile ilgili bir film çekiminde kısa bir süre birlikte bulunduk. Çekim sırasında birden heyecanlanıverdi: “Benim babam Çanakkale gazisidir. Hayatı boyunca eğilmeden yaşadı. Kimseye minnet etmedi. Halinden kimseye şikayet etmedi. En büyük gurur kaynağı göğsünde şerefle taşıdığı yedi harp madalyasıydı. Yedi süngü yarası... Hatta göğsünü delip dışarı çıkmış bir süngü yarası, öyle derin işlemişti ki parmağını soktu mu içinde kaybolurdu.
Sadece onlarla övünürdü. Öldüğünde mezara indim... Tam gömerken, açtım göğsünü onun bize şeref hatırasını bıraktığı o madalyalarını bir bir öptüm... Öyle gömdüm.”
Behlül Bey ağlıyordu... Biz de ağlıyorduk…
Göklerde yazılı destan gibisin.
***
KARAKAŞLI ÖMER
Annesinin tek oğluydu. Kaşlarından dolayı annesi onu Kara kaşlı Ömerim” diye çağırır severdi.
Bir gün sıra ona da geldi “Anasının kara gülünü” Çanakkale’ye çağırdılar. Gitti. Çok geçmeden bir mektubu geldi. Herkese selam ediyor, adeta vedalaşıyordu. Yaralanmış, yarası ağır ve karnındaymış herkesle helallaşıyordu mektubunda, anasıyla, babasıyla, akrabalarıyla, arkadaşlarla, komşularla helallaşıyordu. En çok da öleceğine değil anasının üzüleceğine yanıyordu. Mektubunun sonunda o zamanlar çok söylenen bir halk türküsünden alınmış şu sözleri yazmıştı.
“Sıhhiyeler sağaltmadı yaramı / Yoldayım ağlatmayın anamı”
Ömer’in bu son isteği üzerine anasına hep, “Ömer gelecek.. yoldadır… Gelecek” denilmiştir.
Ömer gelecekti, yoldaydı gidenler bir gün gelmiyor muydu. Elbet Ömer de gelecekti.
06 Şubat 1923’te Atatürk Balıkesir’e ilk defa geldi. “Evet Gazi Paşa gelmişti. O Anafartalar da onun kumandanı değil miydi? O bilmeyecek de kim bilecekti? Gazi Paşaya sormalıydı. Ömer’ini sormalıydı. O gün Atatürk’ün kaldığı evin arka kapısında pek kimsenin farkında olmadığı bir olay yaşanıyordu. Ömer’in anası kapıya gelmiş ille de “Gazi ile görüşmek istiyordu. Atatürk’ün yaverleri “Olmaz!” dediler. “Hiç Gazi Paşa ile öyle paldır küldür her önüne gelen görüşebilir miydı?
Meseleyi bilenler yaverlere Ömer’in vasiyetini fısıldarlar. “Yolda, gelecek” denmesini, anasının ağlatılmamasını istemişlerdir.
Çanakkale denince akan sular durur Çünkü Atatürk’ün yaverleri Çanakkale’den beri yanındadırlar. Çanakkale’de şehit düşmüş birinin vasiyeti elbette yerine getirilir. Girerler içeri, durumunu anlatırlar Atatürk’e “Gelsin“ der. Getiriler. Latife Hanımla birlikte oturmaktadırlar:
“Buyur kadın bir şey mi istiyorsun?” ‘’Yok Gazi Paşam, yok... Sağlığını isterim... Ama Ömer’imi gördün mü? Çanakkale’de Kara kaşlı Ömer’imi gördün mü?’’ “Yoldadır... Gelir.” “Sağ ol Paşa Hazretleri...” der ayrılır kadın.
“Yoldadır elbet...” koskoca Gazi Paşa der, o yalan mı söyler hiç... Gelecek tabi... Ömer’im gelecek!”
Artık gelene, geçene, hanlarda, istasyonlarda uzaklardan gelen askerlere, esaretten Dönenlere hep Ömer sorulur... “Gördünüz mü? “Kara kaşlı Ömerimi gördünüz mü? “Kara kaşlı Ömer’im kara gülleri severdi.” diye evinin bahçesine kara güller doldurur. Her bahar güller açtığında bir başka türlü sevinir. “Bahar geldi, Ömer’im de gelecek”
Yıllar bir biri ardına devrilmektedir. Artık her sabah açan her gül tomurcuğunu “Ömer’im... Ömer’im” diye sevmeye başlar... Gül açar, solar, dökülür... Ama olsun diğer tomurcuk açacak ya... Bahar gelecek ya...
Öldüğünde mezarının üzerine kara güller dikildiğini söylediler... Vasiyetiymiş.
Nerede açmış koyu renkli bir gül görsem, kara kaşlı Ömer’in anası gelir hüzünlenirim.
Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet
Balam nenni oğlum neni
***
ÜÇPINARLI ALİ
Hattat oğlu Mustafa Efendi anlatıyor:
Bir gün bizim birliğe takviye Balıkesir gönüllüleri geldi denildi. Gittim. 120 kişiydiler. Hemen hemen hepsi tanıdıktı. Sarıldık, hasret giderdik. Başlarında da o zamanların Balıkesir’in ünlü kabadayısı Üçpınarlı Ali vardı. Ali sancaktar olmuş. Tüfeği çapraz asmış, sancağın üzerine de sırma ile “Karesi Gönüllüleri” yazdırmıştı. Kabadayılığı gene elden bırakmamış, askerlikte pek hoş olmamasına rağmen belinde kamasını sallandırmıştı.
Beni görür görmez yanıma geldi: “Kumandan Efendi. Biz buraya beklemeye gelmedik. Hadi düşmanı basalım’’ ‘’Burada her şey emirle olur. Hücuma sadece biz geçersek, kendimizi gereksiz kıldırırız. Her şeyin zamanı var’’ dedim.
‘’Peki öyleyse hücuma geçmeden yarım saat önce bize söyle de şu sırt çantalarını emniyetli bir yere koyalım. Söyle rahat rahat, doyasıya dövüşelim...’’
Ali haklıydı. Sırt çantaları askerin en kıymetli şeylerini taşırdı. Çamaşırları, paraları, mektupları, usturası, sigarası, tütünü hep sırt çantalarında olurdu. Çantaları kaybolduğunda asker sıkıntı çekerdi. Çok hareketli zamanlarda çanta sırtta muharebeye girilirdi.
Hücuma yarım saat kala Ali’ye haber verdim. Balıkesirlileri aldı, siperlerin gerisinde bir vadide kayboldu...
Hemen gelirler sandım. Beklerim gelmezler, beklerim gelmezler. Bir çavuşa; “Şu bizim hemşehrilere bir bak bakalım. dedim. Gitti. Biraz sonra önde Üçpınarlı Ali arkada arkadaşları çıktılar geldiler. Şaşırdım hepsi süslenmişler, hanımlarının, nişanlıların verdikleri ayrılık mendillerini kimi boynuna dolamış, kimi alnına çatmış kimi bileğine dolamıştı. Çoğu yakalarına artık kurumuş gül veya karanfil takmıştı. Ali’ye sordum: “Neden geç kaldınız?”
‘’Komutan Bey, biraz sonra Cenab-ı Rabbül Aleminin huzuruna çıkacağız. Temiz çıkalım dedik. Ola ki bir pislik bulaşmıştır diye çamaşırlarımızı değiştirdik. Abdest aldık. Biz buraya oynamaya değil, düğüne geldik, bayrama geldik. Bugün bizim bayramımız onun için süslendik. Ayrılık hediyelerini taktık. Birazdan bayramımız var. Aman sen bize hücumdan beş dakika önce gene haber ver...”
Sonra büyük bir sessizlik oldu... Herkes kendi dünyasına dönmüş dua ediyordu. Gözler yumulu avuçlar açılmış sadece dudaklar kıpırdıyordu. Saatime baktım. Ali’ye beş dakika kaldığını bildirdim. Birden bire ortalık kaynayıverdi. Hepsi birbirlerine sarılıyor, öpüşüyor, helallaşıyorlardı.
‘’Dendi ha... Utandırmayın ha... İyi dövüşün ha... Gün bugündür.. Anamız bizi bugün için doğurdu... Hakkınızı helal edin...’’
Kısa süre sonra, dişler kenetli, süngülerini takmış, tüfeklerinin dipçiklerine parmaklarını geçirircesine yapışmış bölük hücuma hazırdı. Ölüme hazırdı.
“Hücum” deyince sanki siper sarsılıverdi. Hepsi, “Allah... Allah!” diye düşmanın içi ne bir hançer gibi daldılar... Dövüştük... Dövüştük...
Akşama doğru savaş durdu. Ateş kesildi. Her iki taraf yaralı ve cesetleri topluyordu.
Yanıma birisi geldi. “Komutan Efendi Üçpınarlı Ali sancağı vermiyor...” dedi. Gittim baktım.
O yüz yirmi kişiden o gün on üç kişi sağ kalmış. Ali de şehitler arasında idi. Ama sancağı öyle bir kavramış ki parmakları kenetlenmişti. Çekeyim dedim olmadı. Orada, Anafartalar’da çam ağaçlarının altında nice memleket evladı, koç yiğitler yatıyor…
Hücum demiş Kemal Paşa Zabiti
Yavrumun kefeni asker kaputu
Salına girmeğe yoktu tabutu
Yoksa yavrum seni vurdular mola
Yuvadan mezara koydular mola…
Çanakkale türküsü
‘’Çanakkale içinde aynalı çarşı, ana ben gidiyom düşmana karşı, of gençliğim eyvah’’ diye başlayan bu türkünün kaynak kişisi İhsan Ozanoğlu, derleyeni ve notaya alanı da Muzaffer Sarısözen’dir.
Bu türkü sanılanın aksine bir Çanakkale türküsü de değildir, bir Kastamonu türküsüdür. İnebolu limanından binlerce askerimiz savaş öncesi deniz yoluyla gemilerle İnebolu'dan Çanakkale'ye sevk edilmiştir. Bu nedenle de Kastamonu bu savaşta en çok şehit veren illerimizden birisidir. Bu türkü de Çanakkale’de şehit olan Kastamonulu bir asker adına yazılmıştır.
Ancak Çanakkale Türküsü, sadece Çanakkale’nin, Kastamonu’nun değil Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e bu coğrafyanın bir türküsüdür. Çanakkale Türküsü sadece 1915 yılının değil son bin yılın türküsüdür. Çanakkale Türküsü bir milli mutabakat türküsüdür. Anadolu insanının, bu insanın kaderinin türküsüdür... Cepheden cepheye sürülen Mehmetçiğin türküsüdür...
Bu türkünün doğuş zamanının harp öncesine ait olduğu düşünülmektedir. Çünkü daha Çanakkale savaşı başlamadan önce Çanakkale‛de harbe hazırlanan Kastamonulu askerler tarafından bu Çanakkale Türküsü söylendiği bilinmektedir. Şöyle ki;
Araştırmacı yazar Emrullah Nutku’nun ‘’Çanakkale Şanlı Tarihine bir Bakış’’ isimli eserinde bir mektup yer almaktadır. Mektubu yazan Emrullah Nutku’nun kardeşi Seyfullah’tır. 1903 doğumlu olan Seyfullah savaşın arifesinde Çanakkale Sultanisi (lisesi) 1. sınıf öğrencisidir. Seyfullah, Çanakkale‛den gönderdiği ve üzerinde 29 Eylül 1914 tarihi yazılı olan mektubunda şöyle der:
‘’Sevgili Anneciğim,
Canımıza tak diyen iki yıllık gurbet hayatından artık kurtuluyoruz. Sana ve aileme kavuşacağım için seviniyorum. Mektebimizi alıyorlar, hastane olacakmış, bizi de İstanbul’daki mekteplere dağıtacaklarmış. Hocalarımızın çoğu da askerlik hizmetine gidiyorlar, büyük sınıflar da gönüllü yazılacaklarmış. Bugün Türkçe hocamız sınıfa geldi, ama çok kalmadı, bize veda etti. Bize; “Zamanı gelince cephede yapılacak vatan hizmetinin mektepte yapılan hizmetten kutsi olduğunu” söyledi. Birkaç günden beri Çanakkale sokaklarından askerler geçiyor. “Çanakkale içinde Aynalıçarşı, Anne ben gidiyorum düşmana karşı” şarkısını söylüyorlar. At üstünde zabitler, top arabaları, mekkare ve deve kervanları sokağımızı doldurdu. Harp olacakmış. İngiliz ve Fransız harp filoları boğazın dışında dolaşıyormuş. Buraları bombardıman edeceklermiş. Bu bombardımanı görmek isterdim, ama yakında Çanakkaleden ayrılacağız. Ama size kavuşacağım ben. Beybabamın, sizin ellerinizi öper kardeşlerime selam ederim.
Oğlunuz Seyfullah.’’
Mektupta da görüldüğü gibi daha savaş başlamadan bu türküden bahsedilmektedir. Ancak savaştan sonra da bazı dizelerin eklendiği düşünülmektedir, ''Çanakkale'den çıktım başım selamet, Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet'' dizesi gibi...
Çanakkale merkezindeki Aynalı Çarşı’nın yapımı ile ilgili kesin bilgiler olmamakla beraber II. Abdülhamid döneminde, 1889’da Çanakkale’nin önde gelen Yahudi ailelerinden Halyo tarafından yaptırıldığı bilinmektedir. Bir başka iddia da çok daha önceden yaptırılmış olan bu çarşıyı Halyo onarmıştır. Bu çarşının İstanbul’daki Mısır Çarşısı’nın küçük bir minyatür örneği olduğu bilinmektedir. Çarşıda sanılanın aksine evlerde kullanılan aynalar değil atlara takılan ve at gözlüğü denilen aynalar satılmaktaydı.
Gelibolu çıkarması sırasında Quenn Elizabeth zırhlısının Çanakkale çevresindeki Türk tabyalarını bombaladığı sırada bu çarşı yıkıldığı daha sonra da onarıldığı bilinmektedir. Ancak restorasyondan sonra çarşı girişlerine büyük boy aynalar koymuşlar!
‘’Ana ben gidiyom düşmana karşı’’ deyişi henüz gençliğe adım atmış, henüz çocukluğunu atlatmamışların deyişidir… Onların kimisi nişanlı kimisi evlidir… Bu gidişten analar babalar umudu kesmiştir… Ölmeden mezara koymuşlardır… Çünkü yaralanan ancak iyileşme şansı olmayan ya da içinde bulunulan koşullar itibari ile bakılamayacak, iyileştirilemeyecek Mehmetlerin acı çekmemeleri için daha ölmedikleri halde gömülmelerini anlatmaktadır… Çünkü Mehmetlerin ciğerleri çürümüştür kan kusa kusa…
Şimdi gidin bakın Çanakkale içinde sıra söğütler altında yatıyor aslan yiğitler… Hepsine dualarla teşekkür edin yürekten... Sonra da sarılın toprağınıza, sarılın vatanınıza, sarılın hürriyetinize…
Yazımın girişinde ‘’Çanakkale Türküsü, sadece Çanakkale’nin, Kastamonu’nun değil Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e bu coğrafyanın bir türküsüdür’’ demiştim… Öyle bir türkü ki bu türkü; bu türkünün Rumcası vardır, bu türkünün Makedoncası vardır, bu türkünün Arnavutçası vardır… Bu türkü ‘’Kâtibim’’ türküsü gibi, ‘’Bir dalda iki kiraz’’ türküsü gibi Osmanlı tebaalarının ortak feryadı ve ortak kültürü olarak yakın coğrafyada yaşamış her millet tarafından sahiplenilmiş, her millet kendi acısını, harplere gidip de dönmeyen evladının üzüntüsünü bu türkünün bir feryat, bir figan müziğine dökmüştür…
Aşağıda bu türkünün hem Türkçe hem de diğer dillerden değişik yorumlarını ve çoğunlukla bu türkü okunurken kısaltarak okunduğu için yazımın sonunda da bu türkünün sözlerinin tamamını veriyorum... Türkünün bu yorumlarının hepsini dinleyin! Hatta defalarca dinleyin... Bu güzel türküyü dinlerken gözlerinizi kapatın, melodisini içiniz sızlatırken sözlerine odaklanın… O zamana, o alana, o muharebeye gidin ve o gencecik insanların neler yaşadıklarını, neler düşündüklerini hissedin...
‘’Çanakkale içinde sıra söğütler
Altında yatıyor aslan yiğitler
Of gençliğim eyvah…’’
Tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum…
Osman AYDOĞAN
Ruhu Su’nun yorumunda ‘’ ‘’Çanakkale Türküsü’’:
https://www.youtube.com/watch?v=ZeIhgrhtTz8
Bilinmeyen bir sanatçıdan ‘’Çanakkale Türküsü’’:
https://www.youtube.com/watch?v=eltPkGySVYQ
Çanakkale 1915 Filmi’nde ‘’Çanakkale Türküsü’’:
https://www.youtube.com/watch?v=L-OFxAuAj7s
Arnavut sanatçı Rifat Berisha’nın yorumu ‘’Çanakkale Türküsü’’ (Qanë Kalaja)
https://www.youtube.com/watch?v=Nwsxd_72KBs
Bugüne kadarki kaydedilmiş en eski yorumu ise 1923'te Amerika’da Marika Papagika adlı bir Rum göçmen şarkıcı tarafından seslendirilmiş. Hasan Saltık bu plağı Amerika’da bulmuş.1890 Kos doğumlu olan Marika Papagika ailesi ile göç ettiği Mısır’da solistliğe başlamış. 1915'de Amerika’ya göçmüş. Kocası Kostas ile işlettikleri bir kulüpleri varmış. 1929'daki ekonomik krizde gece kulübünü kaybeden karı kocanın yokluğa düştüğü ve Marika'nın 1943'de düş kırıklığı içinde hayata veda ettiği söylenir:
https://www.youtube.com/watch?v=TXG5NWF0lDc
Değişik yunan sanatçılar tarafından seslendirilen ‘’Çanakkale Türküsü’’:
https://www.youtube.com/watch?v=zA6yLbwZHyI&feature=related
Çanakkale türküsü
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı kimimiz evli
Of gençliğim eyvah
Çanakkale üstünü duman bürüdü
On üçüncü fırka harbe yürüdü
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde toplar kuruldu
Vay bizim uşaklar orda vuruldu
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of gençliğim eyvah
Çanakkale köprüsü dardır geçilmez
Al kan olmuş suları bir tas içilmez
Of gençliğim eyvah
Çanakkale'den çıktım yan basa basa
Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde sıra söğütler
Altında yatıyor aslan yiğitler
Of gençliğim eyvah
Çanakkale'den çıktım başım selamet
Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet
Of gençliğim eyvah
Genç Werther’in Acıları
‘’Genç Werther’in Acıları’’ (Almanca: Die Leiden des jungen Werthers), Johann Wolfgang von Goethe (1749 - 1832) tarafından 1774 yılında ve iki haftada yazılmış bir mektup romandır. (Genç Werther’in Acıları, Goethe, Can Yayınları, 2007)
‘’Genç Werther’in Acıları’’, Werther adındaki genç bir hukuk stajyerinin nişanlı bir kadın olan Lotte ile intiharına kadar kurmuş olduğu ıstırap dolu ilişkilerini konu alan, Goethe’nin mektup tarzındaki romanının ismidir. Lotte de kayıtsız değildir bu aşka ama Lotte Albert’le nişanlıdır ve verilen sözler, ahlaki değerler önemlidir. Lotte Albert ile evlenir. Werther ise bir aile dostu olarak yer alır yanlarında. Ne var ki aşk ve dostluk arasındaki sınır çizgisi zayıftır. Sınırı geçmekten korkan Lotte, bir daha görüşmemeleri gerektiğini bildirir genç adama. Werther’in bu acıya dayanması ise imkânsızdır.
Werther bu halet-i ruhuye ile son mektubunda Lotte’ye şöyle yazar: “Bak Lotte! Bana ölümün sarhoşluğunu tarttıracak olan o soğuk ve korkunç kadehi elime alıyorum. Onu bana sen uzatıyorsun, ben de alırken hiç duraksamıyorum. Hayatımın bütün istekleri ve ümitleri yerine geldi. Ölümün çelikten kapısını vurmak öylesine titretici ve çetin ki” diyen Werther, “Silahlar dolu. Saat on ikiyi vuruyor. Alınyazısı bu, önüne geçilmez. Lotte! Elveda Lotte! Elveda” sözleriyle mektubuna ve yaşamına son verir.
Werther’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’ Bu rezilce korkuyu kimler yaşamaz ki!
Goethe hayatı boyunca kendine kusursuz eş aramış hatta 1-2 kez evlenmiş fakat aradığını bulamamış, bu kitapta Goethe sıkça bu sorununa vurgu yapmış. Romanın kahramanı Lotte, kitabın oluşum safhasında, genç Goethe’nin tanışmış olduğu Maximiliane La Roche’den de izler taşır.
Goethe'nin hakkında "eğer Werther ölmeseydi, ben ölecektim" dediği eserdir bu roman. Sadece aşk acısı ve kara sevda açısından bakmamak gerek bu kitaba çünkü romanda diyalektik de var.
Platonik bir aşkı anlatır Goethe bu kitabında. Bu kadar büyük bir aşk ancak platonik olur zaten dedirtiyor insana. Çünkü insan aşkı elde edince ne kadar değerli olursa olsun onun için artık sıradandır. Halil Cibran derdi zaten; ‘’ulaşamadıklarınız ulaşmış olduklarınızdan daha değerlidir.’’
Goethe eserinde; kişinin acı çekmekten zevk almasını, kendisini nasıl da kendi zoruyla bir uçuruma çektiğini, hayatın anlamsızlaşmasını ve karşılıksız aşkı, mükemmel bir şekilde anlatır…
Başkarakter, bizlere, aşkın; karşı taraftan ziyade kendi içimizde yaşadığımız, büyüttüğümüz, putlaştırdığımız bir duygu olduğunu, en yakın arkadaşına yazdığı mektuplarla içten bir dille izah eder. Âşık olduğumuz "şey" aslında çoğu zaman da bir hayalden ibarettir. Ona atfettiğimiz her şey bizimle, kendimizle ilgilidir. Onu güzel–yakışıklı bulmamız, çok akıllı ve zeki olduğunu düşünmemiz, dünyada eşi benzeri olmayan bir dürüstlüğe sahip olduğuna inanmamız, bizimle ilgilidir. Çünkü aşk, bir avcı ile aynanın karşılaşmasından başka bir şey değildir. Ayna kırılır, çünkü avcı yalnızca kendi yansımasına ateş etmiştir. Sevdiğimiz şey aslında kendi yansımamızdan başka bir şey değildir. Werther'de de böyle olmuştur. Halil Cibran derdi zaten; ‘’Her erkek iki kadına aşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.’’ Werther hayalindeki kadına aşık olmuştur aslında.
Karşılıklı sevgiler bir beklenti üzerine kurulmuştur; sen beni seversen! '‘O'’ sevmeden sevmek, ''o'' bilmeden sevmek ve her hal ve şartta onun mutlu olması için çalışmaktır gerçek sevgi… Werther'de öyle yapar; karşılıksız sever, gerçekten sever. Zaten "seni seviyorsam bundan sana ne?" diyen Goethe gibi bir dâhiden başka ne beklenebilirdi ki?
Bu kitabın Türk edebiyatındaki muadili; Mehmet Rauf'un ‘’Eylül’’ isimli psikolojik romanıdır. Kısmen sonu da benzer. Sabahattin Ali'ye ‘’Kürk Mantolu Madonna’'yı yazarken ilham vermiştir. Ayrıca Şeyh Galib'in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ı da bu esere benzer. .
Kitabin en güzel tarafı Goethe’nin okuyucuya sunduğu şu nottur: ‘'Ey güzel insan, sen de onun gibi bir tutkunun esiriysen, onun acıları sana avuntu olsun, eğer yazgından veya kendi hatandan dolayı bir arkadaş bulamıyorsan, bu küçük kitap dostun olsun.'’
Goethe, bu romanı yazdığında 25 yaşındadır. Romanın piyasaya çıkmasının ardından Almanya sokakları bir “Werther salgınına” uğrayarak, ortalığı Werther’in giysileri olan mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençler istila ederler.
Okurken yavaş yavaş üstünüze bir fil oturduğunu, kalbinizin, beyninizin, midenizin sıkıştığını hissedip yine de bırakamayacağınız, tansiyonunuzu çıkarma gücü yüksek, yudum yudum içilmesi gereken ve tekrar tekrar okunabilecek bir başyapıttır Goethe’nin bu kitabı.
Goethe’nin bu kitabında İçerdiği her mektup hayata dair ayrı bir kitaptır. Cennetle cehennemin nasıl da birbiriyle yoğrulup iç içe geçtiğinden bahseder Goethe bu kitabında.
Bu kitabın dünya üzerinde bunca sevilmiş olmasının nedeni içeriğinden ziyade yazarın kullandığı dildir. Yaşamınızda şimdiye kadar Goethe’nın bu kitabını okumamışsanız eğer çok şey kaçırdığınızı bilin isterim! Eğer Almanca da biliyorsanız kitabı kendi dilinden okumaya da doyum olmaz derim.
Ve kitap son olarak şu mesajı verir aslında: ''Birisini sevmeyi başaramayanı, kimse sevemez.''
Kitaptan bazı bölümler sunuyorum.. Üzerinde düşünmeniz dileği ile:
"Eğer insanlar imgelemleriyle geçmişteki kederin anılarını çağrıştırmak uğruna bu denli çaba gösterecekleri yerde kayıtsız bir şimdiye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu."
‘'Tanrı’nın bize her gün sunduğu güzel şeylerin tadını çıkaracak kadar kalbimizin kapıları açık olursa, başımıza gelen kötü şeylere katlanacak gücümüz olur.’'
"Ama öte yandan, sabahları doğan güneş güzel bir günü vaat ettiğinde, 'işte yine insanların birbirine zehir edebileceği bir nimeti bağışlıyor gökyüzü' diye haykırmaktan kendimi alamıyorum."
"Ey ulu tanrım! Önce akıl sahibi olup sonra onu kaybetmedikçe mutlu olmamak insanların kaderi midir?"
"Herkesin aynı olmadığını biliyorum ve hiçbir zaman da herkes eşit olmayacak. Fakat saygınlıklarını korumak için halktan uzak durmaları gerektiğini düşünenler, en az düşmanın karşısında ölüm korkusuyla saklananlar kadar yenilmeyi hak eden kimseler.."
‘‘Sevgili değerli dost, unutulmaması gereken bir şey var, o da: insan duyarlılığı!"
‘‘Sefaletim ve yalnızlığım belki de mutlu edemediğim kişinin bir başkası tarafından mutlu edilmesinden kaynaklanıyor.’’
"Ayrıca yüreğimi değil, aklımı ve yeteneklerimi beğeniyor, oysa her şeyin kaynağı yürektir: Tüm gücün, tüm mutluluğun, tüm kederin. Ah, benim bildiklerimi herkes bilebilir ama yüreğimdir yalnızca bana ait olan.’’
‘‘Dışa vurduğu ufak sevinçleri elinden almak için, bir insana baskı yapanlara yazıklar olsun. Ne dünyanın tüm armağanları, ne de tüm lütufları, başımızdaki despotun kıskanç sıkıntısının bize zehir ettiği bir anlık neşenin yerini tutar.'’
‘'Gerçi dünyadaki bütün işler değersiz, başkaları istiyor diye kendi tutkusunu, kendi gereksinimini dikkate almadan para, onur ve başka şeyler uğruna kendini yiyip bitiren insan her zaman budalanın biridir.’'
‘'Çünkü her şeyi kendimizle, kendimizi de herkesle karşılaştıracak şekilde yaratılmışız bir kere, bundan dolayı mutluluk ve hüznümüz bağlı olduğumuz şeylerden etkileniyor kuşkusuz, bu durumda en tehlikeli şey de yalnızlık.'’
"Üzerinde zevkle yaşamak için insanın sadece biraz toprak parçasına, altında huzurla yatmak içinse bundan daha azına ihtiyacı var.’’
"Sahip olduğum o kadar çok şey var, ama Lotte için duyduklarım sahip olduğum her şeyi yutuyor; sahip olduğum o kadar çok şey var, ama onsuz her şey bir hiçe dönüşüyor."
“… Sevgili arkadaşım, dünyadaki karışıklıklara yol açan şeyin, kurnazlık ve kötü niyetten öte, belki de yanlış anlamalar ve atalet olduğunu bir kez daha saptadım. En azından ilk ikisine daha az rastlanıyor.”
"Aklımızı, mantığımızı serbestçe kullanmaktan bizi alıkoyacak her şeyden kaçınmalıyız; çünkü ruh özgürlüğüne ancak böyle ulaşabiliriz."
“Kendimizi yitirdiğimizde her şeyi yitirmiş oluruz! Kendimizden yoksunsak, elbette her şeyden yoksun kalıyoruz.'’
“Bazen aklım almıyor; onu yalnızca ben, hem de öylesine içten, öylesine dolu dolu severken, ondan başka hiçbir şey görmez, bilmezken, ondan başka hiçbir varlığım yokken, nasıl olur da onu bir başkası da sever, sevebilir?”
‘‘Sabahları ağır rüyalardan kurtulmaya çalışırken kollarımı ona boşuna uzatıyorum. Çimler üzerinde yanında oturduğumu ve elini tutup binlerce kez öptüğümü gördüğüm mutlu ve masum düşler beni kandırdığında yatağımda çaresizlik içinde onu arıyorum. Ah, uyku sersemliği içinde uyanıyorum, sıkışan yüreğimden gözyaşı seli boşalıyor ve karanlık bir geleceğe doğru tesellisiz ağlıyorum.’’
‘‘Acının insanlarla paylaşıldığı takdirde azalacağı konusunda kuşkusuz haklısın, değerli dostum, keşke insanlar-niçin böyle olduklarını ancak Tanrı bilir!- geçip giden şimdiyi yaşamak yerine, geçmişte kalan bir sıkıntının hatıralarını anımsamak için hayal gücünü bu kadar zorlamasalar.'’
‘'Tembellik neyse keyifsizlik de odur, tembelliğin bir türüdür. Doğamızın buna eğilimi var, ancak toparlanma gücünü bulursak kolaylıkla çalışmamız mümkün olur, gerçek hazzı elde etmenin yolu çalışmaktan geçer.'’
“İnsan doğası sınırlıdır. Sevince, kedere, acılara ancak belli bir dereceye dek dayanabilir. Ve o derece aşılırsa insan yok olur. Yani söz konusu olan birinin güçlü ya da zayıf olup olmadığı değildir. (buraya dikkat!) kendi yaşantısına ne ölçüde dayanabiliyor, soru budur! Hem ahlaki, hem bedensel anlamda…’’
"Yaşamanın bir rüyadan, bir hayalden başka bir şey olmadığını düşünen ilk kişi ben değilim.’’
‘’Bizler aynen zindanların duvarlarına gönül ferahlatan, güzel resimler çizen mahkûmlara benziyoruz.’’
‘’… çünkü sanırım ölmek hayatın türlü cefalarına göğüs germekten daha kolaydır. Öyleyse canına kıymak yiğitlik değil, uyuşukluk, korkaklıktır."
‘‘Ama şimdi hatırlıyorum da içimi kemiren o eski günler neden böyle tatlıydı? Tanrı’nın rahmetini sabırla beklediğim, bana verdiği sevinci içten ve minnet dolu bir kalple duyduğum için mi?''
Osman AYDOĞAN
Marcus Aurelius
Geçen hafta Pazar günü ‘’Gladyatör’’ filmini anlatırken bu filmde Marcus Aurelius'u Richard Harris canlandırmıştı diye yazmıştım.... Yazımda Marcus Aurelius'un adı geçince sizlere bu müstesna imparator Marcus Aurelius'u anlatmasam olmazdı...
Marcus Aurelius Roma imparatorudur. 26 Nisan 121 – 09 Nisan 180 tarihleri arasında yaşamıştır. Tam adı Marcus Aurelius Antoninus Augustus’dur. Roma’nın beş iyi imparatorun beşincisi ve sonuncusudur. Roma imparatoru olarak yaşadığı İS 161- 180 yılına kadar süren dönemde Marcus Aurelius’un tek amacı halkının mutluluğuydu. O çağda Roma'da yaşayanlar bir köle toplumudur. Marcus'un dönemi, yöneticilik ve iktidarın bilinen tarihi içinde sıradışı bir dönem olma özelliğini korur.
Filozoftur kendisi, stoacı bir filozoftur. Sürekli yazmıştır. Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunmuştur. ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü Platon’a aittir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi, hem filozof, hem de hükümdardı.
Marcus Aurelius, Roma imparatoru sıfatıyla dünyadaki en güçlü insandı. Bununla birlikte, onun hem bireysel hem de devlet adamı olarak yaşamını, para, mal-mülk, iktidar ya da şöhret tutkusu değil, erdem, adalet ve barışa duyduğu özlem yönlendiriyordu.
Stoacı da olsa, barışçıl da olsa, insancıl bir yaşam biçimi benimsese de, 19 yıllık hükümdarlığının 17 senesini savaşlara ayırması büyük bir ironidir. Bunun nedeni Roma'nın zor döneminde imparator olması ve imparatorluğun dağılmak üzere olmasıdır. Bu şekilde imparatorluğu dağılmaktan kurtarmış ve imparatorluğun birliği sağlanmıştır. Bu nedenle Marcus Aurelius'un ölümü Pax Romana'nın da sonu olarak kabul edilir.
Onun, sürekli not tutarak bir dizi düşünceyi kâğıda dökebilmiş olması dikkate değerdir. 12 kitaplık ‘’Ta eis Eauton’’ (Düşünceler) adlı Yunanca yazılmış yapıtıyla ünlüdür. Geçen dörtyüz yıl boyunca Marcus Aurelius'un bu düşünceleri "meditasyonlar" olarak adlandırıldı. Bunlar, günümüzde bu sözcükten anladığımız anlamda gerçek meditasyonlar değildi. Aslına bakılırsa, kitabın Yunanca başlığı "Kendi Kendine" diye çevrilebilir.
Marcus Aurelius, evrende insanın yerini, ne için var edildiğini anlatır yazdıklarında… Marcus Aurelius’un yazılarında ‘’sen’’ diye bahsettiği okuyucu değil, kendisidir, düşünceleri başkalarına öğütler değil, kendisine ait bir iç muhasebedir, içsel bir iletişimdir. Marcus Aurelius’un eseri bir özdeyişler derlemesidir. Yazılarında; ailesine, manevi babasına ve eğitmenlerine borçlu olduğunu belirttiği bütün iyi niteliklere değinir. Ülkemizde Marcus Aurelius’un kitabı ‘’Kendime Düşünceler’’ ismiyle yayınlandı. (Alfa yayınları, Roman yayınları, Oda yayınları) Ayrıca Mark Forstater’in '’Marcus Aurelius’un Ruhsal Öğretileri’' isimli kitabı da Dharma Yayınlarından yayınlandı.
Bu kitaplarda Marcus Aurelius’un aşağıdaki ifadeleri yer almaktadır. Her ne kadar Marcus Aurelius bunları kendine söylemişse de biz yine de kendimize söylemiş gibi okuyalım:
"Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın."
‘’Evreni daima tek bir canlı varlık olarak düşün, tek bir bedeni ve tek bir ruhu olan; ve sonra bütün varlıkların nasıl bu tek canlı varlığın kozmik bilinciyle ilişki içinde olduğunu gözle.’’
''Bir insanın yaşamı boyunca amacı, mutluluğa ulaşmak, sefalet ve mutsuzluktan uzak durmak, hareket özgürlüğü elde etmek ve ‘arzularının’ kölesi olmaktan kaçınmak, kendi kendine yetmek ve bağımsız olabilmek, diğer insanların parasal, toplumsal ya da duygusal desteklerine muhtaç olmamaktır.''
"Şu birkaç gerçek dışında her şeyi boş ver: Yalnızca bulunduğumuz anda, şu kısacık zaman diliminde yaşayabiliriz; yaşamımızın geri kalan kısmı ya sona ermiş ve çoktan toprağa gömülmüştür ya da henüz bir belirsizlik perdesi arkasında gizlidir. Sürdüğümüz yaşam kısa, yeryüzündeki köşemiz ise küçüktür.''
''Üç bin yıl ya da bunun on katı bile yaşasan, hiç kimsenin yaşamakta olduğu yaşamdan başka bir yaşamı yitirmediğini, yitirmekte olduğu yaşamdan başka bir yaşam yaşamadığını aklından çıkarma; bu nedenle en uzun yaşamın da, en kısa yaşamın da sonu aynı yere varır. Çünkü şimdiki zaman herkes için aynıdır, bu nedenle geçmekte olan da aynıdır; yitirilen, bir andan başka bir şey değildir.
...İnsan yaşlı da ölse genç de ölse ölünce aynı şeyi yitirir; şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği yegâne şeydir. Çünkü sahip olduğu biricik şeydir...''
''Eğer bir dış etken seni üzerse, duyduğun acı o şeyin kendisinden değil senin ona verdiğin değerden geliyordur. Onu da her an ortadan kaldırma gücün vardır.''
"Bir insan bile bile gerçeği görmemezlik edemez."
"Kendi amaçlarınla ilgilen, diğer insanlarla değil. Yaşadıklarını evrenin doğası öyle istediği için yaşıyorsun."
"Kendi içini kaz. Çünkü iyilik içinde, sen kazdıkça o fışkıracak."
"İnsanları sevmeyen birine, onun insanlara davrandığı gibi davranma."
“Saklanabileceğin tek kale, insanın tutkularından arınmış bir akılla yargılarını bilinçli olarak kullanabileceği kendi içindeki kaledir.’’
"Düşünceleriniz ne ise hayatınız da odur. Hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız, düşüncelerinizi değiştiriniz."
''Kanunlar örümcek ağına benzerler, küçük sinekler ağa takılır kalır, büyük sinekler ağı deler geçer.''
“İnsanlar birbirleri için dünyaya gelmişlerdir. Bu nedenle onları eğit ya da katlan onlara.“
“Olan bitenler seni rahatsız ettiğinde ve soğukkanlılığını yitirdiğinde, hemen kendine dön ve seni kızdıran olay bittikten sonra kızgınlığını daha fazla sürdürme; çünkü derinde yatan uyumuna ne kadar fazla sığınırsan kendine o kadar egemen olursun.“
"Birisinin hatasına öfkelendiğinde derhal kendine bak ve kendinin de nasıl hata yaptığını düşün; örneğin iyinin paraya ya da hazza ya da bir parça şöhrete eşdeğer olduğunu düşünmen gibi... Bunun bilincine vardığında, özellikle de seni öfkelendiren kişinin gergin olduğunu ve yapabileceği pek başka bir şey olmadığını ayrımsadığında öfkeni hemen unutursun ve eğer bir yolunu bulabilirsen, karşındaki insanın gerginliğini gidermelisin."
“Her yeni güne başlarken, kendine şunu anımsat: Bugün yine meraklı, nankör, kendini beğenmiş, hilekâr, kıskanç ve bencil bir sürü insan çıkacak karşıma. Onları bu duruma getiren, iyi ile kötüyü ayırt edemeyecek kadar cahil olmalarıdır.”
“İyi insanın nasıl olması gerektiğini anlatmayı bırak artık; anlattığın insan ol.”
‘’Bir insanın gözleri, onun karakterini hemen yansıtır, tıpkı sevilen birinin, sevgilisinin bakışlarından her şeyi okuması gibidir bu.”
‘’İyi, samimi ve nazik insanlar karakterlerini, herkesin görebileceği biçimde yüzlerine yansıtır.’’
“Mutlu bir yaşam sürmek için ne kadar az şeye gereksinimin olduğunu anımsa.’’
‘’Varlıklı olduğun için gururlanma ve yitip gitmesine daima hazırlıklı ol.’’
“Üç akrabalığın vardır: Birincisi seni çevreleyen bedenle olan yakınlığındır; ikincisi her şeyin kaynağı olan yaratıcı güç iledir; üçüncüsü ise seninle birlikte yaşayanlardır.”
‘’Sana armağan edilen yaşama uyum sağla ve kaderin senin çevrene yerleştirdiği insanları samimiyetle sev.’’
‘’En iyi intikam, düşmanın gibi olmamaktır.’’
‘’Başına gelenleri ve senin yazgında bulunanları yalnızca sev. Bundan daha uygun ne olabilir ?’’
“Ulu bir bilge olman ama kimsenin bunu anlamamış olma olasılığı her zaman mümkündür. ...Marcus, sen bu büyük dünya halkının bir vatandaşı oldun; yaşamının beş ya da elli yıl sürmesi neyi değiştirir? Sana verilen süre ne kadar olursa olsun, bu büyük topluluğun ‘birlik ‘ ilkelerine uygun olan her şey, herkesin için adildir...’’
“Ölümden korkma, tersine onu sevinerek karşıla, çünkü ölüm de doğandan gelir. Tıpkı, önce gençken giderek büyümemiz, gelişmemiz ve olgunluğa ulaşmamız, dişlerimizin çıkması, sakalımızın uzaması ve saçlarımızın beyazlaması, aklımızın ermeye başlaması, gebe kalmamız ve yeryüzüne yeni yaşamlar getirmemiz ve nihayet yaşamımızın farklı dönemlerinde olagelen tüm doğal süreçler gibi ölüm de yaşamın bir parçasıdır. Düşünceli bir insan asla ölümü hafife almaz, ona karşı sabırsız olmaz ya da onu aşağılamaz, ancak yaşamın doğal süreçlerinden biri olduğunu bilerek onu bekler.”
‘’Kendini bugün ölmüş olarak düşün, artık yaşamı sona ermiş birisi gibi ve bunu aklında tutarak geriye kalan zamanını doğa ile tam bir uyum içinde yaşayarak geçir.’’
‘’....Sahneyi halinden hoşnut olarak terket, çünkü seni sahneden indiren Yaratıcı da yaptığından hoşnuttur.’’
180 yılının başında, ordusunu kırmakta olan bir salgın sarılığına tutulur. İmparatorlarının öleceğini anlayarak gözyaşlarını tutamayan askerlerine: ‘’Niçin ağlıyorsunuz?’’ diye sorar Marcus Aurelius. Ve kendisi şu cevabı verir; ‘’Hepinizin beni bulacağı yere, sadece, sizden önce gittiğimi bilmiyor musunuz?’’ Aynı günün akşamı, bir emri olup olmadığını öğrenmek için yanına gelen görevliye, ‘’Beni artık bırakıp, doğacak güneşi bulmaya gidin, ben artık batıyorum’’ diye yanıt verir, sonra uyumak üzereymiş gibi, başını örter. 180 yılının 9 Nisan gecesinde, 58 yaşında, hayata gözlerini yumar.
2000 yılında çekilen, Ridley Scott'ın yönetmenliğini yaptığı ‘’Gladyatör’’ filminde Marcus Aurelius'u Richard Harris canlandırmıştı.
Marcus Aurelius stoacı bir filozoftu. Stoacılığın Kurucusu Zenon’dur. (M.Ö. 335-263) Zenon, mutluluğun; eylemlerin ve ruhun özgürlüğünde aranması ve gerçek kişiliklerimiz için yalnızca zaruri olanı istemenin gerektiğini ifade eder. Zenon’a göre zaman hariç hiçbir şeye karşı güçsüz değilizdir.
Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimserler, mutluluğun dış koşullara bağlı olmadığına inanırlar ve dış etkilere karşı kayıtsız kalmayı önerirler. Stoacılara göre; özgür insan başkalarına ve dış etkilere kayıtsız kalmasını bilen insandır. Stoacılar erdem ile mutluluğun temeli olarak arzu, tutku heyecan ve duygulardan kurtulmayı kabul ederler. Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktu
Fenike kökenli ve Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon, bir süre akademide bir öğrenci olarak çalıştıktan sonra akademiden ayrılır ve kendi okulunu kurar. Bir binada ders verecek gücü olmadığı için, derslerini bir çatı ya da sundurma gölgesi altında verir. Okulunun adı olan stoacılık da, Yunanca (çatı) anlamına gelen “ stoa “ sözcüğünden bu nedenle türetilmiştir.
Eski Yunanistan’daki Delfi adasındaki kehanet tapınağında Sokrates’in şu sözü kazılıdır: “İnsan, kendini Bil! “ Sokrates’in bir başka sözü; “Neye sahip olduğundan çok, ne olduğuna bakarak kendini değerlendir, ancak bu biçimde olabildiğince mükemmel olabilirsin.“
Marcus Aurelius Roma Meydanı'nda yürürken arkasında da bir uşak yürürmüş. Uşağın tek işi, insanlar onu alkışladığında ve şükranlarını sunduğunda Marcus Aurelius' un kulağına eğilerek ''sen sadece insansın'' diye fısıldamakmış.
Bu hikâye Marcus Aurelius’un Sokrates’in söylediği gibi hem ‘’kendini bildiğini’’ ve hem de neye sahip olduğunu değil ‘’ne olduğunu’’ bildiğini göstermektedir.
Marcus Aurelius’tan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşayan günümüz politikacılarının gerçek bir devlet adamı olan Marcus Aurelius’tan öğrenecekleri çok şey olsa gerek diye düşünüyorum.
Osman AYDOĞAN
14 Mart Tıp Bayramı
Sultan II. Mahmut yozlaşan Yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurar (Asakir-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni ordunun ise hekimlere ve cerrahlara ihtiyacı vardır. 21 yaşında iken hekimbaşılığını yapan Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a bir dilekçe ile müracaat ederek bir tıp okulu kurmak istediğini söyler ve Padişah’tan onayını alır.
Bu onayla II. Mahmut döneminde, 14 Mart 1827'de, Hekimbaşı Mustafa Behçet'in önerisiyle ilk Şehzadebaşı'ndaki Tulumbacıbaşı Konağı'nda ''Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire'' adıyla ilk tıp okulu kurulur. Bu okulun kurulduğu gün (14 Mart 1827) Türkiye'de modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilir. Okulun kuruluş günü olan 14 Mart, "Tıp Bayramı" olarak kutlanmaktadır.
İlk kutlama da, 1919 yılının 14 Mart'ında işgal altındaki İstanbul'da gerçekleşir. O gün, tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Hikmet Efendi’nin (Hikmet Boran) önderliğinde, tıp okulu öğrencileri işgali protesto için toplanırlar ve onlara devrin ünlü doktorları da destek verirler… Böylece tıp bayramı, tıp mesleği mensuplarının yurt savunma hareketi olarak başlar…
Olayın ayrıntıları şu şekildedir:
1919 Mart ayında İstanbul'da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (nam-ı diğer Gülhane Askerî Tıp Akademisi) İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Tıbbiye öğrencileri okulu kurtarmanın yollarını ararlar. İşgalcileri işkillendirmeyecek bir yol bulmaları gerekmektedir. Bu nedenle topluca okulun kuruluş yıldönümü olan 14 Mart’ı kutlamaya karar verirler. Ama asıl maksat işgali protestodur. Ve o gün Tıbbiyeli Hikmet Efendi önderliğinde büyük bir gösteri yapılır. Okulun iki kulesi arasına koca bir Türk bayrağı asılır. Bunu gören işgal kuvvetleri olaya direk müdahale ederler fakat durduramazlar. Tıbbiyelilerin temsilci olarak seçtikleri Tıbbiyeli Hikmet Efendi tutuklanmamak için İstanbul’dan kaçar ve daha sonra da Sivas Kongresine katılır.
Tıbbiyeli Hikmet Efendi tıbbiyelilerin temsilcisi olarak katıldığı Sivas Kongresi’nde yaptığı manda karşıtı konuşması ile tanınır.
Mazhar Müfit Kansu anılarında (Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2009) Sivas Kongresindeki Tıbbiyeli Hikmet Efendi’nin konuşmasını şöyle anlatır:
7 Eylül 1919’da yapılan ikinci celsede verilen önergede Hikmet Beyin de imzası vardır. Kongrenin 9 Eylül 1919 gecesi, mandacılık mandacılık tartışmasında bu konuyla ilgili olarak Atatürk’e hitaben yaptığı konuşmada Tıbbiyeli Hikmet Efendi şöyle der:
‘’Paşam, murahhası bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz. Farz-ı mahal (örnek olarak), manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz)’’
Bu konuşmayı Mustafa Kemal şu sözleriyle değerlendirir:
‘’Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır..,"
Mustafa Kemal sonra Hikmet Bey’e dönerek: "Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!’’ der…
Mustafa Kemal'in bu sözleri üzerine Hikmet Bey de yerinden fırlayarak: "Var ol Paşam!.." diyerek Mustafa Kemal’in elini öper…
Metin Özata, ‘’Atatürk ve Tıbbiyeliler’’ (Umay Yayınları, 2007) kitabında (ki bu kitabı da bana yine bir askerî tıbbiye mezunu Tabip Üsteğmen Tayfun Özdem hediye etmişti) Mustafa Kemal Atatürk’ün Sivas Kongresi'nde Hikmet Beyi alnından öperek Hikmet Bey’i ‘’Daima ilerici ve devrimci fikirlere alemdarlık etmiş olan Tıbbiyenin mümessili olan genç" diye tanıttığını ve milli meselelerde askerî tıp öğrencilerinin öncü olduğu kanaatini çeşitli zamanlarda dile getirdiğini yazar…
Hikmet Bey daha sonra Kurtuluş Savaşı’na katılır… Savaştan sonra genel cerrah olarak görev yapar… Aslen Balıkesir Savaştepe’lidir. Gazeteci ve sanatçı Orhan Boran'ın babasıdır.
Görüldüğü gibi ‘’14 Mart Tıp Bayramı’’; ''anneler günü’’, ‘’babalar günü’’, ‘’sevgililer günü’’ vb. gibi dış kaynaklı, tüketim ekonomisini kalkındıracak uyduruk bayramlardan değildir. 14 Mart özbeöz Türk’ün, Türk tabiplerinin günüdür. 14 Mart, Çanakkale’ye gidip de geri dönmeyen, 1919'da İstanbul’un İngiliz işgaline karşı çıkan tıbbiyelinin günüdür. 14 Mart sıradan bir meslek örgütünün kuruluş yıldönümü de değildir… 14 Mart aynı zamanda tıp camiasının emperyalist güçlerin karşısına resmen çıkışının yıl dönümüdür...
1976'dan beri sadece 14 Mart günü değil, 14 Mart'ı içine alan hafta boyunca kutlama yapılmakta ve bu hafta ‘’Tıp Haftası’’ olarak kabul edilmektedir. Gerçi bu haftayı ‘’Sağlık Haftası’’ olarak kutlayanlar da vardır.
Dünyada benzer kutlamalar, farklı tarihlerde yapılmaktadır. Örneğin ABD'de ameliyatlarda genel anestezinin ilk defa kullanıldığı 30 Mart 1842 tarihinin yıldönümü; Hindistan'da ünlü Doktor Bidhan Chandra Roy'un doğum (ve aynı zamanda ölüm) yıldönümü olan 1 Temmuz günü "Doktorlar Günü" olarak kutlanır.
Günümüze, ülkemize gelecek olursak…
Ülkemizde hiçbir kurum görevini yapmaz kabak dönüp dolaşıp doktorların başına patlar… Nasıl mı? Bakın anlatayım…
Karayolları Genel Müdürlüğü ve Trafik Hizmetleri görevlerini yapmazlar… Yollarda sağa dönüş, sola dönüş cepleri yoktur, yollarda dönüş yaptıktan sonra hızlanma şeridi, dönmeden önce yavaşlama şeridi yoktur… Yolların kalitesi yoktur, tuzak çukurlar doludur… Belediye otobüslerinin, dolmuşların, taksilerin duracağı cepler yoktur… Araçlar denetimsizdir… Şoförler eğitimsizdir… Bütün bunlar kazalara yol açar... Sonra da ‘’yetiş doktor!’’
Tarım Bakanlığı ülkede sağlıklı ve yeterli ürünler üretmez, üretilenleri denetlemez, insanlarımız GDO’lu, NBŞ’li (Nişaşta Bazlı Şeker), ilaç kalıntılı ürünleri yer, yetersiz ve sağlıksız beslenmeden hasta olurlar… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’
Eğitim Bakanlığı koruyucu hekimlik, sağlıklı beslenme, beden eğitimi ve ilk yardım konularında eğitim vermez… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’
Belediyeler doğru dürüst çalışmaz, içtiğiniz su kirlidir, nefes aldığınız hava kirlidir, dışarıda yediğiniz gıdalar sağlıksızdır… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’
Çevre Bakanlığı çevreyi katleder, sağlıksız çevre sunar, insanların nefes alacakları parkları, bahçeleri yoktur… Bu çevre insanları hasta eder… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’
TV’lerde seyrettiğiniz her şey ve her kişi, gazetelerde okuduğunuz her haber psikolojinizi bozar… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’
Sağlık Bakanlığı bile kendi sağlık çalışanlarını korumaz, sağlıksız sağlık sistemi, fazla iş yükü, kötü koşullar, stres, performans baskısı ile kendi doktorlarını hasta eder…
Bu liste uzayabilir…
Doktor her şeye rağmen yine de yetişir de bu sefer de darp ederler…
Askerî tıbbiye okulu öğrencilerinin başlattığı bu ‘’Tıp Bayramı’’nı askerî tıp okulu olmaksızın da kutlamak ayrı bir ironi ya! Neyse ama biz yine de kutlayalım…
Dünyanın en zor ve en fedakâr mesleğini icra eden sağlık emekçilerinin hak ettikleri koşullarda görev yapabilmeleri dileği ile Tıp Bayramının tüm sağlık emekçilerine kutlu olmasını dilerim.
Ancak kutlamanın en güzelini de biliyorsunuz kim söylemişti:
‘’Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.’’
Osman AYDOĞAN
''1283''... İçimizde!!!
Mustafa Kemal Atatürk tam 118 yıl önce bugün 13 Mart 1899 (1 Mart 1315) tarihinde, Harp Okulu'na 1283 apolet numarası ile girişi (duhulü) (kaydı) yapılır. "Harbiyeli Mustafa Kemal", buradaki "1315 Duhullülere Mahsus Künye Defteri" ne "Selanik'te Koca Kasım Paşa Mahalleli Gümrük Memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi'nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96" olarak kaydı yapılır.
Bu nedenle Harbiye’de (Kara Harp Okulunda) her yıl 13 Mart günü Mustafa Kemal Atatürk’ün Harbiye’ye girişi törenlerle anılır… Bu törenler esnasında bir de yoklama yapılır… Yoklama apolet numarasına göre yapılır... Numarası okunan öğrenci ayağa kalkarak ‘’Burada’’ diye yüksek sesle cevap verir… Sıra 1283’e (Harbiyeli Mustafa Kemal’in apolet numarası) gelince bütün öğrenciler ayağa kalkarak ve hançereleri yırtılırcasına ‘’İçimizde!’’ diye haykırırlar…
Bu bilgiyi burada bırakalım… Kısa bir edebiyat turu yapalım....
Samuel Barclay Beckett (1906 -1989) İrlandalı yazar, oyun yazarı, eleştirmen ve şairdir. Beckett ayrıca "Absürt Tiyatro" olarak adlandırılan akımın en önemli yazarı sayılır.
Beckett'in eserlerinin sade ve temel olarak minimalist olduğu söylenir. Bazı yorumlara göre, çağdaş insanın durumu hakkında oldukça kötümser eserler vermiştir. Beckett, bu kötümserliği kara mizah yoluyla anlatır. Beckett’in modern insanın yoksunluğu ve kayıtsızlığı üzerine kurguladığı en bilinen eseri ‘’Godot'yu Beklerken'’dir.
''Godot'u Beklerken'' isimli zaman kavramı olmayan oyunda oyunun varoluş sancıları çeken kahramanları Vladimir ve Estragon, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışırlar ve Godot diye birini beklerler. Ancak bu sonuçsuz bir bekleme eylemidir. Gelmeyeceğini bildikleri halde Godot'u beklerler. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek, işlevini yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.
Bu şekilde eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ne olduğunu bilinmeyen bir kimseyi veya "şeyi" beklemelerini konu alan absürt tiyatronun en önemli eserlerinden birisidir ‘’Godot’u Beklerken’’.
Oyun, varoluşçuluk felsefesini çok çarpıcı bir biçimde işler. Bu da oyundaki iki ana karakterin “yarına kalmamız için bir nedenimiz olmalı” fikriyle paralel olarak gelişen hareketleriyle anlaşılır. Vladimir ve Estragon, insanın doğumu ile ölümü arasındaki serüveni anlatır. Oyun aynı biçimde başlar ve aynı biçimde sonlanır. Beckett, anlamsız bir varoluşun sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen sürecinden bir kesit sunar.
Oyun karakterlerinin oyunda geçen bazı sözlerini buraya almak istiyorum:
‘’Bana öğrettiğin kelimeleri kullanıyorum. Artık hiç bir anlama gelmiyorlarsa, bana başkalarını öğret. Ya da bırak susayım.’’
‘’Bir kişiye gerektiğinden fazla değer verirsen, ya onu kaybedersin ya da kendini mahvedersin.’’
‘’Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; herşey söylenmemiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.’’
‘’Hepimiz deli doğuyoruz. Bazıları böyle kalıyor.’’
‘’Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi.’’
‘’Herkes çarmıhını kendi sırtında taşır.’’
‘’İşte karşınızda tüm yönleriyle insan, suçlu kendi ayağıyken ayakkabısına kızıyor.’’
‘’Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.’’
Vladimir ve Estragon’un oyun içinde diyalogları vardır. Bunlardan birkaçı:
Estragon: Gidelim.
Vladimir: Gidemeyiz.
Estragon: Neden?
Vladimir: Godot'yu bekliyoruz.
İşte bu nedenle, ‘’Godot’u Beklerken’’; gitmek isteyip gidemeyişin, kalmak isteyip kalamayışın kitabıdır. Alışkanlıklarına hapsolmuş insanların kitabıdır. Arafta kalanların kitabıdır.
Estragon: Haklarımızı kaybettik ha?
Vladimir: Haklarımızdan kurtulduk.
İşte bu nedenle, ‘’Godot’u Beklerken’;’ hiç mücadele vermeden sahip oldukları haklarından kurtulanların kitabıdır.
Estragon: Hiç terk ettim mi seni?
Vladimir: Gitmeme izin verdin.
İşte bu nedenle, ‘’Godot’u Beklerken’’; çağdaşlığın, uygarlığın, aydınlığın, ışığın, refahın, huzurun, kişiliğin, onurun, gururun gitmesine izin verenlerin kitabıdır.
Hayatta istediklerine ulaşmak için çaba göstermeyen sadece zamanın getirmesini bekleyen insanların kitabıdır ‘’Godot’u Beklerken’’. Kitaptaki karakterler kendilerinin de bir şeyler yapabileceklerini düşünmezler bile. Godot'nun onları bulacağına inanırlar, beklerken de yapacakları tüm şeyleri ertelerler, bu bekleyişin sonu hüsrandır tabi. Tıpkı bizlerin de, her 13 Mart’da yapılan yoklamada sıra ‘’1283’’e gelince candan, gönülden, yürekten, içten hançeremizi yırtarak ‘’içimizde’’ diye haykırdığımızdan, 1283’ün zaten içimizde, zaten bizimle samimi algısından dolayı yapacağımız tüm şeyleri erteleyerek içimizden birinin yapmasını beklediğimiz gibi… Tıpkı ''Atatürk ölmedi!!'' sloganlarının algılamasıyla nasıl olsa ölmemiş Atatürk varken bizlerin yapacak hiçbir şeyi yok yanılsamasıyla bizim de ‘’Sarı Saçlı’’, ‘’Mavi Gözlü’’ kahramanımızı tıpkı oyun karakterlerinde olduğu gibi karamsar, yoksun ve kayıtsızca hiçbir şey yapmadan aynı şekilde beklediğimiz gibi…
Bu hüsranın sonucu Vlademir kendisini asmak için kemerini çıkarır. O an pantolonu düşer. Seyirci de tam üzülecekken boş bulunup güler. Tıpkı bizlerin olan biteni, hatta oyundaki gibi bir intihar sahnesini bir tiyatro seyircisi gibi izlerken boş bulunup güldüğümüz gibi…
Eğer teselli olacaksa yine hiçbir şey yapmadan yine haykıralım; ''1283 İçimizde!''
Osman AYDOĞAN
Mehmet Âkif Ersoy
12 Mart 1921 Yılında bugünden tam 97 yıl önce İstiklal Marşı kabul edilmişti… Türkiye Cumhuriyeti'nin Ulusal Marşı İstiklal Marşı'nın güftekârı, "Vatan şairi" ve "milli şair" unvanları ile anılan Mehmet Âkif’di.
İşgal sonrası İstanbul'da rahat hareket etme olanağı kalmayan Mehmet Âkif Anadolu’ya geçer. TBMM'nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günü Ankara'ya varır. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katılır.
Ankara’ya geldiği günlerde, Mustafa Kemâl Paşa tarafından aday gösterilerek milletvekili seçilip 1920-23 yılları arasında vekil olarak I. TBMM’de yer alır...
İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Âkif, Türkiye'de gerçekleşen devrimleri kendi inançlarına ve ülküsüne aykırı görerek 1926 yılında gittiği Mısır’dan dönmez…
Mısır’a gitmeden önce Kuran’ı Türkçeye tercüme etmek için Diyanet İşleri ile anlaşma imzalar… Kuran tercümesi üzerinde 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmaz. Sonunda 1932’de mukaveleyi fesheder… Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi'ye verir… Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan'a teslim eder ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat eder. Türkçe ibadet projesinde kullanılacağından endişe ettiği için tercümeyi teslim etmediği iddiası da vardır.
Onbir yıl sonra yurda döndüğünde, Mustafa Kemâl Atatürk için bir yakın arkadaşına şu sözleri söyler; "Mısır'da onbir yıl kaldım. Fakat onbir saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana hâlisane bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de, Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemâl'e versin!"
Mehmet Âkif Ersoy’un şu dizeleri nedense pek hatırlanmaz ve hatırlatılmaz;
Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile
Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybeder… Edirnekapı Mezarlığı’na defnedilir… 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği'ne nakledilir… Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey'in arasında yatmaktadır.
Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi'nde öğrenci olduğu yıllarda başlar… Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başlar… İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri'ne“ başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa'nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklal Marşı'nı yazarak İstiklal Savaşı'nı anlatmıştır.
Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri yedi kitaptan oluşmuştur. Aslında bu yedi kitap da bir kitaba sığacak büyüklüktedir. Şair, İstiklal Marşı'nı Safahat'a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: "Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm".
Mehmet Âkif vatan şairidir, millî şairdir… Arapça, Farsça ve Fransızcada bilir… Şu birkaç olay kişiliğini daha iyi yansıtır;
II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye yapar. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan "Cemiyetin bütün emirlerine, bilâkayd ü şart (kayıtsız şartsız) itaat edeceğim" cümlesinde geçen "kayıtsız şartsız" ifadesine karşı çıkmış, "sadece iyi ve doğru olanlarına'" şeklinde yemini değiştirtmişti.
Mehmet Âkif, İttihat Terakki Partisi’nin ilk iktidar yıllarında onların yanında yer alır, sonra gidişatı beğenmez ve onlardan uzak durur. Cinayetlerle ve darbelerle, baskı rejimi kuran ittihatçılar, Mehmet Âkif’in kendilerine karşı olduğunu bilirler. Bir gün, ihbar gelir, sözde bir “fesat cemiyeti” kurulmuştur, içlerinde Mehmet Âkif de vardır. İhbar İttihatçıların liderlerinden Kara Kemal’e duyurulur, o da hemen polis müdürüne telefon eder. Ve derki: “Eğer içinde Âkif varsa, bu fesat cemiyeti değildir.”
Ankara’da yoksul, kış günü paltosu dahi yokken İstiklal Marşını yazması nedeniyle verilen o zaman büyük bir meblağ olan 500 TL ödülü reddeder. Bu marş para karşılığı yazılmaz der…
Bir meclis çalışmasında mesleğinin baytar olması nedeniyle kendisine ‘Siz baytardınız değil mi?’ diye sataşmak isteyen bir vekile cevaben; ‘Evet efendim, bir rahatsızlığınız mı vardı?’ diye cevap verdiği rivayet edilir…
Mehmet Akif Arnavut kökenli olduğu halde kendisine Arnavut denmesini reddederek bilinçli bir şekilde; ‘’'Türk eriyiz, silsilemiz kahraman, Müslümanız, Hakk'a tapan Müslüman. Bizim ana dilimiz, kökenimiz ne olursa olsun biz Türk'üz’’ diye konuşurken Türkiye Cumhuriyeti’nin o zamanki başbakanı ise bir konuşmasında Türk Milletini küçümseyerek ‘’İstiklal Marşı’nı bir Türk mü yazdı? Arnavut yazdı’’ diye Mehmet Âkif’i anlayamadığının bir göstergesi olarak Mehmet Âkif’in reddettiği etnik temele vurgu yaparak konuşabiliyor. (Gazeteler, 28 Aralık 2010) Zaten zamanında Giordano Bruno söylemişti; ‘’Anlamak zordur’’ diye. Meraklısı bilir, Bruno’nun sözünün devamı var…
Tarihçi Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Âkif hakkında şunu söyler: ‘’İstiklal Marşı şairine, şairi İstiklal Marşı’na yakışıyor.’’
Mehmet Âkif adam gibi bir adamdı, gerçek bir Müslüman’dı, günümüzün bezirgân dincilerine hiç mi hiç benzemiyordu…
Ruhu şâd olsun…
Osman AYDOĞAN
Gladyatör
Ey özgürlük!
Ey yüce özgür ruh!
Özgür kal benimle yürü!
Altın gibi tarlaların arasında.
Marcus Aurelius 121 – 180 tarihleri arasında yaşamış Roma imparatorudur. Tam adı Marcus Aurelius Antoninus Augustus’dur. Roma’nın beş iyi imparatorun beşincisi ve sonuncusudur. Marcus'un dönemi, yöneticilik ve iktidarın bilinen tarihi içinde sıradışı bir dönem olma özelliğini korur. Filozoftur kendisi, stoacı bir filozoftur. Sürekli yazmıştır. Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunmuştu. ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü Platon’a aittir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi, hem filozof, hem de hükümdardır.
Stoacı da olsa, barışçıl da olsa, insancıl bir yaşam biçimi benimsese de, 19 yıllık hükümdarlığının 17 senesini savaşlara ayırması büyük bir ironidir. Bunun nedeni Roma'nın zor döneminde imparator olması ve imparatorluğun dağılmak üzere olmasıdır. Çünkü doğuda Pers’ler, batıda ise Cermen ve diğer ırklardan gelen ordularla savaşmak zorunda kalınır. Harpler kazanılır ama bu arada Roma orduları büyük kayıplar verir ve devlet maddi sıkıntı içine düşer. Ancak Marcus Aurelius imparatorluğu dağılmaktan kurtarır ve imparatorluğun birliği sağlar. Bu nedenle Marcus Aurelius'un ölümü Pax Romana'nın da sonu olarak kabul edilir.
Marcus Aurelius'un kendi kanından Commodus adında bir oğlu vardır ve başka bir kimseyi evlat edinmez. Commodus Aurelius'un ölümüyle imparator olur. Artık Roma’da gerçek anlamda monarşik bir idare başlar.
Marcus Aurelius'un Roma İmparatorluğu'na en parlak dönemi yaşatan bir generali vardır: General Maximus Decimus Meridius. Maximus, girdiği her meydan savaşından zaferle çıkar, ancak onun artık tek hayali bir an önce evine dönerek karısı ve ailesine kavuşmaktır.
General Maximus’un imparatorluk içerisinde yükselmesi karşısında kıskançlığa kapılan tahtın varisi Commodus, general ile ailesinin derhal öldürülmesi emrini çıkarır. Generalin ailesi öldürülür, kendisi de esir alınarak köle olarak satılır. General Maximus köle olduğu sürede bir gladyatör olarak eğitilir. Yıllar sonra Roma’ya gladyatör olarak geri döndüğünde tek bir amacı vardır. Yeni İmparator Commodus’u öldürerek karısıyla oğlunun katledilmesinin intikamını almak...
Maximus arenalarda geçen yılları boyunca çok önemli bir gerçeği öğrenmiştir. İmparatorun gücü ne kadar fazla olursa olsun halkın iradesi ondan çok daha güçlüdür ve intikamını alabilmenin tek yolu imparatorluğunun en büyük kahramanı olabilmekten geçmektedir.
İşte bu Romalı General Maximus’un anlatıldığı komutanlıktan köleliğe, kölelikten gladyatörlüğe oradan da cennete, sevdiklerinin yanına gidişini anlatan güzel bir film var: Gladyatör, özgün ismiyle ‘’Gladiator’’.
Gladyatör 2000 yılı tarihli ABD - İngiltere yapımı bir filmdir. Russell Crowe’nin General Maximus’u canlandırdığı filmin yönetmeni ise Ridley Scott'tur. Film 73. Akademi Ödüllerinden, ‘’En İyi Film Ödülü’’ dâhil, beş ödüle lâyık görülür. Richard Harris gibi oyuncuları da bünyesinde barındıran filmin çekimleri sırasında hayatını kaybeden Oliver Reed'in eksik planları bilgisayar sayesinde tamamlanır. Russell Crowe'un yanında başrollerde Oliver Reed ve Joaquin Phoenix oynamışlardır.
Gladyatör kelimesinin kökeni '’gladius’’ (kılıç) olduğundan '’kılıçla dövüşen kişi'’ demektir.
Maximus; cesareti ve dürüstlüğü ile saygı gören, zaferlerin şımartamayacağı ve kibre bürüyemeyeceği kadar mütevazı olan bir askerdir. Maximus, evinden uzakta geçirdiği her günü özlemle sayan bir askerdir. Maximus'un aklındaki tek şey evine ve ailesine dönmektir. Kafasında hep; ekip biçtiği buğday tarlasında oğluyla oynamak sonra da karısının onları yemeğe çağırması vardır. Maximus, elini buğday başaklarına değdirerek tarlada dolaşmanın hayaliyle yaşar.
İşte bu filmde kanlı savaşların ortasında bile, toprağını, yuvasını ve küçük; ama huzurlu dünyasını özleyen bir adamın; entrikalar ortasında gösterdiği cesaret, dürüstlük ve kahramanlığı anlatılır.
Filmde geçen sahnelerden birkaçı şu şekildedir:
Maximus'un kendini öldürmekle görevli askerleri alt edip evine giderken zamanla yarışır, atı bile yorgunluktan çatlayıp ölür... Ancak evine vardığında artık her şey için çok geçtir. Evinden dumanlar yükselmektedir. O buğday tarlalarının hepsi yanmaktadır. Karısının ve çocuğunun yakılmış ve asılmış cesetlerine sarılır… Maximus’un (Russell Crowe), karısını ve çocuğunun ölüsü önünde çektiği acıyı yansıttığı sahne filmin en vurucu anı, en içler acısı sahnesidir.
Maximus daha sonra esir olarak Proksimo'nun eline düşer. Girişte anlattığım gladyatör dövüşlerine başlar. Proksimo, eski bir gladyatör olduğundan Maximus'a kendini seyirciye sevdirmesi yönünde taktikler verse de Maximus bunu kendi gibi davranarak fazlasıyla becerir. Zaten çok iyi bir general, hem bireysel savaşta hem takımını yönlendirmede çok iyi olduğu ve adaletsiz savaşları bile kazandığı için kısa sürede seyircinin gözdesi olur...
Maximus bir döğüş öncesi arenada şöyle haykırır: "My name is Maximus Decimus Meridius, commander of the armies of the North, general of the Felix Legions, loyal servant to the true emperor, Marcus Aurelius, father to a murdered son, husband to a murdered wife, and i will take my vengeance in this life or the next!!!" (Benim adım Maximus Decimus Meridius. Kuzey orduları kumandanı, Felix lejyonunun generali ve gerçek imparator Marcus Aurelius'un sadık hizmetkârı... Ayrıca evladı katledilmiş bir baba, karısı katledilmiş bir kocayım. Ve intikamımı er ya da geç alacağım. Ya bu dünyada ya ötekinde.)
İşte o zaman Commodus locasında tir tir titrer… Lucilla kurtarıcı gelmiş gibi bir nasıl yerinden doğrulur… Maximus'un sesinde tek bir şüphe yoktur, intikamını alacağına emindir.
Filmde son sahne öncesi, Maximus ve eski askerlerinden Quintus ile konuşma fırsatı yakalar. Quintus yaptığı yanlışların, ihanetinin farkındadır ama yine de "ben askerim, itaat ederim" diyerek vicdanını rahatlatmaya çalışır. Maximus ise şöyle cevap verir: "Herkes doğasında ne varsa ona uygun davranır!"
Filmdeki şu deyişler unutulmaz:
"Nerede olacağınızı hayal ederseniz orada olursunuz."
‘'Brothers, what we do in life echoes in eternety'’ (Kardeşlerim bu hayatta yaptıklarımız sonsuzlukta yankılanır.)
"Asker olmanın en büyük avantajı düşmanınızı karşınızda görüyor olmanızdır."
Son döğüşten önce Commodus arenaya çıkmadan Maximus'u yaralar ve askerlerine yara gözükmeyecek şekilde sarmalarını emreder. Maximus arenaya çıktığında aşırı kan kaybından ötürü zihni bulanık haldedir... Ama Maximus, Commodus ile dövüşte yine de intikam duygusu ve ailesine kavuşmanın (öte dünyada) sevinci ile ayakta kalır.
Sonuçta Maximus, dövüşte Commodus’u öldürür ve intikamını alır… Arenayı ölüm sessizliği kaplar.
Maximus’un bilinci kan kaybından dolayı artık iyice bulanıklaşmıştır. Maximus hayalinde evinin bahçesinin tahta kapısını elleriyle yavaşça açar... Quintus'un seslenişini güç bela ayırt eder... Ve şu efsane sözü söyler: "Quintus! free my men. Senator Gracchus is to be reinstated. There was a dream that was Rome... It shall be realized... These are the wishes of Marcus Aurelius." (Quintus! Özgür adamlarım. Senatör Gracchus Roma’yı yeniden kursun.. Roma'da bir rüya vardı... O gerçekleşecek! Bunlar Marcus Aurelius'un istekleridir.)
Maximus hem ailesinin hem de Marcus Aurelius'un intikamını almıştır. Maximus bulanık zihninde buğday tarlalarının arasından evine dönmektedir. Elleri buğday başaklarındadır... Oğlu ona koşar, karısı uzaktan onun gelişini seyreder... Filmi izlerseniz bu sahnede sessizce ağlarsınız...
İşte filmde bu sahnede film müziği devreye girer… Aslında sizi ağlatan da bu derin hüznü yansıtan bu film müziğidir.
Filmin bu final sahnesinde izleyicileri ağlatan ‘’now we are free’’ isimli müziğin yapımcısı Alman müzisyen Hans Zimmer’dir. ‘’Now we are free’’ aslında filmin başından itibaren ince ince çalar ancak hüznünü siz son sahnede fark edersiniz...
Ne zaman bir başak tarlası görsem ellerimi başakların üzerinde gezdirerek bu filmi ve bu müziği hatırlarım... İçime sonsuz bir hüzün çöker…
Gladyatör filmi insana insan olmanın temel duyguları olan ‘’şeref’’ ve ‘’onur’’ duygularını hatırlatan ve ailenin kutsallığını ve kimsenin kulu kölesi olmadan da yaşamanın nasıl yüksek bir meziyet olduğunu gösteren müthiş bir filmdir...
Gelmiş geçmiş, görüp görebileceğiniz en iyi filmlerden birisidir Gladyatör…
Bu Pazar bırakın gamı, kederi, ülke sorunları bu filmi izleyin derim…
Ey özgürlük!
Ey yüce özgür ruh!
Özgür kal benimle yürü!
Altın gibi tarlaların arasında.
Osman AYDOĞAN
Filmin müziğini dinlemek ve filmden bazı sahneleri izlemek için:
https://www.youtube.com/watch?v=Owg-NaUoHHo
Kadına yönelik şiddet...
25 Kasım. ''Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' Tüm dünyada kutlanıyor. 1999’da, kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararıyla ilan edilmiş bir gün.
Tarihin, 25 Kasım olarak belirlenmesinin nedeni de 1960’ta Dominik Cumhuriyetleri’nde meydana gelen üç kız kardeşin tecavüz edilerek vahşice öldürüldüğü kara gün. Bu kara gün de tarihe, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü'' olarak geçiyor.
Kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak için 25 Kasım gününü bekleyerek sadece bu günü bir mücadele günü olarak anmak kadına yönelik şiddetin gün be gün arttığı ülkemizde pek bir anlam ifade etmeyecektir.
Günümüz dünyasında kadına yönelik şiddetin bir başka boyutu daha vardır; o da ''ihmal''dir...
Toplumda şöyle bir varsayım vardır: Eğitimsiz, cahil ve kültürsüz erkekler kadına ''şiddet'' uygularlar.. Ancak şöyle de bir tespit vardır: Eğitimli, bilgili ve kültürlü erkekler de kadına ''ihmal'' uygularlar...
Kadına yönelik şiddete tabii ki karşıyız... Ancak burada gözardı edilen ve görmezden gelinen hassas bir konu var: Psikologlar ''ihmal''in ''şiddet''ten daha tahripkâr olduğu konusunda hemfikirler...
Kadına yönelik şiddetin en tahripkâr halidir ''ihmal''... Görmezden gelmek, beğenmemek, bir teşekkürü, bir güler yüzü, bir demet çiçeği çok görmek, nezaketi, iltifatı ve sevgi sözcüklerini esirgemek, kıskanmak, yardımdan uzak durmak vb. konular ihmalin en büyük göstergeleridir..
Kadına yönelik şiddete karşı mücadelede en başta eğitilmesi gerekenler eğitimli, bilgili ve kültürlü erkeklerdir...
Çünkü kadına yönelik şiddette en tehlikeli erkek tipi kadının bedenini değil ruhunu örseleyen erkeklerdir.
Osman AYDOĞAN
Kadının adı
‘’Dünya Kadınlar Günü’’ hakkındaki yazımda Müslümanlıktan önceki Türk devletlerinde kadın-erkek eşitliğinin olduğu, kadının bir statüsünün olduğunu ve Yavuz Sultan Selim’den sonra tamamen Arap kültürünün egemen olduğu Osmanlı İmparatorluğunda ise kadının sosyal hayattan tamamen dışlanarak toplumda bir statüsünün kalmadığını anlatmıştım…
Arap kültürü ile Türk kültürü arasında sadece kadının statü farkı yoktur. Arap kültüründe kadının kendisi de yoktur, ‘’adı’’ da yoktur. Kastım Arap kadınını küçümsemek değildir... Kadın her kültürde kadındır ve en üstün saygıyı hak etmektedir. Kastettiğim kültürdür... Çünkü Arap kültüründe kadın numaralanır, sıralanır, sıfatlandırılır.
Araplarda kadınlara ad; genellikle doğum sırasına göre numaralanarak veya fizyolojik görünümlerine göre sıfatlandırılarak verilir.
Doğum sırasına göre örnekler:
Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder. Dolayısıyla ilk doğan kız çocuğuna verilen addır. Ancak Araplarda fazla kullanılmaz, daha çok Anadolu'da kullanılır. Bu nedenle Araplarda her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz, Bazen de Ayşe adını konur, (eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konulur), bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konuşulur. Bazen da ilk doğan kıza ‘’Vahide’’ adı verilir. Vahide: Arap rakamlarında ''bir'' anlamındadır. Vahid kelimesi ''ilk'' olmaktan ziyade ''tek'' anlamındadır. Erkeklerde de ''Vahid'' olarak kullanılır.
Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir (Eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'sultan Mahmut-u Sani. Yani ikinci Mahmut')
Tilte: Telat veya selaseden türemedir Türkçede üçüncü demektir. Ailede üçüncü sırada doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Bu isim Anadolu’da pek görülmez ama Harran’da Araplarda çok bulunur.
Raba: Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir. Dördüncü sırada doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Anadolu’da yaygın bir addır, aynı zamanda geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının da adıdır.
Hamse: Arapça beş demektir. Beşinci doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadolu’da pek bulunmaz.
Sitte: Arapça altı demektir. Altıncı doğan kız çocuğuna verilir. Harran’da yaygın bir isimdir.
Sabe: Arapça yedi demektir, bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha (Sabuha) olmuştur. Yedinci doğan kız çocuğuna verilen isimdir.
Araplarda kız çocuklarına bu şekilde isim verilirken Arap kültüründen din adına etkilenen Anadolu insanı ise bu isimleri bilinçsizce kullanır. Zaman olur ilk doğan kız çocuğuna da ''Rabia'' ismini verirler.
Fizyolojik görünümlerine göre örnekler:
Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir. Hadice Arapçada erken doğmuş prematüre kız anlamına gelir. Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir, fatm Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir. Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir. Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir, iyice beyaz ise Beyza adı verilir.
Kezzibân: İslam âleminde çok sevilen bir sure olan Rahman suresinde hemen hemen bütün ayetlerin sonunda geçen “Febieyyi âlâi rabbikumâ tukezzibân” sözünden esinlenerek çocuklara verilmektedir. Bu ayetin manası ise şöyledir: ”O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” Bu ayette geçen Keziban kelimesi yalanlayan, yalancı manasındadır. Bu nedenle bu hakikati bilmeyen birçok samimi Müslüman işin tam manasını bilmeden bu isim Kuran’da geçiyor o halde manası güzeldir diyerek kız çocuklarına bu ismi vermektedirler. Ayetin manasını bilen Araplar da doğal olarak bu ismi kullanmamaktadırlar. Ayrıca Kezban isminin Farsçadaki ''ev hanımı'' manasına gelen ''Kedban'' isminden de türediği de söyleyen dilbilimcileri de vardır. Bunlara göre ''Kezban'' ismi Rahman suresinden alınmamış, Farsça ''Kedban'' isminden türemiştir.
Türk kültüründe ise kadın numaralandırılmaz ve sıfatla adlandırılmaz, Türklerde ve Anadolu’da kadın bir varlıktır, bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir.
Türk kadını ‘’Hanım’’dır, ‘’Hanım ağa’’dır, ‘’Hanım efendi’’dir, ‘’Hatun’’dur. Türk kadını ''Derya''dır, ''Deniz''dir; ''Engin''lere açılır. Türk kadını ''Nergiz''dir, ''Çiğdem''dir, ''Çiçek''tir, ''Gül''dür, ''Gülseren''dir; ''Doğa''ya ''Serpil''ir. Türk kadını ''Sevim''dir, ''Sevigen''dir, ''Sevgi''dir; ''Sevda''dalarda ''Sevil’’ir... Türk kadını ''Sevinç''tir, ''Sevin''dir, ''Neşe''dir, insanları, toplumu, hayatı ''Gül''dürür... Türk kadını ''Canan''dır, ''Candan''dır, çevresine, sevdiklerine ''Can'' verir...
Mitolojide sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.
Kadına sıra numarası vererek veya fizyolojik görünümüne göre sıfatlandırarak ona isim veren bir kültür doğal olarak kadını bir nesne gibi görür, onu sıradanlaştırır, onu yok sayar, onu kullanır ve onun üzerinde egemenlik kurar…
İçine tekrar tepe taklak ve bilinçsizce yuvarlanmakta olduğumuz Arap kültürü sanıldığından daha tehlikeli ve daha karmaşıktır. Bu toplum gitgide Araplaşan kültürüyle kendi kendisini hasta eden bir toplum haline gelmektedir. Gözünüzü açın, görün artık…
Osman AYDOĞAN
Kadın
Nasranilerce genel kabul gören bir anlayışa göre, Hz. İsa’nın hayatında üç kadın vardır: Annesi, Maria Magdalena ve Evangelistlere göre evlenip çocuk sahibi olduğu kadın.
Bir benzetmeye gidilirse Halil Cibran’ın hayatında da üç kadın önemli rol oynamıştır: Ablası, nişanlısı ve Amerika’da iken sırtını dayadığı kadın. Her üçü de hayatın naif olmayan yanlarına karşı “hikmet” armağan etmişlerdir Cibran’a. Ablası, annesinin boşluğunu doldurmaya çalışmış; nişanlısı bir gelen bir giden aşkın yakıcı nefesini Cibran’ın tenine zerk etmiş; velinimeti ve “ruh ikizi” Mary Elizabeth Haskell (Meryem) ise maddi ve manevi olarak destekçisi olmuştur Cibran’ın.
Halil Cibran "Aşk Mektupları"nda Meryem'e bu nedenle şu ifadeleri yazar: "Eğer bugün benim herhangi bir önemim varsa, bunu kadına borçluyum. Kadın benim gözlerimi ve kalp kapılarımı açmıştır. Eğer anne, kız kardeş ve kadın dost olmasaydı, ben hala tatlı rüyalarda horlayan ve etrafındakilerin huzurunu kaçıran biri olurdum.’’
Halil Cibran’ın şu ifadesi de Cibran'ın kadına bakışını, kadına verdiği önemi ve kadının toplum hayatındaki yerine işaret eder: ‘’Eğitimli bir kadın, toplum hayatının gelişmesinde bin erkekten daha etkilidir.’’
Cibran’a göre içinde aşk olan evlilik kadını da erkeği de yüceltir, kanatlandırır. Birbirine âşık olan kadın ve erkek için şöyle der Cibran; “Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, zira bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez.”
Bu konuda bir eserinde şöyle yazar Cibran:
Sonra Almitra tekrar konuştu: "Peki ya beraberlik?"
Ve o cevap verdi:
"Siz beraber doğdunuz ve hep öyle kalacaksınız.
Ölümün beyaz kanatları, sizin günlerinizi dağıttığında da beraber olacaksınız.
Siz Tanrı'nın sessiz belleğinde bile beraber olacaksınız.
Fakat birlikteliğinizde belli boşluklar bırakın.
Ve izin verin, cennetlerin rüzgarları aranızda dans edebilsin...
Birbirinizi sevin; ama sevgi bir bağ olmasın,
Daha ziyade, ruhlarınızın sahilleri arasında hareket eden bir deniz gibi olsun.
Birbirlerinizin bardaklarını doldurun; ancak aynı bardaktan içmeyin...
Ekmeklerinizi paylaşın; ama birbirinizinkini yemeyin...
Beraberce şarkı söyleyin, dans edin, coşun;
fakat birbirinizin yalnızlığına izin verin;
Tıpkı bir lavtanın tellerinin ayrı ayrı olup,
yine de aynı müzikle titreşmeyi bilmeleri gibi...
Birbirinize kalbinizi verin; ama diğerinin saklaması için değil;
Çünkü yalnızca Hayat'ın eli, sizin kalplerinizi kavrıyabilir...
Ve yanyana ayakta durun; ama çok yakın değil,
Çünkü bir mabedin ayakları arasında mesafe olmalıdır;
Ve meşe ağacıyla, selvi ağacı, birbirinin gölgesi altında büyüyemez."
Halil Cibran’ı düşüncelerindeki benzerlikler nedeniyle Nietsche ile özdeşleştiren edebiyatçılar vardır. Buna neden Cibran Paris’te iken Nietzsche'nin eserleriyle tanışmış ve ondan çok etkilenmiş olmasıdır. Cibran bu etkilenmeyi "Nietzsche kelimeleri ağzımdan çalmış" diyerek ifade eder. Ancak yaşam biçimi ve özellikleri nedeniyle Halil Cibran esas olarak Franz Kafka’ya benzer, Kafka ile özdeştir.
Halil Cibran ‘’Meryem’’e yukarıda bahsedilen mektupları yazarken Kafka da benzer mektupları ‘’Milena’’ya yazar. Kafka’nın Cibran’dan tek farkı Milena’yı görebilmiş olmasıdır. Milene’ya yazdığı mektupların birinde Kafka şu ifadeleri kullanır; ‘‘İçimizin korkunç sarsıntılarını kor ortaya mektup yazmak. Mektup yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek demektir.’’
Her ikisinin de bünyeleri zayıftır ve her ikisi de ciğerlerinden rahatsızdırlar. Kafka bu rahatsızlıkla ilgili olarak her ikisini de birden tanımlayan şu sözleri Milena’ya yazdığı bir mektubunda ifade eder; ‘‘Ruh ve yürek, yükü taşıyamaz olunca hiç değilse eşit bölünmesi için ağırlığın yarısını ciğer üstlenir.’’ ‘’Zayıf bir bedenin içinde güçlü bir ruhun bulunmasından daha zor bir şey yoktur.’’
Her ikisinin de yazdığı mektuplar diğer edebi metinlerden tamamen farklıdır. Bu mektuplarda yazarların kalbini, ruhunu ve iç dünyalarını tüm çıplaklığı ile görmek mümkündür. Yalnızlığa merhem, dostluğun, aşkın ve sevginin en saf hâlini yansıtan bu mektupların her satırı konuşma dilinin dışında içtenlikle ve tutkuyla yazılmıştır.
Bu mektuplarda insan, sanki kendisi yazmış gibi, kendi kalbini, kendi ruhunu ve kendi iç dünyası bulur.
Halil Cibran’ın eserlerinde insan kendi yüreğinin ve aklının yansımalarını bulur…
Yine kadın denilince ‘’Eylül’’ yazarı Mehmet Rauf akla gelir… Mehmet Rauf annesini çocuk denecek yaşta kaybetmiştir. Bu nedenle o âşık olduğu kadınlarda anne şefkati ararken, bunun yanında kadında bilgi, kültür, incelik ve zarafet arar.
Mehmet Rauf bu arayışını ''Siyah İnciler''de şu şekilde ifade eder:
''Bir ihtiyaç, derin, dayanılmaz, zalim bir ihtiyaç, ele geçmesi hayal olan bir kadın ihtiyacı ruhumu yakıyor; bir kadın, kalbimin bütün yaralarını saracak nazik ellerle, avutulmaz yaşlarını unutturacak sıcak bakışlarla, ruhumun bu hüzün boşluğunu dolduracak ince bir kalple bir kadın; bir kadın ki bütün harap olmuş gençliğime samimi gözyaşlarla ağlasın, dizinde hayatımın bütün elemlerini ağlayabileyim; bir kadın ki bu yalancı sözlerin, ağlayan emellerin, âh eden ümitlerin yaslarını şefkat ve bağlılığı ile avutsun. Bu vefasız, bu kalpsiz kadınlardan, hatta aşklarıyla, hatta vefalarıyla bile zehirli yaralar açan, gençliğimin bütün hararet ve sevgisini söndüren bu kadınlardan gelen acılarımı göğsünün üstünde ağlaya ağlaya unutayım... Böyle bir kadın ihtiyacı ile bütün gençliğim işte mahvoluyor: Ölüyorum. Bir kadın ki bir kardeş olsun, bir eş olsun; yok yok bir anne olsun, bir anne ki her şeyiyle bir kadın, fakat kalbiyle, vefasıyla bir anne...''
Burada Necip Fazıl'ın ''Sayıklama'' isimli şiirinde son dizesinde geçen;
''Ne olurdu bir kadın, elleri avucumda ,
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda..''
ifadeleriye bir benzerlik vardır, ki Necip Fazıl Mehmet Rauf'tan sonra yazmıştır.
Ve tekrar ederdi Mehmet Rauf ''Siyah İnciler''inde: ''Böyle bir kadın ihtiyacı ile bütün gençliğim işte mahvoluyor: Ölüyorum.''
Osman AYDOĞAN
Dünya kadınlar günü
Türk eğitim sisteminin geliştirilmesi konusunda Cumhuriyet Döneminin öncü eğitimcilerinden, Köy Enstitüleri'nin kurulmasında öncülük eden, Türkiye’nin Pedagoji dalında doktora yapan (hem de 1917 yılında Almanya’da Lepzig Üniversitesinde) ilk eğitimcisi olan Dr. Halit Fikret Kanat’ın Türkiye tarihinde ilk kez yazılan iki ciltlik ‘’Pedagoji Tarihi'’ (İstanbul, 1930) isimli bir eseri var. Dr. Halit Fikret Kanat ''Pedagoji Tarihi'' adlı eserinde Türklerde kadının toplumsal yeri konusunda şunları yazar:
“Bir emir, ‘hakan diyor ki’ şeklinde başlarsa makbul sayılmazdı. ‘Hakan ve hatun emrediyor ki’ diye başlarsa makbul olurdu.”
“Hakan yalnız başına yabancı devletlerin elçilerini kabul edemezdi. Elçiler hakan sağda, hatun solda olmak üzere ikisinin karşısına çıkabilirdi. Bundan anlaşılıyor ki halka ait hizmetlerde kadının rolü hakan derecesinde büyüktü.”
“Aile içinde velilik hakkı yalnız babaya değil, her ikisine de aitti.”
“Eski Türklerde harem, peçe ve yaşmak yoktu. Kadın her meclise girebilirdi.”
Görüldüğü gibi Müslümanlıktan önceki Türk devletlerinde ve Arap tesirinin az olduğu Selçuklu İmparatorluğunda kadın-erkek eşitliği vardı. Selçuklu İmparatorluğunda ‘’Hatun’’ adı sadece kadın adı değil aynı zamanda da bir unvandı. Selçuklu’da belediye başkanları kadındı ve unvanı da ‘’Hatun’’ idi... Kayseri’deki Gevher Nesibe Hatun ismi buradan gelir. Gevher Nesibe Hatun Selçuklu döneminde Kayseri şehrini yönetmişti, şehirde özellikle sağlık alanında birçok yatırımı vardır. Gevher Nesibe Hatun döneminde Kayseri'de yaptırdığı han, hamam, medrese (tıp fakültesi) ve şifahane (hastane) ve birçok eser vardır. Erciyes Üniversitesi bünyesindeki Gevher Nesibe Tıp Fakültesinin ismi de buradan gelir.
Ayrıca İslamiyet’in Arap tesirinin az olduğu Hindistan ve Orta Asya bölgelerinde de kadın hükümdarlar oldukça çoktur. Bunlardan bazıları; Delhi Müslüman Türk Devleti Sultanı Raziyye Hatun, Müslüman Mısır tahtında Eyyübi soyundan Melik Salik’in eşi Şecerüd-Dür, İran’ın Kutluk Bölgesi’nde kurulmuş olan Kutluk Deveti’nde Türkan Hatun’dur.
Yavuz Sultan Selim’den sonra tamamen Arap kültürü etkisine giren Osmanlıda kadın çalışma ve sosyal hayattan tamamen dışlanır. Ne zamanki Osmanlıda çöküş süreci başlar, Osmanlı çöküşün nedenini anlar işte o zaman Osmanlı kız çocuklarının eğitimine ve kadınlara önem vermeye başlar. Tanzimat devrinde kadın eğitimi, devletin genel eğitiminde yer almaya başlar ve 1858’de kız rüşdiyeleri açılır. 1870’de de “Darülmuallimat” adı altında kız rüşdiyeleri için kadın öğretmenler yetiştiren okullar açılır. 1914’de de kızlara özel Darülfünun açılarak kızlar için en yüksek eğitim kurumu olur. Bunları 1916’da açılan kız liseleri, kız teknik ve kız sanayi mektepleri izler.1917’de Ticaret Okulu Kızlar Şubesi açılır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle eğitim tek sistem altında toplanır ve kadınlarla erkeklere eğitimde eşit imkânlar sunulur. 1925 yılında Kıyafet Kanunu ve 1926 yılında kabul edilen Türk Medeni Kanun’u ile kadınların yasal statüsü değişir, hem aile içinde hem de bir birey olarak eşit haklar tanınır... Kadınlara 1930’da yerel, 1934’de genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı verilir.
Kadının eğitimi bir toplumun sosyal yaşantısında neden önemlidir? Yıllar önce üstat Çetin Altan’ın kaleme aldığı ‘’Kadın’’ isimli bir makalesi vardı… Bu konuyu Çetin Altan çok güzel ifade ederdi bu makalesinde… Daha önceki bir yazımda da yer verdiğim bu makalede özet olarak şunları söylerdi üstat:
‘’Kadın, evrensel insanlığın can suyu, oksijeni, her kuşağın ödülü... Kadın için yazılmış milyonlarca şiir, öykü, roman, tiyatro... Kadın için yapılmış milyonlarca beste, şarkı, türkü, heykel, tablo, film...
Evrensel insanlığın gelişimi, kalitesi, düzeyi, çok sık tekrarlandığı gibi, bir ‘eğitim’ sorunu değil, bir ‘anneler’ sorunudur. Çocukların üç -yedi yaş arasında mayalanan öz hamurunu, anneler biçimlendirir...
Pek benimsediğimiz, ‘biz erkek milletiz’ böbürlenmesi, evrensel bir dengenin dışına düştüğümüzün de narası sanki...
Evrensel bir dengenin dışına düşüldüğünde, ruhsal bir vurgun yer insanlar... Gizli bir ezikliğin ve yaptığı işe karşı ‘adam sende’ciliğin tırpanları çalışmaya başlar toplumda...
Tankerlerin fren balataları yenilenmez, besin maddeleri sağlıklı üretilmez, yapılar kendiliğinden çökmeye başlar...
Kadınsız toplumların sevgi açlığı çeken erkeklerindeki tatminsizlik, genellikle bir megalomanyaklığa ve ortak bir saydamlıkla özenin halkası olma yerine; başkalarını korkutmaya ve başkalarına önem vermeyen ‘sıra dışı biri olarak görünme’ tutkusuna dönüşür...
Evlerinin içinde mutlu olmayanlar, evlerinin dışında ‘bilek bükme’ oyalanmasıyla üstün görünme avuntusuna yönelirler...
Türkiye'de kadınlar, genç kızlar, kız çocukları... Daha minicikken yürekleri dağlanmaya başlamış olan evrensel insanlığın oksijenleri...
Toplumdaki yamukluk, onları da etkiler. Kendilerini savunma güdüsünün, rolleri, pozları, yalanları, planları pıtıraklaşır iç benliklerinde... Çeşitli nedenlerden, özellikle de tüketimi kamçılama reklamlarıyla modalarının kendilerinde yarattığı hipnoz ve hayallere erişme olanağından yoksun kalma sonucu, ekşi bir bencilliğin kahkahasız bunalımlarına sürüklenirler.
Parlamentoda hemen hemen kadın yok gibi... ‘Erkek millet’ olmanın çarpıklığı ister istemez politika platformuna da yansıyor.
Kadının bu kadar namevcut olduğu bir âlemden, evrensel değerler de ne kadar yetişir ki?
‘Erkek millet’ olmakla övünmenin bedeli, aslında çok pahalıya mal oldu Türkiye'ye... Erkekler zart zurtçu, kadınlar ‘bana ne başkalarından be’ci oldu...’’
Böyle yazıyordu üstat yıllar önce…
Geçmişten bu güne değişen nedir? Yine dışlanır kadın çalışma hayatından, sosyal hayattan… Kadınlardaki bu eğitimsizliğin, kadınları çalışma hayatından, sosyal hayattan bu dışlamanın, eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir neslin sonucu ne olur biliyor musunuz?
Kadınları eğitimsiz, kadınları çalışma ve sosyal hayattan dışlanmış ve insanlarını eğitimsiz kadınların yetiştirdiği bir toplumda:
Yine Kadınlar aşağılanır, yine şiddet uygulanır, yine eğitimden uzak tutulur kız çocukları, yine kadınların gülmeleri, hamile kadınların sokakta dolaşmaları ayıplanır, yine ‘’sus kadın’’ diye kadınların konuşmaları istenmez, toplu taşımada güpegündüz şort giydi diye tekmelenir, failine bir ‘’aferin’’ denmediği kalır…
''Kadın sokağa çıkmasın'', ''kadın gülmesin'', ''kadın konuşmasın'' vb. söylemleri ile kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarını, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi ve bir dirhem ümidi çok görürler…
Toplum kadın veya erkek fark etmez insanlarının yaşama sevinci budanır, insanları mızmız yeryüzü küskünleri haline getirilir, toplum yüzündeki hüzün neşidelerinin çığlıkları arş-ı alaya yükselmiş insanlar topluluğu haline getirilir…
Eğitim, disiplin ve ahlak adına insanların yaşama sevinci budanır, kadınlar gelenek adına aşağılanır, cinsel obje olarak görülür, baskı altına alınır, tekmelenir, yetmedi katledilir…
Kafalarındaki Ortaçağ düşünceleriyle küçücük kızları koca koca adamların, hem de tecavüzcülerinin koynuna vermeye kalkarlar utanmadan, arlanmadan…
Cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar TV kanallarını, medya sayfalarını işgal ederek kendi sapıklıklarını topluma aşılamaya kalkarlar…
Çocuklarına topluca tecavüz edildiğinde bile ‘’bir defalık’’ diye maruz göstermeye çalışırlar…
İsterseniz başa dönün bir daha okuyun üstat Çetin Altan’ın yazısını…
Ve ben devam edeyim üstadın bıraktığı yerden:
Kadının bu kadar namevcut olduğu bir âlemde maden ocaklarınız çöker, binalarınız çöker, asansörleriniz düşer gencecik insanlarınızı oralarda diri diri kara toprağa gömersiniz… Yurtlarınız tutuşur yetersiz sigortalardan, elektrik kontağından, kalitesiz kablolardan, trafolardan, olmayan söndürme sistemlerinden ve çocuklarınızı oralarda diri diri yakarsınız… Ucube yolları, bakımsız ve denetimsiz araçları ve çözemediği trafiği ile her gün onlarca insanını kurban verirler yollarda… Ve kuralsız, toplu taşımasız trafiğinizde insanlarınızı katledersiniz…
Sonra da gözyaşları dökersiniz müstakbel annelerini toplumdan dışlayan, eğitmeyen, kadına hak ettiği hakkını vermeyen her toplum gibi…
Kadın hakları, kadınların erkeklerle eşit şekilde sahip olduğu sosyoekonomik, siyasi ve yasal hakların tamamına verilen bir isimdir. Ancak kadın hakları sadece kadınlara verilen bir ayrıcalık değildir. Kadın hakları; toplumun istikbalini, geleceğini kurtarmaktır, kadın hakları; çağdaş dünya ile rekabet edebilmektir, bu vahşi dünyada ayakta kalabilmektir, onurlu ve gururlu yaşamaktır.
Halil Cibran haykırırcasına der dururdu zaten: ‘’Toplum hayatının gelişmesinde eğitimli bir kadın bin erkekten daha etkilidir’’ diye… Ziya Gökalp de Malta'da sürgünde iken eşine yazdığı mektuplarda eşinden kızının okutulmasını ısrarla talep eder.
Kadınını eğitmeyen, kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku, kısaca kadına hakkını vermeyen toplumlar ezilmeye, sömürülmeye, yozlaşmaya, ilkelleşmeye mahkûmdur…
Evde ‘’kadına yardımcı olmak’’ değildir kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek… Evde erkeklerin kendi bulaşıklarını kaldırması, kendi ütülerini yapmalar, kendi çamaşırlarını yıkamaları, kendi pisliğini temizlemeleri erkeklerin çok öğündükleri evde ‘’kadına yardımcı olmak’’ eylemi değildir… Kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek; kadına doğum günü, evlilik yıldönümü, anneler günü, vb. özel günlerini hatırlamak, onlara çiçekler, hediyeler almak da değildir. Kadınlarına hak ettikleri değeri, saygıyı, hakkı, hukuku göstermek demek onların öncelikle sosyal ve siyasi hayat içindeki erkeklerle eşit faaliyette bulunmasını sağlamak demektir...
Mustafa Kemal Atatürk işte tam da bu nedenle Cumhuriyetin İlanından dokuz ay önce Şubat 1923 'de şöyle der: "Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz İlgisizlikten İleri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı İşlemezse, o sosyal toplum felçlidir."
Yaşayarak görüyoruz işte…
Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk Türk kadınına şöyle hitap ederdi: ''Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.''
‘’Dünya Kadınlar Günü’’ ya da ‘’Dünya Emekçi Kadınlar Günü’’ her yıl 8 Mart'ta kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür.
Bu gün; insan hakları temelinde kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesine, ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarının kutlanmasına ayrılmaktadır.
Türkiye'de ise 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Hayatı güzelleştiren ve değer katan kadınlara yönelik şiddetin, sosyal ayrımcılığın olmadığı, güzel ve mutlu bir dünyaya kavuşmak dileğiyle tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun...
Son olarak sözü (seversiniz, sevmezsiniz o ayrı konu) Can Dündar’a bırakıyorum:
‘’Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız, ne yazık ki yaşamıyorsunuz.’’
Ve “aşk ve kadın şairi” olarak tanınan sanatçı Celal Sahir Erozan'den, azıcık değiştirilmiş bir mısra: ‘Kadınlar olmasaydı, öksüz kalırdı şiirlerim…
Osman AYDOĞAN
Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti
10 Kasım 2017 tarihinde ‘’Pusudaki suikast’’ başlığı altında kısaca şunları yazmıştım:
Son yıllarda bütün Batılı düşünürler Avrupa'nın 5'inci yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi Ortadoğu'nun da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia ederek 1618 ile 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve temelinde bir Protestan-Katolik mücadelesi yatan mezhep savaşları dizisi gibi Ortadoğu'nun da bir otuz yıl sürecek mezhep savaşlarına girmekte olduğunu yazmaktadır.
Bütün Batılı gazeteler Ortadoğu'nun 1914 Birinci Dünya Harbi öncesi şartları yaşadığını yazmaktadırlar. Tabii ki yüzde yüzlük bir benzeme değil. O dönem dünyanın süper gücü Britanya’nın yerini bugün ABD almıştır. Almanya ve Rusya Birinci Dünya Savaşı arifesinde aynı bugün olduğu gibi yükselen devletler olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın yerini Türkiye Cumhuriyeti almıştır.
Günümüz Dünyasında da tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi yükselen popülist milliyetçilik, ırkçılık, ABD’de yeni Trump politikası, Avrupa’nın iç kavgaları, Rusya’nın yükselen imparatorluğu var...
Günümüz Ortadoğu’sunda ise; mezhep ve vekâlet savaşları, Irak, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Suriye, PYD/YPG, İŞİD, Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler, Ilımlı İslam, Lübnan gibi çok karmaşık sorunları var…
Detayı bırakıp daha kabaca bakacak olursak; tüm Ortadoğu’da arkasında ABD ve Mısır’ın bulunduğu Suudi Arabistan ile arkasında Rusya ve Suriye’nin bulunduğu İran’ın yani Sünni – Şii gruplaşması var…
Birinci Dünya savaşında muharebe sahası Avrupa kıtası iken bugün muharebe sahası olarak mamur Avrupa mahvolmasın diye Ortadoğu seçilmiştir. Bu muharebe sahasında ise; ayılar inlerinde (ABD, AB, Rusya), vekil muharip güçler tetikte (Suudi Arabistan, İran) ve Franz Ferdinand suikastı ise pusuda beklemektedir.
Montaigne bir denemesinde; ‘’Adamın biri, zaten karanlıktan korkarmış. Bir gün büyük bir hangarda elindeki mumla tek başına kalmış. O an o kadar korkmuş ki elindeki mumu üfleyivermiş’’ derdi.
Elde kalan son mumu da üfleyerek tüm Ortadoğu’nun kopkoyu bir karanlığa gömülmesini sağlayacak bir Franz Ferdinand suikastı ise pusuda beklemektedir.
Türkiye’nin bekâsı böylesi bir karanlığın dışında kalmasını gerektirir ama… Bu ‘’ama’’dan sonra söylenecek de çok şey var ama… Allah sonumuzu hayır etsin!
***
İşte 10 Kasım 2017 tarihinde ‘’Pusudaki suikast’’ başlığı altında yazdığım yazım özetle bu şekildeydi…
Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy tarihin ders alınmadığı için birebir tekerrür ettiğini söylerdi. Yani ‘’Tarih’’in kötü bir huyu vardı: Hep kendisini tekrar ederdi…
Bu sözü teyid edercesine İbn-i Haldun o müthiş eseri Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” derdi.
Bu konuda Georg Wilhelm Friedrich Hegel; ‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek tarihin hep tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini teyid ederek Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Ancak; birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’
Bu kadar uzun yazmamın sebebi aşağıda vereceğim Mehmet Akif Ersoy’un ‘’Safahat’’ında yer alan ‘’Hakkın Sesi’’ isimli şiirini daha iyi anlamanız... Bu şiir Birinci Dünya Savaşı’ndan bir yıl önce (1913) yazılmıştır… Osmanlı Balkan Savaşının içindedir… Mehmet Akif bu şiirinde toplumun içinde bulunduğu durumu anlatır. Bir görün bakalım tarih ne kadar da birebir tekerrür ediyor…
Ben hala ve hep iddia ediyorum; ‘’Birinci Dünya Savaşının eşiğindeki ortamı yaşıyoruz. Birinci Dünya Savaşı Avrupa’da yaşandı… Ama gelecek savaş Ortadoğu’da yaşanacak… Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Balkan Savaşını yaşamıştı… Osmanlıya öykünenlerin yönettiği Türkiye ise bu büyük savaş öncesi Suriye Harekâtına girişti…
Bilim adamları Tarih’i; ‘’insan topluluklarını, bu toplulukların yaşayışlarını, birbirleriyle ilişkilerini, kültür ve medeniyetlerini, yer ve zaman göstererek, sebep-sonuç ilişkisine dayalı olarak anlatan bilim dalı’’ olarak tanımlarlar… Mehmet Akif bu şiirinde bu tanımı anlatır sanki…
Şimdi gelelim Mehmet Akif’in ‘’Hakkın Sesleri’’ isimli şiirine… Şiirin ismi bu şekilde ama genellikle şiir şiirin ilk dizsi ile de anılır: ‘’Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti’’
Mehmet Akif şiirden önce Kur’an’dan Bakara Suresinin mealini verir ve mealden sonra şiir devam eder:
“Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın!” denildiği zaman, “Biz ıslahtan başka bir şey yapmıyoruz!” derler. Gözünü aç, iyi bil ki: Onlar yok mu, işte asıl müfsit onlardır. Lâkin farkında değiller.” (Kur’an, Bakara, 11-12)
Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti,
Şimdi inmiş zanneder mutlak şu müdhiş âyeti!
Ey vatansız derbederler, ey denî kundakçılar!
Milletin, az çok, duran bir dîni, bir nâmûsu var.
Şimdi nevbet onların... Yansın da onlar, öyle mi?
Târumâr olsun bütün bir Müslümanlık âlemi...
Ey, hayâ nâmında bir hissin vücûdundan bile,
Pek haberdâr olmayan, yüzsüz, hayâsız! Bak hele!
Arkasından takla attın en denî bir şöhretin;
Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mâhiyyetin!
Bir külâh kapmaksa şâyet bunca hırsın gâyesi;
Kendi nâmûsun olur, ergeç onun sermâyesi.
Yoksa, nâmûsuyla, vicdânıyla halkın oynama...
Sonra kat kat nâsiyenden sarkacak birçok yama!
Bir kızarmaz çehre bulmuşsun ya, ey cânî, bürün;
Hem bütün dünyâyı ifsâd eyle, hem muslih görün!
Kendi ırzından cömert olmaksa mu’tâdın eğer;
Kendi malındır senin, hakkın tasarruf, kim ne der?
Milletin, lâkin henüz ma’sûm olan evlâdına,
Verme bir mel’un temâyül mübtezel mu’tâdına!
Biz ki her mevcûdu yıktık, gâyesiz bir fikr ile;
Yıkmadık bir şey bıraktık... Sâde bir şey: Âile.
Hangi bir bünyânı mahvettik de ıslâh eyledik?
İşte vîran memleket! Her yer delik, her yer deşik!
Bunların ta’mîri kâbil... Olsa ciddiyyet, sebât;
Lâkin, Allah etmesin, bir düşse şâyet âilât ,
En kavî kollarla hattâ kalkamaz imkânı yok.
Kim ki kalkar der, onun hayvan kadar iz’ânı yok!
“Âilî bir inkılâb olsun!” diyen me’yûs olur,
Başka hiçbir şey kazanmaz, sâde bir ...... olur.
Çünkü “çıplak” inkılâbâtın rezâlettir sonu...
Ey denî kundakçılar, biz sizde çok gördük onu!
Bir de halkın dîni var, sık sık ta’arruzlar gören.
Hâle bak: Millette hissiyyâtı oymuş öldüren!
Dîni kurbân etmeliymiş, mülkü kurtarmak için!..
Tut da, hey sersem, bu idrâkinle sen âlim geçin!
Her cemâatten beş on dinsiz zuhûr eyler, bu hâl
Pek tabî’îdir. Fakat ilhâdı bir kavmin muhâl.
Hangi millettir ki efrâdında yoktur hiss-i din?
En büyük akvâma bir bak: Dîni her şeyden metin .
Düşme ey âvâre millet bunların hızlânına ;
Vâkıfız biz hepsinin pek muhtasar irfânına:
Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vâyesi ;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz, bütün sermâyesi!..
16 Cemâziyelâhir 1331
9 Mayıs 1329 (22 Mayıs 1913)
Şiir Osmanlıca… Türkçesini versem şiirin ahengi bozulacak... O kadar da zor değil… Şiiri anlayacağınızı düşünüyorum… Çünkü zaten şairin anlattıklarını birebir yaşıyoruz…
Osman AYDOĞAN
Pire’nin Çocukları
Pazar günü asla
"Pygmalion’’ eski bir mitolojik öyküdür. Bu öyküye göre; Kıbrıs prensi, heykeltıraş Pygmalion, tüm kadınların kusurlu olduğunu düşünüp ideal bir kadının heykelini yapmaya çalışır. Galatea adını verdiği bu eser, o kadar güzel olmuştur ki, Pygmalion kendi eserine umutsuzca âşık olur ve onun gerçek olduğunu düşünmeye başlar. Daha sonra heykel canlanır.
Bu öyküden yola çıkarak İrlandalı bir yazar George Bernard Shaw da ‘’Pygmalion’’ isimli oyunu yazar. Oyunun konusu şu şekildeydi; üst tabakadan bir bilim adamı, bataklıktan çıkaracağı kaba saba konuşan eğitimsiz bir kadını kısa süre içinde büyüleyici bir sosyete gülüne dönüştüreceğine dair arkadaşı ile iddiaya girer ve sonunda yarattığı bu eserine âşık olur.
Bernard Shaw’ın bu eseri Türk filmlerine de uyarlanır... Bunlardan birisi ‘’Benim Tatlı Meleğim’’ adıyla gösterilen film, diğeri de 1942 yılında çevrilen ‘’Sürtük’’ filmidir. Filmde Avni Dilligil, Halide Pişkin ve Hulusi Kentmen gibi oyuncular rol aldılar. Eserin bir diğer Türk uyarlaması da 1960 tarihli ‘’Aslan Yavrusu’’ adlı Hulki Saner filmidir. Bu filmde de Orhan Günşiray, Leyla Sayar, Suphi Kaner, Ahmet Tarık Tekçe, İsmet Ay, Sami Hazinses ve Mualla Sürer oynarlar. Ayrıca; bu oyunun konusu Yeşilçam sinemasında birçok filmde de işlenir.
Bu "Pygmalion’’ mitolojik öyküsünü esas alan 1960 yılı, Yunanistan - ABD ortak yapımı bir romantik komedi filmi var: ‘’Pazar Günü Asla’’ (Never on Sunday )
Amerikalı senarist ve yönetmen Jules Dassin’in senaryosunu yazıp yapımcılığını üstlendiği ve aynı zamanda da başrollerini Yunan sinema sanatçısı Melina Mercouri'yle paylaştıkları filmin özgün müziğini de yine Yunan müzisyen Manos Hacidakis bestelediği film Türkiye'de de 1962 yılında gösterime girer.
Film, Yunanistan'ın liman kenti Pire'de yaşayan, herkesin sevgilisi, hayat dolu, şakacı, altın kalpli ve eksantrik bir fahişe olan Ilya (Melina Mercouri) ile Yunan kültürü, tarihi ve hayat tarzıyla büyülenmiş eğitimli bir Amerikalı olan Homer (Jules Dassin)'ın öyküsünü anlatır. Homer, Ilya'nın yaşam tarzının kendisini büyüleyen Yunan kültürüne hiç de yakışmadığını ve bu kültürün yozlaşmasında onun da bir payı olduğunu düşünerek bu gamsız kadını doğru yola getirmeye çalışır. Bu açıdan bakıldığında film bir tür Pygmalion öyküsü gibidir.
Ki daha sonra Amerikalı sinemacı Jules Dassin, senatör McCarthy'nin ülkede başlattığı Komünist avı ve bunun için kurduğu cadı kazanının akabinde ülkesini terk ederek Fransa'ya yerleşip 1966 yılında da Melina Mercouri'yle evlenmişlerdi.
"Pazar Günü Asla", Mayıs 1960'da ilk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali'nde festivalin büyük ödülü olan Altın Palmiye'ye aday gösterilir ve filmin başrol oyuncusu Melina Mercouri'ye aynı yarışmada "en iyi kadın oyuncu" ödülü verilir. Film yine aynı kategorilerde Altın Küre ve BAFTA ödüllerine aday gösterilir. Film ayrıca dört dalda daha Oscar'a aday gösterilir.
Filmin özgün müziğini yapan Yunan besteci Manos Hacidakis, film için bestelediği ve filmde Melina Mercouri'nin Yunanca seslendirdiği "Ta paidia tou Peiraia" (Pire'nin Çocukları) adlı şarkıyla ‘’En İyi Orijinal Şarkı Akademi Ödülü'’nü kazanır.
Melina Mercouri'nin Yunanca seslendirdiği "Ta paidia tou Peiraia" şarkısını daha sonra İtalyan asıllı Fransız sanatçı Dalida (Iolanda Cristina Gigliotti) (Vefatı: 1987) "Les enfants du Pirée" ismiyle Fransızca seslendirir. Ancak bu şarkının en güzel yorumu orijinal haliyle Melina Mercouri'nin yorumudur. Cıvıl cıvıl, fıkır fıkır çok güzel bir şarkıdır...
Hatta hatta şarkıyı beğenmişseniz eğer, yazımın sonunda verdiğim bütün bağlantıları dinleyin ta ki şarkı zihninizde takılmış bir plak gibi dönene kadar... Hatta bağlantılarını verdiğim şarkıların devamlarını da dinleyin! Ve görün ki şarkıdaki melodi ve şarkıya eşlik eden görüntüler bizlere ne kadar tanıdık veya ne kadar yabancı!... Ve fark edin ki bizler yaşadığımız hüznün müziğini yapmışız!
Yazar Mehmet Eroğlu’nun ‘’Zamanın Manzarası’’ (Agora Kitaplığı, 2013) isimli bir kitabı vardı. Ve kitap şu cümle ile başlardı: “Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı… Filmde de öyleydi... Filmde Melina Mercouri mücevher takmamıştı ama gözleri vardı, gözleri!...
Bu filmde Melina Mercouri'nin mücevher gibi gülen ışıldayan gözleriyle, cıvıl cıvıl yaşam enerjisiyle ve yaşam sevinciyle Altın Palmiye ödülünü, ''En iyi kadın oyuncu'' ödülünü ve bu mükemmel şarkısıyla da ‘’En İyi Orijinal Şarkı Akademi Ödülü'’nü fazlasıyla hak eder... Tabii ki böyle bir sanatçıyı da Yunanlılar unutmazlar ve Atina'da bir parka heykelini dikerler... (Heykelin fotoğrafını da yazımın en sonunda veriyorum)
Bugün Pazar... Bırakın şimdi ülke gündemini, gamı, kederi, kasveti... Filmin adı gibi Pazar günü asla gam, keder, kasvet taşımayın! Bırakın zihninizdeki her bir şeyi bu müziği dinleyin!
Sizlere güzel mi güzel, sıcak ve mutlu, musmutlu bir Pazar günü diliyorum...
Osman AYDOĞAN
Filmin tanıtım bölümünden Melina Mercouri ve "Ta paidia tou Peiraia" şarkısı:
https://www.youtube.com/watch?v=2Wap_KyNF_s
Şarkının potpuri şeklindeki Disco müziği olarak yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=RBdMvWQBINc
Filmden kısa bir bölüm:
https://www.youtube.com/watch?v=ZAh-RA6IjRQ
Filmden kısa bir bölüm daha:
https://www.youtube.com/watch?v=w_ri4D0Vync
Eğer filmin tamamını izlemek isterseniz onun bağlantısını da vereyim:
https://www.youtube.com/watch?v=GLtGEM1fct8
Gülen yüzlü sulardan hüzün yükselir
Charles Baudelaire Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairidir. Baudelaire, hüznün ve melankolinin Fransız edebiyatındaki en iyi anlatıcılarındandır.
Baudelaire’nin "Uzak İklimlerin Kokusu" isimli bir şiiri var. Baudelaire bu şiirinde kendi melankolik dünyasını anlatırcasına; "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir..." der…
Baudelaire’nin acıyı anlatan bir başka şiiri daha var: ‘’İçe kapanış’’
Derde ‘’yeter artık’’ denir ve ‘’sakin olması’’ söylenir bu şiirde… Siyah örtülerle karanlık şehri sardığında kimine huzur inerken göklerden kimine gam iner… Tıpkı TV’lerde vur patlasın çal oynasın havaları eserken ‘’gitti de gelmedi canan’’ diye feryat eden içlerine ateş düşmüş ocaklara da göklerden gam indiği gibi...
Şiirde güler yüzlü sulardan hüzün yükselir… Tıpkı cennet vatanımızdan sadece ateşin düştüğü yerlerde arş-ı alaya yükselen hüzünler gibi…
Şiirde bir kemerde yorgun ölen güneş seyredilir… Ve uzun bir kefen gibi doğuyu saran geceyi dinlenilir… Zaten şehrin bu iğrenç kalabalığı, bu hissizlik, bu ruhsuzluk, bu vurdumduymazlık tüm bir toplumu saran kefen gibidir…
Ve acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir…
İşte Baudelaire’nin Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisiyle o muhteşem şiiri:
İçe Kapanış
Derdim, yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam;
Siyah örtülere sardı şehri karanlık;
Kimine huzur iner gökten, kimine gam.
Bırak, şehrin iğrenç kalabalığı gitsin,
Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte.
Toplasın acı meyvesini nedametin,
Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle.
Bak göğün balkonlarından, geçmişler seneler
Eski zaman esvaplarıyla eğilmişler
Hüzün yükseliyor, güler yüzle, sulardan
Seyret bir kemerde yorgun ölen güneşi
Ve uzun bir kefen gibi doğuyu saran
Geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi.
Osman AYDOĞAN
Şehitlerimize ithaf edilmiştir
Malatyalı Fahri Kayahan'ın günümüzde artık kimseciklerin bilmediği güzel bir türküsü var: ''Yolum Düştü Suriye'ye Halep’e’’ diye… Bu türküyü kendi sesinden vermeden geçemedim... Bu türküde öyle bir ''Halep'' deyişi vardır ki Malatyalı Fahri'nin - siz yine de ‘’Halep’’e yerine Halep yolu üzerindeki ‘’Afrin’e’’ diye dinleyin - ve ‘’gitti de gelmedi canan’’ diye feryat eden içlerine ateş düşmüş ocakları düşünün. O zaman zaten kafesine hapsedilmiş yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınır kalbiniz...
Milletimizin başı sağolsun…
‘’Yolum düştü Suriye’ye Halep’e…
Kervanım yolda kaldı neyleyeyim…’’
https://www.youtube.com/watch?v=auGtc6e7Nb8
Osman AYDOĞAN
Vatanım boylu boyunca kar altındadır.
Dün bahsetmiştim... 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’nin (1821-1867) bir sözü vardı. Derdi ki Baudelaire; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir.’’
Ben de iki gün üst üste şiirden bahsedince üçüncü günü de sizi aç bırakmak -pardon- şiirsiz bırakmak istemedim...
‘’Karanfil Sokağı’’ Ahmed Arif’in muhteşem şiirlerinden bir tanesidir... Bu şiir Ahmet Arif'in ilk ve tek şiir kitabı olan ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' (Metis Yayıncılık, 2008) kitabında yer alır. Şiir şu dizelerle başlar:
‘’Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.’’
Şiir uzundur ama bu uzunluğu şiirin son kıtası için yazılmıştır. Karanfil Sokağında bir kafede dal gibi, fidan gibi güzel bir kız oturmaktadır. Ancak bu kız oralı değildir; Altındağ’dan ya da İncesu’dandır… Yanakları al aldır, şarkısı bir yangın şarkısıdır:
‘’Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.’’
Yılmaz Erdoğan, ‘’Ankara'ya Öyle Yakışırdı ki Kar’’ şiirinde Ahmed Arif’e ve bu şiire bir nazire yapar. Şiir uzun ama son bölümü şu şekildedir:
‘’Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....
Ha sonra belki Ahmed Arif’in aklına
Hiçbir şairin aklına gelmeyecek
-çünkü hiç kimse bir daha Ankara'yı
O'nun kadar sevemeyecek -bir şiir islenir:
Kar altındadır varoşlar
Hasretim, nazlıdır Ankara.....
Ustam yine sen bilirsin ama
Hangi aralıkta bir şair ölmüşse
İşte o, en netameli aydır bence.
Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar...
Asfaltlar ışıldar...
Yalanlar...
Şimdi ve sonra ne zaman Ankara’ya kar yağsa
Elim gönlüm, çocukluğum buz tutar.’’
İşte şimdi şiir vaktidir, çünkü yedi iklim, beş kıta kar altındadır, çünkü vatanım boylu boyunca kar altındadır, çünkü kalbim, bu zulümlü sevda, kar altındadır, çünkü ciğerleri küçük, elleri büyük, nefesleri yetmez avuçlarına -İlkokul çağında hepsi- kenar çocukları kar altındadır. Ankara’ya kar ne kadar çok yakışsa da (ki yağmıyor artık) memleketin makus talihinden memleketin istikbali ''sis'' altındadır, bu sisten elim gönlüm, çocukluğum buz tutmaktadır.
Ben "mucip sebebin" bilirim ve "kâfi delil" ortadadır...
Osman AYDOĞAN
İşte o muhteşem şiir:
Karanfil Sokağı
Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.
Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-toros ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.
Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.
Şarkılar bilirim çığ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca'nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie'nin
Kar altındadır.
Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.
Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.
Hatıp Çay'ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir'de
Karanfil Sokağında gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
"mucip sebebin" bilirim
Ve "kâfi delil" ortada...
Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.
Ahmed ARİF
İnce Memed o günden beridir öksüz kaldı
Yaşar Kemal'in ''İnce Memed''i Ankara radyosunda haftada bir -ne isim altında hatırlamıyorum- tefrika halinde Türkçesi çok düzgün bir spiker tarafından okunuyordu. Spiker İnce Memed'i okumaya kadife sesiyle ve davetkâr bir tonda ''Burası uzun dalga 1648 m Ankara radyosu'' anonsuyla başlardı...
Sanırım altmışlı yılların ilk yarısıydı... Her evde radyo yoktu. Bizim radyo da lambalı idi, elektrikle çalışır, çalışması için de bir süre lambanın yanması beklenirdi. Ancak kasabamızda da gündüzleri elektrik de yoktu. Bir jeneratör hava kararınca çalışır, gece saat 23.00'de de kapanırdı. O zaman TRT yoktu, bize ulaşan sadece Ankara Radyosu vardı. (Ankara Radyosu, diğer radyolarla birlikte, 1 Mayıs 1965'de Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'na (TRT) devredilmişti) (Geçtiğimiz yıllarda da TRT uzun dalga yayınlarına anlamsız bir biçimde son verdi.)
Ankara Radyosu İnce Memed'i gündüz öğleden sonra (14-16.00 gibi) okuyordu. Ablamların radyosu pilli ve transistörlü idi. Rahmetli babam ablamlardan radyoyu getirttirir, eniştem, ablam dâhil, sokakta tüm mahalleli toplanır radyodan İnce Memed'i dinlerdik... Anlatım hiç bitmesin isterdik. Bir hafta sonrasını merakla, heyecanla zor beklerdik... İnce Memed'de o kadar güzel tasvirler vardı ki, ben çocuk halimle dinlerken aynı zamanda da radyodan İnce Memed'i dinleyen tüm bir mahalleliyi izlerdim. İstisnasız her kes huşu içinde gözlerini kapamış anlatılanları kendi hayalinde canlandırıyordu. Şimdi ise TV sayesinde hayal, tasavvur, imgeleme kalmadı, bence insan olmanın en büyük zenginliği olan hayal kurma yeteneğini, tasavvur etme özelliğini, imgeleme yetisini kaybettik.
Yaşar Kemal’den bazı alıntılar:
“Benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılamasın. Kimse kimseyi asimile etmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar, yoksullar birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar” (Norveç’te 2007 de yaptığı konuşmasından. -Bu satırlar aynı zamanda okurlarına vasiyetidir.-)
“Türkçe sapa bir dildir, talihsizliği oradan geliyor. Talihi de güzel bir dil olduğundan geliyor. Hepimizin talihi de Türk dilinin zengin bir dil olmasından geliyor.” (Gazeteciler Cemiyetinde 2005 yılında yaptığı konuşmasından.)
“Atatürk büyük bir adamdı. Türkiye’yi bugünkü durumuna getiren adamdı. Onun kurduğu Türkiye çok kötü yönetilmesine rağmen hala yıkılmadı, Türkiye’nin Mustafa Kemal olmasaydı, ne olacağı belli değildi. Hala Atatürk’ün gücü duruyor bu toplum üzerinde ve o bize güç veriyor. Yoksa Türkiye batmıştı” (23 Nisan 2009’da küçük bir öğrenciyle yaptığı konuşmasından.)
''Küreselleşme ‘tek tip insan’ yetiştiriyor bugün. Oysa dünya onbinlerce çiçekli bir kültür bahçesidir; her çiçeğin ayrı bir rengi ve kokusu vardır. Bir çiçeğin koparılması bir rengin, bir kokunun yok olmasıdır. Tek dile, tek renge kalmış bir dünya hapı yutmuştur”.
Yakın zamanda Zülfü Livaneli’nin “Gözüyle Kartal Avlayan Yazar - Yaşar Kemal” adlı bir kitabı yayınlandı. (Doğan Kitap, 2016) Bu kitapta Zülfü Livaneli kırk dört yıllık dostluğun penceresinden Yaşar Kemal’i anlatıyor. Kitaptan bir bölüm:
Yıllar önce sosyal demokrat bir politikacı, Yaşar Kemal’e milletvekilliği önermiş. “Gelin” demiş, “sizi önce milletvekili, sonra da kültür bakanı yapalım!” Yaşar Kemal, “İyi ama bu halk beni seçmez, oy vermez!” diye cevaplamış politikacıyı. İyice şaşıran adam “Neden?” diye sormuş. Yaşar Kemal de “Ben bu halka hiçbir kötülük yapmadım ki beni, seçsinler” demiş. “Onları ne sömürdüm ne hakaret ettim ne ekmekleriyle oynadım ne geleceklerini kararttım. Bana niye oy versinler ki?”
Bu ifade de bana bir başka kitabı anımsattı.
İsviçre doğumlu İngiliz Filozof Alain De Botton’un güzel bir kitabı var: ‘’Statü Endişesi’’ (Sel Yayınları, 2015) Bu kitapta geçen bir söz: ‘’Gelişmemiş kültürlerde, oturmamış kişiliklerde insanlar, kendilerini hor gören, hakir gören kişilerin dikkatini çekmek için daha çok çaba harcarlar.’’
Neden bu haldeyiz? Anlıyorsunuz değil mi?
Ve son olarak Yaşar Kemal’den bir hikâye:
Zamanın behrinde doğuda at ticareti yapılmaktadır ve insanlar kaliteli at almak için bu yöreye gelmektedirler. Vatandaşın biri uzun bir aradan sonra yöreye gelir ve at almak istediğini belirtir. Eski ticaretlerinden aklında kalan "dürüst" alışveriş imajı aynen sürmektedir. Gençten adamlar olmayacak atlara olmayacak rakamlar talep ederler. Ne atlarda ne de alışverişin doğasında kalitenin esamisi okunmaktadır. Yorgundur, köyün meydanına gelir kahvede bir dedenin yanına oturur ve durumu anlatır... "Eskiden böyle değildi" der ve dede "o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler" der.
‘’O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.’’
Bu söz Yaşar Kemal’in ‘’Yusufçuk Yusuf’’ adlı romanının giriş cümlesidir. (‘’Yusufçuk Yusuf’’, Yaşar Kemal'in ‘’Akaçasazın Ağaları’’ üçlemesinin ikinci cilt romanıdır.) Ayrıca romanın son cümlesi de şu şekilde biter; "O güzel atlar o güzel insanları aldılar çektiler gittiler."
Bu söz Necip Fazıl’ın 1973 tarihli ‘’Boş ufuklar’’ şiirinde de yer alır;
‘’Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti / İyi insanlar iyi atlara binip gitti.’’
Ayrıca Yaşar Kemal’in bu sözünün şu şekilde söylenişi de vardır: ‘’O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın ...... kaldık.’’
Afrikalılar köylerinde yaşlı bir bilge öldüğünde ''kütüphanemiz yandı'' derlermiş. Türk edebiyatının da bir bilgesini üç yıl önce bugün (28 Şubat 2015) kaybettik. Milli kütüphanemiz yandı… Hayal gücümüz, tasavvur etme yeteneğimiz, imgeleme yetimiz söndü...
Mevlâna bir sözünde şöyle derdi; ‘’Cehaletle silah aynı kişide buluşursa yeni firavunlar doğar...” Cehaletin ve silahın aynı kişide buluştuğu günümüz dünyasında O’nun söylediği gibi ’’O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın ..... kaldık.’’
‘’İnce Memed’’ ve Türkçe'mizdeki bütün güzel sözcükler ve insanın üretebildiği bütün güzel değerler o günden beridir boynu bükük, öksüz, bir mahzun, bir melül ve bir kimsesizdirler…
Osman AYDOĞAN
''O Belde''nin güzel, ince, sâf ve leylî kadınları.
19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’nin (1821-1867) bir sözü vardı. Derdi ki Baudelaire; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir.’’
20. yüzyılın en büyük Fransız şairlerinden Paul Valery (1871 - 1945) de ‘’çeviri şiiri öldürür’’ derdi... Ben de bu nedenle hep şiirleri kendi lisanından okumak isterim. Almancam nedeniyle Alman şairlerinden bu konuda sıkıntım yok da sırf Baudelaire’ni anlamak için Fransızca öğrenmek isterdim... Arapçam nedeniyle de Osmanlıca yazılmış şiirlerde de bir sıkıntım yok...
Neyse.. Dün sizlere Attila İlhan'ın ''Böyle bir sevmek görülmemiştir'' isimli şiirini anlatınca sizleri bugün de aç, -pardon- şiirsiz bırakmak istemedim...
Charles Baudelaire Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairidir. Baudelaire’nin "Uzak İklimlerin Kokusu" isimli bir şiiri var. Baudelaire bu şiirinde kendi melankolik dünyasını anlatırcasına; "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir..." der... Bu şiirden alınmış bir dörtlük:
"Doğanın bahşettiği görülmemiş ağaçlar
Ve tatlı meyvelerle bu bir uyuşuk ada
ince, güçlü kuvvetli erkekler var orada
Temiz kalpliliğiyle şaşırtıcı kadınlar"
Baudelaire bu şiirinde temiz kalpli kadınlarla dolu ütopik bir adadan bahseder…
Kendisi de Baudelaire gibi melankolik olan, yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları hiç eksik olmayan Ahmet Haşim ise Türk şiirinde bir şaheser olan "O Belde" isimli şiirinde de Baudelaire’nin temiz kalpli kadınlarla dolu adası gibi temiz kalpli kadınların olduğu ‘’O Belde’’yi anlatır. ‘’O Belde’’de; o belde, kadın ve şair anlatılır.... ‘’O Belde’’de; hüzün, akşam ve kadın vardır… ‘’O Belde’’ de Baudelaire’nin adası gibi ütopyadır, hayaldir. Bu hayal ürünü beldede masum, ince, huzur veren kadınlar vurgulanır. “O Belde” kadınları güzel, ince, saf ve leylîdir. Hepsinin gözlerinde hüzün ve sükûn vardır.
''Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!''
Hepsi de kız kardeş ya da sevgilidir, annedir. Şair daha yedi yaşında çocukken annesini Bağdat’ta kaybetmiştir. Şiirde geçen akşamlar ile Bağdat’ta Dicle kenarındaki akşamlar arasında benzerlikler vardır.
Şair yaşadığı hayattan mutlu değildir ve ‘’O Belde’’de hayale sığınmaktadır. “O Belde” ile daha mutlu olacağı, düşsel bir dünya kurar şair. ‘’O Belde’’de her şey yerli yerindedir, insan daha mutludur. ‘’O Belde’’ ideal bir liman, eşsiz bir sığınaktır. Ama ‘’O Belde’’de yine de bir hüzün vardır. Kadınların leylî olması, kamerin hüzünlü, denizin hasta olması şairin iç dünyasını da yansıtır. Deniz için kullanılan “hasta” sıfatı üzüntü hâlini göstermektedir.
Şiirde akşam, çirkinliklerden, ikiyüzlülüklerden ve kötülüklerden arınmış bir dünyanın başlangıcıdır. Bu nedenle "O Belde"de şair de kadın da özlemle akşam ufuklarına bakarlar.
Şiirde kadın güzeldir. Ancak bu güzellik maddi değildir. Kadın güzeldir; akşam ufuklarına özlemle bakabilen gözleri vardır. Kadın güzeldir; çünkü yüreğinin en hassas yerinde ince bir hüzün taşımaktadır.
''Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var.''
Şiirde akşamla kadın bütünleşir, özdeşleşir. Bu bütünleşmenin, bu özdeşleşmenin bir sonucu olarak akşam, kadının güzelliğinde toplanır.
Akşamın ilerleyen saatlerinde, acılara sığınak olan, düşüncelere liman olan mavi bir deniz, sevimli yüzünü bize gösterir.
Ancak bütün bu kavramlar; kadın, akşam, deniz ve şair, hüzünden anlamayan, yalnızca maddeyle ilgilenen insana yabancıdır:
“Melali anlamayan nesle âşinâ değiliz.”
Çünkü bu tür insanlar, şairi böyle hayallenmeleri için "budala", kadını ise yalnızca genç bir kadın olarak, maddi olarak değerlendirir. Oysa anlam gözlüğünden bakıldığında, kadın gençliği için değil, içinde taşıdığı hüzün için güzeldir:
“Sana yalnız bir ince taze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer
Bu sefil iştihâ, bu kirli nazar
Bulamaz sende bende bir mânâ”
Deniz ve akşamın da bir ruhu vardır. Onlar da insan gibi acı çeker, kıskanır ve gücenir. Onlardaki bu duygulanmayı, ancak hüzünden anlayanlar bilebilir. Somut hayat görüşü taşıyan insanlar, ne denizde, ne akşamda, ne kadında, ne de şairde bir anlam bulabilir. Akşamdaki hüznü, denizdeki gücenikliği ve isteksizliği ise hiç göremez.
Şair ve kadın için, akşamla başlayan ve mavi gölgeli bu beldeden uzak ve ayrı yaşamak bir gurbettir. Bu ideal beldeye ulaşmak mümkün değildir. Hayal edilen bu belde, dünya üzerinde olmayan bir yerdir. O beldenin yanı başında duran deniz ruhlara sürgit huzur verir.
''Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.''
Oradaki kadınlar hep güzeldir. Çünkü geceye aittirler. Akşam, yüzümüzdeki bütün ayrıntıları ortadan kaldırdığı için, akşamla birlikte her şey güzeldir. Geceye karışan, geceyle bütünleşen bütün kadınlar da o beldede güzeldir. Çünkü hepsinin gözlerinde hüzün bulunmaktadır.
Hissetmesini bilen kadın güzeldir.
Şair, ‘’O Belde’’de hayalindeki ülkeyi arar, ancak bu arayışın sonu yine hüsrandır. Sonunda şair, gerçeğe teslim olur. Ve bizi, hepimizi, kaderimizi anlatır:
“Ve mâi gölgeli bir beldeden cüda kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz.”
(uzak mavi bir ülkeden ayrı kalarak
bu yerde bu sürgün ve hasrete ebediyen mahkûmuz.)
Evet...
Eyyyy ''O Belde''nin hissetmesini bilen, yüreğinin en hassas yerinde ince bir hüzün taşıyan, güzel, ince, sâf ve leylî kadınları! Bizler, bizler bu yerde bu sürgün ve hasrete ebediyen mahkûmuz! Ve bizler, bizler melali anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Anlıyor musunuz?
Osman AYDOĞAN
Şiirin aslını vermeden önce genç arkadaşlarım için küçük bir sözlük kullanalım istiyorum:
Melâl-i hasret ü gurbet: Hasret ve gurbet üzüntüsü
Ufk-ı şâm: Akşam ufku
Mesâ: Akşam
Âlâm-ı fikir: Acılı, hüzünlü düşünceler
Mersi: Liman, sığınak
Melal: Hüzün, keder
Âşinâ: Tanık
Gam-ı nermîn: Hafif üzüntü
Muğber: Gücenmek
Lerze-î Istitâr: Gizli dalgalanma
Menâtık-ı dûşîze-yi tahayyül: El değmemiş hayal bölgeleri
Ârâm: Durmak, dinlenmek
Sükûn-ı menâm: Uykusuz gece
Nefy ü hicre: Sürgün ve ayrılık
İşte şimdi Türk şiirinde bir şaheser olan ‘’O Belde’’
Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...
O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...
O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz...
Mehmet Fuat’ın Türkçesi ile ‘’O Belde’’
denizlerden
esen bu ince rüzgar saçlarınla eğlensin.
bilsen
özlem ve gurbet sıkıntısıyla akşam ufkuna bakan
bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne güzelsin!
ne sen
ne ben,
ne de güzelliğinde toplanan bu akşam,
ne de düşünce acılarına bir liman
olan bu mavi deniz
iç sıkıntısını anlamayan kuşağa yakın değiliz.
sana yalnız bir ince genç kadın,
bana yalnızca eski bir budala
diyen bugünkü insan,
bu düşük açlık, bu kirli bakış,
bulamaz sende bende bir anlam,
ne bu akşamda ince bir kaygı,
ne de durgun denizde bir gücenik
içine kapanma ve isteksizlik titreyişi.
sen ve ben
ve deniz
ve bu akşam ki, titreyişsiz, sesiz,
topluyor ruhunun kokusunu sanki,
uzak
ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkumuz...
o belde?
durur el değmemiş hayal bölgelerinde;
mavi bir akşam
hep dinlenir üstünde;
eteklenir deniz
döker ruhlara bir uyku durgunluğunu.
kadınlar orada güzel, ince, temiz, geceye bağlıdır,
hepsinin gözlerinde hüznün var,
hepsi kızkardeştir veya sevgili;
gönüldeki üzüntüleri yatıştırmayı bilir
dudaklarındaki ağlayan öpücükler, yahut,
o gözlerindeki çivit rengi soru sessizliği.
onların ruhu gücenik akşamdan
yoğunlaşmış menekşelerdir ki
durmadan durgunluk ve susmayı arar;
ayın hüznünün ışıksız alevi
sığınmış sanki yalnız ellerine.
o kadar çelimsiz ki, ah, onlar.
onların dilsiz ve ortak hüzünleri,
sonra dalgın akşam, o hasta deniz
hepsi benzer o yerde birbirine...
o belde
hangi bir hayal anakarasında?
hangi bir uzak ırmak ile çevrili?
bir yalan yer midir, veya var olan,
ama bulunmayacak bir hayal sığınağı mı?
bilmem ... yalnız,
bildiğim sen ve ben ve mavi deniz
ve bu akşam ki uzun uzun titretiyor
bende hüzün ve ilham tellerini.
uzak
ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
‘’Böyle Bir Sevmek’’ Attilâ İlhan'ın sekizinci şiir kitabının adıdır. (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016) ‘’Böyle Bir Sevmek’’ şiiri ise kitaba ismini veren Attila İlhan’ın en güzel şiirlerinden birisidir.
Bu şiiri Attilâ İlhan Ankara’da yaşarken yazar ve kitabının ‘’Kavaklıdere Baladları’’ adlı bölümde yer verir. İlk kez ‘’Varlık Dergisi’’nde yayımlanır, sonra Rauf Mutluay 4 Mayıs 1975'te Cumhuriyet gazetesinde yayımlar...
Daha önce sizlere Murathan Mungan’ı tanıtırken onun bir sözüne yer vermiştim. Murathan Mungan ‘’Türkçe’yi çok iyi kullanan bir yazardır, şairdir’’ demiştim. Ve ‘’bu özelliğini de şöyle anlatır’’ diye devam etmiştim: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin. "
İşte Attilâ İlhan da Murathan Mungan’ın tarif ettiği Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen üç-beş yazardan birisidir. Attilâ İlhan içimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan bir şairdir.
‘’Hiçbir dil insanın hissettiklerini anlatmaya muktedir değildir derler’’ ama sanırım bu ifade Murathan Mungan ve Attila İlhan gibi şairler için geçerli değildir.
Attila İlhan'ın gönüllere girmiş, dillere sinmiş, okuyan herkes için adeta içselleşmiş şiirlerinden birisidir "Böyle bir sevmek".
Türk edebiyat tarihinde bir erkeğin ağzından, gönlünden, ruhundan ve kalbinden çıkabilecek en içten sözcüklerle bir aşk, bir sevda yakarışıdır ‘’Böyle bir sevmek’’.
‘’Böyle bir sevmek’’, "şöyle bir sevmek" değildir.
‘’Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir’’
Bir kadın nasıl bu kadar güzel, bu kadar hoş, bu kadar tatlı ve bu kadar masum ifade edilebilir, bir şiir nasıl bu kadar insanın ruhuna dokunabilir, insanın gözlerini nemlendirebilir, bu dizler nasıl bu kadar güzel olabilir?
Bu şiir; bizlere, aşkın; karşı taraftan ziyade kendi içimizde yaşadığımız, büyüttüğümüz, putlaştırdığımız bir duygu olduğunu, içten bir dille izah eder. Âşık olduğumuz "şey" aslında çoğu zaman da bir hayalden ibarettir...
Halil Cibran derdi zaten; ‘’Her erkek iki kadına âşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.’’
Bu duygudan, yüzyıllar önce Nedim bir gazelinde dem vururdu:
"Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim
bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana"
Dostoyevski’nin ‘’Beyaz Geceler’’ kitabında da şöyle bir bölüm geçerdi:
" - Âşık mı oldunuz? Kime?
- Hiç kimseye. Bir ideale. Düşüme giren kadınlara…"
Yine Dostoyevski’nin ‘’Yeraltından Notlar’’ isimli kitabında da şöyle bir ifade vardı:
‘’Hayal dünyamda bu ‘güzel ve yüce şeylere’ sığınarak ne aşklar yaşadım… Gerçek hiçbir varlıkla ilgisi olmayan, bütünüyle hayal ürünü bu aşklar sayesinde ruhum öylesine cömertçe doyuyordu ki, sonradan gerçek bir aşka ihtiyaç bile duymuyordum. Gerçek birini sevmek benim için gereksiz bir lüks olurdu.’’
Ama en güzelini de Attilâ İlhan kendisi anlatırdı:
"Yokluğum fazla uzayabilir, zaman zaman, dediklerimi dinleyerek saptarsın ki: hayatta kimse kimseyi anlayamaz, kimse kimsenin yerini tutamaz; aşk dediğimiz, ya vahim bir yanlış anlaşılmadır, ya kötü bir hayal kurma tarzı: İki kişinin ikisi de, öbürünün yerine hayal kurmaya kalkıştığından, sukut-u hayaller eksik olmaz! Sen dediğime kulak ver, kendimizden başkasını sevemiyoruz; sevdiğimiz, şahsiyetimizin dışlaştırılmış, bir başkasının üzerinde somutlaştırılmış hayali; o başkası da kendisini üçüncü bir şahıs üzerinde dışlaştırır, somutlaştırır: Arada ahenk kurulamaz, nasıl kurulsun, sevdiğimizle sandığımız farklı!
Muvaffak bir çift, yalnızlığa tahammülü yüksek iki insan manasını taşır: Çift demek, yanyana iki yalnızlık demek, beraber bile olamamış, kesişmesi bile zor! Onun için böyle bir hayatı, içine girip kurbanı olmadan yaşayacaksın, yani uzaktan. Uzaktaki, soyut, hemen hemen yok bir şahsı sevmekten güzelini tasavvur edemiyorum. Yakında olmayan sevgili tahayyülde yaşatılır, hayalde yaşamak az evvel açıkladığım kaideye uygun olarak, onu kendine benzetmektir; yanında bulunmayacağından, o buna ne itiraz edebilir, ne müdahale: Sevdiğini hayalinde değiştirdikçe, kendine benzettikçe daha çok seversin, böylece denge korunmuş olur.
Sevmek! Sevmek esasında alıp başını gitmektir, sevgiliden uzaklaşan mutlak aşka yaklaşır, sevdiğini gönlünde kendi bildiğince yeniden yaratarak..”
Hani derlerdi ya ''uzaktan sevmek aşkların en güzelidir'' diye... Attilâ İlhan da hem yazısında hem de şiirinde bunu söylüyor işte...
Bu soğuk kış günü ülke gündeminden, gamdan, kederden, kasvetten, soğuktan uzaklaşmak istiyorsanız, içinizi ve ruhunuzu ısıtmak istiyorsanız bu şiiri okuyun derim.
Şimdi şiiri okuma zamanı: ‘’Böyle bir sevmek’’
Böyle Bir Sevmek
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir.
Ne kadınlar gördüm zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir
Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala arasıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkı belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir
Yalnızlıklarımda elimden tuttular
Uzak fısıltıları içimi ürpertir
Sanki gökyüzünde bir buluttular
Nereye kayboldular şimdi kimbilir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir.
Attila İlhan
Eğer bu şiiri bir kadın yazsaydı muhtemel ki bu kadar uzun uzun yazmazdı diye düşünüyorum... Uzatmadan bir dizede anlatırdı anlatacaklarını:
''Ne erkekler sevdim zaten bo....tular...''
Osman AYDOĞAN
Neden bu kadar körüz?
Türk Hava Yolları'nın, dünyaca ünlü kalp cerrahı ve ekran yüzü Dr. Mehmet Öz’ün rol aldığı ve Danimarkalı ödüllü yönetmen Martin Aamund’a yaptırdığı "Beş Duyu" isminde yeni bir reklam filmi var.
THY'nın yeni reklam filimi “Beş Duyu”nun ilk gösterimini, Amerikan televizyon tarihinin en çok izlenen yayını olan Amerikan Ulusal Futbol Ligi (NFL)’nin 04 Şubat 2018 günü oynanan final maçı, “Super Bowl” esnasında gösterilir. Film daha sonra da Avrupa, Güney Afrika, Uzak Doğu, Orta Doğu, Kanada, Latin Amerika ve ABD gibi ulusal bayrak taşıyıcının uçuş sağladığı birçok bölgede gösterime girer. Bu reklam filmi YouTube'da şu ana kadar (26 Şubat 2018) 81 milyon izlenme sayısına ulaşır. (Bu reklam filminin bağlantısını yazımın sonunda veriyorum... İzlenmeye değer diye düşünüyorum.)
Film, 50°C sıcaklıktaki Sahra Çölü ve 0°C'nin altındaki Kuzey Işıkları gibi olağanüstü hava şartlarında Kuzey Avrupa, Afrika ve Uzak Doğu'da bir ayda çekilir.
Film, insan vücudunun birbirinden son derece farklı ve zıt koşullar altında verdiği büyüleyici tepkimeye temasta bulunarak, izleyiciye “Dünya daha büyük! Keşfet!” sloganı eşliğinde, sahip olduğu “Beş Duyu” ile kendi iç dünyasından hareketle tüm dünyayı keşfe davet ediyor.
1.5 dakikalık reklam filmi Dr. Mehmet Öz’ün şu cümlesiyle başlıyor: “Biliyor musunuz, vücudumuzda dünya kadar mucize var.” Dr. Öz ardından tek tek duyu organlarımızın ne denli mucizevi olduğunu anlatıyor: “Mesela gözlerimiz 10 milyon renk tonunu görebiliyor. Bazen tek yapmanız gereken başınızı kaldırıp bakmak.”, ''Kulaklarımız 20 herz’den 20 bin herz'e binlerce ses duyabiliyor.” vb…
Dr. Öz haklı!. Gözlerimiz gerçekten harika. Gözlerimiz gerçekten harika da o zaman neden bu kadar körüz? Dr. Öz ne diyordu daha filminin en başında; “Bazen tek yapmamız gereken başımızı kaldırıp bakmak. ”
Tek yapmamız gereken şey olan başımızı kaldırıp da neden bakmıyoruz, bakamıyoruz acaba?
Yazımın konusu tabii ki THY’nın bu reklam filimi değil… Bu film bana neden kör olduğumuz ve neden başımızı kaldırıp da bakmadığımız, bakamadığımız konusunda üç kitabı hatırlattı...
Birincisi 19. yüzyıl önemli İngiliz öykü yazarlarından Herbert George Wells’in (Kitaplarında ad olarak ‘’H. G. Wells’’i kullanır) güzel küçük bir öykü bir kitabı olan ‘’Körler Ülkesi’’ (Kolektif Kitap, 2015) isimli kitabı…
İkincisi Türkiye'yle iyi ilişkileri olan, Cevat Çapan ve Latife Tekin gibi yazarlarımızın yakın ahbabı olan İngiliz yazar John Berger’in ‘‘Görme Biçimleri’’ (Ways of Seeing) (Metis Yayıncılık, İstanbul, 1999) isimli kitabı...
Üçüncüsü de Portekizli yazar José Saramago’nun ‘’Körlük’’ (Can Yayınları, 1999) adlı romanı.
Ben bu sitemde her üç kitabı da tanıtmıştım… Neden kör olduğumuz ve neden başımızı kaldırıp da bakmadığımız, bakamadığımız konusunu daha iyi anlayabilmek için bu üç yazımın bağlantısını aşağıda veriyorum. Kitapları okuyacak vaktiniz yoksa da en azından bu üç yazımı okumanızı arzu ederim… Bu üç yazımı daha önce okumamışsanız kaçırmayın derim... (Benim yazım diye söylemiyorum, gerçekten bu üç yazımı kaçırmayın!)
Gözleri olup da hem gülmeyen, gülmediği gibi hem de görmeyen insanlarız biz!
Osman AYDOĞAN
’H. G. Wells, ‘’Körler Ülkesi’’:
http://www.sehriyar.info/?pnum=395
John Berger, ‘‘Görme Biçimleri’’:
http://www.sehriyar.info/?pnum=16
José Saramago, ‘’Körlük’’: (Bu yazımda kitap -Körlük- yazımın içinde bir parça)
http://www.sehriyar.info/?pnum=23
THY’nın yeni reklam filmi:
https://www.youtube.com/watch?v=yvicqMrAHvQ&feature=youtu.be
Paul Valery
Paul Valery (1871 - 1945), 20. yüzyılın en büyük şairlerinden, en büyük sanatkarlarından, şiirini musiki üzerine bina etmiş, bir hayal dünyası ile yoğurmuş, Sembolizm akımının en önemli temsilcilerinden biri olan Fransız şair, yazar ve düşünürdür. 1894'ten başlayıp ölünceye kadar her gün düşüncelerini not ettiği ‘’Defterler’’ yazarın kimliğinin aynası sayılır. … Bundan başka felsefe ve eğitim üzerine de yazıları vardır.
Paul Valery dil için; "ete saplanmış Tanrı" der. Bu şekilde dile hâkim olmanın yabana atılmayacak bir güç ve iktidar kaynağı olduğunu ifade eder. (Bu sözü desteklercesine bir Yunan atasözü de vardı: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir.'')
Andre Gide'ye adadığı ‘’La jeune Parkue’’ (Genç Park) ile ''Deniz Mezarlığı'' adındaki şiirleri, Fransız çağdaşlarını olduğu kadar Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairleri de çok etkilemiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar kendisinden ‘’üstat’’ diye bahseder.
‘’Deniz Mezarlığı’’ ise şiir sanatının doruklarına çıktığı eseridir. Kendisi ‘’çeviri şiiri öldürür’’ derdi ama ben yine de şiir sever arkadaşlarım için bu şiirin çevirisinin tamamını yazımın sonunda veriyorum.
Paul Valery’ı tanıtmaktan amacım onun şiirleri değil, aşağıda yer verdiğim her birisi aforizma niteliğindeki sözleridir. Üzerinde düşünmeniz dileği ile…
Paul Valery’nin üzerinde düşünülmeye değer sözleri:
* Savaş, birbirini tanımayan insanların, birbirini tanıyıp gayet iyi geçinen insanların çıkarı için birbirlerini katletmesidir.
* Sertlik, bir çeşit ahmaklıktır.
* Velev ki rüyalarını yazmak isteyen adam bile, azami şekilde uyanık olmalıdır.
* Bir şey arzu etmek, mutlu olmamak demektir.
* Eğer devlet güçlü olursa, o bizi ezer. Eğer o zayıf olursa biz yok oluruz.
* Politika, insanları kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyma sanatıdır.
* Aslan yediği ve sindirdiği koyunlardan oluşur.
* Hayatta en hızlı eskiyen şey, yeniliktir.
* Olaylar bilinmeyen bir babadan doğarlar, zorunluluk sadece analarıdır.
* Toplumun en büyük kötülükleri seçim ve diplomadır.
* Yoksulluk deyip de geçme; en büyük zenginlik onun zenginliğidir, bir kez olsun sofrasına oturmadan, onun ekmeğini yer herkes; yerler yerler, tüketemezler.
* Düşünür; yeniden düşünen ve şimdiye kadar üzerinde düşünülmüş şeylerin asla yeterince düşünülmemiş olduğu kanısına varan kimsedir.
* En önemli düşüncelerimiz, duygularımızla çelişenlerdir.
* Her zaman yazabileceğimi hiçbir zaman yazmam.
* Herkes tarafından doğru kabul edilen şeyler büyük olasılıkla yanlıştır.
* Hak, kuvvetler arasındaki ayrılıktır.
* Yazmak, geleceği görmektir.
* Kendimizden ne kadar habersiz olduğumuzu, yazdıklarımızı tekrar okurken anlarız.
* Başarı, insanın isteğini elde etmesi, mutluluk ise, elde ettiğini istemesidir.
* Kitapların gayesi insanlar dürüst, terbiyeli ve çalışkan olmayı öğretmektir.
Ve en önemli sözü:
* Düşüncenin üstesinden gelemeyen, düşünenin üstesinden gelir.
Osman AYDOĞAN
Deniz Mezarlığı
Üstünde güvercinler gezen şu rahat damın
Kalbi atar ardında birkaç mezarla çamın
Şaşmaz öğle zamanı ateşlerle yaratır
Denizi, denizi, hep yeni baştan denizi
Tanrıların sükunu çeker gözlerimizi
Bir düşünceden sonra, ah o ne mükafattır
İnce pırıltıların o ne saf hüneridir
Bir seçilmez köpükte nice elmas eritir
Nasıl bi sükun sanki peyda olur o demde
Ve güneş uçurumun üstüne gelir durur
Ebedi bir davanın saf marifeti budur
Zaman kıvılcım, hülya bilmek olur âlemde
Basit Minerva mabedi tükenmeyen hazine
Yığın halinde sükun, göz önünde define
Kaşlarını çatan su, bi alev perde altı
Kendine nice uyku saklayan göz, ey bana
Mukadder olan sükut… Ruhta yükselen bina
Fakat bin kiremidi yaldızlı dam, ey çatı.
Bir tek ahın içinde belli zaman mabedi
Etrafımda denize bakışlarımın bendi
Çıkarım o saf yere artık bütün bütüne
Ve bütün tanrılara son adağım olarak
Asude bir meneviş dağıtır kucak kucak
Şahane bir istihkar irtifalar üstüne
Nasıl ağızda yemiş zevk olup da erirse
O yokluğunu nasıl lezzete çevirirse
Varsın şekli mahvolsun, orda içime siner
Benliğimin ilerde duman olacak özü
Eriyen ruha söyler bir şarkıyla gökyüzü
Nasıl değişmededir ulu sahiller…
Güzel gök, gerçek gök, gör bende değişmeyi
Ne kaldı onca gururumdan, ve hünerliyse de
Gör aylaklığımdan geriye ne kaldı şimdi
Kapıldım ışıl ışıl boşluk derinliklerine
Ölülerin evleri üzerinden gölgem geçmede
Alıştırarak beni o ince, o tüy ilerleyişe.
Güneşin alevleri altında böyle ruhum
Ey güzelim adalet sana tutunuyorum
Senin o ışıktan amansız silahına
Ruhum! Getirmekteyim seni ilk durumuna
Gör kendini! Ama bil, dönüşsen de ışığa
Bir gölgesin, donuksun işte yarı yarıya.
Bilir misin, yaprak ve dalların düzme tutsağı
O cılız parmaklıkları yiyen girinti
Yumulu gözlerimi kamaştıran gizler
Hangi ten çekmekte tembel sınırına beni
Hangi tutkudur o kemikli toprağa sürükler?
Bir kıvılcım tende anar yitişlerimi.
Örtük kutsal maddesiz bir ateşle
Bağrını vermiş şu toprak köşesine
Bayılıyorum üstünde meşaleler yükselen
Bu yere ki altındandır, taştan, loş ağaçlardan
Ne mermerler titreşir uyup da gölgelere
Uyur vefalı deniz, mezarlarımın üstünde!
Korkularına karşı elinde tek ben varım!
Pişmanlıklarım, kuşkularım, ayak bağlarım.
Hepsi de o senin iri elmasının kusuru
Ama onların o ağır mermer gecelerinde,
Ne olduğu bellisiz bir kavim bitki köklerinde
Nicedir usul usul senden yana doğruldu.
Kopkoyu bir yoklukta eriyip gitti,
İçti kırmızı, kil beyaz niteliği,
Ve çiçeklere geçti yaşama yeteneği!
Nerede sözcükleri ölülerin, o senli benli
Kişisel yol yordam, tek tek kişiler nerde?
Kurt düşmüş gözyaşlarının doğduğu yere.
Belki tiksinme kendimden, öz sevgisi belki,
Görünmez dişleriyle bana öyle yakın ki!
Akla gelen her ad uygun düşmekte ona;
N’olsa görüp istiyor, düşlüyor, dokunuyor!
Ben uyurken hatta, gövdemden hoşlanıyor.
Temelden ilişkindir yaşamam o canlıya.
Rüzgar çıkıyor… Yaşamaya dadanmak gerekir!
Sonsuz meltem kitabımın sayfalarını çeviriyor.
Toz toz kayalardan fışkırıp durur sular;
Uçun, hadi uçun, göz kamaştıran sayfalar;
Yıkın dalgalar; şenlikli sularınızı akıtın.
Yelkenlerin yemliği şu rahat çatıyı yıkın!
Paul Valery
Çeviri: Sabri Esat Siyavuşgil
Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı varmış…
Zemheri (22 Aralık – 31 Ocak) aylarının bitip de Karakış’ı (1 Şubat – 21 Mart) yaşadığımız bu günlerde eğer açıksa hava geceleri berrak bir gökyüzü vardır, şehir dışındaysanız eğer soğuktan tir tir titreyen ve bütün parlaklığı ile epil epil ışıldayan yıldızları görürsünüz.
Böyle zamanlarda sonsuz ve boyutsuz gökyüzünü kendisiyle barışık bir insanın ruhu gibi pırıl pırıl izlersiniz.
Böyle gecelerde yıldızlar, galaksiler, evrenler arasında beni mutlu edecek neler neler tahayyül ederim neler bilir misiniz? Kant derdi zaten; “Mutluluk aklın değil, tahayyülün bir idealidir”.
Böyle bir gecede Fransız yazar Marcel Proust’un Almancasından okuduğum bir deyişini anımsıyorum; ''Daima hayatının üzerinde bir parça gökyüzü bulundurmayı dene...'' (Versuche stets, ein Stückchen Himmel über deinem Leben freizuhalten.)
Bu deyiş de bana Almanya'da Königsberg'de Kant'ın mezar taşında yazılı ve beynimde mıh gibi çakılı şu sözlerini hatırlatır; "Üzerinde düşündükçe iki şey ruhumu daima yeni ve giderek artan bir hayranlık ve saygı ile dolduruyor: Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası." (Zwei Dinge erfüllen das Gemüt mit immer neuer und zunehmender Bewunderung und Ehrfurcht, je öfter und anhaltender sich das Nachdenken damit beschäftigt: Der bestirnte Himmel über mir und das moralische Gesetz in mir.)
Marcel Proust’un ‘’Daima hayatının üzerinde bir parça gökyüzü bulundurmayı dene’’ sözüne uyarak zaten tüm ömrüm boyunca - biraz da mesleğimin de gereği olarak - hayatımın üstünde hep bir parça gökyüzü bulundurmuştum… Bu sayede bu sonsuz ışıl ışıl, bu pırıl pırıl, bu epil epil parlayan gökyüzü altında anlatılması imkânsız, tarifi bir mümkünsüz huzur bulmuştum…
Derdi zaten hep, önemli Stoacı filozoflardan biri olarak kabul edilen Roma İmparatoru Marcus Aurelius: "Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın."
Ben de Marcus Aurelius’un sözüne uyarak gökyüzünün bu sonsuz, bu uçsuz ve bu bucaksız derinliklerine sanki ben de onların arasında geziniyormuşçasına daldığımda yeryüzündeki yaşamımın tozlarını arındırırken sanki bu tozların kentin üstüne göklerden sağanak sağanak yağdığını görürdüm… İşte üzerimdeki açık gökyüzünden kentin üstüne sağanak sağanak yağan bu tozlar da bana Alman lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden birisi olan Reiner Marie Rilke’nin ''Einsamkeit'' isimli bir şiirinin ilk bölümünü hatırlatırdı:
‘’Yalnızlık bir yağmura benzer,
Yükselir akşamlara denizlerden
Uzak, ıssız ovalardan eser,
Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
Ve kentin üstüne göklerden düşer.’’
(Einsamkeit ist wie ein Regen.
Sie steigt vom Meer den Abenden entgegen;
von Ebenen, die fern sind und entlegen,
geht sie zum Himmel, der sie immer hat.
Und erst vom Himmel fällt sie auf die Stadt.)
Ve yine gökyüzünün bu sonsuz, bu uçsuz ve bu bucaksız derinliklerine dalıyorum… Bu sefer boyutsuz bir karanlık içindeki gökyüzüne yapışmış pırıl pırıl parlayan salkım salkım yıldızları görüyorum… Ve Attila İlhan aklıma geliyor… Attila İlhan’ı da aklıma getiren onun bir dizesi:
‘’Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
Bu gece dağ başları kadar yalnızım’’
Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda; sonsuz bir karanlık içinde aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım yıldızları görüyorum…
Yaşadığım ancak adını bir türlü koyamadığım bir duyguyu Attila İlhan'ın şiirinden öğreniyorum; ''Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı varmış…''
Ve gecenin bu vakti kentin üstüne göklerden sağanak sağanak bir şeyler yağarmış…
Ve yağan her ne ise beni sırıl sıklam ıslatırmış...
Osman AYDOĞAN
Züleyhâ
Kutsal kitaplara geçen, eskilerin deyimiyle "ahsen ül kıssa" denilen, yani "öykülerin en güzeli" unvanına sahip efsanevi bir aşk hikâyesi vardır: ''Züleyhâ''
‘’Bir kadın vardı; kınanmış. Bir kadın vardı; âşık. Bir kadın; sabır taşı çatlamak üzere olan. Bir kadın vardı; dünyanın en güzel erkeğine sevdalanmış. Bir kadın vardı; adı güzelin yanına yazılan. Bir kadın vardı; hikâyesi bin yıllardır anlatılan. Bir kadın vardı; günahının karanlığına hapsedilen ama ruhundaki izlerden haber verilmeyen. Bir kadın vardı; aşkın dört halini de yaşadığı halde günahkâr diye damgalanan. Bir kadın vardı; sevdiğinin yalnızlığında. Öyle ya, insan sevdiğine benzerdi. O kadın savunma yapmayı ve temize çıkmayı hak ediyordu. Çünkü Yusuf’u sevmişti. O kadın Züleyhâ'ydı.’’
Ve kitapta Züleyhâ şöyle tanımlanır: '’Bir rüya ecesiydi Züleyhâ. Bir rüyanın lacivert gecesiydi Züleyhâ. Bir rüyanın tam ortasından seker gibi geçen ahulara bakışlar vermişti Züleyhâ.'’
Aslı Zelicka'dır. Züleyhâ Farsça bir isimdir. Arapça şekli ise Zelihâ'dır. Potifar'ın eşi ve Yusuf'un aşkı, su perisi olduğu da söylenir ama dünyanın en büyük aşkıdır belki de Züleyhâ'nın aşkı. Yusuf, İbrani peygamberidir. Yakup peygamberin oğludur... Yusuf'un serüveni Tevrat'ta, Tekvin bölümündedir. Yusuf, Kur'an'ı Kerim'de de yer alır (Yusuf Suresi). Aşkları masal değil, öykü değil, efsanedir artık. Girişte de bahsettiğim gibi eskilerce ''hikâyelerin en güzeli'' (ahsen ül kıssa) diye tanımlanmıştır.
Kenan ülkesinde yaşayan Yakup peygamber ''bereketli buğday tanelerim'' diye sevdiği çocukları arasında ayırım yaparak Yusuf’u hepsinden çok sever. İşte bu sevgi Yusuf’un yazgısını çizerek, bedelini hem Yakup’a hem Yusuf’a ödetir. Kıskanç kardeşleri Yusuf’u çöl ortasında bir kuyuya atarlar ve babalarına, ''kardeşimizi kurt yedi'' diye anlatırlar. Yakup’un ağlamaktan gözleri görmez olur. Yusuf bölgeden geçmekte olan kervancılar tarafından kuyudan kurtarılarak köle olarak Mısır'da satılır. "Mısır Azizi" Kıtfir satın alır onu. Çok güzel bir erkektir Yusuf. Kıtfir'in karısı Züleyhâ çılgınca âşık olur Yusuf'a.
Züleyhâ'nın Yusuf'a karşı duyduğu aşk tanımsızdır. Bütün servet ve güzelliğini onun uğrunda harcamıştır. Kocasına, ailesine tüm Mısır halkına karşı durmuştur bu aşk… Derler ki yetmiş deve yükü mücevher ve gerdanlığı vardır ancak hiçbir şey gözünde değildir... "Bugün Yusuf'u gördüm" diyen, ondan haber veren herkese onları zengin edecek değerde mücevher dağıtırmış…
Aşkın ağır tutkusuyla karşılaştığı herkesi "Yusuf" diye çağırır olmuş Züleyhâ, o kadar ki, başını geceleri gökyüzüne kaldırdığı zaman Yusuf'un adını yıldızların dizilerek yazdığını iddia edermiş. Fakat Yusuf efendisiyle evli olan Züleyhâ'nın aşkına karşılık vermesi olanaksızmış. Aşkını kalbine gömüp susmuş sadece... Oysa Züleyhâ kendini kınayan tüm insanlara sevdasını haykırıyormuş.
Züleyhâ'ya demişler "bak ay çıktı", Züleyhâ demiş ki ‘’Yusuf göğe mi baktı?"
Hatta şöyle bir söylence vardır: Züleyhâ, bir gün bütün kadınları evine davet etmiş... Sofra düzenleyerek önlerine meyve koymuş ve onları soymak için bıçak vermiş... Kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf'a seslenerek, "Onların yanına çık" demiş. Karşılarına çıkan Yusuf'u gören kadınlar güzelliği karşısında öyle büyülenmişler ki bıçakla parmaklarını kesmişler de farkına bile varmamışlar. "İşte sizin gördüğünüz güzellik benim aşkımdır! " diye haykırmış Züleyhâ.
Çok zordu Yusuf'u görmeyen gözün Züleyhâ'yı anlaması!
Çok kolaydı Yusuf'u görmeyen gözün Züleyhâ'yı kınaması!
13. yüzyılda yaşamış Fars şair ve İslam âlimi Şeyh Sadî Şiraziî'nin ''Bostan ve Gülistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli kitabında da Züleyhâ şu şekilde yer alır:
Bir gün Züleyhâ aşk şarabıyla sarhoş olunca, Yusuf’un gömleğine yapıştı. Şehvet şeytanı, onu öyle azdırmıştı ki, Yusuf’un üstüne kurtlar gibi abanmıştı. Züleyhâ’nın mermerden bir putu vardı. Sabah akşam yanından ayrılmazdı. O gün, yaptığı işler gözüne çirkin görünmesin diye, putun yüzüne perde çekmişti. Oysa Yusuf, zalim nefsinden çekiniyordu. Elleriyle, yüzünü kapamış ve kederli halde bir köşeye oturmuştu. Onu bu halde gören Züleyhâ; ellerine, ayaklarına kapanarak yalvardı; “Yusuf; kalbin, taş kadar soğuk; yüzün, limon kadar ekşi! Böyle yapıp da benim gibi bir güzeli perişan etme!” Oysa o ân, Yusuf’un gözlerinden yüzüne doğru ırmaklar boşalıyordu. Ağlamaktan kesilen sesiyle; “Vazgeç, benden kötülük bekleme. Sen bir taştan utanırken; ben, nasıl olur da kainatı var eden Yüce Allah’tan utanmam!”
(Kur'anı Kerim, Yusuf Suresi, 23. Evinde bulunduğu kadın (Züleyhâ), onun (Yusuf) nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve "haydi gel!" dedi. O da "(hâşâ), Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!" dedi.)
Fakat Züleyhâ'nın ağır aşkı Yusuf'un zindanı boylamasına neden olmuş. Bir Arap şair şöyle demiş Yusuf zindana giderken:
‘’Herkes, Yusuf'un yırtılmış gömleğine bakıyor.
Kimse, Züleyhâ'nın paramparça olmuş kalbine bakmıyor.’’
Yıllarca peygamber sabrıyla zindanın ağır çilesini çekmiş Yusuf Peygamber. Sonra yine bir söylenceye göre Mısır kralının tabiri olanaksız rüyasını doğru olarak yorumlayınca Hz. Yusuf hapisten çıkmış. Ve bu arada Kıtfir öldüğü için Züleyhâ'yla evlenmiş.
Büyük Alman şairi Johann Wolfgang von Goethe de Doğu Batı Divanı (West-östlicher Divan) üzerinde çalışırken âşık olduğu Marianne von Willemer’e benzeterek en güzel şiirlerini Züleyhâ için yazmıştır ‘’Suleika’’ ismiyle.
Goethe bu derin aşkı yaşarken yazdığı divanın “Züleyhâ Kitabı’’ bölümünde ve aynı adlı şiirinde bir destanla eş değer tutulacak kadar uzun soluklu aşkını dile getirir. Ünlü şair, bir şiirinin sonunda Marianne’ye şöyle hitap eder: ‘’Adın ebedî Züleyhâ olsun derim…’’
Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu’nun ‘’Yusuf ile Züleyhâ (Kalbin Üzerinde Titreyen Hüzün)’’ (Timas Yayınları 2016) isimli yine şiir gibi anlatımı olan bir kitabı var. Bu kitapta geçerdi: ''…İşte bütün hikâye: Kim düştü kuyuya, Yusuf mu, Yakup mu, Züleyhâ mı? Zindan kimin kaderi, Yusuf'un mu, Yakup’un mu yoksa Züleyhâ'nın mı? Yusuf, Yakup ve Züleyhâ yok aslında. Hepsi bir, hepsi o bir, hepsi tek bir...’’
Bu kitaptan üç bölüm aktaracağım.
Birincisi: ''Züleyhâ’nın Yusuf’a mektup yazması'';
''Yusuf" yazdı Züleyhâ, sayfanın ortasına. Hala hitaptaydı kalemi, bir satır ileri geçemedi. ''Bir satır ileri geçsem hitaptan'', dedi, ''yanacağım''. Ses verdi içinden bir ses: "Yan o zaman, yan o zaman!" Züleyhâ devam etti: "Ah benim Yusuf'um, ah benim, ah/senim’’, dedi, başka bir şey diyemedi. Züleyhâ Yusuf'a bir mektup yazmaya başlayınca "Yusuf " diye başladı, "Yusuf " diye bitirdi. Gördü ki hitaptan öteye geçemedi. Anladı ki aşkın nâmesinde ser-nâmeden öte kelam yok. Ve Züleyhâ'nın lügatinde "Yusuf’’tan öte sözcük yok. "Yusuf'', dedi, ''kelamım artık sende hükümsüz. Ama kelamımın hükümsüz kaldığı bu yerde beni küçümseme. Bil ki kelamdan da ötede sadece ah var, ah ki dünya onun üzerinde durur, gök kubbe onun hararetiyle döner.."
İkincisi: ''Tasavvuftaki 'varlık' kavramının anlatılması'';
Bir gün Yusuf’un güzellik şöhretini duyan bir bedevi, çöller aşıp seraplara kanmadan, vahalarda duraklayıp hiç yolundan sapmadan Yusuf’u görmek için Kenan iline varmıştı. Yanına vardığı zaman, Yusuf, o güzellik güneşi, çocukça bir sevinçle gülümsedi. Ve dedi: "De bakalım ey bedevi, bunca yolu aştın ve geldin. Bir yükün olmalı. Sözün hazinesinden ya da meta denizinden ne getirdin bana?"
Yoksul bedevi gülümsedi. Ve dedi ki: "Yusuf, ey Kenan'a doğan dolunay! Ey varlığı varlıklara sebep olandan nişane olan! Gülümsedin, içim aydınlandı. Baktın ve konuştun ya benimle artık yitmem, eskimem. Lakin güzelliğin denizinde yekta inci iken sen, benim gibi yoksul bir bedevi sana ne verebilir ki? Sende olmayan, bende, ne olabilir ki?"
Böyle diyerek bedevi, sırtındaki deve tüyü heybeden bir ayna çıkardı usulca. Küçük, yuvarlak bir el aynası, kıymetsiz bir şey. "Sana" dedi, "en uygun armağan bir ayna olabilir yine de. Bir ayna ki baktığında kendi güzelliğini görebilesin. Ve nasıl yansıyorsa senin güzelliğin şu aynaya, nasıl sen olmasan bir büyük boşluktan başka bir şey düşmeyecekse şu aynaya. İşte öylece bilesin ki o en parlak ışığın yansımasından başka bir şey değildir senin de güzelliğin. Sen suretsin, o asıl. Sen fersin, o mana. Sen bedensin, o ruh. Sen gurbetsin, o yurt. Sen parçasın, o bütün. Sen gölgesin, o ışık."
Böyle söyleyip de geldiği uzun yolları aşmak üzere geri dönerken bedevi, Yusuf baktı elindeki aynaya. Ve "bildim" dedi. "Her şey o'ndan, sen de o'ndan, ben de o'ndan! Bunu söylemek istiyorsun. Ve ben bunu biliyorum.''
Üçüncüsü de: ‘’Züleyhâ'nın gülümsemesi’';
Bir gün Züleyhâ, arkalığına beyaz sümbül dalları işlenmiş tahtırevanıyla geçiyordu kütüphanelerin ve tapınakların kenti olan kentinin sokaklarından. Görkemli bir alayla geldiğini görenler saygı ve hayranlıkla kenara çekiliyor ve Züleyhâ'ya yol açıyorlardı. Zengin ve güçlüydü, en fazla da güzeldi. Ve kimse kırmızı gülleri saçına Züleyhâ gibi takamazdı.
Birden bir meczup, ehil aslanları, atları ve arabaları aşarak Züleyhâ'nın tahtırevanının önünde dikiliverdi, yürüyüş durdu. Züleyhâ tül cibinliği aralayarak bu duraklamanın nedeninin anlamak istedi. Gözlerini kaldırarak Züleyhâ'nın yüzüne bakmaya başladı meczup, "Züleyhâ..." dedi, "sevindir beni!" Züleyhâ kölelerine meczubun sevindirilmesi için işaret etti. Köleler mor renkli kadife bir keseyi uzattılar avucuna; ama meczup oralı bile olmadı. "Züleyhâ..." dedi, "sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem." Züleyhâ bu sesi hatırladı ve yüzüne dikkatlice bakınca, aşkını reddettiği silik bir yığın sima arasından bir zamanların ordu kumandanını tanıdı. Usulca gülümsedi.(...) Başını önüne eğen meczup sessiz ve sakin geldiği gibi çekiliverdi.
O günden sonra Mısır'ın lisanına "sadaka vermek" anlamına gelen yeni bir deyim yerleşti: ‘’Züleyhâ'nın gülümsemesi."
Ve siz, ey gözleri olanlar! Bir gülümsemenin bir nasıl sadaka olduğunu bilir misiniz?
Ve siz, ey kalpleri olanlar! Sevmenin bir nasıl duygu olduğunu Züleyhâ gibi bilir misiniz?
''Züleyhâ...'' dedi, ''sevindir beni, bana gülümse! Başka bir şey istemem.''
Osman AYDOĞAN
Cesare Beccaria
Geçmiş yıllarda Ergenekon ve Balyoz davalarında idam cezası kaldırıldığı için onun yerine geçecek şekilde mahkemelerce bol kepçe ‘’ağırlaştırılmış müebbet hapis’’ cezaları verilmişti.
Günümüzde ise; bir zamanlar FETÖ denen soysuzla içli dışlı olmuş, FETÖ ile kol kola beraber yürümüş, teee Amerikalara kadar gidip de FETÖ denen meczubun elini ayağını öpmüş, onunla gerine gerine pozlar vermiş, TV’lerde, gazetelerde FETÖ denen meczuba övgüler düzmüş, FETÖ ne istediyse vermiş, Ankara’yı FETÖ’ya parsel parsel peşkeş çekmiş hiçbir siyasetçiye dokunulmazken bilmem ne bankasının önünden geçti diye, bilmem nerelerde ne yazılar yazdı diye birilerine yine mahkemelerce bol kepçe ‘’ağırlaştırılmış müebbet hapis’’ cezaları verilmektedir…
Yine birileri 18 yıl hapisle yargılanırken birdenbire Merkel Hanım’ın ricası ile bir günde hapisten çıkarılıp özel uçakla Almanya’ya postalanmaktadır yine birileri hapislerde yatmaya devam etmektedir…
Bütün bu olanlar bana İtalyan hukukçu -toprağı bol olsun- Cesare Beccaria’yı hatırlatmaktadır…
Aydınlanma Çağı'nın önemli isimlerinden olan Cesare Beccaria İtalyan hukukçu, filozof, ekonomist ve edebiyatçıdır. Zaten gerçek bir hukukçunun aynı zamanda bir filozof, bir edebiyatçı, bir sosyolog ve bir psikolog olması gerekmez mi? (Aman bizim hukukçularımız ve hukuk fakültelerinin dekanları ve Adalet Bakanlığı duymasın!) Cesare Beccaria bu sıfatların çoğuna sahiptir.
Cesare Beccaria o zaman Avusturya İmparatorluğu sınırları içinde kalan Milano’da doğar. (15 Mart 1738) ve Floransa’da vefat eder.(28 Kasım 1794)
1747-1755 yılları arasında sekiz sene dini eğitim gördükten sonra 20 yaşındayken hukuk doktorası eğitimini tamamlar. Ancak hep felsefi konularla meşgul olur...
1763 yılında 25 yaşında iken arkadaşlarının tavsiyesiyle ‘’Suçlar ve Cezalar’’ (Dei delitti e delle pene) isimli kitabını yazmaya başlar. Kitabını 26 ayda tamamlar.
Beccaria bu eserinde, idamın ve işkencenin ceza olarak görülemeyeceğini ve bunun bir barbarlık olacağını açıklamaya çalışır. Beccaria bu eseriyle beraber hukuka pek çok ilke kazandırır. Bunlardan birisi; ‘’Kanunsuz ne suç ne ceza olur’’ (Nullum crimen nulla poena sine lege) ilkesidir. Böylelikle meşruluk prensibini de hukuka katar.
Eseri Voltaire ve Diderot gibi aydınların tartışmasını sağlar. Bu eseriyle beraber ölüm cezasının 200 yıldır tartışılmasına katkıda bulunur. Kendisi idamın hem kullanılamaz hem de gereksiz olduğunu iddia ederek bunu "kamusal cinayet" olarak tanımlar ve sorar: ‘’İnsanlara, kendileri gibi olanları öldürme cüretini veren nasıl bir hukuktur?"
Beccaria’nın eseri 1765'te Fransızca, 1766'da Almanca, 1767'de İngilizce, 1770'de İsveççe, 1772'de Polca, 1774'te de İspanyolca'ya çevrilir.
Hukukun bu temel eseri ülkemize ise 200 yıl sonra hukukçu Muhittin Göklü’nün 1950’li yıllarda tercümesi ile gelir. Görüldüğü gibi Türkiye’ye 200 yıl geç gelen sadece matbaa değildir, hukukun temel eseri de geç gelmiştir.
Muhittin Göklü’nün ‘’Suçlar ve Cezalar’’ı Türkçeye çevirme hikâyesini şöyle anlatır;
“...bakın tercüme kararımı nasıl verdim: 1948 yılının karlı bir kış akşamı idi. Dersimiz bittiği halde bir kaç arkadaş Paris Hukuk Fakültesi kriminoloji enstitüsünün sıcak dershanesinden daha rahat bir yer bulamayacağımızdan çıkmamıştık. Konuştuğumuz mevzu ceza hukukuna dairdi. Faslı bir hukukçu birden söze karışarak; ‘Ben’, dedi, ‘Rabbin en adil, en cesur ve alicenap kulu olan Hazreti Ömer’den sonra, Beccaria’yı seviyor ve koyduğu mukaddes hukuk esaslarını beğeniyorum.’ Biz telaşlandık; o hemen çantasından pek eski, çok yıpranmış küçük hacimli bir kitap çıkararak önümüze koydu: ‘Bir kere okursanız, bana hak verirsiniz’ diye ilave etti. Kitabı aldım ve birinci sahifeyi okur okumaz, kendi soğuk inzivagâhımı dershanenin sıcaklığına tercih ederek çıktım.’’
Cesare Beccaria’nın bu kitabı (Suçlar ve Cezalar Hakkında) günümüzde Sami Selçuk’un çevirisi ile 2004 yılında yeniden yayınlanmıştır. (İmge Yayınları, 2004) (Bu eseri Türkçeleştirmek de her hukukçunun yapacağı bir iş de değildir!)
Cesare Beccaria kitabında özetle şunları söylüyor:
”Bir cezanın bir ya da birden çok kişi tarafından bir yurttaşa karşı uygulanan kaba bir güç, şiddet olmaması ve sayılmaması için, her şeyden önce kesinlikle herkese açık, çabuk, kaçınılmaz, belli koşullarda olabilir yaptırımların en ılımlısı ve en azı, suçların ağırlığıyla orantılı ve yasalar tarafından belirlenmiş bulunması gereklidir.” ..(Bu ilke İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde 8. madde olarak yer almıştır.)
Kitabında sanıklara ant içirilmesi üzerine yaptığı değerlendirme de oldukça ilginçtir: "Susmanın kendisine çok büyük bir yarar sağlayacağı bir anda, sanıktan özü sözü bir, doğru sözlü biri olması istenmektedir. Yasalarla insanın doğal duygularının çatışmasıdır bu." (Bugün bizim hukukumuzda da yemin delil olarak kullanılmaktadır. Ve bunun delil niteliği Beccaria'nın yaşamış olduğu 1700’lü yıllarda da tartışılmıştır ve ne acıdır ki bugün de hala tartışılmaya devam edilmektedir.)
Beccaria işkenceyi zorbalık olarak tanımladıktan sonra şöyle der: ''İşkence ekseriya zayıf bünyelerin mahkûm olmasına, gürbüz ve mütehammil katillerin masum çıkmasına yarayan meş'um bir vasıtadır.''
"Ceza vermekten çok suçları önlemek daha iyidir."
‘’Suçu toplum yaratır, birey işler.’’ (Bu sözü ile de ortaya koyduğu kanunilik, şahsilik gibi birçok ilke ile günümüze ışık tutar.)
"Bireylerin kendi hürriyetlerinden feragat ettikleri kısımların toplamı, cemiyetin ceza vermek hakkının esasını oluşturur.’’
”Bir ülkenin sınırları içinde, yasalardan bağımsız, yasaların egemen olmadıkları hiçbir yer bulunmamalıdır. Yasaların gücü, gölgenin vücudu izlemesi gibi, her yurttaşı izlemek zorundadır.”
”Gücün insan zekâsı üzerindeki baskısı çekilmez ve dayanılmaz niteliktedir. Bu baskı, kuşkusuz gizlilik, ikiyüzlülük ve alçalış üretecektir. “
Ve gelelim kitabın en önemli cümlesine:
"Cezanın ağırlığı idam dahi olsa caydırıcı değildir. İnsanları suç işlemekten caydıran, cezanın mutlak olarak kendisine uygulanacağını bilmektir. Ceza ağır olmasa bile, suçunun tespit edilip koşullar ne olursa olsun yargılanacağını bilmesi duygusu olmalı. Hatta yüksek makamlarda tanıdığı olsa da onu asla kurtaramayacağını bilmesidir. Cezalar doğru ve tam uygulanırsa idama gerek yoktur."
Bu kitabı kısaca özetleyecek olursak:
Beccaria bir yandan ceza sisteminin, insanların layık olduğu şeffaflık, eşitlik, süratlilik, orantılılık ve önceden bilinirlik gibi unsurlarla bezenmiş olmasını, toplu yaşamın insanlarca çekilir hale gelmesinin ancak böyle mümkün olabileceğini savunurken, öte yandan da adeta özgürlüğün sınırlarını belirlemekte, yasaların bir gölgenin bedeni takip etmesi gibi insanları takip etmesi gerekliliğinden bahsetmektedir. İnsanların toplu halde yaşamasından beri var olan birbirine zaman zaman paralel, zaman zaman kesişik iki değerin bir arada olması, çağdaş ceza sisteminin kaçınılmaz amacıdır.
Beccaria “Cezanın etkisi, onun ağırlığından ve vereceği acıdan çok, cezanın uygulanacağının kaçınılmaz olduğuna ilişkin inançta yatmaktadır” diyor kitabının “Suçluların Sığınma Yerlerinin Bulunması” başlıklı 35. bölümünde. Yani der ki Beccaria; “Suçu önlemenin en etkin yolu, cezanın ağır olması değil, kaçınılmaz olmasıdır.” Suçun cezasız kalması, sadece suçluyu cesaretlendirmekle kalmaz, suçu da özendirir. Ayrıca Beccaria; ‘’Suç işlediğinde yargılanmasının önünde hiçbir engel olmamalı’’ der kitabında.
Tarihin ve hukukun dışına, siyasetin ise içine düşmüş Türk hukukçusu için bir başucu kitabı olmalıdır Baccaria’nın kitabı. Beccaria kitabı ile günümüz evrensel ceza muhakemesi hukukuna ışık tutar. Bu kitap okunmadan ceza muhakemesi yorumlanamaz kanaatindeyim.
Beccaria’nın şu üç sözünü de vermeden geçmeyeyim:
Birincisi: ‘'...Beni okuyup anlasalardı, doğrusu kendilerinden korkum olurdu; lakin zalimler hiç okumazlar!...''
İkincisi: "Zulmün nüfuz edilmez kalkanı olan gizlilikle müsellah bir iftiradan kendini koruyabilecek kim vardır? Her tebaasını bir düşman gibi gören ve güya umumun selameti için her vatandaşın huzurunu kaçıran bir hükümdar ve onun hükümeti ne acınacak durumdadır."
Üçüncüsü: Beccaria ‘’Ben bu eseri düşünmesini bilenler için yazdım’’ der.
Osman AYDOĞAN
Şeytan ve Genç Kadın
Hepimizin bildiği ''Simyacı''nın da yazarı olan Brezilyalı romancı ve söz yazarı Paulo Coelho’nun pek de bilinmeyen güzel bir kitabı var: ‘’Şeytan ve Genç Kadın’’ (Can Yayınları, 2015) Bu kitap Paulo Coelho’nun ‘’Ve Yedinci Gün’’ isimli üçlemesinin son kitabıdır. Üçlemenin ilk iki kitabı; ‘’Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’’ (Can Yayınları, 2016) ve ‘’Veronika Ölmek İstiyor.’’ (Can Yayınları, 2017)
‘’Şeytan ve Genç Kadın’’; şeytanın gelişmemiş bir kasabada yaşayan bir kadının aklını çelmesini konu alan kitaptır. Bu kadın; dış dünyadan soyutlanmış, kendi halinde, çoğunluğu yaşlı, zamanın dışında bir yaşam süren insanları ile gözlerden uzak, kuytu bir dağ köyünde yaşayan ve bu köyün tek genç kadını olan ve köyün küçük otelinin barında çalışan güzel Chantal'dır. Gelip geçen avcılarla ya da turistlerle gönül eğlendiren genç kadının tek dileği bu sıkıcı yerden kurtulmaktır.
Beklenmedik bir anda köye gelen ve gerçek kimliğini gizleyen bir yabancı, köy halkına, hepsinin yaşamını alt üst edecek, onları kışkırtacak, değer yargılarını tersine çevirtecek, hatta kökünden değiştirtecek bir öneride bulunur. Yabancı birisini öldürmeleri karşılığında kendilerine yüklü bir miktarda altın vereceğini söyler. Yabancı, köy halkına yedi gün süre tanımıştır. Bu tekliften sonra küçük kasaba halkı tamamıyla değişir. Bu süre içinde bu insanların her biri yaşam, ölüm, adalet ve dürüstlükle ilgili temel sorunlarla yüzleşecek, bir yol ayrımında durup kendi yaşam çizgilerini değiştirecek bir karar almak zorunda kalacaklardır. Ve herkes içindeki iyilik ve kötülükle savaşmaya başlar.
Yabancıya kucak açan köy halkı, onun tehlikeli oyununa alet olurken, Adem'le Havva'dan bu yana insanoğlunun ruhunu ele geçirme mücadelesi veren ‘’İyi’’ ile ‘’Kötü’'nün ikilemi, bu basit insanların örneğinde romanda evrensel boyutlarda anlatılır. Romanda; ‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’ diye bir şeyin olmadığı, sadece nereden baktığınıza bağlı olduğu anlatılır... Roman aslında ‘’İyi’’ ile ‘’Kötü’’nün romanıdır…
Kitaptan sizlere üç hikâye anlatacağım. Ancak hikâyelerden önce kitaptan kısa birkaç alıntı vermek istiyorum:
''Siz cennetteydiniz ama bunun farkında değildiniz. Dünyada pek çok insan da böyledir. Mutlu olmayı hakketmediklerini sanarak en büyük sevinci bulabilecekleri yerlerde keder ararlar.’’
''İnsanın sahip olabileceği en değerli şeyi yitirmiştim ben: insanlara duyulan güveni."
"Trajedilerin olması kaçınılmazdı, ne yaparsak yapalım, bizi bekleyen kötü şeylerin bir tanesini bile önleyemezdik."
"Yaşam, giyotinin gölgesinde bir terör rejimiydi."
"Yüreğinin sesini dinle, Allah hoşnut kalacaktır."
"Sevip de karşılığında sevilmeyi bekliyorsanız boşa zaman harcamış olursunuz."
"En iyi tarafımıza ulaşmak için, en kötü tarafımıza da ihtiyaç duyarız."
‘’Bir insanın üzerinde egemenlik kurman için onu korkutman yeterli.’’
‘’İyi ile kötü arasındaki mücadele her insanın yüreğinde vardır, orası bütün meleklerin ve şeytanların savaş alanıdır.’’
‘’İyi yürekli adam rolü oynamak, yalnızca hayata tavır almaktan korkanlara özgü bir şeydir. İnsanın kendinin iyi olduğuna inanması, başkalarına karşı çıkmaktan ve haklarını savunmak için savaşmaktan çok daha kolaydır. Kendinden daha güçlü biriyle savaşmak için cesaret toplamaktansa bir hakareti sessizce kabullenmek de çok daha kolaydır. Üzerimize atılan taş bize isabet etmemiş gibi yapabiliriz ama geceleri odamızda yalnız kaldığımızda, odamızı paylaştığımız karımız, kocamız ya da okul arkadaşımız uykuya daldığında korkaklığımıza sessizce ağlarız.’’
Size şimdi bu kitaptan aldığım üç hikâyeyi sunuyorum. Beğeneceğinizi umarım…
***
Ahab bir akşam dostlarını akşam yemeğine çağırıp onlara yumuşacık bir et kızartmak istemiş. Ama birden tuzu kalmadığını fark etmiş. Oğlunu yanına çağırmış.
‘’Köye git de tuz al. Ama gerçek bedelini öde. Ne daha az ne de daha fazla.''
Oğlu şaşırmış.
‘’Fazla ödememem gerektiğini anlıyorum baba, ama pazarlık edebileceksem neden paradan biraz tasarruf etmeyeyim ki?’’
‘’Büyük kentlerde böyle yapabilirsin. Ama bizim ki gibi bir köyde bu çirkin bir şey olur.’’
Oğlan başka soru sormayıp gitmiş. Bu konuşmaya tanık olan konuklar oğlanın tuzu neden daha ucuza almaması gerektiğini öğrenmek istemişler; Ahab da bunun üzerine,
‘’Tuzu ucuza satanın acilen paraya ihtiyacı var demektir.’’ demiş. ''Bu durumdan yararlanan kişi, bir şey üretmek için alnından ter akıtarak çalışmış olan adama saygısızlık etmiş olur.’’
‘’Ama bir tutam tuzun köye ne zararı olabilir ki?’’
‘’Dünya kurulduğunda haksızlık da bir tutamdı. Ama her yeni kuşak, ne önemi olur diye düşünerek biraz biraz üstüne ekledi, görün bakın şimdi ne durumdayız.’’
***
Leonardo da Vinci 'Son Akşam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı... İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı..
Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı... Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti... Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi…
Aradan üç yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı... Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı...
Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu… Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı... Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı...
Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı... Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.. Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle söyle dedi: 'Ben bu resmi daha önce gördüm'... 'Ne zaman' diye sordu 'Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı. 'Üç yıl önce... Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti'..
‘’İyi’’ ve ‘’Kötü'’nün yüzü aynıdır... Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...
***
Yolları oldukça uzunmuş, yokuş yukarı gidiyorlarmış, güneş yakıcıymış, ter içinde kalmışlar, susamışlar. Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler; kapı, ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş, çeşmeden berrak bir su akıyormuş.
Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş.
"İyi günler."
"İyi günler", diye yanıt vermiş bekçi.
"Burası harika bir yer, adı ne?"
"Burası cennet."
"Ne iyi, cennete gelmişiz, çünkü çok susadık."
"İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz", demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş.
"Atımla köpeğim de susadılar."
"Kusura bakmayın", demiş bekçi.
"Buraya hayvanlar giremez."
Yolcu çok üzülmüş, çok susamışmış, ama suyu tek başına içmek istemiyormuş. Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş. Epeyce bir süre yamaç yukarı gittikten sonra eski görünümlü, küçük bir kapıya varmışlar, kapı iki yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş. Ağaçlardan birinin altında, şapkasını alnına indirmiş, uyur gibi yatan bir adam varmış.
"İyi günler", demiş yolcu. Adam başını sallamış.
"Atım, köpeğim ve ben çok susadık."
"Şurada taşların arasında bir pınar var", diyen adam eliyle orayı işaret etmiş.
"İstediğiniz kadar su içebilirsiniz."
Yolcu, atı ve köpeği pınara gidip susuzluklarını gidermişler. Yolcu bekçiye teşekkür etmiş.
“İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz", demiş bekçi.
"Buranın adı ne?"
"Cennet."
"Cennet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.
"Orası cennet değil cehennemdi."
Yolcunun aklı karışmış,
"Sizin adınızı kullanmalarına niye izin veriyorsunuz? Yanlış bilgi vermeleri büyük karışıklığa neden olur!"
"Hiç de değil. Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orada kalıyor çünkü."
Osman AYDOĞAN
Sevgili Arsız Ölüm
Yıl 1983 Sonbaharı… Elimde Latife Tekin’in yeni çıkmış kitabı: ‘’ Sevgili Arsız Ölüm’’ Kitabın adı bana cazip gelmişti, sırf adı için almıştım kitabı…
Ölüm bana yabancı değildi... Memleketimde ölümle, mezarlıkla iç içe yaşardık… Hastane nedir bilmezdik, insanlar evlerinde ölürdü. Mevta herkesin içinde yıkanırdı, mevta yıkandıktan sonra musalla taşında cenaze namazını bekler, namazdan sonra da zaten kasabanın hemen kıyısındaki mezarlığa kadar omuzlarda taşınırdı. Cenaze arabası da nedir bilmezdik. Çoluk çocuk herkesler definde hazır bulunurdu. Zaten kasabının evlerinin bir kısmı da mezarlığa bakardı... Memleketimizde ölüm ile hayat iç içeydi… Sonbaharda ağaçların yapraklarını dökmesi gibi doğal bir olaydı ölüm, şimdiki gibi korkunç bir şey değildi ölüm…
Sonra, sonra yıllar sonra Şehriyar bana ölümü çok daha basitçe anlatmıştı… ‘’Doğuştan meydana çıkan ve ölümle bitecek olan kişi geçici ve asılsız olandır. Çünkü gelip geçenin varlığı yoktur. O, görüntüsünü gerçeğe borçludur’’ derdi Şehriyar, ‘’ölüm olayının sizinle değil de bedeninizle ilgili olduğunu bir kez bilince, bedeninizin çıkarılıp atılan bir giysi gibi düşmesini seyredersiniz’’ derdi Şehriyar.
Gabriel García Márquez’in “Sevgiden Öte Sürekli Ölüm’’ (Cem Yayınevi, 1990) kitabının içinde ölümle ilgili 12 hikâye vardı. Latife Tekin’in kitabını da ölümü böylesine feylezofça anlatan bir kitap diye almıştım…
Kitap çok akıcı bir dille yazılmıştı… Kitabı soluk soluğa, su içer gibi okumaya başlamıştım... Sayfalarda ilerledikçe hem beklentim konusunda yanıldığımı anladım hem de şaşırıp kaldım... Kitap hiç de ölüm hakkında öyle feylezofça söylemlerden bahsetmiyordu. Roman kahramanı adı Dirmit olan küçücük bir kız çocuğu vardı ve bu kız çocuğu beni, benim çocukluğumu, memleketimde anlatılan Goncalos masallarını, cinleri, perileri anlatıyordu... Daha ilkokuldayken o zaman henüz elektriği olmayan Sindel (şimdi Kovalı) köyünde evlerinde yaz tatillerimi geçirdiğim Akkız ablamın (kulakları çınlasın) aynısını anlattığı Goncalos masallarını, cinleri, perilerini anlatıyordu bu Dirmit kız... Ortaokuldan sonra gittiğim İstanbul’da yatılı okulda da benim gibi Anadolu’dan gelen arkadaşlarım da anlatırlardı bu cinli, perili masalların aynısını… O zaman kitabı yolda, otobüste, trende okuduğum için meraklı gözlerden saklamak için kitabı kaplayarak okurdum… Hemen kitap kabını çıkararak bu yazar kim diye biyografisini okumaya başladım… Aman Allah’ım ne göreyim? Latife Tekin hemşerim çıkmasın mı? Latife Tekin Kayseri Bünyan doğumluydu. Ben de Kayseri Yeşilhisar... Latife Tekin benden de sadece bir yaş büyüktü...
Kitap daha ilk baskısını yapmıştı… O zaman henüz Latife Tekin’i kimsecikler de tanımıyordu… Kitabı bitirdiğimde dedim bir büyük yazar doğuyor… Çünkü şiir gibi, akıcı, masalımsı bir anlatımı vardı… Latife Tekin’in üslubunda Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” (Everest Yayınları, 1973) romanındaki Aysel’in o insanı boğan ağır havası, o karamsar atmosferi yoktu…
Sonradan öğreniyorum ki bu anlatımı edebiyatta ‘’Büyülü Gerçekçilik’’ diye tanımlıyorlardı. ‘’Büyülü Gerçekçilik’’ akımının en önemli özellikleri; anlatım esnasında fantastik ya da tuhaf unsurlarla, gerçekçi unsurların karıştırılması ya da yan yana kullanılması, rüyalara, yerel mitlere, cinlerle perilerle dolu masalımsı hikâyelere yer verilmesiymiş. Arjantinli yazar Luis Borges'in 1935 te yayınlanan '’Alçaklığın Evrensel Tarihi'’ (İletişim Yayınları, 2014) isimli eseri, edebiyatta ilk büyülü gerçekçilik çalışması olarak kabul edilirmiş. Bu akımın en tanınmış eseri ise benim Latife Tekin’in kitabından bir yıl sonra (1984) okuduğum Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez'in 1967 de yayınlanmış olan '’Yüzyıllık Yalnızlık’' (Can Yayınları, 2016) isimli kitabıdır. Marquez'in '’Yüzyıllık Yalnızlık’' isimli kitabını okurken dedim işte ikinci bir Latife Tekin… Ancak Marquez'in kitabı daha felsefi, daha bir kurgusal idi…
Latife Tekin kitabında Dirmit’i anlatırken, Dirmit de bana Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos’in Zéze'sini hatırlatmıştı. Vasconcelos’i dünya çapında tanıtan eseri ‘’Şeker Portakalı’’nın (Can Yayınları, 2018) roman kahramanı da çocuk Zéze idi…
Latife Tekin Kayseri Bünyan’ın Karacahevenk ("siyah üzüm dizini" anlamına gelirdi) köyünde doğar. Yedi kardeşten birisidir. Dokuz yaşına geldiğinde de ailesiyle İstanbul’a göç eder. Gerisini kendisi şöyle anlatır:
‘’Yedi kardeşin arasından titrek bir gölge gibi sıyrılıp liseyi bitirdim. Korku ve yalnızlığın içinden okula gitmenin bedelini ödedim. İnanılmaz savrulmalar, inkâr ve baskının bin çeşidi. Kente ayak uydurabilmek için boğuşup durdum. Her yanım yara bere içinde kaldı. Boğuşurken birlikte doğup büyüdüğüm insanlardan ayrı düştüm. Ama kendi öz değerlerimi, dilimi ve o insanların durulmaz bir coşkuyla bana taşıdıkları sevgiyi koruyabilmek için direndim. Elinizdeki roman bu direnişim için aralarında büyüdüğüm insanların bana armağanıdır. Keşke onu daha soluk soluğa, daha parçalanmış bir teknikle, daha erken yazabilseydim.”
Dirmit kızın ailesine ve köyüne fazla geldiği gibi Latife Tekin de bu ülkeye fazla gelmiştir. Ne sol düşünce değerini anlayabilmiştir ne de sağ düşünce, her iki tarafa da Sokratesin ''at sineği'' olmuştur Latife tekin. Öyle ki Yalçın Küçük ‘’Cumhuriyet’e Karşı Küfür Romanları’’ (Mızrak Yayınları, 2011) adlı kitabında Latife Tekin’i ‘’Eylülist’’ olmakla suçlar. Yalçın Küçük, Latife Tekin'in ‘’Gece Dersleri’’ (İletişim Yayıncılık, 2012) kitabını solculuğu aşağılamak ve egemen görüşü dayatmak gerekçesiyle yerden yere vurur. Bu üslubu ile Yalçın Küçük soyadı gibi sadece kendini küçültür.
Neyse konumuz Latife Tekin değil, gelelim biz ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’e…Bu kitapta Dirmit olarak aslında yazar kendisini anlattığı için kısaca yazardan da bahsetmek istedim…
‘’Sevgili Arsız Ölüm’’; kurgusuyla, içeriğindeki kültürel ve destansı ögelerle, şairane bir dille yazılmış Türk toplumunun cinli perili yüzünü anlatan Türk edebiyatının yüz akı müthiş bir eseridir. Elinize alıp da bırakamayacağınız, elinizden bırakamadığınız gibi bitmesini de istemeyeceğiniz enfes bir eserdir.
‘’Sevgili Arsız Ölüm’’’de bir ailenin fertleri; Huvat (baba), Atiye (anne), Nuğber, Halit, Seyit, Dirmit, Mahmut ve Zekiye (kardeşler)’in köyde yaşadıkları, İstanbul’a göçleri, başlarına gelenler, köylüler, cinler, periler, konuşan tulumbalar, dile gelen kuşkuotları, Hızır Aleyhisselam, Azrail ve daha pek çok doğaüstü olaylar anlatılır. Ama en çok da Dirmit anlatılır. Okurken siz de Dirmit olursunuz, zaman zaman içiniz acır, kalbiniz sıkışır, zaman zaman yüreğiniz daralır, zaman zaman bir çocuk kalbi gibi pır pır çarpar kalbiniz… Çünkü Dirmit sizin geçmişinizdir, çünkü Dirmit sizin çocukluğunuzdur, çünkü Dirmit sizin özlediğiniz masumiyettir…
‘’Sevgili Arsız Ölüm’’ Kayseri Bünyan’ın Karacahevenk köyünden İstanbul’a (kitapta bu şehrin İstanbul olduğu verilmez) göç ettikten sonra yaşadığı maddi ve manevi yoksullaşma ile buna bağlı olarak içine girdiği dağılma sürecini anlatır. Dolayısıyla romanın esas meselesi yoksulluktur; sevgili arsız ölümü isteyecek denli yoksulluk...
Kitapta çok muazzam bir karakter olan ve aileye etkisi çok iyi ifade edilen anne Asiye kitabın merkezinde yer alır. Bu haliyle kitap Diirmit’in değil Aliye’nin kitabıdır denilebilir…
Şimdi de sizlere kitaptan seçtiğim bazı bölümleri aktarmak istiyorum:
"Dirmit başını cama dayayıp sessizce tulumbanın kuyruğunu sallamasını, ağzını aya dikip ulumasını seyretti. Seyrede seyrede yüreği taştı. Usulca kalkıp bahçeye indi. Tulumbanın başına başını dayadı. Bir tulumba ağladı, bir o ağladı. Onlar ağlarken ay tarlaların üstüne düşüp parçalandı, yıldızlar söndü."
"Sonunda Dirmit, yazmanın bir yolunu buldu. Sözcükleri tek tek kafasının içinden alıp yüreğine koydu. Yüreğini "güp!, güp!" artıran sözcüğü hemen kâğıda yazdı. Yüreğini attırmayan sözcüğü yüreğinden çekip attı."
"Sana bakarken gözlerimi kapasam karanlıkta kalırsın... Haberin var mı?"
“Kabukları kaldırayım deme, derin yaralar açarsın.”
‘’Dirmit omuz silkti. Başını önüne eğdi, ağlamaya başladı. O ağlarken herkes elini yüzüne alıp bir köşeye çekildi. Sonra sırasıyla herkes düşündüğünü söyledi. Ortak bir karar verildi. Dirmit'e dama çıkmak, şiir yazmak yasak edildi. Allah’ın gökte duran yıldızlarıyla, yerde kaynayan suyuyla uğraşıp durduğu için yedi gün, evin içinde kimseyle konuşmama cezası verildi. Dirmit hiç ses etmeden kararı dinledi. Burnunu çekip gözünün yaşını sildi. 'Size mektup yazabilir miyim, peki?' dedi.''
Ve kitap içinde Dirmit’e ait dünyanın en güzel isyan cümlesini bağırır: "Şiirlerimi yırttılar, şiirlerimi yırttılar!"
Ancak Dirmit direnir… Kitapları, şiirleri, doğa ile olan ilişkisi ile direnir. O desteğini yıldızlardan, ağaçlardan, dağlardan, taşlardan, kuşkuş otundan, rüzgârdan alır, şiirden ve kitaplardan alır.
Kitapta Atiye'nin Azrail ile boğuşması kitabın adına yakışır şekilde anlatılır:
“O gece Azrail, bir seni yoklayayım diyerek Atiye’nin yanına geldi. Onu uykusundan seslenip uyandırdı. Koltuğundan tutup yatağın içine oturttu. Elini, bir Atiye’nin yüreğinin üstüne koydu; bir ciğerinin üstünde gezdirdi. Hırıl hırıl öten nefesini dinledi. Sonra Atiye’ye vaktinin geldiğini bildirdi. Çocuklarını uyandıracak, onlarla sarılıp koklaşacak kadar Atiye’ye zaman verdi. Atiye Azrail’in ellerine sarıldı. Kocasıyla helalleşmeden alıp kendisini götürmemesi için yalvardı. Oğlu Seyit’in askerden gelmesini beklemesini istedi. Ama Azrail Atiye’nin başına gelip gitmekten yorulduğunu öne sürüp isteğini geri çevirdi. Atiye hiç olmazsa Nuğber’e bir haber edilecek kadar ömür diledi. Azrail vakit kalmadığını, yüreğinin kapakçığının artık açılıp kapanmaktan yorulduğunu, birazdan hiç açılmamak üzere kapanacağını Atiye’ye duyurdu. Atiye, ‘kapanmamasının bir çaresi yok mudur?’ diye bir umutla sordu. Azrail ona çare bulunsa rahmindeki yaranın büyüyüp yayıldığını, tüm içini sardığını, yaranın onu öbür dünyaya götüreceğini söyleyip elinden artık bir şeyin gelmediğini Atiye’ye bildirdi”
"Var gücüyle Azrail’i göğsünden kaldırmak için çırpındı. Azrail’in elinden sıyrılıp yatağın içinde dikildi. Ağzına geleni verdi veriştirdi. Atiye'nin Azrail ile kavgaya tutuşması, kendisine karşı inancını bozması Allah’ın gücüne gitti. Azrail’e Atiye'nin başından geri çekilmesini emretti. Atiye'ye 'sancılarıyla ve yaralarıyla yaşama cezası' verdi."
Atiye Tanrı'ya karşı geldiği için eli sopalı zebanilerle karşılaşır: “Atiye ilkin hiç o yerli olmadı. Sonra, ‘ne sopasıymış anam bu!’ diye yandan aldı. Olmayınca dikine verdi, ‘benim gibi içi yaralı bir kadını dövmek, zebanilere iyi gelmezmiş’, dedi.”
Atiye öteki dünyadan da korkmaktadır. Hastalığının sonlarına doğru bir gün Dirmit’i yanına çağırır ‘’Kız Dirmit’’ der, ‘’sen okuyorsun, bilirsin’’ der… ‘’Beni ahirette melekler sorguya çektiklerinde ne diyeyim?’’ Dirmit omuzunu silkeler ve sakince cevap verir: ‘’Allah yazgımı yazdı ben de okudum dersin anne’’ der…
Roman, o küçük kız çocuğu büyümeden Atiye’nin ölümüyle sona erer…
Ve hüzün çökmüş içinizden için için, hazin hazin geçirirsiniz: ‘’Ah Dirmit ah! ‘’
Osman AYDOĞAN
Sis
İstanbul’da Robert Koleji’nin hemen yakınında bahçeli bir müze ev vardır. İşte bu müze ev şair Tevfik Fikret’in 1906-1915 yılları arasında yaşadığı, 1945 yılından bu yana da müze olarak hizmet veren Tevfik Fikret’in kendi evidir. Adı da ‘’Aşiyan Müzesi’’dir.
Aşiyan Müzesi’nde Tevfik Fikret ve ailesine ait eşyalar ile Tanzimat Edebiyatı ve özellikle Edebiyat-ı Cedide döneminin önemli sanatçılarının eşyaları da sergilenmektedir.
Bina, Tevfik Fikret’in ölümünden bir süre sonra İstanbul Belediyesi tarafından satın alınarak 19 Ağustos 1945 tarihinde ‘’Edebiyat-ı Cedide Müzesi’’ adıyla ziyarete açılır. Şairin Eyüp’teki aile mezarlığında bulunan mezarı da 1961 yılında müzenin bahçesine taşınır. Müze bu tarihten sonra da ‘’Aşiyan Müzesi’’ adını alır.
Tevfik Fikret’in işte Aşiyan Müzesi ismini alan bu evinde duvarda asılı belli belirsiz “Sis” adlı bir yağlıboya tablo vardır. Tabloya ilk bakışta gri ve derinliksiz, küçük bir sandaldan başka bir şey görülmez, sıradan bir tabloya benzer. Ancak tabloya yakından bakılınca sisin ardında Süleymaniye'nin kubbesi, minareleri, Galata Köpüsünün siluetleriyle İstanbul görülür. Bu tablonun ressamı Şehzade Abdülmecid’dir ve tabloda imzanın hemen üstüne Arapça harflerle ‘’Tevfik Fikret Beye’’ ibaresi bulunur. Tablonun çerçevesine çivilenmiş metal isimlikte ise şu ibare yine Arap harfleriyle yer alır: “Sis: Rübab-ı Şikeste”. Belli ki Şehzade Abdülmecid Tevfik Fikret'in Rübab-ı Şikeste'sinde yer alan ''Sis'' şiiri üzerine bu tabloyu yaparak Tevfik Fikret'e hediye etmiştir. Çünkü tablo ''Sis'' şiirinin resme dökülmüş halidir...
Tevfik Fikret'in ''Sis'' şiirinde de önce sanki bir resim tasvir edilirmişçesine ‘’Sis’’ tarif edilir… Şiir ilerleyince görürsünüz ki aynı Şehzade Abdülmecid'in tablosu gibi bu ‘’Sis’’in arkasında, ardında, fonunda İstanbul’un silueti vardır. İstanbul'un silueti, kuleleri ve sarayları şahsında da Osmanlının sonunu ve bu sondaki her türlü gayri meşruluğun, haksızlığın, hukuksuzluğun, ahlaksızlığın, çapsızlığın, beceriksizliğin, fitnenin, riyânın, çirkefliğin, çürümüşlüğün ve çöküşün belirtileri anlatılır. Fikret bu şiirinde çöküş dönemlerindeki her aydın gibi derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisindedir. Fikret bu şiirinde İstanbul’u her istibdat döneminin benzediği şekliyle fahişe bir kadına benzetir ve şiirinde İstanbul’a ve İstanbul şahsında da yönetime lanetler yağdırır.
Bu kadar ahlaksızlığa, beceriksizliğe, çapsızlığa, fitneye, riyâya, pişkinliğe, hayasızlığa, arsızlığa, yüzsüzlüğe ve olumsuzluğa karşın Fikret yalvar yakar bir şey ister bu fahişe şehirden sanki ''biraz sus, biraz utan, biraz arlan!'' dercesine:
''Örtün, evet, ey hâile (felâket sahnesi) … Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr (dünyanın koca kahpesi)!...''
‘’Sis’’i Ahmet Muhip Dranas'ın Türkçesiyle dize dize anlamını açıklayarak verdim. Üzerinde düşünerek üşenmeden okuyun, hatta arşivinize alın çünkü böyle birebir anlamını verecek şekilde başka yerde bulamazsınız.
İbn-i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi. Ve görün ki ‘’Sis’’ neye benzer, neyi anlatır, neyi anımsatır...
Osman AYDOĞAN
İşte size ''Rübab-ı Şikeste''de yer alan Tevfik Fikret'in ''Sis'' isimli muhteşem şiiri:
Sis
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid, - Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. - beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh, - ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh; - bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar - tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar! - onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim, - Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! - lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ, - Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ! - ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı - Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı; - Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret - Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet; - sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde - Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; - sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir, - Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir; - ey bin kocadan artakalan dul kız;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ, - güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ. - sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün - Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün! - iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; - Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his. - içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet - Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet! - lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde, - Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde. - İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu'; - Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'. - Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından - Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan? - Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!.. - örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; - Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar; - Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed; - Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed, - ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr; - geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr; - ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât; - Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat; - ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler; - Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer - ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir; - edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir; - “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd - Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd; - canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey ma'reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar; - Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar - ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ; - vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ - Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin; - sembole eden harap ve sessiz evler;
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın - ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş, - kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş; - ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde - Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde; - her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im - Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim; - bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı - her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi! - gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz - Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz; - olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn; - Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn; - ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus; - Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs; - ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci' - Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli'; - her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn - Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn; - yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak, - Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak; - ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs - Ey en şiddetli kuşkularla duygusu kö¨rleşerek
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs; - vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar; - ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar; - Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî; - Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî; - ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me'lûf; - Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
Eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-ı ma'rûf; - zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç; - Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç; - ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber; - Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler, - ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
Hele sizler… - hele sizler...
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!... - Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)
Tevfik FİKRET
Budha'dan bir hikâye
New York Üniversitesi’nde davranış bilim kürsü profesörü görev yapan Prof. Dr. Selçuk R. Şirin, (NYU) bir araştırmanın sonuçlarını şöyle anlatıyor: ‘’Yalan beyanata başta bir kere inandığını iddia eden kişiler doğru bilgiyi duyunca o yalana daha sıkı sarılır olmuş!’’ Bu nedenle bu duruma literatürde ‘’Geri Tepme Etkisi’’ deniyormuş.
Bu deney bana Budha’nın rahiplerine anlattığı bir hikâyeyi hatırlattI:
''Genç yaşında dul kalan bir baba, yaşamını biricik oğluna adamıştı. Yavrusunu evde bırakıp köy dışına işe gittiği bir gün, haydutlar köyü bastılar, tüm evleri yaktılar ve küçük oğlunu kaçırdılar.
Dönüşünde bir harabe yığınıyla karşılaşan baba, umutsuzca çocuğunu aradı. Dumanları tüten köyde bir çocuğun yanmış cesedini bulunca, oğlunun kalıntıları sandı. Usulünce bir cenaze töreni hazırladı, cesedi tamamen yaktı, külleri topladı ve bir torbaya doldurdu. Omuzuna astı ve hiç çıkarmadı. Bitmeyecek bir yasa girmişti. Artık gittiği her yere külleri koyduğu torbayı da götürüyordu.
Oysa oğlu yaşıyordu ve bir gün haydutların elinden kaçmayı başardı. Günlerce yürüyerek köyün yolunu buldu. Bir gece geç vakit, babasının yıkılanın yerine yaptığı yeni evin kapısını çaldı.
Baba sordu:
- Kim o?
- Benim, oğlun. Kapıyı aç baba!
Oğlu sandığı çocuğun küllerini yanından hiç ayırmayan mutsuz baba, sefil biri kendisiyle alay ediyor sandı.
- Defol, diye bağırdı.
Çocuğu defalarca kapıya vurdu ve babasını açmaya, kendisiyle konuşmaya çağırdı. Ama hep aynı yanıtı alıyordu: Defol!
Umudunu yitiren oğul, sonunda bir daha dönmemek üzere gitti.''
Budha hikâyeyi bitirince başını önüne eğer. Bir an susar. Sonra başını kaldırıp rahiplerine bakar ve ağır ağır şöyle der:
“Eğer bir fikre, mutlak gerçekmiş gibi sarılırsanız; gerçeğin ta kendisi gelip kapınıza vurduğunda, o kapıyı açmak ve gerçekle yüzleşmek yeteneğiniz kalmaz.”
Tevfik Fikret ünlü eseri Rübab-ı Şikeste’nin ana hatlarını çizen dörtlüğü şu mısra ile bitirirdi:
“Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim”
Atatürk 1925’te yaptığı bir konuşmada ise öğretmenlere şu direktifi veriyordu:
"Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki Cumhuriyet sizden ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ nesiller ister."
Fikir hürriyetinin ne demek olduğunu anlıyorsunuz değil mi?
Fikriniz hür değilse öz evladınızı bile tanımazsınız!
Osman AYDOĞAN
Bir kurultayın ardından...
Samuel Barclay Beckett (1906 -1989) İrlandalı yazar, oyun yazarı, eleştirmen ve şairdir. Beckett ayrıca "Absürt Tiyatro" olarak adlandırılan akımın en önemli yazarı sayılır.
Beckett'in eserlerinin sade ve temel olarak minimalist olduğu söylenir. Bazı yorumlara göre, çağdaş insanın durumu hakkında oldukça kötümser eserler vermiştir. Beckett, bu kötümserliği kara mizah yoluyla anlatır. Beckett’in modern insanın yoksunluğu ve kayıtsızlığı üzerine kurguladığı en bilinen eseri ‘’Godot'yu Beklerken'’dir. (Kabalcı Yayınevi, 2000)
''Godot'u Beklerken'' isimli zaman kavramı olmayan oyunda oyunun varoluş sancıları çeken kahramanları Vladimir ve Estragon, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışırlar ve Godot diye birini beklerler. Ancak bu sonuçsuz bir bekleme eylemidir. Gelmeyeceğini bildikleri halde Godot'u beklerler. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek, işlevini yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.
Bu şekilde eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ne olduğunu bilinmeyen bir kimseyi veya "şeyi" beklemelerini konu alan absürt tiyatronun en önemli eserlerinden birisidir ‘’Godot’u Beklerken’’. ''Godot'u Beklerken'' bir bekleyişin, bir umudun, bir eleştirel yaşamın ve bir ideolojik başkaldırının kitabıdır. ''Godot'u Beklerken'' aynı zamanda bir varoluş kitabıdır, kahramanlarının var olduğunu kanıtlama kitabıdır. Kahramanların var olduklarını kanıtlamak sebebiyle yapmış olduğu eylemler ve sürekli bir iletişim içinde bulunma gayreti aslında var olmanın bir haykırışıdır.
Oyun, varoluşçuluk felsefesini çok çarpıcı bir biçimde işler. Bu da oyundaki iki ana karakterin “yarına kalmamız için bir nedenimiz olmalı” fikriyle paralel olarak gelişen hareketleriyle anlaşılır. Vladimir ve Estragon, aslında insanın doğumu ile ölümü arasındaki serüveni anlatır. Oyun aynı biçimde başlar ve aynı biçimde sonlanır. Beckett, anlamsız bir varoluşun sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen sürecinden bir kesit sunar.
Oyun karakterlerinin oyunda geçen bazı sözlerini buraya almak istiyorum:
‘’Bana öğrettiğin kelimeleri kullanıyorum. Artık hiç bir anlama gelmiyorlarsa, bana başkalarını öğret. Ya da bırak susayım.’’
‘’Bir kişiye gerektiğinden fazla değer verirsen, ya onu kaybedersin ya da kendini mahvedersin.’’
‘’Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; herşey söylenmemiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.’’
‘’Hepimiz deli doğuyoruz. Bazıları böyle kalıyor.’’
‘’Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi.’’
‘’Herkes çarmıhını kendi sırtında taşır.’’
‘’İşte karşınızda tüm yönleriyle insan, suçlu kendi ayağıyken ayakkabısına kızıyor.’’
''Yaşlanacak zamanımız var. Hava çığlıklarımızla dolu. Ama alışkanlık büyük bir uyuşturucu.''
"Her zaman kendimize var olduğumuz izlenimini verecek bir şeyler buluyoruz."
‘’Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.’’
Vladimir ve Estragon’un oyun içinde diyalogları vardır. Bunlardan birkaçı:
Estragon: Gidelim.
Vladimir: Gidemeyiz.
Estragon: Neden?
Vladimir: Godot'yu bekliyoruz.
İşte bu nedenle, ‘’Godot’u Beklerken’’; gitmek isteyip gidemeyişin, kalmak isteyip kalamayışın kitabıdır. Alışkanlıklarına hapsolmuş insanların kitabıdır. Arafta kalanların kitabıdır.
Estragon: Haklarımızı kaybettik ha?
Vladimir: Haklarımızdan kurtulduk.
İşte bu nedenle, ‘’Godot’u Beklerken’;’ hiç mücadele vermeden sahip oldukları haklarından kurtulanların kitabıdır.
Estragon: Hiç terk ettim mi seni?
Vladimir: Gitmeme izin verdin.
İşte bu nedenle, ‘’Godot’u Beklerken’’; çağdaşlığın, uygarlığın, aydınlığın, ışığın, refahın, huzurun, kişiliğin, onurun, gururun gitmesine izin verenlerin kitabıdır.
Hayatta istediklerine ulaşmak için çaba göstermeyen sadece zamanın getirmesini bekleyen insanların kitabıdır ‘’Godot’u Beklerken’’. Kitaptaki karakterler kendilerinin de bir şeyler yapabileceklerini düşünmezler bile. Godot'nun onları bulacağına inanırlar, beklerken de yapacakları tüm şeyleri ertelerler, bu bekleyişin sonu hüsrandır tabi. Tıpkı bizlerin de ‘’Sarı Saçlı’’, ‘’Mavi Gözlü’’ kahramanımızı tıpkı oyun karakterlerinde olduğu gibi kötümser, yoksun ve kayıtsızca hiçbir şey yapmadan aynı şekilde beklediğimiz gibi…
Bu hüsranın sonucu Vlademir kendisini asmak için kemerini çıkarır. O an pantolonu düşer. Seyirci de tam üzülecekken boş bulunup güler. Tıpkı bizlerin de ülkemizde olan bitene boş bulunup güldüğümüz gibi…
Ve yine bir yenilgiden sonra tüm bu yenilgilerin müsebbipleri olan kifayetsiz muhteris muhalifler sahne alırken Samuel Backett’in oyundaki en önemli sözü kulaklarınızda çın çın çınlar;
‘’Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.’’
Osman AYDOĞAN
Yolum düştü Suriye’ye Afrin’e…
Erol Toy'un çok güzel bir kitabı vardı iki ciltlik: ''Toprak Acıkınca'' (Yaz Yayınları, 1998) Kurtuluş savaşını anlatırdı… Bu kitapta bir hikâyecik hatırlıyorum torun ile nine arasında geçen...
''Nine ölüm nedir?'' ''Ölüm neye benzer biliyor musun Hasan?'' ''Neye nine'' ''Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Belirli bir süre içinde acıkır. O zaman sürmek gerekir onu. Ekmek gerekir. Doyduysa ne âlâ. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. Oda yetmez Hasan'ım. Gayrı alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır.'' Susar nine... Bir süre düşünür sonra yeniden devam eder: ''İşte ölüm, insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzer.''
Terörden bir tohum gibi toprağa düşen gencecik askerlerin, polislerin, insanların haberleri gelince hep bu nineyi anımsarım. Düşünür, sorgularım... Nasıl bir açlıkmış bu böyle? Bu toprakların ne doymak bilmez, ne bitmek bilmez bir iştihasıymış bu?
1’nci Dünya Savaşı'nda, Enver Paşa, Galiçya'ya da asker göndermeye karar verince; birliklerde talimler yoğunlaşmış... Bazı onbaşılar da, acemi eratı yetiştirmeye çalışıyormuş... Bir onbaşı, askere yeni gelmiş bir neferi çekmiş önüne; ''Sol yanın doğu, sağ yanın batı, önün güney; söyle bakalım, demiş, arkanda ne kaldı?'' Nefer boynunu bükmüş: ''Arkamda'', demiş, ''arkamda genç bir kadınla, iki küçük çocuk kaldı...''
Kimisi nişanlı, kimisi evli... Kimisinin bebeği yolda, kimisininki daha yeni kucakta… Kimisinin terhisi gelmiş, kimisinin daha yeni tayini çıkmış, kimisi daha yeni göreve başlamış… Her birisinin, ciğerleri sızlatan daha nice hikâyesi... Eline diken battığında yüreği yanan anaların bir anlatılamaz evlat acısı… Sekiz genç insan…
Erzurum yöresinden Muharrem Akkuş ile Yücel Paşmakçı’nın derledikleri bir türkü vardı, askere gidip de dönmeyen evlat acısını anlatan;
‘’Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte canan bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Yandı ciğerim de canan buna ne çare’’
Daha sonra bu türküye Kore Savaşı nedeniyle bir dörtlük de eklenmişti;
"Kore dağlarında ot kucak kucak
ne bilsin analar (oy oy) böyle olacak
rahmet yerine kurşun yağacak
gitti de gelmedi canan buna ne çare"
Bugün artık Kore'nin dağlarında kucak kucak otlar yanmıyor ama bugün tüm bir milletin ciğeri yanıyor.
Gitti de gelmedi canan buna ne çare?
Yandı ciğerim de canan buna ne çare?
Malatyalı Fahri Kayahan'ın günümüzde artık kimseciklerin bilmediği güzel bir türküsü var: ''Yolum Düştü Suriye'ye Halep’e’’ diye… Bu türküyü kendi sesinden vermeden geçemedim... Bu türküde öyle bir ''Halep'' deyişi vardır ki Malatyalı Fahri'nin - siz yine de ‘’Halep’’e yerine Halep yolu üzerindeki ‘’Afrin’e’’ diye dinleyin - ve ‘’gitti de gelmedi canan’’ diye feryat eden içlerine ateş düşmüş ocakları düşünün. O zaman zaten kafesine hapsedilmiş yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınır kalbiniz...
Milletimizin başı sağolsun…
https://www.youtube.com/watch?v=auGtc6e7Nb8
Osman AYDOĞAN
Lili Marleen
Attila İlhan’ın bir şiiri vardı: ‘’Lili Marleen Türküsü’’
"Lili Marlen Türküsü"
Akşam olur mektuplar hasretlik söyler
Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü
Siperden sipere ateş tokuşturanlar
Karanlıkta dem tutan ishak kuşu
Biz insanlar yemin ettik imanımız var
Hürriyet için hürriyet aşkına
Savulacak dönem savulacak düşman
Dehrin cefasını çektik sefasını süreceğiz
Akşam olur mektuplar hasretlik söyler
Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü
Dost ağlar karanfilim dost ağlar karanfilim
Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz
Attila İlhan'ın ‘’Lili Marleen Türküsü’’ isimli şiiri işte böyledir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinde yaralı gönüllere ılık bir nefes aldıran Lili Marleen efsanesi ve melodisi çok daha başkadır. Attila İlhan işte bu Lili Marlen efsanesini şiirinde anlatmaya çalışır.
Nedir bu Lili Marlen efsanesi? İşte bu yazımda sizlere bu efsaneyi anlatmak istiyorum…
‘’Lili Marleen’’ isimli bir şarkı İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın Hamburg sahillerindeki balıkçıların ağızlarında dolaşan romantik bir şarkıyken mırıldanan balıkçıların ağzından bütün şehre, oradan da bütün Almanya’ya yayılır.
‘’Lili Marleen’’ şarkısını Lale Andersen (asıl adı Liese-Lotte Helene Berta Bunnenberg, 1905-1972) adında bir genç kız seslendirir, şarkı Lale Anderson’un sesiyle meşhur olur, bir plak şirketi bu melodiyi onun ağzından plağa alır.
Savaş günlerinde bir gün, tesadüfen onun şarkısı Almanların işgali altında bulunan Belgrat Askerî Radyosunda çalınır ve çok beğenilir. (Attila İlhan’ın ‘’Lili Marleen Türküsü’’ adlı şiirinde bahsettiği Zagrep Radyosu muhtemelen sehven yazılmıştır. Doğrusu Belgrat Radyosudur.)
Bu askerî radyo Belgrat’tan yayın yapan Alman ordusunun ‘’Soldatesender Belgrat’’ adlı radyosudur. (Hatırlarsanız Malatya’ya Kürecik radarını korumak için gelen Alman Patrioit birliği de bu radyoyu kurmak istemişti de hükumet izin vermemişti. Bu Almanların geleneksel uygulamasıdır, Almanya dışında nerede bir Alman birliği var moralleri için bu ‘’Soldatensenger’’ radyosu kurulur. Sahi bizim de Bosna’da, Afganistan’da, Irak Başika’da, Suriye’de, Afrika’da değişik amaçlarla askerimiz var da neden bizim böyle bir radyomuz yok?)
O günden sonra Belgrat radyosuna Almanların işgali altında olan İtalya, Fransa, Afrika’dan plağın tekrar çalınması için mektuplar yağmaya başlar.
Günlük programlarda müteaddit defalar çalınan şarkı kısa zamanda meşhur olur ve dünya çapında sevilen bir eser haline gelir. Şarkı yalnız Almanlar tarafından değil, cephede çarpışan İngilizler ve Amerikalılar tarafından da çok sevilir.
Aslında İkinci Dünya Savaşı’nda meşhur olan bu şarkının sözleri, şiir olarak, Birinci Dünya Savaşı’na katılmış bir Alman askeri olan Hans Leip tarafından yazılır. Leip, 1915 yılında, Karpatlar’daki Rus cephesine gönderilmeden önce tanıdığı; manavın kızı Lili ile doktorun kızı Marleen’i birleştirerek sunmuş olduğu hayali-düşsel sevgiliye, ‘‘Nöbetçi Genç Askerin Şarkısı’’ adında yazdığı bir şiirdir.
Leip 1937 yılında yayınladığı bir kitabında, bu şiire de yer verir. İki kız arkadaşın hatıralarını canlı tutmak amacıyla yazılan bu lirik şiir; nöbetçi genç askerin, hayali olarak kışlasının kapısının önündeki lambanın altında, sevgilisiyle buluşmasını ve ayrılışlarını, hüzünlü vedalarını hatırladığında hissettiği duygularını yansıtıyordu. Şiir, yayınlandığı yıl Alman besteci Norbert Schultze tarafından bestelenir.
Bestelendiği yıllarda ve sonrasında çok da dikkat çeken bir parça olmaz, ta ki anlatıldığı gibi İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllara kadar...
Lili Marleen, askerlere vatanlarını ve geride bıraktıkları eşlerini, sevdiklerini, yavuklularını hatırlatır. Anavatandan çok uzaklarda, evlerinin ve sevgililerinin hasretine dayanmayan askerlerden birçoğu şarkıyı dinlerken ağlarlar. Şarkı o kadar tutulur ve sevilir ki, radyolarda bu plak çalındığı müddetçe cephedeki her iki tarafın askerleri de silahlarını bırakarak şarkıyı dinlerler.
Marlene Dietrich (Marie Magdalene Dietrich) Amerika’da şarkıyı İngilizceye tercüme ederek, Amerikan askerlerinin çarpıştıkları cephelere kadar gidip söylemeye başlar. Aynı faaliyeti Lale Andersen Alman askerlerinin çarpıştığı cephelerde yapar.
Bir Alman askeri, savaş sonrasında yazdığı anılarında şöyle der: “Kuzey Afrika cephelerinde, bütün gün siperlere gömülüp, kıran kırana savaşan askerler, saat ona beş kala ateşi keserler, Belgrat Radyosu’nu dinlerlerdi. Bir gün yine Lale Andersen, Lili Marleen’i söylemeye başladı. Biraz sonra karşı, düşman siperinden bir ses duyuldu. Aksanlı ve bozuk bir Almanca ile sesleniyordu: 'Hey... Radyonun sesini biraz daha açsanıza.' ”
Bu şekilde Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’nın en kara günlerinde düşmanlar arasındaki cephelerde bir ışık olur, düşmanlar arasında bir sevgi olur Lili Marleen. Dilden dile tercüme edilip, ateş fasılalarında askerlerin soluk aldığı bir ezgi olur Lili Marleen. Daha sonra Lili Marleen tüm dünyada askerlerin sevgilisi olur, 40’tan fazla dile çevrilir ve söylenir.
Alman Propaganda Bakanı Josef Goebbels bu şarkının çok hissi ve duygusal olduğunu askerlerdeki çarpışma azmini kırdığını ileri sürerek yasak edilmesini ister. Fakat başarılı olamaz çünkü şarkı bütün dünyayı tutmuş ve herkesin malı olmuştur. Ancak Goebbels, Lili Marleen’i ‘’halkın moralini bozucu olması’’ gerekçesiyle Almanya’da yayını yasaklar. Lale Andersen’in de 9 ay süreyle şarkı söylemesini yasaklanır.
Gerçi bu yasaklama kararının tek nedeni bu şarkı değildir; Lala Andersen’un Rolf Lieberman (1910-1999) adlı İsviçreli bir besteciyle ile yakın arkadaş olması da önemli bir etken. Çünkü Lieberman Yahudi’dir. (Goebbels bu yakınlığı bozmayı da beceremez, bu iki sanatçının yakınlıkları Lale Andersen’in ölümüne kadar sürer.) Bu yasağa rağmen Belgrat Radyosu yöneticisi Teğmen Karl-Heinz Reitgen, Afrika Korps’da (Kuzey Afrikada’ki Alman Birlikleri) çarpışan bir arkadaşı için bu şarkıyı her akşam çalmaya başlar.
Bütün uğraşısına rağmen şarkının popüler olmasını engelleyemeyen Goebbels, Lale Andersen’e düşman kesilir. Zürich’te bir Yahudi müzisyenle mektuplaştığını bahane ederek onu tutuklattırır. Andersen iki ay hapiste kalır. Hapishanede çok acı günler geçirir, bir aralık fazlaca uyku hapı alarak intihara teşebbüs ederse de başaramaz. Hadiseden sonra Alman cephelerinde büyük bir kargaşa başlar. Binlerce asker Hitler’e mektup yazarak Andersen’in serbest bırakılmasını ve şarkısını tekrar dinlemek istediklerini bildirir. Askerlerin bu isteğine karşı koyamayan Hitler sanatçının serbest bırakılmasını emreder.
Harp sonunda Almanya İngilizler ve Amerikalılar tarafından işgal edilince İngilizler Lale Andersen’i Londra’ya götürür. Genç şarkıcı Lili Marleen şarkısını İngilizce ve Almanca söyleyerek bütün İngiltere’yi ve daha sonra Amerika’yı dolaşır. Lale Andersen 1972 senesinde hayata gözlerini kapar.
Bir devre damgasını vuran eser, savaş yıllarından kalan belki de en tatlı hatıradır.
Ancak burada Marlene Dietrich'i anınca ona ayağa kalkıp selam vermek geçti içimden. Gerçi bu ayrı bir yazı konusu ama madem adı geçti kısaca anmak istiyorum:
Marlene Dietrich ''Lili Marleen''i seslendirmesine ve çok da beğenilmesine rağmen Lili Marleen onun en güzel eseri değildi... Anlattığım gibi ''Lili Marleen''i en güzel Lale Anderson söylerdi. Marlene Dietrich'in en güzel eseri Hertha Koch'un 1963'te yazdığı ''In den Kaserne'' (Kışlada) isimli sözlere ertesi sene Londra'da can verdiği şarkısıydı. Bu coğrafyalarda dinletilmesi değil ezberletilmesi gereken bir şarkıdır diye düşünürüm. Sözlerini anlıyorsanız eğer bana hak vereceğinize inanıyorum.
Alman askeri sevdiklerine özlemini böyle dile getirirken bizde ise Hamza Şenses’in Urfa Türküsünü Muzaffer Akgün ‘’Kışlalar doldu bugün, doldu boşaldı bugün’’ diye başlayıp şöyle bitirirdi: ‘’Yaralandım yatmadım, yaram açıp bakmadım, kaldı hasretimiz kıyamete, güzel boynuna el atmadım.’’
Ve her devirde ve her yerde ve her millette askerler cephelerde yavuklularına ve sevdiklerine özlem içinde hayata gözlerini yumarlar, başkaları daha mutlu ve refah içinde yaşasınlar diye...
Cephelerden, kışlalardan, mevzilerden gelen haberlerin ardında ne imkânsız özlemler, ne mümkünsüz sevgililer ve hayaller vardır… Farkında mısınız?
Osman AYDOĞAN
Lale Andersen’in sesinden ‘’Lili Marleen’’:
https://www.youtube.com/watch?v=8DXruigKRRc
Marlene Dietrich sesinden Lili Marlen:
https://youtu.be/BxABPZlNut8
Marlene Dietrich sesinden ‘’In den Kasernen’’:
https://www.youtube.com/watch?v=NnCS2k1Ngs4
Lili Marleen
Vor der Kaserne
Vor dem großen Tor
Stand eine Laterne
Und steht sie noch davor
So woll'n wir uns da wieder seh'n
Bei der Laterne wollen wir steh'n
Wie einst Lili Marleen.
Unsere beide Schatten
Sah'n wie einer aus
Daß wir so lieb uns hatten
Das sah man gleich daraus
Und alle Leute soll'n es seh'n
Wenn wir bei der Laterne steh'n
Wie einst Lili Marleen.
Schon rief der Posten,
Sie blasen Zapfenstreich
Das kann drei Tage kosten
Kam'rad, ich komm sogleich
Da sagten wir auf Wiedersehen
Wie gerne wollt ich mit dir geh'n
Mit dir Lili Marleen.
Deine Schritte kennt sie,
Deinen zieren Gang
Alle Abend brennt sie,
Doch mich vergaß sie lang
Und sollte mir ein Leids gescheh'n
Wer wird bei der Laterne stehen
Mit dir Lili Marleen?
Aus dem stillen Raume,
Aus der Erde Grund
Hebt mich wie im Traume
Dein verliebter Mund
Wenn sich die späten Nebel drehn
Werd' ich bei der Laterne steh'n
Wie einst Lili Marlee
Türkçesi
Lili Marlen
Kışla kapısının önündeki fener
Eskiden de oradaydı, şimdi de orada
Orada tekrar görüşsek ya
Dursak yine lambanın altında
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
İkimizin gölgesi sanki birdi
Birbirimizi nasıl sevdiğimiz kolayca görülebilirdi
Ve herkes yine görmeli
Bizi lambanın altında
Eskisi gibi, Lili Marleen
Derken nöbetçi seslendi
'Yat borusunu çalıyorlar, üç gün cezası var!' dedi
'Hemen geliyorum, yoldaş' dedim
Ve sana veda ettim
Ah, oysa ki nasıl isterdim gelmeyi
Seninle, Lili Marleen
Yerinde adımların, zarif yürüyüşün
Akşam boyu parlıyordur, ama beni unutalı çok olsa gerek
Bana bir şey olursa eğer
Kim kalacak lambanın altında
Seninle, Lili Marleen?
Sessiz odalardan, yerin yatağından
Aşk dolu dudakların, bir rüya gibi, beni kaldırıyor
Sabahın sisi dağıldığında
Lambanın altında olacağım
Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen
In den Kasernen
In den Kasernen, da warten sie.
In den Kasernen, da schult man sie.
So war es immer und endet nie.
In den Kasernen, da warten sie.
Von schönen Mädchen, da träumen sie
Die schönen Mädchen verlassen sie
So ist es immer und endet nie.
Von schönen Mädchen, da träumen sie.
Kommt man sie holen, dann gehen sie.
Ob sie auch wollen, das fragt man nie.
So war es immer, das wissen sie.
Kommt man sie holen, dann gehen sie.
Auf Menschenbrüder, da schießen sie.
Und Menschenbrüder befehlen sie.
So war 's schon immer und endet nie
Auf Menschenbrüder, da schießen sie.
Kreuz unter Kreuzen, so enden sie.
Kreuz unter Kreuzen, wer denkt an sie.
So war es immer, begreift man nie.
Kreuz unter Kreuzen, so enden sie.
In den Kasernen, da warten sie.
Neue Kasernen baut man für sie
Es ist wie immer und endet nie.
In den Kasernen, da warten sie.
Afrin (2)
30 Ocak 2018
Nereden nereye geldik?
Yıl 2005… Bahar aylarıydı… Suriye / Şam’a ortak bir kamp dönemi çalışması için ekip başkanı olarak bir milli takım kafilesini götürmüştüm... Bir boş günümüzde ekip olarak Şam’ın en işlek caddesinde yürüyüş yapıyorduk… Tek tip bir kıyafetimiz vardı… İçlerinde, milli sporcular arasında tabii ki ben de en yaşlıları idim... Aramızda Türkçe konuşuyorduk... Derken biraz da köylü kıyafetli, saçı sakalı birbirine karışmış, avurtları çökmüş, saçları beyazlaşmış yaşlı biri bana yöneldi ve kısık bir sesle Arapça olarak: ‘’Siz Türk müsünüz?’’ diye sordu… ‘’Evet... Bizler Türk’üz’’ dedim… Yaşlı adam hemen boynuma sarıldı… Ben de gayri ihtiyarı ona sarıldım... Adam başladı hüngür hüngür ağlamaya… Hemen cebimden kâğıt mendil çıkardım… Adam gözyaşlarını sildi, sakinleşti ve başladı Arapça olarak anlatmaya… Özetle şunları söylemişti: Kendisi şoförmüş... Yıllarca Şam – İstanbul ve Bursa arasında araba sürmüş... Geçirdiği bir kaza neticesinde de bir daha Türkiye’ye gidememiş… Yaşlı adamın o içten sesiyle ‘’Çok özledim o güzel yerleri, oraları, o güzel insanları’’ sözü hala kulaklarımda çınlar…
Nereden nereye geldik değil mi?
Daha gerilere gideyim…
Yıl 1982… Eylül sonuydu… Süphan dağının hemen eteğindeki Malazgirt’e bağlı Selekütlü köyündeyim… Bu köye sık sık gelmiştim… Ve köyde yaşlı, beyaz sakallı bir amca (o zaman yaşıma göre öyle) her defasında beni evine davet eder, çay, zaman zaman da yemek, olmadı börek çörek ikram eder idi… Bu defa geldiğimde de yine ikramlarda bulunmuştu… Ama bu sefer heyecanlıydı... Yerinde duramıyordu… Bana bir sarılmıştı, bir sarılmıştı… Uzun süre ellerimi bırakmamıştı… Sonra ellerini göğe kaldırıp öylesine içten bir dua etmişti ki: ‘’Allah devletimizi başımızdan eksik etmesin!’’ Durduk yerde bu duaya anlam verememiştim... Benim anlamsız anlamsız baktığımı görünce açıklamak zorunda kalmıştı amca… ‘’Görmüyor musunuz?’’ demişti… ‘’Filistinlileri görmüyor musunuz? Onların devleti yok, bakın başlarına geleni!’’ Ve duayı tekrarlamıştı: ‘’Allah devletimizi başımızdan eksik etmesin!’’
Konuyu o zaman anlamıştım… Eylül 1982 ortasında o zamanki İsrail Savunma Bakanı olan Ariel Şaron'un yönlendirmesiyle İsrail yanlısı aşırı sağcı Hristiyan Falanjist milisleri Batı Beyrut’ta Sabra ve Şatilla adındaki Filistin mülteci kamplarını basarak çocuklar dâhil binlerce Filistinliyi katletmişlerdi... İyi de bu dağ başında bu köylü gazete yok, TV yok, İnternet yok bu haberi nasıl almış ve kendisine nasıl bir ders çıkarmıştı: ‘’Allah devletimizi başımızdan eksik etmesin!’’
Şimdi nerelerden nerelere geldik değil mi… Şimdi gidin görün Selekütlü köyünü…
(Yıl 2008… 26 yıl sonra yine Selekütlü köyündeyim... Bu sefer müşkül bir konu için bu köydeyim… Bu amca vefat edeli yıllar yıllar olmuş… Konu uzun ama beni bu müşkül durumdan bu amcanın hatıraları kurtarıyordu... Köylülerle beraber gidip mezarını ziyaret etmiş, ruhuna Fatiha okumuştum...)
İçeride ve dışarıda böylesine insanları kaybede kaybede bu noktalara geldik…
Hangi mantık, hangi milli çıkar, hangi politika, hangi dini gerekçe size Şam’da Cuma namazını kılmayı emreder? Hangi mantık, hangi milli çıkar, hangi politika, hangi dini gerekçe ‘’Allah devletimizi başımızdan eksik etmesin!’’ diyen bir tevekkülden sizi bu noktaya getirir?
İçeride işte bu insanları küstürdük… Dışarıda işte bu insanları uzaklaştırdık…
Konu bu şekilde devam ederse biliyorum ki çok uzayacak ve Afrin’e gelemeyeceğiz…
ABD’nin PYD aşkı ve sevdası
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana NATO/ABD/Avrupa (Batı) bloğunda yer alan Türkiye 2000’li yılların başına kadar bazı sorunlara rağmen hep bu bloğun içinde kaldı. Bu süreç içerisinde dış politikada, özellikle AB ile olan sorunlarda ABD bazı sorunlar olmasına rağmen (Kıbrıs, ambargo gibi) Türkiye’nin en büyük destekçisi idi…
Ancak 2000’li yıllardan itibaren artan bir hızla Türkiye bu bloktan (Batı) uzaklaşmaya ve yavaş yavaş Rusya ve Çin eksenine kaymaya ve Araplara yaklaşmaya başladı.
Bu politikanın bir parçası olarak Türkiye’nin biraz Araplara yaranmak için biraz da ideolojik olarak yaptığı İsrail düşmanlığı daha önce kendi güvenliğini Türkiye’de gören İsrail’i ve ABD’yi bölgede özellikle İran ve Hizbullah tehlikesine karşı başka müttefikler aramaya yönlendirdi… Türkiye’nin de çok büyük katkıları olduğu bölgenin parçalanmasıyla (Irak ve Suriye gibi) İran bölgeye yerleşti, İran bölgeye yerleştikçe de İsrail de bu kaos ve tehdit ortamında kendilerine aradıkları ittifakı hem Irak’ta hem de Suriye’de Kürtlerde buldular… ABD’nin Suriye Kürtlerine (PYD) (Demokratik Birlik Partisi) ve Irak Kürtlerine (KDP, Barzani) olan aşkı İsrail’in bu güvenlik endişesinden kaynaklanmakta olduğu, İsrail’in bu güvenlik endişesi devam ettiği sürece de bu aşkın ve bu sevdanın devam edeceği değerlendirilmektedir… ABD’nin (ve de İsrail’in) bu PYD aşkı ve sevdası Türkiye’nin bir saplantı haline getirdiği Türkiye’yi bölmek, Türkiye'yi parçalamak için değil İran’a karşı İsrail’in güvenliği için bir ittifak arayışından doğduğu değerlendirilmektedir.
Ancak ABD’nin PYD aşkı bu sefer de Türkiye’nin güvenliğini tehdit etti… Bu tehdit nedeniyle Türkiye geçen sene ‘’Fırat Kalkanı’’ harekâtını icra etti… (Ağustos 2016 - Mart 2017)
Ancak bu harekât da Türkiye’nin endişelerini gidermedi… ABD'nin PYD ile bu bölgede 30 bin kişilik bir ordu kurma niyeti üzerine Türkiye bu sefer de 21 Ocak 2018 günü Suriye'nin kuzeybatısında bulunan Afrin bölgesine ‘’'Zeytin Dalı Herakâtı’'nı başlattı…
PYD bu bölgeye nasıl yerleşti?
Suriye rejimi Türkiye’den düşmanlık görmeye başladığı noktadan itibaren rejim güçlerini Suriye kuzeyinden çekerek bu bölgeyi bilerek ve isteyerek PYD güçlerine (YPG) (Halk Koruma Birlikleri) bıraktı... PKK’nın yıllardır hamiliğini yapan Suriye rejimi PYD’nin pek ala ne demek olduğunu çok iyi biliyordu… Bu şekilde Suriye PKK belasını Türkiye’nin güneyine de sarmış oluyordu. Çünkü PYD/YPG Batı’da (ve özellikle ABD de tanındığı gibi) hiç de masum bir örgüt değildir, hele hele YPG, İŞİD’e karşı savaşan seküler gençler hiç değildir... PYD’nin içtüzüğünde parti üyeliğini düzenleyen üçüncü maddesinde parti üyesinin görevleri sıralanırken birinci görev şöyle verilir: “Lider Abdullah Öcalan’ın ve Kürt halkının değerleriyle gurur duymak, onlara bağlı olmak ve lideri esaretten özgürleştirmek için mücadele etmek...” Yani PYD ve PKK geçişkendir, birdir, bütündür…
Bu noktada durup bu işin teorisyenleri ne diyor bunlara bir bakalım…
Kadim Çin askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu, günümüzden 2300 yıl önce imparatoruna “Devlet Yönetme Sanatı” (Savaş Sanatı) adlı bir eserini sunar. (Anahtar Kitaplar, 2016)
Sun Tzu’nun bu eseri MÖ 6. yüzyılda askerî taktikler, savaş ve strateji üzerine yazılmış en eski ve en iyi çalışmalardan biridir ve askerî konularda ve ötesinde tarih boyunca çok büyük etkisi olmuştur. 20. yüzyılın sonlarından itibaren ekonomi ve iş dünyasında da kullanılmaya başlanılmıştır.
Her biri savaşın farklı bir yüzünü anlatan 13 bölümden oluşur ve askerî strateji ve taktiğin temel kitabı olduğu kabul edilir. Çin'in ‘’Yedi Askerî Klasik’'i arasında en önemlilerindendir.
Sun Tzu, günümüzden 2300 yıl önce imparatoruna şu öğütleri veriyordu:
“Savaş sanatından anlayan kişi başkalarının gücünü savaşmadan alt eder, kentleri kuşatmadan düşürür. Hasım milletleri, uyumlarını, morallerini çökerterek teslim alır.”
“Usta komutan hasım orduyu savaşmadan alt edendir.”
“Vuruşma incitir (yıpratır), tahkimli mevziiye taarruz kırım demektir. Önemli olan düşmanın stratejisini bozmaktır. Savaşmak değil.”
“Yüksek savaş sanatı, düşmanın mukavemetini, meydan savaşlarında kazanılacak zaferlerle değil, meydan savaşına başvurmadan kırabilmeyi gerektirir.’’
‘’Uzun süreli bir savaş önce orduyu sonra milleti yozlaştırır.’’
Pardon, Sun Tzu, bu öğütleri kendi imparatoruna veriyordu… Biz çoktaaan harekâta başladığımıza göre bu öğütler bizi ilgilendirmiyor demektir… O zaman Sun Tzu’yu geçelim…
Gelelim Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz’e (1780-1831). Clausewitz günümüzde en tanınmış ancak düşünceleri en çok göz ardı edilen bir strateji uzmanıdır. Ölümünden sonra karısının düzenlediği notlarından oluşan ve savaş stratejisi konusunda yazılmış önemli eserlerden birisi kabul edilen ‘’Savaş Üzerine’’ (vom Kriege) adlı eseri (Doruk yayınları, 2015) askerlerden ziyade siyasetçilerin okuması ve anlaması ve içselleştirmesi gereken bir eserdir.
Bolşevik devriminde Lenin’in Clausewitz’in bu eserinden ciddi olarak yararlandığı bilinir. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması sırasında “Ben Clausewitz’i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok!” diyerek ifade eder.
Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’ adlı eseri zor ve çelişkilerle dolu görünse de fikirlerini şu şekilde basitleştirerek özetleyebilirim:
‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi zannetmeyin.’’
‘’ ‘Mutlak Savaş’ haline dönüşen bir savaşın hiçbir amacı yoktur, bu yüzden savaşların alevlenmemesi için sınırlar konmalıdır.’’
‘’Savaşların açık ve uygulanabilir hedeflerinin olmasına dikkat edin.’’
‘’Savaşı, düşmanın onsuz direnemeyeceği “ağırlık merkezi’‘ni çökerterek kazanın. Bu aslında ana kuvvetlerin yok edilmesi anlamına gelir.’’
‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. (Örneğin, Napoleon Moskova’yı aldı ama Rus ordusu dağılmadı). Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’
‘’Savaşların ucuz ve kolay olduğunu zannetmeyin. Kendinizi güçlü bir şekilde geride tutarsanız, düşmana pek şans tanımamış olursunuz.’’
‘’Savaşın dehşetinden kaçabileceğinizi zannetmeyin. Akıllıca manevralar ve blöflerle savaşı kazanabileceğiniz düşüncesiyle kendinizi kandırmayın. Bu yüzden, öncelikle ‘çok güçlü’ olun.”
‘’Halkın, hükumetin ve ordunun birliği işe yarar. Bu üçünden birinin zayıf olması bütün emekleri boşa çıkarır. (Vietnam’daki savaşı desteklemeyen Amerikan halkı gibi). Bu üç konuda da sağlam olmadıkça savaşa kalkışmayın.’’
Clausewitz eserinde tez olarak da şunu ortaya koyar: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka şey değildir.” Yani basitçe demek ister ki Clausewitz ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’
Afrin Harekâtının safhaları
Şimdi bizim siyasetçilerin Clausewitz’i okuyup okumadıklarını, okudularsa da anlayıp anlamadıklarını bilmiyorum ama siyasetçilerin Afrin konusunda söylediklerini biliyorum… Siyasetçiler Afrin konusunda şöyle diyorlardı:
Başbakan Binali Yıldırım: “Harekâtın dört safhası olacaktır. İlk safhada, sınır boyunca Hatay’ın doğu ve Kilis’in güney sınırlarını, Azez bölgesinin de batı hattını izleyen 20-30 kilometre genişliğinde bir güvenlik kuşağı oluşturulacaktır. İkinci safhada bizzat “Afrin merkezinde ve diğer bölgelerde yerleşik terör örgütleri yok edilecektir.’’ Ancak Başbakan harekâtın üçüncü ve dördüncü evreleriyle ilgili bir bilgi vermemiştir.
Ancak Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, harekâtın başlamasından hemen önce “Atacağımız adımlar Afrin ile sınırlı kalmaz. Burada Menbiç ve Fırat’ın doğusu da var” diyerek harekâtın üçüncü ve dördüncü evrelerinin hedefini ortaya koyuyor.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ise şu açıklamayı yapıyor: “Bölücü terör örgütü bölgeden tamamen temizlenene, Suriye’nin asli sahipleri olan ve 3.5 milyona yakını halen ülkemizde yaşayan kardeşlerimiz güvenle evlerine dönene kadar operasyonlarımız sürecektir.”
Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan da 16 Ocak 2018’de şu demeci veriyor: “İnşallah yarın öbür gün, kısa bir süre içinde Afrin ve Menbiç’ten başlayarak Suriye’deki diğer terör yuvalarını da birer birer dağıtacağız.” Cumhurbaşkanı Erdoğan 27 Ocak 2018’de de şu demeci veriyordu: ‘’İdlib'e yürüyeceğiz Allah'ın izniyle.’’ TBMM Başkanı İsmail Kahraman da Afrin Harekâtını kastederek ‘’Cihat olmadan ilerleme olmaz’’ diye demeç veriyor. (26 Ocak 2018)
Bu açıklamalar muhtemelen harekâtın iki amacının olduğunu, birinci amacın ‘’Terör örgütünün bölgeden tamamen temizlenmesi”, ikinci amacının ise “3.5 milyona yakın Suriyelinin ülkelerine dönmesinin sağlanması’’ olduğunu gösteriyor...
Burada kastedilen bölge Cerablus’tan Irak sınırına kadar kuş uçuşu 400 kilometreye yaklaşan ve olduğu gibi PYD/YPG’nin kontrol ettiği bir sınır hattı ve güneyindeki uçsuz bucaksız bir coğrafyaya demektir… Bu coğrafyanın içinde PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG’nin ilan ettiği Kobani ve Cezire kantonları da var. Bu alan, Suriye coğrafyasının yaklaşık üçte birine tekabül ediyor.
Afrin Harekâtının geleceği
Siyasilerin bu söylemlerinin hiç de harekâtın başlangıç konseptine ve bu harekâtta kullanılan gücün çap ve kapasitesine ve öngörülen zamana uygun olmadığı görülüyor. Bu söylemler daha farklı, daha kapsamlı ve daha uzun vadeli bir stratejiyi ve kuvveti gerekli kılmaktadır.
Burada da konu gelip ‘’Strateji’’ kavramına takılıyor…
‘’Strateji’’ basit bir kavram değildir… Tarihin sayfaları bu kavramda yapılan hataların nice devletleri tarihin çöplüğüne nasıl götürdüğünün hikâyeleri ile doludur. Bu konuda yapılan en büyük ve yaygın hata; stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedeflerin, stratejik hedeflerin önüne geçirilerek felaket ile kucaklaşmak olmasıdır.
Kısaca: Taktik hedefler, stratejik hedeflerin başarılabilmesi için oluşturulan araçlardır. Taktik hedefler öne çekilip bütün gayret bu hedeflere yönlendirilirse bu yöntem stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır. Bu da bir onulmaz felaketlere kapı açar.
Tarih bu konuda örneklerle doludur... İlk Fırat Kalkanı Harekâtında da yazmıştım Birinci Dünya savaşında Almanya örneğini… Kısaca Almanya, Birinci Dünya savaşında muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında kesin olarak kaybetmişti.
Bu konuda vereceğim ikinci örnek Mısır – İsrail arasında yapılan Yom Kippur savaşıdır. 6 Ekim 1973'de Mısır’ın olağanüstü gizlilikle hazırlığını yaptığı baskın şeklindeki saldırı (taktik başarı) ile başlayan bu savaşa Mısır çok büyük başarılar elde ederek hızla Süveyş kanalını geçmiş (taktik başarı), Bar Lev hattını aşmış (taktik başarı), Sina Yarımadasına ulaşmış (taktik başarı) ancak stratejik planlama (düşmanın savaşma azim ve iradesini kırılması) kağıt üzerinde kaldığı için Mısır İsrail karşısında tarihi bir hezimete uğramıştı…
Ayrıca bir muharebe basket maçı değildir. Basket maçı sonucu gibi şu kadar şehit verdik, şu kadar terörist öldürdük diye demeçler vermek sadece taktik bir başarıyı gösterir. ABD 1963 yılından 1973 yılına kadar süren Vietnem savaşında 60 bin asker kaybı verirken 13 milyona yakın Vietnamlıyı terörist diye, direnişçi diye öldürdü.. Ama sonuç ABD için tam bir hezimettir.
Tarihte örnek çoktur...
Ancak konumuz ‘’Zeytin Dalı Harekâtı’’…
Eğer bu harekâtın hedefi tüm siyasilerin söylediği gibi PYD ise tehlikeyi bertaraf edecek ‘’strateji’’ Suriye rejimi ile işbirliği yapmayı ve Suriye'nin toprak bütünlüğünü savunmayı gerektirir… Suriye rejimi ile stratejik işbirliği yapılacak ise eğer bu durumda her şeyden önce Esad rejimini tanımayı gerektirir.
Bir başka konu da ÖSO…
Eğer Suriye rejimini tanıyacaksanız bu durumda da Esad rejiminin terör örgütü olarak tanımladığı ÖSO’nu nereye koyacaksınız?
Ayrıca derinlere inecek uzun soluklu bir harekâtta ÖSO'ya ne kadar asker ve askerî bir güç olarak bakacaksınız? Bir ordunun teşkilinin, eğitiminin ve harbe hazırlığının bu kadar basit mi olduğunu düşünüyorsunuz? Bu orduyla (ÖSO) bir tatbikat değil müşterek harekâtın icra edildiği uzun süreli bir muharebe yapacaksınız. Bu orduya ne kadar güveneceksiniz?
Harp tarihi sanılanın aksine sadece kahramanlıkların tarihi değildir. Harp tarihi aynı zamanda vahşetin, şiddetin, gaddarlığın, ahlaksızlığın, yağmanın, hırsızlığın ve tecavüzlerin de tarihidir. Sınırlarınızdan uzaklaşır ve daha derinlere inerseniz, yani Münbiç’e, Cezire’ye uzanırsanız, söylediğiniz gibi bu ÖSO ile beraber Suriye’nin üçte birini kontrol edecekseniz eğer bu orduyu (ÖSO) nasıl kontrol edeceksiniz ve sicili tertemiz Türk ordusunun imajını böylesi bir orduya (ÖSO) nasıl emanet edeceksiniz…
Sorunlar
Ayrıca Münbiç’e, Cezire’ye uzanırsanız, söylediğiniz gibi Suriye’nin üçte birini kontrol edecekseniz eğer en azından ikmal, lojistik, emniyet ve güvenlik amacıyla daha fazla bir kuvvete ihtiyaç duyarsınız.
Böylesine bir ortamda Münbiç'e, Cezire’ye uzanacak uzun süreli bir harekât ise beraberinde maliyetinin yanında bir yığın belirsizlikleri de getirecektir. Kendi ülkenizde Gabar'da, Cudi'de, Bestler - Dereler'de operasyon yapmıyorsunuz ki bahar gelmeden girip kış gelince çıkasınız... Haklı gerekçelerinizle girdiğiniz Kıbrıs'tan hâlâ çıkabildiniz mi? Daha derinlere indikçe, Münbiç'e, Cezire’ye uzandıkça çıkış süreciniz de o kadar uzayacaktır. Harekât uzadıkça da sorunları geometrik bir dizi ile artacaktır... Önce bu harekâtta verdiğiniz şehitleriniz artacaktır... Harekât derinlere indikçe belki de ülke içinde terör azacaktır... Şehitler ve ülke içinde terör arttıkça kamuoyu desteği azalacaktır... Uluslararası siyasi baskı artacaktır... Maliyeti artacaktır... Bedeli artacaktır... Bu bedel ülkeyi bekâ sorununa kadar götürebilecektir...
Bu noktada iki savaş düşünürünü tekrar hatırlamamız gerekiyor: Ne demişti Clausewitz: ‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi de zannetmeyin.’’ Suriye’de uzun sürecek bu harekât içinde PYD/YPG derken yarın onu destekleyen ABD ile de mi savaşacaksınız? Münbiç’e gitmekten bahsediyorsunuz, oradaki ABD ile de mi savaşacaksınız? İçeride PKK tehdidini çözemeden Suriye’de dağılacak ve yayılacak bu uzun süreli bir savaşı nasıl yürüteceksiniz? Çinli düşünür Sun Tzu’yu tekrar hatırlayalım; ‘’Uzun süreli bir savaş önce orduyu sonra da toplumu yozlaştırır.’’
2016 yılında yapılan Fırat Kalkanı Harekâtında hedef İŞİD idi… Bu nedenle Batı pek ses etmedi… Ancak bu sefer hedef Afrin ve söylemlere göre de müteakiben hedef Minbiç, Cezire… Hatta İdlib… Buralarda da Suriye Kürtleri var… Biz ne kadar PYD, PKK mukallididir desek de Batı (ve özellikle ABD) bunu böyle görmüyor… Batı basınından izleyin Afrin Harekâtını bakın nasıl haber veriyorlar... ‘’’Türk uçakları PYD mevzilerini bombaladı’’ diye vermiyorlar… ’’Türk uçakları Kürt mevzilerini bombaladı’’ diye veriyorlar…
Ayrıca son elli yılda yaşanan siyasal, askerî ve sosyolojik olaylar hem Irak’ta, hem Suriye’de ve hem de Türkiye’de Kürtler eski dar ve lokal aşiret yapıları içinden çıkarak tüm Ortadoğu’yu kapsayan kendi içinde parçalı fakat genel bir kimlik olarak bir ‘‘Kürt realitesi’’ni oluşturdular… Hem dünyada hem de Kürtler arasında bu harekâtın Kürt realitesine karşı yapıldığı gibi bir algı da var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın harekâtın üçüncü gününden itibaren “Biz Kürtlere değil YPG'ye karşıyız'' mesajını vermesi bu açıdan önemli bir ifadedir. Öncelikle Batı’daki ve Kürtlerdeki bu algının kırılması gerekiyor... Bu ise deveye hendek atlatmaktan daha zor bir iştir... Türk Dışişlerinin yükü oldukça ağırdır…
İçeride henüz PKK tehdidini çözememişsiniz… Yaklaşık 35 -40 yıldan beridir PKK ile mücadele ediliyor. Bu amaçla devletin harcadığı her türlü kaynağın haddi hesabı yoktur. Bu sorunun kısa sürede çözüleceğine dair bir belirti de yoktur. Dışarıda dost kalmamış, değerli yalnızlığınızla baş başa kalmışsınız... AB, ABD ile köprüleri atmışsınız, Rusya ile mesafeli bir birlikteliğiniz var, İran ile aranız limoni, Mısır ile hala küssünüz… İçeride Dolar olmuş 3.8, işsizlik tavan yapmış, piyasalar durmuş, turist gelmiyor, cari açığı kapatacak para yok, döviz yok, yatırımlar yok, yabancı sermaye gelmiyor… Ve siz Suriye’nin üçte birini terörden temizlemekten bahsediyorsunuz…
Böyle bir durum ise Türkiye’nin kaynaklarını ve kuvvetlerini parçalaması, dağıtması anlamına gelir. Harp yönetiminde ‘’sıklet merkezi’’ diye bilinen bir prensip var. Bu prensip kesin sonuç yerinde ve zamanında üstün muharebe gücünün toplanması esasına dayanır.
Münbiç’e, İdlib’e, Cezire’ye giderek muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirebilirsiniz, (taktik başarı), ancak düşmanın (PYD mi, PYD’yi destekleyen ABD mi, Suriye rejimi mi, Suriye’yi destekleyen Rusya mı?) savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarınızı tüketmez misiniz? (stratejik başarısızlık)
Hani diyordu ya Clausewitz: "Kuvvetlerini kötü kullanan ülkenin siyaseti iflasa sürüklenir."’
Bu yazı çok uzadı ama özetle; yayılıp, gelişip topyekün bir savaşa dönüşebilecek bu harekât 1974 Kıbrıs Harekâtına benzemeyecektir. Harekât uzadığında birden karşımızda ABD’yi Rusya'yı, İran'ı, Irak'ı, bütün Arapları ve hatta Çin'i bile bulabiliriz. Arkamızda da kimse bulunmaz... Şu anda bile arkamızda kim vardır ki sadece bu harekâta (Afrin’e) yönelik Rusya’nın zimmi bir onayından başka… Gelişecek, yayılacak ve alevlenecek bu muharebe gelecekte topyekün bir savaşa dönüşebilir, böylesi muhtemel bir savaş da Türkiye'yi bölebilir, parçalayabilir, bin yıllık bir kinin ve nefretin tohumlarını ekebilir...
O zaman umulur ki Süphan dağının hemen eteğindeki Malazgirt’e bağlı Selekütlü köyündeki köylü gibi başka bir yerlerde bir başka köylü de –Allah korusun- şöyle bir dua etmez: ‘’Türkleri görmüyor musunuz? Onların devleti yok, bakın başlarına geleni!’’
İşte bu nedenlerledir ki harekât başlar başlamaz yazdığım ilk Afrin yazımı şöyle bitirmiştim: ‘’…. ve eğer sizin tarih, insan ve hayat gibi bir derdiniz varsa zaten kafesine hapsedilmiş yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınır kalbiniz...’’
Sonuç
Taktik başarı haberleri gelirken alkış tutmak, hamasetten bahsetmek kolaydır. Herkes zaferden bahseder… Kısa vadede halkın milli duygularını okşar ve halkı arkanıza alırsınız… Ancak verilen askerî ve siyasi kararların sağduyulu bir şekilde ve soğukkanlılıkla tartışılamaması, bu işi hem teoride hem de pratikte bilenlerin, bu konularda mürekkep yalayıp ter dökenlerin sözlerine kulak verilmemesi, verilmediği gibi de vatan hainliği ile suçlanması orta vadede milli çıkarlara, uzun vadede ise şimdilerde dillerden düşmeyen “devletin bekâsı”na zarar verebilir…
İsterseniz başa dönelim ve Sun Tzu'yu ve Clausewitz'i bir daha okuyalım ve onların söylediklerini Afrin harekâtı ile bir mukayase edelim!
Cerablus’tan Irak sınırına kadar kuş uçuşu 400 kilometreye yaklaşan bir sınır hattı ve güneyindeki uçsuz bucaksız bir coğrafyayanın kontrol edilmesi askerî bir hedeftir, siyasi bir hedef değil…Ne diyordu Clausewitz ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’' Peki nedir sizin siyasi hedefiniz?
Yine dönüp dolaşıp sözü yine İbn-i Haldun'a bırakalım: ‘’Coğrafya kaderdir!’’
Yani derdi ki İbn-i Haldun; siyasetinizi ırka, dine, mezhebe göre değil; coğrafyanıza göre belirleyin! Ve gidin öncelikle coğrafyanızla barışın! Çünkü coğrafyasıyla barışık yaşayan toplumlar barış içinde, huzur içinde, refah içinde ve uzun yaşarlar... Bu siyasetin aksi savaş, kan ve gözyaşıdır... Sadece İbn-i Haldun değil Tarih Baba da bunu böyle söylüyor...
Eğer siz kaderinizle -pardon - coğrafyanızla barışık değilseniz başkaları gelir, onlarla ittifak yaparlar, altınızı oyarlar, gözünüzü çıkarırlar hatta hatta canınıza kastederler… Siz de tarihinizi bilmez, anlamaz veya anlamazdan gelip ''kör olası dış düşmanlar'' deyu dizinizi döver, iç politika malzemesi yaparsınız...
‘’Siyaset’’ sorunların güç kullanılmadan çözme sanatıdır. Güce başvurduğunuz an zaten siyasetiniz iflas etmiş demektir.
Son bir söz:
Bahsettiğim sorunların böylesine yayılıp gelişmesi içeride zaten kısıtlı olan özgürlüklerin tamamen kısıtlanmasına, vazgeçtim OHAL’in kaldırılmasını belki de sıkıyönetime gidilmesini ve sonuçta da 2019 yılında yapılacak seçimlerin de ertelenmesini gerektirebilir…
Suriye’deki her şey sanıldığında daha karışıktır…
Benden söylemesi…
Osman AYDOĞAN
Jingo
Oyuncu Zafer Algöz'ün "Haşırt Dı Bilekbord" (İnkılap Kitabevi, 2017) adlı bir kitabı var… Zafer Algöz bu kitabında ince bir mizah anlayışı ile Sadri Alışık, Carlos Santana, Cem Yılmaz, Öztürk Serengil, Fatma Girik, Zeki Müren, Savaş Dinçel, Kemal Sunal, Nur Subaşı, Erkan Can, Ali İpin, Yıldız-Müşfik Kenter gibi daha birçok sanatçıyla yaşadığı anılarını akıcı ve esprili bir dille anlatıyor.
İşte bu kitapta Carlos Santana ile ilgili bir hikâye var…
Ancak bu hikâyeye geçmeden anlatmam lazım bu Carlos Santana da kim!
Carlos Santana, (‘’Carlos Augusto Alves Santana’’, veya sahne adlarıyla ‘’Carlos Santana’’ ve kısaca ‘’Santana’’) kendine has stiliyle, "Rolling Stones" dergisi tarafından dünyanın en iyi yüz gitar virtüözü listesine girmiş, on Grammy ödülü almış, 1947 Meksika doğumlu, "Latin Orkidesi" unvanını almış müzisyen, gitarist ve söz yazarı olan büyük bir sanatçıdır. 1967 yılında aynı isimle (Santana) Afrika ve Latin Amerika tarzlarıyla müzik yapan bir de grup kurmuştur.
Şimdi gelelim kitapta geçen hikâyeye:
1989 yılında, İstanbul'a ilk kez gelen Carlos Santana, (2009 yılında bir daha gelmişti) alanda karşılanıp konaklayacağı otele getiriliyor. İlk gün serbest, akşama basın toplantısı yapılacak. Dinlenmek yerine, "Çıkalım İstanbul'u dolaşalım," diyor. Yanına bir rehber veriliyor, kendisine bir de araç tahsis ediliyor. Kapalıçarşı, Sultanahmet, Ayasofya derken Santana güzel bir çay bahçesi görüyor. Hem üstadı dinlendirelim hem de bir Türk kahvesi içsin diye bahçede bir masaya oturuyorlar. O ana kadar koca Santana'yı bir Allah'ın kulu tanımıyor. Resimdi, imzaydı diye taciz eden de yok… Kendi de zaten bu durumdan şikâyetçi değil, çünkü adamın öyle kompleksleri yok... Rehberle beraber kahveleri höpürdeterek sohbet ediyorlar. Birden çay bahçesinin önünden geçmekte olan boyacı Roman çocuklar bağırmaya başlıyorlar: "Heyy !.. Hello Santana! Welcome İstanbul! I love you Santana!.."
Çay bahçesinin garsonları çocukları tersliyor. "Kesin ulan, bağırmayın, içeri falan da girmeyin, dağılın buradan, müşteriyi rahatsız etmeyin !" Santana rehberine diyor ki : "O çocukları buraya çağır, ben içeri gelmelerini istiyorum." Rehber çocuk hemen garsonlara durumu izah ediyor: "Aman abilerim, adam dünya starı, herkese rezil oluruz, boyacıları yanına istiyor, bırakın gelsinler..."
Çaresiz izin veriyorlar. Boyacı Roman çocuklar sandıklarıyla beraber dalıyorlar çay bahçesine... Rehber söylediklerine tercüman oluyor, başlıyorlar koca Santana'yla sohbete... Diyorlar ki, "Sen dünyanın en büyük gitar ustalarındansın. Senin çizmelerini boyayalım, kıyağımız olsun, beş kuruş istemeyiz.."
Santana çok mutlu oluyor, hem de çok şaşırıyor… Çocuklara gazoz, kola ısmarlıyor. Sonra da soruyor tabii : "Geldiğimden beri beni İstanbul'da kimse tanımadı. Peki bu çocuklar beni nasıl tanıdı?.." Çocuklar anlatıyorlar: "Biz boya yaparken bazı müşteriler gazete okur. Fırça sallarken arada gazetelere de bakıyoruz tabii. Resmini orada gördük. 'Dünya Yıldızı Santana İstanbul'a Geliyor' yazıyordu, oradan tanıdık seni."
Çizmelere boya cila yapılıyor. Santana para vermek istiyor ama çocuklar almıyor. "Peki," diyor Santana, "yarın akşam konserim var, beni dinlemek ister misiniz?" Çocuklar deli oluyor. "Hem de çok isteriz Santana. Sen delikanlı adamsın!.."
Rehberden ikişer kişilik davetiyelerden alıyor, çocuklara veriyor. Kardeşiniz varsa yanınızda getirebilirsiniz, diyor. Çocuklar çok mutlu, tabanları kıçlarına vurarak çıkıyorlar, çay bahçesinden caddeye doğru seğirtip kayboluyorlar...
Ertesi akşam Açıkhava'da müthiş bir izdiham var. Roman çocuklar ellerinde davetiyelerle konsere geliyorlar. Ana kapıdan giremiyorlar, çünkü Santana misafirlerine VIP davetiye vermiş, çocuklar nereden bilsin, VIP kapısına gelince kıyamet kopuyor... "Kimden çaldınız lan bu davetiyeleri ?" Çocuklar, "Biz kimseden çalmadık abey, biz Santana'nın misafirleriyiz, o verdi bunları bize…’’ deyince, ‘’Hass… tirin ulan!’’ diyerek ve sille tokat tartaklayarak çocukların ellerinden davetiyeleri alıp kapıdan kovuyorlar.
Ama Santana'nın VIP misafirleri pes etmiyor... Sanatçıların arka giriş kapısını buluyorlar. Orada da aynı muamele tabii: "Hadi yürüyün lan!.." Çocuklar asla pes etmiyor. "Santanaaa ! Santanaaa !.. Help.. Help !.." diye hep bir ağızdan basıyorlar feryadı. Bir şekilde rehbere haber gidiyor, o da gidip durumu Santana'ya anlatıyor. Sonra da rehber gidiyor, çocukları alıp kulise, Santana'nın yanına getiriyor. Salya sümük, gözyaşları içinde başlarına geleni anlatıyorlar. Santana çok üzülüyor ve sinirleniyor: "Misafirlerim alın ve yerlerine oturtun."
Boyacı Roman çocuklar rehberle beraber sahne kenarından seyircinin arasına iniyorlar. Büyük sorun oluyor... Çocukları yerlerine çoktaan birileri oturmuş bile. Vali yardımcısının kızı, damadı… Belediye'den falancanın bacanağı, filancanın eltisi, görümcesi.. "Biz protokolüz kardeşim, kalkmıyoruz !" diyorlar.
Görevliler de durumun farkında ama korkudan bir şey yapamıyorlar... Dakikalar geçiyor ama sorun çözülemiyor. Sonunda merdiven basamaklarına birer minder koyulup Santana'nın VIP misafirlerini oraya oturtarak olayı bağlıyorlar.
Rehber tekrar Santana'nın yanına gidiyor ve olanları anlatıyor. Sanatçı diyor ki, "Git onlara söyle, benim misafirlerime kimse saygısızlık yapamaz... Eğer sahneye çıktığımda çocukları en ön sırada, koltuklarda görmezsem tek bir nota çalmam. Sahneye çıkarım, olayı anlatır, veda eder giderim. Tazminat falan da umurumda değil, bedeli ne olursa olsun öderim."
Konserin başlaması lazım ama bir türlü başlamıyor. Alkışlar, ıslıklar başlıyor. Ve işler karışıyor. VIP bölümünde bir kargaşa var... Bu defa görevliler durumun vahametinin farkında. Çocukların koltuklarına çöken baldız, bacanak, elti, görümce ve de enişte... Tek tek koltuklardan kaldırılıyorlar. En ön orta protokol koltuklarına Santana’nın VIP misafirleri olan Roman çocuklar oturuyorlar...
Arkaya "tamam" diye haber gidiyor, ışıklar açılıyor, sahne aydınlanıyor ve Carlos Santana sahneye çıkıyor… Yer yerinden oynuyor. İlk iş olarak ön tarafa bakıyor, misafirleri yerinde mi diye... Çocukları görüyor, bakıyor ki herkes mutlu… Başparmağını yukarı doğru çevirip VIP misafirlerine bir OK çekiyor. Sonrasında o sihirli parmaklar gitarının tellerine gömülüyor. Açıkhava'da sanki gitarından binlerce beyaz güvercin çıkıyor. Uçuyor, uçuyor, Santana'nın misafirlerinin üstünde sortiler yapıyor..
Onun içindir ki Santana gibi sanatçılara virtüöz, muhteşem, büyük star demeden önce ‘’Adem’’ diyorlar. Gerçekten çok büyüksün... Viva Santana!
Kitapta geçen hikâye bu kadar…
Bu hikâye ‘’Kafa’’ dergisinin Aralık 2014 sayısında da yine Zafer Alagöz tarafından "Viva Santana" başlığı ile anlatılıyor.
Carlos Santana 20 yıl sonra 2009 yılında İstanbul'a tekrar geldiğinde de Türk basınına şu demeci veriyor:
''Hippi, uzun saçları olan, banyo yapmayan ve dünyadaki bütün kadınlarla birlikte olmak isteyen kişi değildir. Benim için hippi, dini ya da siyasi otoriteyi sorgulayan herkestir. Çünkü din ve siyaset her zaman cevap değildir, genellikle sorunu daha da yoğunlaştırır. Çözüm, merhamet, iyi yüreklilik, acıma, sabırdır. Bunlar daha çok kadınların sahip olduğu özelliklerdir. Amerika'da şunu yeni yeni öğrenmeye başladık: 'Nazik olmakta bir sorun yok... Bu seni eşcinsel yapmaz ya da erkekliğini kaybetmezsin'. Hala çok erkeksi iken, dinlemeye de hazır olabilirsin. Bazen kadınlar sorunlarını söyler ama bunları çözmen gerekmez. Bazen sadece dinlemen yeterlidir. Ben bir hippiyim, her zaman hippi oldum. Ama ilkelerim var. Ben gitmeden önce bu dünyanın farklı şekilde düşünür hale gelmesini istiyorum. Kadınlar ve erkekler için eşit olmasını istiyorum. Eğer ayağınızı bir kadının boynuna basıyor ve kendini sandalye gibi hissetmesini sağlıyorsanız bu bir din değildir. Eğer gerçekten ritüellerinizi yerine getirmek istiyorsanız, merhametli ve adil olmanız gerekir. Benim için hippilik çok önemli, sahte bir Hollywood filmi değil, gerçek bir şey. Benim için hippi gökkuşağının tek bir rengine değil, tüm renklerine övgüler düzebilen kişidir.''
Benim bu yazıda asıl anlatmak istediğim bu değil... Sanatçıyı tanıtmak değil… Bu yazımın uzun bir giriş kısmıydı… Bu kadar uzun alatmamın nedeni de şarkısını vereceğim bu sanatçının adam gibi bir adam, gerçek bir sanatçı olduğunu vurgulamak içindi...
İşte bu sanatçı Santana’nın bir şarkısı var… Şarkının adı: ‘’Jingo’’
Size yazımın sonunda bu şarkının bağlantısını vereceğim ama yine birkaç açıklama daha yapmam gerekiyor...
Santana’nın ‘’Jingo’’ adını taşıyan iki şarkısı var aslında. Genellikle bunlar adı da aynı olduğu için birbirine karıştırılır. ''Jingo'', slow ve de enstrümantal bir şarkıdır. ‘’Jingo-lo-ba’’ ise samba ritminde bir Santana şarkısıdır. ‘’Jingo’’, ‘’Jingo-lo-ba’'dan farklı olmasına rağmen dediğim gibi hep karıştırılan bir şarkıdır...
Bu ‘’Jingo’’ şarkılarına geçmeden yine açıklamaya devam etmem gerekiyor...
Açıklama yapmasan bu şarkılar tüm Türk filmlerinde hippi gençlerin kendilerinden geçip çılgıncasına dans ettikleri şarkılardan birisi sanılır…
Jingo, İngilizce ‘’aşırı milliyetçi’’, ‘’savaş çığırtkanı’’ anlamına gelen bir kelimedir. Bu kelimeden türemiş ‘’Jingoizm’’ ise emperyalist yayılma ve askeri güç ile birlikte görülen kitlesel coşku, heyecan ve kutlama havasıdır… Jingoizm İngilizcede genellikle savaş zamanında, aşırı milliyetçi duyguları sömüren, saldırgan, popülist söylemler için kullanılıyor. Jingoizm, diplomatik zorluklara karşı güçlü askerî müdahaleleri savunan agresif ve yabancı düşmanı dış politikayı anlatıyor. Terim, erken modern İngilizcede Viktorya dönemi ve müzik salonlarının gözde bir parçası olan "İsa Mesih" in yerine geçen "By Jingo!" ifadesine dayanıyor.
‘’By Jingo’’nun kökeni de 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı- Rus savaşı sürerken İngiliz Viktorya döneminin barlarında söylenen bir şarkıya dayanıyor.
1878 Krizi döneminde, Rusların Balkanlara, Kafkaslara ve Orta Avrupa’ya olan hâkimiyeti üzerine İngiliz kamuoyunda Rus karşıtı bir tavır sergilenir, halk galeyena gelir. Londra'daki müzik salonlarında tanınmış bir sahne sanatçısı olan Gilbert Hastings MacDermott ve şarkı yazarı George William Hunt İngiliz halkının bu tavrına, bu hissiyatına tercüman olurlar… Hunt, İstanbul'u Rus saldırısına açık bırakan Osmanlı garnizonu Plevne'nin teslim olması haberi üzerine, İngilizler’in İstanbul’u savunmaya kararlılığını vurgulayan bir şarkı yazar. MacDermott onu müzik salonlarında ve barlarda gösterecek şekilde satın alır ve şarkı "MacDermott'un Savaş Şarkısı" olarak tanınmaya başlanır. Yazımın sonunda bu şakının bağlantısını da verdim...
Şarkının sözlerinde Ruslara karşı Osmanlı ile olan dayanışma sergilenir. Şarkı ayrıca 1853 Kırım Harbine atıfta bulunarak (Fransa ve İngiltere Kırım harbinde Osmanlı yanında Ruslara karşı savaşmışlardı) İngiltere'nin yine Osmanlı yanında Ruslarla tekrar savaşmaya hazır olduğunu vurgular.
Tabii bu şarkı İngilizlerin Türk - Osmanlı sevdasından, sevgisinden kaynaklanmıyor... İstanbul Rusların eline geçerse Hindistan yolu tehlikeye giriyor... Ortadoğu tehlikeye giriyor, Doğu Akdeniz, Kıbrıs tehlikeye giriyor... Orta Avrupa, Balkanlar tehlikeye giriyor...
Şarkıda koro şöyle söyler:
‘’We don't want to fight but by Jingo if we do,
We've got the ships, we've got the men, we've got the money too,
We've fought the Bear before, and while we're Britons true,
The Russians shall not have Constantinople.’’
(Dövüşmek istemiyoruz ama Jingo tarafından yaparsak,
Gemilerimiz var, adamlarımız var, paramız da var.
Daha önce de Ayı ile savaştık ve biz hakiki Britanyalı olduğumuz sürece
Ruslar Konstantinopolis'e sahip olmayacak.)
Şarkının nakaratında peygamberin adının uluorta kullanılmaması için İsa (Jesus) yerine Jingo denmesiyse yukarıda açıkladığım ‘’Jingoizm’’ teriminin kökenini oluşturur…
İşte girişte anlattığım sanatçı Carlos Santana şarkılarının ismini (Jingo) bu hikâyeden almıştır. Ancak Santana’nın şarkılarında Hunt’un sözleri geçmez… Hele ‘’Jingo-lo-ba’' şarkısında sadece bu hikâyenin adı vardır: ‘’Jingo’’
Hem kelime olarak ''Jingo'', hem kavram olarak ''Jingoizm'' ve hem de Jingo ismindeki bütün şarkıların (sadece "MacDermott'un Savaş Şarkısı" değil, ''By Jingo'', ''Oh by Jingo'', ''Jingo'' ve ''Jingo-lo-ba'' şarkılarının tamamının) kökeni anlattığım gibi Plevne müdafasına dayanmaktadır...
(‘’Plevne’’ deyince bir hatıramı anlatmak istiyorum. ABD’li bir arkadaşım bana Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’yı kendisine örnek aldığını Plevne müdafaasının ise dünya savunma savaşında mümtaz bir yeri olduğunu söylemişti… Bizim tarih diye bir kaygımız, tarih diye bir derdimiz ve tarih ile bir ilgimiz olmadığı için ‘’Plevne’’yi pek bilmeyiz tabii ki! TV'deki diziler nemize yetmiyor değil mi? Veya bildiğimiz sadece Plevne marşı.. O da yarım yamalak!)
Hep yazıyorum ya bu minvalde; el âlem pop şarkılarında bile tarihi bir geçmişine atıfta bulunuyor, tarihini kök bilgilerle, simgelerle hep canlı tutuyor...…
Bizim pop şarkılarımız ise lay lay lom şıkıdım şıkıdım oynayıp geçiyor… Ancak sanatın, edebiyatın, basının ve gerçek aydınların cılız kaldığı, vıcık vıcık olduğu bu ortamda da TV’de ve boyalı basında çok ucuz ve kaba saba bir ‘’Jingoizm’’den de geçilmiyor…
Osman AYDOĞAN
Carlos Santana, Jingo-lo-ba:
https://www.youtube.com/watch?v=htXt_-4heeY
Carlos Santana, Jingo:
https://www.youtube.com/watch?v=MWjUwEDjEus
G. H. MacDermott, By Jingo:
https://www.youtube.com/watch?v=HSkjw9ZuvRw
Oh by Jingo:
https://www.youtube.com/watch?v=jd-JpDaVmcc
Macdermott's War Song (MacDermott'un Savaş Şarkısı):
https://www.youtube.com/watch?v=h1ZFzs7hL5g&feature=youtu.be
Macdermott's War Song
The "Dogs of War" are loose and the rugged Russian Bear,
All bent on blood and robbery has crawled out of his lair...
It seems a thrashing now and then, will never help to tame...
That brute, and so he's out upon the "same old game"...
The Lion did his best... to find him some excuse...
To crawl back to his den again. All efforts were no use...
He hunger'd for his victim. He's pleased when blood is shed...
But let us hope his crimes may all recoil on his own head...
Chorus:
We don't want to fight but by jingo if we do...
We've got the ships, we've got the men, and got the money too!
We've fought the Bear before... and while we're Britons true,
The Russians shall not have Constantinople...
The misdeeds of the Turks have been "spouted" through all lands,
But how about the Russians, can they show spotless hands?
They slaughtered well at Khiva, in Siberia icy cold.
How many subjects done to death we'll ne'er perhaps be told.
They butchered the Circassians, man, woman yes and child.
With cruelties their Generals their murderous hours beguiled,
And poor unhappy Poland their cruel yoke must bear,
While prayers for "Freedom and Revenge" go up into the air.
(Chorus)
May he who 'gan the quarrel soon have to bite the dust.
The Turk should be thrice armed for "he hath his quarrel just."
'Tis said that countless thousands should die through cruel war,
But let us hope most fervently ere long it shall be o'er.
Let them be warned: Old England is brave Old England still.
We've proved our might, we've claimed our right, and ever, ever will.
Should we have to draw the sword our way to victory we'll forge,
With the Battle cry of Britons, "Old England and St George!"
(chorus)
Afrin
1516'da Yavuz Sultan Selim komutasındaki Türk ordusunun Mercidabık Muharebesi'nde Memlûk ordusunu yenilgiye uğratmasıyla tüm Suriye ve Filistin toprakları Osmanlı Devleti'ne katılır. Tüm Suriye ve Filistin toprakları da yeni kurulan Şam Eyaleti'ne bağlanır. Şam Eyaleti Suriye'nin kuzeyi ile Türkiye'nin bugünkü Hatay ve Kilis vilayetlerinin topraklarını kapsıyordu.
1534 yılında Halep, Şam Eyaletinden ayrılarak Halep Eyaletine dönüşür. Halep Eyaleti Adana Eyaleti kurulana kadar bir dönem bugünkü Adana ve Osmaniye illeriyle Mersin ilinin doğu kesimini de kapsar. .
17. Yüzyılda Halep Eyaleti sekiz sancak olarak teşkilatlandırılır. Bunlar: Halep, Kilis, Mameratülnuman, Ulu Türkmen (Uzeyr), Mezik, Antakya, Azez ve Bâliz sancaklarıdır.
1864'te Teşkil-i Vilâyet Nizamnâmesi ile yeni vilayet sistemine geçildiğinde Halep eyaleti de aynı topraklarla 1867 yılında Halep Vilayeti'ne dönüştürülür. Vilayet merkezi de yine Halep'tir.
İşte bugün gündemde olan Afrin, o zamanlar Halep Vilayetinin Kilis Sancağına bağlı bir kaza konumundaydı. Türkiye’den Halep’e giden yolun tam da üzerindeydi…
30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığında Afrin, Fransız işgali altındadır. Milli Mücadele döneminde 1920-1921 tarihlerinde de Anadolu'nun güvenliği için Fransız işgali altındaki Afrin'e bölgedeki Kuvayı milliye birliklerine destek olmak amacıyla bir askerî harekât gerçekleştirilir. 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile Fransızların görüşmelerde diretmeleri sonucu, Afrin Fransızlara, yani Suriye'ye terk edilir.
Malatyalı Fahri Kayahan'ın günümüzde artık kimseciklerin bilmediği güzel bir türküsü var: ''Yolum Düştü Suriye'ye Halep’e’’ diye… Bu türküyü kendi sesinden vermeden geçemedim... Bu türküde öyle bir ''Halep'' deyişi vardır ki Malatyalı Fahri'nin - siz yine de ‘’Halep’’e yerine ‘’Afrin’e’’ diye dinleyin - ve eğer sizin tarih, insan ve hayat gibi bir derdiniz varsa kafesine hapsedilmiş yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınır kalbiniz... Mutlaka dinleyin derim…
https://www.youtube.com/watch?v=auGtc6e7Nb8
Osman AYDOĞAN
Aşk-ı Memnu
TV pek izlemem, hele hele dizi hiç izlemem... Ancak bu kuralımın dizi yönünden bir istisnası oldu: O da Halid Ziya’nın ‘’Aşk-ı Memnu’’ eserinden uyarlanan - ilki değil de ikincisi- dizi oldu. Onun da birkaç bölümünü izledim. Tamamını izleyemedim çünkü gözlerimin önünde sevdiğim bir eser yakılıyormuş gibi, sevdiğim roman kahramanları Bihter, Behlül, Peyker, Nihal, Habeş Beşir ve diğerleri katlediliyormuş gibi hissettim.
Romanda her cümlesi, her sözcüğü özenle kaleme getirilmiş betimlemeleri, anlatımları dizide görmek imkânsız. Ve kitapta anlatılan illaki Habeş Beşir… Kitaptaki o gururlu, o onurlu, o içten, o duygusal, o platonik aşkıyla ve o dik duruşuyla özleştiğiniz Habeş Beşir dizide silik bir karakter olarak sahnelenir, bu haksızlığa isyan edersiniz. Habeş Beşir, veremli o yeniyetme çocuk, doğduğu yerlerin çöl güneşini özleyerek ölür. Habeş Beşir’in doğduğu yerleri özleminde Beşir ile özleşip hem platonik aşkınızı hem de doğup büyüdüğünüz ancak hep ayrı kaldığınız kendi memleketinizin ve memleketinizin güneşinin özlemiyle yanıp tutuşan kendinizi görürsünüz.
Dizide Bihter, hiç anlaşılmadan bir ahlâksızlık abidesi olarak, bir ihanet sembolü olarak sunulur. Kitabı okumayanlar için Bihter’e bir haksızlık bu, bir saygısızlıktır bu. Bihter'in safına geçer bu haksızlığa isyan edersiniz.
Kitapta anlatılan Bihter – Behlül aşkının bir benzerini Mehmet Rauf’un ‘’Eylül’’ünde Necip ile Suad’da görürsünüz, Franz Kafka ile Milena arasında görürsünüz, Goethe'nin ''Genç Werther'in Acıları''nda Werther ile Lotte arasında görürsünüz, Halil Cibran ile Mey Ziyâde arasında ve Şeyh Galip’in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ında görürsünüz.
Kitapta aşkın soyluluğu anlatılırken dizide aşkın soysuzluğu sergilenir. Kitapta aşkın; dehâ dâhil hiç bir olgunun durduramadığı, en irrasyonel, en zehirli tutsaklık olduğu anlatılır. Kitapta Lois Aragon'un, "aşk insana güç veren tek özgürlük yitimidir" sözünün romantik ve beyhude bir temenni oluşunu okuyarak yaşarsınız. Kitapta âşık olan bir insanın kalbini, ruhunu ve iç dünyalarını tüm çıplaklığı ile görürüsünüz. Ancak dizide sadece rengârenk giysiler, güzel kadınlar, yakışıklı erkekler ve cinsellik sergilenir.
Dizide Bihter’in trajik yaşamına –âdeta merhametsizce- kayıtsız kalınır. Hiç üzülmezsiniz Bihter'e. Ancak kitapta bu trajik yaşama içiniz parçalanır.
Aşk-ı Memnu; kanımca dil, anlatış, canlandırış açılarından Halid Ziya’nın Türk romanının bugüne kadar yazılmış en değerli eseridir. Gönül isterdi ki orijinal diliyle anlayarak okuyasınız. Halid Ziya'nın orjinal diliyle basılmış bu eserin ilk baskısını, bir vakitler emlâk komisyonculuğu yaparken bir evde kıymeti bilinmeyip terk edilmiş halde bulan sevgili arkadaşım İlhan Tellioğlu bana hediye etmişti.
Geçen günlerde bir kitap ekinde Halit Ziya'nın bu şaheseri ''Aşk-ı Memnu''nun yazarın kaleminden çıktığı şekliyle, dili ve imlası korunarak Yapı Kredi Yayınları'ndan Ocak 2018’de yeniden yayınlandığı haberini okudum... Eğer bu kitabı henüz okumamış iseniz bu baskısını okuyun derim…
Bu eseri neden orijinal diliyle okumanız istiyorum biliyor musunuz?
19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük var: ‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’. Bu sözlük Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir. 1890’da 12 cild halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün British Museum’da dır. Bu sözlük 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içermektedir. Aradaki fark, kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdü, ruhumuzdu, ufkumuz, âfâkımız, duygumuz, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...
İşte bu nedenledir ki bugün Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Gençliğe Hitabesi’’ ilk hali ile okunduğunda verdiği anlamla Türkçeleştirilmiş hali ile okunduğunda verdiği anlam bir değildir. ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’’ ifadesindeki anlamı, ‘’Gereksinim duyduğun güç damarlarındaki soylu kanda bulunmaktadır’’ ifadesi vermemektedir. Çünkü cümlede geçen ''muhtaç'' farklıdır ''gereksinim'' farklıdır, ''kudret'' farklı anlamdadır ''güç'' farklı anlamdadır, ''asil'' ile kastedilen ile ''soylu'' ile kastedilen aynı şeyler değildir.
İşte bu nedenledir ki ‘’Aşk-ı Memnu’’nun günümüz Türkçesine çevrilmiş hali hiç mi hiç orijinal halinin verdiği içtenlik, duygu, anlam ve düşünce derinliğini vermiyor… Kitabın anlamı ile dizinin anlamı nasıl ki birebir örtüşmüyorsa kitabın orijinal hali ile sadeleştirilmiş hali yine birbiriyle örtüşmüyor...
Halid Ziya, Suut Kemal Yetkin'e 1943'te yazdığı mektupta diyor ki: "Firdevs Hanım, Nihal, Bihter, hele bedbaht Beşir, şimdi uzaktan bunları düşünürken hepsini ayrı ayrı görüyor zannındayım. Hele Nihal gözlerimin önünde sapsarı, süzgün simâsıyla hep Ada çamlıklarında babasının yanında dolaşıyor gibidir. Beşir'in öksürüklerini işitiyorum..." Ve yazar Selim İleri bir yazısında bu mektup üzerine der ki: ''Büyük bir kıskançlıkla ben de görüyor ve işitiyorum. Fakat sizin televizyonda ne görüp ne işittiğinizi ise bilmiyorum.''
Selim İleri'nin sorduğu gibi sizin televizyonda ne görüp ne işittiğinizi ben de bilmiyorum ama beni sorarsanız; ben, ülkemde yaşanan her şeyi TV'de bu diziyi izler gibi izliyorum ama içimde Halid Ziya’nın ‘’Aşk-ı Memnu’’ kitabının orijinal diliyle akışı; kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığa geçiyor, kalbim kafesinde çırpınan yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınıyor ve içimde yağmur yağmış, güneş vurmuş, sam yeli görmüş bir kar topu gibi her daim ılgıt ılgıt birşeyler eriyor...
Kitabı okurken görürsünüz ki Halid Ziya’nın orijinal halindeki ‘’Aşk-ı Memnu’’ bir kurgu iken, TV dizisindeki ''Aşk-ı Memnu'' sanki günümüzde yaşadığımız Türkiye'yi birebir anlatıyor.
Beşir’in öksürükleri ise aslında derinden derine Cumhuriyetin öksürükleri gibi geliyor....
Osman AYDOĞAN
Tarih Notları
Bernard Lewis (d.1916, Londra), İngiliz asıllı ABD'li tarihçidir. Kendisi günümüzde halen yaşayan en büyük İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi uzmanıdır.
Bernard Lewis lisans eğitimini Londra Üniversitesi'nde, yüksek lisansını Ortadoğu Tarihi ağırlıklı Tarih konusunda, doktorasını da İslam Tarihi konusunda yapar. Paris Üniversitesi'ndeki araştırmaları sırasında Türkçe öğrenir.1998 yılında Atatürk Barış Ödülü'nü alır. Araştırma alanları Ortaçağ İslam Dünyası, günümüz Ortadoğu’su ve Osmanlı Devleti'dir.
Bernard Lewis, 1993 yılında Le Monde gazetesine verdiği bir demeçte 1915 yılında Ermenilerin Osmanlılar tarafından öldürülmesinin bir "soykırım" olmadığını, "savaşın bir yan ürünü" olduğunu, aynı vatan için iki halk arasında süren kavganın soykırım ile bittiğinin kuşkulu olduğunu, Osmanlının Ermenileri yok etmek için bir planı olmadığını, Osmanlı belgelerinin Ermenileri kovmak / zorunlu yer değiştirmek (expulsion) niyetini ispatladığını ancak kökten yok etmek (extermination) niyetini ispatlamadığını söyler.
Prof. Lewis, görüldüğü gibi Ermeni iddiaları karşısında her zaman Türkiye’nin tarafını tutar. Bundan dolayı da Ermeni lobisinin 1993’te Fransa’da aleyhine açtığı davada sembolik meblâğda da olsa tazminata mahkûm edilir.
02 Nisan 2011 tarihinde The Wall Street Journal dergisine verdiği bir röportajda şunları söyler: "Türkiye’de hareket giderek daha hızlı biçimde yeniden İslamlaşmaya doğru. Hükümet gayet akıllıca kurumları birbiri peşinden teslim alıyor. Ekonomi, iş dünyası, akademik camia, medya. Şimdi de geçmişte Cumhuriyetçi rejimin kalelerinden biri olan yargıyı devralıyorlar. 10 yıl içinde Türkiye ile İran yer değiştirebilir."
Yakın bir zamanda (2007 veya 2008) bir üniversite de konuşmasında; İslam’ın demokrasiyle bağdaşmadığı yolundaki bir soruya şu cevabı verir;
“Geleneksel İslami devlet anlayışı ağırlıklı olarak şuraya dayalıydı. Bu hem Kuran’da hem de Peygamber’in hayatında var. Ve bu büyük ölçüde işledi... Ortadoğu’daki esas trajedi on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllardaki reformlardır. Mısır’ da, İran’ da bu reformlar batılı emperyalistler tarafından değil Ortadoğulu yöneticiler tarafından hem de iyi niyetlerle modernleştirme maksadıyla gerçekleştirildi. Ancak modernleştireyim derken, eski meşveret sistemini yok ettiler ve daha önce hiç olmamış bir şeyi getirdiler: acımasız bir mutlak diktatörlük. Modernleşmenin mirası budur.”
Bernard Lewis’in Türkçede yayımlanmış belli başlı eserleri şunlardır: ‘’Modern Türkiye'nin Doğuşu’’ (1988), ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (1993), ‘’Ortadoğu: Hıristiyanlığın Doğuşundan Günümüze 2000 Yıllık Tarihi’’ (1996), ‘’İslam Dünyasında Yahudiler’’ (1996), ‘’Müslümanların Avrupa'yı Keşfi’’ (1997), ‘’Çatışan Kültürler - Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler’’ (1999), ‘’Ortadoğu'nun Çoklu Kimliği’’ (2000), ‘’Tarihte Araplar’’ (2000), ‘’Alamut Kalesi ve Hasan El Sabbah’’ (2012).
İşte tanıtmaya çalıştığım Ortadoğu ve İslam tarihi uzmanı Bernard Lewis’in onlarca kitabının yanında güzel bir kitabı daha var. Lewis’in orijinal ismi “Notes on a Century”, yani “Bir Asrın Notları” olan hatıraları Türkçe “Tarih Notları” adı ile yayınlanır. (Arkadaş Yayıncılık, 2014) Kitapta tanık olduğu olaylara kadar kendi hayatını da anlatır Bernard Lewis.
Henüz üniversitenin ilk yıllarını okumakta olan Lewis, bu dönemde İngilizce, Fransızca, Latince, İtalyanca, İbranice, Yunanca ve Yidişçe olmak üzere yedi dilde belli bir aşamaya gelmiş, Aramice ve klasik İbranice’ye aşinalık kazanmış ve Arapça dersleri almak üzere çalışmaktadır. Eğitimine devam ederek Yunanca bilgisini de geliştirir. Bitirme tezi olarak “Doğu Sorunu”nu seçer.
Londra Üniversitesi’nin döneminin en büyük hocası olarak bilinen R. W. Seton-Watson tarafından verilen bir özel alan dersine katılması istenir. Kendisinden orijinal belgeleri yani Britanya, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus belgelerini incelemesi istenir. Gençliğin verdiği masumiyet ile sorar: “Peki ya Türk belgeleri?” Kendisine onların önemi olmadığı, hem olsa bile ortada hiç Türk belgesi bulunmadığı söylenir. Lewis için “Doğu Sorunu” üzerine araştırma yapan bir araştırmacının Türk belgelerini görmezden gelmesi kabul edilebilir bir şey değildir. “Doğu Sorunu” üzerine okuduğu bütün kitaplarda Türkiye sahne arkasındadır ve tüm aktörler Avrupalılardır: “Böylece en azından kimi belgeleri okuyabilecek kadar Türkçe öğrendim.” der. (s.32). İşte bu nedenle, Türk kaynaklarını kullandığı için Lewis’in tarih bilgisi ve yorumu rasyoneldir. Zaten şu söz de Lewis'e aittir: "..tarihçinin kendisine ve okurlarına borçlu olduğu bir şey vardır, o da yetenekleri elverdiğince nesnel olmaya, en azından adil olmaya çalışmak.."
1936-1937 akademik yılını çeşitli akademik kurumlarda dersler takip ederek Paris’te geçirir. Bu arada en sevdiği hocalardan biri Adnan (Adıvar) Bey’dir. Kitabında Adnan Bey için; “Çok hoş bir insan ve muazzam bir hocaydı ve ikimiz gayet iyi anlaşmıştık” der. (s.39).
1939 baharında Naziler Çekoslovakya’nın geri kalanını işgal ederek savaşın kaçınılmaz olduğunu gösterirler. Bernard Lewis bu dönemde Dış İşleri Bakanlığı’na gönderilir. Şaşırtıcı bir şekilde bakanlıkta Türkiye uzmanı yerine konulduğunu görür. Bir gün yanına verildiği memur Türk Büyükelçisi ile randevusu olduğunu, onunla gelmek isteyip istemediğini sorar. Dönemin Türk Büyükelçisi Tevfik Rüştü Aras’tır. Konuşmaları sırasında Büyükelçi iki önemli tespitte bulunur: “Biz Türkler, güçlü bir tarih algısına sahibiz. Polonya’nın parçalanmasının Türkiye’ye yönelik bir tehdit olduğunu biliyoruz.” (s.369) (1939’da Polonya gibi sınırdaş olmadığımız, hatta uzak bir coğrafyada yer alan bir ülkenin parçalanmasının Türkiye için bir tehdit oluşturduğunun farkına varan bir yönetim anlayışından, komşularımızın parçalanmasının ülkemiz için nasıl bir tehdit oluşturduğunu göz ardı eden hatta bu parçalanmaya eşbaşkanlık yapan bir yönetim anlayışına nasıl geldiğimiz anlaşılır gibi değildir.)
Büyükelçinin devamında yaptığı açıklamada daha da ilginçtir: “Yerine getirilmesi için başkalarının yardımına bağımlı olacağımız yükümlülüklerin altına girmek bizim politikamız değildir.” (s.57) Bu ise bazı Tarih biilmezlerin dudak büktükleri genç Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının ana düsturu idi…
Bernard Lewis’in İslam dünyası için önemli bir tespiti vardır: “Kadınların baskı altında tutulmasının İslam toplumuna çok büyük zararlar verdiğine inanıyorum. Sadece nüfusun yarısının yetenek ve hizmetlerinden kendisini mahrum bıraktığı için değil, aynı zamanda diğer yarının büyük bir kısmını da eğitimsiz ve ezilmiş annelerin ellerine teslim ettiği için. Her şeyden önce kadınlar nüfusun yarısını oluştururlar ve pek çok açıdan herhangi bir dini, etnik ya da iktisadi olarak tanımlanmış gruptan çok daha önemlidirler.” (s. 292-293) Atatürk’ün bir dizi konuşmasında sürekli tekrar eden tema da buydu: “Şu an en acil görevimiz modernleşmek, modern dünyayı yakalamaktır. Eğer nüfusun yalnızca yarısını modernleştirirsek modern dünyayı yakalamada başarılı olamayız.” (s.292-293)
Bernard Lewis kitabında Turgut Özal’a da yer verir: "... konu kaçınılmaz olarak Irak'taki krize gelmişti (kendisi o zaman George W. Bush'un danışmanıdır). Turgut Özal 'Birkaç ay önceki Washington ziyaretimi hatırlıyor musun?' dedi. Birlikte öğlen yemeği yediğimiz için hatırlıyordum. 'Başkanınız ile konuştum. İkircikli bir karaktere sahip; ama sanıyorum bu sefer kararını vermiş. Bir savaş çıkacak,' dedi ve ekledi, 'çıktığında da hızlı, ucuz ve kolay olacak.' Bu şaşırtıcıydı. 'Sizi böyle düşündüren nedir?' diye sordum. Bunun üzerine gizemli bir Türk gülümsemesiyle, 'Komşularımızda neler olup bittiğini bilmek isteriz.' dedi. Diğer bir deyişle, iyi bir istihbaratları vardı. 'Sana bir örnek vereyim.' diye devam etti. 'Hafta geçmiyor ki subaylar da dâhil olmak üzere pek çok Irak askeri, sınırımızı geçip sığınma talebinde bulunmasın. Savaş başlamadan önce subayların kaçtığı bir ordunun durumu iyi değildir.' Katılmak durumundaydım. Sonra, 'Savaş çıkarsa bizim yanımızda yer alır mısınız?' diye sordum. 'Tabii ki' dedi. ‘Kavga bittiğinde ve konuşmalar başladığında, galip tarafın masasında olmak isteriz ve orada misafir listesinde olmak isteriz, menüde değil.’ ” (s.369)
Kitaptan bir başka bölümde ise bir fıkra yer alır. Fıkra Mısır’ın bir zamanlar güçlü adamı olan Abdülnasır’la ilgili olarak anlatılır:
Başkan Nasır kendisi hakkındaki karikatürlere ve fıkralara çok sinirlenirmiş. Bu fıkraları belli bir kişinin uydurup yaydığını öğrenince öfkesi bir kat daha artmış. Polis şefini çağırtmış... Fıkraları icat eden kişinin acele bulunmasını istemiş.
Bir hafta sonra polis şefi tutukladığı adamla birlikte Başkanlık Sarayı’na gelmiş. ''Sayın Başkan, demiş, sizinle ilgili fıkraları uyduran kişi işte bu...'' Nasır adamı baştan aşağı bir süzmüş: ''Sen, demiş gerçekten benimle ilgili fıkraları uyduran kişi misin?'' ''Evet, demiş adam...'' Nasır bunun üzerine peş peşe kendisiyle ilgili fıkraları anlatmaya başlamış... Her birinin sonunda adama: ''Bu fıkrayı da sen mi uydurdun?'' diye soruyormuş... Her defasında da aynı yanıtı alıyormuş: ''Evet efendim ben uydurdum...'' Nasır sonunda: ''Sen de benim gibi Mısırlısın, ülkeni de benim kadar sevdiğini tahmin ediyorum, neden bunu yapıyorsun, Mısır’ı büyük, özgür ve saygın bir ülke haline getirdiğimi biliyorsun...'' deyince adam şöyle bir yutkunmuş: ''Bakın efendim, işte bu fıkrayı ben uydurmadım'' demiş...
Bernard Lewis, hatıralarının sonunda şunları yazar: “Yaşamımı sevdim. Tatmin edici bir kariyerim oldu. Yirmi dokuz dile çevrilen otuz iki kitap, hiç de fena değil. Mekânlar ve kültürler keşfettim ve on beş dille oynayabildim. Beni sevmeyenler ya da tüm kalbimle anlaşamadıklarım bile, genellikle ilginç ve hattâ zaman zaman ufuk açıcılardı” diyor...
Prof. Bernard Lewis’in güzel bir kitabı daha var: ‘’İnanç ve İktidar’’ (Akılçelen Kitaplar, 2017) Kitabın alt ismi: Orta Doğu’da Din ve Siyaset (Kitabın Orjinali: “Faith and Power, Religion and Politics in the Middle East”, Oxford University Press, 2010)
Bu kitapta gerek Hıristiyan Avrupa’da gerek Müslüman Osmanlı’da, iktidarın halka benimsetilmesinin ana yönteminin din ve mezhep olduğunu yani inanç olduğunu vurgular. İşin içine din, inanç girince, din adamlarının, ruhban sınıfının da iktidara ortak olduğunu söyler.
Yazar bu kitabın “İslam ve Liberal Demokrasi” adlı dördüncü bölümünde şu görüşleri dile getirir:
“Uluslararası İslam Konferansı’nı oluşturan kırk altı bağımsız devlet arasında sadece bir tanesi, Türkiye Cumhuriyeti Batı ölçülerine göre demokratik olarak nitelenebilir… Ve orada bile özgürlük yolu engellerle kuşatılmıştır.” (s. 55)
Lewis kitabının bu bölümünde çağdaş demokrasilerle Ortadoğu demokrasisinin farkını, para ve iktidar ilişkisi üzerinden şu şekilde açıklar: “Modern Amerika ile klasik Ortadoğulu siyasal sistemleri karşılaştırırsak, aradaki fark şöyle ifade edilebilir: Amerika’da iktidar parayla satın alınır. Ortadoğu’da iktidar para kazanmak için kullanılır.” (s. 68)
Lewis, kitabının bu bölümünde; devletin insanlar üzerinde egemenlik kurma ve onları terörize etme gücünün modern metotlarla büyük ölçüde arttığını, otoriter yönetim felsefesinin ithal edilen otoriter ideolojilerle güçlendirilerek keskinleştirildiğini ve ithal edilen bu otoriter ideolojiler bir yandan liderlerin ve yöneticilerin yaptıklarına meşruiyet kazandırırken öte yandan halklarını ve taraftarlarını fanatize ettiğini söyler…
Bu kitap kısaca Ortadoğu’da “inancın” ne kadar önemli ve etkili olduğunu anlatır.
Ah ‘’Tarih Baba’’ ah… Sen neler söylersin sen… Ama anlayan, dinleyen kim!
Osman AYDOĞAN
Halil İnalçık
Kendisini methetmek haddimi aştığı için hakkında söylenenleri kısaca aktarıyorum:
“Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz.” Prof. Mark L. Stein
“Hoca, Fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefil metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago’dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni ‘Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz’ diye adeta haşlamıştır.” Prof. İlber Ortaylı
“Bilgisinin çağları kapsayan genişliğine ve tarihin çeşitli alt dallarına hâkimiyetine hayranım. Onun bulunduğu konuma bizim alanda başka kimse sahip olamamıştır.” Prof. Suraiya Faroqhi
“Halil Bey, ABD bilim hayatına ve şahsi hayatımıza bir lütuftur. ” Prof. Howard Reed
“Bir tarihçi olarak hiçbir şekilde abartmadan söyleyebilirim ki, onun ders ve seminerlerinde aldığım düzinelerce sayfa not, sahip olduğum en değerli şeyler arasındadır.” Prof. Victor Ostapchuk
"Zamanın büyük âlimleri vardır ama Halil İnalcık bütün zamanların büyük tarihçisidir." Bernard Lewis
Kendisi “Şeyh-ûl Müverrihîn” dir (Tarihçilerin Şeyhi), ''Kutb-ûl Müverrihîn”dir (Tarihçilerin Kutbu). hocaların hocasıdır, Osmanlı tarihi duayenidir. İlber Ortaylı gibi bir tarihçi yanında el pençe divan dururdu.
20. yüzyıl sona ererken Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi (Cambridge International Biographical Center) Halil İnalcık’ı, dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim adamı arasında gösterir.
Osmanlı İmparatorluğu tebaasına mensup olarak doğmuş olmaktan gurur duyan bir Osmanlı tarihçisidir. Mustafa Kemal'den ‘’Halaskâr Gazi’’ diye bahsederdi.
"Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar" (Türk Tarih Kurumu, 2014) isimli kitabı bana göre kendisinin en önemli eseridir. Eserlerini okumak tarihçi olmayan birisi için zor gelse de bu büyük zatı tanımak için Emine Çaykara’nın, tarihçi ile yaptığı ve kitap haline getirdiği söyleşiyi mutlaka okunması gereken bir eser olarak değerlendiririm. (Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005)
Bir makalesinde Yusuf Has Hacib'in şu sözlerine yer verir: ‘'Ülkeyi elde tutmak için çok asker ve ordu lâzımdır, askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır, bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir, halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır. Dördü birden ihmal edilirse beylik çözülmeye yüz tutar.'’
Bir makalesinde de şunu yazar: "...ideal devletin dayandığı kilit kavram adâlettir."
Bir yazısında da şu uyarıda bulunur: "Bu memlekete ve geleceğine güvenerek çok çalışmalı. Esas mesele fikir zenginliğidir. O yüzden ne olursa olsun fikir hürriyetini muhafaza etmek gerekiyor."
Türkiye; Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Tarık Zafer Tunaya’dan sonra bu büyük tarihçisini 25 Temmuz 2016 tarihinde kaybetti. Asaletin, bilginin, kültürün vücut bulmuş haliydi. Türk tarihinin kartalı, şahini idi… 1916 doğumlu ve Kırım Tatarlarındandı. Allah’tan rahmet diliyorum. Milletimizin başı sağolsun.
Vefatından bu yana Osmanlı ve Türk tarihi yetim kalmıştır.
Bu büyük zatın vefatıyla demirin tuncuna, tarihçinin Kadir Mısırlıoğlu denen şarlatanına, kargasına kaldık.
Kılavuzu karga olanın da hali ortadadır… Görüyorsunuz işte…
Osman AYDOĞAN
Dostlarımız azaltır, düşmanlarımızı çoğaltırken…
Daha geçen hafta (08 Ocak 2018) İdlib konusunda Rusya ve İran ile ters düştük… Rusya ile uçak krizi zaten daha tam çözümlenmemiş. Rusya bizi kendi vatandaşları için seyahat edilecek ülke kategorisinden daha dün çıkardı. İran ile aramız zaten iyi değildi. Daha dün (15 Ocak 2018) Afrin konusunda ABD ile bozuştuk… ABD ile FETÖ, Zarraf, PYD/YPG nedenleriyle; zaten ilişkiler sorunlar yumağı halinde idi... Daha geçen ay (Aralık 2017) Kudüs konusunda hem ABD hem de İsrail ile papaz olduk…
Referandum konusunda Barzani ile Başika nedeniyle İbadi (Irak) ile Katar nedeniyle Suudilerle, BAE ile Mursi -Sisi nedeniyle Mısır ile aramız bozuk…
Zaten Suriye savaş halindeyiz... AB dersen tümden düşman… ABD, İsrail bizi yok etmek istiyor… AB, Almanya bizi bölmek istiyor… Yunanistan, Ermenistan ebedî düşman…
Bütün bunlar bana bir Karadenizli Temel fıkrasını hatırlatıyor…
Temel, Amerika’da otobana ters istikametten girmiş. Polis hemen anonsa başlamış: ‘’Bütün sürücüler, dikkat! Bir araç yola ters girmiştir!’’ Yola bakan Temel kendi kendisine söylenmiş: ‘’Ne birisi? Hepisi, hepisi!’’
Şaka bir yana bütün bu yaşananlar beni yine tarihe götürüyor ve bana tarihi bir şahsiyeti Ebû Müslim el-Horasanî’yi hatırlatıyor…
Biraz uzun olacak ama günümüzü tam anlamıyla anlayabilmek için Ebû Müslim el-Horasanî’yi iyi anlamamız gerekir diye düşünüyorum…
Ebû Müslim el-Horasanî, Emevîler ve Abbasiler döneminin bir halk kahramanıdır. Isfahan’da doğmuş, Kufe’de büyümüştür. (718-755) Asıl adı Abdurrahman, asıl künyesi ise Ebû Müslim Abdurrahman bin Müslim el-Horasanî şeklindedir. Ebû Müslim ismi ile tanınmış ve meşhur olmuştur.
Köle iken ihtilal önderliğine yükselir. Emevîlerin devrilmesi ve halifeliğin Abbasîlere geçmesiyle sonuçlanan Horasan ayaklanmasının önderidir. Ebû Müslim; tarihin bir figüranı değil bir baş aktörüdür, gerçek bir tarih yaratıcısıdır. Bu nedenle Horasan Spartaküsü de derler adına…
Ebû Müslim, adı gibi kökeni de esrar perdesiyle örtülüdür. Türk kökenli olduğu söylenir, ancak Fars kökenli olduğu iddiaları da vardır… Siyasi ve askerî faaliyetlerinin yanında Horasan'ın imarı ve kalkınmasında da müspet etkisi olan, Arapça ve Farsça dillerini iyi konuşabilen ve iyi bir eğitimden geçen birisi olarak ve soğukkanlılığı, acımasızlığı, ketumluğu, akıllı ve ileri görüşlülüğü ile tanınır. Hayatı gizem doludur. Tarihte böylesine aktif rol oynayıp, yaşam öyküsü pek bilinmeyen çok az insan vardır. Orta Doğu ve İslam tarihinde Ebû Müslim kadar efsanelere ve spekülasyonlara konu olan başka bir kişilik de yoktur...
Köle iken ihtilal önderliğine yükselmesi nedeniyle o bölgedeki her kavim kendisine sahip çıkmış, onu öz evlatlarıymış gibi benimsemişlerdir. Her kavim ‘'Ebû Müslim bizdendir’' iddiasında bulunmuşlar ve adına hikâye, masal, menkıbe ve destanlar yazmışlardır.
Ebû Müslim’in en büyük meziyeti örgütçülüğü ve birleştirici özelliğidir. Emevî zulmünden rahatsızlık duyan tüm kesimleri birlik olmaya ikna ederek onları birleştirir. 747 yılında ise tüm Emevîlere karşı olan güçler, onun bayrağı altında toplanır. Merv ve Nişabur kısa süre içinde Ebû Müslim’in eline geçer. Bütün Emevî ordularını yener. Emevî hanedanı ortadan kalkar.
Emevî hanedanının ortadan kalkmasında ve Abbasi Devleti'nin kurulmasında önemli katkısı olan Ebû Müslim giderek güç kazanır… Abbasi Devleti'nin kuruluşundan sonra da haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı çıkar. Gücü ve adaleti nedeniyle nüfuzunun giderek artması ve devlet yönetiminde etkisinin güçlü hale gelmesi bu sefer de Abbasi yönetimi rahatsız eder.
Ebû Müslim’in giderek güçlenmesi, Halife Mansur’u iyice kaygılandırır. Harp meydanlarında yenilemeyen bu büyük komutan bir görüşme bahanesiyle davet edildiği Irak’ta hileyle öldürülür...
İşte Ebû Müslim’in en büyük talihsizliği de onun Abbasi hanedanlığı tarafından kullanılmış olmasıdır. Ebû Müslim, Abbasiler lehine Emevî devletini ortadan kaldırmış, Abbasilerin kurulmasına katkı sağlamış, Abbasilere hilafet makamını altın tepsi içinde sunmuş fakat onlar tarafından katledilmekten kurtulamamıştır. Ebû Müslim, Abbasiler tarafından kullanılmış, ancak tarihteki her örnekte olduğu gibi tehlikeli olunca da ortadan kaldırılıp çöpe atılmıştır…
Ebû Müslim hakkında yazılı eser pek azdır. Ebû Müslim’i roman şeklinde anlatan iki kitap bulunmaktadır; Birincisi Faik Bulut’un ‘’Ebû Müslim Horasânî, Bir İhtilalcinin Hikâyesi’’ (Su Yayınları, 1999) isimli kitabı, diğeri ise Corci Zeydan’ın ‘’Ebû Muslim Horasânî’’ (Milenyum Yayınları, 2010) isimli kitabıdır. Ebû Müslim hakkındaki diğer bir kaynak kitap da Mesruri Geda’nın ‘’Eba Müslüm'ün Tabutu’’ isimli kitabıdır. (Can Yayınları, 1996)
Ayrıca Türkolog Prof. Dr. İrene Melikoff’un, 1962'de Fransızca yayınladığı "Türk-İran Epik Geleneği İçinde Horasan Teberdarı Ebû Müslim'’ (Abu Muslim, le "Porte-Hache" du Khorassan dans la tradition épique turco-iranienne) adlı bir kitabı bulunmaktadır.
1969 yılında Tamer Yiğit’in başrolünü oynadığı bir Yeşilcam filmi de vardır; Eba Müslim-i Horasan-i (Kimi bölgelerde Ebû yerine Eba denilir.)
Günümüzde uluslararası ilişkilerde ulaşmış olduğumuz ‘’değerli ve tehlikeli yalnızlığımız’’ı ve mahalle kabadayısı edası ile sağa sola attığımız afrayı, tafrayı; tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu sözü ile beraber düşünmeliyiz diye değerlendiriyorum;
''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''
‘’Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!’’ değil mi? Ebû Müslim gibiler bile Abbasiler tarafından kullanılıp tehlikeli olunca da ortadan kaldırılıp çöpe atılırmış…
Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılırmış... Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibiymişler... Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretirmiş...
İbn-i Haldun ünlü Mukaddime’sinin giriş bölümünde tarihin zahiri, açıkça görülen anlamı dışında bir de saklı anlamı olduğuna dikkat çeker ve derdi ki: “Tarihin içinde saklanan mana ise incelemek, düşünmek, araştırmak (...) hadiselerin vuku ve cereyanın sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir.” ve ''ibret alınsaydı'' derdi ya Mehmet Âkif o ünlü şiirinde; düşünülseydi, hayat geriye doğru anlaşılsaydı ve ibret alınsaydı bu tarihi şahsiyetten (Ebû Müslim) kimbilir ne dersler çıkarılırdı!
Osman AYDOĞAN
Bilmediğimiz bir sefer: 1532 Viyana Seferi
Bir önceki yazımda ‘’tarihi tarih yapan ve tarihi daha çekici, daha sevimli ve cezbedici yapanın içindeki ayrıntılarıdır‘‘ diye yazmıştım ya... Bu nedenle gelin isterseniz sizlere tarihte tarihçilerimiz de dâhil olmak üzere pek kimseciklerin bilmediği birebir yaşanmış iki ayrıntıyı anlatayım…
Ancak bu iki olayı tarihteki yerine oturtmak için çok kısa bir giriş yapmam gerekiyor…
Bizler Osmanlının Viyana’ya iki sefer yaptığını biliriz… İlki 1529 ve ikincisi de 1683.. Bu bilgiler gerçeği yansıtmaz. Osmanlının Viyana’ya toplam beş seferi vardır.
Viyana hedeflenerek yapılan ilk sefer 1528 seferidir.
Kanuni 1528 ilkbaharında İstanbul’da toplanan ordusuyla harekete geçip Filibe civarında büyük ovada ordugâh kurdu, Rumeli ordusunun toplanmasını burada bekledi. Fakat sağanak yağışlar ırmakları kabarttı ve taşkınlar baş gösterdi, küçük dereler büyük sel akıntılarına dönüştü, sel depo edilmiş cephane ve yiyecek stoklarını yok etti, çadırları sürükleyip götürdü, onlarla beraber içinde askerlere verilecek paraların da bulunduğu mahfazalar ve sandıklar da sulara kapılarak gitti. Her yanı kaplayan kargaşalık içerisinde Sultan bile ölüm tehlikesi atlattı. Dev boyutlarda malzemenin kaybolması bir yana ordunun morali bozulmuştu. 1528 yılında başlatılan bu seferden Sultan vazgeçmek zorunda kaldı.
İkinci sefer bizim aslında ‘’Birinci’’ diye bildiğimiz 1529 seferidir… Bu sefer ayrı bir yazı konusudur. Bu nedenle burayı geçiyorum…
Üçüncü sefer ise 1532 seferidir…
Yazımın başında bahsettiğim tarihçilerimiz dâhil pek kimseciklerin bilmediği iki olay işte bu sefer esnasında geçer…
Bu iki olaya geçmeden önce yaşadığım bir hatıramı anlatmak istiyorum…
Yıl 2002. Macaristan’a yapılan resmi bir gezide heyet başkanıyım… Heyete, bize bir Macar tümgeneral refakat ediyordu… Szombathely şehrinde bir Macar askerî eğitim merkezini ziyaret edecektik. Kışlaya giriş yaptık. Bizi törenle karşıladılar… Bina girişinde iç mekânda duvarda camekân içinde bir büst vardı. Büstün altında da ‘’Niklas Yurisiç’’ (Jurisich Miklos) ismi büyük harflerle yazılmıştı. Heyete refakat eden Macar tümgenerale sordum: ‘’Bu Niklas Yurisiç kimdir?’’ Macar tümgeneral cevap veremedi.. Bize karşılayan kışla komutanı da yanımızdaydı, benim sorumu tümgeneral kışla komutanına sordu. O da bilemedi.. Bu sefer kışla komutanı refakatindeki subaylara sordu.. Onlar da bilemedi… Kimseden cevap alamayınca bakın ben size Niklas Yurisiç’i tanıtayım dedim...(Kendi çektiğim Niklas Yurisiç’in bu fotoğrafını yazımın sonunda veriyorum)
‘’Bu Hırvat Beyi Niklas Yurisiç’e siz Macarlar ve Avusturyalılar çok şey borçlusunuz’’ dedim ve başladım anlatmaya:
‘’1532 seferinde Kanuni Sultan Süleyman komutası altındaki Osmanlı Ordusunun gücü 130 000 ile 220 000 arasında değişmekteydi. Bu kadar çok insan ve hayvanı besleyebilmek için yürüyüşün üç yıl önce yapılan (1529) seferin dışında kalmış bir bölgeden geçecek şekilde yapılması gerekliydi. Bunun için tekrar Budin üzerinden değil de, güneyde Plattensee (Balaton Gölü) yanından gidilmesi gerekiyordu. Böylece ordu bugün için Macaristan’ın kuzeyinde Avusturya sınırına yakın müstahkem Güns (o zaman adı Köszeg idi) kenti önüne varır... 9 Ağustos 1532 de kuşatma başlatılır… Şehri, işte kışla girişinde büstü bulunan Hırvat Beyi Niklas Yurisiç pek fazla bir umudu olmadığı halde inatla savunur… Kuşatma tam üç hafta sürer…
Burada cevaplanamayan soru, Sultanın neden burada bu kadar uzun bir süre oyalandığıdır. Aslında kenti kuşatmak için bir kaç bin kişi yeterdi, asıl ordu da pekâlâ Viyana üzerine yürüyebilirdi. Bir ihtimal, Sultanın Közseg’i zapt edemezse, Viyana önünde başarıya ulaşamayacağına inanıyor olmasıdır. Bir ihtimal de Viyana kuzeyinde toplanan imparatorluk ordusunun Közseg kuşatmasına yardıma geleceğinin Sultan Süleyman tarafından düşünülüyor olmasıdır. Eğer bu Ordu kuşatmaya yardıma gelecek ise Sultan Süleyman bir meydan muharebesi için uygun alan olan Közseg ile Neusiedlersee arasındaki bölgede muharebeyi kabul edecekti. Bu nedenle de Sultan Süleyman bu bekleme nedeniyle burada muharebe için uygun mevsimi harcamıştı.
Sultan Süleyman, Yurisiç’le yüz yüze yaptığı bir görüşmede, gösterilen mukavemete duyduğu hayranlık dolayısıyla kentin sembolik olarak teslimiyle dahi yetinebileceğini bildirir. On yeniçeri kalenin en yüksek burcuna Türk bayrağı çekecekler, bunlardan başka hiçbir Türk kente girmeyecekti. Yurisiç bu öneriyi seve seve kabul eder, zira savunmayı yürütenlerin yarısı ya ölmüş ya da yaralanmıştı, cephane bitmişti, kenti bir gün daha elde tutmak olanaksızdı.
Diğer bir adı Güns olan Köszeg kenti, kurtulduğu günün anısını hala korumaktadır. Kentte her gün saat 11’de kilise çanları çalar, çünkü 30 Ağustos 1532’de Sultan Süleyman, tam bu saatte ordusuna hareket emri vermiştir.’’
Bu noktada Macar tümgeneral bana itiraz etmişti... ‘’Bu mümkün değil’’ demişti... ‘’Bizde kiliseler her gün değil sadece pazar günleri çanlarını çalar’’ demişti… Ben de kendisine ‘’Evet haklısınız, sadece sizde değil tüm dünyada kiliseler pazar günleri çan çalar. Ancak Közseg kenti kilisesi bu kurtuluşun anısına her gün saat 11’de çalar.’’ Bir süre sonra tümgeneral yanımdan ayrıldı... Beş dakika sonra geri geldi... Bana demişti ki; ‘’haklıymışsınız efendim. Közseg kenti Belediye Başkanını aradım. Bu konuyu sordum. Meğer Közseg’de kilise her gün saat 11’da çanlarını çalarmış…’’
Sultan Süleyman, Közseg’den ayrıldıktan sonra Viyana üzerine yürümez, çünkü Niklas Yurisiç’in kendisini oyaladığı üç hafta içerisinde, beklediği Ordu orada toplanmıştı. Gerçi sayıca Türk ordusunun yarısı kadar bile güçlü değildi, ama buna karşılık iyi bir topçuya sahipti, üstelik Sultanın Tuna yoluyla taşınan topları da Estergon’a takılıp kalmıştı. Bu ağır toplar olmaksızın müstahkem hiçbir kent alınamazdı. Bunun böyle olduğu Közseg önünde görülmüştü. Aynı durum dönüş yolunda da görüldü; Viyana’nın Neustadt’ı o kadar iyi korunuyordu ki, Türkler saldırıya geçmeyi denemediler bile; Hartberg ile Graz’ın da önünden geçtiler, Marburg’da (Maribor) saldırı girişiminde bulundularsa da başarı kazanamadılar. Buna rağmen Sultan, İstanbul’a vardığı 18 Kasımda büyük bir zafer şenliği yaptırdı…
İşte 1532 seferinde anlatmak istediğim iki ayrıntıdan birisi bu Köszeg kuşatması idi…
Anlatmak istediğim 1532 seferindeki ikinci ayrıntı ise Purbach’lı Türkün hikâyesidir;
Purbach, Neusiedler gölünün batı kıyısında, o zamanki adı Feketevaroş olan bir kasabadır. 1532 Seferi sırasında diğer bağcı köyler gibi Türklerin saldırısına uğramıştı. Köylüler Türkler gelmeden köyü terk ederler… Gelen yeniçerilerden birisi bir evin mahzenine girer, orada bir fıçı içerisinde şarabı görür, sonra da oturup kana kana şarap içer... Sonra da mahzende sızıp kalır... Sızıp kalınca da arkadaşlarının köyden gittiklerinin farkına varmaz… Ayılınca da köye geri dönen köylüleri görür. Korkusundan bir bacanın içine saklanır. Ocakta ateş yakılınca da dumandan boğulmamak için yukarı tırmanır. Böylece bacaya kadar çıkar, orada etrafa bakınırken görülür. Sonra da köylüler bu yeniçeriyi yakalarlar.
Purbachlılar onu asmaya falan kalkmazlar…Aksine vaftiz edilerek dinini değiştirmesini ve yanaşma olarak kasabada kalmasını önerirler.. O da kabul eder… Sonunda yörenin nefis şarapları bir yandan, Purbach’ın kızları öbür yandan verdiği bu karardan asla pişman olmamasını sağlarlar. Daha sonra da kızlardan biri ile evlenince, kaynatası onun taştan bir büstünü yaptırır. Bu heykel onu başında sarığı ile bacadan etrafı gözlediği andaki halini gösteriyor... Bizzat kendi çektiğim bu heykelin fotoğrafı da yazımın sonunda veriyorum.
Bu bir köy efsanesi olabilir, taşlaşmış Türk belki de kimsenin tasviri değil de, sadece bir direniş figürü de olabilir… 1532 yılındaki gibi kendileri açısından geçerli felaketleri savuşturmuş olmayı da simgeliyor olabilir. Gerçek olan bu öykünün bir hayli allanmış pullanmış olarak hala anlatılıyor olmasıdır. Hatta ilkokul çocuklarının okuduğu masal kitabı halinde de halen Avusturya’da satılır. Bu kitabın kapak fotoğrafını da yazımın sonunda veriyorum..
Bu köyde (Purbach) yeniçerinin yakalandığı ev halen olduğu gibi duruyor... Yeniçerinin şarap içtiği mahzen de lokanta haline getirilmiş. . Burada ikram edilen şaraplar da özel olarak üretilmiş ‘’Purbacher Türke’’ (Purbachlı Türk) ismindedir. Köyde o günden bu yana halen şarap üretilmektedir. Şarap köyün tek geçim kaynağıdır.
Ailemle beraber bu köye ilk geldiğimde bu evde mahzende yemek yiyoruz. Her masada küçük bir el broşürü var... Broşür bu olayı kısaca anlatıyor. Broşürün sonunda ‘’Köyde eğer badem gözlü birisini görürseniz bilin ki bu Türkü hatırlatıyor’’ diye bir cümle vardı. ‘’Badem gözlü’’ Almanca ‘’Mandelaugen’’ demekti... Bize hizmet eden çok hoş zarif bir genç kadın garson vardı. Çağırdım, bilmiyormuş gibi ‘’Mandelaugen’’ ne demek diye sordum. Kadın benim gözlerimi göstererek ‘’senin gözlerin gibi’’ demişti…
İşte bizim Avrupa’ya ilk işgücü (Almancı!, Gastarbeiter!) ihracımız bu yeniçeri idi!
Genellikle tutsak düşen Türklerin şansı bu yeniçeri gibi böyle yaver gitmezdi, daha doğrusu tutsak alındıkları olmazdı, öfkeli köylüler ya onları hemen öldürürler ya da derin bir uçurumdan aşağı hemen atarlardı. Aşağı Avusturya’da Pittental’da ‘‘Türkensturz’’ (Türk uçurumu) ve Piestingtal’da, Pernitz’de ‘’Türkenloch’’ (Türkler çukuru) gibi yer adları böyle olayların tanıkları gibidir. Akıncılar Tuna’nın güneyinde hemen her vadiye dalmışlardı ve her yerde de atlısı yayası, köylüsü kentlisi, avcısı oduncusu onlara karşı çıkmış, tuzaklar kurmuş, pusuya düşürmüş veya doğrudan üzerlerine saldırmıştı.
Bu sefer esnasında Ybbsitz kasabasından sonra akıncılar Ybb ırmağı kıyısında Waidhofen kentine saldırırlar. Kentin kalesi iyi tahkim edilmişti. Kenti savunan halk, üzerlerine atılan alevli oklar yağmur gibi yağdığı halde sinmemiş, aksine bir karşı saldırıyı göze almıştır. Bunun için en önde tırpan yapan demirciler çırakları ile birlikte yer almış, oduncular ve kömürcüler de saldırmıştı. Akıncılar bu çarpışmada sadece savaşçı değil, at ve silah da kaybetmişlerdi.
Bu olayın anısına Waidhofenliler heybetli bir kule yaptırmışlar, üstüne de olup bitenleri anlatan bir yazıt koymuşlardır. Bundan dolayı demirci çırakları sokaklarda gösteri yürüyüşü yapma imtiyazını elde etmişlerdi. Loncalarının yıldönümünde savaş havaları ile caddelerden geçerler, bu sırada halk da onlara armağanlar verir ve ikramlarda bulunurdu. Bu görenek 486 yıldan beri sürüp gitmektedir. Ne var ki gösteri yürüyüşü şimdi pek mütevazı bir hal almıştır, çünkü törene katılacak demirci sayısı azalmıştır. Bu törenlerde kafilenin başında bir demirci ustasıyla iki ulak yürür, hep birlikte eski savaş narasını haykırılar: ‘‘Tanrı adına davranın, Türkler geliyor!’’
Üç yıl önceki Viyana kuşatmasına (1529) oranla 1532 yılında yapılan bu sefer hemen hemen tümüyle unutulmuştur. Pek hatırlanmaz…
Viyana’ya yapılan dördüncü sefer 1663-1664 Uyvar Seferi idi... Bu sefer esnasında yapılan 1664 St Gotthard – Mogersdorf muharebesidir ki bizdeki bütün büyük tarihçiler (İsmail Hakkı Uzunçarşılı’dan İsmail Hami Danişmend’e kadar) üç-beş sayfalık (bir kaç sayfası da bu muharebenin krokisidir) yazı ile ‘’yenildik’’ diye bitirirler... Ben bu muharebe üzerine iki yıl çalıştım.. Bütün Avusturya kaynaklarını, bütün Türk kaynaklarını taradım. Muharebe alanını Viyana ve Graz üniversitelerinden tarihçilerle ve Avusturya Ordusunun askerî tarihten sorumlu bir generaliyle adım adım dolaştım... Sonunda uzun bir yazı ile belgeleriyle yenilmediğimizi ortaya koydum. İki ulusal dergide de bu yazımı yayınladım...
Viyana’ya yapılan beşinci sefer ise bildiğimiz 1683 seferidir... Ancak tarihçilerimizin bu sefer hakkında bildikleri de buzdağın üstü gibi tüm gerçeklerin sadece yüzde onu gibi bir orandadır... Bilmediğimiz ve yanlış bildiğimiz o kadar çok şey var ki! 1683 seferi de çok uzun ve hazin bir hikâyedir…
Ahh ''Tarih Baba'' ah!.. Sen neler söylersin sen!..
Osman AYDOĞAN
Macaristan'ın Szombathely şehrinde bir Macar askerî eğitim merkezi girişinde bulunan Niklas Yurisiç'in büstü... Fotoğraf bana ait..
Avusturya'ya Türk akınları Avusturya masal kitaplarında böyle resmedilmişti...
Purbachlı Türk anlatan Avusturya çocuk masal kitabının kapağı
Purbach köyünde olayın geçtiği evin bacasına yerleştirilen yeniçeri heykeli. Fotoğraf bana ait..
Şîr-î pençe
Bir önceki yazımda Osmanlının Memluklerle yapılan Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) muharebelerini zikretmiştim ya... Tarihi tarih yapan aslında bir yönüyle de içindeki ayrıntılarıdır diye bilirim... Bu nedenle gelin isterseniz sizlere Yavuz Sultan Selim'in bu seferindeki hikâyesini anlatayım:
Yavuz Sultan Selim, Ridaniye ve Mercidabık seferleri esnasında Şam yakınına otağını kurdurarak burada üç ay kadar kalır. Bir Türkmen kızı da zaman zaman padişahın çadırına gelerek, otağın temizlik işlerini yapar, hünkâr çadırını tertibe ve düzene sokarak sıradan gündelik işlerle meşgul olur. Yine bir sabah temizlik için geldiğinde, Sultan Selimi görür. Türkmen güzelinin gönlü sultana, su gibi anîden akıverir, gönlünü kaptırır ona. Hani kalbin, her an bir halden başka bir hale geçmek, gibi anlamları da vardır ya, zamanla Türkmen kızının kalbinin içini, ince bir sızı sarar ve başlar genç kızın kalbi için için kaynamaya.
Bir gün, genç kızın gözü, hünkâr çadırının direğine ilişir. Aşkın gücü ona, direğin üst kısmına şöyle bir satır yazma cesaretini verir;
'’Seven insan neylesin?”
Yavuz Sultan Selim, otağına yatmaya gelince, birden direkteki yazıyı fark eder. ”Bu da ne ola ki” diyerek uzun bir muhakemeden sonra, bir vehim ve bin endişe derken alır eline kalemi söyle bir satır da o yazar aynı direkteki dizenin altına;
'’Hemen derdin söylesin.”
Türkmen kızı, ertesi gün gelip baktığında otağın direğine, sevincinden ağlar, o küçücük kalbi heyecandan göğsüne sığmaz olur, yer de onun olur âdeta gök de… Fakat koskoca cihan sultanına ilân-i aşkta bulunmanın, ateşle oynamanın, ateş girdabına bilerek atlamanın da ölümcül bir tehlikesi de vardır. “Varsın olsun bu aşk, buna değer’’ diye düşünür... Aldığı mesajı heyecanla hemen cevaplandırmaktan kendini alamaz ama yine de içinde bir korku kurdu vardır ki genç güzelin, yüreğini her gün diş diş, burgu burgu kemirir... Aşkın gücü, zoru ve korkuyu nefes nefes yasayan o gencecik yüreğin imdadına yetişir derhâl. Bir satır daha yazar aynı direğe;
“Ya korkarsa neylesin?”
Yavuz Sultan Selim, aksam çadıra döndüğünde, not düştüğü direkteki satır gelir aklına. Bakar ve okur ki aşkın heyecanın ve korkunun karıştığı, tezat dolu sözcüklerin buluştuğu satırlar, bir mızrak gibi durmakta karşısında. Hemen o satırın altına bir mısra daha ekler, aşka yenik düşen koca padişah:
'Hiç korkmasın söylesin.”
Bir aşkın buluşan, karmaşık ve bulanık duyguları şöyle dizilir direğin üzerine:
“Seven insan neylesin? Hemen derdin söylesin. Ya korkarsa neylesin? Hiç korkmasın söylesin.”
Sabahın olmasını sabırla bekler padişah. Seher vakti sırdaşı Hasancan’i çağırtır, derhâl bir emir verir: ”Biz dahi merak edip onu görmek isteriz, tîz elden bu kızı huzura getirin.”
Emir derhâl yerine getirilir ki ahu gözlü, endamı hoş, alımlı, nazenin, ceylân gibi bir Türkmen güzeli gelir hünkârın karşısına… Hünkârın emriyle derhâl bir düğün alayı tertip edilir. Eğlenceler, yemeler içmeler…
Düğünün son gecesi, sırlarla dolu bu aşkın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülür. Çözülen bu kara baht çıkınından yayılan acı haber, şaşkına çevirir herkesi, yer gök âdeta üzüntüye, mateme boğulur. Ahu gözlü Türkmen dilberinin ”Selim” diye çarpan saf ve küçük yüreği, bu büyük cihan sultanının aşkındaki sırrı kaldıramaz ve birden duruverir. O çadırın direği, bu olayın canlı fakat ketum şahidi olur asırlardır. Bu dünya hayatında vuslat nasip olmadığı gibi o gencecik yüreğe, buna fani alemde bir çare de bulunamaz.
Bu hazin gönül çarpılmasının ve gönül yangınının sonunda koca hünkârın, hüngür hüngür ağladığı söylenir. Sonunda en güçlü orduları yenen ve Osmanlının güçlü divan şairlerinden sayılan koca hünkâr Türkmen kızına yaptırdığı mezarın mermer taşına, su dörtlüğü kazdırarak, dünyaya, aşkın gücünün karsısındaki çaresizliğini anlatır:
‘’Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek’’
(Gözbebeğime bilmem ne büyü etti felek
Ağlamamı bol yaşımı kan etti felek
Aslanlar kahrımın pençesinde titrerken
Beni bir gözleri ahuya muhtaç etti felek)
Felek bununla da yetinmez...
Gelelim işin esası olan feleğin, kaderin asıl cilvesine!
Yavuz Sultan Selim babası dünyada iken tahta çıkar. Rivayet odur ki bu durum babasının çok zoruna gider. Babası bu durum üzerine beddua eder. Babanın bedduasının şu şekilde olduğu rivayet edilir:
‘’Evlat sen beni bu hallere eyledin ya şîr-î pençelere kurban gidesin!"
Yavuz Selim'in de bu beddua üzerine şöyle dediği rivayet edilir: ‘’Babamın bu ahını aslan kuvvetinde düşman belledim, önüme geçen tüm düşmanlarımı ezdim.’’
Bu nedenle de Yavuz Sultan Selim yukarıda bahsi geçen şiirinde babasının bedduasına da cevap olarak ‘’Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân’’ diye yazar…
Yavuz sekiz yıllık saltanatında büyük işler yapar, imparatorluğu genişletir. Fakat baba bedduası sekiz yıl sonra Yavuz’un yakasına yapışır ve sırtında şîr-î pençe hastalığı çıkar. Şîr-î pençe, aslan pençesi denilen bir karbonkül hastalığıdır.
‘’Şîr-î pençe’’ ilk olarak anlattığım gibi babanın bedduasında geçer. Ancak kaderin cilvesi imparatorluğu üç katına çıkaran cihan padişahı bu bedduanın oluştuğu bir biçimde acılar içinde hayata veda eder.
Sırtında kendisine rahatsızlık veren bu oluşumu (şîr-î pençe) fark eden Yavuz Sultan Selim emrindekilere sıkmalarını söyler. Emrindekiler "hekimler baksa, belki ciddi bir şeydir" diye uyardılarsa da dinlemez Yavuz, "sivilcedir" diyerek tellağa sıktırır.
Yavuz Sultan Selim Han bu hastalık vesilesiyle yatağa düşer. Ölüm vaktinin geldiğini anlayan ulu hakan yanından ayrılmayan kadim dostu Hasancan'a durumunu sorar: ‘’Hasancan, durumumuz nicedir?’’ Hasancan cevap verir: ‘’Hünkarım Allah'la olma vakti geldi.’’ Yavuz tekrar sorar: ‘’Bre Hasancan, sen şimdiye kadar bizi kiminle bilürdün?’’
Daha sonra padişahın isteğiyle Hasancan "Yasin" suresini okumaya başlar. Padişah da kendisine eşlik eder. Hatta bir yerde yanlış okuduğunu söyleyerek tekrar baştan almasını ister. Ancak Hasancan sureyi bitiremeden Yavuz ruhunu Hakk'a teslim eder.
Allah rahmet eylesin!
Yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun ‘’Şirpençe’’ diye bir kitabı var. (Nesil Yayınları, 2000) Bu konu kitapta detaylı bir şekilde anlatılır. Kitabın tanıtım yazısında Yavuz Sultan Selim şöyle der…
‘’Vükela ve ümeranın süslü elbiseler giymesi, padişahlarına tazimden ileri gelir. Biz Allah`tan başka kime tazime mecburuz ki, bu külfeti ihtiyar edelim? Bizim Padişahımız vücudu saran libasa değil, ruhun içindeki inanca bakar.’’
Öyledir ve hep de öyle olacaktır. Çünkü bizim Padişahımız vücudu saran libasa değil, ruhun içindeki inanca bakacaktır.
Osman AYDOĞAN
Etnik ve folklorik bir kimlik olarak Moğollar
Bir önceki yazımda Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında 1473 yılında yapılan Otlukbeli Savaşını anlatırken Ilısı Barajının yapımı nedeniyle su altında kalacak olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırıldığı türbenin taşınmasından yola çıkarak şu iki soruyu sormuştum: ''Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir?''
İkinci sorum da şu idi: Otlukbeli Savaşı birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının ecnebi ile olan savaşları mı olmak zorundaydı?
İşte bu iki sorunun cevabını da Moğollar üzerinden vermek istiyorum...
Cengiz Han tarafından 1206 yılında kurulan Moğol İmparatorluğu 1294 yılına kadar yaşar. Kısa zamanda her yönde genişleyip, dünyanın %22'sine yayılıp, 34 milyon km2’ den fazla bir alanı kapsayarak ve tarihin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğu olurlar. En geniş döneminde 100 milyondan fazla kişiyi topraklarında barındırır. İmparatorluğun bu denli geniş olması ile Batı ile Doğuyu birleştirmiş, bu sayede İpek ve Baharat yollarında ticaret yapmak güvenli olmuş ve Pax Mongolica denilen barış dönemini başlatmıştır. Cengiz Han zamanındaki Moğol Ordusu dünyadaki en organize ve en disiplinli ordu haline gelmiştir. Moğol ordusu da tarihteki önemli ordular arasında sadece atlılardan oluşan tek orduydu.
Moğollar, yüzyıllarca Türklerle yan yana yaşamışlar ve bunun sonucu olarak da Türk kültür ve medeniyetinin etkisinde kalmışlar ve zamanla Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır. Orta Asya’da halen Cengiz Han ve hanedan üyeleri Türk olarak kabul edilir. Türklükle Moğolluk tarihsel, coğrafi, kültürel olarak çok geçişlilik arz ettiği için; Asya bozkırlarında Hunlardan itibaren Türk tarihini Moğol tarihinden ayırmak hemen hemen imkânsızdır. Fransız oryantalist ve Türkolog Jean-Paul Roux (1925 – 2009) Cengiz Han için Moğollaşmış bir Türk, Timur için ise Türkleşmiş bir Moğol demektedir. Bu nedenle Türk tarihinde Moğollar öteki bir toplum olarak sayılmazlar. Bu nedenlerle de günümüzde Türkler çocuklarına göğsünü gere gere Cengiz, Kubilay, Temuçin, Oktay, Timur, Noyan adlarını verirler.
Türkçülüğün babası olan Nihal Atsız, oğluna vasiyetinde (1941) ötekileştirdiği toplumları şöyle sıralar: Yahudiler, Çinliler, Acemler, Yunanlılar, Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler, Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar, Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Gürcüler, Çeçenler... Ancak bunların arasında Moğollar yoktur.
Ancak tarih baba tarih sayfalarında Moğolları farklı anlatır. 3 Temmuz 1243 tarihli Kösedağ Muharebesi, Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesiyle sonuçlanır. Bu yenilgiyle bu topraklarda Moğol istilalarının önünü açan Moğol Baycu Noyan’dır. Noyan, Anadolu’yu Moğollara bağlayarak Büyük Han’ın nazarında itibar kazanmak istemiştir.
Kösedağ savaşından sonra Moğollar bu topraklarda çok can yakmıştır. 13’üncü yüzyıl, Anadolu’nun Moğolların baskısı altında inim inim inlediği bir dönemdir. O zamanlar Anadolu’da Moğollara dair sarf edilen adeta efsaneleşmiş söz şudur: ‘’Geldiler, yaktılar, yıktılar, kestiler, biçtiler, gittiler...’’ Haçlılar bile Anadolu’ya Moğollar kadar zarar vermemişlerdir.
Tarihçiler, İslam tarihinde Moğol istilasıyla kıyaslanacak bir felaketin olmadığı hususunda hemfikirdirler. Bu dönemde İslam kültürüne ait eserler yok edilmiş, dini kitaplar hayvanların altına serilmiş ve camiler de ahıra çevrilmiştir. İslam tarihi kaynakları bu istilalardan dolayı Moğolları bir kıyamet alameti olarak görerek, Yecüc-Mecüc olarak da nitelemişlerdir.
Hal böyleyken Türk tarihinde Moğollar ötekileştirilmediği gibi Kösedağ Muharebesi'nin Moğol Komutanı ‘’Noyan’’ın adını kendisine isim, soy isim olarak alan ve gururla taşıyan sayısız vatandaşımız vardır.
Anadolu'daki Moğol baskısı, Selçuklu Sultanlığını zayıf düşürdükçe Türkmen beylikleri bağımsız olma fırsatını yakalamışlar, bunlar arasından da sivrilerek Osmanlı çıkmıştır.
Ancak Osmanlı da Moğollardan kurtulamamış, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid ile Timur arasında, Ankara'nın Çubuk Ovası'nda 28 Temmuz 1402 tarihinde yapılan Anakara Muharebesi Geç Orta Çağ tarihinin en kanlı çarpışmalarından birine sahne olmuş ve Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
Ankara Muharebesi yenilgisi; Osmanlı Devleti'nin geçici süreliğine dağılarak, devletin imparatorluk aşamasına geçmesinin ve İstanbul'un Fethi'nin 50 yıl kadar gecikmesine, Anadolu`daki Türk siyasal birliğinin bozularak Anadolu beyliklerinin yeniden kurulmasına ve Osmanlı tarihinde Fetret Devri (1402-1413) olarak bilinen 11 yıllık bir iktidar boşluğu döneminin yaşanmasına neden olmuştur.
Moğollar bu kadarı ile de kalmamışlardır. Timur İmparatorluğunun varisi Akkoyunlu Devleti de Osmanlı’yı rahat bırakmadı. Ne zamanki Akkoyunlu Devleti 1473 yılındaki Otlukbeli Savaşını Osmanlı’ya karşı kaybetti, Osmanlı’nın Doğu sınırı da o zaman huzura ve sükûna kavuştu.
Yazının başında ifade edildiği gibi Moğollar; Selçuklu’ya, Osmanlı’ya ve Anadolu’ya, Moğolların ardılı olan Akkoyunlu’lar da Osmanlı’ya bu kadar kötülükleri yapmasına rağmen nedense Moğollar ve Akkoyunlular bu coğrafyada ötekileştirilmemiş, düşman sayılmamış, Moğol isimleri Türklerce gururla taşınmıştır. Hatta öyle ki Osmanlı ile Akkoyunlu arasında yapılan Otlukbeli Savaşında Akkoyunlu Padişahı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey için Türk tarihi ‘’Şehit’’ diye bahseder. Ve hatta günümüzde de Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi Ilısu Baraj Gölü altında kalacak diye uluslararası bir çalışma ile itina ile iki km kuzeye törenle taşınır. (12 Mayıs 2017) Ve bu törende de konuşma yapan siyasiler Zeynel Bey’den ‘’şehit’’ diyerek bahsederler. (Sakın yanlış anlaşılmasın; tabii ki türbenin taşınmasında doğrusu yapılmıştır.)
Şimdi gelelim benim yazımın başında sormak istediğim sorulara:
Benim sormak istediğim Moğolların ve Akkoyunluların Osmanlıya ve Anadolu’ya bu kadar kötülüklerine rağmen neden bu coğrafyada ötekileştirilmediği, neden hala gurur ve onurla Moğol isimlerinin taşındığı ve Osmanlıya karşı savaşlarda ölenlerine de neden ‘’şehit’’ diye hitap edildiğidir? Eğer onlar ‘’şehit’’ ise Osmanlının şehitleri neydi?
Ve Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine günümüzde gösterilen bu ihtimamın sebebi neydi?
Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Batı ile Hristiyanlarla olan savaşları mı olmak zorundaydı?
Osmanlıların, Türk tarihinde ve askerî akademilerde yüzeysel geçiştirilen sadece Akkoyunlularla yapılan Otlukbeli Muharebesi (1473) de değildi... Moğollorla yapılan Kösedağ Muharebesi (1243) de, yine Moğollarla yapılan Ankara Muharebesi (1402) de, Safevilerle yapılan Çaldıran Muharebesi (1514) de, Dulkadiroğulları Beyliği ile yapılan Turnadağ Muharebesi (1515) de, Memluklerle yapılan Mercidabık Muharebesi (1516) de, yine Memluklerle yapılan Ridaniye Muharebesi (1517) de dönemlerine oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımlarından büyük muharebeler olması ve sonuçları itibariyle de büyük siyasi etkilerine rağmen gerek Türk tarihinde gerekse de askerî akademilerde hep yüzeysel olarak geçiştirilmiş, hatta bazıları görmezden bile gelinmiştir.
Ancak Türk tarihinde ve askerî akademilerde varsa yoksa teferruatıyla incelenen Batı ile Hrıstiyanlarla yapılan muharebeler olmuştur. (Malazgirt 1071, Sırpsındığı 1364, Niğbolu 1396, İstanbul'un fethi 1453, Mohaç 1526, Birinci Viyana Kuşatması 1529, Preveze Deniz Muharebesi 1538 vb.)
Ayrıca ilginçtir ki tarih yazımında Moğolların istilacılıkları söz konusu olduğunda Türklüklerinden pek bahsedilmemiştir. Ancak bir ‘’Taç Mahal’’ söz konusu olduğunda ise hep "karısı için anıt mezar yaptıran Türk İmparatoru’’ndan bahsedilmiştir. Fakat Bağdat'ı yağmalayanlar hiç şüphesiz Moğollardır, Türkler değildir!
Tüm bunların nedeninin sosyal-kültürel antropolojide yer alan kavramlarda yer aldığı değerlendirilmektedir.
Günümüzde sosyal-kültürel antropolojide yer alan ‘’etnoloji’’ ve ‘’folk’’ kavramları şu şekilde açıklanabilir: ‘’Etnos’’; (Yunanca kökenli olup) “öteki halk’’, veya ‘’öteki halklar’’ demektir!.. Bu nedenle ‘’etnoloji’’ “ötekinin bilimi”dir. “Folk” ise ‘’bizim halk’’ demektir. “Folk”; bizim olan kırsal, geleneksel, modern-öncesi, kentleşme-öncesi, endüstrileşme-öncesi halkımız, halimiz, ahvalimiz anlamındadır.
Muhtemel ki Moğollar ve Akkoyunlular Türk tarihinde ve de Anadolu’da bir etnik kimlik (“öteki halk’’ veya ‘’öteki halklar’’) olarak değil de folklorik (bizim olan kırsal, geleneksel) bir kimlik olarak, Araplar ise dindaş bir grup, ümmet olarak görülmüştür. Bu nedenle de ne Moğollar ne Akkoyunlular ne de Araplar ötekileştirilmemiş ve bu gruplarla yapılan muharebeler ise fazla öne çıkarılmamış ve unutturulmak istenmiştir.
Büyük tarihçiler ''hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını, geleceğe ilişkin öngörülerin kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibi olduğunu'' söylerler diye hep yazarım ya...
Buradan yola çıkarak günümüze gelirsek ve böylesine zengin bir tarihten ders çıkaracak olursak eğer:
TV'lerde tarihten, sosyolojiye, ekonomiden politikaya her konuda konuşan, bilimsel makaleler yazan sözde profesör ünvanlı herbokologlar -pardon- akademisyenler, sözde sosyologlar, sözde politikacılar biraz tarih, biraz sosyoloji bilseler ve birazcık da doğru terminoloji kullansalar da olur olmaz yerlerde ''etnik'' sözcüğünü kullanmasalar!
Anlıyorsunuz değil mi?
Osman AYDOĞAN
Coğrafya Kaderdir!
12 Mayıs 2017 günü tüm ajanslarda pek bir kimsenin dikkatini çekmeyen kısa bir haber geçti. Haber şu idi:
‘’Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi Ilısu Barajı yapıldığında su altında kalmasın diye ‘Ilısu Barajı Kültürel Varlıkları Koruma ve Kurtarma Çalışmaları' kapsamında bulunduğu yerden iki km daha uzağa, Hasankeyf ilçesinin yeni yerleşim alanında bulunan Kültürel Park’a taşındı.’’
Zeynel Bey Türbesi; Batman'ın ilçesi Hasankeyf’te, Dicle nehrinin kuzey sahilinde, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf) köprüsünün batısında yer alan bir mimari şaheser idi. Türbenin, kuzeydeki giriş kapısı kemer üstünde yer alan kitabede Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırıldığı belirtilir. Kitabede tarih bulunmamaktadır. Ancak Zeynel Bey'in Akkoyunlularla, Osmanlılar arasında cereyan eden Otlukbeli Savaşında (1473) şehit düştüğü bilinmektedir. Dolayısıyla türbenin bu tarihten sonra inşa edilmiş olduğu değerlendiriliyor.
Bu haber insanı ister istemez Otlukbeli Savaşına götürüyor. Gelin isterseniz kısaca bir tarih turu yapalım. Çünkü bu tarih günümüzle çok yakından ilgilidir.
Otlukbeli meydan savaşı: Anadolu’da Erzincan ilinin Tercan Ovası’nda Otlukbeli denilen yerde, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed’in komuta ettiği Osmanlı ordusuyla Akkoyunlu İmparatoru Emir-i Kebir adıyla anılan Uzun Hasan’ın komuta ettiği Akkoyunlu ordusu arasında yapılan meydan muharebesidir. Otlukbeli savaş alanında, o devirde dünyanın en büyük iki Türk İmparatorluğunun ordusuyla iki büyük hükümdarı karşı karşıya gelmişlerdi.
Otlukbeli meydan muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı devleti, ikincisi Akkoyunlu devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk Devleti idi.
Osmanlılar, 150 senelik bir devletti. Akkoyunlu İmparatorluğu ise; parçalanan Timur İmparatorluğu’nun enkazı üzerine kurulmuş yeni bir devletti. Aslında Asya kıtası bu iki Türk asıllı devlete yetecek kadar büyüktü. Birbirlerine sataşmadan bu geniş topraklar üzerinde yerleşebilirler, medeniyetlerini genişleterek ve güçlendirerek tarihi görevlerini yapabilirlerdi.
Büyük Türk İmparatorluğu hükümdarı Timurlenk ile Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezid’in, Otlukbeli meydan savaşından 71 yıl önceki düştükleri tarihi hataya düşmemeleri, birbirlerini yok etmeye çalışmamaları icap ederdi.
Fakat olmadı, bu iki Türk devleti savaştı. Etnik olarak Türk idiler, din olarak da Müslüman’dılar, mezhep olarak da Sünni idiler... Fakat savaştılar.
Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğunu ve 1461’de de Trabzon’u alarak Pontus Rum Devletini yıkması, bu sayede büyük güç kazanması Osmanlı'nın doğusundaki Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ı telaşlandırmıştı.
Türkmen asıllı Akkoyunlu Uzun Hasan, kısa zamanda devletin sınırlarını genişleterek; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Azerbaycan, İran ve kısmen Doğu Anadolu’ya hâkim olmuştu. Pontus Rum Kralının damadı olması dolayısıyla Trabzon’un mirasının kendisinin olduğunu iddia etti. Bu sebeple, Fatih’ten Trabzon’u istedi. İsteği kabul edilmedi. Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aradı. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaştı. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer aldılar. Venediklilerin yardımı karşılığı, Karadeniz’de serbest faaliyet yanında, Mora, Midilli, Ağrıboz ve Argos’un iadesi temin edilecekti. Topraklarını Osmanlıların zapt ettiği Karaman ve Candar beyleri de bu ittifaka dâhil oldular.
Uzun Hasan’ın bu faaliyetlerine karşı Fatih de tedbir aldı. Batıdan gelecek saldırılara karşı Rumeli ve İstanbul’un emniyet tedbirlerini arttırdı. Rumeli’nin muhafazası, Şehzâde Cem Sultan'a verildi. Mısır Memlûkları ile anlaşma yapılarak, Akkoyunlular ile ittifakları önlendi. Akkoyunlu-Venedik ittifakını da bozmak isteyen Fatih, Venediklilerin Ağrıboz Adasını Osmanlılardan istemeleri üzerine, anlaşmaya yanaşmadı. Venedikliler, Uzun Hasan’a yardım için Napoli, Rodos, Papalık ve Kıbrıs donanmalarıyla; Akdeniz ve Ege sahillerindeki Osmanlı şehirlerinden Antalya, İzmir şehir ve kalelerini yağma edip, yaktılar.
Fatih, Uzun Hasan’a karşı sefere çıkmadan önce, Anadolu’ya öncü kuvvetler gönderdi. 1473 Martında doğu seferine çıkan Fatih’e; Bursa’da Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa, Beypazarı’nda Karaman Valisi Şehzâde Mustafa Çelebi, Kazova’da Amasya Valisi Şehzâde Bayezid ve kuvvetleri katıldılar. Böylece Osmanlı ordusunun mevcudu, yüz bine çıktı. Rumeli akıncı kumandanı Mihaloğlu Ali Bey, öncü gönderilerek, Akkoyunlular'a ilk darbeyi vurmaya ve haber almaya memur edildi. Osmanlı ordusu Erzincan’a geldiği halde, Uzun Hasan ve Akkoyunlular'a rastlayamadı. Erzincan’dan itibaren asıl muharebe şartları gözetilerek, ani taarruzlara karşı ihtiyatla harekete devam edildi.
Tercan’da iki tarafın da öncüleri karşılaştı. Uzun Hasan da yetmiş bin askerle Tebriz’den hareketle Tercan istikametine gelmekteydi. Önden giden ve Tercan Nehrini takip eden Has Murad Paşa, karşılaştığı Akkoyunlu kuvvetlerini üst üste mağlup etti. Has Murad Paşa, bu muvaffakiyetleri üzerine daha da ilerlemek istedi. Vezîriâzam Mahmud Paşa, Fırat’ı geçmemesini tavsiye ettiyse de, dinlemeyip ilerledi. Has Murad Paşa, Fırat’ı geçince Akkoyunlular'la muharebeye tutuştu. Sahte ricat taktiğine kapılarak Akkoyunluların içine girdi ve kuvvetleriyle birlikte pusuya düştü. Osmanlı öncü kuvvetlerinin bir kısmı zayi olurken, bir kısmı esir düştü. Has Murad Paşa da Fırat’ta boğuldu.
Osmanlıların meşhur kumandanlarının ve seçme askerlerinin esir alınıp, öldürülmesiyle ümitlenen Uzun Hasan, Otlukbeli’nde Osmanlılara kesin darbeyi indirmek için harekete geçti. Merkezden epeyce uzaklaşan Osmanlı ordusunun levazım stoku, devamlı azalıyordu. Atlı Türkmen kuvvetlerine sahip Akkoyunlular, şaşırtıcı muharebe planları tatbik ederek imha harbi yapıyorlardı. Akkoyunlu baskınlarına karşı Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa ve takviye kuvvet olarak da Vezîriâzam Mahmud Paşa gönderildi. Otlukbeli’nin tepeleri, Akkoyunlular tarafından tutulduğundan, Osmanlı ordusu Üçağızlı mevkiinde savaş düzeni aldı. Merkezde Fatih Sultan Mehmed Han, sağ kolda Şehzade Bayezid, sol kolda Şehzade Mustafa bulunuyor, Padişah, kapıkulu azaplarına, şehzadeler de, eyalet askerlerine kumanda ediyorlardı. Akkoyunlu ordusunun merkezine Uzun Hasan, sağ kola oğullarından Zeynel Mirza (Yazımın girişinde bahsettiğim türbesi taşınan Zeynel Bey), sol kola da Uğurlu Mehmed Mirza kumanda ediyorlardı.
Otlukbeli’nde, 11 Ağustos 1473 tarihinde meydana gelen muharebe, Osmanlıların ateşli silahlarda, Akkoyunluların da süvari kuvvetlerinde üstünlüğü ile başladı. Sol koldaki Şehzade Mustafa’nın üstün gayreti sonucunda, Akkoyunlular'a karşı sağladığı üstünlükle, muharebe, Osmanlılar lehine döndü. Osmanlıların, Uzun Hasan’ın merkez kuvvetlerini şiddetli top ve tüfek atışlarıyla ateş altında tutması, Akkoyunlu kuvvetlerini iyice bozdu. Hasan Bey, muharebe meydanından kaçtı. Sağ koldaki Zeynel Mirza ve yardımcı Gürcü kuvvetleri kumandanları öldürüldü. Muharebede kesin olarak üstünlüğü sağlayan Osmanlı kuvvetleri, pek çok Akkoyunlu devlet adamı, bey, kumandan ve yardımcıları ile askerlerini esir aldı. Fakat muharebe meydanından kaçan Uzun Hasan yakalanamadı.
Fatih Sultan Mehmet, esir alınan Akkoyunlu âlimlerine hürmet gösterip, serbest bıraktı. Uzun Hasan safında olan Karakoyunluları da affetti. Akkoyunluların elindeki Osmanlı esirleri kurtarıldı. Fatih, Otlukbeli Zaferinden sonra, üç gün muharebe meydanında bekledi. Zaferin şükrünü yaparak, dört bin köle ve cariye azat etti. Doğu Seferine çıkmadan önce borç olarak dağıtılan yüz yük akçeyi (altı milyon altın lira, on milyon gümüş para) askere hediye etti. Sefer dönüşü, Şebinkarahisar fethedildi.
Otlukbeli Savaşı birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilir… Kayalık, elverişsiz arazi yapısının büyük rol oynadığı bu savaşta bu elverişsiz arazi nedeniyle kuvvetli Türkmen süvarilerine sahip her iki ordu da seçkin askerlerini kullanamamıştır. Savaş ağırlıklı olarak piyadeler arasında geçmiştir ve devrin en kuvvetli savaşma tekniğine sahip, deneyimli ve ateşli silahlarla donanmış yeniçeriler Akkoyunluların mızraklı piyadelerini dağıtmıştır.
Bu savaş neticesinde, Fırat Nehrinin batısı kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine geçti. Batılılar, Osmanlı Devleti'ni mağlup edip, İstanbul’a tekrar hakim olamayacaklarını kesin olarak anladılar. Anadolu birliğinin Osmanlılar tarafından sağlanacağı kesinleşip, Orta-Doğu yolu açıldı. Akkoyunlu ülkesinde taht mücadelesi başlayıp, hanedan parçalandı. Karamanlı ülkesi, Osmanlı hakimiyetine geçti. Otlukbeli Zaferi öncesi ve sonrası, tecavüzlerini arttıran Haçlı korsanlarının Akdeniz ve Ege sahillerindeki saldırıları da neticesiz kaldı. Venedikliler de anlaşma istemek zorunda kaldı.
Büyük tarihçiler hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını, geleceğe ilişkin öngörülerin kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibi olduğunu söylerler. Ve İbn-i Haldun o meşhur Mukaddemesinde derdi ki: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”
Bu savaştan günümüze çıkarılacak üç ders vardır.
Birincisi şudur: Eğer ülkenizin bir kenarında bulunan bir güç Batıdaki büyük devletlerle ittifak ilişkisi içine giriyorsa bekanız tehdit altında demektir. Bu güç ister bir devlet olsun isterse silahlı bir güç olsun. Tarih bize silahlı güçlerin güçlenerek zamanla devlete dönüşebildiğini göstermektedir.
Girişte anlattığım gibi Otlukbeli Savaşı öncesi Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aramıştı. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaşmıştı. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer almışlardı.
Değişen nedir ki? PKK (PYD) tek başına Türkiye’yi mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aramıyor mu? Neticede, Batıda Haçlı devletleri -pardon AB ve ABD, Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Kürt aşiret beyleriyle (Barzani) anlaşmıyor mu? Venedik, Papa ve Napoli -yine pardon- AB ve ABD ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın –affola yine pardon – PYD’nin yanında yer almıyorlar mı?
Hani İbn-i Haldun söylerdi ya “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”
Ve ikinci ders:
Otlukbeli meydan muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı devleti, ikincisi Akkoyunlu devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk Devleti idi. Osmanlı ne yapmıştı Akkoyunlu Devleti ile savaşmadan önce? Osmanlı, Mısır Memlûkları ile anlaşma yaparak, Akkoyunlular ile ittifaklarını önledi.
Eğer büyük devletlerden müttefikleriniz yoksa ve dünyanın bütün büyük güçlerini ve komşularınızı karşınıza almışsanız, durumunuz hiç de hayra alamet değildir, sonunuz hüsran oluyor demektir. Bügün için ABD'yi, AB'yi, Rusya'yı, Irak'ı, Suriye'yi, Mısır'ı, İsrail'i, İran'ı kendisine düşman edenler, en azından dostluğundan mahrum edenler, ''değerli bir yalnızlık''ın içine düşenler her halde bu savaştan hiç mi hiç bir ders çıkarmamışlardır.....
Gelelim üçüncü ve en önemli derse:
Günümüzde de çok tartışılıyor ya: Türk Birliği, İslam Birliği, mezhep birliği veya ittifakı gibi kavramlar… Mesele, Türklük, Müslümanlık ve hatta Sünnilik olmuş olsa idi zaten bu savaşlar olmaz idi... Her iki tarafta da aynı niteliklere sahipti; Türktüler, Müslümandılar ve hatta hatta, Sünni idiler.... Tarih boyunca aynı kavim, aynı din, aynı mezhep mensupları pek çok kez birbiri ile savaşmış, dahası birbirlerine karşı başka kavim ve din ve mezhep mensupları ile ittifak içine girmişlerdir. Yani ırka, dine ve mezhebe dayalı ittifakların hayalini kurmak ve buna göre politika oluşturmak ülkeyi felakete götürecek ham bir hayalden ibarettir...
Gelin yine son sözü İbn-i Haldun’a bırakalım: ‘’Coğrafya kaderdir!’’
Yani derdi ki İbn-i Haldun bu iki kelimelik strateji ilkesini anlayamayan günümüz Türk politikacılarına: Politikalarınızı ırka, dine, mezhebe göre değil; coğrafyanıza göre belirleyin! Ve gidin öncelikle coğrafyanızla barışın! Çünkü coğrafyasıyla barışık yaşayan toplumlar barış içinde, huzur içinde, refah içinde ve uzun yaşarlar... Bu politikanın aksi kan ve gözyaşıdır... Sadece İbn-i Haldun değil Tarih Baba da bunu böyle söylüyor...
Eğer siz kaderinizle -pardon - coğrafyanızla barışık değilseniz başkaları gelir, onlarla itiifak yaparlar, altınızı oyarlarlar, gözünüzü çıkarırlar hatta hatta canınıza kastederler.... Siz de tarihinizi bilmez, anlamaz veya anlamazdan gelip ''kör olası dış düşmanlar'' deyu iç politika malzemesi yaparsınız...
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ne diyordu: ''Tarihini bilmeyen bir millet yok olmaya mahkûmdur.''
Hoş, zaten ''ümmet'' derdinde olanların ''millet'' diye bir derdi de olmaz ya...
Osman AYDOĞAN
Bir not: Yazımın girişinde Ilısı Barajının yapımı nedeniyle su altında kalacak olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırıldığı türbenin taşınmasından yola çıkarak sizlere Otlukbeli savaşını anlatmıştım.... Burada şu soru sorulmalıdır: Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir? Bunun cevabını da bir sonraki yazımda anlayatım...
İkinci bir not: Yine yazım içerisinde Otlukbeli Savaşının birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edildiğini söylemiştim... Bu yazımı okuyan okuyucalar arasında asker kökenli olup da askerî akademilerde okuyan, bu işin tahsilini yapan okuyucularım da var... İşte burada da şu soru sorulmalıdır: Böylesi önemli bir savaş neden harp okullarında, hadi harp okulları neyse de harp akademilerinde okutulmaz? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının ecnebi ile olan savaşları mı olmak zorundadır? Bunun cevabını da sizlere bırakıyorum...
Âlimler, dalkavuklar ve yönetimler.
Fatih Sultan Mehmet, bir gün veziri Mahmut Paşa’yı yanına alarak hocası Akşemseddin’i ziyarete gider. Akşemseddin, Padişah içeri girdiği halde ayağa kalkmaz. Bir süre sonra Akşemseddin, Fatih’in huzuruna gider. Padişahın yanında Mahmut Paşa da vardır. Fatih hemen ayağa kalkarak hocasına yer gösterir.
İki olayı kıyaslayan Mahmut Paşa dayanamayıp sorar: ''Hünkârım, hocanız geldiğinde siz ayağa kalktınız. Hâlbuki siz onun yanına gittiğinizde o ayağa kalkmaz. Sebebi ne ola?''
Fatih şöyle cevap verir: ''Hocam Akşemseddin’e saygı göstermemek elimde değil. O yanıma geldiğinde gayri ihtiyari bir heyecan kaplar ve farkında olmadan kendimi ayakta bulurum. O ise, ilmin izzetini (değerini, yüceliğini) korumak için bana ayağa kalkmaz.''
İşte Osmanlı yükselirken âlimleri ve yönetimlerin âlimlere davranışı böyleydi...
Padişah II. Mahmut zamanında yaşamış Osmanlı Devlet adamı Keçecizade İzzet Molla'nın bir deyişi vardı. Deyişin aslı Osmanlıca; ''Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap / Eyler onu müdahanei âliman harap.'' Türkçesi şu; ''Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz, onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.''
Osmanlı çökerken de yaşananlar bir Osmanlı âlimine çöküşün nedenini işte böyle söyletiyor: ''Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz, onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.''
Gelelim günümüze:
Şimdilerde bu âlimleri profesör sıfatları ile televizyon kanallarında izliyoruz ya bol bol… Benim tasavvurumda bir profesör, bir âlim ağırlığı vardı… Keşke diyorum bu profesörler çıkmasalar televizyonlara… Hiç gözükmeseler oralarda…
Çünkü bu profesörleri dinledikçe bunların üniversitelerine, bunların öğrencilerine içimden acımak geliyor. Öğretmek için önce öğrenmek ve örnek olmak gerek. Adlarının önünde akademik unvan kalabalığı olan bu insanlar TV ekranlarında; bilgisizliklerini, görgüsüzlüklerini, cehaletlerini, kaba ve terbiyesiz ağızlarını, nursuz yüzlerini, sevgisiz yüreklerini, seviyesiz düzeylerini, hissiz ruhlarını, anlamsız bakan gözlerini, doğruya değil de güce yaltaklanan sözlerini sergiliyorlar. Bunlar belli ki feodaliteden gelmişler, feodaliteyi de bilmiyorlar, burjuva ahlakına burun kıvırıyorlar ancak burjuva ahlakına da yabancılar. Her şeyden de anlıyorlar, her konunun da uzmanıdırlar, kısaca herbokologlar… Ve bir de bunların içinde ''Hukuk''un ''H'' sinden bi haber sözde hukukçular var...
Bir de bunlar tartışma esnasında bağırmıyorlar mı... Parmaklarını göstere göstere sallamıyorlar mı... Hatta hatta muhataplarına hakaret bile etmiyorlar mı.... Bunları ne zaman ekranların önünde bağırarak görsem, parmaklarını sallarlarken görsem aklıma Ernest Hemingway'in bir sözü geliyor... Ünlü yazar bir konuşma metninin kenarında şu notu düşmüş: "Burada fikirler zayıf... Sesini yükselt!" Ses, çoğu kez zayıf fikirlerin kaldıracıdır. Sesini yükselten, desibel hesabıyla haklı çıkacağını sanır. Bunlarda böyle işte; zihinleri fukara olunca fikirleri de ukela oluyor, kaldıraç olarak da seslerini ve parmaklarını kullanıyorlar.
Tüm bu ekranlarda gördüklerim bana İranlı sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati bir yazısını hatırlatıyor: ‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’
(Bu noktada sanırım bir sözlük kullanmam gerekecek: Sûret: Dış güzellik, geçici olan, yüzeysellik, zahirî olan… Sîret: Gönül güzelliği, kalıcı olan, derinlik, bâtıni olan…)
Yalçın Küçük teeee 1980'li yıllarda yazdığı “Aydın Üzerine Tezler” isimli beş ciltlik kitabında (Tekin Yayınevi, 1990) aydın sorununu şöyle anlatıyordu: “Türkiye, tarihinin en aydınsız dönemini yaşıyor. 10 yıllara sıkışan bu yüksek tansiyon, Türkiye aydınında süreksizlik yaratıyor. On yılda yükselen, arkasından gelen on yılda alçalıyor, alçalmayı, ebedileştiriyor. Bunun edebiyatını yapmaya çalışıyor. Aydın, aklıyla ve inatla mücadele eden insandır. Mithat Paşa’nın Taif’de boğulması aydın tarihinde bir dönüm noktasıdır. O tarihten bu yana aydın etkinliğini kaybetmiştir. Günümüzde ise aydınlar toptan kırıma uğradığından, aydınlanma doktrininin yerini postmodernizm ile dinsel gericiliğin aldığı bir dönem yaşıyoruz.
Olumsuzluklara tepki göstermeyen, buyruklara boyun eğen, pasifize edilmiş toplumda, aydınlar toplumun aykırı bireyleri olarak küçümsenir hale gelmiştir.”
İşte geldiğimiz nokta budur... İşte TV'lerde bu gördüğümüz sözde âlimler, sözde aydınlar, üniversite hocaları böylesine bir sürecin ürünleridirler...
İsimlerinin önünde akademik unvan kalabalığı olan, TV ekranlarında ahkâm kesen bu insanlar bir de Osmanlıya öykünmezler mi?
Fatih'in hocası Akşemsettin'e saygısı nire... Hoca Akşemsettin'in hoca olarak ağırlığı nire.... Bunlar nire…. Hocasını her gördüğünde saygısından ayağa kalkan Fatih nire, şimdilerde ise hocalarını kürsülerinden kovan, kaba kuvvetle derdest eden, cüppelerini yerlerde süründüren yönetimler nire... İlminin izzetini korumak için Fatih karşısında bile ayağa kalkmayan Hoca Akşemseddin nire, bunlar; el etek öpen, dalkavukluğun alasını yapan hocalar, profesörler, rektörler nire....
Gerçek âlimleri tenzih ederim tabii ki...
Mevlânâ'nın çeşitli konuşmalarından derlenmiş bir eseri vardır: ''Fîhi Mâ Fîh'' (İnkılap Kitabevi, 2008) Bu kitapta Hz. Muhammed'in bir sözü yer alırdı:
''Bilginlerin kötüsü emirleri ziyaret eden, emirlerin iyisi bilginleri bilginleri ziyaret edendir.''
İlim izzet sahibi olmayan, kadri kıymeti bulunmayan, ilminin izzetini, yüceliğini korumayan, dalkavukluk yapan, emirlerin elini eteğini öpen âlimlere sahip toplumlar ile gerçek âlimlerinin kadrini, kıymetini, değerini bilmeyen yönetimlerin sonu tarihin çöplüğü ve tarihin fokurdayan çukurlarıdır...
Tarih bize çok şeyler söyler... Ama anlayan kim?
Türkiye aydın karanlığında kuru bir çıra gibi alev alev yanmaktadır... Ama gören, duyan, aldıran kim?
Osman AYDOĞAN
İran kıpırdarken
08 Ocak 2018
Albert Camus’un Kafka’ya söylediği bir söz vardı; ‘’her şeyi sunuyor, fakat hiçbir şeyi doğrulamıyorsun.’’ İran’da olanlardan ziyade Türkiye’de İran’da olanlar üzerine yapılan yorumlar bana bu sözü anımsattı… Sağdan sola bütün yazarlar çok yazdılar, Camus’un Kafka’ya söylediği gibi her şeyi sundular fakat hiçbir şeyi doğrulamadılar…
İbn-i Haldun ünlü Mukaddime’sinin giriş bölümünde tarihin zahiri, açıkça görülen anlamı dışında bir de saklı anlamı olduğuna dikkat çeker ve derdi ki: “Tarihin içinde saklanan mana ise incelemek, düşünmek, araştırmak (...) hadiselerin vuku ve cereyanın sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir.” İşte ne yazık ki İran konusunda yapılan yorumlarda İbn-i Haldun’un söylediği bu hususlar eksik kaldı, yani; incelemek, düşünmek, araştırmak (...) hadiselerin vuku ve cereyanın sebep ve tertibini inceleyip bilmek… Hoş bunlar bile yeterli değil... Onu da yazımın sonunda belirteyim…
İran’daki protesto olayları hakkında kimileri; ‘’İran, ABD ve İsrail’in hedefi, halk isyanı İran’ı zayıflatıyor, öyleyse bu isyan (veya gösteriler) ABD ve İsrail’e hizmet ediyor’’ diye yorum yaptılar…
Bu tarz bakış açısı geçmişte emperyalist ülkelerin isyanları örgütlemeye çalışmaları, “renkli devrimleri” rengârenk yapmaya kalkmaları, “Arap baharları, yazları ve kışları’’nı örgütlediklerini hatırlayınca hak vermemek mümkün değil… Tarih bize yaşam koşullarına itirazın evirilerek sonuçta siyasi bir nitelik haline geldiğini ve bu şekilde oluşmuş siyasi hareketlerin de kolaylıkla dışarıdan manipüle edilebileceği gösterir…
Tarih baba bize, hele hele ABD’nin bir biçimde müdahil olduğu siyasi hareketlerde ve bizatihi İran’ın kendi tarihinde; Muhammed Musaddık’tan, işbirlikçisi olduğu Şah’tan, Paris’te iken İran’a dönmesi izni karşılığı kendisiyle petrol ve Rusya pazarlığı yaptığı Humeyni’den Nikaragua’ya, Kolombiya’ya kadar örneklerde olduğu gibi temkinli olmamızın gerektiğini söylüyor… Hele hele ABD Başkanı Trump’ın daha düne kadar “terörist” diye diş bilediği, “vize yasağı’’ uyguladığı İranlıları bugün “özgürlüklere susamış büyük İran halkı, İran için değişim zamanı” sözleriyle pohpohluyorken…
İran Cumhurbaşkanı Ruhani, devlet tecrübesine ve devlet adamlığına yakışan akıllıca ve tansiyonu düşürme amaçlı ve protestocuların taleplerine hak veren aklıselim bir açıklama ile ‘’İran halkının İran molla rejimine karşı barışçıl gösteriler yapmasını meşru olarak gördüğünü’’ söylüyor. Onlara ‘’çapulcu’’ demiyor. Onları dış güçlerin maşası olmakla suçlamıyor.
İran’daki bu huzursuzluğun en başta gelen nedeni ekonomidir! Bunun birinci nedeni; İran’ın Ortadoğu’nun lideri olmak için yaptığı hesapsız harcamaları, ikinci nedeni de yolsuzluktur… Diğer ikinci bir neden de mollaların baskısıdır…
Yukarıda verdiğim gibi Cumhurbaşkanı Ruhani bu nedenleri protestoların “meşru sebepleri” olduğunu söylüyor. Cumhurbaşkanı Ruhani, “Halkın eleştiri ve protesto hakkı vardır” diyor, “ekonomi, yolsuzluk, şeffaflık konularında yöneltilen eleştirilerin” dayanaksız olmadığına dikkat çekiyor… Ancak dini lider Hamaney, Ruhani’yi yalanlarcasına, “fitnenin sebebinin dış güçler olduğunu’’ söylüyor… Hamaney’e göre “para, silah, siyaset ve istihbarat organlarını kullanarak” dış parmak İran’a nifak sokmuş, ülkeyi karıştırmıştır.
Tabii bu tepiklerde ABD’de Trump’ın, İsrail ve Suudi yöneticilerin söylemleri de etkili olmadı değil…
Hep tarihten bahsederim ya… Hep tarih bir laboratuvardır derim ya... İsterseniz çok kısa bir tur yaparak tarihteki bilinen, belli başlı protestolara, itirazlara, isyanlara kısaca bir göz atalım…
Osmanlı zamanı Anadolu’da Şeyh Bedrettin’den, Bozoklu Şeyh Celâl’e, Patrona Halil’den Kabakçı Mustafa’ya şimdi saysam sayfalar tutacak isyanlar vardır… Köroğlu’lar, Pir Sultan Abdal’lar vardır… Bunların karşısında ise Kuyucu Murat Paşalar, Kelleci Mehmet Paşalar vardır… Ama geride acılı sonlar, kan ve gözyaşları vardır…
Dünya tarihi de Spartaküs’tan, Spartaküs Birliği’ne kadar hesapsız başkaldırıların trajedileriyle doludur… (Almanya'da I. Dünya Savaşı'nın ardından 1918 yılında yaşanan devrimden sonra 1919 yılında Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg önderliğinde silahlı ayaklanma düzenleyen ve adı daha sonra Almanya Komünist Partisi olan grubun ilk adı Spartaküs Birliği -Spartakusbund - idi.)
Arkasında on binlerce öldürülmüş köle bıraksa da Spartaküs’in akıbeti hala meçhuldür, Spartaküs Birliği kurucularından Karl Liebknecht’e, Rosa Luxemburg vahşice katledilmişlerdir. Spartaküs’tan, Spartaküs Birliği’ne geride kalan sadece kan, acı ve gözyaşlarıdır…
Bir de tarihte ‘’Paris Komünü’’ diye bilinen bir olgu vardır…
‘’Paris Komünü’’ (La Commune de Paris) Bismarck Almanya’sının Fransa’yı yenmesinden sonra yenilgiyi hazmedemeyen Paris halkının Fransız hükümetine karşı kurduğu 18 Mart 1871’den 28 Mayıs 1871’e uzanan yerel bir yönetimdi. Paris Komünü, içinde şekillendiği koşullar, tartışmalarla yürüyen kararları ve acılı sonu (Savaşta 20 000 kadar komün devrimcisi ve 700'den fazla Versailles'li öldürülür ) onu zamanının en önemli politik dönemlerinden biri yapar.
Bu yazdıklarım sadece birer örnek... Bütün bu anlattığım ve anlatamadığım protestolar, itirazlar ve isyanlar bana İrlandalı yazar, oyun yazarı, eleştirmen ve şair Samuel Backett’in en bilinen eseri ‘’Godot'yu Beklerken'’ (Kabalcı Yayınevi, 2000)’i hatırlatır. Oyunun en önemli sözü hazin bir şekilde kulaklarımızda çın çın çınlar;
‘’Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.’’
Tarihteki bu protestolardaki, bu itirazlardaki ve bu isyanlardaki her bir yenilgi çok acı bedeller ödetmiş ancak daha bir iyi yenilgilerin temellerini atmıştır… Ancak özgürlükler de medeniyet de gelişmeler de ilerlemeler de hep bu bedeller üzerine inşa edilmiştir.
İşte tarih bu şekilde kendi akışı içinde, o zaman denilen büyük nehrin, insandan, doğadan ve daha birçok etkenden oluşan hayhuyu içinde biçimlenmiştir...
Hep yazarım ya; ‘’hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır, geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir, tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir’’ diye.
Geçmişin incelenmesi, insanı değişimleri anlamaya hazırlar; daha sonra da değişimlerden kaygı duyulmamasını sağlar. Yaşam hızlı bir şekilde değişir, buna karşın kurumlar, kuruluşlar ve yapılar çok yavaş bir değişim gösterirler. Bu da toplum içindeki çelişkileri derinleştirir, sosyal patlamalara yol açar.
Tarih bize her şeyin tümden değişmesini engellemenin tek yolunun bazı şeylerin değişmesini kolaylaştırmak olduğunu gösterir. Değiştirilemeyen bir düzen kötü bir düzendir.
Batı bedeller de ödeyerek biçimlenen bu sürecin bilincinde olarak protestoların ve itirazların demokratik bir hak olduğunu öğrenmiş, bu hakkın kullanılması için her türlü ortamı hazırlamış ve protestolardan ve itirazlardan da mesajları alarak, gerekli dersleri çıkartarak, toplum içindeki çelişkileri derinleşmeden, sosyal patlamalara yol açmadan gerekli değişimleri yapmışlar ve yapmaktadırlar…
Ancak Doğulu toplumlarda bir itiraz kültürü ve bir protesto kültürü yoktur. Doğulu toplumlarda yönetimler devletle özdeşleştikleri için yönetime yapılan her türlü itirazı, eleştiriyi ve protestoyu devleti âliye yapılmış gibi algılayarak gaddarca bastırmışlar ve bastırmaktadırlar…
İran da Doğulu bir toplum değil midir? Sonunda ne olmuştur İran’da? İktidar yanlıları (!) da sokağa inmişler ve olayları sona erdirmişlerdir. İran Devrim Muhafızları Komutanı Tümgeneral Muhammed Ali Caferi bu sonucu (!) şöyle açıklamıştı: ‘’Fitne bitmiştir!’’ Bu kadar işte!
Gösteriler Devrim Muhafızları’nın daha da ileri gitmelerine gerek kalmadan, sokağa dökülenlerin yenilgisiyle sonuçlanmış, 2009’da yaşananların benzeri bir kez daha tekrarlanmıştır. (2009’da sandığa hile karıştırdığı gerekçesiyle patlak veren gösterilerde de Ahmedinejad’ı kurtaran yine sokağı gaddarca bastıran Devrim Muhafızları olmuştu...)
Tarih, bir sistem oluşturmak için İbn-i Haldun’un başta da söylediğim sözünü de aşarak sadece düşünmenin ve kafa yormanın da yeterli olmadığını öğretir; tek bir mantığa dayanan akıl yürütmelerin pek çoğu, genellikle insanoğlunu yok saydıkları için, yaşamın kendisiyle de çelişmektedirler.
Sonuçta İran’da toplumunun da kendi iç çelişkileri vardır ve bu iç çelişkilerin çözümü için mücadele eden insanoğlu da vardır. Ve bu mücadeleyi çalmak için pusuda bekleyen çakallar da vardır elbet… Olayın esası da budur…
Bundan dolayı İran gibi bir toplumda böylesi bir huzursuzluktan ve protestolardan bir Ekim Devrimi veya bir Anadolu ihtilali beklemek, hele hele bir Atatürk beklemek ve illaki de arkasında bir dış güç aramak ham hayal olur, hayalperestlik olur…
Her hareket bir Ekim Devrimi, her isyan da bir Anadolu İhtilali, her lider bir Atatürk değildir. Her bir huzursuzluğun arkasında da illaki yabancı güçler yoktur. Tarih bize yaşam koşullarına itirazın evirilerek sonuçta siyasi bir nitelik haline geldiğini ve ancak bu şekilde oluşmuş siyasi hareketlerin de kolaylıkla dışarıdan manipüle edilebileceği gösterir… İran’daki ufacık bir kıpırdanmadan görüldüğü gibi bir şeycikler çıkmaz… Ancak yönetimler gereken dersi almazlarsa gelecekteki daha büyük bir sosyal patlamanın da temellerini atmış olurlar.
Çünkü tarih bize her şeyin tümden değişmesini engellemenin tek yolunun bazı şeylerin değişmesini kolaylaştırmak olduğunu gösterir.
Değiştirilemeyen bir düzen kötü bir düzendir.
Osman AYDOĞAN
Zaman geçer, biz göçerken.
Halil Cibran’ın ‘’Deli’’ isimli kitabında ‘‘çoğu zaman geceyi dinlenmenin zamanı olarak düşünür ve anarsınız, oysa gerçekte gece aramanın ve bulmanın zamanıdır’’ diye yazar. Yine Cibran geceye şöyle hitap ederdi; ‘‘Evet, biz ikiz kardeşiz, ey Gece; çünkü sen evreni görünür kılarsın, ben ruhumu.’’
Yılın bu son uzun gecelerinde görünür kıldığım ruhumda neler aradım neler, neler buldum neler… Bulduklarımı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Önce Fransız şair ve politikacı, Türk dostu Lamartine’yi aradım, O’nun bir şiirindeki dizeleri buldum:
‘’Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için
Demirleyemez miyiz?
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.’’
Lamartine’nin söylediği gibi; zaman adlı denizde liman yoktu biz insanlar için, sahil de yoktu zaman için, zaman geçer, bizler de göçer, hep başka sahillere doğru sürüklenirdik. Bugün; zamanın geçtiği, bizlerin başka sahillere doğru sürüklendiği, göçtüğü bir anda olduğumuzu buldum…
Karacaoğlan’ı aradım sonra;
‘’Yürü bire yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekine misal
Seni eken biçer bir gün’’
Karacaoğlan’ın söylediği gibi konduğumuz gibi dünyadan göçeceğimizi, bizi ekenin bir gün biçeceğini buldum…
Veysel’i aradım daha sonra;
‘’İki kapılı bir handa
gidiyorum gündüz gece’’
Veysel’in söylediği gibi, bugün; iki kapılı bir handa gündüz gece gittiğimiz bir anda olduğumuzu buldum…
Yunus’u aradım daha daha sonra;
‘’Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun’’
Bu dünyadan gidenlerin sadece insanlar değil, esas gidenin zaman olduğunu buldum. Geçip giden zamana selam vermenin ne büyük bir olgunluk olduğunu buldum.
Melih Cevdet Anday’ı aradım, O’nun bir sözünü buldum; ‘‘Zaman birimlerinin çoğulu doğaya, tekili bize ilişkindir, bizim yaşamış olduğumuzu gösterir. ‘Binlerce yıl’ sözü masaldır, ‘bir gün’ ise gerçektir.’’ Anday’ın söylediği gibi iki binli yılların bir masal, bugün ise gerçek olan bir anda olduğumuzu buldum…
İS 161- 180 yıllarında hükümdar olan Roma imparatoru Marcus Aurelius’u aradım sonra… Filozoftur kendisi, sürekli yazmıştır… ‘‘Kendime Düşünceler’’ isimli kitabında şöyle derdi Marcus Aurelius; "Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın." Marcus Aurelius’un söylediği gibi; durmadan dönüp duran yıldızları, sanki ben de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyretmeyi ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmayı buldum…
Gabriel Garcia Marquez’i aradım daha sonra, O’nun ‘’Yüzyıllık Yalnızlık’’ adlı romanında bilge bir kişi ile genç birisi arasında geçen şu diyaloğu buldum: Genç kişi yaşlı bilgeye sorardı: ‘’Bugün günlerden ne?’’ Yaşlı bilge cevap verirdi: ‘’Salı’’ Genç kişi itiraz ederdi: ‘’Olmaz, dün Salı idi. Bugün ne?’’ Yaşlı bilge cevabının doğruluğunda ısrar ederdi: ‘’Bugün de Salı’’ Sonra nedenini açıklardı bilge kişi: ‘’Bugün de Salı, çünkü dünden hiçbir farkı yok.’’ Sonsuzluğa doğru akıp giden, uçsuz, bucaksız, sonsuz ve hep birbirinin aynı olan rutin günlerden sonra, dikkatli yaşandığında her günün ''Salı'' olmadığını buldum…
Daha başka şeyler de buldum…
Dünyamızın etrafında döndüğü Güneş, Dünya’dan 1 milyon 303 bin kez daha büyükmüş. İçinde yer aldığımız Samanyolu Galaksisinde bulunan Güneş’imiz gibi yıldızların sayısı ise yaklaşık 400 milyar civarındaymış. Samanyolu Galaksisinin de içinde bulunduğu Evren’de de, Samanyolu Galaksisi ve Andromeda Galaksisi gibi milyarlarca galaksisi varmış… Ve uzayda bu Evren’imiz gibi milyarlarca evren varmış… Kimi yeni doğmuş, kimi kendi Evren’imiz gibi büyümüş gelişmiş, kimisi de kendi üzerine çökerek kara delikler haline gelmişmiş… Üzerinde yaşadığımız Dünya da işte bu uzayın herhangi bir kenarında, köşesinde çok ama çok küçücük bir yerindeymiş… Güneş sistemimizin Samanyolu Galaksisi etrafında dönerek oluşturduğu bir tam turuna bir kozmik yıl denirmiş. Bu kozmik yılın zaman birimine göre de insan ömrü birkaç saniye sürüyormuş…
Bu koskoca, bu devasa evrende yerimizin sıradan ve çok çok küçük olduğunu, zamanımızın ise çok çok kısa olduğunu buldum... Bu muazzam zaman ve mekân büyüklüğü içerisinde bize ayrılan mikro düzeydeki zaman ve mekân küçüklüğü içerisinde neleri neleri, ne olmaz şeyleri kendimize dert edindiğimizi buldum...
Aslında 31 Aralık'ın dünyamızın güneşin etrafında dönerken yeni bir tura başladığı bir an olduğunu buldum…
Zamanın geçtiği, bizim göçtüğümüz, hep başka sahillere doğru sürüklendiğimiz, iki kapılı bir handa gittiğimiz bir andayız bugün... Bugün bu anda, zaman geçer, biz göçerken ve hep başka sahillere doğru sürüklenirken, dünyamızın güneşin etrafındaki bu yeni turunda; siz değerli arkadaşlarıma, dostlarıma, akrabalarıma, bu satırlarımı okuyan sizlere, sizler gibi ülkemin güzel insanlarına ve tüm insanlığa iyi dileklerimi sıraladım ard arda;
Her günü bin yıl gibi, bir günü masal gibi yaşamalarını diledim… İki kapılı bir handa giderken iyi yolculuklar diledim… Herkes için hayatı yaşamaya değer kılmayı diledim… Yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırmalarını diledim… Salı’dan da farklı günlerinin olmasını diledim… Süreyi iyi yaşamalarını diledim… Her şeyin en güzelini ve en iyisini diledim… Dileklerinin gerçekleşmesini diledim…
Yunus’u aradım tekrar… Kalanlara selam verdiği dizeleri şöyle biterdi;
‘’Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun’’
Son olarak bizi bilenlere selam söyledim…
Osman AYDOĞAN
Psikolojide geçen bazı terimler27 Mayıs 2018
‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… ''Tarihi kök bilgiler, tarihi figürler ve tarihi motifler, güçlü bir ağacın kökleri gibi bir toplumu ayakta tutan ve besleyen unsurlardır'' derler... Derler de derler... Daha çok şey derler de ben şimdilik bu kadarı ile yetineyim...
Ben de biliyorsunuz bu düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim... Bu sitede sizlere Kudüs konusunu anlatacağım diye daha geçen hafta (16 Mayıs 2018) teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı anlatmaya çalışmıştım... Basit bir pop şarkısı olan Delilah'ı (Dilayla) anlatmak için ise yine geçen hafta (17 Mayıs 2018) tarihte daha bir geriye, teee üç bin iki yüz yıl geriye giderek ''Delilah'' (Dilayla) isminin hikayesini ve ne anlama geldiğini anlatmaya çalışmıştım...
Bu sefer de, o kadar değilse bile iki bin beş yüz yıl geriye giderek yine çok sevilen bir folk şarkısının hikâyesini anlatmak istiyorum... Her ne kadar bu efsaneyi sizlere daha önce de anlatmışsam da, ikinci kez anlatacak olsam da...
Anlatacağım bu folk şarkısının hikâyesi Nuh tufanındaki ‘’güvercin’’ efsanesinden sonra Batı kültüründe bulunan ikinci bir ''güvercin'' efsanesine dayanır. M.Ö. 492 yılında geçen bu ''güvercin'' efsanesi şu şekildedir:
Pers Kralı Büyük Kiros'un oğlu Smerdis’in hükümdarlığı zamanında ölümsüzlerin komutanı olan General Darius, Smerdis'e karşı isyan bayrağı açar, soylularla birleşerek Smerdis'i devirir ve kral olur. Pers Kralı Kiros Asya'da gidebileceği en uç noktaya dek gitmiş ve orada ölmüştü. Darius kral olunca imparatorluğu Avrupa yönünde genişletmeye karar verir... Batı Anadolu'da İyonların isyanı, Perslerin dikkatini bu yöne çeker. İsyanı Yunan kentlerinin desteklediği anlaşılınca Darius Ege'nin karşı yakasına sefer kararı alır.
İşte Darius’un Ege'nin karşı yakasına yaptığı bu sefer esnasında bir Pers gemisi Athos dağı sahilinde fırtınaya yakalanır ve gemi dağa çarpıp, parçalanarak batar. Gemi batarken gemiden bir güvercin sürüsü havalanır. Başlangıçta bu kuşların batan gemideki denizcilerin ruhları olduğunu düşünülür. Ancak gerçek daha farklıdır. Her güvercin gemideki denizcilerden birine aittir. Ve bu güvercinler onların evlerine acı haberi götürmekle görevlidirler. Güvercin, ayağına bağlı bir mektup olmadan evine dönerse geminin battığı ve sahibinin öldüğü anlaşılacaktır. O zamandan beri tek başına uçan bir güvercin, böyle acı bir haberin sembolü olarak hatırlanır.
‘’La Paloma’’ isminde de bir İspanyol folk şarkısı vardır. İşte bu ''La Paloma'' şarkısının teması da anlattığım bu ''güvercin'' efsanesine dayanır. ’'La Paloma''; İspanyolca barış sembolü olan ''güvercin'' demekti... ''La Paloma''; dünya çapında bir özlemi anlatırdı; güvercin sembolünde birleşen barışı...
''La Paloma'', 1861 yılında Küba'yı ziyaret eden Basklı müzisyen Sebastián Iradier tarafından 1863 yılında bestelenen ve ''Habaneras'' (''Küba’dan gelen'' anlamında) adı verilen bir İspanyol folk müziğidir. Şarkı genellikle İspanyolca, Fransızca ve Almanca dillerinde söyleniyor... ''Müzik evrenseldir'' derler ya işte bu sözü ispatlarcasına bu şarkının tüm dünyada iki bin civarında yorumunun olduğu tahmin ediliyor. Her dilde farklı sözlerle söylenmiş… Her dilde farklı söylenirken her ses tonu şarkıya farklı etkiler bırakmış. Kiminde derin bir hüzün, kiminde ise neşe dile getirilmiş... Bu şarkı Meksika'da çok popüler olmuş ve Meksikalı devrimcilerin dilinden düşmemiş. Latin Amerika ülkelerinde özgürlüğün, aşkın ve kardeşliğin melodisi olmuş, Zanzibar’da düğün müziği olmuş, Romanya’da cenaze marşı, Meksika’da isyan şarkısı, Almanya’da gemici ağıtı olmuş... Ben Almancasını daha çok seviyorum; belki de anladığımdan, bu dile olan hâkimiyetimden, belki de Almancasındaki duygusal hüzünlü sözlerinden, belki de sadece Almanca sözlerinin girişte anlattığım güvercin efsanesini anlattığından…
Almanca şarkı sözü özetle denizde bir gemide vedalaşmayı anlatır… Giden gelmeyecektir... ''Hayat'' der, ''hayat, denizin üzerinde bir dalga gibi bir gider bir gelir.'' der. Ve ''Kim anlayabilir ki?'' diye sorar... ‘’Ve ben geri gelmezsem... ağlama'' der... ''Denizleri aşarak sana beyaz bir güvercin gelecek ve sana benim selamımı getirecek ve sana bu gidişten hiç dönüş olmayacağını bildirecek…’’ Tıpkı efsanedeki İranlı gemicilerin güvercinleri gibi…
Almanca sözleri bana tam olarak Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Sessiz Gemi’’ isimli şiirini anımsatır. Sanatçı Hümeyra da çok güzel seslendirmişti ama keşke bu müziğe uyarlansaydı, sözleri de tam uyardı: ‘’Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; / Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.’’
Alman gazeteci, yazar ve tarihçi olan Sigrid Faltin’in bu şarkıyı anlattığı ‘’La Paloma’’ isimli bir de belgeseli var. Belgeselde üç kıtada geçen şarkının birçok ülkedeki yorumu ve şarkının o ülkedeki halka göre anlamı ve bir şarkının kültürel yaşamı nasıl etkilediğini ve dilden dile dolaşarak nasıl iki bin yoruma ulaştığını anlatılıyor. Bu belgeselde Meksika İmparatoru Maximilian’ın idam edilmeden önce en son isteğinin, La Paloma şarkısını dinlemek olduğu rivayet ediliyor...
La Paloma insanoğlunun besteleyebildiği en güzel müziklerden birisidir diye düşünüyorum... Bu şarkı her dinleyenin gönül telini tir tir titretmiş. İnsan dinlerken bu şarkıyı; üstüne yağmur yağmış, güneş vurmuş ve bir de üstüne sam yeli esmiş bir kar gibi ılgıt ılgıt erirmiş... Aşağıda bağlantılarını verdiğim belli başlı yorumları dinlediğinizde sanırım bana hak verirsiniz diye değerlendiriyorum.... Aynı müzik ama farklı yorumları birbirinden o kadar güzel ki, yerinizde olsam bağlantısını verdiğim bütün yorumları dinlerdim. Bu yorumlar gökkuşağının bütün renkleri gibi rengarenk... Bu şarkıyı, bu yorumları dinlediğinizde zamanınızı bu dünyanın gamını, kederini, pisliklerini düşünmeğe harcamaktansa, değil bu zamanı, dünyanın tüm bir zamanını bu şarkıya feda etmeye değer olduğunu göreceksiniz.. ... Ve yine göreceksiniz ki Meksika İmparatoru Maximilian’ın idam edilmeden önce en son dileğinin La Paloma şarkısını dinlemek isteği boşuna değil...
Anlattığım gibi el âlem basit bir folk şarkısında bile iki bin beş yüz yıl geriye giderek bir tarihi derinlik sunuyor... El âlem basit bir folk şarkısında bile tarihi bir efsaneye, tarihi bir figüre atıfta bulunarak iki bin beş yüz yıl önce Doğu'dan gelen bir tehlikeyi unutmuyor, unutturmuyor.. El âlem basit bir folk şarkısında bile birleşmeyi, bütünleşmeyi sağlıyor...
Bizim günlük siyasal, toplumsal ve kültürel yaşayışımız ise tıpkı kendi pop ve folk şarkılarımızın sözlerinde olduğu gibi şıkıdım şıkıdım, oynaya oynaya, lay lay lom geçip gidiyor… Ortak söyleyebileceğimiz bir şarkımız, bir türkümüz, ortak bir ulusal değerimiz, bir ülkümüz, bir inancımız, bir kıvancımız, ortak bir öykümüz, bir hikâyemiz, bir efsanemiz kalmamacasına rüzgârların önündeki kuru yapraklar misali savrulup gidiyoruz...
Einstein; ‘'Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir’' derdi… Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ der. Biz de günübirlik yaşayıp gidiyoruz işte...
Hayat; şarkının Almanca versiyonunda söylendiği gibiydi zaten; ‘’Giden gelmeyecektir...'' ''Hayat denizin üzerinde bir dalga gibi bir gider bir gelir.'' Ve ''Kim anlayabilir ki?'' diye sorar... ‘’Ve ben geri gelmezsem... ağlama'' der..
Osman AYDOĞAN
La Paloma çok değişik sanatçılar tarafından yorumlanmıştır. En bilineni İspanyol asıllı Fransız sanatçı Mireille Mathieu'nun Almanca olarak söylediği yorumudur. Ben en çok bu yorumu beğeniyorum... Yine Mireille Mathieu'nun Yunan sanatçı Nana Mouskouri ile Fransızca düeti de var. Julio Iglesias ile Nana Mouskouri'nin de ''La Paloma'' düeti var.
https://www.youtube.com/watch?v=2NXrhcbpiV0
André Rieu'in ''La Paloma''sı... Orkestra ile de daha bir güzel... Orkestra deyince Belçikalı tenor Helmut Lotti'den orkestra eşliğinde dinlenmeli diye düşünürüm...
https://www.youtube.com/watch?v=0PaBpeOqPSg
''Çalışıkuşu'' dizisinde Feride’yi canlandıran Aydan Şener dizide piyano ile çalmıştı La Paloma'yı… Piyano ile bir harikaydı La Paloma.. İspanyol besteci ve gitar virtüözü Francisco Tarrega tarafından gitar yorumu da çok güzel...
https://www.youtube.com/watch?v=foDKfzZbGz0
En iyileri en sona bıraktım. İspanyol müziğinin divalarından sayılan Gabriella Ferri de çok güzel yorumlamış La Paloma'yı..
https://www.youtube.com/watch?v=UOl502lgWFk
La Paloma'yı Polonyalı sarkıcı, aktör ve piyanist Adam Aston da başka bir yorumla söylemiş:
https://www.youtube.com/watch?v=Ogh7o9HpjAE
Ama Los Panchos (Trio Los Panchos olarak bilinir, üç romantik Latin şarkıcılarıdır) daha güzel anlamlar katmış La Paloma'ya:
https://www.youtube.com/watch?v=EbEEuSAHvis
İtalyan şarkıcı ve tenor Giuseppe di Stefano da bir başka yorumlamış:
https://www.youtube.com/watch?v=FbrB9pRvMM4
İspanyol soprano Victoria de los Angeles’in o billur sesi ile bir başka söylemiş:
https://www.youtube.com/watch?v=nUFYBpF1mW8
Arjantinli sanatçı Libertad Lamarque’nin yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=jebIpYs2UUI
La Paloma’nin Almanca metni:
La Paloma
Wenn rot wie Rubin die Sonne im Meer versinkt
ein Lied aus vergangener Zeit in den Herzen klingt.
Das Lied
es erzählt von einem
der ging an Bord
und da sagte er zur Liebsten ein Abschiedswort:
Weine nicht
wenn ich einmal nicht wiederkehr!
Such einen andern dir
nimm es nicht zu schwer!
Und eine weiße Taube fliegt dann zu dir
bringt einen letzten Gruß übers meer von mir.
La Paloma
ade!
Wie die wogende See
so ist das Leben ein Kommen und Gehn
und wer kann es je verstehn?
Sie sah jeden Morgen fragend hinaus zum Kai -
sein Boot "La Paloma"
es war nie mehr dabei.
Denn eine weiße Taube zog übers Meer!
Da wußte sie
es gibt keine Wiederkehr!
La Paloma
ade!
Wie die wogende See
so ist das Leben ein Kommen und Gehn
und wer kann es je verstehn?
31 Mayıs 2018
29 Mayıs 2018'de İstanbul'un fetih yıldönümünde Fatih'in hocası Akşemsettin'i, 30 Mayıs 2018'de ise Fatih Sultan Mehmet'i kısaca anlattım ya... Yani bu muharebede bizi, bizim tarafı anlattım.... Bu muharebede, yani İstanbul Fatih tarafından kuşatıldığında karşı tarafta, Bizans'ta ne oluyor? Onu da anlatmak gerekir diye düşünüyorum...
Bizler karşı taraf Bizans için hep Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u kuşattığında, surlar aşılmak üzere iken Bizans’ın ileri gelenlerinin Ayasofya’da toplanıp şehrin kuşatmadan nasıl kurtulacağını tartışmak yerine ‘’Meleklerin cinsiyeti’’ni tartıştığını biliriz.
Ancak konu bu kadar da basit değildir, daha derin, daha karmaşık ve daha vahimdir. Bu konuda Macar oyun yazarı Ferenc Herczeg (1853-1954)’un ‘’Bizans’’ (Berikan Yayınevi, 2003) isimli bir çağı canlandırma bakımından Macar yazınının en iyi tarihsel tragedyası olarak adlandırılan çok güzel bir eseri vardır. Ferenc Herczeg; ‘’Bizans’’ adlı oyununda tek bir güne, koca bir imparatorluğun son gününe, günün şafağıyla batışı arasına dünya ölçüsünde bir tarihsel tragedyayı sığdırır.
Tanınmış Macar tarihçisi J. Horvath, Ferenc Herczeg üzerine yazdığı bir incelemesinde bu tragedyanın ana hatlarını şöyle anlatır:
29 Mayıs 1453. Bu, Bizans İmparatorluğunun çöktüğü gündür. Sultan Mehmet Bizans’ı kuşatmıştır; kentin alın yazısı artık bellidir. Bu kaçınılmaz tehlike karşısında kahramanlığa yükselen imparator Konstantin az sayıda, fakat kendisine bağlı kalan yabancı ücretli askerleriyle bütün gücünü harcayarak kuşatıcılara karşı koymaktadır. Ancak halkı ve Bizanslı askerleriyse korkak bir kayıtsızlık içinde başlarına geleceği beklemektedir. Devletin ileri gelenleri imparatorun kahramanlık taslayışıyla alay ederler. Onlar artık daha çok sultandan yanadırlar ve her şeyi ondan beklerler. İmparatoriçenin kendisi bile kadınlık silahlarıyla Fatih’e boyun eğdireceği düşlemiyle kendini avutmaktadır...
Bütün bunlardan imparatorun haberi yoktur, o halkına güvenmekte, onun yurtseverliğine ve son tehlikenin onu kahraman yapacağına inanmaktadır. Onun için son anda büyük bir düş kırıklığına uğrar. Sultanın elçileri onun ve ardından gitmek isteyenlerin özgürce gidebileceğini bildirirler, fakat ona bağlı ancak iki kişi çıkar: Ücretli askerlerin sadık komutanıyla kendisine âşık olan Yunanlı kız Herma. Konstantin dehşet içinde gerçekle yüz yüze gelir ve Bizans’ı ölüme mahkûm eder: ‘’Biz Tanrı'nın izniyle Bizans’ın son imparatoru Konstantin, dünyaya bildiririz ki, ulusumuzu mahkemeye çektik ve adalet adına Bizans’ı cellat satırıyla ölüme mahkûm eyledik. Edirneli Mehmet celladımız olsun.’’
Konstantin muharebede ölür. Bizans kan içinde yüzmektedir ve bu tarihsel kargaşada üzerlerine düşen onurlu görevi yerine getirmeyenler o kan denizi içinde imparatoriçeyle birlikte boğulurlar. O korkunç anlarda imparator: ‘’Ölürsem" diyor, ''Mezar taşıma şu sözler yazılsın: Bizans’ın son imparatoru burada yatıyor. Kör olduğu sürece yaşadı. Bir gün gözleri açılınca duyduğu tiksinti onu öldürdü.’’
Neyse gelelim oyundan bir sahneye. Fatih İstanbul’u kuşatmıştır, kent düşmek üzeredir. Oyunda bu sahne şöyle verilir:
Başmabeyinci, İmparatoriçe’ye müjdeler: “Paganlar hücuma geçeceklerken İmparatorumuzun yüzü sur üstünde görününce silahlarını ellerinden düşürmüşler!”
Şair Lisander “Halk şenlik yapıyor!” der. Krates açıklar: “Türkler barış için yalvarıyorlar! Sultan’ın ordusunu veba kırıp geçiriyor! Sultanları Anadolu’ya çekilecekmiş.”
Öğleye yakın bir haber gelir: “Hıristiyan ordusunun önünde nur içinde bir yiğit görülmüş. Aziz Georgius olduğu sanılıyor. Belki de Kutsal Bakire’dir. Sevgili şehrini kurtarmaya gelmiş.”
Ancak ayaküstü uydurulmuş bu masallar hiçbir şeye yaramaz: Yeniçeriler ne İmparatoru görünce şaşırırlar, ne de Sultan Mehmet Avrupa’yı terk eder. Veba değil, nezle bile yoktur Türk ordusunda. Yardıma ne Aziz Georgius ne de Kutsal Bakire gelir.
Sonuçta Bizans düşer!
Hani Herczeg’in ‘’Bizans’’ oyununda son Bizans İmparatoru demişti ya; ‘’Ölürsem, mezar taşıma şu sözler yazılsın: Bizans’ın son imparatoru burada yatıyor. Kör olduğu sürece yaşadı. Bir gün gözleri açılınca duyduğu tiksinti onu öldürdü.’’
Bu toprakların kaderidir herhalde; bu toprakların sultanları hep kör olurlar, kör oldukları sürece yaşarlar ve bir gün gözleri açılınca da duydukları tiksintiden de ölürler.
Çünkü bu toprakların insanları yeni reislerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar... Çünkü bu toprakların insanı sadece ve sadece güce taparlar...
Hani İbn-i Haldun'un sözünü hep tekrar ederdim ya; “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzerler.”
Gerçeklerden uzak, sanal bir dünyada yaşayanlara, hem kendilerini hem sutanlarını hem de toplumunu avutanlara duyurulur!
Osman AYDOĞAN
03 Haziran 2018
Dünkü yazımda Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında 1473 yılında yapılan Otlukbeli Savaşını anlatırken Ilısı Barajının yapımı nedeniyle su altında kalacak olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırıldığı türbenin taşınmasından yola çıkarak şu iki soruyu sormuştum: ''Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir?''
İkinci sorum da şu idi: Otlukbeli Savaşı birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Hristiyanlar ile, Batı ile olan savaşları mı olmak zorundaydı?
İşte bu iki sorunun cevabını da Moğollar üzerinden vermek istiyorum...
Cengiz Han tarafından 1206 yılında kurulan Moğol İmparatorluğu 1294 yılına kadar yaşar. Kısa zamanda her yönde genişleyip, dünyanın %22'sine yayılıp, 34 milyon km2’ den fazla bir alanı kapsayarak ve tarihin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğu olurlar. En geniş döneminde 100 milyondan fazla kişiyi topraklarında barındırır. İmparatorluğun bu denli geniş olması ile Batı ile Doğuyu birleştirmiş, bu sayede İpek ve Baharat yollarında ticaret yapmak güvenli olmuş ve Pax Mongolica denilen barış dönemini başlatmıştır. Cengiz Han zamanındaki Moğol Ordusu dünyadaki en organize ve en disiplinli ordu haline gelmiştir. Moğol ordusu da tarihteki önemli ordular arasında sadece atlılardan oluşan tek orduydu.
Moğollar, yüzyıllarca Türklerle yan yana yaşamışlar ve bunun sonucu olarak da Türk kültür ve medeniyetinin etkisinde kalmışlar ve zamanla Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır. Orta Asya’da halen Cengiz Han ve hanedan üyeleri Türk olarak kabul edilir. Türklükle Moğolluk tarihsel, coğrafi, kültürel olarak çok geçişlilik arz ettiği için; Asya bozkırlarında Hunlardan itibaren Türk tarihini Moğol tarihinden ayırmak hemen hemen imkânsızdır. Fransız oryantalist ve Türkolog Jean-Paul Roux (1925 – 2009) Cengiz Han için Moğollaşmış bir Türk, Timur için ise Türkleşmiş bir Moğol demektedir. Bu nedenle Türk tarihinde Moğollar öteki bir toplum olarak sayılmazlar. Bu nedenlerle de günümüzde Türkler çocuklarına göğsünü gere gere Cengiz, Kubilay, Temuçin, Oktay, Timur, Noyan adlarını verirler.
Türkçülüğün babası olan Nihal Atsız, oğluna vasiyetinde (1941) ötekileştirdiği toplumları şöyle sıralar: Yahudiler, Çinliler, Acemler, Yunanlılar, Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler, Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar, Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Gürcüler, Çeçenler... Ancak bunların arasında Moğollar yoktur.
Ancak tarih baba tarih sayfalarında Moğolları farklı anlatır. 3 Temmuz 1243 tarihli Kösedağ Muharebesi, Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesiyle sonuçlanır. Bu yenilgiyle bu topraklarda Moğol istilalarının önünü açan Moğol Baycu Noyan’dır. Noyan, Anadolu’yu Moğollara bağlayarak Büyük Han’ın nazarında itibar kazanmak istemiştir.
Kösedağ savaşından sonra Moğollar bu topraklarda çok can yakmıştır. 13’üncü yüzyıl, Anadolu’nun Moğolların baskısı altında inim inim inlediği bir dönemdir. O zamanlar Anadolu’da Moğollara dair sarf edilen adeta efsaneleşmiş söz şudur: ‘’Geldiler, yaktılar, yıktılar, kestiler, biçtiler, gittiler...’’ Haçlılar bile Anadolu’ya Moğollar kadar zarar vermemişlerdir.
Tarihçiler, İslam tarihinde Moğol istilasıyla kıyaslanacak bir felaketin olmadığı hususunda hemfikirdirler. Bu dönemde İslam kültürüne ait eserler yok edilmiş, dini kitaplar hayvanların altına serilmiş ve camiler de ahıra çevrilmiştir. İslam tarihi kaynakları bu istilalardan dolayı Moğolları bir kıyamet alameti olarak görerek, Yecüc-Mecüc olarak da nitelemişlerdir.
Hal böyleyken Türk tarihinde Moğollar ötekileştirilmediği gibi Kösedağ Muharebesi'nin Moğol Komutanı ‘’Noyan’’ın adını kendisine isim, soy isim olarak alan ve gururla taşıyan sayısız vatandaşımız vardır.
Anadolu'daki Moğol baskısı, Selçuklu Sultanlığını zayıf düşürdükçe Türkmen beylikleri bağımsız olma fırsatını yakalamışlar, bunlar arasından da sivrilerek Osmanlı çıkmıştır. Kemal Tahir ''Devlet Ana'' (İthaki Yayınları, 2005) isimli romanında bu süreci çok güzel anlatır.
Ancak Osmanlı da Moğollardan kurtulamamış, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid ile Timur arasında, Ankara'nın Çubuk Ovası'nda 28 Temmuz 1402 tarihinde yapılan Anakara Muharebesi Geç Orta Çağ tarihinin en kanlı çarpışmalarından birine sahne olmuş ve Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
Ankara Muharebesi yenilgisi; Osmanlı Devleti'nin geçici süreliğine dağılarak, devletin imparatorluk aşamasına geçmesinin ve İstanbul'un Fethi'nin 50 yıl kadar gecikmesine, Anadolu`daki Türk siyasal birliğinin bozularak Anadolu beyliklerinin yeniden kurulmasına ve Osmanlı tarihinde Fetret Devri (1402-1413) olarak bilinen 11 yıllık bir iktidar boşluğu döneminin yaşanmasına neden olmuştur.
Moğollar bu kadarı ile de kalmamışlardır. Timur İmparatorluğunun varisi Akkoyunlu Devleti de Osmanlı’yı rahat bırakmadı. Ne zamanki Akkoyunlu Devleti 1473 yılındaki -dün bu sayfalarda anlattığım- Otlukbeli Savaşını Osmanlı’ya karşı kaybetti, Osmanlı’nın Doğu sınırı da o zaman huzura ve sükûna kavuştu.
Yazının başında ifade edildiği gibi Moğollar; Selçuklu’ya, Osmanlı’ya ve Anadolu’ya, Moğolların ardılı olan Akkoyunlu’lar da Osmanlı’ya bu kadar kötülükleri yapmasına rağmen nedense Moğollar ve Akkoyunlular bu coğrafyada ötekileştirilmemiş, düşman sayılmamış, Moğol isimleri Türklerce gururla taşınmıştır. Hatta öyle ki Osmanlı ile Akkoyunlu arasında yapılan Otlukbeli Savaşında Akkoyunlu Padişahı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey için Türk tarihi ifade ettiğim gibi ''Şehit'' diye not düşmüştür... Ve yine bir önceki yazımda anlattığım gibi günümüzde de Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi Ilısu Baraj Gölü altında kalacak diye uluslararası bir çalışma ile itina ile iki km kuzeye törenle taşınmıştır. (12 Mayıs 2017) Ve bu törende de konuşma yapan siyasiler Zeynel Bey’den ‘’şehit’’ diye bahsetmişlerdir. (Sakın yanlış anlaşılmasın; tabii ki türbenin taşınmasında doğrusu yapılmıştır.)
Şimdi gelelim benim yazımın başında sormak istediğim sorulara:
Benim sormak istediğim Moğolların ve Akkoyunluların Osmanlıya ve Anadolu’ya bu kadar kötülüklerine rağmen neden bu coğrafyada ötekileştirilmediği, neden hala gurur ve onurla Moğol isimlerinin taşındığı ve Osmanlıya karşı savaşlarda ölenlerine de neden ‘’şehit’’ diye hitap edildiğidir? Eğer onlar ‘’şehit’’ ise Osmanlının şehitleri neydi?
Ve Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine günümüzde gösterilen bu ihtimamın sebebi neydi?
Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Batı ile Hristiyanlarla olan savaşları mı olmak zorundaydı?
Osmanlıların, Türk tarihinde ve askerî akademilerde yüzeysel geçiştirilen sadece Akkoyunlularla yapılan Otlukbeli Muharebesi (1473) de değildi... Moğollorla yapılan Kösedağ (1243), yine Moğollarla yapılan Ankara (1402), Safevilerle yapılan Çaldıran (1514) , Dulkadiroğulları Beyliği ile yapılan Turnadağ (1515), Memluklerle yapılan Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) muharebeleri de dönemlerine oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımlarından büyük muharebeler olması ve sonuçları itibariyle de büyük siyasi etkilerine rağmen gerek Türk tarihinde gerekse de askerî akademilerde hep yüzeysel olarak geçiştirilmiş, hatta bazıları görmezden bile gelinmiştir.
Ancak Türk tarihinde ve askerî akademilerde varsa yoksa teferruatıyla incelenen Batı ile Hrıstiyanlarla yapılan muharebeler olmuştur. (Malazgirt 1071, Sırpsındığı 1364, Niğbolu 1396, İstanbul'un fethi 1453, Mohaç 1526, Birinci Viyana Kuşatması 1529, Preveze Deniz Muharebesi 1538 vb.)
Ayrıca ilginçtir ki tarih yazımında Moğolların istilacılıkları söz konusu olduğunda Türklüklerinden pek bahsedilmemiştir. Ancak bir ‘’Taç Mahal’’ söz konusu olduğunda ise hep "karısı için anıt mezar yaptıran Türk İmparatoru’’ndan bahsedilmiştir. Fakat Bağdat'ı yağmalayanlar hiç şüphesiz Moğollardır, Türkler değildir!
Tüm bunların nedeninin sosyal-kültürel antropolojide yer alan kavramlarda yer aldığı değerlendirilmektedir.
Günümüzde sosyal-kültürel antropolojide yer alan ‘’etnoloji’’ ve ‘’folk’’ kavramları şu şekilde açıklanmaktadır: ‘’Etnos’’; (Yunanca kökenli olup) “öteki halk’’, veya ‘’öteki halklar’’ demektir!.. Bu nedenle ‘’etnoloji’’ “ötekinin bilimi”dir. “Folk” ise ‘’bizim halk’’ demektir. “Folk”; bizim olan kırsal, geleneksel, modern-öncesi, kentleşme-öncesi, endüstrileşme-öncesi halkımız, halimiz, ahvalimiz, akrabamız anlamındadır.
Muhtemel ki Moğollar ve Akkoyunlular Türk tarihinde ve de Anadolu’da bir etnik kimlik (“öteki halk’’ veya ‘’öteki halklar’’) olarak değil de folklorik (bizim olan kırsal, geleneksel, akraba) bir kimlik olarak, Araplar ise dindaş bir grup, ümmet olarak görülmüştür. Bu nedenle de ne Moğollar ne Akkoyunlular ne de Araplar ötekileştirilmemiş ve bu gruplarla yapılan muharebeler, savaşlar ve çatışmalar ise fazla öne çıkarılmamış ve unutturulmak istenmiştir.
Buradan yola çıkarak günümüze, günümüzün yaşadığımız problemlerine gelirsek ve böylesine zengin bir tarihten ders çıkaracak olursak eğer:
TV'lerde tarihten, sosyolojiye, ekonomiden politikaya her konuda konuşan, bilimsel makaleler yazan sözde profesör ünvanlı herbokologlar -pardon- akademisyenler, sözde sosyologlar, sözde politikacılar biraz tarih, biraz sosyoloji bilseler ve birazcık da doğru terminoloji kullansalar da olur olmaz yerlerde ''etnik'' sözcüğünü bilinçsizce kullanmasalar! Hani bir Yunan atasözü vardı ya: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir'' diye...
Anlıyorsunuz değil mi?
Osman AYDOĞAN
Bir sabiyyenin ‘’Gözyaşları’’
Beş Hececiler (‘’Hecenin Beş Şairi’’, ‘’Hececiler’’ veya ‘’Hecenin Beş Ozanı” olarak da adlandırılırlar); I. Meşrutiyet’ten sonra hece vezniyle ve konuşulan halk diliyle, Milli Edebiyat akımının görüşleri doğrultusunda şiir yazan beş şairin Türk edebiyatındaki genel adıdır…
Grubu oluşturan beş şair; Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel’dir.
Şiire I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında başlamış ve aruz vezninde yazdıkları şiirlerle adlarını duyurmuş olan ‘’Beş Hececiler’’in Türkçe ve hece vezniyle şiir yazmayı benimsemelerinde Ziya Gökalp’ın etkisi büyük olmuştur.
‘’Beş Hececiler’’; şiirde sade ve özentisiz olmayı ve süsten uzak olmayı tercih etmişler ve şiirlerinde memleket sevgisi, yurdun güzellikleri, kahramanlıklar ve yiğitlik gibi temaları işlemişlerdir.
İşte bu ‘’Beş Hececiler’in öncüsü kimselerin, kimseciklerin bilmediği ‘’Gözyaşları’’ döken bir kadın şairimiz var: İhsan Raif Hanım.
Ahmet Haşim bu konuda şöyle der: “Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım.”
Rıza Tevfik (Bölükbaşı) (namı diğer Feylosof Rıza) İhsan Raif Hanım’ın aile dostlarıdır ve İhsan Raif Hanım’ın şiir bilgisine katkıda bulunanlar arasındadır. Ancak İhsan Raif Hanım, Rıza Tevfik’le tanışmadan önce de şiirleri vardır.
İhsan Raif Hanım ilk şiirlerini, II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte çoğalan kadın dergilerinden biri olan Mehasin’de yayımlamaya başlar. İhsan Raif Hanım 1908’de Meşrutiyet döneminde ateşli bir kadın hakları savunucusudur; kadınlar için üniversite açılmasını savunanlar arasında yer alır.
İhsan Raif Hanım’ın ağabeyi Mehmet Fuad Bey, milli edebiyat akımını hazırlayan dilcilerdendir; Halit Ziya Uşaklıgil ise İhsan Raif Hanım’ın eniştesidir.
19. yüzyılda mutasarrıflık, valilik, nazırlık, ayan üyeliği ve Şura-yı Devlet başkanlığı yapan Babası Köse Mehmet Raif Paşa Mithat Paşa’nın yanında çalışmıştır. Bu nedenle Sultan II. Abdülhamit kendisinden pek hoşlanmaz ve çekindiği için sık sık taşrada görevlendirir. İhsan Raif Hanım’ın 1877 yılında Beyrut’ta doğmasının nedeni de budur. Babası kendisiyle birlikte sık sık yer değiştiren kızlarının eğitimi için gittiği yerlerde bulduğu özel hocalar tarafından kızlarının eğitimlerini sağlar. Bundan dolayı İhsan Raif Hanım, küçük yaştan itibaren yetkin hocalardan iyi bir ev eğitimi alır. Tevfik Lami Bey’den Türk ve Batı müziği, piyano ve Fransızca öğrenir. Musiki, edebiyat, felsefe, yabancı dil eğitimiyle hayatı renklenir.
Balkan Savaşı sırasında Hilal-i Ahmer (Kızılay) cemiyetinde gönüllü hemşirelik yapar. Balkan yenilgisinden sonra Müdafaai Hukuk Derneğinin düzenlediği büyük mitingde de Fatma Aliye ve Halide Edip ile birlikte kürsüye çıkıp şiirler okur. Kurtuluş Savaşı sırasındaki mitinglerde de ateşli nutuklar ve şiirlerle milli mücadeleye destek verir.
Kadın dergisi Mehasin’de Halide Edip, Emine Semiye, Şükufe Nihal ve Fatma Aliye’nin yazılarıyla birlikte şiirleri yayımlanır. Bunlar vatanperver şiirlerdir. 1912 yılında şiirlerinin bazılarını yeni yetenekleri destekleyen kadın şair ve yazarlara da sayfalarında yer veren Rübab dergisinde İ.R imzasıyla yayınlar. Bu şiirler vesilesiyle daha sonra anlatacağım üçüncü eşi olacak derginin yayın yönetmeni Şahabettin Süleyman’la tanışır.
1914 yılında Mehasin ve Rübab’da yayımladığı elli şiirini ‘’Gözyaşları’’ adıyla kitaplaştırır.
İhsan Raif Hanım’ın başından dört evlilik geçer. Babasının dayatmasıyla gerçekleşmiş Mehmet Ali Bora ile olan on beş yıllık ilk evliliğinden Ahmet Hikmet Bora (1891-1970); Hatice Mehruba Atay (1895-1984, daha sonraları Falih Rıfkı Atay'ın iknci eşi) ve Mehmet Akif Bora (1899- 1972) adlarında üç çocuğu olur. Şairin bu dönemine yazımın sonunda ayrıntılı bir şekilde yer vereceğim.
Mehmet Ali Bora’dan boşanıp çok kısa süren ikinci evliliğinden sonra evlendiği dönemin ünlü yazar ve Rübab dergisinin yönetmeni ve Fecr-i Ati’nin kurucularından, Mekteb-i Sultani Hocası Şahabettin Süleyman’la evlenir. Bu altı yıllık mutlu evliliği süresince Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e, Ruşen Eşref’ten Fazıl Ahmet’e entelektüel bir çevre edinir ve şair olarak kabul, ilgi ve takdir görür.
Bu mutlu evlilik, Goethe’nin ‘’Aşkın kitabında az sevinç, çok ıstırap ve ayrılık gördüm. Vuslat ise küçük bir yer işgal ediyordu…’’ sözünü doğrularcasına dağ kürü için birlikte gittikleri İsviçre’de Şahabettin Süleyman’ın İspanyol gribine yakalanarak iki üç gün içinde hayata gözlerini yummasıyla noktalanır.
‘’Söyletme’’ isimli şiirinde o günlerdeki acısını anlatır:
Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;
Muhabbet baki kalacak sandım;
Beyhüde yere ateşe yandım;
Bu acı bana ölümden beter.
İhsan Raif Hanım, bu ani ölümden kısa bir süre sonra İsviçre’de Şahabettin Süleyman’la birlikte tanıştıkları sonradan Müslüman olan ve adını Hüsrev olarak değiştiren Bell adında Strasburglu bir şairle dördüncü evliliğini yapar.
Son eşiyle İsviçre’de yaşayan şair, Fransa ve Belçika gibi Avrupa ülkelerini de gezer. Son yolculuğu ise tedavi için gittiği Paris’te geçirdiği bir apandisit ameliyatı sırasında 1926 yılının Nisan ayında kırk dokuz yaşında iken vefat eder. Naaşı Türkiye’ye getirilerek Rumelihisarı Kabristanı’na defnedilir.
İhsan Raif Hanım yalnızca şiir yazmakla kalmaz, şiirlerini besteler, piyanosunun başına geçip bestelediği şarkıları da seslendirir. Güfte ve bestesi kendisine ait on dokuz yapıtı saptanmıştır; ayrıca başkalarının da bestelediği manzumeleri vardır, çoğu, şairin adı anılmadan seslendirilmektedir. İlk defa Kenan Akyüz, 1958 yılında yayımladığı ‘’Batı Şiiri Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi’’nde ‘’Gözyaşları’’ndan seçilen on bir şiiri antolojiye alır. Akyüz’e göre İhsan Raif, Türk kadın şairlerinin en lirik olanıdır.
Bilinen eserleri; ‘’Ey Ehl-i İslâm, Muhterem Askerlerimize Hediye’’ (1912), ‘’Gözyaşları’’ (1914) ve ‘’Kadın ve Vatan’’ (1914)’dır.
İhsan Raif Hanım’ın yayımlanmış ve yayımlanmamış tüm şiirleri ancak 2001 yılında Cemil Öztürk’ün yayımladığı çalışmayla edebiyat tarihine kazandırılır. (Dr. Cemil Öztürk, İhsan Raif Hanım, Yaşamı, Sanatçı Kişiliği, Yayımlanmış ve Yayımlanmamış Bütün Şiirleri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2001)
Bu tarihten önce ise 1987 yılında Kültür Bakanlığı "Türk Büyükleri" dizisinden Hüveyla Çoşkuntürk, yaşamı ve şiirlerinden oluşan bir seçki yayımlamıştır. (Hüveyla Coşkuntürk, İhsan Raif Hanım, Kültür ve Turizm Bakanlığı Türk Büyükleri Dizisi 51, 1987)
Ancak hayat hikâyesini roman şeklinde anlatan tek eser 2008'den itibaren Şişli Kaymakamlığı görevini yürüten Mehmet Öklü tarafından kaleme alınan ve bir bestesi de yapılan bildiğimiz bir şiirinin ilk dizesini de ad olarak alan kitaptır: ‘’Kimseye Etmem Şikâyet’’ (Doğan Kitap, 2013)
Günümüzde Şişli Kaymakamlığı binası olarak kullanılan bina İhsan Raif Hanım’ın babasına ait Taş Konak'tır. Kaymakam Mehmet Öklü de bu konağın hikâyesinden yola çıkarak İhsan Raif Hanım’ın hikâyesine ulaşır ve onu romanlaştırır. Ve kitaba ismini veren şiirin konusu da İhsan Raif Hanım 13 yaşındayken bu konakta geçer ve hazin bir hikâyedir.
İhsan Raif Hanım yukarıda anlattığım gibi iyi bir eğitim almıştır. Naiftir, her kadın gibi incedir, narindir, duygusaldır, her şair gibi içlidir, hassastır, derindir. Öyküsünü anlatmadan, yaşamında nasıl bir ıstırap çektiğini anlayabilmek için kaynağını bilmediğim bir söze yer vermek istiyorum: ‘’Tohum ne kadar güçlü ise, uygun olmayan bir toprağa düştüğünde kendine vereceği zarar da o kadar büyük olur.’’ Hiç de kendisine uygun olmayan bir toprağa düşen İhsan Raif Hanım için de bu böyle olur... O güçlü tohum hep kendine zarar verir. İhsan Raif Hanım için o uygun olmayan toprak bir kurt gibi için için kemirir kendisini, yer bitirir, tüketir…
Bundan sonra İhsan Raif Hanım’ın hikâyesini Mehmet Öklü’nün kitabından şöyle özetleyebiliriz:
Şiirin, musikinin, edebiyatın tozpembe ikliminde hür ufuklara kanatlanırken hayatın ona hazırladığı başka bir sürprizden habersizdi İhsan. Taş Konak onun hayallerinin mabedi bir sırça köşke dönmüşken, taş atılan bir cam gibi dünyası tuz buz olacaktı.
Nasıl mı?
İşte o Taş Konak’taki hayal dünyasında bir gün, kardeşi Belkıs’la beşinci kattaki çocuk odasında oynarlarken, odanın kapısı aniden, gürültüyle açılıverir birden. Hayatında hiç görmediği ve tanımadığı bir adam girer içeriye. Belli ki niyeti kötüdür. İhsan Raif Hanım’ı kaçırmak için gelmiştir. Teşebbüs de eder, ama çocukların korkulu çığlıklarıyla, geldiği gibi koşar adım iner merdivenlerden ve gözden kaybolur.
İhsan Raif Hanım’ın hatıralarında “Arap bacıların komplosu” olarak anacağı olayda içeri dalan ve İhsan Raif Hanım’ı kaçırmaya kalkışan adam Reji memuru Mehmet Ali’dir. Mehmet Ali’nin maksadı “karalar çalarak” küçük İhsan Raif Hanım’ı evlenmeye mecbur etmektir.
Bu basit gibi görünen hadise, küçük İhsan’ın hayatında beklenmedik değişikliklere ve büyük ıstıraplara yol açar. Baba Raif Paşa hadiseyi kafasında büyütür. Kapıyı açmak dışında hiçbir teması olmadığı ve tamamen masum olduğu halde, hadiseden küçük İhsan Raif Hanım’ı sorumlu tutar. Babaya göre kendisinden habersiz girişilen bu “haneye tecavüz” nedeniyle aile adına sürülen lekenin bir şekilde temizlenmesi gerekir. Babaya göre artık İhsan Raif’in adı ‘’kirlenmiş’’tir.
Sonrasını İhsan Hanım'dan dinleyelim:
“Babamın terazisinin şaştığını hiç görmedim ben. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma, dizlerine kapandım. Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et...”
Şefkat timsali annesinin bazen içine akan, bazen dışına taşan sessiz gözyaşları fayda vermez, sofrasında ekmeğini paylaştığı, dost bildiği insanların ihanetini kimselere anlatamaz İhsan Raif Hanım. Ve babası da İhsan Raif’in ve diğer aile fertlerinin ağlamalarına, yalvarmalarına aldırmaz ve 13 yaşındaki kızını ‘’Nikâh kâfidir! Sessizce gidin!’’ diyerek “O hain’’ Mehmet Ali’yle evlendirir ve İzmir’e bir sürgün havasında yollar.
1890’da 14 sene dönemeyeceği İstanbul’a veda ederken İhsan Raif Hanım, ailesinden, çocukluk masumiyetinden, çok sevdiği İstanbul’dan, hem de hiç sevmediği kocaman bir adamın karısı olarak ayrılırken Maçka’ya, Teşvikiye sırtlarına, Dolmabahçe sırtlarına bakıp, içinden, ‘’Elveda çocukluğum, elveda güzel kardeşlerim, annem, babam, evim, yuvam… ‘’ diye için için ağlar, hıçkıra hıçkıra ağlar, bir sel gibi gözyaşları döker…
Daha sonra bugünü şöyle hatırlar: ‘’Uykularımda beni yeşil vadilerde uçuran pembe rüyalarımın uçsuz bucaksız bahçelerine veda ediyordum. Kırılırcasına üstüme gelen o kapının adeta hayatımın ikbal kapılarını kapatacağını, bütün acıların açılan bu gedikten hayatıma dolacağını yaşayarak öğrenecektim…’’
İhsan Hanım henüz 13 yaşında, genç damat Mehmet Ali ise 24 yaşındadır. Gönülsüz geldiği İzmir’den İstanbul’a dönüş yolunun kapalı olduğunu bilen İhsan Raif Hanım, dişi kuş içgüdüsüyle yuvasını sahiplenir. Her kadın gibi o da evlenirken saadet senfonisi bestelemeyi hayal eder, ama sonuç değişmez.
Sonrasını İhsan Raif Hanım şöyle anlatır:
“Evliliğimizin üçüncü ayında gittiğimiz Doktor Levi , ‘Müjde, bebeğiniz geliyor.’ dediğinde hem sevindim, hem üzüldüm. Bir ağladım, bir güldüm. Ne olurdu Rabbim bu müjdeyi Taş Konak’ta, ailemin arasında alsam, bu sevinci orada yaşasam, anneme babama torun haberini ellerini öperek versem! Yetim gibi, öksüz gibi çaresizdim işte... Eşimden görmediğim sevgi ve destek ümitlerimi kırsa da hayata direnme gücümü artırıyordu diyebilirim. 1 Temmuz 1891 günü oğlum Ahmet Hikmet’i kucağıma aldım. On dört yaşında anne oldum. Mehmet Ali oğlumuzun doğumuna çok sevindi. Hayatımızın meyvesine bakışı, sevinci, onun cevherindeki iyiliği gösteriyordu aslında. Fakat iyice anladım ki, Mehmet Ali elinde olmadan içkinin, nefsinin esiriydi. Her ne olursa olsun içki düşkünlüğünün ve kayıtsız yaşayışının, işe gidiyorum deyip birkaç gün eve uğramayışının, hayatımızın tadını, yuvamızın saadetini yok ettiği bir hakikatti. İzdivacın asude cennetini harlı cehennem gayyasına çeviriyordu. Genç kalbimin heveslerini her zaman kırar, aşk beklentimi hüsrana boğar, sonra kendini sokağa atar, mutluluğu yuvasında aramaz, işkence ederdi. ‘Seni kevser suyuna götürür, bir yudum içirmem’ dediğini nasıl unuturum! Kadehlerde içip dağıtacağına bana bir yudum aşkını verse, dünyanın dönüşü, hayatın akışı değişirdi. Heyhat, saadet güneşim galiba hiç doğmayacak! ..”
Sadece bu kadar da değildi yaşadıkları İhsan Raif Hanım’ın. Anlatırdı paramparça olmuş iç dünyasını: ‘’Aşkıma set çeken bu da değildi sanırım. Gönül telimi titretecek nezaket ve nezaheti bulamadım ben. Ruhumdaki sevgi tomurcukları açmadan soldu belki. Benim pembe hayallerim olmadı hiç. Rüyalarım bile baharda esen samyelinin yakıp kavurduğu elma çiçekleri gibi kavruk…’’
Mehmet Ali’nin olumsuz alışkanlığı içkiyle, kumarla sınırlı değildi. Derken İhsan Raif Hanım, eşi Mehmet Ali’nin İstanbul’da da Aspasya adlı bir eşi bulunduğunu, bu eşinden de bir çocuğunun olduğunu, çocuğun babasız büyümemesi için kadının tekrar onu İstanbul’a çağırdığını ve kaldıkları yerden hayatlarına devam etmek istediğini öğrenir.
“Bir eşin varken, neden benim günahıma girdin? Neden onüç yaşındaki talebe çocuğun hayallerini yıktın? Korkmaz mısın mazlumun inkisarından” diye yakınır, ama yutkunur.
Evlilikleri devam eder. Cismen İzmir'de ruhen İstanbul'da ‘’evli bir dul’’ olarak bir hayat yaşar. Bir çocukları daha olur.
Sonra, “Babam belki de, Mehmet Ali’nin ilk eşiyle olan münasebetini kesmek için, bizi zaruri gurbete, İzmir’e göndermiştir” diyerek teselli bulur. Ama gerçeğin böyle olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemez.
Ve devam eder İhsan Hanım anlatmaya:
“Bir babanın evladının kötülüğünü isteyeceğine asla inanmadım. Yüreğimi alev gibi yakmaya başlayan Aspasya meselesini zihnimden uzaklaştırmaya çalışarak hayatıma tutunmaya, sanatın vicdanında huzur bulmaya çalışıyordum. O sonbahar günü, İzmir’in kavakları yaprağını dökerken, benim de ümitlerim onlarla beraber topraklara eleniyordu.”
İşte o zaman yazar İhsan Raif Hanım o gönül telimizi tir tir titreten şarkının güftesini. Bu şiir çaresiz bir genç kadının yakarışıdır, başına gelenlere sessiz isyanıdır, içten haykırışıdır:
Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime
Titrerim mücrim (suçlu) gibi baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet (karanlık perdesi) çekilmiş korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime...
(İhsan Raif Hanım bu kendi şiirini Suzinak makamında besteler. Daha sonra da bu şiir Kemânî Serkis Efendi tarafından da Nihâvend makamında bestelenir. İhsan Raif Hanım’ın erken vefatı ile kendi bestesi unutulmuş, Serkis Efendi’nin bildiğimiz bestesi yaygınlaşmıştır.)
O günlerde İstanbul’da kalan kız kardeşi Belkis’e yazdığı mektupta şu ifadeleri kullanır:
‘’Yaşadığı denizdeki kayadan koparılmış midye gibiyim. Sağır duvarlara hitap etmekten bıktım. Duvarlara attığım yumruklardan ellerim parçalandı. Her şeye rağmen, hayata tutunmak için çırpınan ümit kuşumun kanatlarını kırmamaya çalışarak yaşıyorum. Saadet ülkesine giden bir yolun olduğuna ve bir gün onu bulma inancımı kaybetmemek için çırpınıyorum. Bugün dört yılını dolduran gurbet hayatım, dört asır gibi geliyor bana. Zamanın geçtiğini çocuklarımdan anlıyorum.’’
‘’Gözyaşları’’ adlı kitabında yer alan ‘’Ağlarım’’ isimli şiiri İhsan Raif Hanım’ın o günlerindeki ağlayışlarının dile şahidi gibidir:
Neden gülmesin gül gibi yüzler;
Niçin ağlasın o güzel gözler,
Niye sevgiye sevimsiz sözler,
Söylenir diye şaşar ağlarım.
Yine kitaba ismini veren ‘’Gözyaşları’’ isimli şiiri o günlerde dökülen gözyaşlarını anlatır gibiydi:
Sarardı baharın payinda eylul;
Titredi emeller, umidler ma'lul;
Döküldü uzanmış zanbaga melul
Nergis-i ademin har gözyaşları.
‘’Hırçın’’ isimli şiiri de bu mutsuz evliliğinin dile gelmiş haliydi sanki:
Bir cananım var gayet hıyanet,
Yaramaz hırçın etmez inayet,
Kendi kendinden eder şikâyet,
Bekleyedursun gönül vefayı.
‘’Genç Günler’’ bu dönemimde aşkı nasıl yaşadığını anlatırdı:
Ey, genç kanı gibi kaynayan pınar!
Ey, altına yatıp kaldığım çınar!
Söyledikçe hala yüreğim oynar,
Gölgende okudum kitab-ı aşkı.
‘’Bu Sevdadan Geçersin’’ şiirini de muhtemeldir ki kocasına Aspava'sı için yazmıştı:
Niçin beni yan bakışla süzersin?
Sözlerime neden dudak bükersin?
Bugün sever, yarın belki üzersin
Gel üzülme, bu sevdadan geçersin.
Ancak 27 yaşında 3 çocuk annesi bir genç kadın olarak döner İzmir’den. Bir süre sonra çapkınlıklarıyla bezdiren hayırsız kocadan boşanmasına izin çıkar.
Mehmet Ali Bora’ya duyduğu aşk ve nefret hislerinin tümünü şiirlerine yansıtan İhsan Raif Hanım, ilk eşine olan hislerini şu mısralarla dile getirir:
“Sabreyle Ali, bir gün olup mat olacaksın;
Ölsen dahi sen lanet ile yad olacaksın.”
Bir başka yerde de şöyle isyan eder Mehmet Ali’ye:
‘’Bana çok karalar sürdün, çıldırdın iftiharından
Korkmaz mısın mazlumun inkisarından’’
İhsan Raif Hanım derin derin düşünür... Ona göre bu olayları başına getiren şey neydi? İhsan Raif’in hatıralarında “Arap Bacıların komplosu” olarak anacağı olayda, yani kendisi tamamen masumken ve konağa içeriden yardım almaksızın girmek mümkün değilken, yetişkin bir erkeğin konağın en mahrem odalarına kadar, elini kolunu sallaya sallaya girmesi nasıl mümkün olmuştu? Yardım edenlerin derdi neydi?
Yine İhsan Raif Hanım’dan dinleyelim:
“Kalfaların hasetliğinin temelinde kadim bir âdetin yol açtığı çekememezlik duygusunun yattığını hain sırdaşım Gülru Cariyenin anlattıklarından çıkardım: Mısır taşrasından olan Arap kalfalar İstanbul’a geldikten sonra İstanbul kadınlarının sünnet edilmediğini, o kâbusu yaşamadıklarını hayretle görmüşler; Mısır kadınlarının başına gelen bu gayri tabii halin onları diğer hemcinslerine karşı kıskandırdığını, ruh hallerini bozduğunu, ekseri evlenemeyip mesut olamamalarını buna bağladıklarını, evlenenlere karşı derin bir haset beslediklerini ima etmişti... Kalfalarımızın gülen yüzlerinin derinlerinde, meğer çocuk ruhlarına vurulan bir darbenin yarattığı menfi duygular ağının, belki kin ve acılar yumağının çöreklendiğini sonradan fark ettim. Onüç yaşındaki bir çocuğun istikbalini karartan tuzağa ancak böyle talihsiz ruhlar destek olabilir.”
19. yüzyılda bile 13 yaşında zorla evlendirilen bir sabiyyenin (küçük kız) ruhunda kopan fırtınalar, kıyametler işte böyle… Aldığı eğitim sayesinde İhsan Raif Hanım duygularını dışa vurabilmiş, duygularını şiire, edebiyata dökebilmiştir... Ya duygularını dışa vuramayanlar? Çocuk yaşta genç kızların o meşum, o çaresiz intiharlarının nedeni nedir sanıyorsunuz ki? Günümüzde de böylesi bir geleneğe, böylesine insanın içini karartan bir tuzağa İhsan Raif Hanım'ın söylediği gibi ancak Arap kalfalar gibi böylesine talihsiz ruhlar destek olabilir...
Yazar Mehmet Öklü son olarak kitabını şöyle bitirir:
‘’İhsan Raif Hanım, başını Aşiyan yamaçlarına dayamış kabrinden Boğaz’ın mavi sularını, yeşil korularını, asude göklerini dinliyor. Ziyaretçileri mezar taşındaki bin bir ismini andığı Rabb’ine yakaran mısralarını, 4 Nisan 1926 yazan ona vuslat tarihini heceliyor. Onun insani hüznüne, vicdani hüsnüne, deruni yasına bürünmüş derin sessizlik, kıyamete kadar bitmeyecek nöbetini sürdürüyor.
Raif Kızı İhsan Hanım! Hecenin, aşkın, hüznün, taze Türkçenin, vicdanın, ezanın ve şühedanın şairi! Kimseye şikâyet etmeden kendi halinde ağlayan, ‘Gözyaşları’nın bestekârı. Nişantaşı’nın, İzmir’in, Davos’un mahzun gelini!
‘Öz dilinin lisanı’na getirdiğin güzelliği, musikimize hediye ettiğin gönül telimizi titreten ölümsüz nağmeleri dinledik. Elmas taşları gibi saçılan gözyaşlarının boşa akmadığını gördük. Firari feryatlarının vicdanlardaki yankısını duyduk, milletine de duyurmak, göstermek istedik. Yaşadığın, sevdiğin semtin Nişantaşı’nda komşun Nigâr Hanım’a gösterilen vefa gibi, bir sokakta İhsan Raif Hanım adını görmek istediğimiz gibi. Hecenin Beş Şairi’ni anarken, onların ablası olarak en başta senin ismini görmek, seninle beraber altı hece şairinin adını saymak istediğimiz gibi. Hassas ruhun şad, harap gönlün abad olur ümidiyle…’’
İhsan Raif Hanım, daha çocukken Nişantaşı’nda Taş Konak’ta hocası Rıza Tevfik ile hocasının bir şiiri üzerinde çalışıyorlardı. Hocası Rıza Tevfik’in şiiri şöyleydi:
‘’Yürü be hey bî vefâ hercâî güzel
Gönlüm o sevdâdan vaz geldi geçti
Soldu açılmadan gonca-i emel
Sonbahar’a erdik yaz geldi geçti’’
İhsan Raif Hanım hocasına bu şiire Türkçeyi kullanmak adına şu düzeltmeyi yapmak istediğini söyler:
‘’Hocam, ‘bî vefa’ yerine ‘vefasız’ desek, şiirin havasına daha uygun olmaz mı? Çünkü bu iç sızlatan bir şiir hocam… Vefasız dersek ‘’sız’’ ekiyle mevcut sızıya bir sızlama daha eklenip gönül sızısı artmaz mı?’’
İhsan Raif Hanım bu sözleriyle sanki kendi hikâyesini anlatırdı. Çünkü bu hikâye iç sızlatan bir hikâyedir... Çünkü bu hikâye mevcut sızıya bir sızlama daha ekleyip gönül sızısını artıran bir hikâyedir… Çünkü bu hikâye bir gelenek adına hâlâ toplumun ruhunu inim inim inleten, toplumun vicdanını sızım sızım sızlatan bir hikâyedir...
Ey hecenin, aşkın, hüznün şairi! Hassas ruhun şad, harap gönlün abad olsun!
Osman AYDOĞAN
İhsan Raif Hanım’ın yazımda geçen şiirlerinin tam metni:
Söyletme
Söyletme beni derdim büyüktür
Ümidim, gönlüm çoktan sönüktür
Hayatım bana bir koca yüktür.
Gönül bağında baykuşlar öter.
Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;
Muhabbet baki kalacak sandım;
Beyhüde yere ateşe yandım;
Bu acı bana ölümden beter.
‘’Gözyaşları’’ adlı kitabında yer alan ‘’Ağlarım’’ isimli şiiri
Neden gülmesin gül gibi yüzler;
Niçin ağlasın o güzel gözler,
Niye sevgiye sevimsiz sözler,
Söylenir diye şaşar ağlarım.
Şu gördüğümüz rengârenk, çiçek,
Sevdalı bülbül, arı, kelebek,
Yekdiğerini bırakıp gidecek:
Vefasızlığa bakar ağlarım.
Solmasın dersin sümbülüm, gülüm;
Yâri elinden alacak ölüm;
Bütün dünyayı inletse ünüm;
Çaresizlikten coşar ağlarım.
Neş'e gizlenir çöker bir melal;
Her vücud, her şey mahkûm zülal;
Son nefese kadar tükenmez cidal,
Tükenmez derdim sayar ağlarım.
Aklım ermiyor of, ne haldir bu!
Yaşamak için dert, mihnet kaygu;
Bir zevke bedel bin acı duygu;
Duygusuz felek sorar ağlarım.
Zalimler ceza görmeli elbet.
Mazlumlar niçin çeksinler zahmet?
Hak çiğneniyor, nedir bu hikmet?
Haksızlıklara yanar ağlarım.
Yine kitaba ismini veren ‘’Gözyaşları’’ isimli şiiri
Firari bahardan, aşık hazandan,
Cu-yi dile ma'kes nay-i hicrandan,
Nagme-yi sevdadan, bu-yi figandan
Serpildi melalin elmas taşları.
Sarardı baharın payinda eylul;
Titredi emeller, umidler ma'lul;
Döküldü uzanmış zanbaga melul
Nergis-i ademin har gözyaşları.
Hırçın
Bir cananım var gayet hıyanet,
Yaramaz hırçın etmez inayet,
Kendi kendinden eder şikâyet,
Bekleyedursun gönül vefayı.
Sevmek isterim yanımdan kaçar,
Uzak durursam ateşler saçar,
Sitem sözlerle dilde derd acar,
Fakat arttırdı gönül sevdayı.
Eziyet etmek en büyük zevki;
Muazzeb görmek neş'esi, şevki;
Şeytanlıkta hiç bulunmaz fevki,
Meşke başladı gönül cefayı.
Sevdirebilmek hayli emektir,
Gücendim git, der, gel sev demektir;
Merakı uzup lütf eylemektir,
Onsuz bulamaz gönül sefayı.
Genç Günler
Ey, genç kanı gibi kaynayan pınar!
Ey, altına yatıp kaldığım çınar!
Söyledikçe hala yüreğim oynar,
Gölgende okudum kitab-ı aşkı.
Ey, kumrulu bahçem, sümbüllü bağım!
Ey, bülbüllü derem, mineli dağım!
Sizinle geçti en güzel çağım,
Orada dinledim rubab-ı aşkı.
Muhabbet bağında kendimden geçtim,
Ateşler içinde bir lale seçtim,
Yandı yüreğiyim, kanarak içtim;
Kızıl dudağından serab-ı aşkı.
Bu Sevdadan Geçersin
Niçin beni yan bakışla süzersin?
Sözlerime neden dudak bükersin?
Bugün sever, yarın belki üzersin
Gel üzülme, bu sevdadan geçersin.
Sevsen de hoş, sevmesen de sen beni,
Ben vahşiyim, hiç sevdirtmem kendimi;
Bu halimle incitirim ben seni;
İncinmeden bu sevdadan geçersin.
Bülbül gibi âşık olma her güle;
Vefasızdır, gül inanmaz, bülbüle;
Çünkü şakır lalelere, sümbüle;
Sümbül gibi aşkın solar geçersin.