Üyelik Girişi
Ana Menü

ARŞİV 2020 / 1

İnanç ve İktidar

30 Haziran 2020

Dün Bernard Lewis’i ve onun ‘’Tarih Notları’’ isimli kitabını anlatmıştım. Bugün de onun bir başka kitabından bahsetmek istiyorum: ‘’İnanç ve İktidar’’ (Akılçelen Kitaplar, 2017)… Kitabın alt ismi: ‘’Orta Doğu’da Din ve Siyaset’’ (Kitabın Orjinali:  “Faith and Power, Religion and Politics in the Middle East”, Oxford University Press, 2010)

Bernard Lewis bu kitabında; İslam ve Orta Doğu’nun güncel sorunlarını ele alarak ‘’inanç’’ ve ‘’iktidar’’ arasındaki ilişkiye odaklanır ve bu çerçevede İslam ve Orta Doğu’da demokrasinin olabilirliğini sorgular.

Lewis, kitabında gerek Hıristiyan Avrupa’da gerek Müslüman Osmanlı’da, iktidarın halka benimsetilmesinin ana yönteminin din ve mezhep olduğunu yani inanç olduğunu vurgular. İşin içine din, inanç girince, din adamlarının, ruhban sınıfının da iktidara ortak olduğunu söyler.

Klasik İslam’da din ile devletin tek ve bir olduğu düşüncesinden yola çıkan Lewis, İslam hukukunun Bay’a (*) (bağlılık sözü) ve İstişare (danışma) ilkelerini inceler ve demokrasinin Hristiyanlıktan ziyade İslam’a daha yakın olduğu sonucuna ulaşır.

Bu düşünceler doğrultusunda Lewis, günümüz İslam âleminde hüküm süren diktatörlüklerin ve otoriter eğilimlerin ithal edilmiş olduğunu öne sürer. Modernleşme süreci ile birlikte bu akımların daha da güçlendiğini örnekleriyle ortaya koyar… Orta Doğu’da demokrasinin gelişmesinin önündeki en büyük engelin bizzat Batı olduğunu ifade eder.  Bu düşüncesini savunurken Lewis, “İslam’ın temel metinlerinin hiçbir yerinde terörizm ve cinayet emredilmez. Hiçbir yerinde taraf olmayan üçüncü kişilerin gelişigüzel katledilmesinin sözü bile geçmez” diye ifade eder… 

Lewis kitabında ‘’Devletin insanlar üzerinde egemenlik kurma ve onları terörize etme gücünün modern metotlarla büyük ölçüde arttığını, otoriter yönetim felsefesinin ithal edilen otoriter ideolojilerle güçlendirilerek keskinleştirildiğini ve ithal edilen bu otoriter ideolojiler bir yandan liderlerin ve yöneticilerin yaptıklarına meşruiyet kazandırırken öte yandan halklarını ve taraftarlarını fanatize ettiği’’ görüşünü dile getirir…

Lewis, kitabında Nazi Almanya’sı ve Komünist Rusya gibi, Ortadoğu diktatörlerinin de zulümlerini haklı göstermek için savaşa ihtiyacı olduğunu savunur. Lewis’e göre bölgede barış, yalnızca bu diktatörlerin diktasının çöküşü veya yenilgisi ile ortaya çıkabilecektir.

Lewis, tespitlerinin devamında Orta Doğu’da demokrasinin mümkün olduğunu savunur… Lewis’e göre Orta Doğu’da demokrasinin gelişmesinde en önemli aktör kadınlar olacaktır. Kadınlar gerek Orta Doğu’nun gerek dünyanın geleceğinde önemli rol oynayacaktır. Ve bu düşüncesini şöyle tamamlar Lewis: “İslam topraklarında demokrasinin en büyük savunucuları da yine kadınlar olabilir. Başarısızlığıyla en çok kaybedecek grup oldukları kesindir…” 

Lewis, ilk defa 1950’li yıllarda Türkiye’ye yaptığı ziyarette Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası olan Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam ile moderniteyi nasıl birleştirdiğini görerek, Müslüman devletler için laikliğin uzun vadeli tek uygulanabilir bir seçenek olduğu görüşünü savunur. Ve bu görüşünü kitabının birçok yerinde tekrarlar...

Şimdi gelelim kitaptan birkaç alıntıya

 “Uluslararası İslam Konferansını oluşturan kırk altı bağımsız devlet arasında sadece biri, Türkiye Cumhuriyeti, Batılı anlamda demokrasi olarak tanımlanabilir, ancak burada bile özgürlüğe giden yola engeller döşenmektedir.” (s.61)

“Bir ülke resmi adında demokratik sözcüğünü kullanıyorsa bu bir tehlike işaretidir.” (s.148) Aslında burada Lewis eksik söylemiş. Bu söz Ortadoğu’daki partiler için de şöyle söylemesi gerekirdi: “Bir ülkedeki partilerin resmi adında ‘demokratik’ gibi güzel sözcükler kullanıyorsa bu bir tehlike işaretidir.”

Lewis, bu kitabında İslam ile Hıristiyanlık arasındaki karşıtlığı öne çıkararak Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki ilişkiyi; kin ve rekabetten oluşan bir “medeniyetler çatışması” olarak görür: “Ben Hıristiyanlık ile İslam arasındaki ilişki için çatışma sözcüğünü yeğliyorum.” (s.173)

Ayrıca yazar, bölgede yaşayan Müslümanları kast ederek, “Ya onlara özgürlük getireceğiz ya da onlar bizi yok edecekler.” (s.187) diyerek İslam dışı uygarlıklara da hayati bir uyarıda bulunur.

Bu kitap kısaca Ortadoğu’da “inancın” ne kadar önemli ve etkili olduğunu anlatır.

‘’İnanç ve İktidar’’: Orta Doğu’da din ve siyaset; inanç, radikal hareketler, terörizm, diktatörlükler ve demokrasi üzerine düşünen herkesin okuması gereken ve bakış açılarını değiştirmeyi vadeden bir kitap.

Aslında Lewis kitabında çağdaş demokrasilerle Ortadoğu demokrasisinin farkını, Ortadoğu’daki ‘’inanç’’, ‘’iktidar’’ ve ‘’para’’ arasındaki ilişkiyi kitapta yazdığı bir cümle ile açıklamış:

“Modern Amerika ile klasik Ortadoğulu siyasal sistemleri karşılaştırırsak, aradaki fark şöyle ifade edilebilir: Amerika’da iktidar parayla satın alınır. Ortadoğu’da iktidar para kazanmak için kullanılır.” (s. 75) 

Dolayısıyla Lewis kitabının adını ''İnanç, Para ve İktidar'' olarak koysaydı bu ad kitabın içeriğine daha uygun olurdu... Çünkü Ortadağu'da kadim gerçek bu: İnanç, para ve iktidar! Ortadoğu'da bütün kavgalar bu üçlü için yapılıyor...

Sahi, Türkiye ne yana düşer usta?.. (**)

Osman AYDOĞAN

(*) Lewis’in kitabında geçen ‘’Bay’’ sözcüğü; Arapça aslı ‘’bey'at’’ olan ve Türkçe'de ‘’biat’’ şeklinde kullanılan kelimedir.  ‘’Bey'at’’ sözcüğü Arapçada "satmak, satın almak" mânasındaki ‘’bey’' masdarına bağlı olarak "yöneticilik tevdi etmek, birinin yöneticiliğini benimsemek" anlamında kullanılır.  Sosyopolitik bir akid olarak ise devlet başkanını seçme, belirleme ve İslâm hukuku çerçevesinde ona bağlılık gösterme anlamına gelir.

(**) ''Türkiye ne yana düşer usta?'' sorusu 30 Kasım 2018 tarihinde kaybettiğimiz gazeteci, şair ve yazar Refik Durbaş’ın ''Çırak Aranıyor'' isimli bir şiirinden uyarlanmıştır.

Çırak Aranıyor

Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?

Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?

Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?

Refik Durbaş




Bernard Lewis ve ''Tarih Notları''

29 Haziran 2020

Bernard Lewis

Bernard Lewis, İngiliz asıllı ABD'li tarihçisiydi. 1916 yılında Londra doğdu ve 19 Mayıs 2018 tarihinde ABD’de vefat etti. Kendisi en büyük İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi uzmanıydı. Artık günümüzde böylesine değerli ve objektif tarihçiler kalmadı.

Bernard Lewis lisans eğitimini Londra Üniversitesi'nde, yüksek lisansını Ortadoğu Tarihi ağırlıklı Tarih konusunda, doktorasını da İslam Tarihi konusunda yapar. Paris Üniversitesi'ndeki araştırmaları sırasında Türkçe öğrenir.1998 yılında Atatürk Barış Ödülü'nü alır. Araştırma alanları Ortaçağ İslam Dünyası, günümüz Ortadoğu’su ve Osmanlı Devleti'dir.

Bernard Lewis, 1993 yılında Le Monde gazetesine verdiği bir demeçte; 1915 yılında Ermenilerin Osmanlılar tarafından öldürülmesinin bir "soykırım" olmadığını, "savaşın bir yan ürünü" olduğunu, aynı vatan için iki halk arasında süren kavganın soykırım ile bittiğinin kuşkulu olduğunu, Osmanlının Ermenileri yok etmek için bir planı olmadığını, Osmanlı belgelerinin Ermenileri kovmak / zorunlu yer değiştirmek (expulsion) niyetini ispatladığını ancak kökten yok etmek (extermination) niyetini ispatlamadığını söyler.  

Prof. Lewis, sadece bu demecinde değil bütün akademik yayınlarında Ermeni iddiaları karşısında Türkiye’nin tarafını tutar. Bundan dolayı da Ermeni lobisinin 1993’te Fransa’da aleyhine açtığı davada sembolik meblâğda da olsa tazminata mahkûm edilir.  

02 Nisan 2011 tarihinde The Wall Street Journal dergisine verdiği bir röportajda şunları söyler: "Türkiye’de hareket giderek daha hızlı biçimde yeniden İslamlaşmaya doğru. Hükümet gayet akıllıca kurumları birbiri peşinden teslim alıyor. Ekonomi, iş dünyası, akademik camia, medya. Şimdi de geçmişte Cumhuriyetçi rejimin kalelerinden biri olan yargıyı devralıyorlar. 10 yıl içinde Türkiye ile İran yer değiştirebilir."

Yakın bir zamanda (2007 veya 2008) bir üniversite de konuşmasında; İslam’ın demokrasiyle bağdaşmadığı yolundaki bir soruya şu cevabı verir;

“Geleneksel İslami devlet anlayışı ağırlıklı olarak şuraya dayalıydı. Bu hem Kuran’da hem de Peygamber’in hayatında var. Ve bu büyük ölçüde işledi... Ortadoğu’daki esas trajedi on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllardaki reformlardır. Mısır’ da, İran’ da bu reformlar batılı emperyalistler tarafından değil Ortadoğulu yöneticiler tarafından hem de iyi niyetlerle modernleştirme maksadıyla gerçekleştirildi. Ancak modernleştireyim derken, eski meşveret sistemini yok ettiler ve daha önce hiç olmamış bir şeyi getirdiler: acımasız bir mutlak diktatörlük. Modernleşmenin mirası budur.”

Bernard Lewis’in Türkçede yayımlanmış belli başlı eserleri şunlardır: ‘’Modern Türkiye'nin Doğuşu’’ (1988), ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (1993), ‘’Ortadoğu: Hıristiyanlığın Doğuşundan Günümüze 2000 Yıllık Tarihi’’ (1996), ‘’İslam Dünyasında Yahudiler’’ (1996), ‘’Müslümanların Avrupa'yı Keşfi’’ (1997), ‘’Çatışan Kültürler - Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler’’ (1999), ‘’Ortadoğu'nun Çoklu Kimliği’’ (2000), ‘’Tarihte Araplar’’ (2000), ‘’Alamut Kalesi ve Hasan El Sabbah’’ (2012).

Tarih Notları

İşte tanıtmaya çalıştığım Ortadoğu ve İslam tarihi uzmanı Bernard Lewis’in onlarca kitabının yanında güzel bir kitabı daha var. Lewis’in orijinal ismi “Notes on a Century”, yani “Bir Asrın Notları” olan hatıraları Türkçe “Tarih Notları” (Arkadaş Yayıncılık, 2014) adı ile yayınlanır. Kitapta tanık olduğu olaylara kadar kendi hayatını da anlatır Bernard Lewis.

Henüz üniversitenin ilk yıllarını okumakta olan Lewis, bu dönemde İngilizce, Fransızca, Latince, İtalyanca, İbranice, Yunanca ve Yidişçe olmak üzere yedi dilde belli bir aşamaya gelir, Aramice ve klasik İbranice’ye aşinalık kazanır ve Arapça dersleri almaya başlar. Eğitimine devam ederek Yunanca bilgisini de geliştirir. Bitirme tezi olarak “Doğu Sorunu”nu seçer. 

Londra Üniversitesi’nin döneminin en büyük hocası olarak bilinen R. W. Seton-Watson tarafından verilen bir özel alan dersine katılması istenir. Kendisinden orijinal belgeleri yani Britanya, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus belgelerini incelemesi istenir. Gençliğin verdiği masumiyet ile sorar: “Peki ya Türk belgeleri?” Kendisine onların önemi olmadığı, hem olsa bile ortada hiç Türk belgesi bulunmadığı söylenir. Lewis için “Doğu Sorunu” üzerine araştırma yapan bir araştırmacının Türk belgelerini görmezden gelmesi kabul edilebilir bir şey değildir. “Doğu Sorunu” üzerine okuduğu bütün kitaplarda Türkiye sahne arkasındadır ve tüm aktörler Avrupalılardır: “Böylece en azından kimi belgeleri okuyabilecek kadar Türkçe öğrendim.” der. (s.32). İşte bu nedenle, Türk kaynaklarını kullandığı için Lewis’in tarih bilgisi ve yorumu rasyoneldir. Zaten şu söz de Lewis'e aittir: "..tarihçinin kendisine ve okurlarına borçlu olduğu bir şey vardır, o da yetenekleri elverdiğince nesnel olmaya, en azından adil olmaya çalışmak.."

1936-1937 akademik yılını çeşitli akademik kurumlarda dersler takip ederek Paris’te geçirir. Bu arada en sevdiği hocalardan biri Adnan (Adıvar) Bey’dir. Kitabında Adnan Bey için; “Çok hoş bir insan ve muazzam bir hocaydı ve ikimiz gayet iyi anlaşmıştık” der. (s.39).

1939 baharında Naziler Çekoslovakya’nın geri kalanını işgal ederek savaşın kaçınılmaz olduğunu gösterirler. Bernard Lewis bu dönemde İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na görevlendirilir. Şaşırtıcı bir şekilde bakanlıkta Türkiye uzmanı yerine konulduğunu görür. Bir gün yanına verildiği memur Türk Büyükelçisi ile randevusu olduğunu, onunla gelmek isteyip istemediğini sorar. Dönemin Türk Büyükelçisi Tevfik Rüştü Aras’tır. Konuşmaları sırasında Büyükelçi iki önemli tespitte bulunur: “Biz Türkler, güçlü bir tarih algısına sahibiz. Polonya’nın parçalanmasının Türkiye’ye yönelik bir tehdit olduğunu biliyoruz.” (s.57)

1939’da Polonya gibi sınırdaş olmadığımız, hatta uzak bir coğrafyada yer alan bir ülkenin parçalanmasının Türkiye için bir tehdit oluşturduğunun farkına varan bir yönetim anlayışından, komşularımızın parçalanmasının ülkemiz için nasıl bir tehdit oluşturduğunu göz ardı eden hatta bu parçalanmaya eşbaşkanlık yapan bir yönetim anlayışına nasıl geldiğimiz sanırım derin bir araştırma konusu olmalıdır!

Büyükelçinin devamında yaptığı açıklamada daha da ilginçtir: “Yerine getirilmesi için başkalarının yardımına bağımlı olacağımız yükümlülüklerin altına girmek bizim politikamız değildir.” (s.57) Bu ise bazı Tarih bilmezlerin dudak büktükleri genç Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının ana düsturudur…

Bernard Lewis’in İslam dünyası için önemli bir tespiti vardır: “Kadınların baskı altında tutulmasının İslam toplumuna çok büyük zararlar verdiğine inanıyorum. Sadece nüfusun yarısının yetenek ve hizmetlerinden kendisini mahrum bıraktığı için değil, aynı zamanda diğer yarının büyük bir kısmını da eğitimsiz ve ezilmiş annelerin ellerine teslim ettiği için. Her şeyden önce kadınlar nüfusun yarısını oluştururlar ve pek çok açıdan herhangi bir dini, etnik ya da iktisadi olarak tanımlanmış gruptan çok daha önemlidirler. Atatürk’ün bir dizi konuşmasında sürekli tekrar eden tema da buydu: 'Şu an en acil görevimiz modernleşmek, modern dünyayı yakalamaktır. Eğer nüfusun yalnızca yarısını modernleştirirsek modern dünyayı yakalamada başarılı olamayız.' ” (s.292-293)

Bernard Lewis kitabında Turgut Özal’a da yer verir: "... konu kaçınılmaz olarak Irak'taki krize gelmişti (kendisi o zaman George W. Bush'un danışmanıdır). Turgut Özal 'Birkaç ay önceki Washington ziyaretimi hatırlıyor musun?' dedi. Birlikte öğlen yemeği yediğimiz için hatırlıyordum. 'Başkanınız ile konuştum. İkircikli bir karaktere sahip; ama sanıyorum bu sefer kararını vermiş. Bir savaş çıkacak,' dedi ve ekledi, 'çıktığında da hızlı, ucuz ve kolay olacak.' Bu şaşırtıcıydı. 'Sizi böyle düşündüren nedir?' diye sordum. Bunun üzerine gizemli bir Türk gülümsemesiyle, 'Komşularımızda neler olup bittiğini bilmek isteriz.' dedi. Diğer bir deyişle, iyi bir istihbaratları vardı. 'Sana bir örnek vereyim.' diye devam etti. 'Hafta geçmiyor ki subaylar da dâhil olmak üzere pek çok Irak askeri, sınırımızı geçip sığınma talebinde bulunmasın. Savaş başlamadan önce subayların kaçtığı bir ordunun durumu iyi değildir.' Katılmak durumundaydım. Sonra, 'Savaş çıkarsa bizim yanımızda yer alır mısınız?' diye sordum. 'Tabii ki' dedi. ‘Kavga bittiğinde ve konuşmalar başladığında, galip tarafın masasında olmak isteriz ve orada misafir listesinde olmak isteriz, menüde değil.’ ” (s.369)

Yani hakkın, Hakk’ın, doğrunun ve adaletin yanında değil de ilkesizce, çıkar uğruna emperyalizmin yanında, kazananın yanında, güçlünün yanında yer almak!… Bu ifadede emperyalizmle savaşarak bağımsızlığını kazanan Türkiye Cumhuriyeti’nin nereden nereye savrulduğunu görüyoruz… Atatürk’ün dış politikasından saparak Kore Savaşı ile başlayan emperyalizmle yapılan bu işbirliği, Tunus, Fas ve Cezayir’in bağımsızlık mücadelelerinde yine emperyalizmin yanında yer alarak devam etmiş ve günümüzde bu işbirliği Irak, Suriye ve Libya’da emperyalizmin eşbaşkanlığını yapacak seviyeye kadar yükseltilmiştir.

Kitaptan bir başka bölümde ise bir fıkra yer alır. Fıkra Mısır’ın bir zamanlar güçlü adamı olan Abdülnasır’la ilgili olarak anlatılır:

Başkan Nasır kendisi hakkındaki karikatürlere ve fıkralara çok sinirlenirmiş. Bu fıkraları belli bir kişinin uydurup yaydığını öğrenince öfkesi bir kat daha artmış. Polis şefini çağırtmış... Fıkraları icat eden kişinin acele bulunmasını istemiş.

Bir hafta sonra polis şefi tutukladığı adamla birlikte Başkanlık Sarayı’na gelmiş. ''Sayın Başkan, demiş, sizinle ilgili fıkraları uyduran kişi işte bu...'' Nasır adamı baştan aşağı bir süzmüş: ''Sen, demiş gerçekten benimle ilgili fıkraları uyduran kişi misin?'' ''Evet, demiş adam...'' Nasır bunun üzerine peş peşe kendisiyle ilgili fıkraları anlatmaya başlamış... Her birinin sonunda adama: ''Bu fıkrayı da sen mi uydurdun?'' diye soruyormuş... Her defasında da aynı yanıtı alıyormuş: ''Evet efendim ben uydurdum...'' Nasır sonunda: ''Sen de benim gibi Mısırlısın, ülkeni de benim kadar sevdiğini tahmin ediyorum, neden bunu yapıyorsun, Mısır’ı büyük, özgür ve saygın bir ülke haline getirdiğimi biliyorsun...'' deyince adam şöyle bir yutkunmuş: ''Bakın efendim, işte bu fıkrayı ben uydurmadım'' demiş...

Biliyorsunuz, bu fıkra her daim günceldir!…

Bernard Lewis, hatıralarının sonunda şunları yazar: “Yaşamımı sevdim. Tatmin edici bir kariyerim oldu. Yirmi dokuz dile çevrilen otuz iki kitap, hiç de fena değil. Mekânlar ve kültürler keşfettim ve on beş dille oynayabildim. Beni sevmeyenler ya da tüm kalbimle anlaşamadıklarım bile, genellikle ilginç ve hattâ zaman zaman ufuk açıcılardı…” 

Ah ‘’Tarih Baba’’ ah… Sen neler söylersin sen… Ama anlayan, dinleyen kim!

Osman AYDOĞAN




Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü

28 Haziran 2020

Dün Sultan II. Abdülhamit’i dört ayrı kitaptan alıntılarla anlatmıştım… Bugün de Sultan Abdülaziz’in Avrupa gezisini anlatan bir kitaptan alıntılar yapmak istiyorum…

Bahsettiğim kitap Cemal Kutay’ın ‘’47 Gün. Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü’’ (ABM Yayınevi / Tarih Dizisi, 2012) isimli anı kitabıdır…  

Osmanlı Padişahı Sultan Abülaziz (*) 600 küsur yıl süren Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa'ya giden ilk ve tek Osmanlı sultanıdır. Sultan Abülaziz bu resmi geziye katılmakta kararsızdır. Zamanın sadrazamı ve hariciye nazırı olan Âli ve Fuat paşalar, Padişahı bu geziye katılmayı ikna ederler…

Seyahatin görünürdeki sebebi Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon’un Sultan Abdülaziz’i Milletlerarası Paris Sergisine davet etmesidir. Ancak Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki topraklarında meydana gelen milliyetçi ve ayrılıkçı hareketler, Girit’teki karışıklıklar ve bunların Avrupalı devletler tarafından desteklenmesi, Rusya ile son dönemdeki ilişkiler seyahatin asıl sebebi olur, Sultan’a duyulan ilgiyi, seyahat süresini ve ülke sayısını artırır… Böylece Paris'te başlayan bu gezi gelen davetler üzerine Almanya, Belçika, Avusturya ve İngiltere'ye kadar devam eder… 

Sultan Abdülaziz’e, bu Avrupa seyahati boyunca 56 kişilik bir ekip eşlik eder… Bu 56 kişi arasında Sultan’ın veliaht yeğeni Şehzade Murat Efendi ve ileride Osmanlı tahtına geçerek olan Sultan Abdülaziz’in yeğeni Şehzade Abdülhamid Efendi de vardır. Ayrıca İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Ömer Faiz Efendi de bu ekipte yer almaktadır. Sadrazam Ali Paşa geziye çıkmadan önce İstanbul Şehremini Ömer Faiz efendiye gezi esnasında günlük tutması talimatını verir…

Sultan Abdülaziz’in 1867 yılındaki bu gezisi 47 gün sürer. Kitabın adı da buradan gelir. Gezi boyunca İstanbul Şehremini Ömer Faiz Efendi Sultan Abdülaziz'in yanında bulunur ve günlükleri tutar. İşte bu kitap da bu günlüklerden oluşur…

Sultan Abdülaziz’in bu gezisi hakkında yazılan eser sadece bu kitap değildir. Padişahın dönüşü şerefine Osmanlıda hiçbir tarihi değeri olmayan bolca edebi metinler, kaside ve şarkılar yazılır… Sadece Ömer Faiz Efendi'nin bu notları tarihe ışık tutar...

Ayrıca bu kitapta Yeni Osmanlıların öncüleri Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Agâh Efendi ve Suavi beylerin imparatorlukla olan ilişkileri de anlatılır.

Şimdi gelelim kitapta geçen günlüklere...

Paris

Ekip Paris’e vardıklarında Ömer Faiz Efendi de protokol gereği Paris Belediye Başkanı ile görüşür. Paris'te o esnada büyük bir imar vardır… Paris Belediye Başkanı Paris için yaptıklarını ve bu imar için harcadıkları parayı anlatır... Sonunda Paris Belediye Başkanı Ömer Faiz Efendi’ye sorar:  “İstanbul belediyesinin bütçesi ne kadardır?” Osmanlıda henüz bütçe kavramı olmadığı için Ömer Faiz Efendi tahmini bir rakam söyler…  Paris Belediye Başkanı ‘’Bu parayla hiçbir şey yapılmaz ki!” deyince Ömer Faiz Efendi de cevap verir: “Zaten biz de hiçbir şey yapmıyoruz ki!”

Zaten o günden beridir de bir şey yapılmamıştır…

Viyana

Ekip Viyana’ya geldiklerinde Ömer Faiz Efendi günlüğüne şunları yazar:

‘’Viyana Avrupa'nın sanat hayatında ne büyük merkez olduğunu o gece Ander Wiev Tiyatrosu'nda anladık. Çıktığımız zaman adeta bir rüya âlemi içindeydik. Yanımdaki Halimi Efendi biraderime: ‘Azizim, bizler bin bir gece masallarını kitaplarda okuruz, bunlar kitaptan almışlar, sahneye koymuşlar. Bizimkisi hayal, onlarınki hayat…’

…Sokaklarda halk bize tecessüsten çok sevgiyle bakıyordu. Halil Paşa, Almancasıyla laf yetiştiriyordu. Bir genç hanım niçin çoğumuzun sakallı olduğunu sordu. Cevap olarak meşhur laftır 'sözümüzün dinlenmesi için' dedim. O zaman masmavi, güzel gözlerini hayretle açarak, hanım kız ikinci bir sual sordu: ‘Peki hepiniz sakallı olduğuna göre kim kimin sözünü dinleyecek!’ ‘’

Doğru ya, herkes sakallı olunca kim kimin sözünü dinleyecekti ki?

Londra

Ekip İngiltere’ye vardıklarında İngiltere’de tahtta Kraliçe Viktorya vardır. Ekipte yer alan Veliaht Şehzade Murat Efendi, Fransızca bilişi, yakışıklılığı ve dans edişiyle İngiliz sarayında pek beğenilir. Düşünsenize ''dans eden bir Osmanlı şehzadesi''!

Kitapta Veliaht Şehzade Murat Efendi’nin İngiltere macerası şöyle yer alır:

“Fakat, Veliaht Murad Efendi asıl büyük alakayı İngiltere’de görmüştü. O kadar ki, o tarihte yaşlı ve Balmoral Şatosu’ndan çıkmayan Kraliçe Viktorya Vindsor Şatosu’nda Al-i Osman Padişahını ve maiyetindekileri kabul ettiği zaman, Veliahd Murad Efendi derhal dikkatini çekmişti. Paris’teki on bir gün, Osmanlı şehzadesine özel güveni kazandırmıştı. Muhteşem salonların asıl sahibi hüviyetinde idi. Konuştuğu Fransızcanın mükemmeliyeti, aksanının kusursuz oluşu, her mevzu üzerinde isabetli fikirleri, umumi bilgisinin genişliği, bilhassa bir Osmanlı şehzadesinde tahmin edilenin çok üstünde oluşu ile dikkati çekiyordu. Bilhassa, zarif ve maharetli dansları ile bu alaka hayranlık halini almıştı.

Londra’ya gelişlerinin dördüncü günü, sefirimiz Müzürüs Paşa, Fuat Paşa’nın kulağına, şişman bedeninden beklenmeyen heyecanlı çocuk sesiyle fısıldamıştı: ‘Aman Paşa Hazretleri... Çok mühim bir haberim var. Lord Stanley fikrimi almak istedi. Ne cevap vereceğimi şaşırdım. Kraliçe Hazretleri Veliahd Murad Efendi Hazretlerini o kadar beğenmişler ki, eğer Osmanlı Sarayı ister ve muvafakat ederse, torunları arasından intihab (seçilip) ve tercih edilecek bir Prensesi Veliahd Hazretlerine zevce olarak vermeyi arzu etmektedirler...’

Tecrübeli ve sakin Fuat Paşa, hayretle yerinden fırlamıştı: Bir anda, iki ayrı ve tezadlı netice gözlerinin önünde belirdi, hasta kalbi sıkışır gibi oldu: Birincisi, Padişahın bu haber karşısındaki tepkisi idi. Maazallah bir de asabileşirse ne olurdu?’’

Sultan Abdülaziz’e iletilen bu talep, Sultan tarafından nezaket sınırları dâhilinde geri çevrilir... Cemal Kutay öyküyü İngiliz sarayının da buna razı olmadığı ile bağlar: “Sonradan anlaşılmıştı ki, kraliçenin arzusu, İngiliz sarayında ve hükümetinde bazı karşı koymalar görmüştü. Fakat Kraliçenin ve Prens dö Gal’m’in kararı kâfi idi. Osmanlı Padişahı ‘evet’ dese idi, çeşitli neticeleri olabilecek bu birleşme, tarihte belki dikkat değer sahifeler açacaktı...”

Düşünsenize, bu izdivaç gerçekleşseydi tarih acaba nasıl şekillenirdi?

Neyse gelelim biz kitabımıza...

Kitabın önsözü

Kitabın önsözünde Cemal Kutay, Osmanlı’nın o zamanki sosyal hayatının fotoğrafını yansıtır:

“Matbaayı iki yüz yetmiş yıl sonra benimsemiştik. Buharı devlet kabul etmiş, halk ürkmüştü. Üzerine bastığımız medeniyet anlayışı devrini tamamlamıştı. Sultan İkinci Mahmud’un 1830 yılında, Moskofların nasıl güçlenerek Osmanlı devletini gerilettiğini anlamak için Rusya’ya gönderdiği eniştesi Damad Amiral Halil Paşa şöyle diyordu: ‘Şevketmeap... Bizde şehirlerde kadın kafes arkasındadır, erkek meydandadır. Köylerde ise kadın tarladadır, erkek kahvelerdedir. Yani bizim nüfusumuz milli hayatta daima yarımdır, tam değildir. Avrupa’da ise kadın da, erkek de, umumi yaşama içinde kıymettirler ve her ikisi birleşerek milleti teşkil ediyorlar. Bizler önce bu ayrı iki yarımdan bir tam çıkarmaya mecburuz.’ Sultan Aziz, 1867 Paris Milletlerarası Sergisi’nin şeref misafiri olarak, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile Batı’yı ziyaret ederken, ülkesindeki manzara, Amiral Halil Paşa’nın 1867’den 37 yıl önce çizdiğinin aynı idi.”

Sultan Aziz'in, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile 1867 yılında Batı’yı ziyaretinden 152 yıl sonra da ülkedeki kadın manzarası ne yazık ki o günlerle hemen hemen aynıdır...  

Kitabın 113. sayfasında da ilginç bir konuşma geçer:

Gezi sona ermiştir…

Dönüşte Sadrazam ve paşaların da yer aldığı bir toplantıda ‘’Avrupa seferi’’ ve “Batı’nın nesini alalım...” konusu tartışılırken Ömer Faiz Efendi söze girer: ‘’Paşa hazretleri bu memleketlerden her şeyi alalım, hatta Müslümanlığı bile alalım.’’

Sadrazam dâhil herkesi şaşırtan sözlerine Ömer Faiz Efendi şöyle açıklık getirir:

‘’Evet Paşa hazretleri, evet efendimiz. Müslümanlığı da bu memleketlerden alalım, çünkü onlar ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavat ve liyakatleri ile Müslümanlığın asıl emirlerini Hıristiyan oldukları halde tatbik ediyorlar, yani bilmeden hidayete mazhar olmuşlar... Cehaleti bırakıp ilmi, iptidailiği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçareliğini bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkeni bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın erkeğimizle birlikte hem dinin hem devletimizin bekasını ve izzü şan ile devamını temin ederiz.”

Hasta adam neden hasta?

Kitabı okudukça, Osmanlı’nın neden “hasta adam” haline geldiğini anlamamız ve nereye doğru gittiğimizi görmemiz daha da kolaylaşıyor...

Geziden sonra Bahriye Mektebi, Darü'lfünun-u Osmani, Darüşşafaka ve Kız Rüştiyesi açılır… Yeni Kara Ordusu kurulur… Ama esas sorun olan ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavat (eşitlik) ve liyakat gözden kaçırılır… Ve bunlar olmayınca da Osmanlı batmaktan kurtulamaz…

Ne yazık ki Sultan Abdülaziz'in, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile 1867 yılında Batı’yı ziyaretinden 153 yıl sonra da ülkede olmayanlar yine aynıdır: İlim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavat ve liyakat...

Ah tarih ahhh... Sen ne çok şeyler söylersin de… Anlayan kim?

Osman AYDOĞAN

(*) Sultan Abdülaziz, Sultan II. Mahmut’un oğlu, Sultan Abdülmecid'in kardeşidir. Sultan Abdülmecid'in ölümü üzerine, Sultan Abdülaziz 31 yaşında iken, 25 Haziran 1861 tarihinde tahta geçer. Sultan Abdülaziz, 30 Mayıs 1876 tarihinde bir saray darbesi sonucu tahttan indirilir… Sultan Abdülaziz, gözaltında bulundurulduğu Feriye Sarayı'nda 4 Haziran 1876 tarihinde bilekleri kesilmiş olarak ölü bulunur. Resmî tarih intihar ettiği yazar. Ancak Sultan Abdülaziz’in ölümü şüphelidir ve öldürüldüğüne dair iddialar vardır. Sultan Abdülaziz; 1861 – 1876 yılları arasında 15 yıl padişah olarak görev yapar…

Sultan Abdülaziz öldükten onun yerine II. Abdülhamit'in ağabeyi olan Sultan V. Murat tahta geçer. Ancak Sultan V. Murat 93 gün tahtta kaldıktan sonra akli dengesinin bozulduğu gerekçe gösterilerek 31 Ağustos 1876'da padişahlık makamından indirilir… Ondan sonra da II. Abdülhamit tahta geçer… Sultan II. Abdülhamid de 1876 – 1909 yılları arasında 33 yıl padişahlık tahtta kalır…

İlginç olan Sultan Abdülaziz’in, ondan sonra tahta geçecek olan Veliaht V. Murat’ın ve ondan sonra tahta geçecek olan II. Abdülhamit’in bu gezide beraber bulunmuş olmalarıdır…




Sultan II. Abdülhamit

27 Haziran 2020

Sultan II. Abdülhamit 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı Devleti’nin başında bulunmuş, bir nevi ‘’başkanlık sistemi’’ uygulayarak devlet idaresini bizzat yürütmüş ve söz konusu döneme damgasını vurmuş bir padişahtı…

Ayrıca Sultan II. Abdülhamit’in 1876 – 1908 yılları arasındaki hükümdarlık süresinin 33 yıl gibi uzun sürmesi, günümüzde varlığını devam ettiren birçok kurumun temellerinin o dönemde atılmış olması, o yıllarda yaşanan hadiselerin Türkiye’nin bugününe tesir etmesi II. Abdülhamit dönemin bir hayli tartışılır olmasına sebep teşkil etmiştir.

Bu nedenlerle Sultan II. Abdülhamit’in tartışması günümüzde de hala devam etmektedir. Son olarak Şubat 2020 ayı içerisinde İstanbul Sanat ve Antika Fuarı’nda, Sultan II. Abdülhamit dönemine ait olduğu söylenen bir taht, yurt dışına çıkarılmaması şartıyla 100 bin TL’ye satılması üzerine yine taht üzerinden II. Abdülhamit hakkında tartışmalar yapılmıştı.

En son olarak da 26 Haziran 2020 Cuma günü TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın ‘’18 Dakika’’ programında II. Abdülhamit hakkında söylediği sözler II. Abdülhamit hakkında yeni bir tartışma başlattı.

Şimdi II. Abdülhamit hakkındaki bu tartışmaya ben de katılmasam, II. Abdülhamit hakkındaki düşüncelerimi aktarmasam olmazdı.

Bildiğiniz gibi ben hep kitaplara atıf yaparım… Kitapları konuştururum. Sultan II. Abdülhamit hakkında yazılmış çok kitap var ama ben bu kitaplar arasından dört kitaptan alıntılar yapacağım. Ancak bu kitaplardaki alıntıyı vermeden önce de kendi düşüncemi aktarmak istiyorum:

Düşünce eksikliğimiz, önyargılarımız, duygularımız…

Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.

Sağıyla, soluyla zihnimiz önyargılar, semboller, kült ve idoller tarafından işgal edilmiştir. Abdülhamit; ya “Kızıl Sultan”dır ya da “Ulu Hakan”dır. Abdülhamit; ya “korkak, vesveseli, zavallı’’dır, ‘’millete kan kusturmuş’’tur ya da “sade, müşfik, münzevi, dikkatli, hafızası güçlü, nazik ve kibar, cesur, sabırlı, hayvansever, tabiatsever ve  mizahsever.”dir… (Tırnak içinde olması Abdülhamit’i anlatan kitaplardan alıntı olduğu içindir.)

Yine Abdülhamit’i anlatan bir kitaptan yine bir alıntı: “Mevzilerde bir kurşun, siperlerde bir çığlık, secdede bir dua olan, cennetmekân ulu hakan Sultan II. Abdülhamit Han.” Bu satırlardaki bir “bilgi” değil, kendisinden hiç kurtulamadığımız bir “hamaset”tir. Bir nehir; membağı, uzunluğu, genişliği ve debisi ile bir akarsudur. Bu bir “bilgi”dir. Bu nehir  karşısında “duygulanmak” da İnsan olmamızın gereğidir. Biri bilim alanı, öbürü duygu ve değerler alanına giren bir kavramdır. Fakat toplum olarak bu kavramları bizler hep birbiri ile karıştırırız. ‘’Bilgi’’ye ihtiyacımız olduğu yerde ‘’duygu’’muzu kullanırız. Tıpkı Abdülhamit’de olduğu gibi, tıpkı her konuda olduğu gibi…

Sultan II. Abdülhamit hakkında

Türk dostu Amerikalı tarihçi Stanford Shaw, Abdülhamit dönemini “Tanzimat’ın zirvesi” olarak anlatır. Hâlbuki İslamcılara göre Tanzimat neredeyse bir “ihanet”tir! Abdülhamit 1876’da Mebusan Meclisi’ni açış nutkunda imparatorluğun nasıl geri kaldığını, güçsüz düştüğünü anlatarak sanki bir Tanzimatçı imiş gibi aynen şu vurguyu yapar: “Bugünkü Avrupa medeniyetinin en evvel ülkemize ithal edilmesi...” Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmak istediği neydi? Ama İslamcılar Atatürk’ü sevmezler, ancak Abdülhamit’i de göklere çıkarırlar.

Hukuk sahasında kadın­ erkek eşitliği yönündeki adımlar da Abdülhamit zamanında atılır. İngiliz - ­Rus yakınlaşması karşısında Almanya ile çok sıkı ilişkiler kurar, genç subayların Alman eğitimiyle yetiştirilmesini sağlar. 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda modernleşme sürecini, siyasi, toplumsal ve kültürel değişiklikleri ele alan İlber Ortaylı'nın ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (Timaş Yayınları, 2016) isimli kitabı bu dönemi en iyi anlatan eserdir. 

Sultan II. Abdülhamit zamanında hukuk, sanat, ticaret, inşaat mühendisliği, veteriner, gümrük, tarım ve dil okulları dâhil olmak üzere birçok mesleki okul kurulur. İlk ve orta eğitim ile askerî okullar onun zamanında kurulur. Kız öğretmen mektepleri açılır. Ancak günümüzde Abdülhamit'i çok seven İslamcılar kızların okumasına karşıdırlar...

Ancak bunların yanında Osmanlı İmparatorluğu en büyük toprak kaybını da Abdülhamit zamanında yaşar.  Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Kıbrıs Abdülhamit zamanında kaybedilir. Kıbrıs, Rus tehlikesi bahanesiyle, Mısır ve Sudan ise Osmanlı borçlarına karşılık olarak tek mermi atılmadan İngilizlere teslim edilir. Kıbrıs’ın İngilizlere teslim edilişinden iki yıl sonra, 1880 tarihinde, ‘’Altın Post Şövalyeleri Tarikatı’’ tarafından, II. Abdülhamit’e şövalyelik nişanı verilir… (Demek ki yabancı bir ülkeden alınan nişan ve madalya gibi ödüllerin bir karşılığı varmış!) 1878 Berlin Anlaşması’yla Batum, Kars, Ardahan, Oltu Ruslara, Kotur kazası İran’a bırakılır. 1881’de Tunus Fransızlara terk edilir. 1887’de Girit’in özerkliği kabul edilerek Osmanlı’dan ayrılmasının yolu açılır.  Düyûn-ı Umûmiye, Abdülhamit'in saltanatının ilk yıllarında kurulur…

Meşrutiyet yanlısı Genç Osmanlılar ile yaptığı anlaşma sonucunda 23 Aralık 1876'da ilk Osmanlı anayasasını ilan eder.  Ancak kısa bir süre sonra 1878'de hem anayasayı rafa kaldırır hem de meclisi kapatır.  Dışarıda ve ekonomide sorun yaşayan her iktidar gibi müstebit bir idare kurar. Basına sansür uygular, aydınları baskı altına alır.

Konu uzun. Bu konuyu burada bırakıp şimdi gelelim bahsettiğim kitaplara…

“II. Abdülhamit ve Dış Politika” Prof. Vahdettin Engin, Yeditepe Yayınları, 2005

Girişte bahsettiğim dört kitaptan birincisi olan, yakınçağ Osmanlı tarihi uzmanı olan ve özellikle Sultan Abdülhamit dönemine ilişkin araştırmalarıyla tanınan Prof. Vahdettin Engin'in bu kitabı tartışmalı bu döneme açıklık getirir. 

Prof. Vahdettin Engin’in bu kitabında Padişahın Sadrazam'a yazdığı 13 "hususî irade"nin metinlerine yer verilir.  Bu metinleri incelediğimizde; Sultan II. Abdülhamit’in; - dış siyaseti açısından -  Rusya’yı yanı başımızda ürkütülmemesi gereken bir dev olarak gördüğünü, Almanya ve Avusturya’yı dostane ilişkilerin geliştirilmesi gereken devletler olarak düşündüğünü, İran’ı ise Osmanlı Devleti’nin rakibi olmakla birlikte İslam devleti olması hasebiyle diğer Batı devletlerine karşı gücün kırılmaması için iyi geçinilmesi gereken bir devlet olarak değerlendirdiğini görürüz.  Abdülhamit’i çok seven, yere göğe sığdıramayan özentileri İslamcılar bugün dahi bu çapta bir değerlendirmeyi yapmaktan acizdirler…

Bu kitapta ilginç bir bölüm var… Hani Türkiye’de Osmanlı medreselerini savunan ve medreselerin kapatılmasına hayıflanan bir kısım zevat var ya… Sanki bu bölüm onlara cevap gibidir:

Kitapta Japon İmparatoru’nun, İslamiyet’in muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir din heyetinin ülkesine gönderilmesini Sultan Abdülhamit’den talep ettiğini yazıyor.  Abdülhamit bu talep üzerine ne cevap vermiş? Onu da kitaptan okuyalım:

“Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim. Şöhret yapmış ilmiye mensuplarını tanıyordum. İçlerinde şahsen hürmete şayan çok şahsiyet vardı. Ekseriyetle de şahsen faziletli idiler. Fakat ilmi kudretleri olduğu kadar, cihanı telakki tarzları, bu kadar büyük ve İslamiyet’in mukadderatı üzerinde tesir yapacak mevzuu ele almaya, neticelendirmeye müsait değildi. Velhasıl Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimlerine ve onları yetiştirecek kaynaklara sahip değildik. Medreselerimiz birer ilim irfan kaynağı olmaktan mahrumdu.”

Osmanlı’ya özenenlerin, Osmanlı’nın medreselerini özleyenlerin özendikleri Osmanlı’nın ve özledikleri medreselerin hali işte budur. İşin tuhaf tarafı ise bu medreseleri özleyen İslamcıların kendilerinin de Abdülhamit’in tarif ettiği din adamı vasıflarına bile sahip olamayışlarıdır.

‘’Saraydaki Casus: Gizli Belgelerle Abdülhamit Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi Vambery’’, Mim Kemal Öke, İrfan Yayıncılık, İstanbul 2009

Bahsettiğim kitaplardan ikincisi ise Mim Kemal Öke’nin pek bilinmeyen bu kitabıdır.

Arminius Vambery Macar asıllı bir Türkolog, seyyah, siyasi Siyonist ve bir İngiliz casusudur. Vambery aynı zamanda da bir İslam araştırmacısıdır. (Der Islam im 19. Jahrhundert - 19. Yüzyılında İslam- Leipzig 1875)

Arminius Vambery, Turancılığı, Pan-Cermenizm ve Pan-İslavizm'e karşı ilk ortaya atan kişidir. Bir yazısında "Bir Anglo - Sakson, bir İslav, bir Latin milleti mevcut olduğu gibi bir turan kavmiyeti ve medeniyeti vardır ve o cemiyetin bayraktarı Türklerdir... Türkler atisi birçok kavimden daha emindir." diye yazar. Hani Abdülhamit’in torunları olduklarını iddia edenler tarafından içinde ‘’Türk’üm’’ ifadesi geçiyor diye okullardan öğrenci andını kaldırılmak istenir ya! Acep bu cümleden onlar bir şey anlarlar mı ki?

Vambery 1906’da ‘’Panislamizm’’ adlı yapıtında Abdülhamit’in Panislamizm’ini korkuluğa benzetir. Nitekim İslam Halifesi’nin Panislamist bir politika gütmesi veya cihat çağrısı yapmasının Osmanlı düşmanı ülkelerin kâbusu olduğunu bilen Abdülhamit’e göre ''cihat'' bir göz korkutma aracı, tehdit olarak kalmalıydı.

Abdülhamit de saltanatı boyunca bu silahı hiç kullanmaz. Bu nedenle 93 Harbi olarak anılan 1877-78 savaşı sırasında Abdülhamit, Ruslara karşı cihat açmadığı için Ali Suavi tarafından eleştirilir.

Birinci Dünya Savaşı ilan edildiğinde Abdülhamit, Beylerbeyi Sarayı’nda sürgünken halefi Mehmet Reşat’ın cihat ilan ettiğini öğrenince çok şaşırır, bunu büyük bir hata olarak niteler ve kızına şöyle der: ‘’Cihadın kendisi değil, fakat ismi elimizde bir silahtı.’’ Nitekim olaylar Abdülhamit’i haklı çıkarmış cihat ilanı fiyasko ile sonuçlanmıştı. Yine Abdülhamit’in torunları olduklarını iddia edenler bir hilafet hayali güderler ya! Suriye harekâtında bunlar boşuna ‘’cihat’’, ‘’fetih’’, ‘’Kızılelma’’ söylemlerini dillendirmiyorlardı…

"Sultan II. Abdülhamit'in Sürgün Günleri", Atıf Hüseyin Bey, Timaş Yayınları, 2010

Girişte bahsettiğim Abdülhamit hakkındaki üçüncü kitap ise Abdülhamit’in doktoru Atıf Hüseyin Bey'in hatıralarından oluşan ve akademisyen Metin Hülagü’nun yayına hazırladığı bu kitaptır.

Bu kitabı anlatmadan önce kitabın yazarı hakkında kısa bir bilgi vermem gerekiyor. Atıf Hüseyin Bey 1896 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye mektebinden Tabip Yüzbaşı rütbesiyle mezun olur. Atıf Hüseyin Bey Sultan Abdülhamit Selanik'e sürgüne gönderildiği zaman kendisine ve aile efradına bakmakla görevlendirilir. Atıf Hüseyin Bey, Sultan Abdülhamit'le ilgilendiği yıllar boyunca günlük tutar. Tamamı 12 defter olan, yaklaşık 9 yılı kapsayan bu günlükler, Sultan Abdülhamit'in sürgündeki Selanik yıllarından başlayarak İstanbul Beylerbeyi Sarayı'na nakline ve burada da ölümüne kadar sürer. İşte bu günlüklerden yola çıkarak akademisyen Metin Hülagü da kitabı yayına hazırlar. Kitaptan alıntılar vermeden önce Doktor Atıf Hüseyin Bey’in İttihatçı olduğunu ve de Abdülhamit'e hiç de yakınlık duymadığını belirtmem gerekiyor.

Bu kitapta yer alan Abdülhamit’e ait bazı düşünceleri aşağıda vereceğim. Ancak Abdülhamit’in düşüncelerini okurken üzerinde düşünerek okumanızı isterim bu düşünceler sizlere tanıdık geliyor mu diye:

"Devletin başına ne geldiyse mürtekiplerden geldi..." (s. 110) (Mürtekip: Para, kazanç karşılığı olarak kötü, uygunsuz işler çeviren kimse, rüşvetçi, yiyici.)

"Avrupa bizi hukuku medeniyeden iskat etmiş gibi davranıyor." (s. 221)

"Dış borç bağımlılık getirir..." (s. 302)

"Avusturya veliahdini vurmuşlar... Sırbıstan'la bir harp zuhur ederse Avusturya Selanik'e iner. Rusya da müdahale ederse harbi umumi olur. Pek fena!" (s. 221)

Abdülhamit, denizlere hâkim bulunan İngiltere'nin Anadolu'yu taksim etmek isteyeceğini, Boğazlar'ı zorlayacağını, harbin uzayacağını, azınlıkların büyük sorunlar çıkaracağını, bizim savaşta mutlaka "bitaraf" kalmamız gerektiğini, savaşı hangi taraf kazanırsa kazansın Osmanlı'nın büyük zarar göreceğini düşünür. (s. 224 - 234)

"Ben Türküm ama alafranga müsikiyi severim. Alaturka minördür, insana hüzün verir." (s. 174, 307) Ne ilginç değil mi, Abdülhamit’in torunu olduklarını iddia edenler ‘’Türküm’’ demekten imtina ederler ve hatta yasayla da kaldırmak isterler.

"Rumlarla ahval iyi gitmiyor. Bir şey çıkartacaklar... Ben Rumları hep okşardım. Biz İstanbul'u Rumlardan zapt ettik. Fetih günü onlar matem tutmak ister. Biz tezahürde bulunursak onların hissiyatını rencide ederiz... Ben buna izin vermedim. Hükümet tebaasının hepsinin hissiyatını rencide etmemeye çalışmalı..." (s. 216) Hani Abdülhamit’in torunları olduklarını iddia edenler 29 Mayıs’ı ‘’Fetih Günü’’ diye coşkuyla kutlamak isterler ya!... Bakın fetih kutlamaları için izin isteyenlere: "Fetih bizim için kutlanacak bir gün, Rumlar için ise matem günü. Tebaamın üzülmesini istemem" diyerek Abdülhamit kutlamalara izin vermiyor.  

Abdülhamit "dini taassubu" eleştiriyor, "teceddüd"ü (yenileşmeyi) savunduğunu söylüyor. (s. 116, 176, 269)

Abdülhamit'e göre, keşke askerlikten ziyade ticarete yönelmiş bir millet olsaydık... Sürekli savaşlar bizi cahil ve geri bıraktı. (s. 76, 141)

‘’Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali (1839 – 1922) Prosopografik Rehber’’, Sinan KUNERALP, İsis Press, 1999

1922 yılında Milli Mücadeleye karşı olduğu gerekçesi ile öldürülen Ali Kemal'in torunu, 1978 yılında ASALA saldırısından yaralı kurtulan ancak eşini kaybeden Hariciyeci Zeki Kuneralp'in de oğlu olan Sinan Kuneralp bu eserinde II. Abdülhamit’in nazırlarını (bakanları), hariciyecilerini ve bürokratlarını tanıtıyor. Sözü Sinan Kuneralp’in kitabına bırakalım.

Sultan II. Abdülhamit döneminin nazırları, hariciyecileri ve bürokratları:

Hariciye Nazırları;

Aleksandros Karateodori Paşa (1878-1879)
Gabriel Pasha ve Sava Paşa (1879-1880)

Hazine-i Hassa Nazırları:

Agop Ohanes Kazazyan (1876-1891),
Mikail Portakalyan Efendi (1891-1897),
Ohanes Sakız Efendi (1897-1908)

Maliye Nazırı:

Agop Ohanes Kazasyan Paşa (28-30 Ağustos 1885), (Aralık 1886 - Mart 1887) (1888-1891)

Nafia Nazırları:

Ohanes Çamiç Efendi (1877-1878),
Aleksandr Karateodori Paşa (1878)
Sava Paşa (1878-1879)

Orman ve Maadin Nazırları;

Mavrokordato Efendi (1908-1909),
Aristidi Paşa ( 1909)

Ticaret ve Ziraat Nazırları:

Bedros Kuyumcuyan Efendi (1880)
Gabriel Noradonkyan Efendi (1908-1909)

Ayan Üyeleri(1876);

Antopolos Efendi Aristarki Bey,
Daviçon Karmona Efendi,
Musurus Paşa,
Serviçen Efendi,
Stoyanoviç Efendi,
Dr. De Kastro Bey,
Mavroyeni Paşa,
Karatodri Paşa,
Abraham Karakahya Paşa

Ayan Üyeleri(1908)

Azaryan Efendi,
Basarya Efendi,
Bohor Efendi,
Fethi Franko Bey,
Gabriyel Noradonkyan Efendi,
Mavrokordato Efendi,
Mavroyeni Bey, Oksanti Efendi,
Yorgiyadis Efendi,
Aram Efendi,
Popoviç Temko Efendi,

Babıali Hukuk

Gabriel Efendi;

(Abdülhamit zamanında sürekli el üstünde tutulan bu Gabriel Efendi Lozan Konferansına da Ermeniler adına katılmış, II. Dünya Savaşı sonrası düzenlenen Paris Konferansı’nda da Ermeniler için toprak talep etmiştir…)

Büyüekelçiler:

Atina: Fotiades Bey ve Gobdan Efendi
Belgrad: Azaryan Efendi
Brüksel: E. Karatodri Efendi
Bükreş: Blak Bey
Lahey: Yanko Karaca, Misak Efendi ve Aritraki Efendi
Londra: K. Musurus Paşa, Alfred Rüstem Paşa ve Antopulo Paşa
Paris: Naum Paşa
Roma: S. Musurus Bey ve Y. Fotiades Bey
Sofya: Nikola Gobdan Efendi
Viyana: A. Vogorides Paşa
Washington: L. Aristarki Bey ve A. Mavroyeni Bey

Konsolos ve kâtipliklerde de Türk unsurundan ziyade Ermeni ve bilhassa Rum memurlar kullanılmakta idi..

İllerde de valilik koltuklarının çoğunda da gayrimüslimler oturuyordu.

Şarkî Rumeli Valileri: Sava Paşa, Aleko Vogorides Paşa, Gavril Paşa Hristoiç, Alexandre de Battenberg, Ferdinand de Saxe-Cobourg et Gotha,

Sisam Beyleri: Mişel Gregoriyadis Bey, Aleksander Mavroyeni Bey, Yanko Vitinos Bey, Kostaki Karateodori Paşa, Yorgi Yorgiadis Efendi, Andrea Kopasis Efendi,

Cebelilübnan Sancağı Mutasarrıfları: Vasa Paşa, Naum Paşa, Yusuf Franko Paşa

Görüldüğü gibi maliyesini, hariciyesini, tarımını, madenlerini ve de mülkiyesini gayrimüslimlere bırakmış devletin başında bir İslam Halifesi II. Abdülhamit vardır…

Türk Dil Kurumuna bir Ermeni dilbilgisi uzmanı olan Agop Dilaçar’ı, o da sadece Genel Sekreter olarak atadı diye ki, adam zaten Osmanlı memurudur, 100 senedir Atatürk'e demediğini bırakmayan II. Abdülhamit’i bilmeden II. Abdülhamit tarafgirliği yapan hayranlarına ne demeli?

(Agop Dilaçar; Mustafa Kemal'e, ‘’Atatürk’’ soyadının verilmesini, TBMM’ye teklif eden kişidir. Ayrıca Türkçe’ye yaptığı katkılardan dolayı da 1934 yılında, soyadı kanunu çıkınca, ‘’Martayan’’ soyadını bırakarak Atatürk'ün kendisine teklif ettiği ‘Dilaçar’ soyadını alır. Agop Dilaçar, Ermenice ve Türkçenin yanında İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Latince, Almanca, Rusça ve Bulgarca bilir.)

Tarihi yerinde ve geride bırakıp gelelim günümüze…

TRT’de geçen senelerde yayına başlanan ‘’Payitaht Abdülhamit’’ dizisinin ilk bölümünde geçen bir sahne vardı. Abdülhamit, İngiliz İmparatorluğu’nun en görkemli Kraliçe Victoria döneminde yapılan bir anlaşmayı yırtıp bir de İngiliz elçisinin suratının orta yerine bir Osmanlı tokadı konduruyor. Elçi yere seriliyor. Abdülhamit’i anlatan hiçbir kitapta böyle bir sahne yoktur. Kaldı ki Abdülhamit devlet işlerinde protokol kurallarını önemseyen bir padişahtır.

Eh.. Ne yapsınlar… Vatan toprağı Süleyman Şah türbesini koruyamayanlar, Ege adalarını Yunanlılara kaptıranlar, Irak ve Libya’nın parçalanmasında, Suriye'nin karıştırılmasında Haçlı ordusuyla işbirliği yapanlar, tüm komşularıyla kavgalı olanlar, Suriye'de fetih peşinde koşanlar, Merkel’in, Macron’un, Trump’ın, Suudi Kralı'nın ricalarına kayıtsız kalamayanlar sanal da olsa bir paye peşinde koşuyorlar.

Görüldüğü gibi Tarihi “anlamaya” çalışarak ve ''anlayarak ders çıkarmak'' yerine, sanal da olsa tarihi çarpıtıp, önyargılarla egolarını tatmin ederek, toplumun sanal da olsa gazını alarak açıklarını kapatmaya çalışıyorlar.  İnsanlarımızın zihinlerini analitik düşünceyle harekete geçirecek araştırmalara yönelteceklerine, onları önyargılara, kült ve idollere hapsederek zihinlerini boğmaya çalışıyorlar.  

Girişte de vurguladığım gibi toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.

Sadece Abdülhamit’i değil, toplumsal alanda tartıştığımız her konuyu; okumadan, araştırmadan, analiz edip mukayese ve muhakeme etmeden,  hamasetten bilgi seviyesine gelemeden ve neticede de rasyonel, metodik ve analitik düşünemeden önyargı ve duygularımızdan beslenerek anlamaya çalışıyoruz… Keşke anlamak bu kadar kolay olsaydı? Hiç unutmam, gençliğimde çoook çok uzaklarda bir yerlerde bir gün bana hiddetle şöyle söylemişti Şehriyar: ‘'Her şeyi bildiğini sanmayı anlarım, toyluktur ama her şeyi anladığını sanmak! Bunu anlayamam çünkü bu salaklıktır.''

Eğer bu eksikliklerimiz olmasaydı işte o zaman anlardık Osmanlı’yı da, Abdülhamit’i de, medreseleri de, Türkiye Cumhuriyeti’ni de, Lozan’ı da, Musul’u da, içinde ‘’Türk’’ geçiyor diye kaldırmak istedikleri öğrenci andını da… 

''Hayat ileriye doğru yaşanır ancak geriye doğru anlaşılır'' derler… Bir nebze de olsa Tarih bilmiyorsanız hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir…  Hele hele bir de bilmediğiniz tarihi çarpıtıyorsanız, siyasi emellerinize alet ediyorsanız eğer geleceğiniz karanlık demektir…

‘’Tarih bilmeyen siyasetçi, pusuladan anlamayan kaptana benzer, her ikisinde de karaya oturma tehlikesi, kaçınılmaz sonuçtur’’ derdi Cevdet Paşa.

Benden söylemesi…

Osman AYDOĞAN




General Lukullus

26 Haziran 2020

Roma İmparatorluğunun ismi pek bilinmeyen bir generali ve aynı zamanda senatörü vardır: Lukullus. Asıl adı; Lucius Licinius Lucullus. MÖ 117 – 57 yılları arasında yaşamıştır. Hakkında yazılan tek eser orta dönem Platoncularından olan Yunan tarihçi, biyografi ve deneme yazarı Mestrius Plutarchus (MS 46 - 120)’un yazdığı ‘’Lukullus’’ isimli eseridir. Türkçeye çevrilmemiştir.

General Lukullus; Roma birliklerine komuta etmiş, büyük fetihlerde bulunmuş, büyük zaferler kazanmış, Pontus Krallığını fethederek Roma'ya bağlamış, bunun dışında Roma İmparatorluğu için 53 şehir fethetmiş ancak seferleri sırasında elde ettiği ganimetlerle oluşan zenginliği ve verdiği cömert ziyafet sofraları ile meşhur olmuştur. Plutarchus eserinde, General Lucullus'un hayatının sonuna doğru aklını yitirdiğini, aralıklı olarak yaşlandıkça delilik belirtileri geliştirdiğini yazar.

Lukullus'un Sorgulanması

20. yüzyılın en etkili Alman şairi, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Bertolt Brecht’in General Lukullus’u konu alan kısa bir didaktik radyo oyunu vardır: ‘’Lukullus'un Sorgulanması’’ (Almanca orijinal adı: Das Verhör des Lukullus) . (Mitos Boyut Yayınları, 1998) Bu eser Bertolt Brecht tarafından yazılan ilk ve tek radyo oyunudur.

Brecht, bu oyunu Adolf Hitler’in orduları, artık neredeyse bütün Avrupa kıtasına yayıldığı, tüm Avrupa’yı fethettiği yıl olan 1940 yılı Kasım ayında sürgünde olduğu İsveç’te yedi gün içerisinde yazar. Ancak eser İsveç Stockholm radyosunda yayınlanmaz. Brecht’in ricası üzerine 12 Mayıs 1941 yılında ilk olarak İsviçre’de Radyo Sender Beromünster üzerinden yayınlanır.

Brecht bu oyunu Hitler'i kastederek yazar.  Ancak komünist otoriteler oyunda Stalin kastediliyor vehmiyle bu şekliyle oyunu yasaklarlar. Bu yasak Brecht'in sahneleri yeniden incelemesine ve başlığının da ''Lukullus'un Mahkûmiyeti'' olarak değiştirmesine sebep olur. 

Bu metin Alman besteci ve orkestra şefi Paul Dessau tarafından müzikal oyuna çevrilir. Eser 2009 yılında ise Fransız Rejisör Jean-Marie Straub tarafından filme de çekilir. 

Brecht’in “Lukullus’un Sorgulanması” isimli bu eseri, işte anlatılan bu Romalı Senatör ve General Lukullus’un vefatından sonra öbür dünyadaki sorgulanmasını konu alır. 

Brecht'in eserinde geçen öykü kısaca şu şekildedir:

Öbür dünyada bu büyük Roma generali General Lukullus'un ''kutsanan alanlara'' mı yoksa ''hiçliğe'' mi gideceğine karar verecek ve bunun için General Lukullus’u sorgulayacak olan mahkeme heyeti teşkil edilir. Mahkeme heyeti halkın çeşitli kesimlerinden ancak alt tabakadan gelen kişilerden oluşmaktadır. Heyet; bir çiftçi, bir öğretmen, bir balıkçı kadın, bir fırıncı ve bir fahişeden oluşmaktadır. Mahkemede General Lukullus'un katafalkındaki şahitleri çağırmasına da izin verilir…

Mahkemede sorgu esnasında kendinden emin olan General Lukullus, her birinin öyküsü kitlelerin kanlarına mal olmuş zaferlerini sayıp dökmeye başlar. Sonuçtan hiç kuşku duymamaktadır. Anlattığı her bir zaferi, onu sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe bir adım daha yaklaştıracak, öldü diye bir ‘’hiç’’ olma yazgısından da bir adım daha uzaklaştıracaktır.

Mahkemede ilk dinlenilen dört kişi ülkelerindeki insanları öldürdüğü ve ülkelerini parçalaması nedeniyle General Lukullus’u suçlarlar. Ancak General Lukullus bütün bunları ülkesi için, Roma için yaptığını söyler ve zaferlerini anlatır.

Fakat Lukullus’un hiç beklemediği bir şey olur. Anlattığı her zaferinin ardından, yüzlerindeki umursamazlık ifadesi hiç değişmeyen mahkeme heyetinin ağzından koro halinde tek bir karar çıkar: “Onunla birlikte hiçliğe gitsin!” (Ins Nichts mit ihm!)

General Lukullus dehşete kapılmıştır. Roma’yı görkeminin doruklarına taşımış onca zafer karşısında mahkeme nasıl bunca kayıtsız kalabilir?

Mahkemede tanıklar da dinlenmektedir. Tanıklardan ikisi aşçısı ve çiftçisidir. Aşçısı General Lukullus’un çok iyi yemek yaptığını söyler. Çiftçisi ise, generalin savaşlarından birini anlatırken şöyle der: “Hatta General Lukullus, Anadolu’ya yaptığı seferinden dönüşünde Roma’ya bir de kiraz ağacı fidanı getirmişti. Kiraz ağaçlarımız ondan sonra oldu…” (Görüldüğü gibi kiraz ağaçları tüm Avrupa’ya Anadolu’dan yayılmıştır!...)

Bu söz üzerine yargıçlar birden canlanırlar. Tanığa sözünü yineletirler. Ne yani, General Lukullus, o savaşından dönerken Roma’ya bir de canlı mı getirmiştir? Canlı kiraz ağacı fidanının Roma’ya getirilmesi, General Lukullus’un zaferlerle dolu hayatının kayda değer ve insanca tek sevabı olarak tutanaklara geçirilir…

Ancak General Lukullus’un Anadolu’dan getirttiği kiraz ağacı dışında her şey onun karşısındadır bir de aşçısının söylediği gibi iyi yemek pişirme ile ilgili deneyimi vardır.

Mahkemenin sonunda General Lukullus ‘’hiçliğe’’ mahkûm edilir...

Eserde General Lukullus’un şahsında kastedilen ister Hitler olsun, ister vehmedilen Stalin olsun, eserde anlatılmak istenilen; insana, cana, canlıya, duyguya, ruha, hisse, hayata ve yaşama dokunamayan bütün diktatörlerin, bütün politikacıların, bütün yöneticilerin, bütün insanların, kısaca bütün bedbahtların akıbetinin ‘’hiçliğe’’ mahkûm edilmek olduğudur... 

Osman AYDOĞAN



Sakallı Celâl

25 Haziran 2020

Sakallı Celâl (1886 –1962) olarak bilinen bir düşünürümüz vardır. Babası II. Abdülhamit’in Bahriye Nazırı Hüseyin Avni Paşa'dır. Galatasaray Lisesi mezunudur. Sağlıklı, güçlü, hazırcevap, esprili, kültürlü, içten, bekar, bakımsız, derbeder ama yerine göre titiz, babacan, ütopik-sosyalist- bir meczuptur... Hep kendisini arayan aydın bir filozoftur.

Yakın arkadaşları arasında Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, Nâzım Hikmet, Ali Yar (Ordinaryüs Profesör) , Haldun Taner ve Ali Sami Yen bulunmaktadır. Nâzım Hikmet’ten ‘’öğrencim’’ diye bahseder. Nurullah Ataç, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Kazım Taşkent, Melih Cevdet Anday ve Orhan Veli gibi pek çok şair ve yazar da çevresinde yer alır…

Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra okul müdürü Tevfik Fikret tarafından öğretmen yardımcılığına getirilir. Bir süre sonra da Tevfik Fikret'in ön ayak olmasıyla Fransa’ya Sorbonne Üniversitesi’nde siyaset bilimi tahsili yapmaya gönderilir. Fakat Fransa tahsilini yarıda bırakarak yurda döner. Yurda döndükten sonra da öğretmenlik, okul müdürlüğü, Aydın’da fabrika işçiliği, çöpçülük, hamallık gibi işlerde çalışır. Paraya pula hiç önem vermez. Öyle ki Galasaray Lisesi’ndeki öğretmen vekilliği döneminde çocuklara askıdaki ceketini göstererek ‘’Parası biten cebimden alabilir’’ der…

Değişik yazarlar, değişik kitaplarında kendisinden bahseder ancak böylesine değerli bir filozofumuzu da günümüze aktaran tek bir eser vardır. O da gazeteci, yazar ve araştırmacı Orhan Karaveli tatarından yazılan "Sakallı Celâl - Bir 'Bilinmeyen Ünlü'nün Yaşam Öyküsü" (Doğan Kitap, 2007) adlı kitaptır.

Galatasaray Sultanisi'nden öğrencisi ve hayranı olduğu Tevfik Fikret'in, "Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin" dizesinde ifade edilen prensibe ne pahasına olursa olsun, hayatı boyunca sadık kalarak yaşar… Orhan Karaveli’nin kitabından İşte bu yaşam ilkesinin nasıl yaşandığını anlatan bölümler sunmak istiyorum:

Hayatından bölümler

Sakallı Celâl, 1886 yılının kazma kürek yaktırdığı bir Mart gününde Miralay Hüseyin Hüsnü Paşa ve Ayşe Melek Hanımın üçüncü oğlu olarak dünyaya gelir. Çevresine biraz tepeden bakan annesi ile Celâl’in yıldızı hiç barışmaz. Çocukken annesinin ‘’paşa hanımı’’ tavırlarına sinirlendiği için makam faytonunda kendini arabacı askerin yanına atıp, annesini utandırırdı. Zaten sonraları annesi için ‘‘askerler, babama selam durduklarından daha çok anneme selam dururlardı! Benim annem Abdülhamit’in dişisidir’’ der.

Devlet memuru olamayacağını anlayıp çareyi Aydın’da incir fabrikasında çalışmakta bulan Celâl, burada da rahat edemez. İşçilere yardım ettiği gerekçesiyle komünist olduğu düşünülür ve evi basılır. Kitapları ve eşyaları talan edilen sakallı Celâl, polise ne aradıklarını sorunca “Fakir işçilere yardım ediyormuşsun! Yani komünistmişsin! Biz de bunun belgelerini arıyoruz” yanıtını alır. Celâl bey, işaret parmağıyla kafasını göstererek “aradıklarınız burada” yanıtını verir. Polis duvarda duran Karl Marx portresini sorunca ‘’Rahmetli Babam’’ diye cevaplar.

Sakallı Celâl, hayatı boyunca kimseden yardım almaz. Rivayete göre gösterişli görünmemek adına bilerek eskittiği paltosu, içine kitaplarını doldurduğu çuvalı ve ‘‘özgürlük’’ olarak nitelendirdiği sakalıyla kendi yağı ile kavrulur. Dönemin tüm düşünür, yazar ve profesörleri tarafından el üstünde tutulur. Rasih Nuri, hocası olan Profesör Kerim Erim ile birlikte yürürken, Erim’in yoldaki bir çöpçünün elini öptüğünü ve bu kişinin Sakalı Celâl Bey olduğunu söyler… 

Sakallı Celâl komünist enternasyonalin dördüncü kongresine dönemin Türkiyeli komünistlerini temsil edenlerden biri olarak katılır...Sakallı Celâl; İsmail Hüsrev Tökin, Vedat Nedim Tör ve Sadrettin Celâl ile birlikte kominternde Sovyet delegasyonuyla derin sohbetlere girer ve Sovyet temsilcilerini hayretler içinde bırakan bir bilgi sunar. Sadrettin Celâl’de bir dönem Türkiye sosyalist hareketinin önde gelen aydınlarından biri ve partinin liderlerindendir. Türk delegasyonunda Marksizm’e en fazla vakıf olan Sadrettin Celâl ise ikincisi de Sakallı Celâl’dir. Bu konudaki bilgileriyle zaman zaman kendileri kadar bilgili olmayan Sovyet muhataplarını şaşırtırlar ve kıvrak zekâsıyla sakallı Celâl durumu şöyle kurtarır: ‘’Devrim sizin ülkenizde yapıldığı halde Marksizm’i bizlerden az biliyorsunuz diye üzülmeyin. Siz gece gündüz çalıştığınız için okumaya vakit bulamamışsınız. Sizin kadar çalışmadığımızdan biz de oturup bol bol Marksizm’e kafa yormuşuz. Hepsi bu!"

Haldun Taner bir yazısında ondan şöyle bahseder: ‘’…Celâl Bey, bahriye mektebi nazırı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu ve Mekteb-i Sultani mezunu olduğunu sık sık unutup ve unutturup herhangi bir sokaktaki adam kişiliğine bürünmekten çok zevk alırdı. Ankara vapurunun ünlü süvarisi Şefik Kaptan bana ön güvertede halatları saran sakallı bir çımacının kendisine Lamartin’in ‘le lac’ şiirini ezbere okuduğunu anlatmıştı. Bu kadar güzel Fransızca bilen bu çımacıyı o güne kadar hiç görmediği için baş çarkçıya sormuş, o da bu sakallı zatın İstanbul’dan İzmir’e biletsiz gitmek için boğaz tokluğuna çımacılık yapmak istediğini anlatmıştı. Celâl Bey’in, istese bu kadarcık parayı dostlarından borç alması işten değildi. Ama öyle esmiş, öyle yapmıştı. Böyle oyunlara bayılırdı…” 

Öğrencisi Mahir İz ondan bir hatıra nakleder: ‘’Bir gün Sakallı Celâl’e Kadıköy vapurunda rastlamıştım. ‘Sizi hâlâ huzura kavuşmuş göremiyorum. Ne istiyorsanız, ne düşünüyorsanız, hatta şimdiye kadar düşünmediklerinizin hepsini Mustafa Kemal Paşa yaptı. Neden hâlâ memnun değilsiniz?’ diye sordum. Bana, ‘sen hiç tiyatroya gitmedin mi?’ diye sorup devam etti: ‘Perde açılır, karyolaya uzanmış bir hasta görürsün, başında ilaç veren bir de hemşire vardır. Biraz sonra doktor içeri girer, nabız yoklar, reçete yazar... Aslında ortada ne hasta, ne hemşire ne de doktor vardır. Bunların hepsi bilirsin ki rolden ibarettir. İşte bizim cumhuriyetimiz de öyle. Yaşasın cumhuriyet rolünden ibaret’ diye karşılık verdi!” 

Sakallı Celâl Ankara Erkek Lisesi Müdürüdür. Okulun lağımı patlar. Durum bakanlığa iletilir ama bakanlıktan "durumun idare edilmesi…" yolunda bir cevap gelir. Sakallı Celâl iş tulumunu giyer, bir öğrencisiyle birlikte patlayan lağımı onarmaya başlar. Tam o sırada okula gelen bir müfettiş, Sakallı Celâl’i o halde görünce bakanlığa ; "makamına uygun olmayan bir kıyafette görüldü." diye rapor eder. Çok geçmeden bakanlık Sakallı Celâl’e bir yazı yazarak: "niçin makamınıza uygun olmayan bir kıyafette görüldünüz?" diye sorar. Sakallı Celâl de doğrudan bakanlığa çıkar ve ilgiliye der ki: "Lağım patladı dedik, 'idare et' dediniz. Ben de lağımı onarıp idare edeyim dedim. Lağıma resmi kıyafetle girecek değildik ya. İdare etmenin bok içinde oturmak anlamına geldiğini nerden bileyim?"

Vasiyeti

Orhan Karaveli'nin kitabında Sakallı Celâl’in vasiyeti şu şekilde yer alır:

"Bugün Teşrinisaninin on biri. Saat dörde çeyrek var. Fabrikadayım. Bugün kendimi pek çok hasta hissettim. Ölmek ihtimali hissettim. Ölmeden evvel şu satırları yazıp cebime koymaya karar verdim. Öldükten sonra bulursanız ricamı yerine getiriniz:

Mustafa Kemal'i seviyorum. Tatmin edilmeyen iştiyakımla ölüyorum. O'nu öpmek ve koklamak isterdim. Darülfünun, muallimlerinden Ali Yar'ı daima sevdim. Aziz hatırasıyla daima tenzih-i ruh ettim. Ayrılmak istemezdim. Mizyal ismini verdiğim Belkıs'ı daima severim. Beni bir zamanlar hakikaten sevmiş idi. Kendisini ben daima sevdim ve seviyorum. Ruhumun acılarından birisi de kendisiyle birlikte yaşamış bulunmaktadır. Celâl (imza)

Bu kâğıdı ya şahıslara bildiriniz yahut gazeteye bastırınız. Ta ki muttali olsunlar. Celâl (imza)"

Sevgi dolu bir insanın vasiyeti ancak bu kadar olur diyor insan!

Sözleri

Sakallı Celâl ardında yazılı bir eser bırakmamıştır. Aslında bu düşünürümüzü benim anlatımımla tanımıyorsunuz. Önceden de tanırdınız kendisin! Kaynağını bilmeden sıklıkla kullandığımız her daim güncel olan sözlerin sahibidir kendisi. Bu sözlerden birkaçı şunlardır:

“Türkiye’de aydın geçinenler Doğu’ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar.”

“Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.”

“Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur.”

“Tanzimat ilan ettik, olmadı. Meşrutiyet ilan ettik olmadı. Cumhuriyet ilan ettik olmadı. Biraz da ciddiyet ilan etsek!’’

“Hiç bir yoğurtçunun yoğurt olduğu görülmediği gibi, hiç bir Türkçünün de Türk olduğu görülmemiştir.”

“İnsanoğlunda zekâ, midyedeki inci gibidir. Hepsinde bulunmaz.”

"Bastonunu yere çaksan filiz veren bu bereketli ülkede biz, aç kalma mucizesini de becerebilmiş bir milletiz." 

Bu ülkenin aydınları için "körler ülkesinin şaşıları" diyen de oydu.

Ahmet Haşim onun için: ''... Celâl'in söyledikleri, karanlık bir gecede çakan şimşekler gibiydi...'’ derdi…

Sakallı Celâl 1962’de beyin kanamasından hayata veda eder. Mezar taşında kimseciklerin bilmediği soyadıyla yazılıdır: ''Celâl Yalınız'' Zaten o da bu fâni dünyada soyadı gibi yalınızdı…

Ve mezar taşında adının altında da ömrü hayatını özetleyen şu ifade yazılıdır: ‘’Bağban bir gül için hizmetkâr olur’’

Allah rahmet eylesin…

Osman AYDOĞAN



Adalet

24 Haziran 2020

‘’Adalet’’ konusunda Prusya Kralı Büyük Friedrich’in, Potsdam Ormanlarındaki değirmenci hikâyesini biliriz… Kendi değerlerimizden Fatih’in adaletini, Hz. Ömer’in adaletini de biliriz de içeriğini, anlamını, ağırlığını aslında pek bilmeyiz…

Teee eski zamanlardan Aristoteles söylerdi;  ‘’Bir hukuk düzeni güçsüzleri koruduğu ölçüde adaletli olabilir.’’  Aristoteles göre, herkese eşit davranmak adalet için yeterli değildir… Ne yazık ki günümüzde artık hukuka ve hukuksal eşitliğe uygunluk adalet için yeterli değildir… Günümüz hukuk sistemi artık 19. yüzyıldan kalma düşünce sisteminden ve 19. yüzyıldan kalma hukuk yöntemlerinden tamamıyla farklıdır…

Günümüzde 19. yüzyıldan kalma anlayışla hukuk icra eyleyerek yasaları uygulamak ‘’adalet’’ dağıtmak demek değildir. Yönetimler adil olmayabilir… Yasalar adil olmayabilir... Yargıç yasaları birebir uygulayan kişi değildir. Eğer yargıç, birebir yasaları uygularsa çok zalim olmuş olabilir. Yargıç herhangi bir olayda yasayı, kanunu, yönetmeliği, yönergeyi uygularken, durumun özelliklerini gözeterek, yasaları yorumlayarak adaleti uygulamalıdır, yasaları, kanunları birebir tatbik ederek değil…

Mahkemeler adaletin dağıtıldığı yerlerdir, yasaların uygulandığı yerler değildir… Yasaları uygulayanlar yöneticilerdir... Adaletin dağıtıldı yerler ise mahkemelerdir... Ancak ne yazık ki günümüzde yasaları uygulayacak olan yöneticiler alenen yasaları çiğneyebilmekteler.... Tıpkı YSK’nun yasanın açık ve net hükmüne rağmen, kendisini yasama erki yerine koyarak mühürsüz oyları geçerli sayabildiği gibi… Mahkemeler ise; FETÖ’nin ağababaları, FETÖ’ye ne istediyse verenler, FETÖ’yü himaye edenler ve Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel peşkeş çekenlerin bir kısmı devletin en üst kademesinde mevki - makam işgal ederken, bir kısmı da dışarıda gerim gerim gerinerek gezerken hiçbir şeyden habersiz emir kulu erler ve askerî öğrencileri ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edebilmekteler.

Baransu'lar devletin gizli belgelerini bavul bavul medyaya servis ederken, devletin kozmik odasına dünyanın en büyük casusluk örgütünü sokarken seyreden mahkemeler,  Müyesser Yıldız'ı bir astsubayla görüşmesi nedeniyle casus diye tutuklayabilmekteler...

Cumhurbaşkanı ''Libya'da birkaç şehidimiz var'' diye açıklama yaparken, Teşkilat-ı Mahsusa kendi şehidine çelenk gönderirken bunu devlet sırrını ifşa olarak görmeyen mahkemeler bunu haber yapan gazeteci devletin gizli sırrını ifşa etti diye tutuklayabilmekteler...

FETÖ'ye yıllarda salya sümük methiyeler düzenleri, teee ABD'ye kadar gidip el yaka öperek FETÖ'den talimat alanları, FETÖ ile işbirliği yapanları, FETÖ yoldaşlarını görmezden gelen mahkemeler yedi yıl önce attığı Twetler yüzünden muhalif partinin bir il başkana hüküm giydirebilmekteler...

Bunlar hukuk değildir… Bunlar adalet değildir... Bunlar Aristoteles'in teee Antik Çağ'dan söylediği, tanımladığı, anlattığı adalet değildir... Güçlüleri koruyup güçsüzleri korumayan bir hukuk düzeni hiçbir şekilde adaletli olamaz...

Gelelim ‘’adalet’’in önemine…

Toplumda ‘’adalet duygusu’’ diye bir inanç vardır. Toplumu bir arada tutan işte bu adalet duygusudur. Bu inanç bir kez sarsıldı mı toplumu bir daha bir arada tutamazsınız... Hele bu adalet duygusu devlet eliyle yok edilirse çöküntü çok daha büyük olur.

Tarih bize şunu göstermiştir: Bir ülkede ‘’devletin güvenliği’’ ile ‘’hukukun güvenliği’’ eşdeğerdir. Hukukun güvenliğinin sarsılması devletin güvenliğinin sarsılması anlamına gelir, sarsıntının devamı ise devleti çökertir. İşte gerçek ‘’bekâ sorunu’’ burada yatmaktadır…

Yöneticiler, iktidar sarhoşluğuyla; şöhret, servet ve adaletsizlikte azdıkları zaman, ülkenin başını belaya sokarlar. Çünkü o zaman; kamu mallarını yandaşlarına peşkeş çekmeye, devlet kadrolarını ehliyetsiz dalkavuklara teslim etmeye, kendilerini savcı ve yargıç yerine koymaya, hukuku ihlal etmeye, her şeyi kendisinin bildiğini zannetmeye, ben yaptım oldu demeye ve diktatörleşmeye başlarlar. Bu durum, yöneticileri; gaflet, dalalet ve hatta hıyanet bataklığına sürükler. Onları azdıran ise; halkın ilgisizliği, cehaleti, demokratik tepkisini göstermekten korkması, sözde aydınların satılmışlığı, medyanın yandaşlaşması, iş adamlarının yalakalaşması, üniversitelerin yozlaşması ve sivil toplum örgütlerinin korkaklaşması ve sendikaların suskunlaşmasıdır. Bir memlekette hukukçular ve basın susarsa veya susturulursa o ülkede adaletten söz edilemez.

Bir ülkenin yöneticilerinin kitabında demokrasi, yazmıyorsa, özgürlükler yazmıyorsa, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, özgür medya kısaca demokrasiyi demokrasi yapan hiçbir değer bir ülkenin yöneticilerinin kitabında yazmıyorsa o ülkede zaten ‘’adalet’’ ölmüş demektir…

Adaletin öldüğü böylesi bir ülke ise; vasatlığın küstahlığa, sanatın vıcıklığa, siyasetin tüccarlığa, dinin yobazlığa, milletin ümmete, hukukun gukuka, Hakkın batıla, gücün despotizme, eğitimin ortaçağa, basının yandaşlığa, âlimliğin dalkavukluğa, derinliğin sığlığa, devletin aşirete, zarafetin ve efendiliğin kabalığa, niteliğin niteliksizliğe dönüşerek harman olup bir bataklık gibi fokurdadığı bir çukur haline getirilir… .

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger’nin evrensel nitelikteki şu iki sözü ile de büyük bir uyarıda bulunur: ‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’ Ve Duverger’in en önemli sözü: ‘’Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’ Tarihin, hukukun ve adaletin dışına, siyasetin ise içine düşmüş hukukçuların kulaklarında küpe olacak sözlerdir bu sözler…

Ben gevezelik ettim (zaten hep öyleyimdir) ama şu Hadis-i Şerif benim baştan beri anlatmak istediklerimi çok kısaca ve özlüce anlatmış zaten: “Ümmetimden iki sınıf ilmi ile amel ederse, insanlar kurtulurlar: Âlimler ve hâkimler. Eğer bu iki sınıf bozulursa, bütün halk bozulur ve ortalığı fesad kaplar.”

Âhir zaman içerisindeyiz zaten... Etrafta ne âlim kaldı ne de hâkim... Bozuldu hepsi... Etrafta bozulmayan ne âlim ne de hâkim kaldığı ve ortalığı fesad kapladığı içindir ki zaten; elin gâvuru ''Berlin'de hâkimler var'' diye yarınına güven duyup huzur içerisinde uyurken biz de insanlar ''Allah hâkime düşürmesin'' diye dua edip geceyi uykusuz geçirip yarınlardan endişe ediyorlar... Ve muhtemel olarak da sebep olanlara ''zulmün artsın da tez zeval bulasın'' diye dua ediyorlardır... 

Eğer;

Eğer; yasa koyucu, silahlı güç sahibi, silahsız güç sahibi, siyasi güç sahibi, yerel yönetici, bürokrat, medya ya da topluluğun öyle gördüğü kişi gitgide evrensel yanlışa gidiyor, Hakk’tan, haktan, halktan ve hukuktan uzaklaşıyorsa... Eğer ülkede doğru ve yanlış arasındaki sınır her zaman "kime göre, neye göre" ifadesiyle belirsizleşiyorsa... Eğer siyasi iktidar hem savcı, hem yargıç, hem vali ve hem polis oluyorsa... Eğer medya penguenleştirilerek maymunlaştırılıyorsa... Eğer medya yandaş, yalaka, yavşak, yılışık ve yalancı oluyorsa… Eğer bekçiler, yargıçlar, denetçiler, siyasiler, medya kısaca güç sahipleri yozlaşıyorlarsa...  Eğer adaleti uygulayacak olan mahkemeler adaleti dağıtmıyorlarsa, adaleti uygulamıyorlarsa: Hukuka, hukuk mekteplerine, mahkemelere, yargıça, savcıya da gerek yoktur. İlkel kabilelerde olduğu gibi reis veya onun yetki verdiği birisi beğenmediği basın mensubunu, gazeteciyi, beğenmediği düşünürü, yazarı, çizeri, beğenmediği siyasetçiyi veya gözüne kestirdiği kişiyi uçurumdan aşağı itsin daha iyidir. O kadar zamana, masrafa, israfa ve adalet saraylarına gerek yoktur. Hukuk varmış, adalet varmış, demokrasi varmış gibi yaşamaya gerek yoktur.

Çünkü ''mış'' gibi yaşamak yaşamın en rezilcesidir...

Osman AYDOĞAN

 



Ludwig Wittgenstein ve ‘’Tractatus Logico-Philosophicus’’

23 Haziran 2020

Dünkü yazımda Oruç Aruoba’yı anlatırken, dili felsefenin merkezine oturtan 20. yüzyılın en önemli filozoflarından olan Ludwig Wittgenstein’ın tek eseri olan ‘’Tractatus Logico-Philosophicus’’ (YKY, 1996)’u Almancasından Oruç Aruoba’nın çevirdiğini yazmıştım… 

Hem Wittgenstein’ı hem de onun tek eseri ‘’Tractatus’’u anmışken Wittgenstein’ı ve ‘’Tractatus’’u artık yazmasam, anlatmasam olmazdı… Bu aynı zamanda Oruç Aruoba’nın bize bir nasıl eser kazandırdığını anlamamız için de önemliydi…

Şimdi gelelim konumuza… Önce yazarını, sonra da eserini anlatmak istiyorum:

Ludwig Wittgenstein

Tam adı: Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır (26 Nisan 1889-29 Nisan 1951) Avusturyalıdır. Dili felsefenin merkezine oturtan 20. yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eder… Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunur… Ölümünden sonra, defterlerinden, makalelerinden ve ders notlarından seçilmiş birçok yazısı yayınlanmış olmasına rağmen, hayatı boyunca yayınladığı tek kitap, 1921'de Cambridge'de Bertrand Russell'in gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanan ‘’Tractatus logico-philosophicus’’ isimli eseridir. (Türkçede; Tractatus logico-philosophicus, Ludwig Wittgenstein, çeviri: Oruç Aruoba, YKY, İstanbul 1996) (Tractatus Logico-Philosophicus, Ludwig Wittgenstein, Metis Yayınları, 2008)

Kendisine doktorasını sağlayan Tractatus'un yayınlanmasıyla felsefenin bütün problemlerini çözdüğüne inanır, çalışmalarını bırakır ve ilkokul öğretmenliği, bir manastırda bahçıvanlık ve kızkardeşinin Viyana'daki evinin mimarlığı gibi çeşitli işlerle ilgilenir.

Daha sonra, 1929'da, Cambridge'e dönerek bir öğretim görevi üstlenir ve daha önceki çalışmalarını gözden geçirir.

Verdiği unutulmaz konferanslardan birinde, Karl Popper'i uzun bir maşayla tehdit eder.

Birinci Dünya Savaşı sırasında en tehlikeli görevlere gönüllü olarak katılır. Korkunun, dünya üzerindeki varlığımız hakkında yanlış düşünmemizden kaynaklandığı inancındadır. Siperlerde Tolstoy'u, Schopenhauer'ı ve Nietzsche'yi okur.

Norveç'te tek başına iki yıl yaşama kararından sonra onu caydırmaya çalışan Russell'a, ‘’akıllı insanlarla konuşarak akıl fuhuşu yaptığı’’ karşılığını verir. "Orada karanlıklar içinde kalacağını söyledim," diye anlatıyor Russell, O da bana ‘’ışıktan nefret ettiğini’’ söyledi. Bunun üzerine, ona ‘’deli olduğunu’’ söyledim, o da bana: ‘’Tanrı beni zihin sağlığından korusun!’' diyerek karşılık verdi diye anlatır Russell.

Ölümünden sonra yayınlanan ikinci şaheseri ''Felsefî Soruşturmalar'' ile zirvesine ulaştığı yeni bir felsefî yöntem ve lisan anlayışı geliştirir. (Felsefi Soruşturmalar, Metis Yayınları, 2007)

İngiliz yönetmen Derek Jarman tarafından Ludwig Wittgenstein’ı anlatan ‘’Wittgenstein’’ isimli bir filmi yapılmıştır. İrlanda asıllı İngiliz edebiyatçı ve yazar Terry Eagleton, ‘’Azizler ve Âlimler’’ adlı romanında (Agora Kitaplığı, İstanbul, 2003) Wittgenstein'ı karakter olarak canlandırır ve romanda Bertrand Russell ile olan tartışmalarına yer verir. Wittgenstein’i en iyi anlatan Ray Monk’un ‘’Wittgenstein, Dâhinin Görevi’’ isimli 848 sayfalık biyografik eseridir. (‘’Wittgenstein, Dâhinin Görevi’’, Ray Monk, Kabalcı Yayınevi, 2005)

Wittgenstein’in görüşleri

Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirgeyen Wittgenstein'ın düşüncesinin merkezinde, dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme problemi vardır. Ona göre, dili kullanma, dili anlama, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan dokudur.

Wittgenstein bu bağlamda iki temel sorunun gündeme geldiğini söyler: Dilin dünyayla olan ilişkisi nedir? Dilin düşünceyle olan ilişkisi neden meydana gelir?

Wittgenstein bilginin temelinde mantığın olduğunu ve bilginin sınırlarını da yine mantığın belirlediğini söyler. Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Wittgenstein’in dil üzerine diğer görüşleri de şu şekildedir;

"Dil, yalnızca taşıt değil, aynı zamanda şofördür."

"Dil, yollardan oluşan bir labirenttir. Bir yönden geldiğinde yolunu bilmektesindir; aynı yere başka bir yönden geldiğindeyse yolunu kaybetmişsindir artık."

"Dil dünyayı resmeder."

Çevresine verdiği şu tavsiyeler unutulmaz;

‘’Bir başkasının derinlikleriyle sakın oynama!"

"İnsan, kafasının içini boş şeylerle doldurmamalı."

‘’Felsefe alanında yarışı kazanan, en yavaş koşmasını becerebilen kişidir. Ya da: Varış noktasına en son ulaşan kişidir. Filozofların birbirlerini şöyle selamlamaları gerekir: `Ağırdan al!' "

‘’Felsefe üzerinde çalışmak, insanın öncelikle kendi üzerinde çalışması anlamına gelir. İnsan hangi noktaya erişmişse, ancak o düzeyde yazabilir.’’

‘’Kendi yaşamını düşünmek ya da düşünmeye çalışmak, mantık problemlerini çözmekten hem daha zor, hem daha dürüst bir davranıştır. Bir insan bile olamadıktan sonra, mantıkçı olmak neye yarar?"

‘’Ün peşinde koşma özlemi, düşüncenin ölümüdür.’’

Şimdi Wittgenstein’ın tek eseri olan ‘’Tractatus’’u analatabilirim…

Tractatus Logico-Philosophicus

Girişte bahsettiğim gibi Wittgenstein’ın tek eseri olan ‘’Tractatus’’ 1921'de Wittgenstein Cambridge'de Bertrand Russell'in gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanır. Bu eserin başına da Bertrand Russell bir giriş yazısı yazar… 

Bertrand Russell'in Tractatus için yazdığı bu giriş yazısı Tractatus’un bütün orijinal baskılarında bulunurken ne yazık ki Oruç Aruoba’nın çevirisini yaptığı baskılarda bu giriş yazısı yer almaz. Oruç Aruoba’ya göre bunun nedeni de Wittgenstein’ın, Bertrand Russell'in bu giriş yazısını beğenmemiş olmasıdır…

Neyse gelelim Tractatus’a…

Tractatus’u anlatırken felsefî bir kavramı anlatmada tercümenin yetersiz kalacağını düşünerek Wittgenstein’in orijinal Almanca sözlerini de parantez içinde yazdım. Zaten kitap sayfalarının da bir tarafı Türkçe diğer tarafı kitabın orijinal haliyle Almancadır. Almanca bilenler Almancasından takip ederlerse Wittgenstein’i daha iyi özümseyeceklerdir.  

Tractatus, felsefenin belirli bir dönemine son noktayı koyar; filozofun kendine göre bile, felsefe "tükenmiştir" artık. Çünkü "üzerinde konuşulamayan konusunda ‘’susulmalı"dır. Bu ifade Tractatus'ta son cümledir.

Tractatus bu cümleyle biter; "üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı."

Tractatus'un girişindeki cümle de şu şekildedir; "Dünya şeylerden değil, olgulardan oluşur."

Wittgenstein, Tractatus’un önsözüne şöyle başlar;

‘’Bu kitabı belki de bir tek, içinde dilegelen düşünceleri –  ya da benzer düşünceleri – kendisi de zaten bir kez düşünmüş birisi anlayacak.’’ (Dieses Buch wird vielleicht nur der verstehen, der die Gedanken, die darin ausgedrückt sind – oder doch ähnliche Gedanken – schon selbst einmal gedacht hat.)

‘’Kitabın bütün anlamı, şuna benzer bir sözde toplanabilir: Söylenebilir ne varsa, açık söylenebilir; üzerine konuşulmayan konusunda da susmalı.’’ (Man könnte den ganzen Sinn des Buches etwa in die Worte fassen: Was sich überhaupt sagen lässt, lässt sich klar sagen; und wovon man nicht reden kann, darüber muss man schweigen.)

Tractatus’ta Wittgenstein kısaca şunları söyler;

‘’Toplam gerçeklik dünyadır.’’ (Die gesamte Wirklichkeit ist die Welt.)

‘’Olguların tasarımını kurarız.’’ (Wir machen uns das Bilder der Tatsachen.)

‘’Tasarım bir olgudur.’’ (Das Bild ist eine Tatsache.)

‘’Tasarım, gerçekliğin bir taslağıdır.’’ (Das Bild ist ein Modell der Wirklichkeit.)

‘’Olguların mantıksal tasarımı, düşüncedir.’’ (Das logische Bild der Tatsachen ist der Gedanke.)

"Bir olgu bağlamının düşünebilir olması" şu demektir: Biz onun bir tasarımını kurabiliriz. (‘’Ein Sachverhalt ist denkbar’’ heisst: Wir können uns ein Bild von ihm machen.)

‘’Doğru düşüncenin toplamı, dünyanın bir tasarımıdır.’’ (Die Gesamtheit  der wahren Gedanken sind ein Bild der Welt.)

‘’Düşünce, düşündüğü olgu durumunun olanağını içerir.’’ (Der Gedanke enthält die Möglichkeit der Sachlage, die er denkt.)

‘’Düşünülebilir olan, olanaklıdır da.’’ (Was denkbar ist, ist auch möglich.)

 ‘’Mantıksız olan hiçbir şeyi düşünemeyiz, çünkü o zaman mantıksız düşünmemiz gerekirdi.‘’ (Wir können nichts Unlogisches denken, weil wir sonst unlogisches denken müssten.)

‘’Düşünce anlamlı tümcedir.’’ (Der Gedanke ist der sinnvolle Satz.)

‘’Tümcelerin toplamı dildir.’’ (Die Gesamtheit der Sätze ist die Sprache.)

‘‘Dil düşünceyi örter.‘‘ (Die Sprache verkleidet den Gedanken.)

‘‘Bütün felsefe dil eleştirisidir.‘‘ (Alle Philosophie ist Sprachkritik.)

‘‘Düşünülebilir herşey, açık düşünülebilir. Söylenebilir herşey, açık söylenebilir.‘‘ (Alles was überhaupt gedacht werden kann, kann  klar gedacht werden. Alles was sich aussprechen lässt, lässt sich klar aussprechen.)

‘‘Gösterilebilir olan, söylenemez.‘‘ (Was gezeigt werden kann, kann nicht  gesagt werden.)

‘‘Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını imgeler.‘‘ (Die Grenzen meiner Sprache bedeuten die Grenzen meiner Welt.)

‘‘Düşünemediğimizi, düşünemeyiz; o zaman, düşünemediğimizi söyleyemeyiz de.‘‘ (Was wir nicht denken können, das können wir nicht denken; wir können also auch nicht sagen, was wir nicht denken können.)

‘‘Ben dünyamım.‘‘ (Ich bin meine Welt.) (Der Mikrokosmos) (Bu noktada Wittgenstein; Abderalı Demokritos, Giordano Bruno, Muhyiddin ibn-i Arabî ile aynı safta yer alır.)

‘‘Gördüğümüz her şey başka türlü de olabilirdi.‘‘ (Alles, was wir sehen, könnte auch anders sein.)

‘‘Betimleyebildiğimiz her şey başka türlü de olabilirdi.‘‘ (Alles, was wir überhaupt beschreiben können, könnte auch anders sein.‘‘

‘‘Dünyanın nasıl olduğu değildir gizemli olan; olduğudur.‘‘ (Nicht wie die Welt ist, ist das Mystische, sondern dass sie ist.)

‘‘Gizem yoktur.‘‘ (Das Rätsel gibt es nicht.)

‘‘Bir soru sorulabiliyorsa, yanıtlanabilir de.‘‘ (Wenn sich eine Frage überhaupt stellen lässt, so kann sie auch beantwortet werden.)

‘‘Üzerinde konuşulmayan konusunda susulmalı.‘‘ (Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.) Bu cümle Wittgenstein’in Tractatus’taki son cümlesidir, Tractatus bu şekilde biter.

Görüldüğü gibi Tractatus'un tamamı kısa ve öz cümlelerden oluşmuştur. Wittgenstein, bütünüyle işte bu sözlerdedir.

‘‘Üzerinde konuşulmayan konusunda susulmalı.‘‘ Bu söz sıradan bir söz değildir. Günümüzü yaşayınca insan Wittgenstein’i daha iyi anlıyor...

Osman AYDOĞAN

 




Türkiye’nin Nietzsche’si: Oruç Aruoba

22 Haziran 2020

Avusturyalı filozof Ludwig Josef Johann Wittgenstein (1889 - 1951) dili felsefenin merkezine oturtan 20. yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eder… Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunur…

Türkiye’de Wittgenstein’ı tanıyan herkes büyük bir çoğunlukla çevirmen, yazar, şair ve felsefeci Oruç Aruoba vasıtasıyla tanımıştır. Çünkü Wittgenstein’in tek eseri  ‘’Tractatus Logico-Philosophicus’’ (YKY, 1996) Oruç Aruoba tarafından çevrilmiştir. Oruç Aruoba aynı zamanda ülkemizdeki nadir Wittgenstein uzmanlarından birisidir… Ben ise Oruç Aruoba’yı tersten tanıdım… Avusturya’da tanıdığım Wittgenstein’ı Türkçesini okumak için ararken, malum ki felsefi kitapları aslından okumak oldukça zordur, çevirmen Oruç Oruoba’yı tanıdım…

Bu yazımda sizlere kısaca; Türkiye’de felsefe yapan, felsefi metinleri okuyan, üzerinde düşünen ve onları anlayan Türkiye’nin önemli ve ender düşünce insanlarından birisi olan Oruç Aruoba’yı tanıtmak istiyorum…

Hayatı

Oruç Aruoba, 1948 yılında Karamürsel'de doğar… TED Ankara Koleji'ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesinde psikoloji lisans ve yüksek lisansını tamamlar. Yine Hacettepe Üniversitesi'nde felsefe bilim uzmanı olur ve felsefe bölümünde doktorasını yapar. Prof. Dr. İoanna Kuçuradi ve Bilge Karasu’nun öğrencilerinden birisi olur. Aynı üniversitede öğretim üyeliği yapar (1972-1983). Bu süreçte, Almanya’da Tübingen Üniversitesi'nde felsefe semineri üyeliği (1976-1977) ve 1981 yılında Victoria Üniversitesi (Wellington - Yeni Zelanda) konuk öğretim üyeliğinde bulunur. Akademisyen olarak başladığı kariyerine yazar, şair ve felsefeci olarak devam eder. Çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yapar. Birçok dergide yazı ve çevirileri yayınlanır… Felsefe kitaplarının yanı sıra şiir ve şiirsel metinlerinden oluşan kitaplar yazar… Aruoba, Felsefe Sanat Bilim Derneği'nin her yıl düzenlediği "Assos’ta Felsefe" etkinliklerine de konuşmacı olarak katılır…

Oruç Aruoba, uzun yıllar öğretim görevlisi olarak çalıştığı Hacettepe Üniversites'nden genç denebilecek bir yaşta 1983 yılında 12 Eylül kurumu olan YÖK'ü protesto ederek ayrılır… Ankara'dan İstanbul'a taşınır. Ancak felsefeden kopmaz... Yazar ve çevirmen olarak hayatına devam eder.. Aforizmalara dayalı felsefi metinleri oldukça başarılı bir şekilde kaleme alarak Türkiye'de pek çok okura ulaşır. Yıllar sonra İstanbul'u da terk edip İzmir'e yerleşir vefat edene kadar orada yaşar.

Çevirileri

Oruç Aruoba; Hume, Nietzsche, Kant, Wittgenstein, Rainer Maria Rilke, Hartmut von Hentig, Paul Celan ve Matsuo Bashō gibi düşünür, yazar ve şairlerin eserlerini Türkçeye kazandırır. Bunlar içerisinde David Hume’un “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma” (Say Yayınları, 2020), Friedrich Nietzsche’nin “Deccal” (İthaki, 2008) ve girişte bahsettiğim Ludwig Wittgenstein’ın “Tractatus Logico-Philosophicus” (YKY, 1996) eserleri en bilinen tercüme eserleridir. Felsefi eserlerin tercüme zorluğundan bahsetmiştim. Felsefi eserleri tercüme etmek bir yana yine Avusturya’da tanıdığım 20. yüzyılın başında Alman lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden Rainer Maria Rilke’nin şiirlerini tercüme etmek bugün Almanca biliyorum diyen her babayiğidin harcı değildir… 

Aruoba hem Türkiye’de bir Nietzsche ve Wittgenstein uzmanıdır hem de Türkiye’nin Nietzsche’sidir. Türkiye’de Wittengstein, Rilke ve Nietzsche uzmanı tek felsefecidir dense yeridir…

Şair Oruç Aruoba

Aruoba, aynı zamanda Japon edebiyatı kökenli bir şiir türü olan ‘’haiku'’nun (kısa şiir), Türk edebiyatındaki temsilcilerinden de biridir… Aruoba şiirlerinde kendine özgü olarak üslup ve noktalama işaretleri kullanır…

Murathan Mungan kendisi için şöyle söylerdi: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin." Murathan Mungan’ın söylediği gibi Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen, içimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatan ve kelimelerle dans eden bir düşünürümüzdür Oruç Aruoba…

Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdir aynı zamanda Oruç Aruoba…

12 Eylül’ün eğitim ve düşün dünyasına olan etkisi üzerine

12 Eylül ile başlayıp, 1982 Anayasası ile desteklenen ülkenin depolitizasyonu sürecinde felce uğratılan, daha sonra iktidara gelen yönetimlerce de düzeltilmeyip daha da kötürüm hale getirilen eğitim sistemimizin ve düşün dünyamızın ne hale geldiğini, düşünen beyinler yerine bir nasıl uyuyan ve uyudukça da uyuşan beyinler yetiştirildiğini ‘’Plan-pr.com'’ İnternet sitesinden İpet Altınay ile yaptığı söyleşide şöyle anlatıyordu Oruç Aruoba:

"Ben üniversitede hoca iken (12 Eylül öncesi) çok başka bir süreç vardı. Liseden yollarını bulmuş olarak geliyorlardı. Bulduklarını sanarak geliyorlardı. Tek yol devrim, tek yol İslam, tek yol bilmem ne, diye geliyorlardı. Bizim üniversitedeki işimiz de büyük çapta kafaları temizlemek oluyordu. Tek yol yoktur, diye uğraşıyorduk. 12 Eylül'den sonra bomboş kafalar geliyor. Bence Türk toplumu 12 Eylül'den şöyle bir sonuç çıkardı: Bunlar ne yaptılar? Düşündüler. Düşününce ne yaptılar? Bir ideolojiye sahip oldular. Bir ideolojiye sahip olunca ne yaptılar? Başka türlü düşünenleri öldürmeye başladılar. O zaman geriye dönelim. Düşünme. Düşünürsen ideolojin olur, ideolojin olursa öteki ideolojiden olanları öldürürsün. Bu da çıkar yol değil. Sonu yok. Vazgeç. Böylece düşünmekten vazgeçtik."

Günümüz anlamak için bu tespit üzerinde iyice düşünülmelidir diye değerlendiriyorum.

Eserleri

Oruç Aruoba’nın eserleri ağırlıklı olarak Metis yayınlarınca yayınlanır. Aruoba’nın eserleri şunlardır: ‘’Tümceler, Bir Yerlerden Bir Zamanlar’’ (1990),  ‘’De ki İşte’’ (1990), ‘’Yürüme’’ (1992), ‘’Hani’’ (1993), ‘’Ol/An’’ (1994), ‘’Kesik Esin/tiler’’ (1994), ‘’Geç Gelen Ağıtlar’’ (1994), ‘’Sayıklamalar’’ (1994), ‘’Uzak’’ (1995), , ‘’Yakın’’ (1997), ‘’Ne Ki Hiç’’ (1997), , ‘’İle’’ (1998),  ‘’Çengelköy Defteri’’ (2001), ‘’Zilif’’ (2002), ‘’Olmayalı’’ (2003), ‘’Doğançay'ın Çınarları’’ (2004), ‘’Benlik’’ (2005) ve ‘’Meşe Fısıltıları’’ (2007)

Oruç Aruoba’nın kitaplarından alıntılar

Oruç Aruoba’nın bahsettiğim bu kitaplarından bazı alıntılar veriyorum… Ancak bu alıntılar Aruoba’nın şiirlerinden kısa bölümlerdir… Bu alıntıları okuyunca kendi kendinize soracaksınızdır muhtemelen: ‘’Ben mi Oruç Aruoba’yı okudum yoksa oruç Aruoba beni mi yazdı?’’ 

Sözü Oruç Aruoba’ya bırakıyorum…

Çengelköy Defteri

‘’İki çakmağım var: birisinin gazı bitmiş ama hâlâ çakıyor; ötekinin taşı bitmiş ama hâlâ gazı var: Çakanıyla gazı olanını yakıyor; sigaramı öyle yakıyorum.
— hep bir ayarlama ve uyarlama değil mi ki zaten, yaşam?’’

Zilif

"Dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum,
uyuşamadık.
Hepsi bu."

***
‘’Her şeyden vazgeçerim, ne isem o olmaktan vazgeçmem. Uyuşmazlığımı mazur görün ya da görmeyin..’’

***
"...İnsan olan insan çok az, bunu anladın bunca yıl sonra; bir de şunu: İnsan insan oldu mu, acı çeker..." 

***
Garip işte: Beni tanımaya en çok o ‘tanımayanlar’lar yaklaştı...”

***
“Ama beni tanımalarını en çok istediğim kişiler, beni en çok yanlış anlayan onlar oldular.” –

Benlik

''Yengeç, suda yaşar; ama yüzme bilmez – suyun içinde, yürür.''

Yakın

"Ateş
yakabileceği her şeyi
yakana dek
yanar-
ancak o zaman
söner..."

***

"Ateş yakan, yeri ve zamanı gelince,
ateşini söndürme koşullarını da düşünmeli ve bilmelidir.

Ateş yakmayı bilmek,
ateş söndürmeyi bilmeyi de
gerektirir."

Tümceler

“Gelmeyeceğini bildiğini beklemen, 'bilgelik sevgin' idiyse, ve, geleceğini bildiğini beklemen, 'sevginin kendisi' idiyse; işte, gelmek üzere yolda olduğunu söylemek için arayanı beklemen de, 'mutluluk'tur...”

***
‘’Ne çok yol, ne az varış.’’

Olmayalı

 “Yaşamın anlamını arayıp arayıp –hep bulduğunu sanıp, hep bulamadığını anlayıp– hep yeniden araman, doğrudur: yaşamın anlamı tam da odur işte: hep arayıp arayıp —-bulduğunu sanıp, bulamadığını anlayıp– hep yeniden aramak zorunda olduğun..

o'dur, anlamı, yaşamının.”

Hani

"Kendi olarak, sana gelen-
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen-
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen-
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan- -
o, işte..."

***
İşte, bak:
Gidiyor o tekne-
Kimseyi getirmemişken.

***
“Ayırd edemiyorum
İçimdeki kıpırtılarla
Dışımdaki tangırtıları;
Yaptıklarımsa, hep yanılgılardan;
Yanılgılar.”

***
‘’Birleştiremiyorum
içimdeki kopukluklarla
dışımdaki bozuklukları;
yazdıklarımsa, hep yansılardan;
Yansılar.’’

***
‘’Hayal ile gerçeklik ilişkisi, bir güçlülük ilişkisidir: Hangisi daha güçlüyse, öteki, ona boyun eğer.’’

***
‘’Gerçeklerin bilinmesinin acı payını, hep hayaller öder.’’

***
"Gerçeklerle baş etmenin en iyi yolu, hayal kurmaktır."

***
‘’Felsefe, kişinin baş edemediğiyle boğuşmasıdır.’’

***
"Felsefe direnmektir, dünyaya."

***
"Yaşamında en zor işin, kendi yolunu yürümek olacak
-ve, ilişkin olan, önem ve değer verdiğin kişilere, bunu anlatmak:
Yaşamını, yaşadığın kadarıyla, yalnızca senin yaşamın olduğunu, aynı şeyin onlar için de geçerli olduğunu; ilişkide olmanın da, bu temel gerekliliği engellemediğini,
engellememesi gerektiğini...
Ama anlatamayacaksın ki..
- Çünkü, daha kendini bile gereğince anlamamış olacaksın bunu.."   

Uzak

"Kişinin yaşamı, uzaklıklar ile yakınlıklar arasında yürür.
Kişi ne yaparsa yapsın, hep, ya bir şeylere birilerine yaklaşıyor, ya da bir şeylerden birilerinden uzaklaşıyordur. -hiçbir zaman, bir yerde- birileri ile birlikte duruyor değil: hep yürüyor..."

***
‘’Sevgi, özleminin kaynağı değil;
özlem; sevginin ölçüsüdür.

Sevdiğini bilmen, özleyebilmendir.

Ancak özlediğini bildiğin, sevebildiğindir. Sevdiğindir.

Özlem, sevgi değil;
Sevgi, özlemdir.’’

***

"Tavşan besleyen, havuç da yetiştirmelidir."

***
"Özlem: bir yanına bir şeyler yazılmış bir katlı kâğıdın yırtılmış yarısındaki boşluk gibi.’’

***
‘’Özlem, örneğin işitmeyeceğini bildiğin birine-yalnızca ona; ama kendi kendine-neredesin? diye seslenmendir.’’

***
‘’Özlem her şeyi yakandır. Ancak da her şeyi yaktığında özlemdir.’’

***
"Özlem, görememenin yorgunluğudur..."

***
‘’Özlem, uzaklığın ayıramadığıdır.
Özlem, uzaklıkta ayrılmamışlıktır.
Özlem, ayrılmamış uzaklıktır.
Özlem, ayrılamayan uzaktalıktır.’’

***
"Özlem, dilektir.

Lütfen bu gece üşümesin.
Lütfen bu gece acılanmasın.
Lütfen bu gece rahat uyusun."

***
‘’Özlem ile acı arasında da garip bir ilişki vardır:-

Özlem, fazlaca güçlü olunca da acı payı yükselir, azalmaya
yüztutunca da — özleyen,
çoğalan özleminin acısını da çeker;
özleminin azalmakta olmasının da…

Özlem, çok da olsa, az da;
hep, acılıdır.’’

***
"Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin.’’

***
“Yalnızca içteki yakındır; başka her şey uzak.’’

İle

"İnsanca özlemler dünyaya uymuyorsa, bozuk olan dünyadır; insanca özlemler değil."

***

"Sevgi, iki insanın birbirlerinin yüzlerine bakmaları değil, birlikte aynı yöne bakmalarıdır."

***
‘’Güvensizlik, naftalinlenmemiş yünlünün içine giren güve gibi (...) delik deşik eder ilişkiyi.’’

***
"Sen
karanlık beynimin aydınlık köşesi
siyah düşüncelerimin beyaz döşeği
pırılpırılsın
burada.

Ben
ışıklı yolunun karanlık köşesi
beyaz düşlerinin siyah döşeği
kapkarayım
orada."

***
"Bitirmek istemiyorum; ama, belki, sürdürdüğüm, bitmiş bir şeydir"

***
Hayalden gerçekliğe giden yoldaki adımı atmadın —— ‘Kaçtım’ dedin...’’

***
‘’Her insan bir uçurumdur.’’

***
'' Uçurumun karşılıklı iki yakasından, aynı anda, atlamak; dibi boylarken de, ortada, bir kısa an, elele tutuşmak...
Kim bilir, belki de her ilişki, zaten, böyledir...''

Yürüme

"Kişinin kendi üzerine soruları arttıkça, yanıtları azalır. (-zaten tersi doğru değil mi: kendi üzerine bütün yanıtları 'bilen' kişi, kendini hiç sorgulamamış kişi değil mi -yani insanların çoğunluğu...)"

***
“Yapmadıklarımız, yapmak istemediklerimizdir, yapamadıklarımız da, yapmak istediklerimiz.”

***
"Bütün dert; ötekilerle bir arada yaşamak zorunda olup, bir arada yaşamaya dayanamamızdadır."

***

“Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir.”

***
"Yol iki yer arası değildir; yer iki yol arasıdır."

***
‘’Yalnızlık, en içimizdedir.’’

***
"Ancak kendi yerini yerinden eden, yeni bir yola çıkabilir."

***

"Yolu yapan, yola çıkma edimidir.’’

***
‘’Yolu,
yürüyen bilmez;
açan bilir."

***
“Yeri yalnız kendi yeri,
yolu yalnız kendi yolu
olan kişi, ne yerinde ne yolunda,
başka kişilere rastlamayacaktır.
- rastladıkları da, hep, onun
ne yerini ne yolunu anlayanlar
olacaktır.”

***
“Kişi kendi yerini bir kez yitirmeyegörsün -
artık, her yer, girip çıkabileceği
-çıkmak üzere girebileceği -
bir yer haline gelir.”

***
“Kişiyi yapan, bilinçtir;
ama kişi bilinçle yaşayamaz
—onunla, ancak, ölür...”

***
‘’Yol, kendine bir yer bulamamış
kişinin özlemidir.
Kendi yerini yerleşiklikte
bulamayan kişi,
onu yolculukta arar.’’

***
‘’Yerini yitiren kişi,
yola çıkmak zorundadır.’’

***
‘’Kişi, yoldaş diye,
ancak kendi ulaşabildiği yerlere varabilecek,
daha ileriye yürüyemeyecek kişiler seçiyorsa,
kendisi de duruyor demektir... (Oysa:

‘...daß Andere sie aufnehmen
und fortsetzen ... mögen ... kommen
und weiterfliegen ...
und es besser machen ...’)’’

***
‘’— en büyük tehlike, huzurlu yerdir:-
Mezardır orası...’’

***
‘’Belirli bir yol arayan kişi için en büyük
tehlike, o yolu bir yerde durarak, 'bakarak'
arayabileceğini (hatta, bulabileceğini)
sanmasıdır — çünkü, yollar bulunmaz:
yürünür; yerlerde ise, olsa olsa, durulur
— onlar, bulunur; artık, yürünmez...
Yola çıkacak kişinin aşması gereken
ilk ve en önemli engel,
kendi yerleşikliğidir :
kendi yeri
— kendisidir...’’

Ol / An

‘’Sözcükler gelip geçiyor içimden
anlamsızlığa doğru,
eylemler geçip gidiyor elimden
çaresizliğe doğru.’’

***
‘’Buradayım:
Yüzyıl oldu.
Önümden geçen yol
tıkandı,
Çevremdeki bahçeler
daraldı,
içimde yaşayan insanlar
azaldı:
Yalnızlaştım.’’

***
‘’Gidiyorsun:
Bütün kendimi göndersem seninle
Götürür müsün?’’

De Ki İşte:

"Yaşamında, en çok yakınlaşma isteği duyacağın kişiler,
senden uzaklaşma gereksinimini en çok duyan kişiler
olacaklar. "

***
Yaşam geçiştirdiğin bir şey olacak
-içinden geçtiğin; geçtikçe geciktirdiğin;
sonra da, geçip gitmesine izin verdiğin bir şey...

***

"Felsefe, çalkantılardan çıkan dinginlik umudu;
huzursuzluklardan çıkan huzur umududur. "

***
"Ne beklediğini bilerek -ama, beklemeden- yaşayacaksın: en çok beklediğinin de, gelse bile birgün, hiç bir zaman beklediğin anlamda gelmeyeceğini bilerek...

Yaşamın bir bekleme olacak -ama, beklemeden yaşayacaksın.

Yaşamın, beklediğinin gelmemesi - ki, işte :
senin de, gelmeyeceğini bildiğini beklemen
olacak.”

***
"Yalnızca neyi aradığını bilmeden yaşamakla kalmayacaksın,
bulduğunda, aradığının o olup olmadığını da bilmeyeceksin."

***
‘’Yaşamında genel çizgilerinde, üç tür 'şey'le karşılaşacaksın:-

1. Gelip geçmiş şeyler
2. Gelip geçmemiş şeyler
3. Gelmeyip geçmiş şeyler.’’

***

“Yaşam; sürekli bir yolunu yitirmişlik.”

Oruç Aruoba bu kitabında ölüm hakkında şunları yazar:

‘’– Felsefe, hep yeniden, sürekli,
ölüme gelip dayanan, dayanacak,
dayanması gereken yaşam biçimidir.
Felsefeyi yaşam biçimi edinen
kişi içinde, her yer barınılmaz,
her yol çıkmaz, her yön olanaksız,
her yük ezici– her anlam boştur—
Çünkü ölüm vardır.’’

***
‘’Yaşam yitim acısıdır.
Yaşamak, yitirmenin
acısını çekmektir.

Ölüm yitmekse,
yaşam da yitirmektir.’’

***
‘’Yaşadıklarımız öldürdüklerimizdir.
Yaşam, yaşayan insanın kendinden kaçmasıdır;
Çünkü onun ” en-kendi-olduğu” ölümdür
yaşamı da, bunun bir değillemesi yalnızca.’’

***

‘’Yaşam, ölümü değillemekle, temelde, kendini
değiller, çünkü yaşamın anlamı, ölümde temellenen bir anlamdır-
başka bir anlam da yoktur.
Anlam, ölümdür.’’

***

‘’Ölümle 'sona eren' yaşamın kendisidir; anlamı değil.’’

***

‘’Ancak ölümü unutmayan; onu bir anlam temeli olarak, kendi dayanağı olarak,
sürekli canlı tutan bir yaşamdır,
anlamlı yaşam.’’

***
‘’Yaşamın sana açıkça söyleyebileceği tek şey ölümdür. Öyleyse, yaşamın tek açık anlamı, ölümdür."

***
"Ölüm ters anıdır; yani anı olmayacak şeydir - ölüm, anımsanamayacak tek yaşantıdır.."

***
"Yaşamakta olmanın bilincini sağlayan,
ölüm bilincidir.
Ölümü bilmeyen yaşam,
yaşam değildir.
İnsanı yaşatan ölümdür.
Ölüm kişiyi yaşatır."

***
‘’İnsanların çoğunluğu, yaşamlarını anlamsız yaşıyorsa,
pek ender bir azınlığı, ölümlerini yaşayarak,
yaşamlarını da anlamlı yaşıyor.’’

***
‘’Kişi, ölümden sonra geri kalandır.’’

***
"İnsanı yaşatan ölümdür."

***
"Yol bitmez.
insan ölür,
o yolun bir yerinde kalır.."

***
"Olgunluğun muştucusudur ölüm :
o gelince olgunlaşma sonra erer
—olgunluk gerçekleşir."

***
"Yaşam ne denli gecikirse geciksin,
ölüm hep zamanında gelir.
ölüm gecikmez."

Olgunluğun muştucusuydu ölüm

Öyle oldu, tıpkı Aruoba’nın yazdığı gibi oldu: Yaşam ne denli gecikirse geciksin, ölüm hep zamanında gelirdi, ölüm gecikmezdi… Olgunluğun muştucusuydu ölüm: o gelince olgunlaşma sonra ererdi, olgunluk gerçekleşirdi…

Öyle de oldu, tıpkı Aruoba’nın yazdığı gibi oldu: Olgunluk gerçekleşti, ölüm gecikmedi… 31 Mayıs 2020 günü ajanslara bir haber düştü: Oruç Aruoba vefat etti diye…

Öyle de oldu, yol bitmedi, Aruoba öldü, o yolun bir yerinde kaldı…

Cemal Süreya'nın vefatından sonra, "bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır" demişti Oruç Aruoba...

Öyle de oldu, dünyada görülecek şeyler şimdi biraz daha azaldı…

‘'Hayatın bütün esrarını çözdüğün vakit ölümü arzularsın. Çünkü o da hayatın sırlarından biridir’’ derdi Halil Cibran…

Öyle de oldu, sanırım Oruç Aruoba da hayatın bütün esrarını çözüp ölümü arzuladı…

Bir bilge kişileri öldüğünde Afrika yerlileri ‘'kütüphanemiz yandı'’ diye ağıt yakarlarmış…

Öyle de oldu, kaybettiğimiz her bir şairimiz / yazarımız / bilim insanımız için ben de ''bir sözlüğümüz daha yandı'’ diye ağıt yakıyorum…

Bir şiirinde şöyle derdi Oruç Aruoba:

"Her şeyi yazarım da
zamanı yazamam -
o yazar çünkü
beni.’’

Öyle de oldu, Oruç Aruoba bir tek zamanı yazamamıştı. Şimdi zaman onu yazıyor…

Oruç Aruoba yine bir şiirinde şöyle derdi:

"Nedendir
bilemiyorum;

sana bakınca
kendimi görüyorum,

sana gelirken
kendimden gidiyorum

senden giderken
kendime gelemiyorum..."

Öyle de oldu Oruç Aruoba, Türkiye’nin Nietzsche’si, senden giderken biz kendimize gelemiyoruz…

Allah rahmet eylesin…

Bir iyi insan daha bir iyi ata binip gitti…

Osman AYDOĞAN

Babalar Günü

21 Haziran 2020

Önce bir hikâye

80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.

Yaşlı baba kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: '’Bu ne oğlum?'’ Oğlu şaşkın, cevapladı: '’O bir karga baba.'’

Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: ‘'Bu ne oğlum?'’ Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: '’Baba, o bir karga.’'

Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: ‘'Bu ne?'’ Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: '’O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?'’

Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: '’Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?'’

Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.

'’Bugün üç yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.'’

Hikâye bu kadar... Sanırım üzerine bir şey söylemeye gerek yok....

Kutsal Kitap'tan bir ayet

‘'Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara 'öf' bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.’' (İsra, 23)

Yazılarım şiirsiz olmaz biliyorsunuz. İşte size Can Yücel'in güzel bir şiiri:

Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim...

''Hayatta ben en çok babamı sevdim 
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk 
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek- 
Nasıl koşarsa ardından bir devin 
O çapkın babamı ben öyle sevdim

Bilmezdi ki oturduğumuz semti 
Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi! 
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi 
Atlastan bakardım nereye gitti 
Öyle öyle ezberledim gurbeti

Sevinçten uçardım hasta oldum mu 
40'ı geçerse ateş, çağrırlar İstanbul'a 
Bir helalleşmek ister elbet, diğ'mi, oğluyla! 
Tifoyken başardım bu aşk oyununu 
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu

En son teftişine çıkana değin 
Koştururken ardından o uçmaktaki devin 
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için 
Açıldı nefesim, fikrim, canevim 
Hayatta ben en çok babamı sevdim...''

Can Yücel’e sormuşlar; ''Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz, ona olan sevginizi anlatıyorsunuz?'' Can Yücel vermiş cevabını; ''Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim.''

Bana bir masal anlat baba

1993 - 1995 yılları arasında Şevket Altuğ'un başrol oynadığı ‘’Süper Baba’’ dizisinin sözleri Yavuz Turgul ve Cengiz Onural’a, müziği Cengiz Onural’a ait unutulmaz bir şarkısı vardı: ‘’Bana bir masal anlat baba’’. (Müziğin bağlantısını yazımın sonunda veriyorum…)

Tam da o tarihlerde büyük kızım anaokuluna gidiyor, küçüğüm daha ufak… Ve ben o iki yıl boyunca hiç mi hiç evde değildim… Küçüğüm, benim yokluğumda elbiselerime sarılarak ''baba kokusu'' diye bırakmıyor... Aradan yıllar geçiyor, kızlarım liseye giderken ben yine iki yıl boyunca daha yine hiç mi hiç evde değilim… Evdeyken bile zaten eve hep geç gelip erken giderim, hafta sonu dâhil... Geldiğimde uykudalar, giderken uykudalar...

O ayrılıklarda hep bu şarkı gelirdi aklıma: ‘’Bana bir masal anlat baba… Anlatırken tut elimi, uykuya dalıp gitsem bile bırakıp gitme sakın beni.’’ 

Ve şarkı devam ediyor: ''Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun.'' Öyle de oluyor, ben oralardan, uzaklardan geliyorum, bu sefer de kızlar bizleri bırakıp İstanbul'a üniversite okumaya gidiyorlar...

Ve bir gün eşim, evde bir süre kıvrandıktan sonra yut diye elime iki aspirin verip apar topar beni bir taksi ile en yakın hastanenin aciline yetiştiriyor… İlk tetkikler, doktor koşarak yanıma geliyor: ‘’Beyefendi, kalp krizi geçiriyorsunuz, ivedi size anjiyo yapacağız.’’ Zaman zaman bilincimi kaybettiğim operasyonda anjiyo yapıp, bir kalp damarına stend takıyorlar ve beni dört gün boyunca da koroner yoğun bakımda ünitesinde tutuyorlar… Hastaneye yetişen kızlarıma doktor operasyon hakkında bilgi verirken küçük kızım düşüp bayılıyor… Doktor eşime hakkımda sorular soruyor son zamanlarım hakkında.. Eşim; ‘’düğün hazırlığı yapıyoruz, kızımızı evlendiriyoruz’’ diyor…

Bakmayın siz Can Yücel’in ''Hayatta ben en çok babamı sevdim’’ dediğine… Hayatta en çok babalar kızlarını sever, kızlar da babalarını…

''Bana bir masal anlat baba
İçinde tüm oyunlarım
Kurtla kuzu olsun şekerle bal.

Bana bir masal anlat baba
İçinde denizle balıklar
Yağmurla kar olsun güneşle ay.

Anlatırken tut elimi
Uykuya dalıp gitsem bile
Bırakıp gitme sakın beni.

Bana bir masal anlat baba
İçinde tüm sevdiklerim
İçinde İstanbul olsun.''

Hani bugün de ‘’Babalar Günü’’ ya.. Anımsatmak istedim: Aslında her gün ‘’Anneler – Babalar Günüdür’’. 

''Bilmezdi ki oturduğumuz semti, geldi mi de gidici-hep, hep acele işi!!!''

''Bana bir masal anlat baba... Anlatırken tut elimi, uykuya dalıp gitsem bile bırakıp gitme sakın beni...''

''Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun.''

Tüm babaların Babalar Günü kutlu olsun!

Osman AYDOĞAN

Oya Küçümen ve Yeni Türkü: Bana Bir Masal Anlat Baba
https://www.youtube.com/watch?v=fGeGwry1uds




Malaguena Salerosa

19 Haziran 2020

Yıllar yıllar önceydi… Ben de çoooook uzaklardaydım… Dünya ile irtibatım sadece elimdeki el kadar küçücük transistörlü radyomdu. Nasıl çeker nasıl eder di bilmiyorum ama dinleyebildiğim tek kanal da ‘’Uzun dalga 1254 m. Erzurum Radyosu’’ idi… Bu sayfalarda önceleri bu radyodan Erzurumlu sanatçı Raci Alkır’dan dinlediğim ''Tutam yâr elinden tutam’’ ve ‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türkülerini anlatmıştım…

O yıllarda ve oralarda dinlediğim sadece Raci Alkır’ın türküleri değildi… Erzurum Radyosu’ndan geceleri dinlediğim bir radyo programı vardı: Sezen Cumhur Önal’ın hazırlayıp sunduğu '’Latin Dünyası’’ programı… Yıllarca hemen hemen her gece bu radyo programını dinledim… Daha sonra 1985'ten itibaren de yine yıllarca Sezen Cumhur Önal’ın hazırlayıp sunduğu bu sefer de uzun dalga Ankara radyosundan "Müzik Yelpazesi" programını dinledim… İşte zaman zaman bu sayfamda sizlere sunduğum hemen hemen bütün Latin ve Batı müziklerinin temelinde Sezen Cumhur Önal’ın Erzurum ve Ankara radyolarından sunduğu bu müzik programları vardır.

Sezen Cumhur Önal

Bu programlarda Sezen Cumhur Önal’dan aldığım sadece müzik bilgisi değildi… Beni tanıyanlar Türkçeyi düzgün kullandığımı söylerler… Türkçe’min düzgünlüğünü de ben yine Sezen Cumhur Önal’a borçluyum… Sezen Cumhur Önal o müzik programını sunarken aynı zamanda düzgün Türkçesi ve diksiyonu ile de Türkçe dersi verirdi. Zaten kendisine Türkçe kullanımından ötürü TDK tarafından "Türk Dil Kurumu Onur Ödülü" verilmişti.

Sezen Cumhur Önal, "Devlet Sanatçısı" ünvanlıyla onurlandırılmıştı. Ayrıca kendisine Fransa tarafından; Türk-Fransız dostluğuna yaptığı katkılardan dolayı bu ülkenin sanat ve edebiyat alanındaki en yüksek ödülü olan "L'Ordre Des Arts Et Des Lettres" (Sanat ve Edebiyat Şövalyesi Nişanı) ve "Chevalier" unvanı, İtalya tarafından da; Türk ve İtalyan uluslarının geleneksel dostluğunun simgesi olarak "Ordine della Stella della Solidarieta" nişanı ve "Cavalier" unvanı verilmişti…

Böylesi sanatçılar yaşarken adları neden bir güzel sanatlar fakültesine veya güzel sanatlar lisesine verilmez? Veya adları neden İstanbul’un bir caddesine veya yaşadığı sokağına verilmez? Eh, sanatın tukaka edildiği bir memlekette vefa diye bir duygu da ne gezerdi değil mi?

Neyse şimdi Sezen Cumhur Önal’ı anlatmaya kalksam kendisi için ayrı bir yazı yazmam lazım… Şunu demek istiyorum; bendeki Latin Amerika ve Batı müziği bilgisini ben Sezen Cumhur Önal'a borçluyum... Hatta öyle ki kendi kendime, biraz da Cenk Alpan isimli bir arkadaşımın da yardımıyla gitar çalmasını öğrenmiş ve o uzak yerden ayrılırken düzenlenen veda gecesinde gitarımla İspanyol besteci Joaquín Rodrigo'nun ‘’Gitar Konçertosu’’nu çalarak veda etmiştim…

Sezen Cumhur Önal bahsettiğim bu programlarında efsanevi Latin Amerika grubu olan Los Machucambos grubundan çok şarkı çalardı. Bu şarkılardan La Cucharacha, Adios, Comandante Che Guevera, Esperanza ve ve ve ve hiç unutmadığım Malaguena Salerosa aklımda kalmış idi...

Malaguena Salerosa

Malaguena Salerosa şarkısının bağlantısını yazımın sonunda vereceğim ama önce şarkı hakkında birkaç söz söylemek istiyorum… (İspanyol müzisyen Ernesto Lecuona'nın La Malaguena isimli ayrı bir bir şarkısı daha var. Bu şarkı ile karıştırılmamalıdır. Malaguena Salerosa şarkısı epik, Ernesto Lecuona'nın La Malaguena şarkısı ise hareketli flamenkodur. Ancak isim benzerliği yüzünden bu iki şarkı hep biribirine karıştırılır.) 

La Malaguena Salerosa’nın anlamı "zarif Malaga'lı kadın" demektir. Şarkıyı Meksikalı müzisyenler Elpidio Ramirez ve Pedro Galindo 1947 yılında birlikte bestelemişlerdir. Şarkı; bir kere dinledikten sonra bir ömür insanın içinde çalmaya devam eden bir şarkıdır.

Şarkıda İspanya’nın Malaga bölgesinden bir kadına âşık olan fakat çok fakir olduğu için reddedilen bir adam anlatılır. Bu nedenle şarkının İspanyol kökenli olduğu zannedilir ancak şarkı Meksika folk müziğidir. Bugüne kadar yüzlerce defa değişik sanatçılar tarafından yeniden düzenlenerek icra edilmiştir.  Fıkır fıkır, kıpır kıpır, cıvıl cıvıl bir müziktir. Dinlerken yerinizde duramazsınız...

En önemli yorumlarından birisi İspanyol şarkıcı Paco de Lucia’nın 1967 yılında yayınladığı "Dos Guitarras Flamencas en America Latina" albümünde yer alır. Şarkının bambaşka bir yorumu da Fransız pop şarkıcısı Olivia Ruiz'in 2003 tarihinde çıkartmış olduğu ‘’J'aime pas l'amour’’ albümündedir... Olivia Ruiz’in bu yorumda romantizm ve huzur karışımı bir ezgi vardır. Üçlü Latin Amerika grubu Los Panchos da yorumlamıştır. Bir zamanların ünlü Türk asıllı Bulgar caz sanatçısı Yıldız İbrahimova tarafından da seslendirilmiştir.  

Film müziği olarak Malaguena Salerosa

Ancak bu şarkı bir filme o kadar güzel uyarlanmıştır ki! ABD'li film yönetmeni, oyuncu ve iki Oscar ödüllü senarist Quentin Tarantino'nun yönettiği, ilk bölümünün ''Kill Bill: Vol. 1'' adıyla 2003 yılında, ikinci bölümünün de ''Kill Bill: Vol. 2'' adıyla 2004 yılında yayınladığı ABD yapımı bir film vardır. Kill Bill filminde Uma Thurman’ın canlandırdığı  ‘'Gelin’' (The Bride) düğünü sırasında saldırıya uğrar. Kilisedeki herkes öldürülür. O da karnındaki bebeğini düşürür ama hayatta kalmayı başarır. Beş yıl boyunca komada kalan ''Gelin'', bir mucize eseri hayata geri döner. Artık tek amacı vardır: Ona pusu kuran eski patronu Bill ve adamlarını teker teker öldürmek. Bill'i en son öldürecektir. Gelin intikamını almak için yola koyulur. İşte bu şarkı ''Kill Bill: Vol. 2'’de filmin sonundaki sahnelerle çok güzel uyarlanmıştır. Filmdeki bu müziği çoğunlukla Meksika rock, mariachi, ranchera ve Texas rock'n roll müziklerini icra eden Teksas'lı bir grup olan ‘’Chingon’’ seslendirmektedir. Tarantino'nun muhteşem müzik zevkinden bir seçmecedir. Filmde bu eser ne kadar neşeli gözükse de bir o kadar da hüzünlü bir Tarantino filmi şarkısıdır... Bir müzik bir filme ancak bu kadar uyar! Filmin son sahnesinde kalkıp gidemezsiniz... Yerinizde çivilenmiş gibi kalıp bu şarkıyı defalarca dinleme isteği uyanır içinizde...

Malaguena Salerosa

Şimdi gelin, bırakın gamı, kederi, tasayı, kasveti, ülke sorunlarını, Korona’yı... Arka arkaya verdiğim bağlantılarda yer alan Malaguena Salerosa şarkısının bu beş farklı yorumunu dinleyin, hem de görsellerini izleyin!.. (Özellikle ilk sırada verdiğim Chingon grubundan Malaguena Salerosa şarkısının görselini tam ekran yapıp izleyin, kaçırmayın bu sahneyi derim) Hem kulaklarınızın pası hem de gözünüzün perdesi açılsın!... Müzik ruhun gıdasıdır derler ya... Sanırım bu deyime en uygun müziktir Malaguena Salerosa!

Ve şarkı gün boyu, hafta sonu boyu zihninizde takılmış bir plak gibi çalsııııın dursun, size her şeyi unuttursun ve sizi de huzura erdirsin! Hani derdi ya Fransız roman yazarı Andre Maurois: ‘’Unutma olmayınca mutluluk da olmaz.’’

Sizlere sıcacık, sımsıcak, pırıl pırıl, ışıl ışıl, mutlu, musmutlu güzel bir hafta sonu diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Chingon grubu; Malaguena Salerosa:
https://www.youtube.com/watch?v=l4_GpIoBgHs

İspanyol şarkıcı Plácido Domingo: Malaguena Salerosa:
https://www.youtube.com/watch?v=INe9AXdVYys

Guetemalı sanatçı Gaby Moreno: Malaguena Salerosa:
https://www.youtube.com/watch?v=XLBlns8wOBA

Meksikalı grup Esto Es Mexıco: Malaguena Salerosa
https://www.youtube.com/watch?v=m9hiIOmZmpo

Los Panchos (Trio Los Panchos olarak bilinir, üç romantik Latin şarkıcı): Malaguena Salerosa
https://www.youtube.com/watch?v=IuT7pYKS4E4

(Bu son üç klibin altında sadece ''La Malagueña'' yazıyor. Yanlıştır. Doğrusu yazdığım şekildedir. Bahsettiğim gibi ''La Malagueña'' şarkısı ayrı bir şarkıdır ve burada da olduğu gibi hep karıştırılır...)



Waterloo Savaşı

18 Haziran 2020

Waterloo Savaşı; 16-18 Haziran 1815 tarihlerinde, İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında yapılan ve 18 Haziran 1815 tarihinde Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupa tarihi açısından çok önemli sonuçları olan bir savaştır.  

Bugün bu savaşın 205. yıldönümü...

Bu nedenle bu yazımda bu savaşı anlatacağım ama…

Önce müzik…

Benim yaşımda olanların çok iyi hatırladığı, 1972 yılında kurulup 1982 yılına kadar etkin olan ve 70'lerin Avrupa’daki en büyük pop müzik fenomeni İsveçli bir pop müzik grubu vardı: Abba. Grup 1974 yılında "Waterloo" isimli şarkılarıyla Eurovision Şarkı Yarışması’na katılıp birinci olmuşlardı. Bu başarı Abba’nın tüm Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD`de de ünlü olmasını sağlamıştı. "Waterloo" şarkısı İngiltere listesinde bir numaraya yükselerek burada iki hafta kalmayı başararak grubun bu listede bir numaraya yükselen dokuz şarkıdan ilki olmuşlardı.  

Şarkı bu ülkenin yanında İrlanda, Belçika, Finlandiya, Norveç, İsviçre, Batı Almanya ve Güney Afrika listelerinde de bir numarada yer almıştı. Şarkı yine Avusturya, Hollanda, Fransa ve İspanya'da da ilk üçe girmiş ve bu şarkı, Avrupa kültürüne özgü olmasına karşın şaşırtıcı bir şekilde Zimbabve (o sıralardaki adıyla Rodezya), Yeni Zelanda, Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde de ilk onda yer almıştı. "Waterloo", Eurovision tarihinde on beş ülkede ilk ona girebilen ilk şarkı olmuştu.

Abba grubunun işte bu "Waterloo" şarkısında bir kızın aşka teslim olmasını 1815 yılında yaşanan Waterloo Savaşı sırasında I. Napolyon'un teslim olmak zorunda kalması ile paralel olarak anlatılır. .

Amerikalı bir heavy metal grubu olan Iced Earth’ın çıkardığı ve tarihi olaylardan bahseden ‘’The Glorious Burden’’ isminde bir albümü var. Bu albümde, MS 5. yüzyılda Atilla'nın Avrupa'daki saldırılarından başlayıp Amerika'da 2001 yılında yaşanan terörist saldırına kadar tarihi konuları işleyen şarkılar bulunmaktadır. Bunların arasında ‘’Waterloo Savaşı’’ da vardır....

Her iki grubun söylediği Waterloo şarkısının bağlantısını yazımın sonunda vereceğim… Dinlemenizi isterim... Özellikle Abba’nın şarkısını… Görün bakalım o zamanlar severek bir nasıl şarkıyı dinlediniz?

Sizlere daha önce bu sayfalarda teeee üç bin yıl geriye giderek ‘’La Paloma’’ şarkısını, iki bin beş yüz yıl geriye giderek Galli şarkıcı Tom Jones'un ‘’Delilah’’ (Dilayla) şarkısını anlatmıştım... İşte Abba’nın ve Iced Earth’ın bu şarkıları da iki yüzyıl geriye giderek tarihi bir olayı anlatmakta ve müzik yoluyla tarihini canlı tutmaktalar. Tıpkı bizim pop şarkılarımız gibi şıkıdım şıkıdım oynayarak, lay lay lom söyleyerek değil mi?

Şimdi de sinema…

Sadece Abba’nın, Iced Earth’ın şarkıları değildir bu savaşı anlatan. Bu savaşı anlatan kitapların, filmlerin, belgesellerin sayısı hakkında tahminde bulunmak da çok zordur. Bunların arasında Sovyet film yapımcısı Sergei Bondarchuk’un 1970 yapımı ‘’Waterloo’’ isimli çok güzel bir filmi vardır… Bu film 1971 yılında İtalya’da David di Donatello '’En iyi film ödülü'’ kazanır. Bu filmin kısa bir bölümünü gösteren bağlantıyı da yazımın sonunda veriyorum.

İşte bu şarkılara ve filme adını veren Waterloo Savaşı; 16-18 Haziran 1815 tarihlerinde gerçekleşen, Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupalı güçler arasında 23 yıldır süren silahlı mücadelenin (Fransız Devrim Savaşları ve Napolyon Savaşları) sonunu getiren bir savaştır. Fransızcada Mont-Saint-Jean Savaşı olarak da bilinir. Savaş İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında gerçekleşmiştir.

Waterloo diye bir kasaba

Waterloo kasabası eğer otomobil ile Brüksel’den Paris’e giderseniz yolunuzun üzerinde solunuzda kalan Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km yakınında bulunan küçük bir kasabadır. Bu savaş nedeniyle de bu küçücük kasaba tüm dünyaca tanınır…

Waterloo kasabasında da bu savaşın tüm izleri yaşatılıyor. Şehirde birçok şeyin adı Wellington ismini taşıyor. Bu kasabanın tek sineması var; adı da Wellington… Şehir içerisinde Wellington Savaş Müzesi de var. Bu müzede bulunan bir harita üzerine adı Waterloo olan (bu savaştan dolayı bu adı alan) beş kıtadaki kırkın üzerindeki kentler işaretlenmiştir.

Waterloo, savaşın olduğu güne kadar adını sanını kimsenin bilmediği arpa eken, bira üreten bir kasabayken bugün Amerika’da 32, İngiltere’de 8, Avustralya’da 4, Kanada’da 3, Hong Kong’da 2, Almanya, Yeni Zelanda ve Sierra Leone’da 1 adet Waterloo kasabası bulunmaktadır. Nedenini anlamak da zor değil. Bu, Avrupa’nın kaderinin bir günde yazıldığı bir savaştır. Bunun yanında dünya savaşları ve Waterloo’dan daha fazla cana mal olmuş olaylar da yok değil. Onlar’da elbette Waterloo Savaşı kadar mühim ancak bir günde olup biten ve dünya tarihini bu kadar etkileyen bir olay bulmak da öyle kolay değildir.

Savaşın geçtiği yer ise bu kasabaya yaklaşık 5 km uzaklıktadır. Savaş meydanında bir tepe üzerinde güzel bir panorama müzesi vardır. Tepe yaklaşık 100 metre yüksekliğinde ve tepeye 230 basamakla çıkılıyor. Savaş meydanına yakın bir yerde de Napolyon’un karargâhı bulunuyor.

Waterloo Savaşı

Waterloo Savaşı konusunda çok kitap yazılmıştır. Ancak içlerinden Türkçe’ye çevrilenlerden en iyisi kendisi de bir asker olan (Tümgeneral) dünyanın tanınmış en iyi Napolyon devri uzmanlarından Avustralyalı Geoffrey Wootten tarafından yazılan ‘’Waterloo 1815 Modern Avrupa'nın Doğuşu’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2015) isimli kitabıdır. Bu konuda ayrıca İngiliz tarih Profesörü Jeremy Black’ın ‘’Efsane Komutanlar ve Zaferleri’’ (Timaş Yayınları, 2015) isimli kitabı ve bizzat Napolyon’un talimat ve düsturlarını içeren ‘’Savaş ve Strateji İle İlgili Görüşlerim,  N. Bonaparte’’ (Q Matris Yayınları, 2003) isimli kitaplar da bulunmaktadır. Zaten burada yazılanlar da bu kitaplardan alınmıştır.

Victor Hügo da ‘’Sefiller’’ isimli eserinde uzun uzun bu savaşı tasvir eder. Hugo’nun kitabında Waterloo üzerine şiiri de vardır. Victor Hügo, Sefillerde "Waterloo bir savaş değildir, evrenin değişen yüzüydü" derdi.

Gerçekten de Waterloo tarihçelerce Birinci Dünya Savaşı öncesi son kesin sonuçlu ve büyük savaş olarak kabul edilir. Bu savaş Avrupa kıtasının hatta dünyanın kaderini değiştirmiştir.

Hani Necmettin Halil Onan’ın ‘’Bir yolcuya’’ isimli şiiri şöyle başlardı ya:

‘’Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.’’

Gerçekten de şairin söylediği gibi Waterloo bir devrin battığı yerdir. Tarihçeler yıllardır Napolyon gibi yenilmez bir asker ve zamanın efsanevi Fransız ordusunun bu savaşı nasıl kaybettiğini sorgular. 18 Haziran 1815 tarihinde yapılan ve sadece on altı saat süren bu savaş Napoleon Bonaparte’ın son savaşıdır.  Ve bu savaş İngiltere’nin 2. Dünya Savaşına kadar dünyanın tek hâkimi olmasını sağlayan bir savaştır.

Üzerinden 205 yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzü hala etkileyen, kendisinden sonraki tarihi olayların da bir şekilde belkemiği sayılan, Avrupa tarihinin tam anlamıyla mihenk taşı olmuş bir savaştır Waterloo Savaşı… 2015 yılı Waterloo savaşının 200. yılı idi. 200. yıl olması münasebetiyle o yıl daha fazla gündeme gelen bu savaşta Napolyon’un son kez Waterloo’da taktığı şapkası bir müzayedede 1.9 milyon Euro’ya yakın bir bedele Güney Koreli bir iş adamına satılmıştı. Sevgilisi Josephin’e yazdığı mektup da yüzyıllar sonra dört milyon sterline satılmıştı… 

Evet, uzun bir giriş oldu ama şimdi gelelim Waterloo savaşına…

Ama önce kısaca savaş öncesine gidelim...

Savaş Öncesi

1791'de Fransız kralı XVI. Louis'nin devrilmesi ve cumhuriyetin ilanı Avrupa monarşilerinin başındaki hanedanları endişelendirir. Avusturya ve Prusya hanedanları Avrupa krallıklarını devrik Fransız kralını desteklemeye davet ederler. Bunun üzerine Fransız Cumhuriyeti Avusturya ve Prusya'ya savaş ilan eder. Böylece tarihte Fransız Devrim Savaşları denen ve ilk baştaki amacı Fransız Devrimi'ni korumak olan savaşlar silsilesi başlar. Bu savaşlar esnasında yıldızı parlayan askerî okul kökenli General Napolyon Bonapart Kasım 1799'daki bir darbe ile iktidara gelir.

İşte bu Fransız Devrim Savaşları Fransız Devrimi'nin güvence altına almış olmasının yanı sıra Fransa'yı Avrupa'nın en güçlü ülkesi hâline getirir. Napolyon, bir diktatörlük hâline gelen Fransa'nın sınırlarını genişletmek amacıyla savaşlara devam eder. Böylece de Napolyon Savaşları denen dönem başlar. 

Bu yazımda bu Napolyon savaşlarını anlatmayacağım. Sadece bu savaşların sonunda '’Yüz Gün’’ denen dönem sonunda gerçekleşen ve Napolyon Savaşları'nı ve Avrupa'daki 23 yıllık güç mücadelesini sona erdiren bahsettiğim bu ''Waterloo Savaşı''nı anlatacağım. 

Yine Waterloo Savaşı

Savaş, girişte anlattığım gibi Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km uzağındaki Waterloo kasabasının (o dönemde köy) 5 km uzağında cereyan eder.

Savaşta İngilizlere Dük Wellington, Prusyalılara ise Gebhard von Blücher komuta ederler. Müttefikler, Fransa'nın kuzeydoğusuna doğru saldırmayı düşünürken Napolyon onlara Belçika'da bir engelleyici saldırıda bulunur, sonrasında bu saldırı Waterloo Savaşı'na dönüşür.

Öncelikle İngiliz ordusuyla karşılaşan Napolyon, üstün görünürken süvari birliklerinin yanlış bir manevrası hemen hemen savaşı İngilizlerin lehine çevirir. Daha sonra Prusyalıların yetişmesi Fransızların yenilgisini bozguna dönüştürür. Sonuçta savaş hemen hemen tüm Fransız ordusunun imhası ya da esaretiyle sonuçlanır.

Fransa monarşisinin yeniden kurulduğu bu savaş sonrasında, Napolyon Saint Helena Adası’na sürgüne gönderilir ve orada da 1821 yılında ölür…

Waterloo savaşı bu kadardır. Ancak tabii ki savaş bu kadar basit değildir… Ve tarihi tarih yapan ayrıntılardır… Şimdi de gelelim ayrıntılarda… Ve gerçek her zaman için ayrıntılarda gizlidir…

Ayrıntılar…

Napolyon Bonaparte

Ama önce bu savaşın kahramanı Napolyon Bonaparte’yi kısaca anlatmam lazım…

Napolyon tarihin en ünlü üç generalinden birisi diye bilinir. Napolyon gencecik bir topçu subayı iken karşı devrimciler tarafından İngiliz-İspanyol istilacılara teslim edilen Toulon şehrinin tekrar ele geçirilmesinde görev alr. İtalya’yı işgal eden ordunun başında sivrilir. Oradan Mısır’a kadar gidip savaş kazanıp Suriye sınırına kadar gelir ancak burada Akka'da Cezzar Ahmet Paşa'ya çarpar. 

Napolyon komutasındaki Fransız ordusu 1798’de Mısır’ı işgale başlayınca, Cezzar Ahmed Paşa Akka önlerinde yığınak yapmaya başlar.  Napolyon Bonaparte Mart 1799'da Akkâ’ya gelerek Akka’yı kuşatır. Ancak, iki aydan fazla süren kuşatma, Cezzar Ahmet Paşa'nın güçlü savunması karşısında başarısızlıkla sonuçlanır. Napolyon, 21 Mayıs 1799'da Akka'dan çekilmek zorunda kalır. Cezzar Ahmed Paşa’nın karşısında ilk yenilgisini yaşayan Napolyon şöyle hayıflanır: "Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!". 

Napolyon 1805'de tarihin en parlak zaferi sayılabilecek Austerlitz’te Rus ve Avusturya imparatorluk ordularını yener. Tacı Papa’nın elinden alıp kendi kafasına geçirir. Rusya üzerine yürüyüp Moskova’yı alan tek batılı general olur.  Ancak dönüşte ordusunu Rus kışına kurban verir.  Ruslar üstüne ancak ondan sonra saldırabilir.

Napoleon Moskova’ya 422 bin kişilik ordusuyla girer ancak kesin bir sonuç alamadan kışın ayazında geri dönmeye kalkması yüzünden Fransa’ya o anlı şanlı ordudan geri kalan 10 bin kadarı ile döner. Bunun üzerine Avrupa devletleri de fırsattan faydalanmak için 6. koalisyonu oluştururlar. Napolyon’da kısa sayılacak bir sürede orduyu tekrar 400 binlere çıkartıp Lützen ve Bautzen savaşlarında müttefiklere çok ağır darbe indirir. Kısa bir ateşkes ve dinlenmeden sonra Dresden Savaşı’nda kendisinden çok daha kalabalık müttefikleri yine yener.

Ancak 1813 yılında 191 bin kişilik Fransız ordusunun üzerine Rus-Alman-İsveç-Avusturya ordularından oluşan Müttefikler 300 bin kişiyle gidince Leipzig Savaşı’nda Napolyon yenilir. Müttefikler Paris’e kadar gelirler. Fontainebleu adında bir anlaşmayla Napolyon’u tahttan çekilmeye zorlarlar. Napolyon’u Akdeniz’deki Elbe Adası’nda sürgüne yollarlar, Fransa’nın başına da ihtilalden sağ çıkmış Bourbon Monarşisi’nden arta kalanları geri getirirler.

Napolyon, Elbe Adası’nda planlarını yapar; vaktinin geldiğini düşündüğünde gizlice adadan kaçarak Fransa’ya gelir. Bu aşamada generalleri, mareşalleri, ordusu hepten Bourbon Monarşisi’ne sadakat yemini etmek zorunda kalmıştır. Napoleon yolda gördüğü karşısına çıkan her üniformalı askeri arkasına katarak Paris’e doğru yola çıkar. Fransa Kralı da “kendisini esir alsın, alamıyorsa da bari vursun” diye Napolyon’un eski mareşali Michel Ney’i o yöne gönderir. Michel Ney, Napolyon’un karizmasına karşı duracak adam değildir. Askerler de efsane imparatoru karşılarında görüp diz çökmeye başlayınca Fransa’nın kaderi Grenoble’da çizilir. Michel Ney ve tüm ordusu Napoleon saflarına katılır, kısa zamanda tüm Fransız ordusu da kendisini izler. Bourbon monarşistleri Fransa’dan kaçar. İmparatorluk yeniden tesis edilir.

Bu arada Napolyon Elbe adasından kaçtığında Paris gazeteleri ‘’Cani Elbe adasından kaçtı’’ diye haber yaparlar. Napolyon askerlerini toplayıp Paris’e doğru ilerleyince ‘’Napolyon Paris yolunda’’ diye haber yaparlar. Ve Napolyon Paris önlerine gelince de aynı gazeteler ‘’Kurtarıcımız kapıda’’ diye manşet atarlar. (!) (Yani basının yavşaklığı ve liboşluğu yeni ve sadece bize özgü değildir. Basının yavşaklığı ve liboşluğu evrensel olup fahişeliğin tarihi kadar eskidir.)

Napolyon, Paris’e varmadan altı gün önce toplanan Viyana Kongresi, Napolyon’u kanunsuz ilan eder. Ardından da 7. Koalisyon ordusunu toplamaya başlarlar. Aslında Avrupa devletlerinin derdi Fransa değil, Napolyon’dur.  Tarihte beş altı devletin bir araya gelip, bir insana savaş açmasının bir eşi benzeri daha yoktur. İşte öyle bir askerdir Napolyon.

Bu hükümdarlık dönemi Waterloo Savaşı’na kadar 100 gün sürecektir. O sırada Fransa seferber olur, ordu tekrar göreve çağrılır.

Fransız Ordusunu (Grande Armeé) askerleri Waterloo Savaşı başlayacağı zamana kadar son on yılı aşkın süredir Napolyon ile zaferden zafere koşmuşlardır. Bunun da yanında Napolyon topçu sınıfından geldiği için “Grandes Batteries” dediği aşırı sayılarda topla savaş meydanına çıkıyor, rakibine saldırmadan önce onu ezici bir bombardımanla yıpratıyordu. Zaten kendisi de “Tanrı savaşta iyi topçunun olduğu tarafta savaşır” derdi.

Savaş meydanında ilk hedefi toprak ya da mevzi kazanmak değil, düşmanı yok etmek oldu… 

Napolyon’un, çoğu kimsenin bilmediği, dünyaya hediye ettiği bazı icatları vardır. Bunlardan ikisi askerleri ilgilendirir. Bunlardan birincisi de halen askerlerin tören geçitlerinde dizlerini kırmadan yürüdükleri ‘’kaz adımı’’dır... Bu ‘’kaz adımı’’ bir Napolyon icadıdır... Tren yok, otobüs yok, yayan yapıldak Fransız ordusunun Paris’ten taaaa Moskova’ya kadar nasıl gittiğini zannediyorsunuz? Bir adımda daha fazla mesafe kat ederek. İşte kaz adımı budur.

Napolyon’un askerlere ikinci hediyesi ise bir askerî savaş düzeni olarak ‘’dağılma’’dır. Napolyon zamanına kadar ordular askerleri birbirleriyle kenetlenmiş sıkı saf düzeninde muharebe ederlerdi. Bu ise topçu ateşi karşısında ağır zayiatlar verilmesine sebep oluyordu. Napolyon ise askerlerini dağınık düzende muharebeye sokarak düşman topçu ateşinin etkisini azaltmıştır…

Napolyon Bonapart, Fransa'nın idari teşkilatını merkeziyetçi bir sisteme göre yeniden düzenler. Bugünkü bizimde kullandığımız vilayet ve ilçe sistemi Napolyon tarafından kurulmuştur. Bugünkü Fransız Merkez Bankası olan "Banque de France"ı Napolyon kurdurmuştur. Devlet adına para basma görevi de bu bankaya verilir. Bugünkü anlamda liseler ilk kez Napolyon tarafından kurulmuştur. "Code Napoléon" denilen ilk Fransız Medeni Kanunu da yine Napolyon tarafından çıkarılır. Bütün vatandaşlar için zorunlu askerlik uygulamasını icat eden de Napolyondur. 

Napolyon sadece bir asker ve aynı zamanda bir devlet adamı değildir. Napolyon bir düşünürdür de aynı zamanda. Napolyon'un hâlâ günümüzde geçerliliğini koruyan sözleri vardır ve Napolyon'un bu sözlerini konunun dağılmaması açısından yazımın sonuna alıyorum. Her bir söz üzerinde düşünmenizi arzu ederim. Keşke tacı ve tahtı olanlar bu sözleri okuyup, anlayıp, öğrenip de içselleştirseler!

Şimdi gelelim müttefik orduları komutanlarına…

Wellington

Wellington Dük’ü olan Arthur Wellesley, “Napoleon’u Waterloo meydanında kim yendi?” sorusuna en sık verilen cevaptır. Arthur Wellesley birçok kitapta General Wellington olarak bilinir ama asıl adı Arthur Wellesley’dir. Arthur Wellesley, Wellington Dükü olduğu için asıl ismi pek kullanılmamıştır. General Wellington Waterloo Meydanı’nda savunmada kalmıştır. Emrindeki üç ülkenin kuvvetinden oluşan bir koalisyonu yaklaşan Napolyon ordusuna karşı konumlandıran, savaşın nerede olacağına karar veren, isminin de Waterloo olarak anılmasının baş müsebbibi kendisidir. Napolyon saldırıda ne derece bir ekolse, onun savunmadaki muadili Wellington’dur. Kişilik farklılıkları da vardır. Wellington, Napolyon’un aksine askerlerini pek sevmez saymaz. Eğer kendilerinden bahsedecekse, “Scum” (Serseriler) olarak bahseder. Diğer taraftan Napolyon ile kendi askeri arasında her zaman manevi bir bağ vardır.

Waterloo Savaşı’nın sabahı İngiliz Wellington’un emrinde 71 bin askerlik bir kuvvet vardır. Bunun da 28 binlik bir kısmı Hollanda Orange Prensi Willem’in emrindeki I. Kolordudaydı. Bu, İngiliz ağırlıklı karma bir orduydu.

Wellington savaşta Napolyon’un en güçlü yanını yumuşak karnı olarak belirlemiş ve süvarileri kilitleyerek zafer kazanmıştır. Ayrıca topçu subayı olan Napolyon’un asıl topları meşhurdu, her savaşa normalden çok fazla top getirir ve savaşın başında rakibini darmadağın ederdi ama Wellington onlardan hiç korkmuyordu çünkü Waterloo düzlüğü tam bir çamur deryası idi ve Napolyon’un meşhur Fransız Howitzer top mermileri çamura saplanıp hiçbir işe yaramayacaktı. Toplardan istediği verimi alamayan Napolyon, kanatlardan da dolanamayan süvarileri ile savaşta etkisiz kalır. Fransız ordusunun en güçlü yanı süvariler olmayınca piyadeler kahramanca savaşsa da başarılı olmaları çok zordu.

Von Blücher

Prusya orduları Komutanı Wahlstadt Prensi, Feldmareşal Gebhard Leberecht Von Blücher, savaş meydanındaki büyük ihtimalle en yaşlı askerdi. Aynı zamanda da ilginç bir şekilde en kilit roldeydi. Wellington da Von Blücher’e çok güvenir. Wellington savaş anılarında, Braunschweig ordusunun önemini daha fazla vurgular ve ”Braunschweig askerleri bir önceki savaşta kaybettiklerinin acısıyla savaşacaklar, bu Napolyon’un gazabı olacak” diye yazar.

Ancak Von Blücher Waterloo Savaşı’ndan iki gün önce Napolyon karşısında Ligny Muharebesini kaybetmiş ve geri çekilmişti. Napolyon İngilizleri ve Hollandalıları yenebileceğini ama Prusya’nın desteği ile iki ateş arasında kalacağından işinin zora gireceğini düşünür. Bu sebeple en güvendiği subaylarından Mareşal Grouchy’e 24 bin askeri tahsis eder ve ”Von Blücher’i Waterloo’da görmek istemiyorum” diyerek emri çok açık şekilde iletir: ”Prusya ordusunu durdur.” Napolyon daha sonra Mareşali Grouchy’yi, Von Blücher Waterloo’ya gelmesin ve Wellington ile birleşemesin diye Von Blücher’in peşine gönderir. Ama tam da onun isteğinin tersine savaşın orta yerinde Von Blücher doğudan ordusuyla beliriverir. Daha da fenası Grouchy onu o sıralarda hala güneyde bir yerlerde ordunun üçte biriyle aramaktadır. Çok daha fenası ise Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur...

Von Blücher’in favori emri ‘’Vorwärts!’’ (ileri) dir. Bu yüzden kendisin “Mareşal Vorwärts” olarak tanınır. Öyle uzun ince planlamaya falan girecek zamanı yoktur.  Von Bücher’in düşmanı gördüğünde “Merhamet göstermek yasak! Merhamet göstereni vurun! Vorwärts!” şeklinde savaş sanatına yaklaşımı Fransızlara Waterloo’da kötü bir sürpriz olacaktır.

Biraz önce bahsettiğim Ligny Savaşı, Waterloo’dan iki gün önce 16 Haziran 1815’te cereyan eder. Napoleon bu savaşı kazanır. Prusya ordusu 20 bin ölü ve yaralı vererek savaş meydanından ayrılır. Ancak büyük bir kısmı işler halde düzenli çekilmiştir. İki gün sonra bu birlikler Waterloo’da sürpriz bir şekilde ortaya çıkarlar. Ligny’de Prusya ordusunun çekilmesine izin verilmese, Waterloo’da iki gün sonra bir İngiliz yenilgisi çok muhtemeldir.

Waterloo Meydanı Fransız ordusuna dönük minik tepeler içermekteydi. Bu şekilde İngiliz ordusu Fransız bataryaları tarafından yıpratılamayacaktı. Wellington bunu hesaplar.

Hava ve arazi

Yağmur

Napolyon, Waterloo meydanına vardığında bir gece önce patlayan fırtına ve sağanak, savaş alanını çamur deryası haline getirmiştir. Bu çamur da askerlerin ve özellikle topların ilerlemesini çok yavaşlatır. Napolyon fırsatı kaçırmamak için alışık olduğu üzere saldırı emrini vermek ister ancak mareşalleri Napolyon’u ikna ederek durdururlar. Bu sayede öğlen sıcağında çamur biraz kuruyuncaya kadar iki ordu birbirine öylece seyrederler.

Yağmur İngilizlere de çok yaramıştır zira Fransız Howitzer mermileri çamura gömülüp patlayınca şarapnellerini saçıp beklenen etkiyi verememiştir.

Hougoumont çiftliği

Savaş meydanının tam ortasında Hougoumont adında bir garip çiftlik evi vardır.  Wellington’da savunma nedir bildiğinden içeri üç bölük muhafız ve bir bölük de Prusyalı tüfekçiler görevlendirir. Bu tüfekçiler yivli namlular kullandığından Hougoumont’u almaya gelen Fransızlara çok fazla kayıplar verdirirler. Hougoumont alınamadığı müddetçe de İngilizlerin siper aldığı yükseltinin yakınlarına gelme ve manevra yapma şansı kalmaz. Bu müstahkem mevki akşamüstüne kadar Fransız askerlerinin gelip gidip cesetler bıraktığı bir yere dönüşür. İki kere Fransızlar tarafından ele geçirilir ancak Buckingham Sarayı’nın meşhur muhafızları olan Coldstream Muhafızları tarafından tekrar alınır. Hougoumont, tarihte herhalde uğrunda en fazla insanın öldüğü bir çiftlik haline gelir.

Hougoumont üzerine baskı sürerken İmparator ilk dalga piyadesini İngiliz merkez cenahına gönderir. Fransız büyük bataryaları da bu sırada düşman merkezini dövmektedir. Ancak düzgün nişan almak için geride kalmışlardır. Wellington kısa mesafede çok yüksek yoğunluklu tüfek ateşiyle ön sıranın moralini yıkarak askerin çekilmesini sağlamakta; yaklaşan düşmanın gücünden ziyade moraline oynamaktadır.

Yine Von Blücher

Ancak bunlara rağmen Wellington çok iyi biliyordu ki Prusya orduları zamanında gelmezse direnemezdi. Wellington işte tam da orada ”Ya bir an önce gece gelmeli ya da Von Blücher gelmeli’’ diyerek Fransız süvarileri karşısında ne kadar zor durumda olduğunu belirtir. Ancak gece gelmeden önce imdada Von Blücher yetişir.

Napolyon bu sırada oturduğu yerden doğuda bir hareketlenme görür. Altıncı hissi ona gördüğü hareketin Prusya ordusu olduğunu söyler; haklıdır. Yaverine hemen Mareşal Grouchy’e topların sesine gelmesini yazdığı bir emri iletir. Nitekim Grouchy o sırada bir yerlerde hayali Prusyalıları kovalamaktadır. Emri akşam saat 18’e kadar alamayacaktır. Daha önce anlattığım gibi Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur...

İmparatorluk muhafızları ve savaşın sonu

Savaşın sonunda Napoleon elinde kalan son kartını oynar. O güne dek hiç yenilmemiş ve hiç kaçmamış imparatorluk muhafızlarını (Le Garde Imperiale) yedi tabur olarak savaşa sürer. Muhafızların görünmesi orduya yeni bir canlılık getirir. Zira yaşlı muhafızlar Napolyon’un çocukları gibidir. Kırk yaşın üzerindeki bu en deneyimli askerler yoğun tüfek ateşi altında İngiliz merkezine yüklenirler. İlk yarattıkları etki korkunçtur. Bombardımandan ve tüfek ateşinden bitap düşmüş olan İngiliz muhafızları geriye doğru çekilirler. Ancak Wellington tehlikeyi daha muhafızlar yürümeye başlarken görmüştür. Eli silah tutan herkesi meşhur yokuşunun arkasına silah doldurtup yere yatırır. Yaşlı muhafızlar merkezi kırdık sanarak yokuşu tırmanıp tepesine geldiklerine İngilizler ayağa kalkarak çok yoğun bir yaylım ateşiyle ilk gelen sırayı düşürürler. Muhafızlar direnir ancak ilk anlık şaşkınlığı üzerlerinden atamazlar. Çok yoğun zayiat verip çekilmeye başladıklarında Fransız ordusunda moral sıfıra iner. Zira yaşlı muhafızların kaçtığını daha gören duyan olmamıştır. Onlar da kaçıyorsa bu iş bitmiştir diye düşünülür.

Muhafızlar kaçmaya başladıkları zaman Wellington, atı Copenhagen’in üzengileri üzerinde doğrulur, şapkasını çıkarıp öne arkada sallar ve hücum işareti verir. Birleşik Prusya, Hollanda ve geriye ne kaldıysa İngiliz ordusu, Fransız ordusuna son bir hücuma kalkar.

Savaşın hemen sonunda İngilizler kaçmayan ancak teslim de olmayan yaşlı muhafızlara artık savaşın bittiğini, silahlarını indirmelerini telkin eder ancak muhafızlar ölmeyi seçer. “La Garde meurt, elle ne se rend pas!” (Muhafız ölür teslim olmaz) diyerek silahlarını İngilizlere doğrultur, vurulurlar. Tüm bu olanları uzaktan izleyen Napolyon’un ise ağladığı ve şöyle dediği rivayet edilir: “Kendimden başka hiç kimse düşüşümden sorumlu değildir. Ben, kendimin en büyük düşmanı, felaketli kaderimin nedeniyim.”

Fransa böylece yenilir.

Napolyon’un sonu

Fransız ordusu, 51 bin kişiyle geldiği meydanda 28 bin ölü ve yaralı, 8 bin esir ve 15 bin kayıp bırakır. İngilizler ve müttefikleri Hollandalılar 17 binlik ordularından 3500 ölü, 10.200 yaralı, 3300 kayıp verirler. Prusyalıların 7 binlik kolordusunun 1200’ü ölü, 4400’ü yaralı, 1400’ü kayıptır.

Savaş İmparatorluk Fransa’sının sonudur. Napolyon birkaç çekilme harekâtıyla Paris’e kadar ulaşmış, daha sonra teslim olmuş ve İngiltere’ye götürülmüştür. Ancak karaya çıkmasına izin vermezler. Gemide bir süre tuttuktan sonra artık asla kaçamayacağı bir yere, Atlantiğin ortasındaki herhangi bir kara parçasına en uzak olan adaya, Saint Helena’ya sürerler.

Napolyon, St. Helena adasında sürgündeyken, İngiliz basınının kendisi hakkındaki yazdıklarını öğrenmek için İngilizce öğrenir.  

1821 yılına gelindiğinde Napolyon hala eceliyle ölmeyince İngiltere Kralı 4.George’un bizzat emriyle zehirlenerek öldürüldüğü rivayet edilir. Onun esir halinden bile İngilizler korkmuşlardır. Zaten 19 yıl sonra 1840 yılında Fransızlar, Napolyon’un naaşını almak için adaya gidip de mezarını açtıklarında naaşın hiç bozulmadığı fark ederler ve vücudunda yoğun şekilde arsenik olduğu tespit edilir.

Ancak bu rivayet kuşkuludur. Araştırmacılar, imparatorun saçlarındaki zehir oranının şu anki standartların 100 katı olduğunu, ancak o dönem için bu durumun alışılmadık olmadığını belirtirler. Çünkü o dönemde arsenik her yerde yaygın olarak kullanılır, örneğin arsenik, sıvı ilaçlarda ya da yapıştırıcı maddelerde kullanılır, ayrıca bağcılar fıçıları temizlemekte bu zehirden yararlanırlar. Otopsiyi yapan Napolyon'un doktoru Francesco Antommarchi, imparatorun mide kanserinden öldüğünü söyler. .

Napolyon'un cenazesi 1840 yılında Paris'e getirilerek Paris'teki Fransız ordusuna ait asker mezarlarının bulunduğu İnvalides'e gömülür.

Fransız siyaset adamı, dışişleri bakanı ve 1815 Viyana Kongresi'nin mimarlarından olan Talleyrand anılarında Napolyon’un son sözlerinin  ‘’Josephine’’ (sevgilisinin adı) ve ‘’Grande Armée’’ (Fransız Ordusu) olduğunu yazar. (''Balyoz'' ve ''Ergenekon'' kumpaslarında kumpası yapanlar, kumpası seyredenler, kumpasa yardımcı olanlar, kumpasçılarla işbirliği yapanlar ve ''FETÖ'' ihanetiyle kendi ordusunu tarümâr edenler bu sözden hiçbir şey anlamazlar tabii ki!)

History Channel’de yayınlanan Waterloo belgeselinde şöyle deniyor: "Napolyon, kıyaslandığında Büyük İskender, Büyük Frederik, Sezar ve Hannibal'den daha fazla savaş görmüş ve kazanmış biri, ama biz onu sadece Waterloo ile hatırlıyoruz, ne büyük bir trajedi."

Waterloo öncesi Fransa aslında Prusya, İngiltere gibi büyük devletlere barış ilan etmişti, ancak hiç biri bunu kabul etmedi, hepsinin isteği Napolyon belasından sonsuza dek kurtulmaktı. İngiltere, Prusya ve İsveç hemen birleşti, bu orduların başına da Napolyon'dan en fazla nefret eden adamları; Wellngton Dükü Arthur Wellesley’i, Prusyalı General Von Blücher’i ve İsveç'ten Napolyon'un kişisel düşmanı Bernadette’yi getirildiler. Zor durumdaki Napolyon yine de bir savunma savaşı düşünmedi, ona göre savaşı kazanmanın en iyi yolu ne olursa olsun hücum etmekti. Napolyon askerî alanda bir hücum ustasıydı, buna karşın Wellngton dükü başarılı bir savunmacı… Ama sonuç böyle tecelli etti işte.

Napolyon neden yenildi?

Napolyon neden yenildi sorusuna cevap bulmak da 1815’ten bu güne her tarihçinin uğraşısı haline gelmiştir. Böyle yenilmez bir adamın ne olursa olsun bu şekilde hüsrana uğramaması gerekirdi? Elbette Napolyon'un bu savaşı kaybetmesinin bazı nedenleri vardı, işte bu nedenler de şöyle sıralanıyor:

Kimi tarihçiler Napolyon’un savaş sırasında müthiş mide ağrısı çektiğinden bahsederler. Onlara göre Napolyon midesinden yıllarca rahatsızlık duyuyordu. Hatta Napolyon basurdu. Napolyon savaş günleri yürümeyecek, hareket edemeyecek kadar ağrı çekiyor, buna rağmen savaş yönetmek, saatlerce at üstünde koşturmak zorunda kalıyordu. Bu rahatsızlıklar ve özellikle basur nedeniyle Napolyon at üzerine binip ordusuna etkili şekilde tesir edemiyordu. Ancak bu neden tek başına yeterli bir neden değildi…

Çoğu tarihçilerin hemfikir olduğu bir neden de Napolyon’un, yerler çamurlu ve elverişsiz olduğunu görerek topların geçemeyeceğini ve etkili olamayacağını düşünerek yarım gün bekleyip zaman kaybetmiş olmasıydı. İşte bu zaman, İngiliz-Prusya ordusunun birleşmesini sağlamıştı…

Ancak yenilginin en büyük nedeni çok daha başkaydı…

Napolyon, Rusya hezimetinin ardından tutulduğu Elbe adasından kaçtıktan sonra iktidarı tekrar ele aldığında, aslında savaş Napolyon'un düşünmesi gereken son şeydi. Fransa’nın mali durumu çok kötüydü. Ordu ise savaşa hiç de hazır durumda değildi. Ancak Moskova Fatihi Napolyon elde ettikleriyle yetinmedi, düşüşte olduğunu kabullenmedi, tekrar yükselişe geçmek istedi, tekrar tüm Avrupa’ya kafa tuttu.

Napolyon artık eskisi gibi de değildi. Napolyon’un kibri savaşı kaybetmesinde en büyük etken olduğu değerlendirilir. Napolyon artık sinirli, kibirli ve gergindir.  Kararlarında bazen çıldırmış bir ruhtan kesitler görülür. Napolyon bu nedenlerle kendisini odaklandığı muharebeye ve hazırlıklarına veremez hale düşer.  Napolyon’un kibri, siniri ve gerginliği emrindeki generallerin ahengini ve dengesini bozar. Generallerinin Napolyon’u hoşnut etmek için sarf ettikleri telaşlı çaba kötü kararlar almalarına ve yanlış stratejiler seçmelerine yol açar... Askerler, özellikle Mareşal Ney, onun savaşı yönlendirmediği zamanlarda verdikleri başarısız ve riskli emirlerle ordunun telef olmasını sağlar. Bu şekilde bu generaller ordunun manevra kabiliyetini çok azaltırlar. Askerler ayrıca Napolyon’un bu tavırları nedeniyle imparatorlarına eskisi kadar bağlılık duymazlar. Rusya hüsranının da etkisiyle orduda artık eski kendine güven de kalmamıştır.

Tabii hep kaybeden Napolyon tarafından bakmayalım.  Napolyon’un karşısında diğer tarafta da bir savunma dehası Wellington vardır, Prusya'nın yaşlı kurdu Von Blücher ve Braunschweig askerlerinin destansı savunması vardır, savaş alanının tam ortasında bir Hougoumont Çiftliği ve bu çiftliği savaş öncesinde çok iyi tahkim eden Wellington’un dehası vardır. Bir gün önce yağan yağmur nedeniyle çamur deryasına dönen muharebe sahası vardır.

Yani sebep çoktur. Zaten tek bir sebepten olması da beklenemez. Ne yani koca Avrupa’nın kaderini kökten değiştirecek bir savaş, Napolyon’un basuru yüzünden mi kaybedilmiştir?

Sebepler çok ancak ben bilirsiniz şiirleri çok severim. Napolyon’un yenilgisinin sebebini yine bir şiirle bitirelim. Victor Hügo Sefiller’de bu sebepleri tam da burnundan kıl aldırmayan bir Fransız’a özgü kibir ve gururla savaşı da özetleyerek şöyle yazardı:

‘’Napoleon neden yenildi?
Ortalığı bataklığa çeviren lanet yağmur yüzünden mi?
Ordusu kalmayan, teslim olmak üzere olan Wellington yüzünden mi?
Savaşa gelmeyen, hiç savaşmayan Blücher yüzünden mi?
Hayır.
Tanrı yüzünden!
Waterloo’dan galip ayrılan bir Bonaparte….’’

Waterloo’dan günümüze

Wellngton dükü Napolyon'u yendikten sonra büyük sükse yaptı. Napolyon'a olan kini öylesine büyüktü ki, onun metreslerini bile topladı, siyasete atılıp İngiltere başbakanı oldu. Blücher en büyük düşmanını yok etmenin zevkiyle üç yıl daha yaşayıp öldü. Napolyon ise Rusya'yı, Osmanlı İmparatorluğu’nu, İngiltere’yi, tüm Avrupa'yı, Afrika’yı istila etmek hülyalarıyla başladığı atılımını sürgünde, zalim İngiliz valisinin kendisine göz açtırmadığı bir adada, yaşlı, hasta ve yatalak bir eski imparator olarak tamamlamış oldu.

Yazıma son vermeden size halen birisi Londra’da diğeri de Paris’te bulunan iki garın ismini vereceğim. Londra’dakinin ismi ‘’Waterloo Garı’’, Paris’tekinin ismi ise ‘’Austerlitz Garı’’dır. (Napolyon Savaşları'nın ilk muharebesi olan ve Napolyon Bonapart'ın kesin zaferi ile sonuçlanan savaşın adıdır Austerlitz.) Anlıyorsunuz değil mi?

Gelelim Waterloo Savaşı’nın günümüzle olan ilişkisine… Bunu da büyük tarihçi İbn-i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde söylemişti zaten: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer...” Askerlik sanatı sadece askerleri ilgilendirmez... Şirketlerden ticarete, sanayiden ekonomiye, futboldan siyasete her kurum ve kişiyi ilgilendirir. Artık bu geçmişin kime ve neye benzediğine de siz karar verin!

Her Firavun'un bir Musa'sı varsa her Napolyon'un da bir Waterloo'su vardır! Tarih baba bunu böyle söylüyor...

Osman AYDOĞAN

Ve bir not: Bu yazımı okuyan okuyucularım arasında asker kökenli olup da Mekteb-i Harbiye ve Erkân-ı Harbiye'de harp tarihinin tahsilini yapan okuyucularım da var... Onlara bir sorumdur: Sahi sizlere bu mekteplerde Avrupa'nın dönüm noktası olan ve dünyanın kaderini değiştiren bu Waterloo Savaşı'nın nesini okutmuşlardı?

Abba, Waterloo:
https://www.youtube.com/watch?v=Sj_9CiNkkn4

Iced Earth, Waterloo:
https://www.youtube.com/watch?v=FQv2cGp75PM

Sergei Bondarchuk’un ‘’Waterloo’’ filminden kısa bir bölüm:
https://www.youtube.com/watch?v=7vlcuvrM1po

Napolyon'un sözleri

Konuyu dağıtmamak için Napolyon'un kayda değer çok sözü olmasına rağmen önemli gördüğüm sözlerini buraya aldım...

Napolyon’un askerlikle ilgili sözleri:

‘’Düşman tesiri altındaki bir komutanın vereceği emir yoktur, kim ona uyarsa suçludur.'’
‘’Bir asker bir parça renkli kurdele için uzunca süre özveriyle savaşır.’’
‘’Savaşta ahlak olmaz.’’
‘’Her zafer zafer değildir, her yenilgi de yenilgi değildir.’’
"Savaşın bir gününü görseydiniz, bir diğerini görmemek için tanrıya yalvarırdınız."
‘’Düşmanınızı asla hata yaparken rahatsız etmeyin.’’
''Tanrı her zaman daha fazla cephanesi olan tarafın yanındadır.''
‘’Ordular midelerinin üzerinde yürür.''

Napolyon’un diğer sözleri:

"Ahlakın olmadığı yerde kanun bir şey yapamaz."
‘’Lider umut dağıtandır.’’
‘’Aşka karşı kazanılabilecek tek zafer kaçıştır.’’
‘’En güzel savaş, insanın kendi öz varlığı ve tutkularına karşı giriştiği uğraştır.’’
‘’Alkış, oy değildir.’’
‘’En büyük suç umutsuzluktur.’’
‘’Güç ortaya çıkınca kanunlar zayıflar.’’
‘’Hayata olan bağlılık kesildikçe ölüm gelir.’’
‘’Konuşmalarıyla dalkavukluk yapan insan iftira atmaktan da çekinmez.’’
‘’Beni sevmenizi değil, bana canla başla hizmet etmenizi istiyorum.’’
"Yukarı çıkarken durulabilir, ama aşağı inerken asla."
‘’İnsanlar çıkarları için, hakları için olduğundan daha gayretli savaşır.’’
"Din, sıradan insanları sessiz tutmak için mükemmel bir araçtır."
"Toplum servet eşitsizliği olmaksızın ve servet eşitsizliği de din olmaksızın var olamaz." 
''Aptallık siyaset için bir handikap değildir.'' 
‘’Üç gazete beni yüz sancaktan daha çok korkutur.’'
"Öfkelenmeyecek kadar güçlüyüm."
"Devletimizin zenginliği eninde sonunda matematiğin ilerlemesine bağlıdır."
''Seninle aynı fikirde olmadıklarını söyleyenlerden korkma, seninle aynı fikirde olmayıp ta bunu söyleyecek cesareti olmayanlardan kork.''
‘’Dünya çok acı çekiyor. Ama kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden.’’

 



Genç Werther’in Acıları

17 Haziran 2020

Hem geçen haftaki yazımda Özdemir Asaf'ı anlatırken hem de dünkü yazımda Herman Hesse'nin ''Gertrud'' isimli eserini tanıtırken Goethe'nin ‘’Genç Werther'in Acıları’’ (Can Yayınları, 2007) isimli kitabından bahsetmiştim. Adını da zikredince Goethe'nin bu kitabını artık anlatmasam olmazdı... 

‘’Genç Werther’in Acıları’’ (Almanca: Die Leiden des jungen Werthers), Johann Wolfgang von Goethe (1749 - 1832) tarafından 1774 yılında, 25 yaşında iken ve iki haftada yazılmış bir mektup romandır. 

‘’Genç Werther’in Acıları’’, Werther adındaki genç bir hukuk stajyerinin nişanlı bir kadın olan Lotte ile intiharına kadar kurmuş olduğu ıstırap dolu ilişkilerini konu alan, Goethe’nin mektup tarzındaki romanının ismidir. Lotte de kayıtsız değildir bu aşka ama Lotte Albert’le nişanlıdır ve verilen sözler, ahlaki değerler önemlidir. Lotte Albert ile evlenir. Werther ise bir aile dostu olarak yer alır yanlarında. Ne var ki aşk ve dostluk arasındaki sınır çizgisi zayıftır. Sınırı geçmekten korkan Lotte, bir daha görüşmemeleri gerektiğini bildirir genç adama. Werther’in bu acıya dayanması ise imkânsızdır.

Werther bu halet-i ruhuye ile son mektubunda Lotte’ye şöyle yazar: “Bak Lotte! Bana ölümün sarhoşluğunu tarttıracak olan o soğuk ve korkunç kadehi elime alıyorum. Onu bana sen uzatıyorsun, ben de alırken hiç duraksamıyorum. Hayatımın bütün istekleri ve ümitleri yerine geldi. Ölümün çelikten kapısını vurmak öylesine titretici ve çetin ki” diyen Werther, “Silahlar dolu. Saat on ikiyi vuruyor. Alınyazısı bu, önüne geçilmez. Lotte! Elveda Lotte! Elveda” sözleriyle mektubuna ve yaşamına son verir.

Werther’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’ Bu rezilce korkuyu kimler yaşamaz ki!

Gerçek hayatta ise Goethe hayatı boyunca kendine kusursuz eş arar... Hatta 1-2 kez evlenir fakat aradığını bulamaz... Bu kitapta Goethe sıkça bu sorununa vurgu yapar. Romanın kahramanı Lotte, kitabın oluşum safhasında, genç Goethe’nin tanışmış olduğu Maximiliane La Roche’den de izler taşıdığı Alman edebiyatçılarınca yazılır, söylenir.

Goethe'nin hakkında "eğer romanda Werther ölmeseydi, ben ölecektim" dediği eserdir bu roman. Sadece aşk acısı ve kara sevda açısından bakmamak gerek bu kitaba çünkü romanda psikoloji var, romanda bir iç çatışma var, romanda karşıtların çatışması var, romanda diyalektik de var. 

Platonik bir aşkı anlatır Goethe bu kitabında. Bu kadar büyük bir aşk ancak platonik olur zaten dedirtiyor insana. Çünkü insan aşkı elde edince ne kadar değerli olursa olsun onun için artık sıradandır. Halil Cibran derdi zaten; ‘’ulaşamadıklarınız ulaşmış olduklarınızdan daha değerlidir.’’

Goethe eserinde; kişinin acı çekmekten zevk almasını, kendisini nasıl da kendi zoruyla bir uçuruma çektiğini, hayatın anlamsızlaşmasını ve karşılıksız aşkı, mükemmel bir şekilde anlatır… 

Başkarakter, bizlere, aşkın; karşı taraftan ziyade kendi içimizde yaşadığımız, büyüttüğümüz, putlaştırdığımız bir duygu olduğunu, en yakın arkadaşına yazdığı mektuplarla içten bir dille izah eder. Âşık olduğumuz "şey" aslında çoğu zaman da bir hayalden ibarettir. Ona atfettiğimiz her şey bizimle, kendimizle ilgilidir. Onu güzel–yakışıklı bulmamız, çok akıllı ve zeki olduğunu düşünmemiz, dünyada eşi benzeri olmayan bir dürüstlüğe sahip olduğuna inanmamız, bizimle ilgilidir. Çünkü aşk, bir aşık ile aynanın karşılaşmasından, sevdiğimiz şey ise aslında kendi yansımamızdan, kendi hayallerimizden başka bir şey değildir. Werther'de de böyle olmuştur. Halil Cibran derdi zaten; ‘’Her erkek iki kadına aşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.’’ Werther hayalindeki kadına aşık olmuştur aslında. 

Karşılıklı sevgiler bir beklenti üzerine kurulmuştur; sen beni seversen! '‘O'’ sevmeden sevmek, ''o'' bilmeden sevmek ve her hal ve şartta onun mutlu olması için çalışmaktır gerçek sevgi… Werther'de öyle yapar; karşılıksız sever, gerçekten sever. Zaten "seni seviyorsam bundan sana ne?" diyen Goethe gibi bir dâhiden başka ne beklenebilirdi ki?

Bu kitabın Türk edebiyatındaki muadili; Mehmet Rauf'un ‘’Eylül’’ isimli psikolojik romanıdır. Kısmen sonu da benzer. Sabahattin Ali'ye ‘’Kürk Mantolu Madonna’'yı yazarken ilham vermiştir. Ayrıca Şeyh Galib'in ‘’Hüsn-ü Aşk’’ı da bu esere benzer. .

Kitabin en güzel tarafı Goethe’nin okuyucuya sunduğu şu nottur: ‘'Ey güzel insan, sen de onun gibi bir tutkunun esiriysen, onun acıları sana avuntu olsun, eğer yazgından veya kendi hatandan dolayı bir arkadaş bulamıyorsan, bu küçük kitap dostun olsun.'’

Romanın piyasaya çıkmasının ardından Almanya sokakları bir “Werther salgınına” uğrayarak, ortalığı Werther’in giysileri olan mavi ceket, sarı pantolon giyen duygulu gençler istila ederler. 

Okurken yavaş yavaş üstünüze bir ağırlık çöker, kalbiniz sıkışır, tansiyonunuz yükselir, nefes alamaz hale gelirsiniz, öyle ki bu Korona günlerinde kendinizi yoğun bakımlardaki entübe edilmiş Korona hastası gibi hissedersiniz... Ancak yine de bırakamayacağınız hatta tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz bir başyapıttır Goethe’nin bu kitabı.

Goethe’nin bu kitabında İçerdiği her mektup hayata dair ayrı bir kitaptır. Cennetle cehennemin nasıl da birbiriyle yoğrulup iç içe geçtiğinden bahseder Goethe bu kitabında.

Bu kitabın dünya üzerinde bunca sevilmiş olmasının nedeni içeriğinden ziyade yazarın kullandığı dildir. Yaşamınızda şimdiye kadar Goethe’nın bu kitabını okumamışsanız eğer çok şey kaçırdığınızı bilin isterim! Eğer Almanca da biliyorsanız kitabı kendi dilinden okumaya da doyum olmaz derim. 

Ve kitap son olarak şu mesajı verir aslında: ''Birisini sevmeyi başaramayanı, kimse sevemez.'' 

Kitaptan bazı bölümler sunuyorum.. Her bir bölüm üzerinde düşünmeniz dileği ile...

Kitaptan bazı bölümler

"Eğer insanlar imgelemleriyle geçmişteki kederin anılarını çağrıştırmak uğruna bu denli çaba gösterecekleri yerde kayıtsız bir şimdiye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu."

‘'Tanrı’nın bize her gün sunduğu güzel şeylerin tadını çıkaracak kadar kalbimizin kapıları açık olursa, başımıza gelen kötü şeylere katlanacak gücümüz olur.’'

"Ama öte yandan, sabahları doğan güneş güzel bir günü vaat ettiğinde, 'işte yine insanların birbirine zehir edebileceği bir nimeti bağışlıyor gökyüzü' diye haykırmaktan kendimi alamıyorum."

"Ey ulu Tanrım! Önce akıl sahibi olup sonra onu kaybetmedikçe mutlu olmamak insanların kaderi midir?"

"Herkesin aynı olmadığını biliyorum ve hiçbir zaman da herkes eşit olmayacak. Fakat saygınlıklarını korumak için halktan uzak durmaları gerektiğini düşünenler, en az düşmanın karşısında ölüm korkusuyla saklananlar kadar yenilmeyi hak eden kimseler.."

‘‘Sevgili değerli dost, unutulmaması gereken bir şey var, o da: insan duyarlılığı!"

‘‘Sefaletim ve yalnızlığım belki de mutlu edemediğim kişinin bir başkası tarafından mutlu edilmesinden kaynaklanıyor.’’

"Ayrıca yüreğimi değil, aklımı ve yeteneklerimi beğeniyor, oysa her şeyin kaynağı yürektir: Tüm gücün, tüm mutluluğun, tüm kederin. Ah, benim bildiklerimi herkes bilebilir ama yüreğimdir yalnızca bana ait olan.’’

‘‘Dışa vurduğu ufak sevinçleri elinden almak için, bir insana baskı yapanlara yazıklar olsun. Ne dünyanın tüm armağanları, ne de tüm lütufları, başımızdaki despotun kıskanç sıkıntısının bize zehir ettiği bir anlık neşenin yerini tutar.'’

‘'Gerçi dünyadaki bütün işler değersiz, başkaları istiyor diye kendi tutkusunu, kendi gereksinimini dikkate almadan para, onur ve başka şeyler uğruna kendini yiyip bitiren insan her zaman budalanın biridir.’'

‘'Çünkü her şeyi kendimizle, kendimizi de herkesle karşılaştıracak şekilde yaratılmışız bir kere, bundan dolayı mutluluk ve hüznümüz bağlı olduğumuz şeylerden etkileniyor kuşkusuz, bu durumda en tehlikeli şey de yalnızlık.'’

"Üzerinde zevkle yaşamak için insanın sadece biraz toprak parçasına, altında huzurla yatmak içinse bundan daha azına ihtiyacı var.’’

"Sahip olduğum o kadar çok şey var, ama Lotte için duyduklarım sahip olduğum her şeyi yutuyor; sahip olduğum o kadar çok şey var, ama onsuz her şey bir hiçe dönüşüyor."

“… Sevgili arkadaşım, dünyadaki karışıklıklara yol açan şeyin, kurnazlık ve kötü niyetten öte, belki de yanlış anlamalar ve atalet olduğunu bir kez daha saptadım. En azından ilk ikisine daha az rastlanıyor.”

"Aklımızı, mantığımızı serbestçe kullanmaktan bizi alıkoyacak her şeyden kaçınmalıyız; çünkü ruh özgürlüğüne ancak böyle ulaşabiliriz." 

“Kendimizi yitirdiğimizde her şeyi yitirmiş oluruz! Kendimizden yoksunsak, elbette her şeyden yoksun kalıyoruz.'’

“Bazen aklım almıyor; onu yalnızca ben, hem de öylesine içten, öylesine dolu dolu severken, ondan başka hiçbir şey görmez, bilmezken, ondan başka hiçbir varlığım yokken, nasıl olur da onu bir başkası da sever, sevebilir?”

‘‘Sabahları ağır rüyalardan kurtulmaya çalışırken kollarımı ona boşuna uzatıyorum. Çimler üzerinde yanında oturduğumu ve elini tutup binlerce kez öptüğümü gördüğüm mutlu ve masum düşler beni kandırdığında yatağımda çaresizlik içinde onu arıyorum. Ah, uyku sersemliği içinde uyanıyorum, sıkışan yüreğimden gözyaşı seli boşalıyor ve karanlık bir geleceğe doğru tesellisiz ağlıyorum.’’

‘‘Acının insanlarla paylaşıldığı takdirde azalacağı konusunda kuşkusuz haklısın, değerli dostum, keşke insanlar-niçin böyle olduklarını ancak Tanrı bilir!- geçip giden şimdiyi yaşamak yerine, geçmişte kalan bir sıkıntının hatıralarını anımsamak için hayal gücünü bu kadar zorlamasalar.'’

‘'Tembellik neyse keyifsizlik de odur, tembelliğin bir türüdür. Doğamızın buna eğilimi var, ancak toparlanma gücünü bulursak kolaylıkla çalışmamız mümkün olur, gerçek hazzı elde etmenin yolu çalışmaktan geçer.'’

“İnsan doğası sınırlıdır. Sevince, kedere, acılara ancak belli bir dereceye dek dayanabilir. Ve o derece aşılırsa insan yok olur. Yani söz konusu olan birinin güçlü ya da zayıf olup olmadığı değildir. (buraya dikkat!) kendi yaşantısına ne ölçüde dayanabiliyor, soru budur! Hem ahlaki, hem bedensel anlamda…’’

"Yaşamanın bir rüyadan, bir hayalden başka bir şey olmadığını düşünen ilk kişi ben değilim.’’ 

‘’Bizler aynen zindanların duvarlarına gönül ferahlatan, güzel resimler çizen mahkûmlara benziyoruz.’’

‘’… çünkü sanırım ölmek hayatın türlü cefalarına göğüs germekten daha kolaydır. Öyleyse canına kıymak yiğitlik değil, uyuşukluk, korkaklıktır."

‘‘Ama şimdi hatırlıyorum da içimi kemiren o eski günler neden böyle tatlıydı? Tanrı’nın rahmetini sabırla beklediğim, bana verdiği sevinci içten ve minnet dolu bir kalple duyduğum için mi?''

Sahi siz yaz tatili için okuyacak kitap arıyordunuz değil mi?

Osman AYDOĞAN



Sevgiye Arzu

17 Haziran 2020

Hermann Hesse (takma adı Emil Sinclair) (1877 -1962) Almanya doğumlu 1946’da Nobel Edebiyat Ödülünü alan 20. yüzyılın en önemli İsviçreli yazarlarından ve ressamlarından birisidir…   ‘’Bozkırkurdu’’ ve ‘’Siddharta’’ en önemli eserleri arasındadır.

Hermann Hesse’nin bu iki kitabın gölgesinde kalan güzel bir kitabı daha var: ‘’Gertrud’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2005)

Hermann Hesse bu kitabında içine kapanık bir müzisyenin (Kuhn) yaşama ve insanlara tepkisini, başkaldırışını, korkusunu güzel bir üslupla aktarır.

Kitapta anlatıcı Kuhn genç yaşta sakat kalan bir bestekârdır. Diğer ana karakterler depresif opera sanatçısı Muoth ve güzel sesli Gertrud’dur. Roman bu üçlünün ilişkilerine odaklanır. Kuhn yaşadığı tüm coşkuları ve ümitsizliklerini bestelediği operaya aktarır.

Hesse, bu eserinde müzikle aşkı iç içe giydirerek müziğin yaşamın özü, ruhu olduğunu anlatır... Hesse’nin eserinde biraz da Goethe’nin ‘’Genç Werther’in Acıları’’ (Can Yayınları, 2007) isimli romanının izleri vardır. ''Genç Werther’in Acıları’’nda da olduğu gibi Hesse’nin bu eserinde de imkânsız bir aşkın yakıcılığı melodik bir biçimde anlatılır… Hesse bunu o kadar güzel anlatır ki bu var olmayan eseri dinlemiş gibi olursunuz…

Kitapta Kuhn bir bölümde şöyle anlatır: (s. 77)

‘’Gerçekten bambaşka biri miydim bütün bu insanlardan, Morion’dan, Lotte’den, Muoth’tan? Gerçekte sevgi denen şey bu muydu? Hepsini görüyor, bütün bu ateşli insanları görüyordum; sanki bir fırtınanın önüne katılmış yalpalayıp duruyor, bir belirsizlikten içeri savruluyorlardı.

Erkekleri görüyordum; bugün arzuyla, yarın bıkkınlıkla kahroluyor, yana yakıla seviyor, sevgilere hoyratça son veriyor, hiçbir sevgiye güven beslemiyor, hiçbir sevgide mutluluğu bulamıyorlardı.

Kadınları görüyordum sevgiden yanıp tutuşan; aşağılanmaları ve dayakları sineye çekiyor, sonunda kapı dışarı ediliyor ama bağlandıkları erkekten yine de kopamıyor, kıskançlıkları ve horlanmış sevgileriyle onurları çiğnenmiş, köpeksi bir sadakat sergiliyorlardı."

Bu kadar güzel bir tespitten sonra kendi halini de şu şekilde açıklıyor Kuhn:

‘’O gün uzun süredir ilk kez oturup ağladım. İçerleyerek, kızarak gözyaşlarımı akıttım bu insanlar için; dostum Muoth için, yaşam ve sevgi için gözyaşları.

Ayrıca kendim için daha bir sessiz, daha bir el altından gözyaşları döktüm; bir başka gezegende yaşar gibi bütün bu insanların arasında yaşayıp hayat denen şeye akıl erdiremeyen, sevgiye susamışlıktan ölen, ama sevgiden de korkmadan duramayan kendim için…"

Teoman Alpay’ın Nihâvend şarkısını Zeki Müren şöyle mi söylerdi: ‘’Yeryüzünde yalnız gezen yıldızlar, gökyüzünde sizin kadar yalnızım!’’

Osman AYDOĞAN



Şeytan ve Genç Kadın

15 Haziran 2020

Hepimizin bildiği ''Simyacı''nın da yazarı olan Brezilyalı romancı ve söz yazarı Paulo Coelho’nun pek de bilinmeyen güzel bir kitabı var: ‘’Şeytan ve Genç Kadın’’ (Can Yayınları, 2015) Bu kitap Paulo Coelho’nun ‘’Ve Yedinci Gün’’ isimli üçlemesinin son kitabıdır. Üçlemenin ilk iki kitabı; ‘’Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’’ (Can Yayınları, 2016) ve ‘’Veronika Ölmek İstiyor.’’ (Can Yayınları, 2017)

‘’Şeytan ve Genç Kadın’’; şeytanın ''Bescos'' isminde gelişmemiş bir kasabada yaşayan bir kadının aklını çelmesini konu alan kitaptır. Bu kadın; dış dünyadan soyutlanmış, kendi halinde, çoğunluğu yaşlı, zamanın dışında bir yaşam süren insanları ile gözlerden uzak, kuytu bir dağ köyünde yaşayan ve bu köyün tek genç kadını olan ve köyün küçük otelinin barında çalışan güzel Chantal'dır. Gelip geçen avcılarla ya da turistlerle gönül eğlendiren genç kadının tek dileği bu sıkıcı yerden kurtulmaktır.

Beklenmedik bir anda köye gelen ve gerçek kimliğini gizleyen bir yabancı, köy halkına, hepsinin yaşamını alt üst edecek, onları kışkırtacak, değer yargılarını tersine çevirtecek, hatta kökünden değiştirtecek bir öneride bulunur. Yabancı birisini öldürmeleri karşılığında kendilerine yüklü bir miktarda altın vereceğini söyler. Yabancı, köy halkına yedi gün süre tanımıştır. Bu tekliften sonra küçük kasaba halkı tamamıyla değişir. Bu süre içinde bu insanların her biri yaşam, ölüm, adalet ve dürüstlükle ilgili temel sorunlarla yüzleşecek, bir yol ayrımında durup kendi yaşam çizgilerini değiştirecek bir karar almak zorunda kalacaklardır. Ve herkes içindeki iyilik ve kötülükle savaşmaya başlar.

Yabancıya kucak açan köy halkı, onun tehlikeli oyununa alet olurken, Adem'le Havva'dan bu yana insanoğlunun ruhunu ele geçirme mücadelesi veren ‘’iyi’’ ile ‘’kötü’'nün ikilemi, bu basit insanların örneğinde romanda evrensel boyutlarda anlatılır. Romanda; ‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’ diye bir şeyin olmadığı, sadece nereden baktığınıza bağlı olduğu anlatılır... Roman aslında ‘’iyi’’ ile ‘’kötü’’nün romanıdır…

Kitaptan sizlere üç hikâye anlatacağım. Ancak hikâyelerden önce kitaptan kısa birkaç alıntı vermek istiyorum:

Kitaptan alıntılar

''Siz cennetteydiniz ama bunun farkında değildiniz. Dünyada pek çok insan da böyledir. Mutlu olmayı hakketmediklerini sanarak en büyük sevinci bulabilecekleri yerlerde keder ararlar.’’

''İnsanın sahip olabileceği en değerli şeyi yitirmiştim ben: insanlara duyulan güveni."

"Trajedilerin olması kaçınılmazdı, ne yaparsak yapalım, bizi bekleyen kötü şeylerin bir tanesini bile önleyemezdik."

"Yaşam, giyotinin gölgesinde bir terör rejimiydi."

"Yüreğinin sesini dinle, Allah hoşnut kalacaktır."

"Sevip de karşılığında sevilmeyi bekliyorsanız boşa zaman harcamış olursunuz."

"En iyi tarafımıza ulaşmak için, en kötü tarafımıza da ihtiyaç duyarız."

‘’Bir insanın üzerinde egemenlik kurman için onu korkutman yeterli.’’

‘’İyi ile kötü arasındaki mücadele her insanın yüreğinde vardır, orası bütün meleklerin ve şeytanların savaş alanıdır.’’

‘’İyi yürekli adam rolü oynamak, yalnızca hayata tavır almaktan korkanlara özgü bir şeydir. İnsanın kendinin iyi olduğuna inanması, başkalarına karşı çıkmaktan ve haklarını savunmak için savaşmaktan çok daha kolaydır. Kendinden daha güçlü biriyle savaşmak için cesaret toplamaktansa bir hakareti sessizce kabullenmek de çok daha kolaydır. Üzerimize atılan taş bize isabet etmemiş gibi yapabiliriz ama geceleri odamızda yalnız kaldığımızda, odamızı paylaştığımız karımız, kocamız ya da okul arkadaşımız uykuya daldığında korkaklığımıza sessizce ağlarız.’’

Size şimdi bu kitaptan aldığım üç hikâyeyi sunuyorum. Beğeneceğinizi umarım… Gerçi sizler bu hikâyeleri biliyorsunuzdur da kaynağını bilmiyorsunuzdur!

Bir tutam tuz

Ahab bir akşam dostlarını akşam yemeğine çağırıp onlara yumuşacık bir et kızartmak istemiş. Ama birden tuzu kalmadığını fark etmiş. Oğlunu yanına çağırmış.

‘’Köye git de tuz al. Ama gerçek bedelini öde. Ne daha az ne de daha fazla.''

Oğlu şaşırmış.

‘’Fazla ödememem gerektiğini anlıyorum baba, ama pazarlık edebileceksem neden paradan biraz tasarruf etmeyeyim ki?’’

‘’Büyük kentlerde böyle yapabilirsin. Ama bizim ki gibi bir köyde bu çirkin bir şey olur.’’

Oğlan başka soru sormayıp gitmiş. Bu konuşmaya tanık olan konuklar oğlanın tuzu neden daha ucuza almaması gerektiğini öğrenmek istemişler; Ahab da bunun üzerine,

‘’Tuzu ucuza satanın acilen paraya ihtiyacı var demektir.’’ demiş. ''Bu durumdan yararlanan kişi, bir şey üretmek için alnından ter akıtarak çalışmış olan adama saygısızlık etmiş olur.’’

‘’Ama bir tutam tuzun köye ne zararı olabilir ki?’’

‘’Dünya kurulduğunda haksızlık da bir tutamdı. Ama her yeni kuşak, ne önemi olur diye düşünerek biraz biraz üstüne ekledi, görün bakın şimdi ne durumdayız.’’

Bir adam, atı ve köpeği

Söylediğim gibi Ahab cehennemle cennet hakkında bir masal bilirmiş, bu masal eskiden ana babalardan çocuklarına aktarılırdı, ama artık unutulup gitti.

Bir adam, atı ve köpeği yolda gidiyorlarmış. Kocaman bir ağacın yanından geçerlerken üçünü de yıldırım çarpmış. Ama adam bu dünyayı terk ettiklerini fark etmemiş ve yanında iki hayvanıyla yoluna devam etmiş. Bazen ölüler, yeni konumlarına alışmak için zamana ihtiyaç duyarlar.

Ve adamla atı ve köpeğinin yolculuğu öte dünyada şöyle devam etmiş:

Yolları oldukça uzunmuş, yokuş yukarı gidiyorlarmış, güneş yakıcıymış, ter içinde kalmışlar, susamışlar. Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler; kapı, ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş, çeşmeden berrak bir su akıyormuş.

Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş. 
"İyi günler." 
"İyi günler", diye yanıt vermiş bekçi. 
"Burası harika bir yer, adı ne?" 
"Burası cennet." 
"Ne iyi, cennete gelmişiz, çünkü çok susadık." 
"İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz", demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş. 
"Atımla köpeğim de susadılar." 
"Kusura bakmayın", demiş bekçi. 
"Buraya hayvanlar giremez."

Yolcu çok üzülmüş, çok susamışmış, ama suyu tek başına içmek istemiyormuş. Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş. Epeyce bir süre yamaç yukarı gittikten sonra eski görünümlü, küçük bir kapıya varmışlar, kapı iki yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş. Ağaçlardan birinin altında, şapkasını alnına indirmiş, uyur gibi yatan bir adam varmış.
"İyi günler", demiş yolcu. Adam başını sallamış.
"Atım, köpeğim ve ben çok susadık."
"Şurada taşların arasında bir pınar var", diyen adam eliyle orayı işaret etmiş.
"İstediğiniz kadar su içebilirsiniz."
Yolcu, atı ve köpeği pınara gidip susuzluklarını gidermişler. Yolcu bekçiye teşekkür etmiş.
“İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz", demiş bekçi.
"Buranın adı ne?"
"Cennet."
"Cennet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.
"Orası cennet değil cehennemdi."
Yolcunun aklı karışmış,
"Sizin adınızı kullanmalarına niye izin veriyorsunuz? Yanlış bilgi vermeleri büyük karışıklığa neden olur!"
"Hiç de değil. Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orada kalıyor çünkü."

‘’İyi’’ ve ‘’Kötü’’nün yüzü

Öte yandan Yabancı, kültürlü olmasının, çevresinde toplanmış insanların çalışmasından çok daha değerli olduğunu onlara kanıtlamak istiyordu. Parmağıyla duvarda asılı bir tabloyu işaret etti. "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Dünyadaki en ünlü tablolardan biridir: Leonardo da Vinci'nin yaptığı bu tablo, İsa ile on iki havarisini son yemekte gösteriyor." "Ünlü bir tablo olması beni şaşırttı," dedi otelin sahibesi, "çünkü ben onu çok ucuza aldım." Bu yalnızca bir röprodüksiyon. Aslı buranın epey uzağındaki bir kilisede duruyor. Ama bu tablonun bir hikâyesi var, bilmem öğrenmek ister misiniz?"

Bardaki müşteriler başlarını salladılar. Ve adam başladı anlatmaya:

‘’Bu tabloyu (Son Akşam Yemeği) yapmayı düşündüğünde Leonardo da Vinci büyük bir güçlükle karşılaştı.  İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı..

Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı... Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti... Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi…

Aradan üç yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı... Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı...

Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu… Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı... Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı...

Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı... Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.. Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle söyle dedi: 'Ben bu resmi daha önce gördüm'... 'Ne zaman' diye sordu 'Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı. 'Üç yıl önce... Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti'..

‘’İyi’’ ve ‘’Kötü'’nün yüzü aynıdır... Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...

Kitapta geçen ol kıssalar bu kadardır.. Bu kıssalardan çıkaralıcak mebzuuuul miktarda hisse vardır ki arz etmek bana, çıkarıp almak da hepimize kalmıştır...

Sizlere güzeeeel bir hafta dilerim...

Osman AYDOĞAN



Hasta Siempre

14 Haziran 2020

‘’Hasta Siempre’’ okunuşu "asta siempre", anlamı; "sonsuza dek". Che Guevara'nın anısına yazılmış bir ağıttır. Küba'nın ‘’Guantanamera’’ ve ‘’Chan Chan’’ ile birlikte en tanınmış şarkılarındandır. Sözleri  Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla'ya, bestesi ise Şilili şarkıcı ve müzisyen Victor Jara (*)'ya aittir. Victor Jara, muhtemel ki bu eserini vıcık vıcık ortamlarda şarkının anlamını bilmeyenler tarafından dans edilsin diye bestelememiştir!. 

Şarkının ortaya çıkış süreci:

Che Guevara devrimden sonra Küba’da bir müddet bakanlık yapar. Ancak bürokrasiden çabuk sıkılır. Ayrılır bakanlıktan ve komünist devrimleri sağlamak için önce Kongo sonra Bolivya’ya gider. Bir başka ihtimal de Fidel Castro ile olan fikir ayrılığıdır. (Castro Sovyetlerle yakınken, ülkenin iki numarası Che ise Sovyetlerden haz etmeyip Çin’deki komünizme yakın durur.)

Che, Fidel Castro’ya bir veda mektubu yazar. Bu mektupta parti başkanlığından, bakanlıktan, ordudan ve hatta Küba vatandaşlığından ayrıldığını yazmaktadır. Fidel’in şahsına yazılmış bu mektup ulusal radyodan okunarak halka duyurulur. Küba’da pek sevilen Che’nin vedası halkı oldukça üzer. (Bir rivayet aslında Che’nin bu mektubun kendi ölümünden sonra halka açıklanmasını istediğidir.)

Che mektubu “hasta la victoria, siempre” (zafere kadar, daima) sözleriyle bitirmektedir. Kübalı şarkıcı, gitarist, ozan ve besteci Carlos Puebla işte bu sözlerden etkilenerek ve esinlenerek bildiğimiz şarkıyı yazar.

Şarkının yorumları 

Şarkının ilk kaydı her ne kadar 1965 yılındaysa da iki yıl sonra 1967’de Che’nin Bolivya’da yakalanıp öldürülmesinden sonra çok daha popüler olur. Şarkı günümüze kadar 200 civarında şarkıcı veya grup tarafından yorumlanır.

Bunları arasında en güzeli bu ağıtın söz yazarı Carlos Puebla’ya aittir. Marş gibi bir parça olmasına rağmen usul usul söyleyerek Puebla şarkıya sakinlik katar. Güzel olan diğerleri Compay Segundo, Maria Farantouri,  Violeta Parra, Silvio Rodriguez, Joan Baez, İnes Rivero, Pierre Barouh, Jan Garbarek ve Maria Carta’nın yorumlarıdır. Alman sanatçı Wolf Biermann’ın yorumu da dinlenilmeye değerdir. İran'lı müzisyen Mohsen Namjoo (Muhsin Namcu)  da yorumlamıştır. Türk sanatçı Ahmet Koç'un bağlama yorumu da dinlemeye değerdir.

Devrime yakılan bir ağıt popüler kültüre nasıl malzeme olur

Bunların dışında hepimizin bildiği Fransız sanatçı Nathalie Cardone'nun popüler yorumu diğer isimlerini verdiğim yorumların yanında yavan kalır ama klipindeki görüntüler (Che'nin cansız bedeni,  Natalie Cardone’nin Kalaşnikof taşıması) ilginç gelse de Nathalie Cardone’nun bu yorumu bir devrime yakılan ağıtın popüler kültüre nasıl malzeme olduğu ve sömürüldüğü konusunda ilginç bir örnektir.

Bu örnek tek de değildir. Günümüzde devrim şarkıları ve devrim simgeleri popüler kültür tarafından sıkça da kullanılmaktadır. Daha yakın bir zamanda bir Netflix yayını olan İspanyol yapımı ''La Casa de Papel'' dizisinde de İtalyan devrimci şarkısı ‘‘Ciao Bella’’nın sıkça çaldığını, soyguncuların Guantanamo esirlerinin kiyafetleriyle benzer olduğunu, askerlerinin Anonymous ve Salvador Dali’nin yüz ifadesini, kıyafetlerinin renginin de Kızıl Ordu’yu çağrıştırdığını anlatmıştım...

Nathalie Cardone’ye ait bahsettiğim bu yorumda Küba Heyetinin Başkanı ve Sanayi Bakanı olarak Che’nin 1964 yılında Birleşmiş Milletlerde yaptığı bir konuşmada geçen "esa hora irá creciendo cada día que pase, esa hora ya no parará más" (Latin Amerika'daki uyanış ve gelmekte olan devrimleri kastederek; ''Doğan her günle birlikte, bu dalga giderek yükselecek, bu dalga bir daha asla durmayacak...'' ) sözleri Che’nin kendi sesinden şarkının sonuna eklenmiş. Aşağıdaki bağlantıda Nathalie Cardone'nin bahsettiğim bu yorumunu veriyorum... 

Che Guevara

''Che''den bahsedince bir zamanlar Küba'nın Ankara Büyükelçisi Alberto Gonzales Casals’ın bir böyük (!) Türk siyasetçisinin Che Guevara hakkındaki sözleri üzerine verdiği demeci hatırladım. O zamanki Meclis Başkanı İsmail Kahraman Che Guevara için ‘‘katil ve eşkıya’’ diye bir ifade kullanmıştı. (Gazeteler, 28.08.2016)... Bu söz üzerine Büyükelçi Casals da şöyle bir demeç vermişti:

‘'Küba’nın en büyük düşmanları bile böyle bir ifade kullanmadı. Che Guevara Atatürk okurdu. Che Guevara sadece Küba değil, Latin Amerika'nın siyasi ve tarihi mirasının parçasıdır. Che Guevara için ‘katil kişilik’ dediğiniz zaman onun Küba devrimi için mücadelesinden bahsetmiş oluyorsunuz. Bu da saygıda kusur etmektir. Che Guevera’ya ‘katil’ diyerek, benim Devlet Başkanıma da aynı ifadeyi kullanmış oluyorsunuz.’’

Tabii sayın Büyükelçi nereden bilsindi kendi ülkesinin kurucusu Atatürk'ü dahi anlayamamış, ona değil saygıda kusur etmek, hakaretler bile yağdıran, adını her yerden kazımaya çalışan ham ervahın anti-kapitalizmin ve anti-emperyalizmin sembolü Che'yi nasıl anlayacağını?...

Bu arada küçük bir bilgi: Che Guevara'nın asıl adı Ernesto Guevara'dır. ''Che'' onun lakabıdır. Aslen Arjantinlidir. Buenos Aires Tıp Fakültesi mezunu bir doktordur.

Bugün Che Guevara'nın doğum günü... Che Guevara, İspanyol ve İrlanda asıllı bir ailenin beş çocuğunun en büyüğü olarak Arjantin'in Rosario şehrinde 14 Haziran 1928 tarihinde dünyaya gelir. Che Guevara 09 Ekim 1967 tarihinde Vallegrande yakınlarındaki La Higuera'da Bolivya Ordusu'nun elindeyken yargısız katledilir.....

Ne adamlar gelmiş geçmiş bu dünyadan değil mi? Che Guevara'nın şahsında politik bir mücadelenin sağlam bir kişilik, güçlü bir karakter, doğruluk, dürüstlük, tutarlılık, bilgelik, sonsuz bir azim ve güçlü bir irade gerektirdiğini, bu özelliklere sahip olmayanların ise bu özelliklere sahip olan politik karakterlere saldıran gelip geçici birer politik figüran olarak kaldığını görüyorsunuz. Bunun için tarihin çöplüğüne gitmeye gerek yok, etrafınıza bir bakın yeter!

Che'yi doğum günü vesilesiyle işte bu şarkıyla anmak istedim: ''Hasta Siempre''

Toprağı bol olsun!

Osman AYDOĞAN

Nathalie Cardone, ''Hasta Siempre''
https://www.youtube.com/watch?v=kTqwy6ay1HQ

(*) Hasta Siempre’nin bestecisi Víctor Jara, Salvador Allende ve sol partilerini birleştiği bir hareket olan ‘’Unidad Popular’’ yararına Şili’de birçok konserler verir. 11 Eylül 1973'te Augusto Pinochet'nin gerçekleştirdiği darbe sırasında, Víctor Jara "Teknik Üniversite"deki işi başında tutuklanır ve birçok yoldaşı gibi Şili Ulusal Stadyumu'nda işkence görür. Hatta bu korkunç işkenceler sırasında bile Jara, Unidad Popular 'ın şarkısını söylemeye çalışır. Bir daha gitar çalamaması için elleri kırılır, vahşice dövülür, sonrasında elleri kesilip tribün önüne asılır, dipçikle kafası parçalanır sonrasında da bir makinalı tüfekle öldürülür ve cesedi Santiago Mezarlığı yakınına atılır…

Eylül 2003'te Jara’nın öldürülmesinin 30. yıldönümünde öldürüldüğü Şili Ulusal Stadyumu'nun adı ‘’Estadio Víctor Jara’’ (Victor Jara Stadı) olarak değiştirilir…

9 Aralık 2004 tarihinde Jara'nın ölümünden 31 yıl sonra yargıç Juan Carlos Urrutia Jara öldürüldüğü sırada Şili Ulusal Stadyumu'nun en üst rütbedeki sorumlusu emekli subay Mario Manríquez Bravo hakkında dava açar. 2012 yılında bu emekli subay, sekiz eski asker ve emri veren askeri savcı ile beraber hapse mahkûm olur… En son, Eylül 2014'te sorumlu görülen üç eski subay daha mahkûm edilir…

Şarkıyı en güzeli orijinal diliyle dinlemek ama size sözlerini Türkçe veriyorum:

Sonsuza dek

Biz seni sevmeyi 
tarihin yükseklerinden öğrendik 
cesaretinin güneşi 
ölümü kuşattığında (pusu kurduğunda) 

İşte burada (duruyor) 
tatlı varlığının 
kalbe sıcaklık veren saydamlığı 
kumandan Che Guevara 

(Nakarat)

Şanlı ve güçlü elin 
tarihe ateş açar 
bütün Santa Clara (halkı) 
seni görmek için uyandığında 

(Nakarat)

Rüzgarı yakarak gelirsin 
bahar güneşleriyle.. 
gülüşünün ışığıyla 
bayrağı dikmek için 

(Nakarat)

Devrimci aşkın 
seni yeni bir davaya götürüyor 
ki orada senin kurtarıcı kolunun 
gücünü (sıkılığını) bekliyorlar 

(Nakarat)

Biz mücadelemize devam edeceğiz 
tıpkı sen yanımızdayken olduğu gibi 
ve Fidel'le sana diyoruz ki 
sonsuza kadar, komutan 
(İspanyolca kelime oyunu: 'Fidel' hem Fidel Castro'yu kastediyor hem de 'sadakatle' anlamına geliyor burada) 

(Nakarat)



Cucurrucucú Paloma

14 Haziran 2020

Geçen hafta bu sayfada sizlere Nuh tufanındaki ‘’güvercin’’ efsanesinden sonra Batı kültüründe MÖ 492 yılında geçen ikinci bir ''güvercin'' efsanesine dayanan ‘’La Paloma’’ isimli bir folk şarkısının hikâyesini anlatmıştım.

Madem geçen Pazar gününü ‘’La Paloma’’ ile geçirdik, bu Pazar günü de yine ‘’La Paloma’’ ile devam edeyim istedim... Bu sefer de içinde yine ‘’La Paloma’’ bulunan bir başka folk şarkısını anlatacağım: ‘’Cucurrucucú Paloma’’...

Cucurrucucú Paloma şarkısının kökeni

‘’Cucurrucucú Paloma’’ geleneksel bir Meksika halk sarkışıdır. Meksika'yı oluşturan 31 eyâletten birisi olan ve Meksika’nın merkez doğu bölgesinde yer alan Veracruz eyaletinin kuzeyindeki Huazteca bölgesinden yaşayan Meksika yerlilerinin müziğidir. "Huazteca" ya da "Son Huazteca" adı verilen bu tür şarkılar, aşkın en saf ve masum halini konu edinirler. ‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı Meksikalı müzisyen Tomás Méndez tarafından 1954 yılında bestelenir.  

’'La Paloma''; İspanyolca barış sembolü olan ''güvercin'' demekti... ‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı 1960’lı yılların sonundan itibaren Güney Amerika’daki diktatörlükler döneminde bir yandan gün be gün yaşanan şiddete karşı bir sembol olarak da politik bir anlam kazanırken diğer yandan da güvercinin temsil ettiği barışa ve daha güzel günlere özlemi yansıtır. 

Güvercin aynı zamanda saf sevgiyi de anlatırdı… Bu anlamda ‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı giden sevgilinin veya sevilenin ardından söylenen hüzünlü bir şarkıdır. Şarkıda ‘’Cucurrucucú’’ diye ağlayan güvercin ise aynı zamanda giden sevgilinin veya sevilenin ardından yakılan ağıtı, ona duyulan özlemi ve sevgilinin/ sevilenin geri döneceğine duyulan umudu simgeler. 

Şarkı aynı zamanda aşkın ve sevginin saf ve masum halinin değerini bilmeyenlere de yapılan bir sitemdir aslında. Çünkü şarkı ‘’ağlama güvercinim ağlama, taşlar aşkın ne olduğunu bilmezler’’ diye sona erer!

Yıllar içerisinde şarkı birçok filmin müziğinde kullanılarak şarkıya uluslararası popülerlik kazandırır.

Film müziği olarak Cucurrucucú Paloma şarkısı

Şarkı ilk olarak 1955'te gösterime giren Meksika yapımı ‘’Escuela de Vagabundos’’ isimli komedi filminde kullanılır. Bu filmde filmin yıldızı Pedro Infante bu şarkıyı söyler. 

Bu Şarkı adını Amerikalı yönetmen Miguel Delgado'nun yönettiği 1965 yapımı bir Meksika filmi olan ‘’Cucurrucucú Paloma’’ filminde de duyurur. Filmde başrol oyuncusu Meksikalı şarkıcı Lola Beltrán tarafından bu şarkı seslendirilir. 

Bu şarkı en güzel şekilde İspanyol film yönetmeni Pedro Almodóvar’ın 2001 yılı yapımı, insanlık, dostluk, sevgi, iletişim, naiflik, yalınlık, içtenlik gibi birçok temayı mükemmel bir şekilde işlediği ‘’Hable Con Ella’’ (Konuş Onunla) isimli platonik bir aşkın olağanüstü bir şekilde anlatıldığı bir drama filminde kullanılır. Filmde bu şarkı Brezilyalı besteci, şarkıcı, gitarist, yazar ve siyasal aktivist Caetano Veloso tarafından mükemmel bir şekilde yorumlanır... Filmi akıllarda tutan, hafızlara kazıyan da bu şarkı olur.

Bu şarkı son olarak Amerikalı yönetmen ve yazar Barry Jenkins'in 74. Altın Küre Ödülleri'nde drama dalında ‘’En İyi Film’’ ödülünü kazandığı, Şubat 2017 yılında 8 dalda Oscar adayı olup yılın en iyi filmi seçildiği ve daha birçok ödülün sahibi olan 2016 yılı yapımı ‘’Moonlight’’ (Ay Işığı) filminde de kullanılır. Filmde yine Brezilyalı efsane Caetano Veloso'nun yorumu hep arka planda çalar...

Yazımın sonunda bu filmlerden sırasıyla Pedro Infante, Lola Beltrán ve Caetano Veloso’nun "Cucurrucucú Paloma" şarkısını söyledikleri sahnelerin bağlantısını veriyorum…

Şarkı bu filmlerin dışında ayrıca ‘’Le Magnifique’’, ‘’The Last Sunset’’, ‘’My Son’’, ‘’What Have Ye Done’’, ‘’The Five-Year Engagement’’ ve ‘’Happy Together’’ isimli filmlerde de kullanılır.

Cucurrucucú Paloma şarkısını yorumlayan diğer şarkıcılar

Bu şarkı 1954'te Tomás Méndez tarafından bestelenmesinden bu yana Luis Miguel, Rocío Dúcal, Perry Como, Miguel Aceves Mejía, Hibari Misora, Nana Mouskouri, Julio Iglesias, Shirley Kwan, Lila Downs, Joan Baez, Rosemary Clooney, Aida Cuevas, Harry Belafonte, Refrain de Franco Battiato, Juan Diego Flórez, Mireille Mathieu ve Demis Roussos gibi çeşitli popüler şarkıcılar tarafından da seslendirilir.

Cucurrucucú Paloma şarkısı üzerine

İçinizde fırtınalar koparacak, kalbinize, ruhunuza, gönlünüze dokunacak ve kalbinizi, kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığa bağırtacak olan bu şarkının değişik yorumlarını aşağıdaki bağlantıda veriyorum. Bağlantıdaki bütün yorumları dinlemenizi isterim… Şarkının orijinal İspanyolca ve ardından da Türkçe olarak sözlerini yazımın sonunda veriyorum... Şarkının sözlerini okuyunca neden bütün yorumcuların bu şarkıyı bir feryâd bir figân halinde sözylediklerini daha iyi anlayacaksınız...

Şimdi unutun zihninizdeki gamı, kederi, kasveti, siyaseti, Koranayı… Tıpkı bir kuyu kazan adamın su olmayan her şeyi ata ata su seviyesine inmesi gibi sadece kendiniz kalana kadar siz de atın zihninizden gamı, kederi, kasveti, siyaseti, Koranayı… Sonra da bağlantılarını verdiğim şarkının bütün yorumlarını dinleyin… İnanın pişman olmayacaksınız… Fransız roman yazarı Andre Maurois derdi ya: ‘’Unutma olmayınca mutluluk da olmaz.’’

Sizlere sağlıklı, mutlu ve umutlu güzel bir Pazar günü dilerim… Her şey gönlünüzce olsun…

Osman AYDOĞAN

Film müziği olarak Cucurrucucú Paloma

Escuela de Vagabundos filminde Pedro Infante: 
https://www.youtube.com/watch?v=0uQ4W7afKLU

Cucurrucucú Paloma filminde Lola Beltran: 
https://www.youtube.com/watch?v=oc5Fv_94F3Y

Hable Con Ella filminde Caetano Veloso: 
https://www.youtube.com/watch?v=-CsA1CcA4Z8

Cucurrucucú Paloma’nın diğer yorumları:

İspanyol aslllı Fransız sanatçı Mireille Mathieu ve Yunan şarkıcı Demis Roussos:ikilisinden Cucurrucucú Paloma
https://www.youtube.com/watch?v=-DwUe7VuV1M

Meksikalı şarkıcı Luis Miguel: 
https://www.youtube.com/watch?v=swXFlEs8sKc

Meksikalı şarkıcı Aida Cuevas: 
https://www.youtube.com/watch?v=bLR6IHdnKM0

Perulu bir opera tenoru Juan Diego Flórez
https://www.youtube.com/watch?v=Q7yfsNFoUvk

Amerikan folk şarkıcısı Joan Baez: 
https://www.youtube.com/watch?v=zepMXy-Sj5c

Jamaikalı Amerikan şarkıcı Harry Belafonte: 
https://www.youtube.com/watch?v=iqYzRvaRPRk

Bir Meksika müzik grubu Los Tres Tenores
https://www.youtube.com/watch?v=4lvy8_TA6Tg

Meksikalı sanatçı Tomás Méndez
https://www.youtube.com/watch?v=le_84BLThqo

Cucurrucucú Paloma

Dicen que por las noches
Nomas se le iba en puro llorar,
Dicen que no comia,
Nomas se le iba en puro tomar,
Juran que el mismo cielo
Se estremecia al oir su llanto;
Como sufrio por ella,
Que hasta en su muerte la fue llamando
                                                                                
Ay, ay, ay, ay, ay,... cantaba,
Ay, ay, ay, ay, ay,... gemia,
Ay, ay, ay, ay, ay,... cantaba,
De pasion mortal... moria
                                                                                
Que una paloma triste
Muy de manana le va a cantar,
A la casita sola,Con sus puertitas de par en par,
Juran que esa paloma
No es otra cosa mas que su alma,
Que todavia la espera
A que regrese la desdichada
                                                                                
Cucurrucucu... paloma,
Cucurrucucu... no llores,
Las piedras jamas, paloma
Que van a saber de amores!
Cucurrucucu... cucurrucucu...
Cucurrucucu... paloma, ya no llores

Kukurrukukur, kumru

Diyorlar ki, akşamları,
Ağlamaktan başka bir şey yapmamış.
Yemek bile yemediğini söylediler.
İçmekten başka bir şey yapmamış.

Diyorlar ki, gökyüzü bile
Titremiş o ağlarken.
Birisi için ne acı çekti!
Ölürken bile onu sayıklıyordu.

"Ay ay ay ay ay" diye şarkı söylüyordu,
"Ay ay ay ay ay" diye inledi,
"Ay ay ay ay ay" diye şarkı söylüyordu,
İnanılmaz bir acıyla veda etti.

Üzgün bir kumru,
Sabahın erken saatlerinde gelir şarkı söylemek için,
Boş bir eve,
Küçük kapıları genişçe açılan.

O kumrunun,
O adamın ruhunu taşıdığına yemin ediyorlar.
Hala ümit ediyor,
Zavallı kadının geri döneceğini.

Kukurrukukur, kumru
Kukurrukukur, üzülme
Taşlar, kumru,
Aşkın ne olduğunu asla anlayamazlar.

Kukurrukukur, kukurrukukur
Kukurrukukur, kumru,
Artık onun yüzünden ağlama.



Müyesser Yıldız neden tutuklandı (2)

12 Haziran 2020

Günlerdir yandaş basın tarafından “askeri casusluk” suçlamasıyla manşetlere taşınan Müyesser Yıldız’a gözaltı süresince “casusluk”la ilgili bir suçlama yöneltilemedi. Çünkü yok böyle bir suç… Ancak Savcılığın gözaltına alma gerekçesi “siyasi ve askeri casusluk” (TCK 328) iken Müyesser Yıldız mahkemeye “gizli kalması gereken bilgileri açıklamaktan’’ (TCK 329) sevk edilerek tutuklandı…

Peki, Müyesser Yıldız’ın açıkladığı “gizli kalması gerekirken açıkladığı bilgiler’’ neydi?  Müyesser Yıldız’ın avukatı Erhan Tokatlı’nın açıklamasına göre bu bilgiler Müyesser Yıldız’ın aylar önce yazdığı “Kim bu Hafter’le görüşen Türk komutanlar” (24.12.2019) ve “Libya’ya hangi komutan gitti… Yerine kim geldi” (20.01.2020) başlıklı iki haber…

Ancak günümüzde vukuat-ı adiyeden ve tırışkadan uyduruk haberlere bile jet hızıyla mahkeme kararları ile erişim yasağı gelirken, mesela Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un boğazda kiraladığı araziye yaptırdığı çardak ve şöminenin İBB tarafından yıkıldığına ilişkin habere jet hızıyla erişim yasağı gelirken Müyesser Yıldız’ın tutuklanmasına vesile olan bu iki habere –demek ki İBB’nin yıktığı çardak ve şömineden de önemsiz bir haber olarak görmüşler ki- aylar önce yayınlanmasına rağmen bu haberlere şimdiye kadar erişim yasağı getirilmemiş… Bu haberler halen Odatv İnternet sitesinde olduğu gibi duruyor…

Müyesser Yıldız’ın tutuklanma hükmü bana Karakuşî'nin bir hükmünü hatırlattı... Bu hükümden önce Karakuşî'yi kısaca bir tanıtayım:

Hükm-ü Karakuşî

Selahaddin-i Eyyûbi devrinde önemli görevler ifa eden ve vezir ve aynı zamanda kadılık da yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet adamı varmış. Aynı zamanda Bahaüddin Karakuşî yolsuzlukları ile de ünlüymüş... Karakuşî kadı olarak sadece yanlış değil hep abuk sabuk hükümler de verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşî’nin verdiği hükümlere de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denirmiş. Günümüzde de - gerçi genç hukukçular pek bilmez ama - mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ derler.

Aslında gerçek böyle değildir!... Yazımın sonunda meraklısı için bu Kadı Bahaüddin Karakuşî’nin kısaca bu anlatımdan farklı olan gerçek hikâyesini anlatacağım…

Şimdi gelelim Kadı Bahaüddin Karakuşî’nin bir hikâyesine:

Hükm-ü Karakuşî ve bir hırsız hikâyesi

Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...

Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşî) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.

Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, "anlat bakalım!" demiş.

Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama, cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"

Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"

Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"

Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.

Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"

Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"

Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"

Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"

Hikâye bu kadar…

Hükm-ü Karakuşî gerçekte kimdir?

Bir rivayete göre Karakuşî, asıl adı Ebu Said Bahaüddin bin Abdullah Esedî (Kısaca Said Bahaattin) olan bir kimsedir. Kadı Karakuş’un ölüm tarihi 1200’dir... Selahattin Eyyubî’nin veya onun kardeşi Sirkûh’un kölesi iken, her ne meziyeti var ise, yükselmiş ve önemli mevkilere gelmiştir. Karakuşî’nin önemli hizmetleri, başarılı işleri de olmuş... Akka’da valilik yapmış, orada Haçlılara esir düşünce Selahaddin-i Eyyûbi onu, on bin altın fidye ödeyerek kurtarmış. Kahire’ye kale, yol, köprü, han, çeşme gibi eserler bırakmış. Fakat iyi bir eğitimi olmadığı, devlet yönetiminde tecrübesiz ve garip bir yaratılışa sahip olduğu için zaman zaman keyfi, sert, tuhaf ve yanlış hükümler verirmiş.

Necdet Rüştü Efe ‘’Türk Nüktecileri’’ (Nebioğlu Yayınevi) isimli kitabında ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi şöyle anlatır (s.131-133):

‘’Bunlar kanun, örf gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmaya çalışılmış öyle hükümlerdir ki; bu mantıksızlık karşısında, mahkûmun müdafaa cehtini (gayretini, çabasını) daima hayrete çevirmiştir. Yüzyıllar boyunca, bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümler; Anadolu’da doğup, yaşlılığında Mısır’da Selahadin-i Eyyûbi maiyetinde emirlik ve kadılık yapmış olan Karakuşî’ye aittir. Yedi yüz elli önce yaşamış olan bu zat halis Türk’tür.’’

‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu safça ve abuk sabuk verilen hükümler aslında Selahattin Eyyubi’nin veziri Bahaüddin Karakuşî’yi yıpratmak için rakibi Esad bin Memmati tarafından yazılmış "Kitab el Faşuş fi Ahkami Karakuş" isimli uydurma mahkeme kararlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerçekle bir ilgisi yoktur bu hikâyelerin ve bu hükümlerin...

Müyesser Yıldız’ın tutuklanması

Hükm-ü Karakuşî’nin hikâyeleri ve dolayısıyla anlattığım bu hikâye de görüldüğü gibi uydurmadır, gerçekle bir ilgisi yoktur. Fakat bu uydurma mahkeme kararlarından yaklaşık sekiz yüz yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde Müyesser Yıldız’a yapılan hukuk ihlalli ise gerçektir ve tam da hikâyedeki gibi tam bir ‘’Hükm-ü Karakuşî’’dir…

Sonuçta Müyesser Yıldız’ın gözaltına alınırken söylediği gibi (FETÖ'cüsü, casusu, darbecisi sokakta gezecek, şamarı bana indireceksiniz) kısa boylu diye Müyesser Yıldız asılmak istenmektedir.

Ağır usul ihlalleri yapılarak yargının tarafsızlığının siyasal konjonktüre feda edildiği günümüz mahkemelerinin ve kurumlarının verdiği kararlar artık yasal bir “hüküm” değil, olsa olsa bir “Hükm-ü Karakuşî” olmaktadır.

‘’Adalet’’ diye bir endişesi, bir kaygısı olanlara duyurulur…

Arz ederim...

Osman AYDOĞAN



’Yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairi: Özdemir Asaf

11 Haziran 2020

Bugün, Türk şiirinde ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairi Özdemir Asaf'ın doğum günü. (11 Haziran 1923) (Vefatı: 28 Ocak 1981) Hep hayıflanıyorum işte, bizi biz yapan değerlerimizin ''doğum gününü'', ''vefat yıldönümünü'' vesile yaparak neden anmayız diye... Boyalı boyalı ceridelere bakın... Renkli renkli ekranlara bakın... Hiç anan var mı bu ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairini... 

Onlar anmasa da hep beraber biz analım, değil mi? 

Özdemir Asaf (1923 - 1981); matematik denklemleriyle yalnızlığın hüznünü bir araya getirip, içindeki çocuğa şiir yazdıran şairimizdir. "Her bir yaşam öyküsü, öbür yaşamların parçacıklarıyla tamamlanır’’ diye tanımlar hayatı…

Asıl adı Halit Özdemir Arun'dur. Saatinin akrebi ve yelkovanı olmayan bir şairimizdi… Düşünen bir şairimizdi... Tüm dünyayı kucaklamak isteyen, fakat kolları buna yetmeyen, ("bütün dünyayı kucaklamak istedim, kollarım yetmedi." ) sonra da bunu sessizce kabullenmek zorunda kalan şairimizdi… Sanki oyun hamuruyla oynuyormuş gibi kelimelerle oynayan, onları çeşit çeşit renge ve şekle sokan, insan suretli büyücü bir şairimizdi… Derinliklerin anlatıldığı şiirlerin ustası bir şairimizdi... Dizeleri kısa ve öz, bir kurşun kadar ağır, ancak bir kuşun yuvası kadar naif olan bir şairimizdi… Bir kelimeye bin anlam yüklemiş olan bir şairimizdi… '’Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa'’ diyerek gerçek aşkı anlatan şairimizdi…Türk şiirinde ''İkinci kişi''yi en iyi anlatan şairmizdi... 

''Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır'' diyerek çağını ve ötesini görebilen bir şairimizdi…

Murathan Mungan kendisi için şöyle söylerdi: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin." Muratha Mungan’ın söylediği gibi Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen, İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatan ve kelimelerle dans eden bir şairimizdi… Yuvarlağının köşeleri olan bir şairimizdi… (‘’Yuvarlağın Köşeleri’’, şairin şiir kitabının adı…)

Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdi…

‘’Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz’’ isimli şiir kitabinin ilk sayfasında da; "Herkesin bir hikâyesi vardır ancak herkesin bir şiiri yoktur" İfadesi bulunan bir şairimizdi…

Aşiyan Mezarlığında bir mezar taşında Özdemir Asaf Arun ve Yıldız Moran Arun isimleri yan yanadır. Ve bu mezar taşında, altına da üstüne de kimi zaman erguvanlar, kimi zaman sararan yapraklar, kimi zaman da kar düşen şu şiir yazılıdır:

‘’Sevgi ise sevişeceğiz seninle
kavga ise dövüşeceğiz seninle
ölümü de paylaştığımız yaşamda
ortaklaşa bölüşeceğiz seninle’’

Şiirin adı da ‘’İkilem’’dir…

Türk şiirinde; Cahit Sıtkı Tarancı "ölüm", Nazım Hikmet "hasret", Ahmet Hâşim "akşam", Yahya Kemal "İstanbul’’dur.  ‘’Aşk’’ın şairi nasıl Cemal Süreyya, ‘’keder’’in şairi nasıl Ahmet Arif ise Özdemir Asaf da ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ sairidir. Ancak hüznü kırılgan, depresif ve umutsuz değil; onun hüznü güler yüzlü ve pozitiftir.

Aşağıda Özdemir Asaf’ın üzerinde düşünmemiz gereken insanı, hayatı ve aşkı kısa cümlelerle anlattığı ve her kelimesi ve her cümlesi ile insanı tarifsiz etkileyen sözlerini sunuyorum… Bu sözlerde kısmen Goethe’nin izlerine rastlanır. Goethe de ‘’Genç Werther'in Acıları’’nda şöyle söylerdi: ‘’Seni seviyorsam bundan sana ne?" Benzer şekilde Özdemir Asaf da şöyle söylerdi: "Neyine bağlandım ki bu kadar, bana bakmayan gözlerine mi, yoksa benim olmayan kalbine mi?..” ''Ona aşığım, çünkü o bana değil.''

Özgemir Asaf'ın çok sevdiğim ''Lavinia'', ''Alfa'' gibi şiirlerini bulup okumaya sizlere bırakıyorum. Ben onun her biri aforizma niteliğinde olan ve okuduğunuzda sanki siz söylemiş, sanki size söylenmişcesine ruhunuzda, ruhunuzun en derinliğinde hissedeceğiniz sözlerini sunuyorum. Beğeneceğinizi ve üzerinde düşüneceğinizi umuyorum... Çünkü; susadığınızda su içmek gibidir, çok istediğinizde çay içmek gibidir, çok acıktığınızda yemek yemek gibidir Özdemir Asaf’ın şiirleri…

"Uzağa değil usta, öteye hep öteye gitti; yalnızlığı ondandır!" dizelerin sahibi Özdemir Asaf yok artık, ama sadece bizden önce, öteye gitti, hep öteye... Bizim o hep hayıflandığımız ve yakındığımız yalnızlığımız işte bundandır!

Allah rahmet eylesin...

Osman AYDOĞAN

Özdemir Asaf’ın insana ve aşka dair sözleri:

• Mutlu edemeyeceksen, meşgul de etmeyeceksin. 

• Bir seni görsün istiyorsan gözüm, bir beni görmeli gözün.

• Bekle dedi gitti; Ben beklemedim, o da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.

• Madem yalandı herşey, bıraksaydın öyle kalsaydı. Bana son yalanın "ben de sevdim" olsaydı. 

• İki yüzlünün dilinde tat, kalbinde ise fesat gizlidir.

• Ne para istiyorum ne de pul. Tek bir istediğim var, o da yalansız bir kul.

• Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa.

• İki seçeneğin var; ya kal, ya gitme! 

• Ben ölseydim, o belki ağlardı. Ama o ağlasaydı, ben ölürdüm...

• Bakarken kıyamamak mı, yoksa baktıkça doyamamak mıdır aşk?

• Yüzümde hüzünden gölgeler varsa, o hüzün yüzündendir olsa olsa.

• Gelmeyecek bir gideni, olmayacak bir nedeni beklediniz mi? 

• Öğüt; zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir.

• İnsansız adalet olmaz. Adaletsiz insan olur mu? Olur, olmaz olur mu! Ama, olmaz olsun. 

• Dün yağmur yağacaktı, gün döndü, yarın yağdı, Bugün dindi.. Ağlayacaktı.. Kim anlayacaktı… 

• Sen kalıyordun, gide gide, Ben gidiyordum, kala kala. 

• Benim sevdam ulu çam gibidir. Ne güzde yaprak döker, nede kışta boyun büker. 

• Benim en sevdiğim söz ,"sen"den duyduğum "ben"dir. 

• Ben gülüşüne öldüm, o ölüşüme güldü. Farklıydık işte! 

• İnsanin kendine mektup yazması ve dönüp dönüp onu okuması yalnızlığın da ötesidir. 

• İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı? Bu, insana bağlı.

• Onu kırmış olmalı yaşamında birisi. Dinledikce susması, düşündükçe susması. Tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi, heykelini yontuyor yalnızlığın ustası. 

• Sırtımızı yaslayıp uyuduğumuz taşları mı atacaklar kafamıza; taş kalpleri taç yaptık diye başımıza. 

• Keşke sen ben olsan; seni sevmenin ne kadar zor olduğunu anlasan. Keşke ben sen olsam; bu kadar sevilmenin tadını çıkarsam.

• Seni büyük buldum, anladım, seni güzel buldum, korudum, seni küçük buldum, uyardım, seni yakın buldum, uyudum, biri yanlış idi, unuttum. 

• Düşümde aşk ile karşılaştım. İnsanı arıyordu. Uyandım, insan ile karşılaştım. Aşkı arıyordu.

• Önce büyük büyük düşündüm. Sonra büyük büyük yaşadım. Ne varsa onlar aldı. Şimdi bana küçük bir ölüm kaldı.

• Çevreme bakındım, yalancıların çoğu unutkan ya da aptal... Kötü ve korkak. Yalanı böylelerinin eline düşüren büyük zekalara kızdım. 

• Mutluluğun gözü kördür, yalnızlık sağır. Ondandır biri tökezleyerek yürür, öbürü uykusunda bile bağırır. 

• Kim bilir kaç kişi ayrı yataklarda birbirine sarılarak uyuyordur. 

• Gelmen bir iyiliktir diyecektim... Kapıyı hep başkaları açtı. 

• Beni benden çıkardınız. Beni benden aldınız. Göz görmeye görmeye. Bir uzağa bıraktınız. Kendime dönmeye. Artık çok geç. 

• Yalnızlık dışarıdan gelmez; insanın içindedir. 

• Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür. Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin. 

• Ne an yaklaştımsa ittiniz ve ne zaman geldimse gittiniz. Siz hep büyük ve önce idiniz. Gerçekten öyle oldu önce siz bittiniz. 

• Aşkın içinde en uzun, içtenliklerini en iyi korumasını bilenler kalmıştır. 

• Bazen dayanmaktır sevmek; hayat nereden vurursa vursun ayakta durabilmek… Bazen yaşamaktır sevmek; soluksuz ciğer gibi sevgisiz kalbin duracağını bilmek… Bazen ağırdır sevmek; sevdiğine layık olabilmek… Ve bazen hayattır sevmek; birini çok uzaktayken bile, yüreğinde taşıyabilmek… 

• Artık benim mutluluk denen bir kavramım olmayacak. Daha mutsuz olmamak için...

• Ağlamak unutmak kadar kolaydır inan...Sevin ağlayabiliyorsan. Sevin ağlıyorsan... Gül ağlayabiliyorum diye, gül ağlıyorum ağlıyorum diye. Sana birşey yapamam ağlayamıyorsan! 

• Beni bundan böyle beklese beklese hüzün bekler, çağırsa çağırsa hüzün. 

• Kendine gel! Seni orada bekliyorum. 

• Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.

• Dünyanın nüfusu ikiye bölünüyor. Yarısı sen oluyorsun, yarısı ben. Sonra ikimiz bir bütün oluyoruz, kimseye sezdirmeden...

• Yaşamak, ilkin sevgi ile sevmek ile başlar, Doğumla, doğmakla değil. Yaşam da sevgisizlikle biter, ölümle, ölmekle değil...

• Kaçmak istedikçe sana yakalanıyorum. Söndürmek istedikçe sana yanıyorum. Yenildim işte! Yine de seviyorum. 

• Bir anlam gelse. Ne varsa alsa gitse. 

• Ağladığımı gör diye ağlamıyorum; Ağladığım için ağladığımı görüyorsun. 

• Beni öyle bir yalana inandır ki ömrümce sürsün doğruluğu.

• Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil gitmesi boşluk yaratan.

• Bir sevgiyi anlamak, bir yaşam harcamaktır... Harcayacaksın!

• Bir gün benden şikâyet ettiğin ne varsa, Özleyeceksin! 

• Seni, sensiz de sevebiliyorum. 

• Söylenemiyor çok şey, susmadan. 

• Makyajı akıyor farkının; herkesleşiyorsun...

• Gülüş bir yanaşımdır bir öbür kişiye; birden iki kişiyi döndürür bir kişiye. Anılarından kale yapıp sığınsa bile, yetmez yalnız başına bir ömür bir kişiye.

• Kime sorsam, "ben senin mutluluğunu istiyorum" dedi. Ne kastınız vardı mutluluğuma, anlamadım gitti. 

• Aşk; iki kişinin sokak kavgasına benzer, Çünkü ayıran hep bir yabancıdır.

• Sen bana bakma ben senin baktığın yerde olurum.

• Oysa ne çok ağladım ben bir damla yaş dökmeden...

• Sakladığın kendini böldün iki yarım'a; iki kez yaralandın bir yarım yara için.

• Güçlü olmanın türlü yolları vardır, dürüst olmanın bir tek.

• ‘’Bekle!’’ deseydin, gelmeyeceğini bilsem bile beklerdim...

• Bu için için oluşum. Ben seni bulunca, sen de beni bulasın diyedir.

• Kirli ellerimiz daha temiz, temiz elli kirli gönüllerden. Ne dersiniz? 

• Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım.

• Gidişiyle boşluk yaratanlardan ol. 

• Uykunun içinde bir rüya, rüyamda bir gece, gecede ben... Bir yere gidiyorum, delicesine... Aklımda sen... 

• Boşuna yorulma gönül. Sadece sevmek yetmiyor...

• Adının üstüne anılar koyma. Sen mezar değilsin. Anılar adının ardından gelsin. Sen duvar değilsin...

• Bir kelimeye bin anlam yüklediğim zaman sana sesleneceğim.

• İmkansızları yaşamak mıdır sevmek, yoksa severken imkansız mıdır yaşayabilmek? 

• İnsan parasını kaybedince fakir, özgürlüğünü kaybedince esir, aşkını kaybedince şair olurmuş.

• Benimle ömür geçer mi ki dedim. Senle geçirmeye ömür yeter mi? dedi. İşte bu bana bir ömür yetti.

• Ölünceye kadar seni bekleyecekmiş. Sersem. Beni seni beklerken ölmem ki. Beklersem.

• ''İyi geceler canım'' derdin. Gecenin iyiliğinden çok, canın olma düşüncesi yeşerir dururdu içimde.

• Sevmeyi bilmiyorsan kullanma o iki kelimeyi! Yani ne sen kirlet ağzını o sözle. Ne de o söz ağlasın kimin eline düştüm diye.

• Ben yürümeye başlayınca denizlerin üstünde karalarda koşanlar durup bana baktılar. Ben de gittim sığınacağım adaları birer birer batırdım. 

• Objektif ölü bir gözdür, ölmüşünü görür. Göz, görmüş bir objektiftir, gördüğünü öldürür.

• İnsanlar gelmeleriyle boşluk dolduranları severler, gitmeleriyle boşluk yaratanlara âşık olurlar.

• Küçükken hayvanlarla konuşabilsem ne ilginç olurdu diye düşünürdüm. Meğer yıllardır iletişim kurabildiğim bir sürü hayvan varmış.

• Unutsun beni demişsin, bu bana imkânsız geliyor. Çünkü unutmam için önce seni hatırlamam gerekiyor.

• Dost gerçekleri... Düşman işine geleni... Deli ağzına geleni... Aşık içinden geçeni söylermiş...

• Off ! Neyine bağlanır ki insan bu kadar? Sana bakmayan gözlerine mi, yoksa senin olmayan kalbine mi? 

• Sus be yüreğim, bende biliyorum özlediğimi; sus da bilmesin özlendiğini.

• İnsanın zamanı varsa, herşeyin gelmesini beklemeye mecburdur. Her şeyi varsa eğer; Zamanın geçmesini beklemeye mahkumdur.

• Kolay mıdır bir anda herşeyden vazgeçip gitmek, yoksa herşeye rağmen gitmekten vazgeçip sevmek mi gerek?

• Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; O hayat herşeye bedeldir.

• Aşk; görmekten çok özlemeyi sever, dokunmaktan çok düşlemeyi.. Ve aşk öyle haindir ki; nerde imkânsız varsa gider onu sever.

• Gemilerin çoğu, bir insan yüzünden batmıştır. Denizin yüzünden değil. 

• İnsanı bedenen ameliyat etmek için bayıltmak gerekir, ruhen ameliyat etmek için se ayıltmak.

• İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri, yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri?

• Son isteğin nedir? sorusu çok çok kolaydır, ilk isteğin nedir? sorusundan. Çünkü, o soruyu kimse kimseye soramadı korkusundan. 

• Bir kadının alnı dudaklarından daha değerlidir. Çünkü dudaklarından dökülecek olan ''seni seviyorum'' sözü, önceden alnına yazılmıştır...

• Yanına kadar koştuktan sonra, bir adım daha atamayacaksan eğer; oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur. 

• Konuşmak susmanın kokusudur. Ya sus-git, ya konuş-gel, ortalarda kalma. Yalan korkaklığın tortusudur. Dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma.

• Ne zaman nereye gitmedimse, hiç kimseyi de incitmesem de, konular birikti kendiliğinden; ben ne kadar biriktirmesem de.. 

• Aynı günde dört mevsime şahit olmak gibi bir şey bu. Önce özlüyor, sonra ağlıyor, akşamları küsüyor, geceleri çok seviyorum. 

• Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç. Başka şehirleri özleyelim orada seninle. Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar ikimize yetmez... 

• Tek kişilik miydi ki bu şehir? Sen gidince bomboş kaldı...

• Kendini bir şeye bölmesini bil, bilmezsen, bir şeyi bilmesini bil, onu da bilmezsen, anlatıyorum, olan oluvermez, ölmesini bil. 

• Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Bu yılan doğadaki yılandır, toplumdaki değil. Yanlış anlaşılıyor.

• Şu hayvan o kadar vahşî ki... Onun üstesinden ancak insan gelebilir.

• Off dudağım acıyor" dediğimde, "Öpeyim de geçsin" diyen sevgili; "yüreğim acıyor" dediğimde çekip gitti…

• Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.

• Sana bir şiirler olmuş sevgilim. Yüzün-gözün söz içinde. Hangi imla kitabına baksam, benden ayrı yazılıyorsun. 

• İki tür nokta var; biri önüne ve ardına bakar, biri ardına bakmaz ardını noktalar.

• Gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu!.. Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu.

• Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler.

• Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.

• Bir kez geçer, bir insan bir karşı'ya, Ondan sonra artık herşey karşı'dır.

• Yaşamak için bırakılmış bir yön baktım, yoktu: Ben direnmek için elimden gelin yaptım. 

• Tutkuların evinde savaş kırıkları var; kül olmuş bir bütün'ün yonga yanıkları var. Eski özlemlilerin yeni bahçelerinde, anı kuyularının suskun çığlıkları var. 

• Biri gelir sorarsa... Sana beni sorarsa... Gitti der misin? Gittiğimi söyler misin... Gidiyorum ben sana, benimle gider misin? 

• Seni bulmaktan önce aramak isterim. Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam bitirmek değil de, sana hep hep yeniden başlamak isterim.

• Sil ağzının kenarını, yine gülüşünden cennet akıyor...

• Sustuğunu bilen olgundur, bildiğini susan değil.

• Ağzında yalan varken konuşma! 

• Ne zaman imkânsızı seversen, işte o zaman gerçek seversin.

• Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.

• Evlilik, iki kişilik yalnızlıktır.

• Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, siz yoktunuz. 

• Sevilenin yanlışı görünmez, sevilmeyenin görüntüsü yanlıştır.

• Dünüyle ünlü insanlar bugün gün yüzü görmezler.

• Söylenemiyor çok şey, susmadan..

• Anı bahçelerinde üşümek sıcaktı.

• Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.

• Yolun geleceğini çizdim, geçmiş gibi.

• Açlık insanı öldüren, partileri yaşatan bir olaydır.

• Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır.

• Bugüne en uzak gün, dün.

• Solan renkleri boyamakta o boyasız boyacı.

• Ölebilirim bu genç yaşımda. En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim. Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda, sevgilim, seni bir akşamüstü düşündürebilirim. 

• Dün sabaha karşı kendimle konuştum. 
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı. 
Onu vurmaya gittim ve kendimle vuruştum.

• Her korkan kaçmaz. Ama her kaçan, korkaktır. 

• Ona aşığım, çünkü o bana değil.



Müyesser Yıldız neden gözaltına alındı?

10 Haziran 2020

Müyesser Yıldız’ı Balyoz ve Ergenekon kumpaslarına karşı Ankara’da yapılan ‘’Sessiz Çığlık’’ eylemlerinin bir parçası olarak Çankaya’da AYM önünde yapılan nöbette tanımıştım. TSK’ne kurulan Balyoz ve Ergenekon kumpaslarında Türk basınının büyük bir çoğunluğu basitçe, kişiliksizce mevzi gerisinde saklanmış vaziyette sessiz kalırken, bir kısmı da şerefsizce, adice, onursuzca, arsızca ve hayâsızca TSK’ne kin kusarken Müyesser Yıldız bu kumpaslara karşı tek başına TSK’ni TSK’nden da daha çok savunan, hakkını arayan, koruyan yiğit bir gazeteciydi…

Müyesser Yıldız, FETÖ kumpasıyla Oda TV davasından yaklaşık on altı ay cezaevinde yatmış, daha sonra bütün kumpas mağdurları gibi beraat etmişti. Müyesser Yıldız, beraat ettikten sonra da avukatlarının ‘‘Hakkınızı kuvvetlendirmek için, tescil ettirmek için tazminat alın. Çünkü haksız tutuklama karşısında vatandaşın devletten tazminat alma hakkı var’’ teklifine karşı; ‘’‘Devletin yargıcı, polisi hata yapabilir, devleti yönetenler hata yapabilir ama ben devletime tazminat davası açmam’’ diye cevap veren ve devletine dava açmayan yurtsever bir gazeteciydi…

Müyesser Yıldız ayrıca Türk basınında herkeslerden daha fazla olarak hükumetin bir türlü aydınlatmak istemediği, pek çok bölgesi karanlıkta kalan 15 Temmuz vakasını aydınlatmaya çalışan nadir basın mensuplarından da birisiydi…

Halen Odatv Ankara Haber Müdürü olarak görev yapan Müyesser Yıldız 08 Haziran 2020 tarihinde bir astsubay ile yaptığı telefon görüşmesinde edindiği bilgileri ‘’haber yapmaması’’ nedeniyle sabah vakti evinden "Siyasal ve Askeri Casusluk’’ suçlamasıyla gözaltına alındı. İfadeye çağırsalar sanki kaçacak.

Müyesser Yıldız, gözaltına alınmasının ardından Emniyet’te su istemesi ancak verilmemesine üzerine avukatı aracılığıyla şu açıklamayı yaptı: “Canı sıkıldıkça, 8-10 senede bir suç uyduran devletin suyunu da ekmeğini de istemiyorum. FETÖ'cüsü casusu darbecisi sokakta gezecek şamarı bana indireceksiniz. Ben bunların suyunu da ekmeğini de istemiyorum.” 

Müyesser Yıldız’ın bu açıklaması bana bir Fransız sosyolog ve yazar Dr. Gaston Bouthoul’u (1896 – 1980) hatırlattı.

Şimdi diyeceksiniz ki Müyesser Yıldız ile bu Fransız’ın ne ilgisi var? Bu ilgiyi anlayabilmek için Dr. Bouthoul’un ’’Politika Sanatı’’ (Cem Yayınevi, 1997) isimli kitabını kısaca anlatmam lazım…

Dr. Bouthoul ve ''Politika Sanatı'' isimli kitabı

Dr. Bouthoul, savaş sosyolojisinin öncüsü olarak tanınır. Onun ana ilgi alanı sosyal bir phänomen olarak savaştır. Dr. Gaston Bouthoul’un ’’Politika Sanatı’’ dışında Türkçe yayınlanmış iki kitabı daha var: ‘’Sosyoloji Tarihi’’ ve ‘’Siyaset Sosyolojisi’’.

’’Politika Sanatı’’ kitabı, yazarın Antikçağ’dan başlayıp Ortaçağ’a, oradan da XVI., XVII., XVIII. ve XIX. yüzyıl diye her yüzyıla ayrı bir bölüm açarak XX. yüzyıla kadar, politika ile ilgili eserler veren, siyaset sahnesinde yer alan kralların, hükümdarların, filozofların, sosyal bilimcilerin, dini liderlerin ve askerlerin yönetim sanatı hakkındaki fikirlerinden yaptığı bir derlemedir. Kitabın orijinal adı: ‘’L'art de la Politique’’ dır.

Yayınevi bu kitabın arka kapağında şunu yazar:  ‘’Amacı Konfüçyüs’ten Lenin'e Platon'dan De Gaulle'a değin politika üstüne eğilmiş 78 ünlü filozof ve devlet adamının gerek değişik, gerek çelişik, gerekse birbirini destekleyen görüşlerini, en belirgin yanlarıyla politikanın yaşamımız üstünde ağır bastığı bugünkü ortamda yurt ve dünya sorunlarına ışık tutar umudu ile bir arada sunuyoruz.’’

Kitabın Antikçağ ile ilgili bölümde ilk antlaşmalar, Çin filozofları Lao Tzu'dan ve Konfüçyus’dan aforizmaları yer alır… Kitabın bu bölümünde Grek kültürüne yer verilir, Atina demokrasisi gibi kavramlar kısa kısa açıklanır, Platon ve yönetim felsefesi, idealar dünyası, yurttaşların görev dağılımı gibi kavramlara atıfta bulunulur… Bu çağdaki düşünürlerden Mensius’a, Thukidides,e, Aristoteles’e ve Cicero’ya yer verilir.

Kitabın bu bölümü günümüze ışık tutması açısından diğer bölümlere göre daha ilginçtir. Kitabın 25. sayfasından itibaren Platon’un politika üzerine görüşlerine yer verilir. Bu sayfalarda verilen Platon’un politika üzerine düşüncelerinin bir kısmı sanki günümüzü anlatır gibidir: 

“Topluma öyle bir düzen verilmelidir ki onu bir daha düzeltmek mümkün olmasın!”

“Yalnız devlet adamı yalan söyleyebilir. Yalan devletin yararı gereği, düşmanları ya da yurttaşları aldatmak için yalan söylenebilir. Başka hiç kimsenin bu ince işe girmeye hakkı yoktur.”

“Zorba, gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise iyileri atıp kötüleri bırakır!”

Bilmem bu sözler sizlere tanıdık geliyor mu?

Bu sözleri burada bırakıp şöyle çok kısa bir geriye gidelim:

Hani sözde FETÖ ile mücadele ediyorlar ya…

O zamanki Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Manisa’da FETÖ’ne seslenerek şunları söylüyordu (Gazeteler, 22 Mart 2014): ''.... biz yıllardır sizinle birlikte sizin menfaatinize sizin hizmetlerinizi sevdiğimiz için her zaman sizin hizmetinizde olduk. Siz ne derseniz yaptık. .... sizi kollarımızın altında koruduk.''

Bir dönem AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Dengir Mir Mehmet Fırat da şöyle konuşuyordu: “Cemaat’i, Emniyet’e, Asker’e ve MİT’e karşı biz yerleştirdik.” (Gazeteler, 21 Temmuz 2016)

Cumhurbaşkanı da şöyle söylüyordu (3 Ağustos 2016, Olağanüstü Din Şûrası) (Özetle):

‘’Ben de katılmadığım pek çok yönleri olmasına rağmen bunlara yardımcı oldum... Bunlara müsamaha gösterdik. Hatta ve hatta Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.’’

Aynı Cumhurbaşkanı 2008 yılı 15 Temmuz’unda AKP grup toplantısı esnasında FETÖ’nün tezgâhladığı kumpas davasının aynı zamanda savcısı olduğunu söylüyordu. 

Peki, açık açık FETÖ’ne hizmet ettiğini, FETÖ ne de dediyse yaptıklarını söyleyen Bülent Arınç şimdi nerede: Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu (YİK) üyesi olarak Saray’da…

Peki, Bülent Arınç’ın ‘’Ankara’yı parsel parsel FETÖ’ne peşkeş çekti’’ dediği İ. Melih Gökçek şimdi nerede? Hiç adam hakkında ‘’FETÖ terör örgütüne üye olmamakla beraber FETÖ’ne yardım ve yataklıktan’’ dolayı dava açıldığını duydunuz mu siz hiç?

Peki, “cemaat’i, Emniyet’e, Asker’e ve MİT’e karşı biz yerleştirdik” diyen Dengir Mir Mehmet Fırat'ın vefat ettiği Temmuz 2019 tarihine kadar hiç ifadesine başvurulmuş muydu?

Hiç bu muhteremler hakkında dava açıldığını duyan var mıydı?

Öyle mi?

Bir bankada üç kuruş hesabı var diye vatandaşı FETÖ ile suçlayıp yargılayacaksınız ama öbür taraftan aynı bankanın yöneticilerini SPK’nın başına (gazeteler 17 Nisan 2018) ve Merkez Bankasına yönetici olarak (gazeteler 18 Ocak 2020) atayacaksınız, bu bankadan milyonlarca TL kredi kullanan FETÖ övgücüsünü de TV’lerde makbul bir yorumcu olarak hala baş tacı yapacaksınız? Sonra da kalkıp ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı gözaltına alacaksınız… Öyle mi?

Sahi, zamanında Meclis kürsülerinde, TV’lerde FETÖ’ne övgüler düzenler, teee ABD’ye kadar gidip FETÖ elebaşısının yanında boy boy arz-ı endam edip el etek öpenler, ABD’ye gidenlerle ona selam gönderenler, arkasından salya sümük ağlayanlar, FETÖ’nü savunanlar, elebaşını ülkeye davet edenler, mahkemelerde elebaşını aklayanlar şimdi neredeler? Bunlar hakkında da açılmış bir tane dava var mıdır? Şimdi de kalkıp ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı gözaltına alacaksınız… Öyle mi?

“Burada, önünüzde, şimdiye kadar tabiiyetinde bulunduğum her türlü devlet tabiiyeti ve egemenliğini reddettiğime; bundan böyle ABD Anayasası’nı ve yasalarını iç ve dış düşmanlara karşı savunacağıma; ABD’ye bağlılık ve sadakat göstereceğime;….’’ diye yemin etmiş bir ABD vatandaşını Malezya’ya büyükelçi olarak atayacaksınız, ABD’ye bağlılık ve sadakat yemini etmiş bu ABD vatandaşına gönderdiğiniz devletin çok gizli kriptoları casusluk olmayacak, Müyesser Yıldız’ın bir astsubay ile konuştukları casusluk olacak… Öyle mi?

Devletin en gizli bilgilerinin bulunduğu Kozmik Oda’yı dünyanın en büyük casusluk örgütü FETÖ’ye sonuna kadar açacaksınız, bu casusuluk olmayacak, sonra da bir astsubayla telefonla görüştü diye Müyesser Yıldız’ı casuslukla suçlayacaksınız.... Öyle mi?

FETÖ’nün marabalarını, ayak takımını hapse atacaksınız ancak FETÖ’nün ağababalarının bir kısmını devletin en üst kadrolarında görevlendireceksiniz, geri kalanını da dışarıda serbestçe dolaştıracaksınız sonra da bunun adı FETÖ ile mücadele olacak, ömrü FETÖ ile mücadelede geçmiş Müyesser Yıldız’ı da gözaltına alacaksınız… Öyle mi?

15 Temmuz’u bir türlü aydınlatmayacaksınız, ‘’Darbeyi Araştırmama Komisyonu’’ kurup başına da görevini yapsın diye yılların FETÖ savunucusu Reşat Petek’i verip 15 Temmuz’u aydınlatmayacaksınız, sonra da Müyesser Yıldız’ı bir astsubayla konuştu diye gözaltına alacaksınız... Öyle mi?

Ne diyordu Müyesser Yıldız, avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada: ‘’FETÖ'cüsü casusu darbecisi sokakta gezecek şamarı bana indireceksiniz.’’

Müyesser Yıldız’ın bu cümlesinde sarf ettiği her bir kelime neden tutuklandığının gerekçesidir aslında…

Politika Sanatı

Ancak biz yine de tekrar dönelim Dr. Gaston Bouthoul’un ‘’Politika Sanatı’’ isimli kitabına… Ne demişti Dr. Gaston kitabında Platon’dan alıntı yaparken:

“Zorba, gözünü dört açıp kimlerde yürek, üstünlük, akıl ve güç olduğunu bir bakışta görmek zorundadır. Devleti bunlardan temizlemeden rahat edemez. Bu temizlik hekimlerin yaptığının tam tersidir. Hekim bedende kötü ne varsa onu atıp iyiyi bırakır. Zorba ise iyileri atıp kötüleri bırakır!”

Müyesser Yıldız’ın gözaltına alınması aslında Dr. Gaston’un kitabında Platon’dan alıntı yaparak bahsettiği bu temizliğin bir parçasıdır…

Yayınevi de kitabın arka sayfasında bu eserin yayınlanma amacı için demişti ya: ‘’Politikanın yaşamımız üstünde ağır bastığı bugünkü ortamda yurt ve dünya sorunlarına ışık tutar umudu ile…’’ 

Ben de öyle diliyorum zaten!

Hem Müyesser Yıldız’ın neden gözaltına alındığını hem de tanık olduğumuz ülkenin geçmiş politik yaşamını daha iyi anlamamız açısından bu kitabın yurt ve dünya sorunlarında bize ışık tutmasını diliyorum... 

Osman AYDOĞAN



Gözler...

09 Haziran 2020

Paulo Coelho’nun güzel bir kitabı var; ‘’Işığın savaşçısının El Kitabı’’(Can Yayınları, 2016) Kitapta şöyle bir hikâye geçer:

Savaşçı, kılıç tutan elini yakalamak için bir melekle bir şeytanın yarıştığını bilir. Şeytan der ki: ‘'Güçten düşeceksin. Bunun ne zaman olacağını bilemeyeceksin. Korkuyorsun.’' Melek de; ‘'Güçten düşeceksin. Bunun ne zaman olacağını bilemeyeceksin. Korkuyorsun.'’ der.

Savaşçı şaşırmıştır. Melek de şeytan da aynı şeyi söylemişlerdir. Sonra şeytan devam eder: ‘'Sana yardım edeyim.’' Melek de aynı şeyi söyler: ‘'Sana yardım edeyim.’'

İşte o anda, savaşçı aradaki farkı anlar. Sözcükler aynı olabilir, ama kendisine yardım öneren bu iki kişi birbirinden tümüyle farklıdır. Ve savaşçı meleğin elini seçer.

Çünkü ‘’ses tonu’’ farklıdır.

‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın niyet ve maksadını gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın eğitimini, eğitiminin seviyesini gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın ruhunu, ruhunun derinliklerini, inceliklerini, kıvrımlarını gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın iç dünyasını gösterir… Hani bir şarkımız vardı ya, sözleri Ahmet Selçuk İlkan’a ait, Emel Sayın da ne kadar güzel söylerdi; ‘’Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar’’ diye… İnsanın komuta edemediği tek organıdır gözler… Gözler aslında beynin de aynasıdır…

Gözler vardır, baktığınızda o gözlerde ince, hassas bir ruhun derinliklerini görürsünüz… Gözler vardır, baktığınızda o gözlerde cennete açılan bir çift kapı görürsünüz… Gözler vardır, baktığınızda o gözlerde en katı, en kapalı, en kilitli kalpleri dahi açacak bir çift burgu görürsünüz… Gözler vardır, baktığınızda o gözlerde dağlarda batan güneşin korsuuuuz, külsüüüüüz, dumansız alevlerini görürsünüz…  Gözler vardır, baktığınızda o gözlerde kalbinize saplanacakmış gibi duran bir çift kapkara hançerin simsiyah uçlarını görürsünüz…

Mehmet Eroğlu’nun ‘’Zamanın Manzarası’’ (Agora Kitaplığı, 2013) isimli bir kitabı vardı. Ve kitap şu cümle ile başlardı: “Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı…” İşte gözler vardır, baktığınızda o gözlerde dünyanın bütün mücevherlerinden daha değerli bir varlık görürsünüz…

Ama gözler de vardır, baktığınızda o gözlerde bazen cehennemin bir çift zebani bekçilerini de görürsünüz.

İşte bu nedenlerledir ki Attila İlhan ‘’Böyle Bir sevmek’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016) kitabında ‘’O gözler ki’’ şiirinde söylerdi:

‘’o gözler ki vahşidir
yangın kızıllıklarıyla korkunç
kanlı bir sevdayı çoğullaştırır
karanlık kirpikleri

göz değildirler
bir namludan fırlamış
mermi çekirdekleri

o gözler ki
çakmaktaki alev
zehirli hançerlerdeki uç
yakut bir avize gibi yalnızlığımızda dururlar
nereye gitsek gelir bizi bulurlar
gelir bizi bulurlar
bulurlar’’

Böyle diyordu Attila İlhan:

Göz değildiler, bir namludan fırlamış mermi çekirdekleriydiler… O gözler ki çakmaktaki alevdiler, zehirli hançerlerdeki uçtular, yakut bir avize gibi yalnızlığımızda dururdular, nereye gitsek gelir bizi bulurdular…

Osman AYDOĞAN



Sıra dışı bir siyaset bilimci: Hannah Arendt

08 Haziran 2020     

Hannah Arendt, 20. yüzyılın en ilham verici, en heyecan verici, en yaratıcı siyaset teorisyenlerinin başında gelir. Bu sıra dışı bir yazar ve siyaset bilimcisi Hannah Arendt’i anlatmada önce kısa bir bilgi vermek gerekiyor…

Alman edebiyatında ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)

Almanya’da II. Dünya Savaşı sonrasında şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türü var: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)

Bu sayfalarda daha önceleri bu ''Trümmerliteratur'’un Heinrich Böll’ ile beraber en önemli temsilcilerinden birisi olan Wolfgang Borchert’i ve onun ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür)  (Can Yayınları, 2018) isimli oyunu anlatmıştım…

Alman edebiyatında ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı)

Alman edebiyatında ''Trümmerliteratur'' dışında bir de ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) vardır. Almanya’da 1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı, edebiyatçısı da yurtlarını terk etmek zorunda kalır… İşte sürgündeki bu edebiyatçıların yazılarına, eserlerine de ”Exilliteratur” adı veriliyor… Tıpkı bizde de kumpaslarla Silivri zindanlarına atılan subayların eserlerinin oluşturduğu ‘’Silivri Edebiyatı’’ gibi…

1933 yılından 1960’lı yıllara kadar böylesine zorlu bir dönemde güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen de sürgündeki edebiyatçıları vasıtasıyla dünya çapında eserler ortaya çıkar. Bu edebiyatçıların belli başlıları şunlardır:

Elias Canetti, (Körleşme - Die Blendung, Kitle ve İktidar - Masse und Macht),
Hermann Broch (Vergilius’un Ölümü - Der Tod des Vergil, Büyülenme - Die Verzauberung),
Alfred Döblin (Berlin Aleksander Meydanı - Berlin Alexanderplatz),
Robert Musil  (Niteliksiz Adam - Der Mann ohne Eigenshaften),
Joseph Roth (Hotel Savoy, Bir Katilin İtirafları - Beichte eines Mörders),
Thomas Mann (Doctor Faustus)
Hannach Arendt (Kötülüğün Sıranlığı) ve
Klaus Mann (Mephisto, Bir Kariyer Romanı - Mephisto, Roman einer Karriere) gibi yazarlar ve örnek verdiğim eserleri Alman Sürgün Edebiyatı'nın bu yazarları ve eserleridir.

Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların sayısı ve eserleri bu isimlerden daha fazladır… Ancak hemen hemen tamamı bahsettiğim kitapları ve daha fazlasıyla despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarırlar…  

Yine bu sayfalarda daha önceleri bu ”Exilliteratur” temsilcilerinden Elias Canetti ve eseri ‘’Körleşme’’yi ve Klaus Mann’ı ve eseri ‘’Mephisto’’yu anlatmıştım…

Şimdi ”Exilliteratur”’un en önemli temsilcilerinden Hannah Arendt’i anlatabilirim…

Hannah Arendt

Hannah Arendt 1906 tarihinde Almanya’da Aşağı Saksonya'nın Linden şehrinde (şimdiki Hanover'in bir parçası), bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir… Çocukluğu Königsberg (bugünkü adı: Kaliningrad) ile Berlin'de geçer.

Hannah Arendt, Nazi sempatizanı ve kendisiyle romantik bir ilişkisinin olduğu varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger ile birlikte Marburg Üniversitesinde felsefe üzerine çalışır. Burada teolog Rudolf Bultmann’dan da ders alır. Heidegger'den ayrılarak Heidelberg'e taşınır ve orada felsefede varoluşçu akımın teorisyenlerinden Alman filozof ve psikiyatrist Karl Jaspers'in danışmanlığında ‘’Aziz Augustinus (*)'un düşüncesinde aşk kavramı’’ (der Liebesbegriff bei Augustin) üstüne tez yazar… Freiburg’da da Alman filozof Edmund Husserl’den ders alır…

Hannah Arendt'in tez çalışması 1929 yılında yayınlanır. Ancak 1933 yılında Yahudi olduğu gerekçesi ile gerekli hocalık niteliklerine sahip olmadığı belirtilerek Alman üniversitelerinde ders vermesi engellenir… Bunun üzerine Paris'e kaçan Arendt orada Alman edebiyat eleştirmeni, düşünür, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı Walter Benjamin ile tanışıp onunla dost olur.  

Hannah Arendt, 1940 yılında Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile evlenir… Almanların Fransa'nın bazı bölgelerini işgal etmesi ve sonucunda Fransa’da da Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesi nedeniyle Fransa'dan da kaçmak zorunda kalır. Hannah Arendt, 1941 yılında kocası ve annesi ile birlikte ABD'ye kaçar.

II. Dünya Savaşı bittikten sonra da Heidegger ile ilişkisini sürdürür. Almanya'nın Nazilerden arındırılması etkinliklerinde onun lehinde tanıklık eder. 1950 yılında ABD vatandaşı ve 1959'da da Princeton Üniversitesi'nde profesör olur.

Hannah Arendt, 1975 yılında, 69 yaşında iken hayata gözlerini yumar...

20. yüzyılın en ilham verici, en heyecan verici, en yaratıcı siyaset teorisyenlerinin başında gelen Hannah Arendt’i anlatmak, sınıflandırmak ve tanımlamak oldukça zordur. Çünkü Hannah Arendt bilinen hiçbir kalıba sığmaz…

Hannah Arendt felsefe eğitimi almasına rağmen kendisini ‘’felsefeci’’ olarak görmez… Arendt kendisini ‘’siyaset bilimcisi’’ olarak tanımlar…

Arendt'in eserlerini iktidar, politikanın özneleri, otorite ve totaliterlik üzerine yazar.

Hannah Arendt’in başlıca kitapları: ‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ (Üç cilt: Antisemitizm, Emperyalizm ve Totalirizm), ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’, ‘’İnsanlık Durumu’’, ‘’Sivil İtaatsizlik’’, ‘’Siyasette Yalan’’, ‘’Sorumluluk ve Yargı’’, ‘’Devrim Üzerine’’, ‘’Şiddet Üzerine’’, ‘’Geçmişle Gelecek Arasında’’, ‘’Eichmann in Jerusalem’’, ‘’Men in Dark Times’’, ve ‘’Crises of the Republic’’..

Bu kitaplardan birkaçı üzerine özet bilgi vermek istiyorum:

Totalitarizmin Kaynakları

Hannah Arendt’in ilk büyük eseri olan ‘’Totaliterizmin Kaynakları’’ isimli kitapta Komünizm ve Nazizm’in kökenleri ve bunlarla antisemitizm arasındaki bağlantıları inceler…

‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ birinci cildi ‘’Antisemitizm’’ (İletişim Yayınları, 2009), ikinci cildi ‘’Emperyalizm’’ (İletişim Yayınları, 2009) ve üçüncü cildi ise ‘’Totalitarizm’’ (İletişim Yayınları, 2014) olan üç ciltlik bir kitaptır…

Hannah Arendt, esere doğrudan adını veren üçüncü cilt olan ‘’Totalirizm’’de, totalitarist düşüncenin kökenlerini, örgütlü hareket haline gelişini, kurumsallaşmasını, propaganda ve manipülasyon araçlarını anlatır… Arendt bu kitabında totalitarizmi sadece faşizmin çerçevesine ve antisemitist bir eksende anlatmaz… Arendt, bir yandan Nazi partisinin, kurumlarının ve yöntemlerinin totalitarist düşünceye dayanan biçimlenişini resmederken diğer yandan da Sovyetler Birliği ve Stalin üzerinden “Doğu Despotizmi”ni de inceler… Arendt, bu kitabında okuyucularını totalitarizme karşı “dünya aşkıyla” biçimlenen bir politik sorumluluğa davet ediyor.

Kitaptan bazı bölümler:

‘’Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde gönüllü olarak çalışan Batılı komünist mühendisleri ülkeye ihanetten yargılamak istiyorlar. Tabii adamlar hiçbir şey yapmamışlar yani bir delil mevcut değil. Gerisini yabancı mühendisten dinleyelim: ‘Hiçbir zaman girişmediğim sabotaj eylemlerinin faili olduğumu kabul etmem konusunda yetkililer sürekli ısrar ediyordu. Reddettim. Bana denen şuydu: Sovyet Hükümeti’nden yanaysan ki öyle olduğunu öne sürüyorsun, bunu eylemlerinle kanıtla: Hükümet senin itiraflarına gereksinim duyuyor." (s 39)

"Kitleler ile ayaktakımının paylaştığı tek bir nitelik vardır o da şudur: Her ikisi de tüm toplumsal odakların ve olağan siyasal temsillerin dışındadır." (s. 49)

Şiddet Üzerine

‘’Şiddet Üzerine’’ (İletişim Yayınları, 2017), Hannah Arendt'in hacimce en küçük ama en çarpıcı kitaplarından birisidir. Arendt bu eserinde, şiddeti, sözle yan yana gelemeyecek, sözün / konuşmanın karşısına çıktığında onu çaresiz bırakacak bir olgu olarak konu ediyor: Bu özelliğiyle şiddet, politika dışıdır, politikayı dışlayıcıdır.

Beri yandan, 20. yüzyılda şiddet en ağırlıklı politik olgu olma eğilimi içindedir, ona göre. Tarihin en eski fenomenlerinden biri olan savaşın ve modern çağın bir ürünü olan devrimin güncelliği, şiddeti her zamankinden daha '’şiddetle'’ hissedilir kılıyor. Arendt, işte bu paradoksu tartışıyor kitabında. Arendt'in temel vargısı şu: "Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya olur." "Terör", "terörizm", "şiddet" kavramlarının büyük bir yaygınlıkla ve tehditkârlıkla kullanıldığı günümüzde, Arendt'in bu geniş ufuklu eserinin özel bir değeri vardır.

Arendt, bu kitabında ‘’iktidar’’ (power), ‘’zor’’ (force), ‘’kuvvet’’ (strength), ‘’otorite’’ (authority) ve ‘’şiddet’’ (violence) kavramlarının çoğu zaman eşanlamlıymış gibi kullanılmasından yakınır. Bu terimler arasında ciddi bir ayrım yaparken şöyle demeyi de ihmal etmez: "Hiçbir şey iktidarla şiddetin iç içe geçmesinden daha yaygın; hiçbir şey bu ikisinin katıksız ve dolayısıyla aşırı biçimlerinde görünmesinden daha nadir değildir." (s. 59)

Ve kitabında şu tespiti yapar Arendt:

‘’İktidar ile şiddet birbirine karşıttır, iktidarın bitmeye başladığı yerde şiddet başlar.'’

Bu sözü başka bir şekilde formüle edebilirsem; ‘’Siyaset sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Sorunları çözmek için güç kullanıyorsanız siyasetiniz iflas etmiş demektir.’’

Siyasette Yalan

Hannah Arendt, ‘’Siyasette Yalan’’ (Sel Yayıncılık, 2018) isimli kitabını Pentagon Belgeleri’nin 1971’de ifşa edilmesinden kısa süre sonra yazar. Arendt, bu kitabında, tarih boyunca siyasette bir araç olarak kullanımı meşru görülen yalanların yirminci yüzyılda yepyeni bir çehreye bürünüp hangi mekanizmalarla hem siyaset sahnesini hem de olgusal gerçekliği egemenliği altına aldığını anlatıyor. Demokrasinin karşı karşıya kaldığı bu hayati tehdidin bertaraf edilmesinde ise özgür basının ve özgürlükleri için baskılara boyun eğmeden mücadele eden insanların önemine vurgu yapıyor.

Bu kitabında şunları söylüyor Arendt:

"Totaliter ya da başka başka türden diktatörlüğün hüküm sürmesini olanaklı kılan şey, insanların bilgilendirilmemesidir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilir misiniz? Herkes size mütemadiyen yalan söylüyorsa, bunun sonucu, yalanlara inanmamanız değil, artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur. Çünkü yalanlar doğaları gereği değiştirilmek zorundadır; yalan söyleyen bir hükümetin de kendi tarihini durmadan yeniden yazması gerekir. Bunun muhatabı olarak, sonuçta hayatınızın sonuna kadar inanabileceğiniz tek bir yalan konmaz, siyaset rüzgârı nereden eserse ona göre değişen sayısız yalan konur. Artık hiçbir şeye inanamaz hale gelmiş bir halk da hiçbir konuda karar veremez. Sadece eylemde bulunma kabiliyetinde değil, düşünme ve muhakeme etme kabiliyetinden de mahrum kalır. Ve bu hale gelmiş bir halka dilediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz..."

Kötülüğün sıradanlığı

Hannah Arendt’in Nazi subayı Otto Adolf Eichmann'ın Kudüs’te yargılanmasından yola çıkarak ‘’Eichmann in Jerusalem’’ olarak yayınladığı kitap Türkçe’de ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’ (Metis Yayıncılık, 2014) ismiyle yayınlanır… Bence Hannah Arendt’in en güzel eseridir bu kitap…

Nazi Almanyası'nın Yahudiler konusundaki politikasının belirlenmesinde önemli katkıları olan ve bu konudaki Nazi uygulamalarında etkin rol oynayan ve Yahudilerin soykırımın sorumlularından biri olan Alman subayı Otto Adolf Eichmann savaştan sonra Kudus’te idam cezası ile yargılanır.

Hannah Arendt, Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yapılan duruşmasına New Yorker dergisini temsilen katılır. Ondan istenen bu davayı gözlemleyerek rapor etmesi, dava üzerine yazı yazmasıdır.

Mahkeme esnasında Eichmann, savunmasında ısrarla sadece kurallara, kendisine emredilenlere uyduğunu söyler…

Hannah Arendt, mahkeme gözlemlerini daha sonra ‘’Eichmann in Jerusalem’’ adıyla kitaba dönüştürür… Hannah Arendt, Eichmann davasını, kötülüğün basitçe insanların kötülüğünün; sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olduğu sonucunu çıkarır… Adolf Eichman'ın suçunun keyfisizliğini emir almasıyla izah ederek ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kuramını geliştirir…

Arendt’e göre bu ve benzeri suçlar birey olmaktan kaçınan, düşünme ve muhakeme yeteneğini yitirmiş insanlarca gerçekleştirilir. Bu insanlar “düşünme ve muhakeme” yetisini kaybetmiş ya da bu yetiye hiç sahip olmayan kişilerdir. Kendi kendilerine hüküm verme yeteneklerini yitirdiklerinden emirlerle hareket ederler.

Hannah Arendt’in düşünce hayatımıza soktuğu ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kavramını sıradan bir kavram değildir. Bu kavram, hepimizin ''sadece işimin bir parçası'' diyerek yaptığınız o masum eylemlerin nasıl da büyük bir kötülüğün bir parçası haline geldiğini göstermektedir. Arendt bunu kitabında şöyle formüle eder: "Kötülüklerin çoğu hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir." Bu kavram, aynı zamanda bunun da ötesinde kötülük karşısında hiçbir şey yapmayarak sessizce durmanın da bizzat o kötülüğü besleyip güçlendirdiğini söyler… Daha da ileri giderek şunu söyler Arendt: ‘’Kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir…’’

Arendt, Eichmann duruşmasından yola çıkarak bu dönemde yaşanan toptan ahlaki çöküşü de gözler önüne serer… Arendt bu görüşlerinin yanı sıra, Yahudi liderlerinin savaş sırasındaki tutumlarını eleştirerek, farklı davranılması halinde bazı şeylerin değiştirilebileceğini söyler… Arendt’e göre Nazi ve Yahudi Konseylerinin işbirliği sadece zalimlerde değil, kurbanlarda da ahlaki çöküntüye sebep olmuştur… Arendt bu nedenle kendi halkı tarafından neredeyse dışlanır...

Arendt, üniversite kürsüsünde kendisine karşı yöneltilen suçlamalar üzerine yaptığı konuşmasında şöyle der: “Anlamaya çalışmak, affetmekle aynı şey değildir. Anlamayı kendim için bir sorumluluk olarak görüyorum, konuyla ilgili kalem oynatan herhangi bir kişinin sorumluluğudur, bu.”

Arendt’in ifadesiyle bir kişinin kötülük yapması için, kötü kalpli ya da şeytani isteklere sahip biri olması gerekmez. Arendt’e göre dünyadaki en büyük kötülükler sürüden olan, kendine ait bir amacı, kanaat ve inancı olmayanlar tarafından işlenir. Arendt’e göre Eichmann bir bürokrat olarak yaptığı eylemlerin sonuçlarını düşünmemiş ya da aldığı emirleri bu sonuçlardan üstün tuttuğundan yaptıklarını gerçekleştirmiştir.

Hannah Arendt’in diğer düşünceleri

Yeni Alman Sineması hareketinin "öncü gücü" olarak anılan Alman film yönetmeni Margarethe von Trotta'nın yönettiği 2012 yapımı ve Arendt’i anlattığı biyografik bir filmi var. Bu filmde Arendt, daha önce Rosa Luxemburg’u da canlandıran Alman oyuncu Barbara Sukowa tarafından canlandırılır. Bu filmin en ilginç yönü, mahkeme sahnelerinde o günlerde mahkemede çekilmiş gerçek filmlerin kullanılmasıdır. Bu filmde şöyle bir sahne geçer:

Hannah Arendt’e sorarlar: ‘’İsrail’e karşı hiç mi sevgin yok? Kendi halkına karşı hiç mi sevgin yok?’’ Arendt cevap veriri: ‘’Hayatımda hiçbir zaman bir halkı ya da kolektif bir sınıfı bütün olarak sevmedim, ne Almanları, ne Fransızları, ne Yahudileri, ne de işçi sınıfını. Sadece arkadaşlarımı seviyorum, besleyebildiğim tek sevgi de bu. Sevginin diğer biçimlerine de kabiliyetim yok.’’

Arendt, Yahudi olmakla birlikte Yahudileri bir cemaat olarak görmeyi reddeder.  Gençliğinde yaşadığı 18 yıllık devletsizliği ve mültecilik tecrübesinden sonra insanların "ne" olduklarıyla yani ırk, din, dil, cinsiyet vb. gibi kendilerinin iradi olarak değiştiremeyecekleri nitelikleri ile değil "kim" olduklarıyla yani yapıp ettikleriyle, söz ve edimleriyle değerlendirilmeleri gerektiğine inandığı için kendini Yahudi kimliğiyle öne çıkartmaktan imtina eder…

Hannah Arendt İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkması nedeniyle İsrail’de kitaplarının hiçbirisi İbranice ‘ye çevrilmez…

Hannah Arendt, siyaset kuramında siyaseti, dünyada evsiz olduğumuz düşüncesinden yola çıkarak, dünyayı birlikte yasayabileceğimiz ortak bir alanın yaratımı olarak tasarlar. Burada da Arendt, Heidegger’in; ‘’insan; bir varlık olarak (Dasein) evrene atılmış ve bu dünyaya öylece bırakılmıştır…’’ düşüncesinin izlerini taşır. (Heidegger, ‘’Varlık ve Zaman’’, Agora Kitaplığı, 2011)  Ayrıca Hannah Arendt siyaset kuramında hayranı olduğu Immanuel Kant’ın ve Aristoteles’in izleri vardır. Arendt, siyaset kuramında Marksizmi ve liberalizm öğretilerini eleştirir…

Arendt, Amerikan devrimini Fransız devrimine tercih eder, eylemi bir siyasal edim olarak yüceltirken siyah hareketi eleştirir… Burada da Hannah Arendt’i Amerikan ideolojisi safında görürüz. ‘’Şiddet Üzerine’’ isimli kitabında altmışlardaki beyaz öğrenci hareketini siyahların bozup şiddete yönelttiğinden şikâyet eder. Girişte de yazdım ya, sıra dışı bir siyaset bilimcisidir Hannah Arendt…

Sonuç

Bu sayfada Almanya’da Weimar Cumhuriyetinden itibaren Hitler’in iktidara gelişi ve iktidar süresine dair bütün gelişmeleri; ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichstag Yangını’’ ve ‘’Operasyon Valkyrie’’ adıyla yazdım… Girişte bahsettiğim gibi ”Exilliteratur” (Sürgün Edebiyatı) temsilcilerinden Elias Canetti ve eseri ‘’Körleşme’’yi ve Klaus Mann’ı ve eseri ‘’Mephisto’’yu yazdım… ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı)’nın Heinrich Böll’le beraber en önemli temsilcilerinden birisi olan Wolfgang Borchert’i ve onun ‘’Kapıların Dışında’’isimli eserini yazdım… Şimdi de Exilliteratur’un en önemli temsilcisi Hannah Arendt’i ve kitaplarını ve fikirlerini yazdım, anlattım…

Bu Exilliteratur yazarları despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmışlar, Trümmerliteratur (Yıkım Edebiyatı) yazarları da böylesi bir felaketin nelere mal olacağını anlatmışlardı…

Bütün yazılarımda hep söylüyorum ya: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye, ‘’geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye, “geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” diye…

Günümüz Türkiye’sini ve geleceğini anlamak istiyorsanız eğer önümüzde müthiş bir tarih var… Ben şimdilik bu kadarı ile yetineyim...

Osman AYDOĞAN

*Augustinus (354 - 430), diğer adıyla Aurelius Augustinus, Hristiyan bir aziz düşünürdür. Devleti tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlar... Augustinus, bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır. Onun yapıtları Tanrı bilimi olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. İşte Hannah Arendt’in doktora tezi ’’Aziz Augustinus'un düşüncesinde aşk kavramı’’ üzerinedir. 

Hannah Arendt

 



Mihriban ve Abdurrahim Karakoç

07 Haziran 2020

Bugün ‘’Mihriban’’ın yazarı Abdürrahim Karakoç’un vefat yıldönümü… Abdurrahim Karakoç sekiz yıl önce bugün 07 Haziran 2012 tarihinde Ankara'da vefat etmişti…

Abdürrahim Karakoç’un ölümsüz eseri ''Mihriban'' Türk halk müziğinin şaheserlerinden birisidir... Kimlerin beyninde takılmış bir plak gibi ''Mihriban, Mihribaaaaannnn'' diye dönüp durmadı ki...

Kısa bir süre önce bu sayfalarda Abdürrahim Karakoç’u anlatmış olmama rağmen vefat yıldönümü vesilesiyle mükerrer de olsa tekrar anmak istedim…

Ancak Abdürrahim Karakoç’u anlatmadan önce onun o ölümsüz şiiri ''Mihriban''ı anlatayım...

Mihriban

''Mihriban’’; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, ‘’Mihriban’’ diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır...

Mihriban aşkı en iyi anlatan Türkçe şiirlerden birisidir... Aşkın en saf, en yalın, en temiz, en büyük halini anlatır…

Şiirde geçen dizelerdi: "Lambada titreyen alev üşüyor", "Kar koysan köz olur aşkın külüne",  "Her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor", "Yar deyince kalem elden düşüyor’’.

Bu nasıl bir aşk ki; lambadaki alev bile üşüyüp tir tir titriyor, aşkın külüne kar bile koyduğunda köz oluyor, her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor ve yar deyince kalem elden düşüyor. Aşkı kalem tarif edemiyor ama Abdurrahim Karakoç tarif etmiş işte!

Mihriban’ın hikâyesi

Abdürrahim Karakoç, Hollanda'da aylık yayınlanan ''Platform'' dergisine vefatından önce verdiği bir röportajda bu şiiri, Mihriban'ı ve hikâyesini şöyle anlatır:

Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki ''Mihriban''dır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.

Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiş, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır. 

Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce ''kız küçük'' derler, ''henüz erken'' derler, bahane bulurlar, bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”

Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der. 

Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır. Ve Abdurrahim Karakoç ''Mihriban'' şiirini yazar... 

Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz, tabi Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar: ''Unutursun Mihriban'ım'' diye... Her iki şiiride yazımın sonunda veriyorum...

Mistik bir olgunlukla, ''son bir kez'' diyor Abdurrahim Karakoç, ''son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” 

“Bazen aklıma düşüyor. Ben 'unutursun' diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun.'' 

Ve röportajının sonuna doğru ‘’Mihriban nasıl biriydi?’’ diye sorulduğunda ‘’sıradan insanlara benzerdi’’ diyor Abdurrahim Karakoç.. "Ne çok güzel, ne çok özel..." "Ne adı Mihriban, ne saçları sarı...'' "Belki bu şiirin bu kadar beğenilmesinin sebebi herkesin içinde bir Mihriban’ın olması...’’ ‘’Gerçek yaşanıp, yazıldığı zaman okuyucu kendini bulur...'' ''Bu yüzden diyorum ki, ben herkesin hayatında bir Mihriban var... "

Mihriban, Farsça kökenli bir kelimedir. Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu anlamındadır. Ancak gerçekte Mihriban’ların hikâyesi hiç de şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu değildir.

Abdurrahim Karakoç şiirinde gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslenmişti sevdiceğine. Adı başka olsa da Mihriban, saçları siyah olsa da Mihriban, yüreğimizi çalan herkes Mihriban, çözemediklerimiz, çözülmeyenler Mihriban…

Ve Mihriban türküsünü de en iyi Musa Eroğlu söylerdi… Sanki büyü gibi bir türküdür…. Musa Eroğlu sazıyla, diliyle, ağzıyla söylerken siz içinizden, kalbinizden, yüreğinizden, ruhuzdan söylersiniz: 

Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….

Ve gözlerinizden kimseciklerin görmediği yaşlar süzülür... Çünkü kabuk bağlamış yaralar var içinizde. İşte bu türküler bu kabukları yumuşatmadan, enfeksiyon kapar mı diye düşünmeden, dezenfekte etmeden çok sert bir şekilde kopartıp atıyor... Hüzünlenmeniz ağlamanız işte bundandır…

Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban…. 

Abdurrahim Karakoç

Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932 yılında Kahramanmaraş Elbistan’da doğar. Dedesi, babası ve kardeşleri de şair olduğu için küçük yaşlarda şiire merak sarar… İlk yazdığı şiirleri iki kitap olacak hacimdeyken beğenmeyip yakar… 1958 yılından itibaren yazdıklarını 'Hasan'a Mektuplar' ismi altında 1964 yılında yayımlar…

Şiirleri mücadele şiirleridir… Bunun nedeni de yaşadığı şartlardan kaynaklanır… 27 Mayıs hiciv şiirlerine kaynaklık eder… Bu nedenle de otuz kez mahkemeye kapısını aşındırır… Ancak bütün suçlamalardan beraat eder… Bu davalarda hiç avukat tutmaz, hep kendi kendini savunur… Hiçbir iktidarla barışık olmadan yaşar…

Hiçbir sorun karşısında susmaz… Susmadığını, susmayacağını ‘’Yemin’’ isimli şiirinde anlatır. Maraş Elbistan’lıdır ya… Bu şiirinin bir kıtası şöyledir:

‘’Esir iken Kırım, Kerkük, Türkistan
Bana zindan olur Maraş, Elbistan
Dedem Korkut, İbn-i Sina, Alparslan
Susarsam hakkını helal etmesin!’’

Dostluğa çok değer ve çok önem verirdi… Bir şiir kitabının adı da ‘’Dosta Doğru’’ idi… ‘’Dosta doğru’’ şiirinde söylerdi;

‘’Ne saklarım, ne gizlerim
Yalnızca onu özlerim
Tabutta bile gözlerim
Bakar gider dosta doğru’’

1985 yılında gazetecilik yapmaya başlar… Büyük Birlik Partisi'nin kuruluşunda yer alarak siyasete atılır… Sonra siyasetten ayrılır… Niçin girip, niçin ayrıldığını bir röportajda şöyle ifade eder:  "Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım".

7 Haziran 2012 yılında Ankara'da vefat eder. Mezarı Ankara'da Keçiören Bağlum’dadır… Abdurrahim Karakoç gerçek anlamda taşra bilincini aşmış halk şiirinin hece veznini en iyi kullanan son söz yazarı idi.

Ellerin yurdunda çiçek açarken

Abdurrahim Karakoç'un şahsında birleşen iki önemli konu var ki anlatmadan geçmek istemem:

Bunlardan birincisi; Abdurrahim Karakoç'un o eşsiz dizeleri olan ''Mihriban''ı Musa Eroğlu'nun bestelemiş olması, söylemiş olması, meşhur etmiş olması… ‘’Unutursun Mihriban’ım’’ türküsünü de Selda Bağcan’ın söylemiş olması, meşhur etmiş olması…

İkincisi de Abdurrahim Karakoç'un hemşehrisi olan Âşık Mahzuni Şerif'in Abdürrahim Karakoç için yazdığı iki özel şiirinin olmasıdır. Bu şiirleri de yazımın sonunda veriyorum.

Abdurrahim Karakoç, Âşık Mahzuni Şerif, Musa Eroğlu ve Selda Bağcan… Ne güzel bir kompozisyon değil mi?

Belki gelecekte kültür hayatımızın belkemiği şairlerimizi, ozanlarımızı, edebiyatçılarımızı siyasi görüşlerinden bağımsız olarak anarız, severiz, onları anlarız.

Aksi halde Abdurrahim Karakoç'un ‘’Kara Haber’’ isimli şiirinde söylediği gibi ellerin yurdunda çiçek açarken bizim illere kar gelecektir… Eller yurdunda güler oynarken, düğün yaparken, bu coğrafya bize dar gelecektir... 

‘’Ellerin yurdunda çiçek açarken,
Bizim İl’e kar geliyor gardaşım!
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme;
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım!’’

Ülkenin manzara-i umumiyesi ortada.... Daha ne diyem, nasıl diyem ben?

Bu konudaki düşüncemi Abdurrahim Karakoç'un ''Yakarış'' isimli şiirinden bir dizeyle anlatayım: 

''Umudum her zaman bâkidir ama
zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.''

Allah rahmet eylesin...

Osman AYDOĞAN

Musa Eroğlu'nun sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=dGKF8_Qg_To

Abdurrahim Karakoç’un kendi sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=jTFVjfMOQzU

Yazıda bahsi geçen ‘’Unutursun Mihriban’ım’’ şiirini de Selda Bağcan söylemişti:
https://www.youtube.com/watch?v=Hkb5uPtpR1w

Bundan sonrası türkü dostları için…

Mihriban

Sarı saçlarına deli gönlümü 
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban 
Ayrılıktan zor belleme ölümü 
Görmeyince sezilmiyor Mihriban 

Yar, deyince kalem elden düşüyor 
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor 
Lambada titreyen alev üşüyor 
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban 

Önce naz sonra söz ve sonra hile 
Sevilen seveni düşürür dile 
Seneler asırlar değişse bile 
Eski töre bozulmuyor Mihriban 

Tabiplerde ilaç yoktur yarama 
Aşk değince ötesini arama 
Her nesnenin bir bitimi var ama 
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban 

Boşa bağlanmış bülbül gülüne 
Kar koysan köz olur aşkın külüne 
Şaştım kara bahtım tahammülüne 
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban 

Tarife sığmıyor aşkın anlamı 
Ancak çeken bilir bu derdi gamı 
Bir kördüğüm baştan sona tamamı 
Çözemedim çözülmüyor Mihriban 

Unutursun Mihriban’ım

‘’Unutmak kolay mı?” deme, 
Unutursun Mihriban’ım. 
Oğlun, kızın olsun hele 
Unutursun Mihriban’ım. 

Zaman erir kelep kelep.. 
Meyve dalında kalmaz hep. 
Unutturur birçok sebep, 
Unutursun Mihriban’ım. 

Yıllar sinene yaslanır; 
Hatıraların paslanır. 
Bu deli gönlün uslanır... 
Unutursun Mihriban’ım. 

Süt emerdin gündüz-gece 
Unuttun ya, büyüyünce... 
Ha işte tıpkı öylece 
Unutursun Mihriban’ım. 

Gün geçer, azalır sevgi; 
Değişir her şeyin rengi 
Bugün değil, yarın belki 
Unutursun Mihriban’ım. 

Düzen böyle bu gemide; 
Eskiler yiter yenide. 
Beni değil, sen seni de 
Unutursun Mihriban’ım.

Âşık Mahzuni Şerif'in Abdurrahim Karakoç için yazdığı şiirleri:

Bir televizyon programında konuk Abdurrahim Karakoç iken Âşık Mahzuni Şerif programa telefonla bağlanarak şöyle konuşur: "Sevgili Karakoç Elbistan tarihi kadar Anadolu tarihinin de 20. yy'a sunduğu Hakk'ın son lütuflarından birisidir. O yüce dostun hem çağdaşı, hem meslekdaşı hem de hemşehrisi olmak şu 50 yıllık sanat ve ozansı hayatımda hep gururum olmuştur."

Âşık Mahzuni Şerif ardından da Abdurrahim Karakoç için yazdığı şu şiiri okur:

''Güzel Elbistan’ın eski arslanı,
Yıllar böyle geldi geçti Karakoç,
Bunca beddin günahkârın içinde,
Felek gardaş beni seçti Karakoç..

Siz bir bağda en kızarmış üzümken,
Ben koruk’tum bütün bağlar bizimken,
Türkmenin güzeli iki gözümken,
Obamız Nurhak’tan göçtü Karakoç.

Bilirsin ki yok gönlümün dönesi,
Kekik kokar ketizmenin sinesi,
Tarih bin dokuz yüz elli senesi,
Deli gönlüm sevda içti Karakoç’a

Sana ne söylerim bilmem ne derim,
Benim gibi doğdu gitti pederim,
Der Mahzuni ellerinden öperim,
Çünkü sana varmak güçtü Karakoç…''

‘’Doğuş Edebiyat Dergisi’’ni çıkaran ‘’Ocak Yayınevi’’ sahibi Alper Aksoy bir yazısında da Mahzuni’nin Abdurrahim Karakoç hakkında yazdığı bir başka şiiri de şöyle anlatır:  

Sanırım 1984 veya 1985 yılıydı. Âşık Mahzuni Şerif’in bütün şiirleri kitaplaştırılmıştı. Aaa o da ne?..  Abdurrahim Karakoç’a ait dört beş şiir Mahzuni’ye aitmiş gibi kitapta yer almıştı. Abdurrahim Ağabey’in bu şiirler “Söz ve müzik: Aşık Mahzuni Şerif” olarak plak yapıldığı için açılan davayı kazandığını ve tazminat aldığını biliyordum. On yıl sonra kitabı hazırlayan akademisyen arkadaş ikinci defa Mahzuni’yi bir suçun içine atıyordu.

Kitabı Abdurrahim Ağabey’e gösterip durumu özetledim. O sırada yanımızda avukat stajını yeni bitirmiş Rahmetli Şükrü Karaca da vardı. “Sen bana bir vekâlet ver, Mahzuni’nin canına okuyacağım, ayıptır bu yaptığı” dedi. Ve Şükrü Karaca vekâleti alıp hem kitabı yayınlayan yayınevine hem de Rahmetli Mahzuni’ye bir noter protestosu gönderdi.

Bakalım ne cevap gelecekti?

İki hafta sonra Ocak Yayınevi adresimize Mahzuni’den bir mektup geldi. Heyecanla açtım ve okumaya başladım. Özetle diyordu ki:

“Kitabı hazırlayan akademisyen arkadaşın hatasıdır . Benim bu durumdan kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu. Sen bir Ağrı Dağısın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe.. O kitaptaki bütün şiirlerin okkası darası bir ‘İsyanlı Sükut’ etmez. Boşver mahkemeyi, hâkimi cezamı sen kes. Karakoç’un şeriatına boynum kıldan incedir”.

Ve bu satırların altında muhteşem bir şiir:

Karakoç Baba'ya

''Elbistan yiğidi Karakoç Baba
Kumanyalar bizde azık değil mi?
Bizim yöremizin gerçek diliyle
Haksıza gözümüz kızık değil mi?

Atına binmeyi bilmeyen tatar
Kendi hayalinde ciritler atar
Beşimiz tok, on binimiz aç yatar
Böyle bir sisteme yazık değil mi?

Sülalem sermemiş yırtılmış sergi
Vallahi dediğim değildir yergi
Hırsıza kaç kurtul, mazluma vergi
Böyle bir adalet kazık değil mi?

Az değildir Karakoç'dan aldığım
Boşa mıydı Mahzunîlik bulduğum?
Sen, ben söylemezsek kurban olduğum
Bizdeki ozanlık bozuk değil mi?''

Abdurrahim Ağabeyi yayınevi yazıhanesine çağırdım, mektubu uzattım: “Mahzuni Şerif beni mahvetti, sıra sende Ağabey” dedim.

Daha ilk satırlarında gözleri buğulanarak, mahcubiyetten elleri titreyek okumaya başladı. Sıra şiire geldiğinde bir bulut kaynadı Nurhak Dağları’ndan, oradan oraya savruldu ve gelip Karakoç’un başına hörelendi.

Sadece elleri değil konuşurken sesi de titriyordu: “Keşke bu işe avukatı, mahkemeyi, noteri karıştırmasaydık” dedi.

Mahzuni Şerif’in mektubunda geçen Abdürrahim Karakoç’un ‘’İsyanlı Sükut’’ şiiri

İsyanlı Sükut

Gitmişti makama arz-ı hâl için
'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim..
'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı
'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Çekti ayakları kahveye vardı
Açtı tabakasın, sigara sardı
Daldı.. neden sonra garsonu gördü
'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

İçmedi, masada unuttu çayı
Kalktı ki garsona vere parayı
Uzattı çakmağı ve sigarayı
'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş
Sandım can evime döktüler ateş
Sordum: 'memleketin neresi gardaş? '
'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı dilini.. vazgeçti birden,
'Oyyy' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Abdurrahim Karakoç, ''Vur Emri'' (Alperen Yayınları, 2000)



La Paloma

07 Haziran 2020

‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… ''Tarihi kök bilgiler, tarihi figürler ve tarihi motifler, güçlü bir ağacın kökleri gibi bir toplumu ayakta tutan ve besleyen unsurlardır'' derler... Derler de derler... Daha çok şey derler de ben şimdilik bu kadarı ile yetineyim...

Ben de biliyorsunuz bu düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim... Bu sitede Kudüs konusunu anlatacağım diye teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı anlatmaya çalışmıştım... Basit bir pop şarkısı olan Delilah'ı (Dilayla) anlatmak için ise yine tarihte daha bir geriye, teee üç bin iki yüz yıl geriye giderek ''Delilah'' (Dilayla) isminin hikâyesini ve ne anlama geldiğini anlatmaya çalışmıştım...

Bu sefer de, o kadar değilse bile iki bin beş yüz yıl geriye giderek çok sevilen bir folk şarkısının hikâyesini anlatmak istiyorum... 

Nuh tufanından sonraki ikinci güvercin efsanesi

Anlatacağım bu folk şarkısının hikâyesi Nuh tufanındaki ‘’güvercin’’ efsanesinden sonra Batı kültüründe bulunan ikinci bir ''güvercin'' efsanesine dayanır. M.Ö. 492 yılında geçen bu ''güvercin'' efsanesi şu şekildedir:

Pers Kralı Büyük Kiros'un oğlu Smerdis’in hükümdarlığı zamanında ölümsüzlerin komutanı olan General Darius, Smerdis'e karşı isyan bayrağı açar, soylularla birleşerek Smerdis'i devirir ve kral olur. Pers Kralı Kiros Asya'da gidebileceği en uç noktaya dek gitmiş ve orada ölmüştü. Darius kral olunca imparatorluğu Avrupa yönünde genişletmeye karar verir... Batı Anadolu'da İyonların isyanı, Perslerin dikkatini bu yöne çeker. İsyanı Yunan kentlerinin desteklediği anlaşılınca Darius Ege'nin karşı yakasına sefer kararı alır.

İşte Darius’un Ege'nin karşı yakasına yaptığı bu sefer esnasında bir Pers gemisi Athos dağı sahilinde fırtınaya yakalanır ve gemi dağa çarpıp, parçalanarak batar. Gemi batarken gemiden bir güvercin sürüsü havalanır. Başlangıçta bu kuşların batan gemideki denizcilerin ruhları olduğunu düşünülür. Ancak gerçek daha farklıdır. Her güvercin gemideki denizcilerden birine aittir. Ve bu güvercinler onların evlerine acı haberi götürmekle görevlidirler. Güvercin, ayağına bağlı bir mektup olmadan evine dönerse geminin battığı ve sahibinin öldüğü anlaşılacaktır. O zamandan beri tek başına uçan bir güvercin, böyle acı bir haberin sembolü olarak hatırlanır.

Bir İspanyol folk şarkısı: La Paloma

‘’La Paloma’’ isminde de bir İspanyol folk şarkısı vardır.  İşte bu ''La Paloma'' şarkısının teması da anlattığım bu ''güvercin'' efsanesine dayanır. ’'La Paloma''; İspanyolca barış sembolü olan ''güvercin'' demekti... ''La Paloma''; dünya çapında bir özlemi anlatırdı; güvercin sembolünde birleşen barışı... 

''La Paloma'', 1861 yılında Küba'yı ziyaret eden Basklı müzisyen Sebastián Yradier tarafından 1863 yılında bestelenen ve ''Habaneras'' (''Küba’dan gelen'' anlamında) adı verilen bir İspanyol folk müziğidir. Şarkı genellikle İspanyolca, Fransızca ve Almanca dillerinde söyleniyor... ''Müzik evrenseldir'' derler ya işte bu sözü ispatlarcasına bu şarkının  tüm dünyada iki bin civarında yorumunun olduğu tahmin ediliyor. Her dilde farklı sözlerle söylenmiş… Her dilde farklı söylenirken her ses tonu şarkıya farklı etkiler bırakmış. Kiminde derin bir hüzün, kiminde ise neşe dile getirilmiş... Bu şarkı Meksika'da çok popüler olmuş ve Meksikalı devrimcilerin dilinden düşmemiş. Latin Amerika ülkelerinde özgürlüğün, aşkın ve kardeşliğin melodisi olmuş, Zanzibar’da düğün müziği olmuş, Romanya’da cenaze marşı, Meksika’da isyan şarkısı, Almanya’da gemici ağıtı olmuş... 

Şarkının Almanca sözleri girişte anlattığım güvercin efsanesine dayanır... Almanca şarkı sözü özetle denizde bir gemide vedalaşmayı anlatır… Giden gelmeyecektir... ''Hayat'' der, ''hayat, denizin üzerinde bir dalga gibi bir gider bir gelir.'' der. Ve ''Kim anlayabilir ki?'' diye sorar... ‘’Ve ben geri gelmezsem... ağlama'' der... ''Denizleri aşarak sana beyaz bir güvercin gelecek ve sana benim selamımı getirecek ve sana bu gidişten hiç dönüş olmayacağını bildirecek…’’ Tıpkı efsanedeki İranlı gemicilerin güvercinleri gibi…

Almanca sözleri bana tam olarak Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Sessiz Gemi’’ isimli şiirini anımsatır. Sanatçı Hümeyra da çok güzel seslendirmişti ama keşke bu müziğe uyarlansaydı, sözleri de tam uyardı: ‘’Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; / Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.’’

Alman gazeteci, yazar ve tarihçi olan Sigrid Faltin’in bu şarkıyı anlattığı ‘’La Paloma’’ isimli bir de belgeseli var. Belgeselde üç kıtada geçen şarkının birçok ülkedeki yorumu ve şarkının o ülkedeki halka göre anlamı ve bir şarkının kültürel yaşamı nasıl etkilediğini ve dilden dile dolaşarak nasıl iki bin yoruma ulaştığını anlatılıyor. Bu belgeselde Meksika İmparatoru Maximilian’ın idam edilmeden önce en son isteğinin, La Paloma şarkısını dinlemek olduğu rivayet ediliyor...

La Paloma insanoğlunun besteleyebildiği en güzel müziklerden birisidir diye düşünüyorum... Bu şarkı her dinleyenin gönül telini tir tir titretmiş. İnsan dinlerken bu şarkıyı; üstüne yağmur yağmış, güneş vurmuş ve bir de üstüne sam yeli esmiş bir kar gibi ılgıt ılgıt erirmiş... Aşağıda bağlantılarını verdiğim belli başlı yorumları dinlediğinizde sanırım bana hak verirsiniz diye değerlendiriyorum.... Aynı müzik ama farklı yorumları birbirinden o kadar güzel ki, yerinizde olsam bağlantısını verdiğim bütün yorumları dinlerdim.  Bu yorumlar gökkuşağının bütün renkleri gibi rengarenk...

Bu şarkıyı, bu yorumları dinlediğinizde zamanınızı bu dünyanın gamını, kederini, pisliklerini ve Koronayı düşünmeğe harcamaktansa, değil bu zamanı, dünyanın tüm bir zamanını bu şarkıya feda etmeye değer olduğunu göreceksiniz.. ... Ve yine göreceksiniz ki Meksika İmparatoru Maximilian’ın idam edilmeden önce en son dileğinin La Paloma şarkısını dinlemek isteği boşuna değil...

El âlem ve biz

Anlattığım gibi el âlem basit bir folk şarkısında bile iki bin beş yüz yıl geriye giderek bir tarihi derinlik sunuyor... El âlem basit bir folk şarkısında bile tarihi bir efsaneye, tarihi bir figüre atıfta bulunarak iki bin beş yüz yıl önce Doğu'dan gelen bir tehlikeyi unutmuyor, unutturmuyor.. El âlem basit bir folk şarkısında bile birleşmeyi, bütünleşmeyi sağlıyor...

Bizim günlük siyasal, toplumsal ve kültürel yaşayışımız ise tıpkı kendi pop ve folk şarkılarımızın sözlerinde olduğu gibi şıkıdım şıkıdım, oynaya oynaya, lay lay lom geçip gidiyor… Ortak söyleyebileceğimiz bir şarkımız, bir türkümüz, ortak bir ulusal değerimiz, bir ülkümüz, bir inancımız, bir kıvancımız, ortak bir öykümüz, bir hikâyemiz, bir efsanemiz  kalmamacasına rüzgârların önündeki kuru yapraklar misali savrulup gidiyoruz... 

Einstein; ‘'Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir’' derdi… Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ der. Biz de günübirlik yaşayıp gidiyoruz işte...

Hayat; şarkının Almanca sürümünde söylendiği gibiydi zaten; ‘’Giden gelmeyecektir...'' ''Hayat denizin üzerinde bir dalga gibi bir gider bir gelir.'' Ve ''Kim anlayabilir ki?'' diye sorar... ‘’Ve ben geri gelmezsem... ağlama'' der.. 

Bugün Pazar, her ne kadar bu Pazar sokağa çıkmaya destur varsa da siz yine de evde kalın ve şarkının bağlantısını verdiğim yorumlarını dinleyin derim… O kadar çok dinleyin ki zihninizde takılmış bir plak gibi dönsüüüüün dursun… Zihninizde bu şarkı o kadar çok dönsün dursun ki zihninizde ne kadar olumsuz düşünce varsa hepsini unuttursun… Zaten ‘’unutma olmayınca mutluluk da olmaz’’ derdi Fransız roman yazarı Andre Maurois…

Sizlere pırıl pırıl, sağlıklı, mutlu ve umutlu güzel bir Pazar günü diliyorum…

Osman AYDOĞAN

La Paloma çok değişik sanatçılar tarafından yorumlanmıştır. En bilineni İspanyol asıllı Fransız sanatçı Mireille Mathieu'nun Almanca olarak söylediği yorumudur. Yine Mireille Mathieu'nun Yunan sanatçı Nana Mouskouri ile Fransızca düeti de var:
https://www.youtube.com/watch?v=2NXrhcbpiV0

Julio Iglesias ile Nana Mouskouri'nin de ''La Paloma'' düeti var:
https://www.youtube.com/watch?v=RkHWaMJ6fl0

André Rieu'in ''La Paloma''sı... Orkestra ile de daha bir güzel... Orkestra deyince Belçikalı tenor Helmut Lotti'den orkestra eşliğinde dinlenmeli diye düşünürüm:
https://www.youtube.com/watch?v=0PaBpeOqPSg

''Çalışıkuşu'' dizisinde Feride’yi canlandıran Aydan Şener dizide piyano ile çalmıştı La Paloma'yı:
https://www.youtube.com/watch?v=foDKfzZbGz0

İspanyol besteci ve gitar virtüözü Francisco Tarrega tarafından yapılan gitar yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=9QJLUH97orU

İtalyan müziğinin divalarından sayılan Gabriella Ferri de çok güzel yorumlamış La Paloma'yı:
https://www.youtube.com/watch?v=UOl502lgWFk

La Paloma'yı Polonyalı sarkıcı, aktör ve piyanist Adam Aston da başka bir yorumla söylemiş: 
https://www.youtube.com/watch?v=Ogh7o9HpjAE

Los Panchos (Trio Los Panchos olarak bilinir, üç romantik Latin şarkıcılarıdır) daha güzel anlamlar katmış La Paloma'ya:
https://www.youtube.com/watch?v=D1kBZFNODi4

Arjantinli sanatçı Libertad Lamarque’nin yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=jebIpYs2UUI

İtalyan şarkıcı ve tenor Giuseppe di Stefano da bir başka yorumlamış:
https://www.youtube.com/watch?v=FbrB9pRvMM4

İspanyol soprano Victoria de los Angeles’in o billur sesi ile bir başka söylemiş: 
https://www.youtube.com/watch?v=nUFYBpF1mW8

İspanyol tenor Plácido Domingo’nun yorumu;
https://www.youtube.com/watch?v=Z8gLDihFduw

La Paloma’nin Almanca metni:

La Paloma

Wenn rot wie Rubin die Sonne im Meer versinkt

ein Lied aus vergangener Zeit in den Herzen klingt.
Das Lied
es erzählt von einem
der ging an Bord

und da sagte er zur Liebsten ein Abschiedswort:

Weine nicht
wenn ich einmal nicht wiederkehr!
Such einen andern dir
nimm es nicht zu schwer!
Und eine weiße Taube fliegt dann zu dir

bringt einen letzten Gruß übers meer von mir.

La Paloma
ade!
Wie die wogende See
so ist das Leben ein Kommen und Gehn

und wer kann es je verstehn?

Sie sah jeden Morgen fragend hinaus zum Kai -
sein Boot "La Paloma"
es war nie mehr dabei.
Denn eine weiße Taube zog übers Meer!
Da wußte sie
es gibt keine Wiederkehr!

La Paloma
ade!
Wie die wogende See
so ist das Leben ein Kommen und Gehn

und wer kann es je verstehn?



Bavyera’nın talihsiz kralı: II. Ludwig

05 Haziran 2020

Avrupa'da dönem, Prusya’nın diğer Alman eyaletlerine hâkim olmaya çalıştığı, Napolyon Savaşlarının sürdüğü, Fransa ve Rusya ile sürekli anlaşmazlıkların yaşandığı bir dönemdir.

İşte bu dönemde de Bavyera Krallığında II. Ludwig’in krallık serüveni başlar. Dün (04 Haziran 2020) uzun uzun anlattığım konu, II. Ludwig’i tarihi süreç içerisinde konumlandırarak anlatmak için kısa (!) bir giriş idi…  

Şimdi gelelim, 10 Mart 1864 ve 13 Haziran 1886 yılları arasında Bavyera Krallığının 4. Kralı olan II. Ludvig’in içinde, sarayların, şatoların, aşkın, masalların, efsanenin ve derin devletin bulunduğu hazin hikâyesine...

Bavyera Kralı II. Ludwig

Tam adı Ludwig Otto Friedrich Wilhelm olan ve Nymphenburg Sarayı’nda doğan II. Ludwig’in gençliği babasının yaptırdığı Hohenschwangau Şatosunda geçer. II. Ludwig burada babasının entelektüel çevresinde ve sanatla yoğrulan bir atmosferde gittikçe artan bir şekilde resim ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilir. Büyüdükçe edebiyata olan merakı da artar ve özellikle Friedrick von Schiller'in şiirlerinin ve tiyatro eserlerinin etkisi altında kalır. 1861 yılında Wagner’in “Lohengrin” (*) operasının galasına katılmasıyla ömür boyu sürecek bir Richard Wagner hayranlığı başlar.

II. Ludwig, 1863 yılında Bismarck ile tanışır. Bismarck kendisi hakkında “hem bir Alman vatanperver, hem de Bavyeralı olmayı önemseyen bir prens” ifadesini kullanır.

II. Ludwig 1864 yılında 18 yaşındayken kral olur. Ancak kendisini etkileyen monarşik değerlerin 19. yüzyılda işlevsiz kaldığını görmek onun ilk hayal kırıklığını oluşturur. Parlamenter düzende yapmak istediği değişiklikler de Parlamentonun yaşlı üyeleri tarafından engellenince devlet işlerinden uzaklaşmaya ve Başkent Münih’ten ayrılıp Bavyera kırsalında yaşamaya başlar. İmzalaması gereken belgeleri imzalayıp kendi dünyasına döner. Gittikçe toplumsal hayattan uzaklaşıp hayaller ve masallarla dolu kendi iç âlemine kapanan II. Ludwig, şatolar ve kaleler yaptırma hevesine kapılır. Geceler boyu dağlarda dolaşmaya başlar, zorunlu toplantılara katılmaz ve iyice yalnızlığını pekiştirir.

Bu arada Prusya’nın tacizleri artar. Savaştan hiç hoşlanmayan ve gidişatı engelleyemediğini fark eden II. Ludwig tahtan feragat etmeye karar verir. Hükümet üyeleri ise Wagner’i araya sokar. Kralın imkânlarını sonuna kadar kullanan Richard Wagner, II. Ludwig’i Münih’e dönmeye ikna eder. Böylece II. Ludwig, Wagner’in etkisi ve Parlamentonun baskısıyla Prusya’ya karşı harekât iznini imzalar. Sonuç Bavyera için hüsran olur. Tabii sorumlu olarak II. Ludwig görülür.

Prusya ile imzalanan antlaşma koşulları neticesinde 1870 yılında Prusya’nın Fransa ile savaşa girmesinden dolayı, Bavyera da Fransa'ya karşı savaşa sürüklenir. Alman ordusunun başarılı olması, Prusya’nın gücünü artırır. Kazanılan Fransa savaşının ardından, Almanya’nın birliği için çalışan şansölye Bismarck’ın, II. Ludwig’in kuzeni olan Prusya kralını yeni kurulan Almanya’nın İmparatoru seçtirmesi ile gururu incinen II. Ludwig büsbütün içine kapanır. Sonuçta II. Ludwig, Prusya kralının Almanya hükümdarı olduğunu kabul etmek zorunda kalır ve Bavyera, 1871 yılında kurulan Almanya İmparatorluğu’nun da ikinci büyük eyaleti haline gelir. Ancak bu durum II. Ludwig’in Bavyera’yı Almanya’ya satan kral olarak tanınmasına yol açar.

II. Ludwig bu yıkımları yaşarken 22 Ocak 1867'de kuzeni Bavyera'lı Prenses Sophie Charlotte ile nişanlanır. Nişanlısı Sophie'ye yazdığı mektuplarda, nişanlısına, Lohengrin efsanesinde (*) Lohengrin’in sevgilisi olan ‘’Else’'nin ismiyle hitap eder. Tam düğün hazırlıkları bitmek üzereyken nişan bozulur. Kral bundan sonra bir daha hiç bir zaman evlenmeyi düşünmez.  Hayatında etkili olan tek kadın ise kuzeni Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth (Sisi)’dir. (Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth –Sisi-’yi anlatmaya kalksam sanırım yine sayfalar dolusu yazı yazmam lazım. En iyisi hiç ben Sisi’den bahsetmeyeyim. Veya Sisi’yi ayrı olarak yazmalıyım! Veya siz Romy Schneder’i dünyaya tanıtan meşhur ‘’Sisi“ filmini izleyin!) Bu platonik bir aşk ile dostluk arasında gidip gelen bir ilişkidir. Bundan sonra II. Ludwig kadınlarla pek ilgilenmemeye başlar, yalnız ve melankolik hali gittikçe artar.

Nymphenburg Sarayı’nda doğan, gençliği Hohenschwangau Sarayı’nda babasının entelektüel çevresinde ve sanatla yoğrulan bir atmosferde geçen II. Ludwig, yalnızlığı ve melankolik hali arttıkça, gittikçe resim ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilir. Bu hali siyasetten bunalan II. Ludwig’i, Montaigne’nin kalesi gibi gerçek dünyadan kaçacağı şatolar yaptırmaya sevk eder...

II. Ludwig’in yaptırdığı şatolar…

Böylece II. Ludwig, üç tane şato yaptırır. Bunlar Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee (Chiemsee Gölü’ndeki bir ada üzerinde) şatolarıdır…

Linderhof Şatosu rokoko stilinde, Neuschwanstein Şatosu ortaçağ stilinde yapılırken Herrenchimsee Şatosu ise Versailles'dan etkilenilerek yapılmıştır. II. Ludwig bu şatolardan sadece Linderhof Şatosunu hayatta iken tamamlayabilir.

Linderhof Şatosu, Graswang Vadisinde, II. Maximilian'ın av köşkünün (Köningshauschen) bulunduğu bir yerde, II. Ludwig’in çocukluğundan aşina olduğu bir bölgede yapılır... Linderhof’un daha girişinde II. Ludwig’in Fransız Capetain Hanedanından bir uzantısı olan Bourbon Hanedanlığına olan hayranlığı göze çarpar. Giriş bölümünün tavanında Fransa kralı XIV. Louis’nin sembolü olan güneş arması, girişin ortasında da, XIV Louis’nin bronzdan heykeli vardır.

Herrenchiemsee Şatosu’nu Fransa gezisinde Fransız Bourbon Hanedanının şatafatından çok etkilenen II. Ludwig, Versailles havasında bir yer olarak tasarlar. 1869 yılında yapımına başlanır ancak bitmesi on yıl sürer ve şato 1878 yılında tamamlanır... Gerçi burası boyut olarak Versailles yanında, bir kulübe gibi kalır, ama şaşaası hiç de Versailles’ı aratmaz.

Neuschwanstein Şatosu

Bu şatolar içinde Neuschwanstein Şatosunun ayrı bir yeri ve özelliği vardır. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Swangau’nun gölleri, dağları ve ormanları arasında yalnız geçiren, siyasetten, devlet işlerinden sıkılan, insanlardan izole yaşamayı tercih eden utangaç kişilikli II. Ludwig bu karakter özelliklerini Neuschwanstein Şatosu’na da yansıtır. Bu şato ile II. Ludwig’in kişiliği, ruhu ve hayali birleşir.

Neuschwanstein Şatosu 5935 m2’lik bir alana yayılmış, ana kulesi 79,16 metre yüksekliğinde ve uzunluğu 130 metredir. Yapımında 465 ton Salzburg mermeri, 400 000 tuğla ve 2050 metre küp ahşap malzeme kullanılır. Dini inancına kuvvetle bağlı olan II. Ludwig’in karyolasının çatısı, Notre-Dame kilisesini andıran gotik bir kilise maketi olarak tasarlanmıştır ki sadece buradaki ahşap işçiliğinin yapımı dört yıl sürer. 

Tüm sarayda yaklaşık olarak bir milyon adet kraliyet sembolü kuğu figürleri kullanılır. Şatonun salonları altın, emaye ve binlerce ışıkla parıldayan mozaiklerle bezelidir. Ağırlığı bir tonu bulan dore pirinçten yapılmış devasa şamdanların sadece bir tanesinde 600 mum yakılmaktadır. Büyük Salonun duvar resimlerinin ‘’Kuğuların Şövalyesi ‘’ olarak bilinen Lohengrin efsanesine (*) adanmış olması da bu efsanenin genç kralı etkilediğini ve ona ilham verdiğini göstermektedir. Ayrıca şatonun çoğu odası Wagner'in operalarının kimi sahneleri ile donanmıştır.

Mimar Riedel ve Dollmen tarafından 1869 yılında başlanan şatonun yapımı, kralın öldüğü sene olan 1886‘da biter. Kral, şatonun yapımının sürdüğü yıllarda bulunduğu tepenin zirvesinden karşı yamacı birleştiren, şatonun yapımından önce babası II. Maximillian tarafından doğa yürüyüşleri için kullanılmak üzere yapılmış olan ‘’Marienbrücke’’ köprüsünden hayalinin gerçeğe dönüşümünü sabırla izler. Günümüzde bu köprü her adımda sallanan incecik bir köprüdür. Aşağı baktığınızda gerçekten düşme korkusu yaşarsınız. Köprünün bir diğer özelliği de bir batıl inancı yaşatıyor olmasıdır. Neuschwanstein Şatosunu görmeye gelen evli çiftler üzerinde isimlerinin yazılı olduğu bir kilidi köprünün parmaklıklarına takıyorlar. İnanışlarına göre bu kilitler köprüde kilitli kaldığı sürece ilişkileri huzur içinde devam edecektir.

II. Ludwig tüm bu yapım yılları süresince daha aşağıda yer alan Hohenswangau şatosunda kalarak mesaisinin önemli bölümünü bu hayal peşinde harcar. Neticede yapımı 17 yıl süren bu Şato bittiğinde bazı odaları henüz tamamlanmadan Kral ‘’’Yeni Kuğu Evine’’’ yani Neuschwanstein Şatosuna yerleşir.

Ve hazin son

Kral’ın ülkesinin hazinelerini bu devasa şatoya harcaması ve bu şatonun aklındaki şato üçlemesinden sadece ilki olması hükümeti harekete geçirir. 1886'nın başında II. Ludwig'e muhalif olanlar ile kraliyet ailesi meclisi isyan bayrağını çekerler. Başbakan Lutz, pozisyonunu da muhafaza edebilmek telaşıyla, Kral II. Ludwig'e aklından zoru olduğu gerekçesiyle krallıktan el çektirme fikrini ortaya atar.

Haziran 1886 ‘da Dr. von Gudden’in başkanlığındaki Bavyeralı bir grup doktordan oluşan psikiyatri komitesi tarafından kralın zihinsel rahatsızlığı olduğu, bu şekilde bulunduğu görevi ifa etmesinin olanaksız olduğuna dair bir rapor düzenlenir. Bu rapor üzerine krallıktan azledilir.

Neuschwanstein Şatosu'na kapanan II. Ludwig son bir gayretle, gazete yoluyla Bavyera halkına hitap ederek bir imdat çağrısı göndererek kendisine ve vatana yapılan ihanete karşı çıkmalarını ister onlardan. Ancak hiçbir yardım gelmez Bavyeralılardan. II. Ludwig pek çok mücadeleden sonra teslim olmaya karar verir.

II. Ludwig 1.90 metre boyuyla oldukça heybetli biridir. Ama son yıllarda ağzında hiç diş kalmadığından dolayı suratı olduğundan çok daha çökük durur. 12 Haziran 1886 günü II. Ludwig Şatosundan götürülmeden önce kâhyasına “Tapınağım olan bu odayı sana emanet ediyorum; burayı varlıklarıyla kirletmesinler, hayatımın en acı anlarını burada yaşadım” der.

II. Ludwig, konumunun gerektirdiği bir saygı ile askerler tarafından sıkı gözetim altında psikolojik tedavi görmek üzere Starnberg gölü üzerindeki Berg Şatosu’na gönderilir.  

Talihsiz kralın en sevdiği yerlerden biri olan Berg Şatosu çoktan bir hapishaneye dönüştürülmüş, pencereleri demir parmaklıklarla kaplanmış, kapıları sadece dışarıdan kilitlenebilecek hale getirilmiş ve her tarafa gözetleme delikleri açılmıştır. Kral son derece sakin, etrafına karşı soğuk ama naziktir.

13 Haziran 1886 günü akşamüzeri saat altıda II. Ludwig, Dr. von Gudden'le birlikte şatonun bahçesinde yürüyüş yapmak ister. Öğleden sonra saat altıda beraberce göle doğru yol alırken Dr. von Gudden korumalara takip etmemeleri için işaret eder. Saat yediye gelip de hiç kimse dönmeyince, geride kalan doktorlar ve hizmetkârlar aramaya gittiklerinde derinliği 1,5 m’yi geçmeyen Starnberg gölünün sularında II. Ludwig’in ve psikoloğu Dr. von Gudden'in cansız bedenlerini bulurlar.

Bunun bir cinayet mi, boğulma mı yoksa bir intihar mı olduğu hiçbir zaman açıklık kazanamaz…

Resmi açıklama, ‘’intihar teşebbüsünde bulunan kralı, doktorunun önlemeye çalışmış olması ve boğuşma sırasında her ikisinin de boğulduğu’’ şeklindedir. Bir metre 90 santim boyundaki kral, derinliği bir metreyi geçmeyen kıyı şeridinde boğulmuştur nasıl olduysa... Doktoru se ufak tefek, çelimsiz bir adamdır kralla kıyaslandığında.

II. Ludwig'den geriye kalanlar...

Gerçekte ise şato, temel olarak Kralın kendi bütçesinden finanse edilmektedir. Yetmediğinde ise borç alınır. Toplam maliyet ise 6.180.047 Mark’tır. Ne yazık ki Kral, bu şatoda sadece üç hafta kalabilir. Şato hiçbir zaman tamamlanamaz. II. Ludwig öldüğünde, şatonun yapımı olduğu gibi durdurulur ve müze olarak halka açılır. Kralın kalan borçları da ailesi tarafından ödenir.

Taçlı başların, idare mevkilerinde bulunanların, gerçek güç sahiplerine ters düştükleri için yok edilebileceklerinin ne ilk ne de son örneğidir II. Ludwig olayı. Kennedy veya Prenses Diana mesela bunun günümüzden örnekleridir herhalde.

İnsanların içinde değil kendi yarattığı seçilmiş bir dünyada yaşamayı tercih etmiş olması Kral II. Ludwig’in kader çizgisidir herhalde... İçinde sadece üç hafta kalabildiği, gerçeküstü bir dünyanın simgesi olan Neuschwanstein Şatosu ise Walt Disney’e ilham vererek bugün gerçeküstü bir başka dünyada, Walt Disney’in logosunda da var olmayı sürdürür.

Ölümünden sadece altı hafta sona ziyarete açılmış olan şato bugüne kadar yaklaşık olarak 50 milyon ziyaretçi ağırlar. Avrupa’nın en güzel şatolarından biridir.

Yükümlülükleriyle inançları arasında kalan, hayalleri, düşleri hayatın kendisine sunduğundan çok daha renkli olan, savaştan ve çatışmadan nefret eden, hassas yapısıyla, sanata, edebiyata, şiire ve güzel sanata düşkün olduğu için kendisinden beklenen rolü oynayamayan ve bu yüzden de on dokuzuncu yüzyılın siyasal ve kültürel tarihinde büyük hayal kırıklarıyla ölen zamansız bir masal kralının (Der unzeitgemäße König) hazin öyküsüdür II. Ludwig’in hikâyesi...

Bugün ne Kutsal Roma İmparatorluğu vardır ortada ve ne de Kutsal Roma Germen İmparatorluğu.... Bugün ne Habsburg Hanedanlığı vardır ortada ne de Wittelsbach Hanedanlığı… Bugün ne Prusya var ortada, ne de Bavyera Krallığı… Ama II. Ludwig'in o muhteşem şatoları, sarayları, heykelleri ve resimleri günümüzü güzelleştirmeye devam ediyor… İnsan soramadan edemiyor; savaşlarda ömür geçirmiş, her tarafı yakan, yıkan kaba saba bir kral mı iyidir yoksa naif, sanatçı ruhlu, edebiyatsever bir kral mı?

Ne yazık ki II. Ludwig'i anlatan Türkçe basımı yapılmış bir kitap yok elimizde. Almanca basımı yapılmış onlarca kitap var hâlbuki Almanya'da. Eğer Almanca biliyorsanız okumanız için size bir kitap önerebilirim: Genç Alman yazarlardan Oliver Hilmes’in (D. 1971) yazdığı bir II. Ludwig biyografisi ‘’Ludwig II.: Der unzeitgemäße König’’, (Siedler Verlag, 2013)

Sinema sevenler için, sinemada ‘’Yeni Gerçekçilik Akımı’’nın İtalyan yönetmenlerinden Luchino Visconti’nin 1972 yılı yapımı dört saatlik filmi “Ludwig”i  ve 2012 yılı Fransız yönetmenler Marie Noëlle ve eşi Peter Sehr yapımı film: ''Ludwig II'' filmlerini izlemelerini tavsiye ederim.

Romantik Yol (Romantische Straße) 

Almanya’nın Bavyera eyaletinde Würzburg’dan başlayıp güneye doğru giden, Münih’ten sonra Füssen’de son bulan  400 km’lik güzergâha ‘’Romantik Yol ‘’ (Romantische Straße) adı verilir. Almanya’nın kırsalını tanıtan bu güzergâh, sevimli kasabaları, çiçekli köy evleri, gölleri, yerel şatoları ile Bavyera’nın tüm güzelliğini yaşatan, keyifli bir güzergâhtır… İşte anlattığım II. Ludwig’in bu Neuschwanstein Şatosu bu güzergâhtaki son nokta olan Swangau kasabasında, iki göl arasındaki bir tepede bulunmaktadır. Tepeleri karlı Bavyera Alpleri ve çam ormanlarının önünde dantelimsi girintileri ve gotik kuleleri ile bulutların üzerinde gibi görünen Neuschwanstein Şatosu ise bu hazin hikâyesi ile işte bu ‘’Romantik Yol’’un pırlantası gibidir…

İşte tarih, o veya bu şekilde kendi akışı içinde, o zaman denilen büyük nehrin, insandan, doğadan ve daha birçok etkenden oluşan hayhuyu içinde biçimlenen bir süreçti… Ve bu süreç içerisinde sanatçı ruhlu, naif, edebiyatsever bu kralın görkemli, ama hazin öyküsünü anlatmak, onu anımsamak, anımsatmak da bana düştü…

Sizlere pırıl pırıl, mutlu, musmutlu ve Koranasız güzel bir hafta sonu diliyorum...

Osman AYDOĞAN

(*) Lohengrin Efsanesi

‘’Lohengrin’’ Ortaçağ’da Avrupa edebiyatına girmiş bir efsanenin Almanca’da aldığı addır. Ünlü Alman bestecisi Richard Wagner, 1850’de yazdığı bir opera ile Lohengrin efsanesine daha büyük bir ün kazandırır. Wagner‘in “Lohengrin” operası, birçok müzikçiler tarafından romantik operaların en büyüğü, en mükemmeli olarak kabul edilir…

Lohengrin efsanesi, çok eski bir peri masalı olan “Yedi Kuğu”ya dayanır: Lohengrin adında bir şövalye, yedi kuğunun çektiği sandalı ile gelerek, güzel bir kadını düşmanından kurtarır ve onunla evlenir. Yalnız, adını, nereden geldiğini, kimin nesi olduğunu kadına söylemez, kadına da bunları merak etmemesini, kendisine bu konuda bir şey sormamasını tembih eder. Güzel kadın, Lohengrin’e söz verirse de, sonradan bu sözünü unutur. Böylece Lohengrin de bir daha geri dönmemek üzere onu bırakıp gider.

Lohengrin efsanesinin ilk defa nerede çıktığı kesin olarak bilinmiyor. Tarihi kaynaklardan anlaşıldığına göre, bu konudan ilk olarak, XII. yüzyıldaki Haçlı Seferlerini anlatan bir tarih kitabında söz edilir...

***

2012 yılı, yönetmenler Marie Noëlle ve eşi Peter Sehr yapımı ''Ludwig II'' fiminin fragmanı:
https://www.youtube.com/watch?v=96Ymjnc3c4g

Luchino Visconti’nin 1972 yılı yapımı dört saatlik “Ludwig” filminden bir bölüm: II. Ludwig'iin taç giyme töreni: 
https://www.youtube.com/watch?v=m7-CZScJTmM

II. Ludwig'in Neuschwanstein Şatosu

 



Roma İmparatorluğunun ardından: Kutsal Roma İmparatorluğu ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu…

04 Haziran 2020

Daha önceleri bu sayfalarımda Roma İmparatorluğunu anlatmıştım… Ancak doğrudan değil; kesit kesit, parça parça, dönem dönem anlatmıştım… Bu sayfada Roma İmparatorluğunun tarihi kişilikleri olan; Jul Sezar, Brutus, Marcus Aurelius, Caligula, General Lukullus, General Maximus, Juvenal ve Lukretius’u anlatırken hep arka planda Roma İmparatorluğu vardı… Justinianus’u anlatırken de arka planda Doğu Roma İmparatorluğu vardı... (Sitemin sağ üstünde bir arama motoru var. Merak ettiğiniz isimleri buraya yazıp, yazımı bulup tekrar okuyabilirsiniz…)

Benim anlatmama gerek yoktu aslında, lise, üniversite yıllarında bizlere bir şekilde Doğu Roma İmparatorluğu ve Bizans diye bildiğimiz Batı Roma İmparatorluğu hakkında az çok bir şeyler anlatılmıştı… Ancak ‘’Kutsal Roma İmparatorluğu’’ ve onun ardılı ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’ söz konusu olunca bu konuda yeterli bilgiye sahip olduğumuz söylenemez... Tarihte geçen bu iki imparatorluk genellikle de birbirine karıştırılır. Çünkü tarih eğitimi veren fakülteler hariç bu imparatorluklar bizlere hiç mi hiç anlatılmamıştır.

Aramızda da askerî eğitim almış okuyucularım da var... Mekteb-i Harbiye neyse de Erkân-ı Harbiye’de bile bu konular okutulmaz, bu konulardan bahsedilmez… Hadi onlar asker doğrudan pek ilgilendirmez diyelim ama siyasi bilgiler eğitim veren mekteplerde de, uluslararası ilişkiler eğitimi veren mekteplerde de bu konu okutulmaz... Bize AB’nin temeli olarak 2. Dünya Savaşından sonra Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın deklarasyonunun bir sonucu olarak, 1951 yılında kurulan, Belçika, Federal Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda'dan oluşan altı üye ile ‘’Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’’ olduğu anlatılır… Ancak bu yüzeysel ve şekli bilgi hiç m hiç gerçeği yansıtmaz…

Neyse uzattım… Fazladan da şikâyette bulundum… Şimdi gelelim sadette… Ve AB’nin temeli nerede atılmış ve AB bugünkü seviyesine nasıl gelmiş bir görelim…

Kutsal Roma İmparatorluğu

İS 5. yüzyılda zayıflayarak yıkılan Batı Roma İmparatorluğu çok sayıda küçük krallıklara bölünür. Bu krallıklardan bazıları zamanla topraklarını genişleterek güçlenirler. Bu krallardan biri de yeni bir imparatorluk kurarak, Batı Roma İmparatorluğu geleneğine sahip çıkmak isteyen Frank Kralı Şarlman'dır. (742 - 814) Şarlman ismi her dilde farklı isimlendirilir. Şarlman ismi; Fransızca'da ''Charlemagne'', Almanca’da ‘’Karl I. der Große’’ ve  Latince’de ‘’Carolus Magnus’’ (Karolus Magnus) olarak adlandırılır. Şarlman, okuma ve yazması olmayan bir kraldır.

Şarlman'ın babası Kısa Pepin Frank Krallığı'nın hükümdarıdır. Kısa Pepin öldüğünde krallığın topraklarını iki oğlu arasında paylaştırır. Şarlman, kardeşi Carloman'ın ölümü üzerine tek başına Frankların kralı olur.  Şarlman, miras aldığı Frank Krallığını Pirinne Dağları’nın kuzeyi boyunda neredeyse Batı Avrupa’nın tümüne yayar. Hâkimiyetinin ilk yıllarında, krallığın sınırlarını Almanya, İspanya ve İtalya’ya doğru genişletir. Şarlman'ın en büyük hedefi Sezar’ın imparatorluk yönetimini yeniden kurmaktır.

Papa tarafından 800 tarihinde Roma'da Aziz Petrus Bazilikası'nda tac giydirilerek ‘’Kutsal Roma İmparatoru’’ yapılır. Kurduğu devlet de Batı Roma İmparatorluğu'nun varisi sayılır.

Şarlman bu şekilde bir yandan imparatorluğunun siyasal gücünü artırmaya çalışırken, bir yandan da ülkesinin kültürel birikimini zenginleştirmeye çalışır. Bu amaçla Aachen’da yaptırdığı sarayına Avrupa’nın birçok ülkesinden aydın ve sanatçıları toplar. Bir saray kitaplığı ile şövalyelerin eğitimi için bir akademi kurar. Hristiyanlığın yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla çok sayıda kilise ve manastır inşa ettirir. Bunun yanında eski elyazması bilim ve din kitaplarıyla incili yeniden yazdırarak çoğaltılmalarını sağlar. St. Benedict isimli bir din adamı tarafından yazılmış olan ve Hristiyan dünyasında itibar gören Aziz Benedict Kanunları‘nı referans alır. 

Kilise’den bağımsız bir yargı isteyen Şarlman bunun için İngiliz filozof Alcuin'i ülkesine davet eder. Alcuin burada sapkınlara karşı risaleler yazar, kutsal kitabı yorumlar, Şarlman’a okuma ve yazma öğretmeye çalışır. Ancak Alcuin kral Şarlman'a hiçbir zaman okuma yazmayı tam olarak öğretemez.

Şarlman, o dönemde piyasada yeterince altın bulunmaması ve bunun da ticaretteki para dolaşımına sekte vurması nedeniyle yürürlükte olan altına dayalı para sistemini ortadan kaldırır. Şarlman, altın yerine bol bulunan gümüşe dayalı “Livre” adı verilen yeni bir para bastırarak ticareti artırır... 

Şarlman, bu şekilde Batı Avrupa’da güçlü bir devlet yapısı oluşturarak Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan kaosa son verir. Onun başlattığı huzur dönemi “Carolingian Rönesansı” (Karolenj Rönesansı) olarak bilinen kültürel ve edebi yükselişe neden olur.

Şarlman, Batı Roma İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra parçalanmış olan Avrupa'yı birleştirmek için uğraş vermiş ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur. Bundan dolayı çoğu Batılı tarihçiler Şarlman’ı "rex pater Europae" (Avrupa'nın kurucu babası) olarak tanımlamışlardır...

Şarlman, 814 tarihinde hayatını kaybeder. Oğlu I. Ludwig Kral olur. Şarlman'ın ölümünden sonra imparatorluk zayıflamaya başlar. Çok geçmeden torunlarının başında bulunduğu küçük krallıklara ayrılır. Şarlman’ın torunu I. Berengario'nun 924 yılındaki suikastını takiben imparatorluk unvanı yaklaşık kırk yıl boş durur.

Kutsal Roma Germen İmparatorluğu

Yıllar süren bu boşluklardan sonra Şarlman’ın torunlarından, Germania ve İtalya kralı I. Heinrich’in oğlu Büyük Otto (I. Otto) Germanya, İtalya ve Bourgognu’yu kapsayan bir bölgede 962 yılında ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’nu kurar. ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’ yine Batı Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı kabul edilen monarşik bir Alman Krallığıdır…

İmparatorluk yönetim şekli olarak, tek elden yönetim yerine küçük devletçikler olarak hanedanların ortak yönetilmesini benimserler. Habsburg (Avusturya, Bohemya ve İspanya kolu), Hohenzollern (Brandenburg ve Franken Kolu), Wettin (Albrecht ve Ernst Kolu), Wittelsbach (Bavyera ve Pfalz Kolu) ve Oldenburg (Danimarka ve Holstein - Gottorp Kolu) hanedanları imparatorluğu federal bir yapıda yönetirler.

Kutsal Roma Germen İmparatorları bu hanedanlardan sadece Habsburg Hanedanı’ndan seçilir. Habsburg Hanedanı da adını İsviçre’de bulunan ‘’Şahin Kalesi”nden (Habichtsburrg) alan ve Avrupa’da Fransız Capetain Hanedanından sonraki en büyük hanedanlıktı.

İmparatorluğun sınırları tarih boyunca değişikliklere uğrasa da İmparatorluk en güçlü döneminde bugünkü Almanya, Avustruya, İsviçre, Lihtenştayn, Lüksemburg, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Belçika, Hollanda toprakları ile Polonya, Fransa ve İtalya topraklarının bir bölümünü kapsardı. Ayrıca İmparatorluk tarihinin büyük bir bölümünde yüzlerce küçük krallığı, prensliği, dukalığı, kontluğu ve şehir devletini hâkimiyeti altına almıştı… İmparatorluk çoğunlukla Alman halkından oluştuğu için Almanya ve Avusturya devletlerinin de temellerini oluştururdu...

1512'de Köln imparatolrluk yasama organının bir kararnamesi ile İmparatorluğun adı ‘’Alman Halkının Kutsal Roma İmparatorluğu’’ (Heiliges Römisches Reich Deutscher Nation) (Latince: Imperium Romanum Sacrum Nationis Germanicæ) olarak çevrilse de bu isim pek kullanılmaz.

Aslında ‘’Kutsal Roma İmparatorluğu’’ da '’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’ da tam bir imparatorluk da değildiler. Oldukça gevşek bir federasyondular. İşte bu nedenle de ''Voltaire'' mahlasını kullanan, Fransız devrimi ve aydınlanma hareketine büyük katkısı olan Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet bu imparatorluk hakkında alaycı bir şekilde şöyle yazar: "Bu kendine Kutsal Roma İmparatorluğu diyen ve demeye de devam eden yığın, hiçbir şekilde ne kutsal, ne Roma, ne de bir imparatorluktur." Tabii ki aydın da olsa bir Fransız’ın kendisinin Alman olduğunu iddia eden bir imparatorluk hakkında daha farklı bir şey söylemesi de düşünülemezdi. 

1804 yılında I. Napolyon ''Kutsal Roma Germen İmparatorluğu''nun geleneksel üstünlüğüne son verip kendini imparator ilan ettikten ve ''Kutsal Roma Germen imparatorluğu''nun son imparatoru olan Kral II. Franz, 1806'da I. Napolyon'a yenildikten sonra imparatorluk tahtından vazgeçerek sadece Avusturya imparatoru unvanını alır. Bu olayla birlikte imparatorluk resmen sona erer. Böylece ''Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'’ kurulduğu ve yıkıldığı yıllar olan 962-1806 yılları arasında toplam 844 yıl boyunca Orta Avrupa’da hüküm sürmüş bir imparatorluk olarak tarihteki yerini alır. 

Ancak bu imparatorluk başta hukuk sistemi olmak üzere, idari sistem, dış siyaset, birlik, ittifaklar, askerlik, stratejik düşünce, sanat, mimari düşünce vb. olmak üzere günümüzdeki Avrupa Kıtası'nın devlet kurumlarının ve düşüncelerinin çoğunu etkilemiştir. Dolayısıyla bu imparatorluğun düşün ve idari yapısını ve siyasetini anlamadan ne bugünkü Avrupa devletlerini ne de Avrupa Birliğini anlamak mümkündür. 

Bu imparatorluk üzerine Avrupa'da özellikle Almanya'da yazılmış yüzlerce kitap olmasına rağmen ülkemizde bu imparatorluk hakkında ansiklopedik kaynaklar dışında doğru dürüst bir araştırma da yoktur. Ancak genç akademisyenlerimizden Mehmet Sinan Birdal'ın (D.1976) ''Kutsal Roma İmparatorluğu ve Osmanlı'' (İletişim Yayınları, 2017) isimli kitabını bu imparatorluğu anlamak için okumaya değer buluyorum. 

Bavyera Krallığı

İşte bu ‘’Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’’nun bahsettiğim hanedanlarından Wittelsbach Hanedanlığı, bu imparatorluk dağılınca Bavyera’da 1806-1918 yılları arasında Bavyera Krallığı olarak hüküm sürer. Bu hanedanlıktan Maximilian 1806 ile 1825 yılları arasında ilk Bavyera Kralı olur.

Maximilian’ı I. Ludwig takip eder. 1825-1848 yılları arasında kral olan I. Ludwig, antik Yunan dünyasına hayran olduğu için ülkesinde dünyanın en iddialı antik Yunan ve Roma heykelleri koleksiyonunu oluşturur, krallığın başkenti Münih’i de “Isar Kıyısındaki Atina” olarak isimlendirir. I. Ludwig silah ve ordu için ayrılması beklenen mali kaynakları resim ve heykel için harcamayı tercih ederek bu eserleri sergileyeceği görkemli yapılar inşa ettirir. Münih’i Avrupa’nın sanat ve kültür merkezi yapmaya çalışır. Ayrıca Bavyera’nın sanayileşmesine hız verirken başkent Münih’in modern halinin ilk taşları onun zamanında atılır. Kralın bu eski Yunan uygarlığına düşkünlüğü Osmanlılara karşı Yunanistan’ın bağımsızlığını desteklemesine neden olur. Hatta oğlu Otto, Yunanistan’a kral olur.

II. Ludwig’in ardından krallığa oğlu II. Maximilian geçer. II. Maximilian da 1848-1864 yılları arasında krallık yapar.  II. Maximilian aldığı yüksek eğitimin de etkisiyle, entelektüel hayata çok önem verir ve çevresinde sanatçılar ve bilim adamlarını hiç eksik etmez ve onları destekler. II. Maximilian bilim, teknoloji ve tarih konularında uzmanlaşan bir akademi kurar, dönemin iki önemli gücü Prusya ve Avusturya’ya karşı daha küçük eyaletleri birleştirmek için çaba harcar… II. Maximilian, Bavyeralılık kavramına önem verir ve bunu yaptırdığı eserlere de yansıtır. Bunun en önemli örneği de Füssen’de yaptırdığı ve Bavyera mimari tarzının en önemli eserlerinden biri olan Hohenschwangau Şatosu’dur…

Bavyera Krallığının 1864 - 1886 yılları arasında 4. kralı olan II. Ludvig’in, içinde sarayların, şatoların, aşkın, masalların, efsanenin ve derin devletin bulunduğu hazin hikâyesini de yarın anlatayım…

Aslında bu sayfada uzun uzun anlattığım bu tarihi süreç, yarın anlatacağım talihsiz kral II. Ludwig'i bu süreç içinde tam olarak konumlandırabilmek içindi...

Osman AYDOĞAN



Nazım Hikmet

03 Haziran 2020

Koronavirüs salgını nedeniyle hissedemeden, göremeden, yaşayamadan bahar da bitti… Ağaçlar çiçeklerini dökeli çoook zaman oldu… Zaman da ‘’Kiraz Zamanı’’.. Ancak onun da ilk yarısı bitti… Her şey bitiyor zaten… Aynaya bakıyorum… Yüzümde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları yankılanıyor…  

Bu hüzünden kurtulmanın tek yolu kitaplar ve şiirler. Ben de öyle yapıyorum. Nazım Hikmet’in ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli kitabını elime alıyorum. Daha ilk sayfasındaki şiiri gözüme ilişiyor. Piraye'nin betimlemesi sanki, kitabı da ona adamış zaten:

‘’Hatice, Piraye, Pirayende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında
sormadım, düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
realite umrumda değil...
939'da İstanbul'da tevkifhanede başlanıp.....
..............biten bu kitap
ona ithaf edilmiştir.’’

Şiirde Piraye adını görünce dalıp gidiyorum... Nazım'ın aşkları geliyor aklıma... Abdülhamit Devri’nin ünlü valilerinden birisinin kızı olan Sabiha Hanım, ünlü bir doktorun baldızı olan Azize Hanım ve Şükufe Nihal… Nazım'ın bu aşkları çocukluk, gençlik aşkları idi…

Nazım’ın ilk evliliği ise Nüzhet Hanım iledir. 1921 yılında Moskova’da üniversitede öğrenciyken evlenirler. Nüzhet’in ailesi bu evliliğe razı değildir. Mektuplar yazarlar Moskova’ya kızları Nüzhet’e; “Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız… Geçinemezsiniz!” derler. Ancak aşkla başlayan bu evlilik fazla uzun sürmez. İki yıllık birlikteliğin sonunda Nüzhet İstanbul’a döndüğünde ailesinin de etkisiyle Nazım’ı terk eder.

Yukarıdaki şiirde ismi geçen Piraye, Nazım'ın onüç yıl evli kaldığı ikinci eşidir. Piraye Nazım’ın kız kardeşi Samiye’nin yakın arkadaşıdır. Piraye varlıklı ve kültürlü bir aileye mensup, kızıl saçlı, gösterişli, aydın görüşlü bir kadındır. Piraye Nazım'la evlenmeden önce iki çocuk sahibi dul bir kadındır.

Nazım'ın Piraye ile olan evliliği diğer kadınlarına ve evliliklerine göre en uzunudur. Ancak Nazım bu süre içinde bir kısmı Çankırı Hapishanesinde, bir kısmı da Bursa Hapishanesinde tutukludur. Genç ve güzel, kızıl saçlı Piraye henüz eşinden yeni boşanmış iken tanışmış Nazım ile. Piraye ilk eşi ile erken yaşta evlenmiş ve iki çocuğu olmuş. Sonra eşi, çocukları ile onu bırakıp Paris'e gitmiş, bir daha da dönmemiş. Piraye'nin babası da Nazım’ın hayranı imiş. Nazım hapiste iken ona karşı duygularını yazdığı şiir ve mektupları ile dile getirmiş. Nazım, "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950'de hapisten çıkana kadar yazışmışlar. Bu 1939 ve 1951 yılları arasında gönderilen mektupları Piraye ölene dek tahta bir bavulda saklamış.

Nazım, Piraye’sine bir mektubunda şöyle yazar: "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılâbı ve inkılâbın Marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet'in Hatice Zekiye Pirayende Piraye'yi sevmesi gibi seviyorum."

O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diye yazıyor.

Ancak öyle olmuyor… Öyle bir saadet olmuyor... Korktuğu da başına gelmiyor Nazım’ın. Aşk bitiyor ve ayrılıyorlar...

Piraye ile evliyken Nazım’ın hayatına önce roman yazarı Cahit Uçuk ve opera sanatçısı Semiha Berksoy giriyor. Ancak Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi artık bardağı taşıran son damla oluyor. Münevver Hanım, Nazım’ın dayısının kızıdır. Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi Nazım hapislerde iken başlar. Ve Nazım hapisten çıktığında çoktan Münevver Hanım'a gönül vermiştir bile. Piraye şairi çok sevmesine rağmen fedakârlık ederek daldan düşen bir sonbahar yaprağı gibi aradan çekilir.

Nazım ve Münevver aşkı da sadece üç yıl (1948­ - 1951) sürer. Bu ilişki Nazım’ın Rusya’ya kaçışıyla fiilen sona erer.

Nazım’ın Rusya’daki ilk aşkı 1952 yılında tanıştığı genç doktoru Galina’dır. Nazım Galina ile evlenir. 

Nazım 1955 yılı sonlarında evli ve çocuklu, kendisinden otuz yaş küçük Vera’yla tanışır. 1960 yılı başında Nazım'ın Galina ile olan sekiz yıllık beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılır. Ve “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” diye 1961 de yazdığı “Saman sarısı” şiiri ile ölümsüzleştirdiği Vera’sına kavuşur Nazım. Nazım artık bundan sonraki şiirlerini Vera’sı için yazar.

Aslında Nazım’ın sevdiği, kadınlar değil, sevme fikriydi... Kadınlar sadece öznesiydi o sevginin… Tıpkı Eylül’ün yazarı Mehmet Rauf gibi; aşka âşıktı Nazım… Tıpkı yerlerde dökülmüş sonbahar yapraklarındaki matem neşidelerinin gizli çığlıkları gibidir Nazım’ın aşkları… Çünkü Nazım’ın aşkları da dalından düşmüş kıpkırmızı sonbahar yaprakları gibi birden sararmış, son güneşlerde kaskatı kesilmiştir. 

Karıştırırken kitabı bir bölüm çarpıyor gözüme: ‘’Çankırı Hapishanesinden Mektuplar, II. Bölüm''. Nazım yine o çok sevdiği kızıl saçlı Piraye’sine yazmış ''Aslolan hayattır'' başlığı ile:

Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî’den :
“Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
tekrar Gazalî’yi oku.
Ve Pîrâyende’m benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
ümitsiz yalnızlığı
ve muhteşem korkusuna.

Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana:
“- Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…”

Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.

Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin…

Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var:
“Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.”
Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,
fakat görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.

Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında büyük, lâciverdî bahçem.

A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…

Nazım Hikmet Ran-Çankırı Hapishanesinden Mektuplar II

Şiirde tırnak içine alınan rubailer Gazali'ye aittir.

İslam Orta Çağ’ında İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi Eski Yunan Felsefesi’nde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam Gazalî egemen olmuştur. Yine Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Mevlâna bu felsefeyi özetlercesine der ki: “Sureti hemi-zıllest.” Yani ''görünen her şey gölgedir.''

Nazım Hikmet, Mevlâna rubailerinden söz ederken buna bir itiraz geliştirir. Nazım, 1945 yılında Bursa hapishanesinde iken Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bu itirazını şöyle dile getirir: “Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlâna’ya kadar götürmüşüm. Mevlâna'nın ‘sureti hemi zıllest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevaptır:

“Gördüğün gerçek âlemdi ey Celâleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi
Suret-hemi-zıllest filan diye başlayan değil.”

(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)

Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımı ve geleneksel İslam düşüncesinin sorunu dile getirilir. Geleneksel İslam düşüncesi, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Yaratan'ın varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suretlerinden biridir. Kâinattaki her form, hakikatin birer tecellisidir, birer yüzüdür, birer suretidir. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Eflatun'un formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır.

O üç sözcük “Suret hemi-zıllest.” (görünen her şey gölgedir.) Eflatun ve Gazali felsefesinin özüdür. Bu şiir de (Aslolan hayattır) Nazım'ın, Piraye bahane, Gazali için yazdığı şiirlerinin en güzellerindendir.

Tekrar Nazım’a ve Piraye’ye dönmek üzere illaki de ‘’Tarih’’ deyip biraz geriye gidiyorum…

Avrupa’daki 1848 devrimlerinden sonra Avrupa’dan ka­çan dev­rim­ciler Osmanlıya sığınırlar.  Bun­lar­dan bir kıs­mı, ye­ni­den ül­ke­le­ri­ne dö­ner­ken ba­zı­la­rı da Müs­lü­man olup, Os­man­lı'da çeşitli kademelerde hizmet ederler. Bu devrimcilerden birisi de Polonyalı Kons­tanty Bor­zec­ki’dir. Kendisi haritacı olduğu için yüzbaşı rütbesiyle orduya alınır. Kons­tanty Bor­zec­ki iki yıl son­ra, “Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n” adını alarak Bekta­şi ol­up İs­la­mi­ye­t'­i ka­bul eder. Daha sonra Paşa rütbesine yükselir.

Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, 1869 yılında ‘’Eski ve Modern Türkler’’ (Kaynak Yayınları, 2014) adlı eserini Fransızca olarak yayınlar… Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, Türkçülük konusunda öne çıkan ve çokça bilenen isimlerden çok daha önce Türkçülük fikrini ve Arap alfabesine karşı da Latin alfabesinin kullanımını savunan Türk tarihinde hanedan tarihçiliğinden ulus tarihçiliğine geçişte etkisi olan isimlerden birisidir. Mustafa Kemal Atatürk bu kitabının Paris baskısı üzerinde (Fransızca)  bazı sayfaların kenarına notlar düşerek inceler.

Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, İs­tan­bul'da emrinde ça­lış­tı­ğı Mir­li­va Ömer Pa­şa­‘nın bü­yük kı­zı Saf­fet Ha­nım ile ev­len­ir. Bu evlilikten olan iki erkek çocuktan birisi olan Hasan Enver Paşa, Leylâ Hanım ile evlenir. Bu evlilikten doğan beş çocuktan birisi olan Celile Hanım ise Nazım Hikmet’in annesidir.  Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey ise çeşitli illerde valilik yapmış olan Mevlevî Nâzım Paşa’nın oğludur.

Şimdi tekrar Nazım’a ve Piraye’ye dönüyorum... 

Piraye’ye yazdığı mektupların birinde büyük dedesi Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa’nın Türkçe konusundaki hassasiyeti gibi şöyle yazar Nazım: 

“Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuş, umurumda değil. 20 sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti... Hâlbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçem konuşuldukça, ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme.” 

Nazım'ın ömrününü on yedi yılı düzmece davalarla hapishanelerde geçer. 1950 yılında çıkarılan Genel Af Yasası’yla serbest kalır. Ne var ki endişeleri nedeniyle yeniden yurtdışına çıkar. Ve orada yurduna hasret şiirleri yazar... Ancak orada da hapishane yllarından kalan hastalıklar onu rahat bırakmaz ve acılı yüreği 03 Haziran 1963 günü sabahı Moskova’daki evinde durur.

“…yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye’mde Türkçemle yasak” dediği şiirleri ancak ölümünden sonra basılır ülkesinde…

Bugün 03 Haziran 2020… Vefatının 57. yılında anmak istedim bu büyük şairi. Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Ve Nazım'ın Piraye için yazdığı bir şiir daha okuyorum kitaptan:

''Bu geç vakit 
bu sonbahar gecesinde 
                            kelimelerinle doluyum; 
zaman gibi, madde gibi ebedî, 
                                  göz gibi çıplak, 
                                                 el gibi ağır 
                           ve yıldızlar gibi pırıl pırıl 
                                                             kelimeler.'' 

Ve öyleydi, Nazım'ın şiirindeki yıldızlar gibi her zaman pırıl pırıldı içimden geçen kelimeler... Ve insan bağır bağır bağırıyor içinden bu ilkyaz günü:

A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…

Osman AYDOĞAN



Fatih Sultan Mehmet (7): Etnik ve folklorik bir kimlik olarak Moğollar

02 Haziran 2020

Dünkü yazımda Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında 1473 yılında yapılan Otlukbeli Muharebesi’ni anlatırken Ilısı Barajının yapımı nedeniyle su altında kalacak olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın Otlukbeli Muharebesi’nde şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırdığı türbenin taşınmasından bahsetmiştim. Buradan da yola çıkarak şu soruyu sormuştum:  ''Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir?'' 

Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmekteydi. Buradan da yola çıkarak ikinci soruyu sormuştum: Böylesine önemli bir muharebeye Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Hristiyanlar ile, Batı ile olan savaşları mı olmak zorundaydı?

İşte bu iki sorunun cevabını da Moğollar üzerinden vermek istiyorum... 

Moğol İmparatorluğu

Cengiz Han tarafından 1206 yılında kurulan Moğol İmparatorluğu 1294 yılına kadar yaşar. Kısa zamanda her yönde genişleyip, dünyanın %22'sine yayılıp, 34 milyon km2’ den fazla bir alanı kapsayarak ve tarihin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğu olurlar. En geniş döneminde 100 milyondan fazla kişiyi topraklarında barındırır. İmparatorluğun bu denli geniş olması ile Batı ile Doğuyu birleştirir, bu sayede İpek ve Baharat yollarında ticaret yapmak güvenli hale gelir ve ''Pax Mongolica'' denilen bir barış dönemini başlatır… Cengiz Han zamanındaki Moğol Ordusu dünyadaki en organize ve en disiplinli ordu haline gelir. Moğol ordusu da tarihteki önemli ordular arasında sadece atlılardan oluşan tek ordudur.

Moğollar ve Türkler

Moğollar, yüzyıllarca Türklerle yan yana yaşarlar ve bunun sonucu olarak da Türk kültür ve medeniyetinin etkisinde kalırlar ve zamanla Türkleşir ve İslamlaşırlar… Orta Asya’da halen Cengiz Han ve hanedan üyeleri Türk olarak kabul edilir. Türklükle Moğolluk tarihsel, coğrafi, kültürel olarak çok geçişlilik arz ettiği için; Asya bozkırlarında Hunlardan itibaren Türk tarihini Moğol tarihinden ayırmak hemen hemen imkânsızdır. Fransız oryantalist ve Türkolog Jean-Paul Roux (1925 – 2009) Cengiz Han için ''Moğollaşmış bir Türk'', Timur için ise ''Türkleşmiş bir Moğol'' tanımını yapar... Bu nedenle Türk tarihinde Moğollar öteki bir toplum olarak sayılmazlar. Bu nedenlerle de günümüzde Türkler çocuklarına göğsünü gere gere Cengiz, Kubilay, Temuçin, Oktay, Timur, Noyan gibi Moğol adlarını verirler.

Türkçülüğün babası olarak tanımlan Nihal Atsız, oğluna vasiyetinde (1941) ötekileştirdiği toplumları şöyle sıralar: ‘’Yahudiler, Çinliler, Acemler, Yunanlılar, Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler, Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar, Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Gürcüler, ve Çeçenler...’’ Ancak bunların arasında Moğollar yoktur.

Anadolu’ya ve İslam dünyasına yapılan Moğol istilası

Biz böyle güzellemeler yapsak da ancak tarih baba tarih sayfalarında Moğolları farklı anlatır.

3 Temmuz 1243 tarihli ''Kösedağ Muharebesi'', Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesiyle sonuçlanır. Bu yenilgiyle bu topraklarda Moğol istilalarının önünü açan Moğol Baycu Noyan’dır. Noyan, Anadolu’yu Moğollara bağlayarak Büyük Han’ın nazarında itibar kazanmak ister…

Kösedağ savaşından sonra Moğollar bu topraklarda çok can yakar… 13’üncü yüzyıl, Anadolu’nun Moğolların baskısı altında inim inim inlediği bir dönemdir. O zamanlar Anadolu’da Moğollara dair sarf edilen adeta efsaneleşmiş söz şudur: ‘’Geldiler, yaktılar, yıktılar, kestiler, biçtiler, gittiler...’’ Haçlılar bile Anadolu’ya Moğollar kadar zarar vermemişlerdir.

Tarihçiler, İslam tarihinde Moğol istilasıyla kıyaslanacak bir felaketin olmadığı hususunda hemfikirdirler. Bu dönemde İslam kültürüne ait eserler yok edilmiş, dini kitaplar hayvanların altına serilmiş ve camiler de ahıra çevrilmiştir. İslam tarihi kaynakları bu istilalardan dolayı Moğolları bir kıyamet alameti olarak görerek, ''Yecüc-Mecüc'' olarak da nitelemişlerdir.

Daha yeni bu sayfalarda Abbasi halifesi El Memûn’u anlatırken Moğol hükümdarı Hülagü'nün ordusunun 10 Şubat 1258'de halifeliğin başkenti Bağdat’ı ele geçirdiğini anlatmıştım. Bağdat Moğollar tarafından yağmalanmış, Bağdat'taki Beyt'ül Hikme yerle bir edilmiş, burada bulunan kitaplar Dicle Nehri'ne atılmış, yüzlerce yıllık bu eserlerden akan mürekkep nehrin suyunu siyaha bulamış ve Dicle nehri aylarca siyah renkte akmıştı… Bu şekilde Bağdat’ın Moğol istilasıyla, yüzlerce yılın birikimi olan matematik, fen, coğrafya, astronomi, tarih, ilahiyat ve fıkıh ile ilgili binlerce eser sonsuza dek kaybolmuştu... 

Bağdat'ın yok edilmesinin, bir şehrin işgalinden daha fazla bir karşılığı vardır. Bu, aynı zamanda İslam Dünyası'nın hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak olan siyasi, kültürel ve dini merkezinin yok edilmesi anlamına da geliyordu...

Büyük Fransız tarihçi Fernand Braudel, ‘’Medeniyetler Tarihi’’ (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) isimli eserinde 13. yüzyılda Moğol istilasının İslam’ın bütün şehir medeniyetlerini yakıp yıktığını, kütüphanelerin yakıldığını, milyonların öldürüldüğünü, bu şekilde tüm İslam dünyasının bir kasabaya dönüştürüldüğünü ve hala etkileri süren İslam dünyasındaki mistisizm ve dogmatizmin Moğol istilasının ve Haçlı seferlerinin yıkıcı etkileriyle başladığını ve zamanla devlet politikalarına dönüşüp kökleştiğini yazar...

Moğolların Anadolu’ya, Türk ve İslam dünyasına yaptığı bu tahribata 3 Temmuz 1243 tarihli Kösedağ Muharebesinde, Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesi yol açmıştır. Dün anlattığım ‘’Otlukbeli Muharebesi’’ gibi bu ''Kösedağ Muharebesi'' de ne yazık ki Türk tarihinde ve askerî akademilerde hak ettiği ilgiyi görmez.

Hal böyleyken Türk tarihinde Moğollar ötekileştirilmediği gibi ''Kösedağ Muharebesi''nin Moğol Komutanı ‘’Noyan’’ın adını kendisine isim, soy isim olarak alan ve gururla taşıyan sayısız vatandaşımız vardır.

Anadolu'daki Moğol baskısı, Selçuklu Sultanlığını zayıf düşürdükçe Türkmen beylikleri bağımsız olma fırsatını yakalamışlar, bunlar arasından da sivrilerek Osmanlı çıkmıştır. Kemal Tahir ''Devlet Ana'' (İthaki Yayınları, 2005) isimli romanında bu süreci çok güzel anlatır. 

Moğolların ardılları ve Timur

Ancak Osmanlı da Moğollardan kurtulamamış, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid ile Timur arasında, Ankara'nın Çubuk Ovası'nda 28 Temmuz 1402 tarihinde yapılan ''Anakara Muharebesi'' Geç Orta Çağ tarihinin en kanlı çarpışmalarından birine sahne olmuş ve Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanmıştır.

''Ankara Muharebesi'' yenilgisi; Osmanlı Devleti'nin geçici süreliğine dağılarak, devletin imparatorluk aşamasına geçmesinin ve İstanbul'un Fethi'nin 50 yıl kadar gecikmesine, Anadolu`daki Türk siyasal birliğinin bozularak Anadolu beyliklerinin yeniden kurulmasına ve Osmanlı tarihinde ''Fetret Devri'' (1402-1413) olarak bilinen 11 yıllık bir iktidar boşluğu döneminin yaşanmasına neden olmuştur.

Moğollar bu kadarı ile de kalmamışlardır.  Timur İmparatorluğunun varisi Akkoyunlu Devleti de Osmanlı’yı rahat bırakmaz. Ne zamanki Akkoyunlu Devleti 1473 yılındaki -dün bu sayfalarda anlattığım- Otlukbeli Savaşını Osmanlı’ya karşı kaybeder o zaman Osmanlı’nın Doğu sınırı da kısa bir süreliğine huzura ve sükûna kavuşur…

Safevi Devleti

Ancak kısa bir süre sonra Akkoyunlu toprakları üzerinde bu sefer Türk Safevi Devleti (1501 – 1736) kurulur… Safevi Devleti kurucusu Şah İsmail, Akkoyunlular’ın anne tarafından torunudur. Şah İsmail’in Annesi, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızıdır.  Ancak bu sefer de Şii inanışa sahip Safevi Devleti ve Osmanlı Devleti savaşır. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki mücadele malumunuzdur. Osmanlı, Safevi Devletini zayıflatıp da yıkılmasına vesile olunca yerine Osmanlı’nın başına bela Fars (İran) devleti kurulur…

Neyse bu hazin faslı geçelim, çünkü Safevi Devleti ayrı bir yazı konusudur…

Neden Moğollar ve Araplar ötekileştirilmemiştir?

Yazının başında ifade edildiği gibi Moğollar; Selçuklu’ya, Osmanlı’ya ve Anadolu’ya, Moğolların ardılı olan Akkoyunlu’lar da Osmanlı’ya bu kadar kötülükleri yapmasına rağmen nedense Moğollar ve Akkoyunlular bu coğrafyada ötekileştirilmemiş, düşman sayılmamış, Moğol isimleri Türklerce gururla taşınmıştır. Hatta öyle ki Osmanlı ile Akkoyunlu arasında yapılan Otlukbeli Savaşında Akkoyunlu Padişahı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey için Türk tarihi ifade ettiğim gibi ''Şehit'' diye not düşmüştür... Ve yine bir önceki yazımda anlattığım gibi günümüzde de Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi Ilısu Baraj Gölü altında kalacak diye uluslararası bir çalışma ile itina ile iki km kuzeye törenle taşınmıştır. (12 Mayıs 2017) Ve bu törende de konuşma yapan siyasiler Zeynel Bey’den ‘’şehit’’ diye bahsetmişlerdir. (Sakın yanlış anlaşılmasın; tabii ki türbenin taşınmasında doğrusu yapılmıştır.)

Şimdi gelelim benim yazımın başında sormak istediğim sorulara:

Benim sormak istediğim Moğolların Osmanlıya, Anadolu’ya ve İslam'a bu kadar kötülüklerine rağmen neden bu coğrafyada ötekileştirilmediği, neden hala gurur ve onurla Moğol isimlerinin taşındığı ve Osmanlıya karşı savaşlarda ölenlerine de neden ‘’şehit’’ diye hitap edildiğidir? Eğer onlar ‘’şehit’’ ise Osmanlının şehitleri neydi?

Ve Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine günümüzde gösterilen bu ihtimamın sebebi neydi?

''Otlukbeli Muharebesi'' birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Batı ile Hristiyanlarla olan savaşları mı olmak zorundaydı?

Osmanlıların, Türk tarihinde ve askerî akademilerde yüzeysel geçiştirilen sadece Akkoyunlularla yapılan ''Otlukbeli Muharebesi'' (1473) de değildi...  Moğollarla yapılan ''Kösedağ'' (1243), yine Moğollarla yapılan ''Ankara'' (1402), Safevilerle yapılan ''Çaldıran'' (1514), Dulkadiroğulları Beyliği  ile yapılan ''Turnadağ'' (1515), Memluklerle yapılan ''Mercidabık'' (1516) ve ''Ridaniye'' (1517) muharebeleri de dönemlerine oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımlarından büyük muharebeler olması ve sonuçları itibariyle de büyük siyasi etkilerine rağmen gerek Türk tarihinde gerekse de askerî akademilerde hep yüzeysel olarak geçiştirilmiş, hatta bazıları görmezden bile gelinmiştir...

Ancak Türk tarihinde ve askerî akademilerde varsa yoksa teferruatıyla incelenen Batı ile Hristiyanlarla yapılan muharebeler olmuştur. (''Malazgirt'' 1071, ''Sırpsındığı'' 1364, ''Niğbolu'' 1396, '' İstanbul'un Fethi'' 1453, ''Mohaç'' 1526, ''Birinci Viyana Kuşatması'' 1529, ''Preveze Deniz Muharebesi'' 1538 vb.) 

Ayrıca ilginçtir ki tarih yazımında Moğolların istilacılıkları söz konusu olduğunda Türklüklerinden pek bahsedilmemiştir. Ancak bir ‘’Taç Mahal’’ söz konusu olduğunda ise hep "karısı için anıt mezar yaptıran Türk İmparatoru’’ndan bahsedilmiştir. Fakat Bağdat'ı yağmalayanlar hiç şüphesiz Moğollardır, Türkler değildir!

Tüm bunların nedeninin sosyal-kültürel antropolojide yer alan kavramlarda yer aldığı değerlendirilmektedir.  

Etnos ve Folk kavramları

Günümüzde sosyal-kültürel antropolojide yer alan ‘’etnoloji’’ ve ‘’folk’’ kavramları şu şekilde açıklanmaktadır: ‘’Etnos’’; (Yunanca kökenli olup) “öteki halk’’, veya ‘’öteki halklar’’ demektir!...  Bu nedenle ‘’etnoloji’’ “ötekinin bilimi”dir. “Folk” ise ‘’bizim halk’’ demektir. “Folk”; bizim olan kırsal, geleneksel, modern-öncesi, kentleşme-öncesi, endüstrileşme-öncesi halkımız, halimiz, ahvalimiz, akrabamız anlamındadır.

Muhtemel ki Moğollar, Akkoyunlular ve Savefiler Türk tarihinde ve de Anadolu’da bir etnik kimlik (“öteki halk’’ veya ‘’öteki halklar’’) olarak değil de folklorik (bizim olan kırsal, geleneksel, akraba) bir kimlik olarak, Memluklar ise dindaş bir grup, ümmet olarak görülmüştür. Bu nedenle de ne Moğollar ne Akkoyunlular ne Savefiler ne de Araplar ötekileştirilmemiş ve bu gruplarla yapılan muharebeler, savaşlar ve çatışmalar ise bir kardeş (folk) kavgası olarak görülüp fazla öne çıkarılmamış ve unutturulmak istenmiştir.

Hep söylerim ya; her şey ''tanım'' ile başlar, araçlarla devam eder...

Bu coğrafyada kardeşin kardeşe yaptığını akrep akrebe yapmamıştır…

Ancak bu coğrafyada anlattığım gibi kardeşin kardeşe yaptığını akrep akrebe yapmamıştır…

Ve halen de öyledir...

Bakın Irak'a, Suriye'ye, Libya'ya...

Aslında ıraka gitmeye de gerek yok...

TV’lerde açık açık komşularına dair katliam listelerini hazırladıklarını söyleyenler ve bu aleni tehdit karşısında sus pus olan yetkililer Hristiyan Yunanlılar değildir…

‘’Cübbeli’’ nam bir cemaat şefinin 17 Ocak 2020 günü yaptığı ‘’silahlanan iki bin selefi dernek var’’ açıklamasını, Emniyetin kayıp 200.000 profesyonel silahını, İçişleri Bakanlığından valiliklere devredilerek valilerin kontrolsüz bir biçimde bol keseden dağıttığı silah ruhsatlarını ve fütursuzca kurulan Osmanlı Ocakları, SADAT gibi milis derneklerini siz Ege adalarını işgal eden Hristiyan Yunanistan’a karşı bir hazırlık için mi olduğunu düşünüyorsunuz?

Benimki naçizane, tasalı, gamlı, kederli, kaygılı naif bir sorudur... Naif olmayan ise böylesi bir ayrışmaya ve tehlikeye karşı ülkeyi yönetmekten sorumlu olanların söndürmeleri gereken ateşi körüklemeleri, ateşe benzin dökmeleridir... 

Anadolu’nun binlerce yıllık tarihinde süzülerek gelen bir kaygı atasözü vardı ya, benimki de onun kaygısıdır:

‘’Et kokarsa tuzlanır; ya tuz kokarsa ne yapılır?’’

Fatih ile ilgili yazı dizim burada sona eriyor… Eğer ki sürç-i lisan eylediysek affola…  

Osman AYDOĞAN

Bir not:

TV'lerde tarihten, sosyolojiye, ekonomiden politikaya her konuda konuşan, sözde profesör ünvanlı herbokologlar –pardon akademisyenler, sözde sosyologlar, sözde politikacılar biraz tarih, biraz sosyoloji, biraz da antropoloji bilseler ve birazcık da doğru terminoloji kullansalar da olur olmaz yerlerde ''etnik'' sözcüğünü bilinçsizce kullanmasalar! Hani bir Yunan atasözü vardı ya: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir'' diye... Anlıyorsunuz değil mi?

Bir başka not daha: 

Dünya Etnospor Konfederasyonu Başkanı Bilal Erdoğan himayesinde her yıl düzenli olarak yapılan bir festivalin 4'üncüsü 03-06 Ekim 2019 tarihleri arasında, İstanbul’da yapıldı… Yeşilköy Atatürk Havalimanı’nda dört gün süren festivalde Türk dünyasına, Orta Asya ve Anadolu'ya özgü şenlikler gerçekleştirildi. Festivalde geleneksel Türk sporlarının yanı sıra geleneksel kıl çadırlarda oba yaşamı, tarihi el sanatları atölyeleri, kılıç kalkan ve atlı gösteriler gibi pek çok aktivite yapıldı.   Organizasyonda geleneksel sporlardan aba güreşi, şalvar güreşi, kuşak güreşi, mas güreşi, fetih yağlı güreşleri, atlı okçuluk, atlı cirit, kökbörü, âşık oyunu, mangala, geleneksel yaya okçuluğu, şahinle yarış ve yabusame olmak üzere toplam 16 Orta Asya ülkesinden 12 dalda bine yakın sporcu mücadele etti... (Gazeteler)

Bu festivalin adı neydi biliyor musunuz? ‘’4. Etnospor Kültür Festivali‘’ !…  Festivalde yapılan bütün etkinlikler bizden, bizim kültürümüze ait, yani folklorik… Ancak festivalin adı ne: ‘’Etnospor’’! Yani ‘’etnik spor’’, yani ‘’Ötekinin sporu’’! Hani derlerdi ya; ''cehaletin bu kadarı ancak tahsil ile mümkündür''!!! Siz anlıyorsunuz değil mi bir nasıl ellerde olduğumuzu! 

Hep söylerim ya; her şey ''tanım'' ile başlar, araçlarla devam eder...



Fatih Sultan Mehmet (6): Devlerin Meydan Muharebesi

01 Haziran 2020 

Tarih 1473… İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinin üzerinden 20 yıl geçmiş...

Osmanlı İmparatorluğu; Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğunun yerine geçmiş ve kurumsallaşmış ve 1461’de de Trabzon’un fethiyle ve Pontus Rum Devletini yıkılması ile büyük güç kazanmıştı…  

Doğuda ise parçalanan Timur İmparatorluğu’nun enkazı üzerine Oğuz Türkleri tarafından 14. yüzyılda  kurulmuş, Horasan'dan Fırat’a, Kafkas Dağları'ndan Umman Denizi'ne kadar uzanan topraklarda egemen yeni bir Türk devleti vardı: Akkoyunlu İmparatorluğu...

Aslında Asya kıtası bu iki Türk ve Müslüman devlete yetecek kadar büyüktü. Birbirlerine sataşmadan bu geniş topraklar üzerinde yerleşebilirler, medeniyetlerini genişlete­rek ve güçlendirerek tarihi görevlerini yapabilirlerdi. 

Türk İmparatorluğu hükümdarı Timurlenk ile Osmanlı Hükümdarı Yıldırım Bayezid’in 71 yıl önce düştükleri tarihi hataya normal olarak düşmemeleri, birbirlerini yok et­meye çalışmamaları icap ederdi. 

Fakat olmadı, bu iki Türk devleti savaştı. Etnik olarak Türk idiler, din olarak da Müslüman’dılar, mezhep olarak da Sünni idiler... Fakat bu iki Türk ve Müslüman devlet savaştı işte…

O devirde dünyanın en büyük iki Türk İmparatorluğunun ordusu olan Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in komuta ettiği Osmanlı ordusu ile Akko­yunlu İmparatoru ‘’Emir-i Kebir’’ (Büyük Emir) adıyla anılan Uzun Hasan’ın komuta ettiği Akkoyunlu ordusu, 11 Ağustos 1473 tarihinde, Erzincan ilinin Tercan Ovası’nda Otlukbeli denilen mevkide karşı kar­şıya gelip meydan muharebesine tutuştular…  

Otlukbeli Meydan Muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı Devleti, ikincisi Akkoyunlu Devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk Devleti idi.

Otlukbeli Meydan Muharebesi günümüzle çok yakından ilgilidir ve günümüze ait çok şeyler söyler...

Bakalım neler söyler?

Otlukbeli Muharebesi öncesi

Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğunu ve 1461’de de Trabzon’u alarak Pontus Rum Devletini yıkması ve bu sayede büyük güç kazanması Osmanlı'nın doğusundaki Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ı telaşlandırmıştı.

Türkmen asıllı Akkoyunlu Uzun Hasan, kısa zamanda devletin sınırlarını genişleterek; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Azerbaycan, İran ve kısmen Doğu Anadolu’ya hâkim olmuştu. Pontus Rum Kralının damadı olması dolayısıyla Trabzon’un mirasının kendisinin olduğunu iddia ediyordu. Bu sebeple, Fatih’ten Trabzon’u istedi. İsteği kabul edilmedi.

Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aradı. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaştı. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer aldılar. Venediklilerin yardımı karşılığı, Karadeniz’de serbest faaliyet yanında, Mora, Midilli, Ağrıboz ve Argos’un iadesi temin edilecekti. Topraklarını Osmanlıların zapt ettiği Karaman ve Candar Beyleri de bu ittifaka dâhil oldular.

Uzun Hasan’ın bu faaliyetlerine karşı Fatih de tedbir aldı. Batıdan gelecek saldırılara karşı Rumeli ve İstanbul’un emniyet tedbirlerini arttırdı. Rumeli’nin muhafazası, Şehzâde Cem Sultan'a verildi. Mısır Memlûkları ile anlaşma yapılarak, Akkoyunlular ile ittifakları önlendi. Akkoyunlu-Venedik ittifakını da bozmak isteyen Fatih, Venediklilerin Ağrıboz Adasını Osmanlılardan istemeleri üzerine, anlaşmaya yanaşmadı. Venedikliler, Uzun Hasan’a yardım için Napoli, Rodos, Papalık ve Kıbrıs donanmalarıyla; Akdeniz ve Ege sahillerindeki Osmanlı şehirlerinden Antalya, İzmir şehir ve kalelerini yağma edip, yaktılar.

Fatih, Uzun Hasan’a karşı sefere çıkmadan önce, Anadolu’ya öncü kuvvetler gönderdi. 1473 Martında doğu seferine çıkan Fatih’e; Bursa’da Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa, Beypazarı’nda Karaman Valisi Şehzâde Mustafa Çelebi, Kazova’da Amasya Valisi Şehzâde Bayezid ve kuvvetleri katıldılar. Böylece Osmanlı ordusunun mevcudu, yüz bine çıktı. Rumeli akıncı kumandanı Mihaloğlu Ali Bey öncü gönderilerek, Akkoyunlular'a ilk darbeyi vurmaya ve haber almaya memur edildi. Osmanlı Ordusu Erzincan’a geldiği halde, Uzun Hasan ve Akkoyunlular'a rastlayamadı. Erzincan’dan itibaren asıl muharebe şartları gözetilerek, ani taarruzlara karşı ihtiyatla harekete devam edildi.

Öncü muharebeleri

Tercan’da iki tarafın da öncüleri karşılaştı. Uzun Hasan da yetmiş bin askerle Tebriz’den hareketle Tercan istikametine gelmekteydi. Önden giden ve Tercan Nehrini takip eden Has Murad Paşa, karşılaştığı Akkoyunlu kuvvetlerini üst üste mağlup etti.

Has Murad Paşa, bu muvaffakiyetleri üzerine daha da ilerlemek istedi. Vezîriâzam Mahmud Paşa, Fırat’ı geçmemesini tavsiye ettiyse de, dinlemeyip ilerledi. Has Murad Paşa, Fırat’ı geçince Akkoyunlular'la muharebeye tutuştu. Sahte ricat taktiğine kapılarak Akkoyunluların içine girdi ve kuvvetleriyle birlikte pusuya düştü. Osmanlı öncü kuvvetlerinin bir kısmı zayi olurken, bir kısmı esir düştü. Has Murad Paşa da Fırat’ta boğuldu.

Osmanlıların meşhur kumandanlarının ve seçme askerlerinin esir alınıp, öldürülmesiyle ümitlenen Uzun Hasan, Otlukbeli’nde Osmanlılara kesin darbeyi indirmek için harekete geçti.

Merkezden epeyce uzaklaşan Osmanlı ordusunun levazım stoku devamlı azalıyordu.

Atlı Türkmen kuvvetlerine sahip Akkoyunlular, şaşırtıcı muharebe planları tatbik ederek imha harbi yapıyorlardı. Akkoyunlu baskınlarına karşı Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa ve takviye kuvvet olarak da Vezîriâzam Mahmud Paşa gönderildi.

İki tarafın muharebe düzenleri

Otlukbeli’nin tepeleri, Akkoyunlular tarafından tutulduğundan, Osmanlı ordusu Üçağızlı mevkiinde savaş düzeni aldı. Merkezde Fatih Sultan Mehmed Han, sağ kolda Şehzade Bayezid, sol kolda Şehzade Mustafa bulunuyor, Padişah, kapıkulu azaplarına, şehzadeler de eyalet askerlerine kumanda ediyorlardı.

Akkoyunlu ordusunun merkezine Uzun Hasan, sağ kola oğullarından Zeynel Mirza (Zeynel Bey), sol kola da Uğurlu Mehmed Mirza kumanda ediyorlardı. (Mirza; Farsça bir kelime olup hükümdâr soyundan geldiğini gösteren bir asalet unvanıdır.)

Otlukbeli Meydan Muharebesi

Otlukbeli’nde, 11 Ağustos 1473 tarihinde meydana gelen muharebe, Osmanlıların ateşli silahlarda, Akkoyunluların da süvari kuvvetlerinde üstünlüğü ile başladı. Sol koldaki Şehzade Mustafa’nın üstün gayreti sonucunda, Akkoyunlular'a karşı sağladığı üstünlükle, muharebe Osmanlılar lehine döndü. Osmanlıların, Uzun Hasan’ın merkez kuvvetlerini şiddetli top ve tüfek atışlarıyla ateş altında tutması, Akkoyunlu kuvvetlerini iyice bozdu. Hasan Bey muharebe meydanından kaçtı. Sağ koldaki Zeynel Mirza (Zeynel Bey) ve yardımcı Gürcü kuvvetleri kumandanları öldürüldü. Muharebede kesin olarak üstünlüğü sağlayan Osmanlı kuvvetleri pek çok Akkoyunlu devlet adamı, bey, kumandan ve yardımcıları ile askerlerini esir aldı. Fakat muharebe meydanından kaçan Uzun Hasan yakalanamadı.

Fatih Sultan Mehmet, esir alınan Akkoyunlu âlimlerine hürmet gösterip, serbest bıraktı. Uzun Hasan safında olan Karakoyunluları da affetti. Akkoyunluların elindeki Osmanlı esirleri kurtarıldı. Fatih, Otlukbeli zaferinden sonra, üç gün muharebe meydanında bekledi. Zaferin şükrünü yaparak, dört bin köle ve cariye azat etti. Doğu seferine çıkmadan önce borç olarak dağıtılan yüz yük akçeyi (altı milyon altın lira, on milyon gümüş para) askere hediye etti. Sefer dönüşü, Şebinkarahisar fethedildi.

Otlukbeli Meydan Muharebesi özellikleri ve sonuçları

Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük muharebelerinden birisi olarak kabul edilir… Kayalık, elverişsiz arazi yapısının büyük rol oynadığı bu savaşta bu elverişsiz arazi nedeniyle kuvvetli Türkmen süvarilerine sahip her iki ordu da seçkin askerlerini kullanamamıştır. Savaş ağırlıklı olarak piyadeler arasında geçmiş ve devrin en kuvvetli savaşma tekniğine sahip, deneyimli ve ateşli silahlarla donanmış yeniçeriler Akkoyunluların mızraklı piyadelerini dağıtmıştır.

Bu savaş neticesinde Fırat Nehrinin batısı kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine geçti. Batılılar, Osmanlı Devleti'ni mağlup edip, İstanbul’a tekrar hâkim olamayacaklarını kesin olarak anladılar. Anadolu birliğinin Osmanlılar tarafından sağlanacağı kesinleşip, Orta-Doğu yolu açıldı. Akkoyunlu ülkesinde taht mücadelesi başlayıp, hanedan parçalandı. Karamanlı ülkesi, Osmanlı hâkimiyetine geçti. Otlukbeli zaferi öncesi ve sonrası, tecavüzlerini arttıran Haçlı korsanlarının Akdeniz ve Ege sahillerindeki saldırıları da neticesiz kaldı. Venedikliler de anlaşma istemek zorunda kaldı.

Otlukbeli Meydan Muharebesinden çıkarılacak dersler

Büyük tarihçiler hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını, geleceğe ilişkin öngörülerin kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibi olduğunu söylerler. Ve İbn-i Haldun o meşhur Mukaddemesinde derdi ki: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Bu savaştan günümüze çıkarılacak en az üç büyük ders vardır.

Birinci ders

Eğer ülkenizin bir kenarında bulunan bir güç Batıdaki büyük devletlerle ittifak ilişkisi içine giriyorsa bekanız tehdit altında demektir. Bu güç ister bir devlet olsun isterse silahlı bir güç olsun. Tarih bize silahlı güçlerin güçlenerek zamanla devlete dönüşebildiğini göstermektedir.

Girişte anlattığım gibi Otlukbeli Savaşı öncesi Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik aramıştı. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaşmıştı. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer almışlardı.

Değişen nedir ki? PKK, PYD, KDP, IKPY veya her neyse kendisine Batıda müttefik aramadı mı? Neticede, Batıda Haçlı devletleri -pardon AB ve ABD, Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Kürt aşiret beyleriyle (Barzani) anlaşmadı mı? Venedik, Papa ve Napoli –pardon AB ve ABD ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın –affola yine pardon – PYD’nin yanında yer almadılar mı?

İkinci ders

Otlukbeli Meydan Muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı Devleti, ikincisi Akkoyunlu Devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk devleti idi. Osmanlı ne yapmıştı Akkoyunlu Devleti ile savaşmadan önce? Osmanlı, Mısır Memlûkları ile anlaşma yaparak, Akkoyunlular ile ittifaklarını önledi.

Eğer büyük devletlerden müttefikleriniz yoksa ve dünyanın bütün büyük güçlerini ve komşularınızı karşınıza almışsanız, durumunuz hiç de hayra alamet değildir, sonunuz hüsran oluyor demektir. Bugün için ABD'yi, AB'yi, Rusya'yı, Irak'ı, Suriye'yi, Mısır'ı, İsrail'i, İran'ı kendisine düşman edenler, en azından dostluğundan mahrum edenler, ''değerli bir yalnızlık''ın içine düşenler her halde bu savaştan ve hele hele övüne övüne bitiremedikleri Osmanlıdan hiç mi hiç bir ders çıkarmamışlardır.....

Üçüncü ders

Günümüzde de çok tartışılıyor ya: Türk birliği, İslam birliği, mezhep birliği veya ittifakı gibi kavramlar… Mesele, Türklük, Müslümanlık ve hatta Sünnilik olmuş olsa idi zaten bu savaşlar olmaz idi... Her iki tarafta da aynı niteliklere sahipti; Türktüler, Müslümandılar ve hatta hatta, Sünni idiler.... Tarih boyunca aynı kavim, aynı din, aynı mezhep mensupları pek çok kez birbiri ile savaştıkları, dahası birbirlerine karşı başka kavim ve din ve mezhep mensupları ile ittifak içine girdikleri çok vaki olmuştur. Yani ırka, dine ve mezhebe dayalı ittifakların hayalini kurmak ve buna göre politika oluşturmak ülkeyi felakete götürecek ham bir hayalden ibarettir...

Son söz

Gelin yine son sözü İbn-i Haldun’a bırakalım: ‘’Coğrafya kaderdir!’’

Yani derdi ki İbn-i Haldun bu iki kelimelik strateji ilkesini anlayamayan günümüz Türk politikacılarına: Politikalarınızı ırka, dine, mezhebe göre değil; coğrafyanıza göre belirleyin! Ve gidin öncelikle coğrafyanızla barışın! Çünkü coğrafyasıyla barışık yaşayan toplumlar barış içinde, huzur içinde, refah içinde ve uzun yaşarlar... Bu politikanın aksi kan ve gözyaşıdır... Sadece İbn-i Haldun değil Tarih Baba da bunu böyle söylüyor...

Eğer siz kaderinizle -pardon coğrafyanızla barışık değilseniz başkaları gelir, onlarla ittifak yaparlar, altınızı oyarlar, gözünüzü çıkarırlar hatta hatta canınıza kastederler.... Siz de tarihinizi bilmez, anlamaz veya anlamazdan gelip ''kör olası dış düşmanlar, üst akıl'' deyu iç politika malzemesi yaparsınız...

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ne diyordu: ''Tarihini bilmeyen bir millet yok olmaya mahkûmdur.'' Hoş, zaten ''ümmet'' derdinde olanların ''millet'' diye bir derdi de olmaz ya...

Bu konuya yarın devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN

Bir not

Otlukbeli Meydan Muharebesi; başta İslam Ansiklopedisi (I. C. s. 251-270, II. C., s. 270-274, VII. c, s. 506-535), Türk Tarih Kurumu Dergileri, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın ‘’Osmanlı Tarihi’’ (C. I-VIII, TTK Yay., Ankara, 1988) kitabı, ATASE Yayınları ve ancak tarihçi akademisyenlerin faydalanabileceği değişik kaynaklarda bahsedilse de ne yazık ki bu muharebeyi öncesi, sonrası ve sonuçlarıyla askerî ve siyasi olarak anlatan, benim gibi sıradan vatandaşların anlayabileceği dört başı mamur bir kaynak yoktur. Sadece genç nesil (1982 doğumlu) gazeteci yazarlardan Bedia Ceylan Güzelce’nin, Otlukbeli Muharebesini iki kirpinin gözünden anlattığı, 1473’teki, olaylara bir başka gözle bakan, Tarihin rakamlardan ibaret olmadığını şiirsel bir dille anlattığı, savaşlarda adı bile geçmeyenlerin romanı ‘’1473’’ (Çınar Yayınları, 2017) isimli güzel bir kitabı var. Bir de tarihçi Prof. Dr. Enver Konukçu’nun Erzincan Valiliğince yayınlanan ‘’Otlukbeli Meydan Savaşı - Ağustos 1473’’ (1998) isimli kitabı var.

Herhalde bizler tarih okumayı sevmediğimiz gibi tarih yazmayı da sevmiyoruz…

İkinci bir not

Yazım içerisinde Otlukbeli Muharebesinin birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük muharebelerinden birisi olarak kabul edildiğini anlatmıştım... Bu yazımı okuyan okuyucular arasında asker kökenli olup da askerî mekteplerde, Mekteb-i Harbiye’de ve Erkân-ı Harbiye’de ve daha başka askerî akademilerde bu işin ilmini tahsil eden, okuyan okuyucularım da var... Bu okuyuclarım hatırlarlar mı acaba bahsettiğim mekteplerde kendilerine hiç anlattığım bu Otlukbeli Muharebesi anlatılmış mıydı? Muhtemel cevapları ''hayır'' olacaktır... İşte bu noktada da şu soru sorulmalıdır: Böylesi önemli bir muharebe neden askerî mekteplerde, askerî akademilerde okutulmaz? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Hristiyanlarla, Batı ile olan savaşları mı olmak zorundadır? Malazgirt denince erkân-ı harp zabit adayları bu muharebeyi yerinde anlatmak için teee Süphan eteklerine Ziyaret Tepe'ye kadar götürülür de Otlukbeli denince adı bile telaffuz edilmez... Bunun cevabını da yine bir sonraki yazıma bırakayım... Yoksa bu kadar uzun yazılarımdan dolayı inanın bana yapılan sitemlerin ve bu konuda büyüklerimden yediğim fırçaların haddi hesabı yohtur! 

Üçüncü bir not

Tarihi geçmişte bırakıp gelelim günümüze…

Tarih 12 Mayıs 2017... Tüm ajanslarda pek bir kimsenin dikkatini çekmeyen kısa bir haber geçiyor. Haber şu idi:

‘’Hasankeyf’teki Zeynel Bey (Zeynel Mirza) Türbesi Ilısu Barajı yapıldığında su altında kalmasın diye ‘Ilısu Barajı Kültürel Varlıkları Koruma ve Kurtarma Çalışmaları' kapsamında bulunduğu yerden iki km daha uzağa, Hasankeyf ilçesinin yeni yerleşim alanında bulunan Kültürel Park’a taşındı.’’

Zeynel Bey Türbesi; Batman'ın ilçesi Hasankeyf’te, Dicle nehrinin kuzey sahilinde, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf) köprüsünün batısında yer alan bir mimari şaheser idi. Türbenin, kuzeydeki giriş kapısı kemer üstünde yer alan kitabede Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey (Zeynel Mirza) için yaptırıldığı belirtiliyor. Kitabede tarih bulunmamaktadır. Ancak Zeynel Bey'in Akkoyunlularla Osmanlılar arasında cereyan eden Otlukbeli Meydan Muharebesi'inde (1473) şehit (!) düştüğü bilinmektedir. Dolayısıyla türbenin bu tarihten sonra inşa edilmiş olduğu değerlendiriliyor.

Türbenin taşınması esnasında da gerek resmi açıklamalarda gerekse de verilen haberlerde Zeynel Bey’den hep ‘’şehit’’ (!) diye bahsedildi…

Burada şu soru sorulmalıdır: Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna, onu şehit (!) diye anmamıza ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir? Bunun cevabını da yine bir sonraki yazımda anlatayım...

Zeynel Bey (Zeynel Mirza) Türbesi yeni yerine taşınırken:

 



Fatih Sultan Mehmet (5): İstanbul düşerken Bizans'ta yaşananlar

31 Mayıs 2020

Bu sene İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinin 567. yıldönümü... Bir yazı serisi ile Fatih’i ve hocası Akşemseddin'i yazdım. Gerçi ben Fatih'in farklı yönlerini anlattımsa da 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiğinde genellikle bizler Osmanlı tarafını biliriz; gemilerin karadan yürütülerek Haliç'e indirilmesini, surlar önünde dökülen topları, Ulubatlı Hasan'ı ve Akşemseddin'i... İstanbul Fatih tarafından kuşatıldığında karşı tarafta, Bizans'ta neler olduğunu genellikle pek bilmeyiz. 

Belki de rivayet olarak sadece, karşı taraf Bizans için, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u kuşattığında, surlar aşılmak üzere iken Bizans’ın ileri gelenlerinin Ayasofya’da toplanıp şehrin kuşatmadan nasıl kurtulacağını tartışmak yerine ‘’Meleklerin cinsiyeti’’ni tartıştığını biliriz.

Ancak karşı taraf Bizans'ta konu bu kadar basit değildi… Karşı tarafta sorun daha derin, daha karmaşık ve daha vahimdi... İşte bu yazımda da tam da 29 Mayıs 1453 yılında karşı tarafta; Bizans'ın son imparatoru Konstantinos Paleologos kimdir, nasıl bir imparatordur, o anda ne yapıyordu, Bizans’ta neler oluyordu onu anlatmak istiyorum…

Bu konuda yazılmış iki eserden bahsedip, birinden de alıntı yapacağım…

Bizans’ın son imparatoru Konstantinos Paleologos

Bu eserlerden birincisi İngiliz Bizantolog Donald M. Nicol’un ‘’Konstantinos Paleologos’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013) isimli biyografik eseridir.

Bu eserinde Donald M. Nicol, Bizans’ın son imparatoru Konstantinos Paleologos'un iyi bir eğitim almış olduğunu, becerikli, sabırlı, vizyon sahibi ve insanları idare etmesini bilen bir hükümdar olduğunu, kısa ve talihsiz iktidarı döneminde (1449 - 1453) kendini ve şehrini kurtarmak için var gücüyle çabaladığını, henüz vakti varken kaçıp kurtulması yönündeki telkinlere tenezzül etmeyerek sayı ve askerî teknoloji açısından kat be kat üstün Osmanlılara karşı şehri savunanların lideri olarak elinden gelen her şeyi yaptığını ve sonunun geldiğini anlayınca da bunu mertçe karşılayıp, teslim olmaktansa savaşarak ölmeyi tercih ettiğini anlatır... 

Donald M. Nicol eserinde o gün muzaffer olan genç ve atılgan Sultan II. Mehmet’in ’’Fatih’’ namıyla yücelirken, elinde kılıcıyla can veren Konstantinos Paleologos’un da aslında ölmediğini, halkı arasında efsane mertebesine yükselerek, mermere dönüşüp uyuduğunu ve günün birinde uyanıp şehrini kurtaracağı inancına kaynaklık ettiğini yazar…

Kim bilir belki de dün yazdığım Bizans tarihçisi Laonikos Chalkokondyles, günün birinde Ayasofya üzerinde haçlar dikileceği, tüm Doğu ülkelerinin Hıristiyanlarca fethedileceği vb. kehânetlerini bu efsaneye dayanarak yazmıştır…

Bizans

Diğer eser ise Macar oyun yazarı Ferenc Herczeg’un ‘’Bizans’’ (Berikan Yayınevi, 2003) isimli eseridir.  Ferenc Herczeg, bu eserinde Bizans’ın ve Konstantinos Paleologos’un kaderini tragenya halinde anlatır. Bu eser bir çağı canlandırma bakımından Macar yazınının en iyi tarihsel tragedyası olarak adlandırılır… Ferenc Herczeg, bu oyununda; tek bir güne, koca bir imparatorluğun son gününe, günün şafağıyla batışı arasına dünya ölçüsünde bir tarihsel tragedyayı sığdırır.

Tanınmış Macar tarihçisi J. Horvath, Ferenc Herczeg’un ‘’Biznas’’ oyunu üzerine yazdığı bir incelemesinde bu tragedyanın ana hatlarını şöyle anlatır:

‘’29 Mayıs 1453. Bu, Bizans İmparatorluğunun çöktüğü gündür. Sultan Mehmet Bizans’ı kuşatmıştır; kentin alın yazısı artık bellidir. Bu kaçınılmaz tehlike karşısında kahramanlığa yükselen imparator Konstantin az sayıda, fakat kendisine bağlı kalan yabancı ücretli askerleriyle bütün gücünü harcayarak kuşatıcılara karşı koymaktadır. Ancak halkı ve Bizanslı askerleriyse korkak bir kayıtsızlık içinde başlarına geleceği beklemektedir. Devletin ileri gelenleri imparatorun kahramanlık taslayışıyla alay ederler. Onlar artık daha çok sultandan yanadırlar ve her şeyi ondan beklerler. İmparatoriçenin kendisi bile kadınlık silahlarıyla Fatih’e boyun eğdireceği düşlemiyle kendini avutmaktadır...

Bütün bunlardan imparatorun haberi yoktur, o halkına güvenmekte, onun yurtseverliğine ve son tehlikenin onu kahraman yapacağına inanmaktadır. Onun için son anda büyük bir düş kırıklığına uğrar. Sultanın elçileri onun ve ardından gitmek isteyenlerin özgürce gidebileceğini bildirirler, fakat ona bağlı ancak iki kişi çıkar: Ücretli askerlerin sadık komutanıyla kendisine âşık olan Yunanlı kız Herma. Konstantin dehşet içinde gerçekle yüz yüze gelir ve Bizans’ı ölüme mahkûm eder: ‘Biz Tanrı'nın izniyle Bizans’ın son imparatoru Konstantin, dünyaya bildiririz ki, ulusumuzu mahkemeye çektik ve adalet adına Bizans’ı cellat satırıyla ölüme mahkûm eyledik. Edirneli Mehmet celladımız olsun.’

Konstantin muharebede ölür. Bizans kan içinde yüzmektedir ve bu tarihsel kargaşada üzerlerine düşen onurlu görevi yerine getirmeyenler o kan denizi içinde imparatoriçeyle birlikte boğulurlar. O korkunç anlarda imparator şöyle der: ‘Ölürsem, mezar taşıma şu sözler yazılsın: Bizans’ın son imparatoru burada yatıyor. Kör olduğu sürece yaşadı. Bir gün gözleri açılınca duyduğu tiksinti onu öldürdü.’… ‘’

Neyse gelelim Ferenc Herczeg’un ‘’Bizans’’ isimli oyundan önemli gördüğüm bir sahneye…

‘’Bizans’’ oyunundan bir sahne

Fatih, İstanbul’u kuşatmıştır, kent düşmek üzeredir. 

Oyunda bu sahne şöyle verilir:

Başmabeyinci, İmparatoriçe’ye müjdeler: “Paganlar hücuma geçeceklerken İmparatorumuzun yüzü sur üstünde görününce silahlarını ellerinden düşürmüşler!” 

Şair Lisander: “Halk şenlik yapıyor!”

Krates: “Türkler barış için yalvarıyorlar! Sultan’ın ordusunu veba kırıp geçiriyor! Sultanları Anadolu’ya çekilecekmiş.” 

Öğleye yakın bir haber gelir: “Hıristiyan ordusunun önünde nur içinde bir yiğit görülmüş. Aziz Georgius olduğu sanılıyor. Belki de Kutsal Bakire’dir. Sevgili şehrini kurtarmaya gelmiş.” 

Ancak ayaküstü uydurulmuş bu masallar hiçbir işe yaramaz: Yeniçeriler ne İmparatoru görünce şaşırırlar, ne de Sultan Mehmet Avrupa’yı terk eder. Veba değil, nezle bile yoktur Türk ordusunda. Yardıma ne Aziz Georgius ne de Kutsal Bakire gelir.

Sonuçta Bizans düşer! 

Sonuç

Bizans’ın düşüşü ve Bizans’ın son imparatoru Konstantinos Paleologos’un trajedi ile sonuçlanan akıbeti bize şu dersi vermektedir:

Gerçeklerden ve dünyadan uzak, sanal bir âlemde yaşayanların, hem kendilerini hem sultanlarını hem de toplumu; yandaş medyalarıyla, sahte destanlarıyla, renkli masallarıyla, yalanlarıyla, nininnileriyle uyutanların; şarkılarıyla, türküleriyle, renkli renkli ekranlarıyla, yalan dolan reklamlarıyla avutanların, yanıltanların vebâli çok büyüktür.... 

Çünkü sultanlar güçlendikçe körleşirler ve bir gün gözleri açıldığında da Bizans’ın son imparatoru gibi duydukları tiksintiden ölürler...

Sultanlara ve çevresindekilere duyurulur...

Fatih hakkındaki yazılarım devam edecek…

Osman AYDOĞAN



Fatih Sultan Mehmet (4): Kehânet!

30 Mayıs 2020

Fetihten sonraki günlerde Fatih ve ünlü bir Bizans kâhini ile ilgili şöyle bir rivayet vardır…

Fatih ve bir Bizans kâhini

Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra, Bizans’ın ünlü bir kâhininin zindanda olduğunu öğrenir. Kâhini huzura çağırır, sorar: “Seni niye zindana kapattılar?” Kâhin, Kral Konstantin’in geleceği öğrenmek için kendisini çağırdığını, krala “Sonunuz yaklaştı, Bizans yıkılacak, Türklerin eline geçecek” demesi üzerine kralın kızdığını, kendisini zindana attırdığını söyler.

Fatih, “Bizans’ın sonunu görmüşsün, peki bizim geleceğimiz ne olacak” diye sorar. Kâhin, “Sizin sonunuz da Bizans’a benzeyecek” der. Fatih’in, “Nasıl olur, Anadolu’da birliği sağladık, Balkanlar elimize geçti, akıncılarımız Avrupa ortasında at oynatıyor” itirazı üzerine kâhin, “Sizi parça parça koparacaklar” öngörüsünde bulunur.

Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu parça parça koparılır… Sevr Antlaşması’yla son nokta konulacakken Atatürk ve silah arkadaşlarının çabası, özverisi ile bu süreç durdurulur… Geri kazanımlar başlar…

Fatih’in konuştuğu bu kâhin kimdir? Bu kâhini, tekrar dönmek üzere şimdilik burada bırakalım…

Bir Bizans tarihçisi: Laonikos Chalkokondyles

Çeşitli kaynaklarda 1423-1432 yılları arasında doğduğu ve 1480 ile 1490 yıllarında öldüğü ileri sürülen gerçek adı Nikolaos olan Atinalı bir tarihçi vardır: Laonikos Chalkokondyles. (Laonikos Halkokondilis)  Laonikos Chalkokondyles’in 1298-1463 yılları arasındaki olayları Türkçe’ye “Tarihin Belgeleri” diye çevrilebilecek olan  ‘’Apodiksis Istorion’’ isminde on ciltten oluşan tarih kitabı, Bizans İmparatorluğu'nun son 150 yılını (1298–1463 dönemini) incelemektedir. Ancak Chalkokondyles, Yunanca yazan diğer tarihçilerin aksine eserinin merkezine Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünü değil yükselen Osmanlı Devleti’nin tarihini alır. Bu yönüyle Chalkokondyles, bir Bizans tarihçisi olmaktan ziyade eserini Osmanlı idaresi altında Yunanca yazan bir Osmanlı tarihçisi olarak da kabul edilir. 

Laonikos Chalkokondyles’i bizim açımızdan ilginç yapan ise onun Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki öngörü ve kehânetleridir. Chalkokondyles’in bu kitabının bir bölümü "Türk  İmparatorluğu’nun yıkılışına dair kehânetler" ismini taşımaktadır. Araştırmacı yazar Aytunç Altındal da bu bölümü "Kehânetler Kitabı" (Destek Yayınları, 2018) adıyla Türkçe‘ye çevirir...

Chalkokondyles'in kitabının bizim için ilginç yapan Aytunç Altındal'ın çevirdiği işte bu bölümüdür.

Chalkokondyles'in kehânetleri

Laonikos Chalkokondyles’in kitabındaki öngörülere, kehânetlerine göre; İstanbul'u ele geçirecek olan padişahın adı ile teslim edecek olanın adı aynı olacaktır. Her ikisinin adı da "Mehmet'tir. Kehanet doğru çıkmıştır. (1453 Fatih Sultan Mehmet ve Sultan Mehmed Vahdeddin, 1918 İstanbul’un işgali.)

Kehânete göre ‘’bir Tatar Hanı, Osmanlı’ya yardım etmeyecektir.’’ Kırım Hanı Murat Giray II. Viyana kuşatmasında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile görüş ayrılığına düştüğü için Lehleri durdurmaz, kuşatma başarısız olur, yükselme devri sona erer.

Kitapta “Fatih Sultan Mehmet'ten sonraki 16. padişah döneminde Osmanlı Devleti içeriden çökmeye başlayacak ve padişahı kendi tabasından biri devirecektir” deniliyor. Fatih Sultan Mehmet'ten sonraki 16'ıncı padişah III.. Ahmet'tir. 29 Eylül 1730'da Arnavut ve Hıristiyan asıllı yeniçeri Patrona Halil tarafından tahttan indirilip yok ediliyor ve Osmanlı'nın çöküşü de böyle başlıyor.

Kitapta, "üç kez üç yüz yıl ve bir de yirmilik tarihinde Osmanlı Devleti yok olacaktır’’ deniliyor. Gerçekten de Osmanlı üç kez üç yüz yıl (3X300=900) ve 20 yıl, yani 1920'de (TBMM kurulunca) Osmanlı Devleti yok oluyor.

Bununla da bitmiyor kehânetler.

Kehanetlerden biri Mustafa Kemal Atatürk'ü işaret ediyor. Kitapta. “Osmanlı'nın çöküş döneminde kendisi Hıristiyan topraklarında yetişen ama Müslüman olan bir prens ve başkomutan ortaya çıkacak. Ancak Hıristiyanlar tarafından hiç dikkate alınmayan bu başkomutan, Türk devletini yeniden kuracak ve Batı'ya yönlendirecektir” öngörüsü yapılıyor. Bu kişi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'tür.

Kitapta ‘’Katolik Kilisesi ile İstanbul'daki Ortodoks Kilisesi kardeşçe kucaklaşacaklardır’’ diyor. Bu kucaklaşma, aynı ifadelerle Kasım 2006'da İstanbul’da gerçekleşiyor.

Kitapta kehânetler devam ediyor.

Kehanete göre, bu yeni kurulacak Türk İmparatorluğu'nun başına geçecek 11. kişinin adında 11 harf var. Çok ilginçtir ki, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ad ve soyadındaki harflerin toplamı da 11.

Ve kitapta “11. Prens döneminde yeni Türk devleti, büyük bir sarsıntı yaşayıp yıkılma noktasına gelecektir” öngörüsü var. Ayrıca “Hristiyan Prensliklerin birleşmesi, bu yeni Türk imparatorluğunun sonunu getirecektir” kehâneti de var… Bu cümleden olarak burada da Hristiyan Prensliklerin birleşmesinden kastedilen AB olduğu aşikârdır... Biraz aşırı olacak ama bu birleşmenin (AB) yeni Türk imparatorluğunun sonunu getirecektir kehânetinden de anlamamız gereken Türkiye'nin AB'den uzaklaşması sonucu mu olacağı üzerinde de kafa yorulması gerekir.

Tabii kehânetlerin sonu yoktur. Kehânetler devam ediyor kitapta…

‘’Önce, Müslüman şeriatı artacaktır. Eğer yedinci seneye kadar kaldırılmazsa, on ikinci seneye kadar buranın hâkimi olacaktır. Sonra, Hristiyan silahlarıyla bir tutsaklık dönemi gelecektir.’’

Ve devam ediyor kehânet…

‘’İstanbul'un camileri ve Ayasofya üzerinde haçlar dikilecektir. Bu haçlar, saplanacağı yere silahlı ellerle saplanacaktır. Bu muhteşem şehrin yıkımı gelecektir. Yıkım, sadece orada yaşayanlar sevdiği dini değiştirirse duracak ve şehir lanetten kurtulacaktır. Yıkım adaletsizliklerin en kötülerinin gerçekleştiği bir dönemin ardından olacaktır. Tüm Doğu ülkeleri de Hıristiyanlarca fethedilecektir. Böylece, ölü yaşayan, soyulmuş ve felç olmuş bir yönetim sona erecektir.’’ Burada da ''yıkım adaletsizliklerin en kötülerinin gerçekleştiği bir dönemin ardından olacaktır'' kehâneti ilgi çekicidir!

Evet, Laonikos Chalkokondyles’in rivayetleri, öngörüleri, kehânetleri -artık her ne dersek-  bu kadar.

Belki de kim bilir yazımın girişinde bahsettiğim Fatih’in konuştuğu kâhin ile Laonikos Chalkokondyles aynı kişidir.

Tabii ki bu kehânetlere ‘’deli saçması’’ der ve gülüp geçebiliriz. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethine şahitlik etmiş daha öncesinde de II. Murat’a İstanbul kuşatmasını kaldırması için gönderilen ekipte yer almış Chalcondlyles'in çoğu sonradan gerçekleşmiş bu kehânetleri görmezden gelinir, yabana atılır gibi değildir.  

İsterseniz gelin bu uçuk kehânetleri bir kenara bırakıp size bir kurgu romandan bahsedeyim.

Destina

Gazeteci, araştırmacı yazar Mine G. Kırıkkanat’ın ‘’Destina’’ (Literatür Yayıncılık, 2008) isimli bir kurgu romanı var. Mine G. Kırıkkanat, henüz yaşanmamış yakın bir geleceği anlattığı Destina romanı için şunları söyler: "Bu romanda yazılı her şey doğru, hiçbir şey gerçek değildir." Bu kurgu romana göre yakın bir gelecekte İstanbul ''Küresel Yönetişim'‘in idaresine geçer ve Türkler de göç ettikleri farklı ülkelerde asimilasyona uğrarlar. Böylece Haç ile Hilal‘in savaşı sona erer ve yerini Hıristiyanlığın mezhep çatışması alır.  

Ama isterseniz bu kurguyu da bir kenara bırakıp tarihi bir gerçeğe dönelim:

Endülüs Emevi Devleti

Emevilerin yıkılmasından sonra, Endülüs’te (Güney İspanya) Endülüs Emevi Devleti 756’da kuruldu ve 1492’ye değin 736 yıl süreyle İspanya'da varlığını sürdürdü. Türklerin Anadolu’daki birliği Fatih’le sağlandı. Bu birliğin kuruluşunu 1450 yılı olarak alsak henüz birliğin kuruluşunun üzerinden bugüne 570 yıl geçmiş olacak ki henüz Endülüs Emevi Devleti’nin İspanya'daki yaşam süresi kadar bile değildir. Henüz Anadolu'da, Emevilerin İspanya'da bulundukları sürenin yaklaşık üçte ikisi kadarında varız...

Günümüz ve geleceğimiz

Sanıyoruz ki Anadolu’nun mülkiyeti sonuna kadar, sonsuza kadar bize ait. Etrafımızdaki ve uzaklardaki aç kurtların ve akbabaların varlığını, içine düştüğümüz çukuru, sığlığı, rehaveti, sefaleti, kutuplaşmayı, bölünmüşlüğü, girdabı, dağınıklığı görmezden geliyoruz.

Suriye’den, Libya’dan… Kanal İstanbul’dan, Atatürk Havaalanından, Dolar’dan… Silahlanan cemaatlerden, kayıp silahlardan, kontrolsüz bir şekilde bol keseden dağıtılan silah ruhsatlarından, ekranlarda alenen ilan edilen ölüm listelerinden… Hatip kürsülerinde en üst perdeden seslendirilen millet, illet, zillet, kin ve nefret söylemlerinden, biz ve onlar ayrımından… Ve suni gündemlerden kurtulup, başınızı kaldırıp da bir etrafınıza bakarsanız eğer karanlığın sandığınızdan da çok daha karanlık, bir zifiri karanlık olduğunu göreceksiniz. Hep yazıyorum ya tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır diye...

Bağnazlıktan, taassuptan, mezhep, etnisite ve kimlik kıskacından kurtulamaz isek; farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görmez isek; kimseyi ötekileştirmeden, nefret söylemini kullanmadan, sevgi dilini geliştirip, bilime yüzümüzü dönmez isek ve kendi içimizde ve komşularımızla hak, hukuk ve adaleti tesis edip barış içinde bir ve beraberce yaşayamazsak eğer… Korkarım ki; Bizans tarihçisinin yazdığı, Bizans kâhininin Fatih’e söylediği kehânetler ve Mine G. Kırıkkanat’ın kurgusu gerçek olacaktır… Endülüs Emevi Devletinin akıbetine biz de uğrayacağız demektir…  Eğer inanmıyorsanız gelin en eski Türk uygarlığı olduğu ve bu coğrafyada yaşadığı iddia edilen Etrüsklere ne olduğunu bir araştırın derim!...

Esas bekâ sorunu burada yatmaktadır. Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur... 

Fatih'i anlatmaya devam edeceğim...

Osman AYDOĞAN



Fatih Sultan Mehmet (3): Fatih’in hocası Akşemseddin

29 Mayıs 2020

Bugün Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiği günün 567’inci yıldönümü… 567 yıl önce bugün 29 Mayıs 1453’te sabah erken saatlerde İstanbul fethedilmişti… İlk iki yazımda fethi gerçekleştiren Fatih Sultan Mehmet’i ve kurduğu Osmanlı İmparatorluğunu anlattım…

Gerçi bugün fethi kutlayanlar şatafatla, ortaokul müsameresi şeklinde hamasetle kutlama yaptılar... Ne Fatih Sultan Mehmet’i hakkıyla anlattılar ne de onun kurduğu imparatorluğu... Fatih Sultan Mehmet'i bile hakkıyla anmayanların aklına, değişik kaynaklarda “Manevi Fatih” olarak anılan, Fatih’in hocası Akşemseddin’i anmak ise hiç mi hiç gelmez! Zaten Akşemseddin'i anmadılar da... 

Ancak Fatih’in hocası Akşemseddin'i ben anmasam olmaz! Gelin Fatih’i Fatih yapan, onu yetiştiren, eğiten, fethe hazırlayan fethin manevi önderi Akşemseddin’i bir de benden dinleyin… Ve görün ki Fatih’i bir nasıl hoca yetiştirmiş…

Akşemseddin

Akşemseddin’in asıl adı Muhammed bin Hamza’dır. 1390 yılında  Şam’da doğar. (Bazı kaynaklar Göynük’te doğduğunu yazarlar) 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biri ve çok yönlü Türk Bilim adamıdır. 

Henüz yedi yaşındayken babasıyla Amasya’nın Kavak beldesine yerleştiğinde, okumaya ve bilime merakı herkesin dikkatini çeker. Genç yaşta Osmancık’a müderris (Günümüzdeki üniversite öğretim üyesi) tayin edilir. Ancak aklı, dönemin ünlü düşünürü Hacı Bayram-ı Velî’nin öğrencisi olmaktır. Çünkü kendisini tanıyanlar ona şöyle diyorlardı:

‘’Kazandığın şu zahiri ilmini mana ilmiyle, bilgini aşk ile akıl vergisini kalp ve gönül vergisiyle tamamlaman gerek. Bu da yalnız olmaz. Sana bir mürşit lazım. Kalk Ankara'ya git. Orada Hacı Bayram Velî'ye müracaat et. O seni tamamlasın, bütünleşin. Sen bu dünyaya lazım bir insansın.’’

Mikrobiyolojinin babası Akşemseddin

Israrlı çabalarıyla muradına erer. Bir süre Ankara’daki Hacı Bayram Camii’nin çilehanesinde çilesini çektikten sonra tıp biliminde yoğunlaşır. Bulaşıcı hastalıkların uzmanı olur ve Hacı Bayram-ı Velî’den, bugünkü diplomanın karşılığı olan “ilimde icazet” alır. Bu eğitiminin sonunda yazdığı “Maddet-ül-Hayat” (Sağlık Bilimleri Üniversitesi Yayınları, 2019) adlı kitabında diyor ki; “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşır. Bu, gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” Bu nedenle Mikrobiyolojinin babası sayılır. (Günümüzde hala Koronavirüs vakasını anlamayan insanlar var değil mi?)

Akşemseddin bunları yazdığında Avrupa’nın mikrobiyolojinin babası olarak bildiği Hollandalı bilim adamı Antonie Philips van Leeuwenhoek’in (1632 -1723) doğmasına yaklaşık iki asır, yine Avrupa’nın bakterilerin var olduklarına ve bunların hastalıklara yol açtığını bulan olarak bildiği Fransız Louis Pasteur’ün (1822 – 1895) doğmasına daha dört asır vardır.  Ancak Batı bilimi bulaşıcı hastalıkların ilk kâşifi olarak Akşemseddin’i asla anmaz. Hele Akşemseddin’in kanserle uğraşmasını; hatta Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etmesini de Batı’nın tıp tarihi yazmaz... Biz de bilsek de sözünü etmeyiz zaten!..

Sadece İskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb,’’History of Ottoman Poetry’’ (Luzac and Company, London, 1967) adlı eserinde, Akşemseddin'in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram Velî ile beraber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmekte ve kendisinden âlim ve mübarek bir kimse diye söz etmektedir.

Akşemseddin, ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koyar…

Sadece beden hastalıkların değil, aynı zamandan ruh hastalıklarının da hekimi olan Akşemseddin, ruh hastalıklarını da tedavi eder.

Bu yüzden kendisine "Lokman-ı sani’’ (İkinci Lokman) denilir… Tıp bilimleri dışında başta İslami bilimler olmak üzere astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden olur…

Akşemseddin Edirne'de

Sultan II. Murat’ın daveti üzerine Akşemseddin ve Hacı Bayram­ı Velî birlikte Edirne’ye giderler. Sultan II. Murad bu iki zatın değerini anlar ve Saray’ın kapılarını açar. Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) henüz beşiktedir. Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sorar. Hacı Bayram­ı Velî de “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye (Akşemseddin) nasip olacaktır” der.

Akşemseddin, bu ziyaretinde II. Murad’ın kazaskeri Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın kanser hastası olan oğlu Süleyman Çelebi’yi tedavi ederek iyileştirir…

Akşemseddin tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce yine Fatih’in yanına Edirne’ye gider. Akşemseddin bu ziyaretinde de Fatih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirir…Akşemseddin bu gelişinde uzun süre Edirne'de kalır. Fatih'e hocalık yapar. Fetih için Edirne'den İstanbul'a beraber gelirler...

Rivayete göre Fatih bir gün haber vermeden hocası Akşemseddin’in çadırına girdiğinde, hocanın “ayağa kalkmaması”na şaşırmış ve çok içerlemişti; diğer hocalar: “Bir nedeni vardır, elini öpüp öğrenmelisin” deyince o gece yine ziyaretine gider… Bu kez padişahı ayakta karşılayan Akşemseddin’le sabaha kadar sohbet ederler. Hocasının ayağa kalkmayarak Fatih’e verdiği ders ise “alçakgönüllü”lüğünü terk ettiği yönündeki gözlemleri ve kaygılarıydı… İstanbul’u almak ne kadar önemliyse, ''kendini beğenmemiş'' kişiliğini sürdürmesi de o kadar önemliydi… Fatih, hocası Akşemseddin  hakkında; "diğer hocalar benim karşımda titrerken, ben bunun karşısında titriyorum" der.

İstanbul’un kuşatması esnasında Akşemseddin

Kuşatma başlamıştı; ancak surlar aşılamıyordu. Fethin gecikmesi nedeniyle baş gösteren moral bozukluğunu “fetih günü”nü aynen bildirerek gideren, âyet­i kerimeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan yine Akşemseddin’di…

Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazret­i Eyyûb el­ Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak ister.

Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el­ Ensarî, Hazreti Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hazret­i Peygamberin bütün gâzâlarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi.

Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de ‘’uğurlu kişi’’ olarak bu sefere memur etmişti. İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilmiş.

Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazret­i Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu biliyormuş.

Bundan sonrasını, Evliya Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde şöyle nakletmektedir:

“Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin: ‘Beyim, Alemdâr­ı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l­ Ensârî bu mahalde medfundur’, diyerek bir hıyâban­ı orman içre girdi. Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonrâ selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı. Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicâbından uykuya vardı, diye târizler ettiler. Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmet Han'a hitâben: ‘Hünkârum, hikmet­i Hüdâ... Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler!’

Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile: “Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûb­ül Ensarî” diye yazılmış olduğu görüldü. Taş kaldırıldığında, Hazret­i Eyyûb'un ter ü tâze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıkmış. Sağ elinde tunç bir mühür varmış. Taş tekrar yerine kapatılmış. Üzeri örtülmüş.’’

İşte; asırlardan beri, İstanbul'un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunur. Sonra da bu kabre, şaheser bir türbe yapılır.

Fetih esnasında Akşemseddin

Birçok belgeye göre, Fatih 19 yaşındayken İstanbul’u fethedip kente girdiğinde, kendisini yetiştirerek o muhteşem güne hazırlayan, hatta teşvik eden, kararlılığını sağlayan hocası Akşemseddin de yanındadır….

Fatih, Akşemseddin ile İstanbul'a girişte şehir halkı tarafından karşılanır, şehir halkı yaşı ve konumu nedeniyle Akşemseddin'i Fatih sanıp ona çiçekler uzatır. Akşemseddin ise "Padişah ben değilim" diyerek yanındaki Fatih Sultan Mehmet'i gösterir. Fatih ise "Hünkâr benim ama o benim hocamdır. Çiçekler O'na Layıktır!" sözüyle tebessüm ederek çiçekleri hocasına takdim eder.  

İstanbul alındıktan sonra camiye dönüştürülen Ayasofya’daki ilk cuma hutbesini okuyan da Akşemseddin’dir.

Akşemseddin Göynük’de

Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister. Akşemseddin bu teklifi: “Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin. Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur. Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır...” diyerek şiddetle reddeder.

Artık kendi görevinin de bittiğine inanır, Fatih’ten Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister. Fatih hocasını bırakmak istemese de, sonunda çare olmadığını görür. Hocasını Göynük'e uğurlar.

Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra kendisine ödül olarak vermek istediği altınları ve imkânları kabul etmez ve Göynük kasabasına sadece sırtındaki cübbe ve başındaki kavuğu ile döner. Akşemseddin Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalır, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar.

Akşemseddin’in nasihatı

Herkes Şeyh Edebali’nin damadı Osman Gazi’ye nasihatini bilir. Ama esas nasihat Akşemseddin’dendir. Akşemseddin’in nasihatlarından bazıları:

Ey oğul!
Her şeye besmele ile başla.  
Daima abdestli ve temiz ol.
Kimseden incinerek sitem etme ve kimse de senden incinmesin.
Kimsenin kalbini viran eyleme (yıkma).
Kardeşine ulaşan nimete asla haset etme.
Kimseyi kötüleme, yalan ve iftiradan sakın.
Kardeşinin kusurlarını görme.
Ananı ve babanı duadan ihmal etme.
Dünya sultanlarının iltifatıyla sevinme.
Dünyanın geçici sevinci sen oyalamasın.
İhsan ve ikramın bol olsun, sadakayı ihmal etme.
Sırlarını ifşa eyleme.
Kendini başkalarına methiye eyleme.
Bu günden yarının tasasını çekme.
Sofradan düşen yemek, zenginliğe sebeptir.
Daima edepli ol; ikram ettiğine de mütevazı ol.
Dişini tırnağınla kurcalama.
Evinde örümcek ağı olmasın.
Elbisen üzerinde iken dikme.
Allahü Tealaya isyandan sakın ki hafızan ve zekân artsın.
Sahipsiz mala elini uzatma.
Ölümü aklından hiç çıkarma.

Akşemseddin’in vefatı

Rivayet olunur ki Akşemseddin Hazretleri bir gün oğlunu (dört yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanımına döner. “Biliyor musun?” der, “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanımı omuz silker. “Amaaan efendi” der, “sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek “İyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir. Talebelerine “okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Müridleri eve koşarlar “Başınız sağolsun” derler hanımına, “Efendi göçtü!”

Yıl 1459 yılının Şubat ayıdır. Fethin manevi önderi Göynük’teki Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine mütevazi bir törenle defnedilir. 

Yolunuz düşerse, Göynük’e Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine “fethin manevi önderi” için siz de bir Fatiha okuyun, içinizden gelen en güzel sözleri türbesinin başında fısıldayın... 

Akşemseddin’in kitapları

Akşemseddin aynı zamanda şu kitapların da yazarıdır: ‘’Risaletü'n-Nûriye’’, ‘’Hall-i Müşkilât’’, ‘’Makamât-ı Evliyâ’’, ‘’Kitabü't Tıb’’, ‘’Maddetü'l-Hayat’’, ‘’Def'ü Metain’’ ve ‘’Nasihatnamei Akşemseddin’’

Akşemseddin hakkında yazılan eserler

Akşemseddin’i anlatan eserlerden ise en önemli ve özgün eser olan Göynüklü Kadı Emir Hüseyin Enisî’ tarafından kaleme alınan ‘’Menakıb-ı Akşemseddin’’ (Akşemseddin’in Menkibeleri) (H Yayınları, 2011)   isimli kitabıdır. Akşemseddin’in bilimsel yönünü anlatan ise Ali Kuzu’nun ‘’Akşemsettin, Mikrobu Bulan Alim’’ (Paraf Yayınları, 2013) isimli kitabıdır. Bir de Göynük Belediyesi tarafından yayınlanan Ömer Eru’nun hazırladığı  ‘’Akşemseddin Hazretleri’’ (2013) isimli kitap bulunmaktadır. 

Fatih’i dekor, süs, resim ve malzeme olarak kullananlar Akşemsedin’i ne anarlar ne de anlarlar… Görün bakın Osmanlıya öykünenlerden, Fatih’e meftun olanlardan bugün hiç Akşemseddin’i anan, hatırlayan, yâd eden var mı?

Allah rahmet eylesin… Ruhu şâd olsun…

Fatih hakkındaki yazılarım devam edecek…

Osman AYDOĞAN

Meraklısı için bir not: Akşemseddin ne anlama gelir?

Şems Farsça ‘’Güneş’’ demek, Şemseddin ise ‘’Dinin Güneşi’’ anlamına geliyor. Peki, Akşemseddin neden Akşemseddin diye anılır biliyor musunuz? Gerçi bir kısım kaynaklarda saçının ve sakalının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı ‘’Akşemseddin’’ dendiği iddia edilse de öyle değildir. Kaldı ki Akşemseddin kösedir…

Ama önce kısa bir Türkçe bilgisi:

Türkçede ‘‘Kara‘‘ ve ‘‘ak‘‘ sözcüklerinin ikincil anlamı olan renk tanımlarından önce asıl anlamı daha farklıdır. Kara; ulu, yüce, zor, sert, iri, büyük anlamında kullanılır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Merzifonlu Yüce Mustafa Paşa‘dır. Kara Mürsel; Ulu, yüce Mürsel’dir. Kara Tekin, Kara Murat ; (aynı anlamda) yüce, ulu, büyük Tekin‘dir, Murat’dır. Karakış; zor kıştır, şiddetli kıştır. Karadeniz; zor denizdir (dalgaları nedeniyle) Karahisar; büyük hisardır. Karaburcu; (üzüm cinsidir) İri burcudur. (Hem de beyaz renkte iri bir üzüm cinsidir)  Karabulut; iri, büyük buluttur. Karagöz; (siyah göz değildir) iri gözdür. Karakaş: (siyah kaş değildir) iri kaştır...

Ak ise ''bilgelik'' anlamında kullanılır. Ak; temiz, dürüst, namuslu, sıkıntısız, rahat, sorunsuz anlamında da kullanılır. Akgün-kara gün; sıkıntısız gün- zor, sıkıntılı gün anlamındadır. Ak akçe kara gün içindir; temiz, helal para zor günler içindir. Akdeniz; sadece Türkçede vardır, Mediterane, Mittelmeer, (Orta deniz) Bahr-ul asvad (Arapça) orta denizdir. Akdeniz; bilge denizdir, çünkü mitoloji orada… Karabaş-akbaş; Anadolu'da köpek cinsidir; karabaş; iri, akbaş ise küçük olanıdır. ''Ak oğlan'' bir Anadolu değişidir; güven veren oğlandır, dingin oğlandır.

İşte Akşemseddin ise; bilge, sıkıntısız, sükûnetli, güven veren Şemseddin'dir.

Aşağıdaki fotoğrafta arka planda Süleyman Paşa Camii ve ön planda Akşemseddin'in türbesi yer almaktadır. 



Fatih Sultan Mehmet (2)

28 Mayıs 2019

Yarın İstanbul'un fethinin 567. yıldönümü...

İstanbul'un fethinin 567. yıldönümü nedeniyle Fatih Sultan Mehmet'i anmak maksadıyla yazdığım dünkü yazımda Fatih Sultan Mehmet hakkında kısaca bahsetmiştim…

Fatih’e tekrar geri dönmek üzere şimdi de gelelim Fatih’ten sonraki Osmanlının diğer zamanlarının bazı özelliklerine ve uygulamalarına…

Fatih’ten sonraki Osmanlı İmparatorluğu

Konu uzun ama ben madde madde kısaca özetlemek istiyorum Fatih’ten sonra Osmanlı İmparatorluğunun özelliklerini:

İslam’ın beş şartından biri değil midir hacca gitmek? Ancak hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmemiştir. 

Hemen hemen bütün Osmanlı padişahlarının anneleri yabancıdır...

Barbaros, Mimar Sinan, Sokullu kimlerdi biliyor musunuz? Bütün tarihçilerce Osmanlının en büyük veziri kabul edilen Sokullu 21 yaşında bir Sırp kilisesinde org çalarken devşirildiğini bilir miydiniz? Varlığını Türk toplumunun dizilerden haberdar olduğu Pargalı İbrahim Paşa, Mustafa Celaleddin Paşa, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olan Mehmet Ali Paşalar kimlerdi biliyor musunuz? İbrahim Müteferrika’yı, Humbaracı Osman Ahmet Paşa'yı, 1729’da Osmanlı’da ilk modern itfaiye birliğini kuran Ahmet Paşa’yı tanıyor musunuz?

Türkçülük hareketinin öncüsü, ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanında İstanbul vekili ve bu meclisin başkanı, maarif nazırlığı ve sadrazamlık  görevini yapan, devlet adamlığının yanı sıra aynı zamanda 16 dil bilen bir bilim adamı Ahmet Vefik Paşa'yı biliyor musunuz?...

Neyse uzatmayayım Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın sadece 101’i Türk kökenli olup, geri kalan 117’si farklı etnik kökenlerden gelmektedir. Bu 117 sadrazamın etnik kökenlerine bakıldığında ise, 32’sinin Arnavut, 12’sinin Boşnak, 11’inin Gürcü, 9’unun Abaza, 6’sının Rum, 4’ünün Çerkez, 4’ünün Hırvat, 2’sinin Arap, 2’sinin Ermeni, 2’sinin İtalyan, 2’sinin Slav, 1’inin Rus, 1’inin Bulgar, 1’inin Sırp, 1’inin de Çeçen olduğu ve geri kalan 27 sadrazamın etnik kökeni tam olarak bilinmediğini…  

Bunlar sadrazam… Daha sadrazama gelinceye kadar devlet kademesinde bütün üst düzey makam sahiplerinin neredeyse tamamına yakınının etnik kökeni sadrazamlarınki gibi Türk dışında farklı etnik kökenlerden geliyordu..

Yine bilir miydiniz Osmanlı padişahlarının hiçbirisinin ismi halifelerin isminden değildir... Ne Ömer, ne Ebu Bekir, ne Ali ne de Osman ismini vermişlerdir padişahlara… (Beyliğin kurucusu hariç, ona da Osman değil Ottoman derlerdi)  Peygamber Hz. Muhammed’i de Mehmet yapmışlardır. Hiçbir mezhebin sembol isimlerini almamıştır Osmanlı padişahları. Neden dersiniz, neden?

Araplar Anadolu’ya “El Turkiya’’, Haçlılar da ‘’Turchia’’ (Türkiya) derlerdi. El âlem Anadolu’ya ‘’Türk’’ ismini verirken Osmanlılar kendi memleketine “Roma memleketi” anlamına gelen “Diyar-ı Rum”,  Padişaha da ‘’Sultan-ı Diyar-ı Rum” adını vermişlerdir.

Fransa’da “Bourbon’’ ailesi devlet kuruyor adına ‘’Fransa’’, Almanya’da “Hohenzollern’’ ailesi devlet kuruyor adına ‘’Almanya’’,  Avusturya’da ‘’Habsburg’’ ailesi devlet kuruyor adına ‘’Avusturya’’ adını veriyor. Hemen hemen tüm Avrupa devletler böyle kuruluyor… Ama nedense Oğuz Türklerinin Kayı boyundan gelen öz be öz Türk olan Osmanlı ailesi devlet kuruyor adı ‘’Osmanlı’’ oluyor… Neden dersiniz, neden, neden?

İlkyazımda da bahsetmiştim; Osmanlının Anadolu’da döktüğü Türk kanı Balkanlardaki döktüğü Slav kanından misliyle fazladır.

Anadolu Türkmenleri Osmanlı için ''Etrak-ı bi idrak'' (Düşüncesiz, akılsız Türkler)'dir… Naima Mustafa Efendi, ‘’Naima Tarihi’’nde (Zuhuri Danışman Yayınevi, 1967) Anadolu Türklerini bundan başka şu sıfatlarla nitelendirir: “Nadan Türk” (Cahil, kaba Türk), “Türk-ü bed-lika” (Çirkin suratlı Türk), “Etrak-ı nâ-pak” (pis Türkler), “Çoban köpeği şeklinde bir Türk”, “Hilekâr Türk”. Hırvat kökenli olan Kuyucu Murat Paşa Anadolu’da 155 bin Anadolu insanını kıyımdan geçirirken “aman” dileyenlere karşı “Vurun şu pis Türkün başını” dediği söylenir… Bu konuları Çetin Yetkin üç ciltlik kitabında (“Türk Direniş ve Devrimleri”, Otopsi Yayınları, 2003) çok güzel anlatır…

Ama bu yapılanlar Anadolu kültüründe karşılıksız kalmaz… Anadolu’da Osmanlıya karşı söylenen anonim bir deyiştir:

“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok, biçende yok
Yemede ortak Osmanlı”

Bu deyiş Taner Timur’un, “Osmanlı Toplumsal Düzeni” (Turhan Kitabevi, 1979) kitabında ve Erol Toy'un iki ciltlik "Kuzgunlar ve Leşler" (Ulak Yayıncılık, 2017) romanının giriş kısmında geçer…

(Yüzyılların kahrı dolu bu deyişi Çağatay / Azerî ağzıyla söylenmiştir. ‘’Ekende yok, biçende yok’’  kısmında geçen ‘’de’’ ek / bağlaç olarak değil, bir ağız yazımı şeklinde yazılmıştır. Yani ‘’ekende yok’’: ‘’ekerken yok’’ anlamındadır…)

Osmanlı’nın anayurdu da Anadolu değil, Balkanlardır. Bu nedenle Osmanlı’nın bütün yatırımları Balkanlara yapılmıştır. Osmanlının Anadolu’da dikili bir tek ağacı bile yoktur dense yeridir... Bursa, o da beylik zamanında ve başkenti olduğu, Amasya ve Manisa gibi şehzadelerin yetiştiği illerdeki küçük eserler ile Mimar Sinan’ın İstanbul’a gelmeden yaptığı birkaç cılız köprü, Zağnos Paşa'nın ilk yazımda bahsettiğim Balıkesir'deki camisi ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı Kayseri İncesu’daki bir han hariç hiçbir eser bulamazsınız Anadolu’da Osmanlıya ait… Bunların dışında Osmanlı’ya ait Anadolu’da ne bir han, ne bir hamam, ne bir cami, ne bir medrese ne bir yol, ne bir köprü hiçbir şey yoktur. 

Anlattığım gibi Osmanlı hiçbir zaman kendisini bir Türk İmparatorluğu olarak görmemiştir… Bu anlamda aslında Osmanlı; Müslüman ve Ortodoks, Türk, Arap, Slav ve Rum ortak devletidir... Ancak bu konu pek konuşulmaz...

Osmanlının bütün bu politikalarının, bütün bu özelliklerin nedeni aslında çok basittir… Bu üç kıtaya hükmetmek ve bu üç kıtada Roma İmparatorluğu gibi Cihanşümul bir imparatorluk kurmak isteyen Osmanlı, Balkanlar gibi çok mezhepli ve çok etnikli, Ortadoğu gibi çok dinli ve çok mezhepli bu coğrafyada, devleti bir ırkın üstünlüğüne, bir dine ve bir mezhebe dayandıramazdı… Zaten Osmanlı çağdaşı bütün imparatorluklar bu şekilde çokuluslu, çok dinli idi… Osmanlı bugünkü Amerika gibi her dini, her etnik ve folklorik grubu bir potada eritip Osmanlılık diye bir kavram yaratmış ve bu sayede üç kıtada altı yüzyıl hüküm sürmüştür.

Yine dönelim Fatih’e…

Her ne kadar bizler Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu olarak Osman Bey’i bilirsek de bu doğru değildir. Osman Bey, Osmanlı Beyliğinin kurucusudur. Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu ise Fatih Sultan Mehmet’tir. Osmanlı İmparatorluğunu kurumsallaştıran o’dur… Yukarıda yazdığım bütün bu Osmanlı politikalarının kurgusunu imparatorluğun kurucusu Fatih Sultan Mehmet yapmıştır…

Fatih hakkında yazmadığım bir konu var: Gedik Ahmet Paşa'nın Çizme’nin ucuna çıkarma yapması ve seferde iken Gebze'de vefat eden Fatih'in sefer hedefi ve zehirlenerek öldürüldüğü konusu... Gedik Ahmet Paşa’nın Çizme'nin ucuna çıkarma yapması hariç, Fatih'in zehirlenerek öldürüldüğü konusu rivayet, sefer hedefi konusu meçhul olduğu için bu konuyu ihmal ettim…

Fatih’in bu son seferinin hedefinin de Roma olduğu rivayet edilir… Eğer Fatih’in hedefi Roma ise… Fatih bu seferinin amacı ve maksadı üzerinde iyi düşünülmelidir diye değerlendiriyorum… Yoksa Fatih bu seferi ile tekrar Doğu ve Batı Roma’yı birleştirmek için mi yapmıştır? Kendisi de gerçek anlamda bir Sezar olmak mı istemiştir. Zaten Fatih’in unvanı da “Kayser-i Rum” yani “Romalı Kayser (Sezar)'' yani ‘’Romalı İmparator’’ değil miydi? Yoksa Fatih’in ve ondan sonrakilerin anlattığım tüm bu politikaları bu amaca mı dönüktü? Prof. Dr. İlber Ortaylı Fatih için ‘’Hedeflerinin hepsini ardındaki toplum anlamış değildir zaten, açıkça da ortaya koymamıştı’’ diye yazar…

Türk dünyasının devletinin geleceğini büyük bir vizyonla tasarlayan ve kurumlaştıran ancak kendi toplumu tarafından anlaşılmayan iki dâhi devlet adamı vardı: Birisi işte anlattığım Fatih Sultan Mehmet bir diğeri ise Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Dünkü yazımda Fatih’in ‘’Avni’’ maslahını kullanarak şiirler yazdığından bahsetmiştim. Bu divandan bir beytini örnek olarak vererek yazımı bitireyim: (‘’Fatih Divanı ve Şerhi’’, Yelkenli Kitabevi, 2009)

''Aşk nakdi bir hazînedür ana yokdur zeval 
Mâlik olan Avniyâ bir gence gencûr istemez''

(Ey Avnî! Aşk, yok olmayan gerçek bir hazinedir. Ona sahip olan kişi, dünyada nice kıymetli hazinelere sahip bir hazinedar olmayı istemez.)

Yarın İstanbul'un fethinin 567. yıldönümü... Ancak günümüzde Osmanlıcılık oynayarak tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışanların böylesi bir hükümdârı, Fatih Sultan Mehmet'i ve onun kurduğu böylesi bir imparatorluğu anlamalarını ve hakkıyla anmalarını beklemek beyhude bir hâyâl olur...

Osmanlının neredeyse bütün sadrazamları ve devlet adamlarının neredeyse tamamı yabancı farklı etnik kökene sahip iken günümüzde Osmanlıcılık oyununu oynayanlar, vazgeçtim Türk’ü, Müslümanı, aynı mezhebi, kendi partisinden olmayanlara bu ülkede, bu topraklarda hayat hakkı tanımamaktadırlar… Günümüzde Osmanlıcılık oyununu oynayanların kendilerinden olmayanlara besledikleri kinin ve nefretin haddi hesabı yoktur. Baksanıza TV'lere, komşularını nasıl katledecekler onun hesabını yapıyorlar... Bunlar kiiiim, Fatih’i anlamak kim?… Bunlar kiiiiim Osmanlıya öykünmek kim?

Ancak bunları fazla düşünmeyelim...  Bunlar onların sorunu... Ama biz, gelin dün de verdiğim gibi Asaf Hâled Çelebi’nin Mârâ isimli şirinin girişinde söylediği gibi yapalım:

’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

Fatih’i anlatmaya devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN



Fatih Sultan Mehmet (1)

27 Mayıs 2020

İstanbul’un fethine iki gün kaldı… Tabii ki şimdiden itibaren değil. Tam tamına 567 yıl önce bugün 27 Mayıs 1453’den itibaren… Fatih, 567 yıl önce bugün 27 Mayıs 1453’de İstanbul’u fethetmek için artık gün sayıyordu… 567 yıl önce bugün İstanbul surlarının önü kıyamet gibiydi..

Sözde İstanbul’a meftun olanlar ne yapacaklardır fethin 567’ncı yıldönümünde diye merak etmeye heç gerek yohtur... Eğer Koranavirüs tedbirleri olmasaydı her yıl yaptıkları gibi uyduruktan laf olsun diye sadece hamasetten oluşan bir-iki demeç, ilk mektep seviyesindeki Ortaçağ’ı andıran müsamereler, Ulubatlı Hasan, surlar… Tüm bildikleri çünkü bunlar… Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyanlar zaten Fatih Sultan Mehmet’i ne anlayabilirler ve ne de hakkıyla anabilirler... Ancak bu konu onların sorunudur... Onlar Fatih Sultan Mehmet'i anlayamaz ve anlatamazlar... Ama benim Fatih Sultan Mehmet'i anlatmam lazım... Gelin Fatih Sultan Mehmet’i benden dinleyin…

Ama önce size bir şairimizden ve onun bir şiirinden bahsedeyim…

Mâra Sultan

Kıymeti, değeri, derinliği ve zenginliği yaşarken –belki de hâlen - anlaşılmayan- ve ‘’Garip Akımı’’ içerisinde garip kalmış bir şairimiz var: Asaf Hâled Çelebi… Asaf Hâled Çelebi’nin de güzel bir şiiri var: ‘’Mâra’’ Ve şiir şöyle başlardı: ’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

Birçok dilde (mesela Arapçada) “kadın” anlamına gelen Mâra, Budizm’de Buda’yı baştan çıkarmaya çalışan, dünyevi güzellikleri simgeleyen kadının da adıdır.

15’inci yüzyılda yaşamış, Trabzon imparatoriçesinin yeğeni, II. Murat’ın haremine girmiş, Bizans imparatorunun evlenmeye çalıştığı ama başaramadığı zengin bir kişidir Mâra aynı zamanda... Mâra’yı bazı kaynaklar da Sırp asıllı yapar. Yorgos Leonardos’un ‘’Hırıstiyan Sultan Mâra’’ (İnkılap Kitapevi, 2004) isimli tarihi romanı bir kişisel maceranın sürükleyiciliği çerçevesinde ortaçağ Balkanlar’ını canlandırır. Sırbistan hükümdarının kızı, II. Murad’ın eşi, Fatih Sultan Mehmet’in saygıdeğer analığı ve neredeyse son Bizans İmparatoru Konstantin Paleologos’un eşi olacak olan Mâra Brankoviç Komnenos’tur Mâra. 15’inci yüzyılda Güneydoğu Avrupa’nın tarihine yeni bir yön veren bu olaylar kitabın sayfalarında yeniden canlanır. Sırp kralı Brankoviç’in kızı Osmanlılar arasında çok ünlü olur ve Fatih ondan anamız diye söz eder… Bazı kaynaklarda Mâra Sultan diye geçer…

Fatih Sultan Mehmet kendisini yetiştiren bu saygıdeğer analığına Balkanlarda ‘’Küçük Ayasofya’’ diye bir yer alır ve bu konuda (halen Topkapı Sarayı’nın arşivinde bulunan) bir de ferman çıkarır. Fatih Sultan Mehmet fermanında saygıdeğer analığına ‘’anam Despina’’ diye hitap eder... Fatih’in karısı Gülbahar Hatun da Hristiyan’dır, hiçbir zaman da dönmemiştir İslam’a. Hristiyan olarak da defnedilir. Alman tarihçi Franz Babinger, Gülbahar Hatun’un Arnavut kökenli olduğunu yazar.

III. Roma İmparatoru Fatih Sultan Mehmet

Fetihten sonra Papa, Fatih Sultan Mehmet’e bir mektup yazdığı ve mektubunda Fatih’e: ‘’Hristiyanlığı seçin! Sizi Doğu Roma imparatoru olarak selamlayalım” diye yazdığı rivayet edilir. Zaten Fatih Sultan Mehmet’in resmi unvanı da “Kayser-i Rum” yani “Romalı Kayser (Sezar)'' yani ‘’Romalı İmparator’’dur… Çoğu Batılı tarihçiler de Fatih’ten III. Roma İmparatoru olarak bahsederler. Viyana Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarından özel sohbetlerimde çok duydum bu sözü… Prof. Dr. Bertrand Michael Buchmann’ı burada yâd ile anıyorum. Buchmann bana ''Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde Doğu Roma İmparatorluğu’nu yıkmamıştır, adını değiştirip (Osmanlı İmparatorluğu) bütün kurumlarıyla geliştirip III. Roma İmparatorluğu olarak yaşatmıştır. Bu nedenle de Fatih Sultan Mehmet III. Roma İmparatorudur'' diye anlatmıştı...

Cihanşümul bir imparatorluk

Fatih Sultan Mehmet, Anadolu birliğini çok gaddarca sağlar. Bu uğurda çok kan döker. Tarihçi Erdoğan Aydın ‘’Fetih ve Fatih’’ (Kırmızı Yayınları, 2012) isimli kitabında Fatih’in Anadolu’da döktüğü kanların Balkanlarda döktüğünden çok daha fazla olduğunu yazar. Anadolu'daki Germiyanoğulları, Menteşoğulları, Aydınoğulları ve Karamanoğulları devletleri Fatih tarafından zorla ve kan dökülerek Osmanlıya katılırlar. Hele hele Karamanoğlu Devletine diz çöktürmek için Osmanlının Anadolu'da döktüğü kanın haddi hesabı yoktur… 

Şehzade Orhan (2. Sultan Orhan) da Bizanslı bir imparatorun damadıydı. Ve Fatih Sultan Mehmet''e karşı Konstantiniyye surlarını savunanlar arasında 600 askeriyle Şehzade Orhan da vardır!

Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra Türk ve Müslüman Çandarlı’yı idam ettirip yerine bir Rum’u getirir. Bize tarih diye okuttukları masallarda güya Çandarlı kuşatma esnasında Bizans’a yardım etti diye anlatmışlardı… Gerçekte ise arada İmparatorluğun geleceği hakkında fikir ayrılığı vardı… Çandarlı yeni kurulacak imparatorluğun ‘’Türk İslam İmparatorluğu’’ olmasını istiyordu… Fatih ise ‘’Cihanşümul bir imparatorluk’’ kurmak istiyordu… Fatih'e göre böyle bir imparatorluk ise çok uluslu, çok dinli ve evrensel bir imparatorluk olmalıydı. Fikir ayrılığı Çandarlı’nın idamı ile sonuçlanmıştı…

İşte tam da bu nedenle Fatih savaşta öldürdüğü imparatorun (Konstantin Paleolog), İstanbul fethedilmeseydi belki de ileride imparator olabilecek iki yeğenini de vezir yapar... Hekim Yakup Paşa (Yahudi), Koca Davut Paşa (Arnavut) ve Zağnos Paşa (Rum veya Sırp asıllı) o dönem devletin önemli kadrolarında yer almış ve başarılı olmuş devşirmelerdir... Bunlardan Zağnos Paşa, II. Murat‘ın kızını alarak onun damadı olur, kendi kızını da Fatih Sultan Mehmet‘le evlendirir. Fatih’in şehzadeliği sırasında onun nedimliğini yapar, şehzadeye Rumca ve Lâtince öğretir. Bugün için Balıkesir'de adına yaptırdığı Zağnos Paşa Camisi bulunmaktadır…

Yine aynı nedenle Ermenileri İstanbul’a yerleştiren de Fatih’tir… İstanbul’da Rum Ortodoks Patrikhanesini koruyan, Ermeni Patrikhanesini kuran ve İstanbul’da Yahudi hahambaşı bulunduran da Fatih’tir… Fatih İstanbul’u alınca şehrin adını değiştirmez, 19. yüzyıla kadar hep Konstantiniyye’dir fethettiği şehrin ismi... Ancak 19. yüzyılda ‘’İstanbul’’ ismini alır. Fatih, fetihten sonra Ayasofya’yı cami yapar ama adını yine değiştirmez!... Aya İrini de aynı şekilde kalır. Adı değişmez!

Fatih Sultan Mehmet'in özellikleri

Fatih Sultan Mehmet anadili Türkçe'nin yanında Yunanca, Latince, Arapça, Farsça ve İbraniceyi kusursuz şekilde konuşur. Fatih'in Latinceyi anadili gibi konuştuğu ve Homeros’u aslından okuduğu rivayet edilir. Coğrafya ve tarihe meraklıdır. Bir divan tertip edecek kadar güçlü bir şairdir. Avni mahlasını kullanarak divanlar yazar. Huzurunda Gazali ve İbn'i Rüşd'ün fikirlerini tartıştıracak kadar felsefeye meraklıdır.  Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ele geçirdikten sonra, imparatorluğun felsefecisi Amiroutzes’u saraya davet edip onunla felsefî konular üzerinde tartışır.

Fatih İstanbul kuşatması sırasında yeni döktürülen topların balistik hesaplarını yapacak seviyede de mühendislik bilgisine sahiptir. Gutenberg'in matbaasında basılan bazı kitapları Avrupa'dan getirtip bu kitapları okuyup çevirterek İstanbul’da büyük bir kütüphane kurdurur. Bu kütüphanede Aristotales, St Thomas, Aquinas kitapları vardır. Çağdaş Vaka-i Name’nin, yani tarih yazıcılığının doğuşu Fatih döneminde olmuştur.

1466 yılında  İskenderiyeli matematikçi, coğrafyacı ve astronom  Batlamyos’un ‘’Coğrafya’’ kitabını (‘’Batlamyos’un Haritası’’ olarak da bilinir) tercüme ettirir.

Fatih, atam-dedem kanunu dediği gelenekleri yazılı hale getirir ve bunlara ‘’kanunname-i ali Osman’’ ismini verir. Bu Kanun Hükmünde Kararnamelerden, -pardon-, bu kanunnamelerden birisi de şudur: ‘’Kanunname-i al-i Osman'a şu derkenarı da düşesiz: Her kimesneye ki bundan böyle saltanat müyesser ola, nizamı âlem için kardeşlerini katleylemek münasiptir. Ekseri ulema dahi bunun böyle olmasına razı olup tasvip etmiştir.’’

Fatih ölünce de vasiyeti üzerine naaşı Büyük Konstantin'in, dün anlattığım Justinianus'un, Theodora'nın, Zeo'nun ve diğerlerinin yattığı yere defnedilir. Müslüman olmayan Hristiyan olan karısı da ölünce yanına defnedilir. 

Fatih’in anlattığım bütün bu özelliklerinin çağını aşan, çağının üstünde bir iftihar vesilesi özellikler olduğunu düşünüyorum. İşte Fatih Sultan Mehmet böylesine büyük bir padişahtır.

Prof. Dr. İlber Ortaylı Fatih için şunları söyler; "Türk entelektüelinin sahip olmadığı vasıfların başında doğuya ve batıya sahip olmak gelir. Hem İtalyancayı hem Yunancayı hem Farsçayı hem Arapçayı bilen böyle bir münevver, onun devrinde Batıda yok. İkincisi, inanılmaz derecede coğrafya biliyor. Ateşli silahlar ordusuna iyi komuta ediyor. Fatih Sultan Mehmet Han, şarkın ve garbın efendisidir, şarkı ve garbı bilir ve komplekssiz bir şark münevveridir, o bir dünya hükümdarıdır. Fatih büyüktü. Ölümü de bir dağın indifaı veya bir büyük geminin batması gibidir. Hedeflerinin hepsini ardındaki toplum anlamış değildir zaten, açıkça da ortaya koymamıştı. Ama Fatih Sultan Mehmet Han asrının hiç tesiri kalmadığını söyleyebilir misiniz? En azından sarayda kurduğu kozmopolit kütüphaneyi o yönde zenginleştiren Kanuni Sultan Süleyman onun torunuydu. Fatih iki kıtanın ve iki denizin padişahı ve iki medeniyetin sahibi bir aydındı.’’

İşte tam da bu nedenle tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyanların, hem İstanbul'a meftun olduklarını söyleyip hem de İstanbul'a ihanet edenlerin ve Fatih Sultan Mehmet'i FSM haline getirenlerin Fatih Sultan Mehmet'i anlamalarını ve hakkıyla anmalarını beklemek beyhude bir hâyâl olurdu... Ancak bu onların sorunudur...  Ama biz, gelin yazımın başında verdiğim Asaf Hâled Çelebi’nin Mârâ isimli şirinin girişinde söylediği gibi yapalım:

’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

Fatih Sultan Mehmet’i anlatmaya devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN



Kiraz Zamanı

28 Mayıs 2020

Eğer bahçelerde iseniz kirazların dalları bastığını, yok şehir denilen beton yığınlarının arasında yaşıyorsanız ve Koronadan fırsat bulup da dışarı çıkmışsanız kirazların marketlerde rafları, pazarlarda tezgâhları bastığını (hem de kilosu 30 TL’den!) görürsünüz…

Çünkü mevsim kiraz zamanıdır...

Kiraz zamanı; mayıs sonları, haziran başıdır ve mevsimlerin en güzel olduğu vakitlerdir. Kiraz zamanı güzeldir ama kısadır, aynı daha önce anlattığım Sakura çiçekleri gibi, aynı hayat gibi, aynı ömür gibi.

Ve ‘’Tarih’’ ne garip bir bilimdir… Dönemine hükmeden şaşalı diktatörleri, mağrur galipleri değil de nedense hep ona karşı koyanları, ona direnenleri, mağlupları kaydetmiştir! Hatta hatta ''yerlere dökülen kirazlar''ı bile…

''Eyvah! Yine mi tarih? Ne işi var tarihin kirazla'' demeyin... Olmaz olur mu?...

Kaç gündür tarihten usanmış, sıkılmış, bıkmıştınız, içiniz dışınız tarih olmuş, tarihten gına gelmişti artık... Yazımın başlığında da ‘’Kiraz’’ kelimesini görünce ve kirazla da devam edince içinizden de bir ‘’ohhh be’’ çekip ''tarihten kurtulduk'' diye rahat bir nefes almıştınız değil mi? Ama öyle rahat rahat nefes almayın.... Kurtuluş yok benden ve tarihten!… 

Daha İstanbul’un fetih yıldönümüne bir gün var… 567 yıl önce bugün İstanbul sur önleri bir mahşeri kıyametti… Ben kuşatmaya, pardon, Fatih ile ilgili yazılarıma bir ara verip size yine tarihten ama çok farklı bir tarihten, bu ''yerlere dökülen kirazlar''ın tarihinden, ancak kanlı tarihinden bahsedeceğim… Çünkü bugün (28 Mayıs 2020) bu yerlere dökülen kirazların kanlı tarihinin de 149. yıldönümü…

Şiir: ''Kiraz Zamanı''

Şair, yazar ve gazeteci Özdemir İnce’nin ‘’Kiraz Zamanı’’ (May Yayınları, 1969) isimli güzel bir şiir kitabı var… Bu kitabın içinde de Jean- Baptiste Clement'e ait -kitaba da adını veren- güzel bir şiir var: ‘’Kiraz Zamanı’’ Bu şiirde Baptiste Clement ‘’yerlere dökülen kirazlar’’dan bahseder…

Bu şiirin Türkçesini ve orijinal Fransızcasını yazımın sonunda vereceğim… Şiirin hikâyesini anlatacağım ama şiirin hikâyesini anlatmadan da önce mutat olduğu üzere kısa bir tarih turu yapmam gerekiyor… 

Bunun için de 1870 ve 1871 yılındaki Fransa'ya Paris'e gitmem gerekiyor... 

Versay Anlaşması

Fransa İmparatoru III. Napolyon 19 Temmuz 1870’de Prusya’ya savaş açar ancak 2 Eylül 1870’te Napolyon’un orduları Sedan’da Almanlara yenilir ve Alman orduları Paris’e doğru yürürken, 4 Eylül 1870 Paris Belediye Binası’nın (Hotel de Ville) önünde Cumhuriyet ilan edilir.  

Paris, Prusya orduları tarafından ablukaya alınır... Abluka günlerinde Paris’in durumu hiç de iyi değildir. Paris’in varoşlarındaki fabrikalar başka yerlere taşındığı için binlerce işçi işsiz kalmıştır. Açlık işçi mahallelerinde kol gezer. Sadece işçiler değil, Paris’in burjuvaları bile sıkıntıdadır. Çünkü kuşatma yüzünden bırakın alışık oldukları lüks malları, hayatlarını idame ettirmeleri için gerekli mallara bile zor ulaşırlar. Yine de halk ve ordu el ele Paris’i düşmana teslim etmemek için savaşırlar. Ancak Almanlarla ateşkes imzalanmasından sonra Cumhuriyetçi Paris’e değil monarşist Versailles’e (Saray’a) dönülür. Bu Parislilerin öfkesini daha da arttırır. İhanete uğradıklarının farkında olan Parisliler, beş milyarlık bir tazminat ile Alsace ve Loraine bölgelerinin bir bölümünü Almanya’ya peşkeş çeken bir barış anlaşmasının özneleri olmak da istemezler.

Paris Komünü

Bu yenilgiyi ve bu anlaşmayı hazmedemeyen halk,18 Mart 1871'de Hotel de Ville'de önünde toplanarak ''Paris Komünü'' (La Commune de Paris)nü ilan eder. Paris Komünü, Paris halkının Fransız hükumetine karşı kurduğu 18 Mart 1871’den 28 Mayıs 1871’e uzanan yerel bir yönetimin adıdır. Paris Komünü, içinde şekillendiği koşullar, tartışmalarla yürüyen kararları ve acılı sonu onu zamanının en önemli politik dönemlerinden biri yapar.

Paris Komününün hüküm sürdüğü iki ay kadar süren iktidarı boyunca bazı reformlar yapılır. Bunlardan bazıları: Sıkıyönetimin, askerî mahkemelerin, sansürün ve düzenli ordunun kaldırılması, kilise ile devletin ayrılması, din işlerine ayrılan bütçenin, dini vakıfların ve okullardan din derslerinin kaldırılması, kilise mallarının milli emlake devredilmesi, fabrikaların isçilere devredilmesi vb.

22 Mart 1871'de Versailles hükümeti (Saray) yandaşlarının komünü ele geçirme teşebbüsü başarısız olur. 12 Mayıs 1871'de Versailles güçleri Paris’e girer, komüne karşı şehri ele geçirmek için halk birlikleriyle uzun süre kanlı biçimde savaşır ve 28 Mayıs 1871 günü, şehir sokak sokak çarpışılarak ele geçirilir. Halk, Versailles güçlerine karşı mermi tükenince taşları tüfeklere doldurup savaşır, rehineler karşılıklı olarak öldürülür, son direnişler Pére Lachaise mezarlığında yapılır ve esirler bu mezarlıkta Versailles güçlerince kursuna dizilir. Savaşta 20 000 kadar komün devrimcisi ve 700'den fazla Versailles'li öldürülür.  

(Bu konuda ''Paris Komünü'' -La Commune, Paris1871- isimli 2000 yılı yapımı Peter Watkins'in yönetmenliğini yaptığı altı saatlik -345 dakika- güzel bir belgesel var... Bulursanız kaçırmayın derim.)

İşte girişte bahsettiğim ‘’Kiraz Zamanı’’ şiirinin yazarı Jean- Baptiste Clement anlattığım Paris Komünü partizanlarındandır. En ünlü şiiri olan ve elden ele dolaşan bu şiirini 28 Mayıs 1871’de Fontaine-au-Roi sokağının hastabakıcı görevlisi olan “yiğit yurttaş” Louise’e adamıştır. Ve bu şiir 1871’de Antoine Renaud tarafından bestelenir ve Paris komününün simgesi haline gelip devrimci şarkıların en unutulmazlarından biri haline gelir... 

Şimdi gelelim şiirin hikâyesine…

''Kiraz Zamanı'' şiirinin hikâyesi

28 Mayıs Pazar günü Paris bütünüyle Versailles güçlerinin eline geçer... Sadece Fontaine-au-Roi sokağında birkaç kişi çarpışıyordur. Bunlar bir barikatın arkasına sığınmış yirmi kadar savaşçılardır... Aralarında Jean Baptiste Clement de vardır. Öğleye doğru sokağa, elinde bir ekmek sepeti taşıyan yirmi yaşlarında bir genç kız gelir. Kim olduğunu soran savaşçılara Saint-Maur sokağının hastabakıcısı olduğunu, belki yardımı dokunur diye buraya geldiğini söyler. Savaşçıların bütün ısrarlarına karşın oradan uzaklaşmaz...  Adının Louise olduğunu söyleyen bu kızı sonraları bir daha hiç kimse göremez...  (''Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri'', C.1, Çev. A. Kadir - A. Timuçin, Evrensel Basım Yayın, 2000)

“Kiraz Zamanı” şiirinin sonradan, 1871’in kiraz zamanında yaşanan Paris Komünü’nün kanlı haftasının da simgesi olmasının iki nedene dayandığı söylenir. Birincisi şiirde yerlere düşen kırmızı kiraz tanelerinin komüncülerin kan damlalarını çağrıştırması, ikincisi de, bizzat kendisi de “Komünar” olan J.B. Clement’in barikatlarda can veren sevdiği bu hemşireye bu şiiri yazıldıktan beş yıl sonra ithaf etmesi. (1866)

Jean Baptiste Clement “Kiraz Zamanı” şiiriyle, öylesine meşhur olur ki, mezar taşına bile “Jean Baptiste Clement Kiraz Zamanı Şairi” yazılır... (Fotoğrafını yazımın sonuna ekliyorum.)

Bu şiiri Türkiye’de meşhur eden de yazımın girişinde bahsettiğim Özdemir İnce’nin içinde bu şiirin de bulunduğu ‘’Kiraz Zamanı’’ (May Yayınları, 1969) isimli şiir kitabıdır.

Jean- Baptiste Clement şiirinde başlangıçta tatlı tatlı, güzel güzel başlayıp sonunda da hüzünlü bir şekilde; ‘’Taşırım kiraz zamanından yüreğimde bir yara ve kader sunarken bana kendini, bilmez acımı dindirmesini. Kiraz zamanını hep seveceğim ben ve içimde sakladığım anıyı’’ diye şiirini bitirir... 

Bu şiir ve hikâyesi ''Le Temps des Cerises'' (Kiraz Zamanı) ismiyle 1914'ten 2005 yılına kadar beş kez filme alınır, üzerine bu adla iki ayrı tiyatro oyunu, iki ayrı roman yazılır... Şarkılara konu edilir... 

Yazımın hemen sonunda Fransızca öğrenen herkesin dinlemiş olması kuvvetle muhtemel olan bu şiirden yapılmış şarkının bağlantısını vereceğim. Eğer vaktiniz varsa aşağıdaki bağlantıdan “Kiraz Zamanı” (Le Temps des Cerises) isimli şarkıyı Fransız şansonlarının en güzellerinden Fransız aktör ve müzisyen Yves Montand’dan dinleyin! Hatta canınız kiraz çekmişse de şarkıyı dinlerken bağlantıyı tam ekran olarak izleyin.

Kiraz zamanı; mayıs sonları, haziran başıdır ve mevsimlerin en güzel olduğu vakitlerdir. Kiraz zamanı güzeldir ama kısadır, aynı daha önce anlattığım Sakura gibi, aynı hayat gibi, aynı ömür gibi.

Ve ‘’Tarih’’ ne garip bir bilimdir…. Dönemine hükmeden şaşalı diktatörleri, mağrur galipleri değil de nedense hep ona karşı koyanları, ona direnenleri, mağlupları kaydetmiştir! Hatta hatta yerlere dökülen kirazları bile…

Osman AYDOĞAN

Yves Montand, ‘’Le Temps des Cerises’’ (Kiraz Zamanı)
https://www.youtube.com/watch?v=ncs4WlWfIZo

 

Kiraz Zamanı

Gelince bize kiraz zamanı,
sevinçli bülbülle alaycı karatavuk
bayram ederler.
Güzellerin başında kavak yelleri,
sevdalıların yüreğinde güneş dolaşır. 
Gelince bize kiraz zamanı, 
alaycı karatavuk ne güzel şakır.

Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa. 
Gider çiftler düş kura kura
kirazları toplamaya,
bir örnek giysiler içinde aşk kirazları
düşer yapraklar altından damla damla, kan gibi.
Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa,
toplanır düş kura kura mercan taneleri.

Gelince size kiraz zamanı,
korkunuz varsa aşkın acısından,
sakının güzellerden.
Ben ki ağır acılardan hiç korkmam, 
istemem bir gün bile yaşamak acısız.
Gelince size kiraz zamanı,
aşkın acılarını da tadacaksınız.
Hep seveceğim ben kiraz zamanını

Taşırım kiraz zamanından
yüreğimde bir yara.
Ve kader sunarken bana kendini
bilmez acımı dindirmesini.
Kiraz zamanını hep seveceğim ben,
ve içimde sakladığım anıyı.

 

Le Temps des Cerises

Quand nous chanterons le temps des cerises,
Et gai rossignol, et merle moqueur
Seront tous en fête !
Les belles auront la folie en tête
Et les amoureux du soleil au cœur !
Quand nous chanterons le temps des cerises
Sifflera bien mieux le merle moqueur !

Mais il est bien court, le temps des cerises
Où l'on s'en va deux cueillir en rêvant
Des pendants d'oreilles...
Cerises d'amour aux robes pareilles,
Tombant sous la feuille en gouttes de sang...
Mais il est bien court, le temps des cerises,
Pendants de corail qu'on cueille en rêvant !

Quand vous en serez au temps des cerises,
Si vous avez peur des chagrins d'amour,
Evitez les belles !
Moi qui ne crains pas les peines cruelles
Je ne vivrai pas sans souffrir un jour...
Quand vous en serez au temps des cerises
Vous aurez aussi des chagrins d'amour !

J'aimerai toujours le temps des cerises,

C'est de ce temps-là que je garde au cœur
Une plaie ouverte !

Et dame Fortune, en m'étant offerte
Ne saurait jamais calmer ma douleur...

J’aimerai toujours le temps des cerises
Et le souvenir que je garde au cœur !

Jean-Baptiste Clément (1866)



Justinianus ve onun Roma imparatorluğunu diriltme çabaları ve sonuçları

26 Mayıs 2020

İstanbul’un fethine üç gün kaldı… Tabii ki şimdiden itibaren değil. Tam tamına 567 yıl önce bugün 26 Mayıs 1453’den itibaren… Fatih, 567 yıl önce bugün 26 Mayıs 1453’de İstanbul’u fethetmek için gün sayıyordu…

Fatih nasıl bir İstanbul’u fethetti? Koskoca Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti nasıl oldu da bir Türk beyliği tarafından fethedilecek hale geldi… Dünkü yazım bu yazımın giriş kısmıydı aslında… Braudel’in, Thomas Hobbes’un, İbn-i Haldun’un tarih tezlerinden bahsederken tarihin her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzediğini anlamıştım; bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktaydı… İşte 1299’da kurulan Osmanlı Beyliği sürgünü çiçeğe dururken, 395 yılında kurulan Doğu Roma İmparatorluğu dalı ise kurumuştu. Tabii ki devletlerin kuruması anlık bir zaman değil, bir süreçti.

Bütün tarihçiler Justinianus’un hem Doğu Roma’nın en görkemli imparatoru olduğu konusunda hem de Justinianus’un bir muhteris olduğu, gücü ile arzularının orantısız olduğu ve mevcut gücünün ihtiraslarını karşılayamadığı konusunda hemfikirdirler. Justinianus, Roma İmparatorluğunu yeniden diriltmek, yeniden inşa etmek, canlandırmak isterken (Dimyat’a pirince giderken) hesapsız, kitapsız, plansız, programsız girişimleri ile Doğu Roma İmparatorluğunun da köküne kibrit suyu dökmüş, Doğu Roma İmparatorluğunun kurumaya başlamasına (evdeki bulgurdan) sebep olmuştur.

Uzun bir giriş oldu ama neyse gelelim Justianianus'a ve onun Roma imparatorluğunu dirilme çabalarına… Justinianus ile beraber Justinianus'un zeki ve güzel karısı Theodora'yı da anlatacağım... Tabii ki anlatımımın arka planında hep İstanbul, o zamanki ismiyle Konstantinopolis vardır, bu kadim şehrin tarihi mekânları vardır...

Ama Justianianus'tan önce çok kısa olarak Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu...

Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu

MÖ 1. yüzyılda kurulan Roma İmparatorluğu, Akdeniz’de hüküm süren dünyanın en büyük imparatorlukları arasında yerini alır. Ancak MS 375 yılına gelince Kavimler Göçü ile yaşadığı büyük karmaşanın ardından MS 395 yılında Doğu Roma ve Batı Roma adı altında iki ayrı devlete bölünür.

Batı Roma İmparatorluğu 476 yılındaki Germen saldırısı sonucu yıkılır. Doğu Roma İmparatorluğu ise 1453 yılında Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle birlikte Doğu Roma İmparatorluğu da sona erer.

Justinianus

Doğu Roma İmparatorluğunun, 6. yüzyılda imparatorluk yapmış, imparatorluğa yaptıkları ile damgasını vurmuş ve adından en çok söz ettiren bir imparatoru vardır: I. Justinianus (Jüstinyen)  

Justinianus 482 yılında Makedonya'da Üsküp yakınlarındaki Tauresium adlı bir köyde dünyaya gelir. Asıl adı: Flavius Petrus Sabbatius'dur. Justinianus olarak bilinen adını sonradan alır. Bu ad dayısı olan imparator Justinus tarafından evlat olarak kabul edildiğini gösterir. Justinus’un çocuğu olmadığı için kendine varis olarak yeğeni Petrus’u (Peter) seçer, evlat edinir ve ismini Justinianus olarak değiştirir. Justinus yeğenini Konstantinopolis'e yanına getirtir. Onun iyi bir eğitim almasını sağlar. Bu nedenle Justinianus hukuk, ilahiyat ve Roma tarihi konularında çok iyi bir eğitim alır.

Doğu Roma İmparatoru I. Anastasius 518'de öldüğü zaman, Justinianus’un dayısı Justın Doğu Roma İmparatoru olur. Justin'ın saltanat döneminde Justinianus dayısının en yakın sırdaşı ve yardımcısı olur. Justinianus devlet idaresine büyük bir yetenek gösterir. İmparator Justin yaşlandıkça ve saltanatının son yıllarını yaşamakta iken bunaklaşmaya başlar ve Justinianus imparatorluğun gerçek "de facto" hükümdarı haline gelir... 521'de Justinianus "Roma Konsülü" görevine getirilir ve sonra da doğudaki imparatorluk orduların başkomutanı olarak görevlendirilir. Bu ordu başkomutanlığı görevi ismendi; çünkü Justinianus'un herhangi bir askerlik tecrübesi yoktur. Justinianus 1 Ağustos 527'de öldüğü zaman o vakte kadar zaten ortak imparator olan Justinianus tek egemen imparator olarak kalır. Justinianus’un bir özelliği Latinceyi anadili olarak konuşan son Doğu Roma İmparatoru olmasıdır. İmparator unvanına rağmen tarihçisi Procopius (Prokopius) tarafından Justinianus her zaman yaklaşılabilir ve dostane tavırlarla konuşulabilir karakterli kişi olarak tavsif edilir.

525'te o zamanın toplumsal anlayışı içerisinde bir oyuncu kız olarak toplumun en aşağı kesiminden gelen Theodora adlı gerçekten zeki ve güzel bir kadınla evlenir. O zamana kadar yürürlükte olan Roma kanunlarına göre senatör sınıfından olan birinin böyle alt tabakadan olan bir kadınla evlenmesi yasaktı. Justinianus'un bu evliği yapmasına dayısının karısı itiraz eder. Fakat o ölünce dayısı olan İmparator Justinus yeni bir kanun çıkartarak sosyal sınıflar arasında yapılacak evlenmeleri hukuksal hale getirir. Böylece Justinianus ile Theodora'nın resmen evlenebilmesi mümkün olur. Evlenme ayin törenleri eski Ayasofya Kilisesi'nde Patrik tarafından yapılır.

527 yılında imparatoriçelik tacı giyen Teodora 527-550 yılları arasında İmparator Justinyen ile birlikte hüküm sürerek, tarihteki en güçlü, en akıllı ve bunun yanında her güçlü ve akıllı kadına yapılageldiği gibi en çok iftira edilen kadınlarından biri haline gelir… Theodora, Justinianus’un hâkimiyetinin en önemli destekçisidir. Justinianus karısı Theodora ile birlikte ülkeye düzen ve birlik getirir.

Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu (renovatio imperii)

Justinianus, saltanat döneminde imparatorluğun eski büyüklüğünü tekrar geri getirmeye ve Antik Roma İmparatorluğu'nun elden çıkmış olan Batı kısımlarını kendi topraklarına katmak için büyük gayretler sarf eder. Justinianus bu amaç için çok çaba harcar. Sadece bu amaç için değil hükümdar olarak Justinianus görevinde o kadar yüksek gayet sarf eder ki kendisi "hiçbir zaman uyumayan İmparator" olarak adlandırılır.

Justinianus'un saltanatı dönemindeki gelişmelerin temel taşı Justinianus'un "Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu" (renovatio imperii) tutkunluğudur.  Justinianus'un bu tutkunluğu yaptığı savaşlarla eski Batı Roma İmparatorluğu yönetimi altında bulunmuş olan batıdaki arazilerin çoğunu kendi imparatorluğu sınırları içine alması ile gerçekleşir. Justinianus'un bu "imparatorluk restorasyon" tutkunluğu dolayısıyla Justinianus'u modern tarihçiler "son Roma imparatoru" olarak anılır.

Justinianus adam seçmek ve görevlendirmek konusunda çok mahirdir. Narses ve Belisarius gibi yetenekli komutanları orduların başına geçirir. General Belisarius tarafından Vandallar Savaşı ile kuzey Afrika; General Belisarius ve General Narses’in Gotlar Savaşı (535-554) ile Dalmaçya, İtalya ve Vali Liberius'un İber Savaşı ve Hispania ile güney İberik yarımadası bölgelerini almaları ve Fas Savaşı ile Kuzey Afrika’yı eline almaşı ile Justinianus'un bu tutkunluğu kısmen gerçekleşir. Bu askerî harekâtlar ile Doğu Roma İmparatorluğu'nun batı Akdeniz bölgesinde kontrolü sağlamlaşır.

Justinianus’un aldığı eğitimler arasında dini eğitim de vardır. Justinianus aldığı bu dini eğitim nedeniyle Hristiyanlığı imparatorluğunun dayandığı bir temel öğreti haline getirir. Bu maksatla sadece ibadet için değil aynı zamanda dini eğitim veren kiliseler açar, Hristiyanlık üzerine makaleler, ilahiler yazar, kilise toplantıları düzenler, bütün Hristiyanları Ortodoks mezhebinde tek bir çatı altında toplamaya çalışır.  

Justinianus adam seçmek ve görevlendirmek konusunda sadece askerî alanda mahir değildir. Ünlü hukukçu Tribonianus’ü, Kapadokyalı Yuannis ve Peter Barsymes gibi maliyecileri de yanına alır.

Justinianus, sadece Çin’de üretilen ipeğin kozalarını kullanarak Suriye’de ve Anadolu’nun bazı bazı bölgelerinde ipek üretimi yaptırır.

Codex Justinianus

Justinianus, tahta çıktığında ilk iş olarak tarihin gördüğü en kapsamlı yasama işine girişir. Yüzlerce yıldır yürürlüğe girmiş tüm Roma kanunlarını derleyerek ‘’Codex Justinianus’’ adıyla on ciltlik bir eserde toplar.  Justinianus’un ilerleyen yıllardaki emekleri ortaya modern dünyada okutulan bir hukuk kitabı olan ‘’Institutiones’’ı çıkarır. Roma halkı Yunanca konuştuğu için ‘’Codex Iustinianus’’u Yunanca yayınlanır ancak asırlardır hukukçuların temel kitabı olan bu külliyatın teorik kısmı olan ‘’Institutiones’’ Latince yayınlanır. Tüm bu metinler Batı dünyası tarafından benimsenen yurttaşlık yasası olan ‘’Corpus Juris Civilis’’ adı verilen bir kanunlar külliyatı içinde toplanır.

Bu konuya daha dikkatlice bakarsak bugün tüm dünyada uygulanan laik hukuk sisteminin bu topraklarda hazırlandığını ve Konstantinople'dan yani İstanbul'dan bütün dünyaya yayıldığını görürüz.

İmar

Justinianus döneminde Doğu Roma İmparatorluğunu birçok önemli mimari yapı, kiliseler, kaleler, köprüler ve hastanelerle donatır. Hiç şüphesiz bunlardan en önemlisi birçok yüzyıl Konstantinopolis'e gelen herkesin güzelliğine ve yüksek ve geniş kubbesinin haşmetli eşsizliğine hayran kaldığı Doğu Ortodoks Hristiyan mezhebinin merkez kilisesi olarak yapılan Ayasofya’dır.

Ayasofya’nın tarihi aslında 4. yüzyıla kadar uzanır. İlk Ayasofya I. Konstantinos zamanında yapılır. Ancak ahşap çatılı olan yapı, bir ayaklanma neticesinde yanar ve yapıdan geriye hiçbir kalıntı kalmaz. Ardından imparator II. Theododius Ayasofya’yı ikinci defa yaptırarak 415’te ibadete açar. Bazilika planlı bu yapı da 532’de Nika isyanı sırasında yanar. Bunun üzerine İmparator Justinianus ilk iki Ayasofya’dan daha büyük bir kilise yaptırmaya karar verir.

Çağın ünlü mimarları Miletli İsidoros ile Aydınlı Anthemios’un eseri Ayasofya’nın yapılmasına rivayete göre Justinianus’un gördüğü bir rüya sonucunda karar verilir. Rüyasında Hz. İsa’nın kendisi için bir mabet yapmasını istediği Justinianus, önündeki ekmekten bir parça alarak uzaklara uçan arının yaptığı petekte Ayasofya’nın figürünü görür ve hemen anıtın yapımına başlanılır. 532 yılında yapımına başlanan Ayasofya beş sene gibi kısa bir sürede bitirilerek şu an bile unvanını koruyan '’Dünya'nın en hızlı inşa edilen katedrali'’ unvanına sahip olur.

Binanın adındaki "Sofya" kelimesi eski Yunanca’da "Bilgelik" anlamındaki "Sophos" sözcüğünden gelmektedir. Dolayısıyla "Aya Sofya" adı "Kutsal Bilgelik" ya da "İlahi Bilgelik" anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır.

İmparatorların taç giydiği ve Doğu Kilisesi’nin merkezi olan Ayasofya, Osmanlı İmparatorluğu için de büyük öneme sahipti. İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya camiiye dönüştürülür. İlk cuma hutbesini Fatih’in hocası Akşemseddin okur. Osmanlı padişahları tahta çıktıklarında ilk namaz burada kılınırdı. Ayasofya’da birçok sultan da türbe yaptırır. Nur-u Banu Valide Sultan ve Safiye Sultan’ın türbeleri  buradadır... Cumhuriyetin ilanından sonra restore edilerek 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilir.

Ayasofya’nın dışında, Aya İrini gibi büyük kiliseler, Yerebatan Sarnıcı gibi şehrin en büyük sarnıcı Justinianus döneminde inşa edilir.

Felakatler

Justinianus’un başarılarla dolu gözüken hükümdarlık yılları, yaşı ilerledikçe felaketlerle sarsılır.

532'de at yarışı için taraf tutucu iki grup olarak görünen ama gerçekte iki siyasi parti olan "Maviler" ve "Yeşiller"'in Konstantinopolis'te Hipodrom'da İmparatora ve devlete karşı birleşip "Nika!, Nika!" (Bu kelimenin Yunanca anlamı "Belki kazanırsın" şeklindedir. Ancak burada bir mecaz vardır, bu kelimeyle imparatora, "Hiç şansın yok!" denilmektedir) diye bağırıp alkış tutmalarından adlandırılan Nika ayaklanması sırasında isyancı halk şehri yakıp yıkar, Doğu Roma devletini kökünden sarsar ama sonunda ancak gayet kanlı bir şekilde bastırılır.

532 yılında çıkan, şehrin gördüğü bu en büyük ayaklanmayı Justinianus hipodromun hemen yanında bulunan büyük saraydan izler. Günler boyunca süren ayaklanmada isyancılar kısmen saraya girmiş olsa da amaçlarına yani Justinianus’a ulaşamazlar. Birçok tarihçi Justinianus’un tüm ayaklanma boyunca gayet rahat ve sakin olduğunu belirtir. İsyancıları, generalleri Belisarius ve Narses’in yardımıyla, hipodromda tuzağa düşüren Justinianus kırk bine yakın isyancıyı hipodromda yani şimdiki Sultanahmet Meydanı’nda toplatıp hepsini acımasızca katlettirir.

Justinianus’un bu isyan sırasında tahtı bırakıp kaçmayı düşündüğü, ancak karısı Teodora’nın kararlı tutumu neticesinde Nika isyanını bastırdığı da rivayet edilir.

Justinianus'un İtalya'yı tekrar Doğu İmparatorluğu'na katma amacı ile açtığı ve bu süreçte Ostrogot Krallığıni yıkılması ve Ostrogotların İtalya'dan atılmalarına neden olan Gotik Savaşı da İtalya'nın yıkılıp yakılmasına neden olur.  

Daha sonra ülkede başlayan ve ‘’Justinianus Veba Salgını’’ adı verilen büyük veba salgını ortaya çıkar. 542 ilkbaharında Etiyopya’da çıkan bir veba salgını, Mısır üzerinden gelen ticaret gemileri ile Konstantinopolis’e sıçrar. Bu veba salgını başkent Konstantinopolis'in ve ülkenin tümünün nüfusunu kırıp geçirir. Justinianus da vebaya yakalananlar arasındadır fakat karısı Theodora sayesinde ölümden kurtulur. Devlet arşivine giren kayıtlara göre, 500 bin olduğu tahmin edilen Konstantinople nüfusunun 230 bini bu veba salgınında yok olur. Bütün imparatorlukta kaybın birkaç milyonu aştığı tahmin edilir. Bu, o zamana kadar vebanın yaptığı en büyük tahribattır. Şehir nüfusu kontrolsüz bir şekilde azalınca kaynaklar da tükenir.

Bu salgından büyük nüfus kaybeden Doğu Roma İmparatorluğu ekonomisi ve sosyal hayatı büyük bir gerileme içine girer. Felaketler 550’de Theodora’nın da ölümüyle doruğa çıkar…

551'de Beyrut’ta 30 bin kişinin ölümüne neden olan bir deprem gerçekleşir. Bu gerileme ülkenin de arazi kaybetmesine neden olur ve gerileme ancak 9. yüzyıl başında durdurabilir.

Yeniden Theodora

Justinianus’u anlatırken yer yer Theodora’dan bahsettim ama burada Theodora’ya ayrı bir bölüm açmam gerektiğine inanıyorum.

Bilindiği kadarıyla babası bir deniz subayı, annesi ise pagan rahibesidir. 13 yaşında iken babası vefat eder, annesi bir başkasıyla evlenir ve üvey babası çocuklardan para kazanmalarını ister. Theodora bu şekilde sirklerde çalışmaya başlar. Bazı Romalı tarihçilere göre fahişelik yapar. O tarihlerde Konstantinopolis'te fahişelerin, dansçıların ve eğlence merkezlerinin bulunduğu sokaklara ‘’Pornai’’ denir… ‘’Porno’’ kelimesi de buradan gelir.

Justinianus kendisinden 14 yaş küçük Theodora ile evlendiğinde aristokratların nefretini ve öfkesini kazanır. Çünkü artık törenlerde, hor gördükleri bu aşağı tabakadan kadının ayaklarını öpmeleri gerekecektir… Theodora ise alt sınıf bir insanın aksine çok kısa sürede saray hayatına uyum sağlayarak, asilzadelerden farksız bir şekilde saray protokolünü benimser…

Theodora, gençliğinde yaşadığı zorluklar nedeniyle kadınlara ve yoksullara her daim sahip çıkar. Kadınlara ayrıcalıklar tanır, yetim çocuklara sahip çıkar, yoksulları doyurması için kocası Justinianus’u sürekli teşvik eder. Hatta Justinianus’un kendisine verdiği malikâneyi bir manastıra çevirir ve kötü yola düşmüş kadınlara burada sahip çıkar.. Zorla fahişelik yaptırmayı yasaklayan bir yasa çıkartır ve hatta bu niyetle satılan kızları satın alıp, özgür bırakarak onlara yeni bir hayat sunar. Genelevleri kapatarak, kadın pazarlamayı yasaklar, tecavüz için ölüm cezası getirir. Aynı zamanda boşanma ve mülk sahibi olma konularında kadın haklarını geliştirir. Bu şekilde Theodora, Doğu Roma’da kadın haklarının geliştirilmesinde büyük rol oynar.

Theodora devlet işlerinde her zaman Justinianus’un yanında olur, devlet konseylerine katılır. Bu nedenle Justinianus Theodora’dan “müzakere ortağım” diye bahseder. Theodora’nın kendi sarayı, kendi özel muhiti ve kendi imparatorluk mührü vardır.

Nika isyanı sırasında isyancılar, eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius’u yeni imparator ilan ederler. Kalabalığı durduramayan Justinianus kaçmak için hazırlıklara başlar.

Bu esnada Theodora inisiyatifi eline alır. Hükümet meclisi toplantısında, Theodora saraydan kaçma fikrine karşı, sürgünde ya da kaçarak yaşamaktansa hükümdar olarak ölmenin önemini vurgulayarak “erguvan rengi pelerinim, en asil kefendir” (Doğru Roma’da imparatorları erguvan renkli bir pelerin giyerlerdi) sözünü söyleyerek Justinianus’un pes edip kaçmasına engel olur.

Theodora, Hükümet Meclisi toplantısında şu ünlü konuşmasını yapar:

"Buraya gelmeden önce çok düşündüm, Biliyorum, bu ölçüde tehlikeli bir durum erkeklerin kendi aralarında konuşup karara varacakları bir husustur. İtiraf etmeliyim ki, olayların bu duruma gelmesi bize şu veya bu şekilde hareket edebilmemiz için fazla alternatif de bırakmamaktadır. Mevcut durum bize, hayatımızı kurtarmak için kaçmaktan başka bir alternatif bırakmasa da bunun düşünülmesi gereken en son husus olduğu kanısındayım. Soğukkanlı ve sağduyu ile düşünürsek, bir adamın ölümden kurtulmak için gördüğü tek ışık bu olsa bile, bir suçlu gibi kaçmak, bir imparator için katlanılamaz bir durumdur. Bana gelince, ben bu erguvan rengi giysim olmadan hiçbir zaman var olmak istemediğim gibi benimle karşılaşan kişilerin bana imparatoriçem diye hitap etmedikleri günü görmek bile istemiyorum."

Theodora, bundan sonra Justinianus'e doğru dönerek şöyle devam eder:

"Bir insan dünyaya geldikten sonra elbet bir gün ölecektir. İmparatorum, kendinizi kurtarmayı düşünüyorsanız, zaten bu zor değil. İşte deniz orada, geminiz orada, hazineniz orada. Ama kaçışınız size ölüm kadar şeref getirmeyecektir... Eskilerin deyimiyle son olarak ben derim ki; erguvan rengi pelerinim, bana en iyi kefen olacaktır...'' (Doğu Roma'da filozoflar gri, doktorlar mavi elbise giyerlerdi. Erguvan rengi oldukça ender bulunan ve pahalı bir renk olduğu için İmparator Diokletianus (244-313) tarafından sadece imparatorluk ailesinin kullanılmasına izin verilmişti. Halktan birisinin bu rengi giymesinin cezası ölümdü.)

Theodora’nın bu kararlı konuşması, Justinianus dâhil herkesi ikna eder. Sonuç olarak Justinianus, generalleri Narses ve Belisarius önderliğindeki kraliyet askerlerini isyancıları bastırarak kırk bine yakın isyancıyı hipodromda yani şimdiki Sultanahmet Meydanı’nda toplatıp hepsini acımasızca katlettirir. Kendi isteğiyle İmparator ilan edilmemiş olmasına rağmen isyancılarca imparator ilan edilen eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius da Theodora’nın ısrarı üzerine öldürülür.

Bu şekilde Justinianus, Theodora sayesinde tahtını kurtarır. Bu olay Theodora’nın saray nezdinde gücünü pekiştirir.

Saray tarihçisi Procopius ise bahsettiğim gibi ‘’Gizli tarih’’ kitabında - Theodora'nın aleyhine olacak şekilde-, Theodora'nın huzuruna çıkacakları saatlerce beklettiğini ve zindanları kendisine muhalif insanlarla doldurduğunu iddia eder. 

Theodora 548 yılında 48 yaşında iken vefat eder. Naaşı Havariyyun Kilisesi'ne gömülür. İstanbul'un Fethi'nden sonra kilise yıkılarak yerine Fatih Camisi yapılır. Fatih Camisi inşasından önce Havariyyun Kilisesi'nden çıkarılan lahitler bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. Ancak bu lahitler içinde Theodora'nın lahitti yoktur. Theodora'nın lahitti kayıptır.

Justinianus, Theodora’nın ölümünden sonra bir daha kimseyle evlenmez…

Theodora, kimi Romalı tarihçiler tarafından cinselliğin ve ihtirasın simgesi olarak görülürken; kimileri tarafından da muhteşem bir var olma mücadelesinin güçlü simgesi olarak tanımlanır. Theodora, Justinyen ile birlikte hüküm sürerken tarihteki en güçlü, en akıllı ve bunun yanında her güçlü ve akıllı kadına yapılageldiği gibi en çok iftira edilen kadınlarından biri haline gelir…

Justinianus'un sonu

Justinianus, 565 yılının 14 Kasım'ında 83 yaşında iken hayata gözlerini yumar. Doğu Ortodoks Hristiyan Kilisesi tarafından bir "aziz" olarak kabul edilen Justinianus'un bu ölüm günü "aziz yortu günü" olarak ilan edilir.  

Justinianus Doğu Roma  İmparatorluğu’nu görünüşte tüm Akdeniz’e hâkim dev bir imparatorluk haline getirdikten sonra öldüğünde arkasında uçsuz bucaksız, fakat bir o kadar da parçalanmaya hazır bir imparatorluk bırakır. Justinianus’un diriltmek istediği Roma İmparatorluk projesi gerçekleşmediği gibi ondan sonra Doğu Roma İmparatorluğu İspanya, İtalya ve Sicilya’daki topraklarını hızla kaybeder.

Justinianus "Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu" (renovatio imperii) tutkunluğu peşinde koşarken bu idealini gerçekleştirmek için halktan ağır vergiler alır. Justinianus öldüğünde geriye görünüşte gücünün doruğunda ancak gerçekte ise tüm kaynakları tüketilmiş, bitirilmiş, çöküşe hazır, yoksul ve aç bir imparatorluk bırakır.  

Sonuç

Justinianus’tan alınacak çooook dersler vardır. Tarihin çöplüğü, Roma İmparatorluğu gibi ölmüş, bitmiş, tarih sahnesinden silinip gitmiş bir imparatorluğu; Justinianus gibi kifayetsiz, muhteris, gücü ile arzuları orantısız ve mevcut gücü ihtiraslarını karşılayamayan imparatorların, hükümdarların, kralların elinde onu yeniden diriltmek, yeniden inşa etmek, yeniden canlandırmak isterken; hesapsız, kitapsız, plansız, programsız girişimleriyle Doğu Roma İmparatorluğu gibi bitmiş, tükenmiş, çökmüş ve yok olmuş imparatorluklar, krallıklar ve devletlerle doludur.

Yani, bu imparatorlar, bu krallar, bu toprakların, binlerce yıllık süren bir tarihin imbiğinden süzerek, damıtarak, tecrübe ederek oluşturdukları atasözünde olduğu gibi Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuşlardır. 

Justinianus zamanında Kafkasya’dan Balkanlara, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya uzanan Doğu Roma İmparatorluğu, bir böğürtlen çalısı gibi yıllar içinde kuruya kuruya, Fatih’in 1453’de fethettiği, tarihi yarımadaya, surların ardına hapsolmuş bir şehir devleti haline gelmişti…

Justinianus’u ve kısmen mirasına sahip olduğumuz Doğu Roma İmparatorluğunu bilmeden, tanımadan ve anlamadan ne günümüz dünyasını tanımak ve anlamak mümkündür ne de gittikçe vahşileşen bu dünyada var olmak ve hayatta kalmak mümkündür.

Türkiye’nin Suriye’ye, Libya’ya askerî müdahaleleri, kırk yıldır bitmeyen Doğu ve Güneydoğudaki askerî operasyonlar, dünyanın en iyi 3. havaalanını kapatıp fuzuli yapılan İstanbul Havaalanı, döviz garantili özel otoyollar, köprüler, havaalanları, şehir hastaneleri, üretime hiçbir katkısı olmayacak olan ve maliyetinin haddi, hududu, hesabı belli olmayan Kanal İstanbul rant projesi, yanlış politikalarla bitirilen tarım ve hayvancılık, yoksullaşan halk, betona ve tüketim merkezlerine dönüştürülen şehirler, tarihin çöplüğüne gitmiş Osmanlı’yı canlandırma girişimi, söylem ve eylemleri, bin odalı saray, 2020 bütçesi sekiz yatırım bakanlığını geçen Diyanet, şişen, obezleşen devlet, ülkemizi ve tüm dünyayı etkileyen Koronavirüs salgınının etkileri anlattığım bu tarihi perspektif içerisinde değerlendirilmelidir diye düşünüyorum…

Hep yazarım, söylerim ya; tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız diye... ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’ diye… İbn-i Haldun; “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi diye… Mehmet Akif’ ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ derdi diye…

Tabii ki, tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyanlara diyecek bir şeyim yoktur...

Yarından itibaren ben de çağ atlayıp Fatih’e geleyim, Fatih’i anlatayım…

Osman AYDOĞAN

Kaynaklar

Filistin kökenli, ancak Kayseri doğumlu, Justinianus döneminde yapılan savaşlarda General Belisarius'a eşlik etmiş ve antik dünyanın son büyük tarihçisi olarak anılan bir tarihçi vardır: Procopius (Prokopius). Procopius'un yazmaları, İmparator Justinianus’un hükümdarlığının ana bilgi kaynaklarıdır. Procopius, Justinianus'un yaptığı savaşları anlatan methiye şeklinde sekiz tarih kitabı ve Justinianus'un İmparatorluk'ta yaptıklarını anlattığı ‘’Gizli Tarih’’ (Yunanca: Anekdota) isimli bir kitabı vardır. Bu kitapta Procopius, yazdığı "resmi tarih"e dâhil edemediği skandalları anlatır. Procopius, bu eserde daha önce yazdıklarının aksine Justinianus’u gaddar, kendini beğenmiş ve becerisiz bir yönetici olarak gösterir ve Justinian ve Theodora hakkında yazdıkları resmi tarihinin tam tersi iddialarla bulunur.

İlginç olan Türkçeye Procopius’in Justinianus'un yaptığı savaşları anlatan sekiz tarih kitabının değil de Justinianus'un İmparatorluk'ta yaptıklarını anlattığı ‘’Gizli Tarih’’ kitabının çevrilmiş olmasıdır. (Prokopius, Bizans’ın Gizli Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017, Çev. Orhan Duru)

Aynı dönemde yaşamış olan Efesli İoannes'in tarih eseri günümüze kadar gelmemiştir ama yazma nüshaları kaybolmadan önce daha sonraki kronikçi-tarihçiler için birçok ek ayrıntı sağladığı için Justinianus dönemi için önemli bir kaynak oluşturur.  Justinianus dönemi için diğer birincil tarih kaynakları "Agathias Tarihi", "Menander Protector Tarihi", "İohannes Malalas Tarihi", "Paschal Kronikleri", "Marcellinus Comes Kronikleri" ve "Tunnunalı Victor Kronikleri"dir. Bu eserlerin ne yazık ki hiçbirisi Türkçeye çevrilmemiştir.

Justinianus’un bu dönemini anlayabilmek için Türkçe yazılmış iki kitabı önerebilirim. Bu iki kitabın yazarı da Bizans uzmanı Raci Dikici’dir. Raci Dikici’nin Bizans konusunda bu güne kadar sekiz kitabı yayınlanmıştır. Bunlardan benim önereceğim iki kitabından birinci kitabı “Bizans İmparatorluğu Tarihi’’ (Remzi Kitabevi, 2013) diğeri ise “Theodora” (Remzi Kitabevi, 2016) isimli kitabıdır. Bu iki kitabın ayrıca İngilizce baskıları da yapılmıştır.

Ünlü İngiliz tarihçisi Edward Gibbon'un (1713-1794) başyapıtı olan beş ciltlik  "Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi" isimli kitabı bu konudaki en temel eserdir. Bu kitabın ilk üç cildi Batı Roma İmparatorluğu’nu (BFS Yayınları, 1987-1988), son iki cildi de Doğu Roma İmparatorluğu’nu (Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 1995) anlatır. Ancak bu kitapların yeni baskısı uzun süredir yapılmamıştı ve eski baskıları da ne yazık ki sahaflarda dahi bulunmuyordu… Bu kitap ‘’İndie’’ Yayınevi tarafından 2019 yılında dört cilt olarak yeniden basımı yapılmıştır. Meraklıysanız tükenmeden sahip olun derim…

Justinianus ve Theodara hakkında yazılan kitaplar konusunda ilginç bir durum vardır. Gerek Türkiye’de ve gerekse de Avrupa’da Theodora hakkında yazılan kitap sayısı Justinianus hakkında yazılanlardan daha fazladır. Bunun nedeni ise Theodora’nın ilginç hayat hikâyesi ve kişiliğidir.

 




Bir böğürtlen çalısı olarak döngüsel tarih

25 Mayıs 2020

İstanbul’un fethinde tam tamına dört koca gün kaldı… Tabii ki şimdiden itibaren değil. Tam tamına 567 yıl önce bugün 25 Mayıs 1453’den itibaren… 567 yıl önce bugün kuşatmanın 50. günüdür… Dört gün sonra da kuşatmanın 54. günü şehir düşecektir…

Bir hamaset öğretisi olarak tarih

Şimdiden haber verirdim ben eğer Korona nedeniyle kısıtlamalar olmasaydı hamaset nutuklarını, surlara atılan naraları, sur tepelerinde sallanan Osmanlı sancaklarını…

Bizim tarih yazıcılığımız ve tarih öğretimiz ne yazık ki hamaset üzerine kurulmuştur, tarihten ders almak üzere değil… Hamaset çok tehlikeli, âdete zehirli bir kavramdır. Eğe bir nesil tarihi ile övünüyorsa o nesil hiç de tarihine layık bir nesil değildir. Toplumsal gelişimin temel esası ‘’neslin ecdadı ile övünmesi değil, ecdadın o nesil ile o torunlarla övünmesidir’’…

Bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar.

‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran. Derdi ki Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’ Bugüne iyi bakamayanlar, bugünü iyi olamayanlar bir aciz gibi, bir meczup gibi düne sığınırlar. Dünleri yoksa da sığınılacak bir dün yaratırlar. Tıpkı TV’lerde yayınlanan gerçek tarihle hiçbir ilgisi olmayan diziler gibi…

İngiliz tarihçi ve yazar Eric Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ isimli güzel bir kitabı var. (Agora Kitaplığı, 2009) Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (s. 6-7): “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”

Hobsbawm hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş.

Kant'ın en çok değer verdiği öğrencisi olan Alman filozof ve düşünür Arthur Schopenhauer’in (1788 – 1860) şöyle bir sözü vardı:

‘’En ucuz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanların paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu milliyetinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her yoksul kişi gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu milliyeti ile gurur duyar. Bu noktada insan milli gururda güç bulur ve ondaki tüm hata ve eksiklikleri var gücüyle savunur.’’

(''Die Wohlfeilste Art des Stolzes hingegen ist der Nationalstolz. Denn er verrät in dem damit Behafteten den Mangel an individuellen Eigenschaften, auf die er stolz sein könnte, indem er sonst nicht zu dem greifen würde, was er mit so vielen Millionen teilt. Wer bedeutende persönliche Vorzüge besitzt, wird vielmehr die Fehler seiner eigenen Nation, da er sie beständig vor Augen hat, am deutlichsten erkennen. Aber jeder erbärmliche Tropf, der nichts in der Welt hat, darauf er stolz sein könnte, ergreift das letzte Mittel, auf die Nation, der er gerade angehört, stolz zu sein. Hieran erholt er sich und ist nun dankbarlich bereit, alle Fehler und Torheiten, die ihr eigen sind, mit Händen und Füßen zu verteidigen.'' Arthur Schopenhauer, ‘’Aphorismen zur Lebensweisheit’’, Nikol, 2010, s. 360)

Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur. Bu yanlışlarımız ve eksikliklerimiz bir değirmenin taşları gibi arasına alıp öğütüyor bizi… Ne yazık ki farkında değiliz… Tarih konusu da böyle... Tarihi; rasyonel, metodik ve analitik olarak inceleyip ders alınacak bir bilim dalı olarak değil de bir hamaset aracı olarak kullanıyoruz. Hal böyle olunca Schopenhauer’in sözüne şüpheyle, kaygıyla, endişeyle yaklaşıyoruz…

Tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız... Bu konuda sürekli örnekler veririm. ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’ diye… İbn-i Haldun Mukaddime’sinde (Dergah Yayınları, 2013), “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi diye… Mehmet Akif’in ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ derdi diye…

Tarihi böylesine anlamaz isek; tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışan bir nesil yetiştirmiş oluruz…

Braudel’in tarih tezi

Bu noktada tarihe farklı bir perspektif içerisinden bakan benim geç keşfettiğim bir Fransız tarihçi Fernand Braudel’e  yer vermek istiyorum..

Fernand Braudel (1902– 1985) bir coğrafyacı olmasına rağmen, tarih biliminde neredeyse devrim yaratan bir ekolün, en ünlü temsilcilerinden birisidir. Braudel’e göre zamanın hızı gerek mekândan mekâna gerekse hangi zaman türünden bahsedildiğiyle ilgili olarak farklılık gösterir.  Braudel’in kastettiği mekân Akdeniz’dir… Özellikle Doğu Akdeniz’dir…  (Braudel, ‘’Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ’’ Metis Yayıncılık - Tarih Toplum Felsefe Dizisi, 2016) Braudel’in anlattığı Doğu Akdeniz’de sabit bir zaman sınırı da yoktur. Braudel’e göre dünyanın bir başka mekânı bir başka tarihi yaşarken Doğu Akdeniz Ortaçağ’ı yaşıyor olabilir.

Braudel’in bu görüşünü Alev Alatlı hiç Braudel ismini zikretmeksizin basitçe şu şekilde formüle eder: ‘’Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e ‘zıpçıktı astrolog’ diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Ey, Oğul! Bir şeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır.’’

Son yıllardaki Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki gelişmeler; ABD'nin Ortadoğu'da bitmeyen müdahaleleri, Irak, İran ve Suriye’deki olaylar, Türkiye’nin Suriye’ye askerî harekâtı ve Libya’ya asker göndermesi, 3. İstanbul Havaalanı, Kanal İstanbul, Yeni Osmanlıcılık söylemleri ve politikaları hep bu tarihi perspektif içerisinde değerlendirilmelidir diye düşünüyorum…

Bir devlet nasıl yıkılır?

Yazıma Fatih ile başladım… Fatih, 567 yıl önce bugün 25 Mayıs 1453’de İstanbul’u fethetmek için gün sayıyordu… Ama şunu pek bilmeyiz: Fatih nasıl bir İstanbul’u fethetti? Koskoca Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti nasıl oldu da bir Türk beyliği tarafından fethedilecek hale geldi…

Bir devlet nasıl yıkılır? Kısaca iki düşünürün görüşlerine yer vermek istiyorum.

İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde şöyle bir tez ortaya atardı:

''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde dile getirdiği bu tezinde devletin çöküşü esnasında beş aşamanın bulunduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu aşamaları da şu şekilde sıralar: Zafer, istibdat, ferağ (istirahat, dinlenme), müsâlemet (huzur, barış) ve israf. Devletlerin geçirdiği bu beş aşama Batı’nın doğrusal tarih anlayışının aksine ve Braudel’in tezi gibi döngüsel olarak her 20 – 25 yılda bir devam eder.

Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) şöyle der:

‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’

Bir ‘’Böğürtlen Çalısı’’ olarak Doğu Roma

Doğu Roma’nın nasıl yıkıldığını, Fatih’in 567 yıl önce tarih sahnesinden sildiği Doğu Roma İmparatorluğunun nasıl bu hale düştüğünü; Braudel’in fikrinden, İbn-i Haldun’un, Thomas Hobbes’un ve Alatlı’nin örneklerinden yola çıkarak; bir ‘’Böğürtlen Çalısı’’nı, yani Doğu Roma’dan bir kesit alarak, Doğu Roma’nın en muhteşem imparatoru Justianianus'u ve onun Roma imparatorluğunu dirilme çabalarını ve sonuçlarını anlatmak istiyorum... Daha sonra Fatih’i anlatmak istiyorum… Bakalım üzerinde yaşadığımız bu coğrafya ve onun tarihi bize bu sefer neler söyler?

Yarından itibaren İstanbul’un fethine kadar buyurun bir dizi tarih yazısına…

Osman AYDOĞAN



Her gününüz bayram gibi olsun, bayramınız da mutlu olsun.

23 Mayıs 2020

Bugün Ramazan ayının son günü ve arife günüdür. Hicri takvime göre onuncu ay olan Şevval ayının ilk üç günü de bayramdır. Arapça ismi ‘’Ayd-ül Fitr’’dır. Farsçada da aynıdır. ’’Ayd’’ Arapça bayram demektir. ‘’Fitr’’ ise fıtır sadakası ya da fitre olarak bilinen oruç tutamayacak durumdaki Müslümanların verdiği sadakadır. Şükür sadakası olarak da bilinir. Bütün Arap ülkelerinde ve İran’da bu bayram ‘’Ayd-ül Fitr’’ olarak kutlanır. “Ayd-ül Edhâ” da “Kurban Bayramı’’dır.

Osmanlı ve Cumhuriyette 1981 yılına kadar kutlanan ‘’Şeker Bayramı’’

Eski Türkçe’de “şükür” ve “şeker” kelimeleri Arap harfleriyle aynı şekilde (şkr) yazıldığı için okunmakta olan bir metinde ‘’şükür’’ün mü yoksa ‘’şeker’’in mi kastedildiği cümlenin gelişinden anlaşılırdı. Aslı “Şükür Bayramı” olan ifade, zamanla işte bu aynı yazılıştan kaynaklanan okuma hatası yüzünden “Şeker Bayramı” halini almış ve Osmanlı’nın tüm zamanlarında ve Cumhuriyet döneminde ‘’Şeker Bayramı’’ olarak kutlanmıştır. 1935 tarihli ‘’Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’’ ile de bu bayram “Şeker Bayramı” olarak tescillenir.  

Gelelim günümüze…

Kelimenin gücü

Dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler. Mitolojide ise ‘’sözcük’’ (kelime) ; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.

Ayrıca ‘’kelimeler’’ muktedirlerin eylemlerini kapatmak için de kullanılır. İkinci Dünya Savaşında Almanlar toplama kamplarını ‘’Die Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgür kılar) sözcükleriyle dünya çapında bir katliamın üzerini örtmüşlerdi. Bir ‘’fıtrat’’ (*) diyorsunuz ihmalin, tedbirsizliğin sonucu toprak altında bıraktığınız 301 madencinin üstünü bir daha örtüyorsunuz. Bir ‘’Barış harekâtı’’ diyorsunuz savaşın üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’demokrasi getireceğiz’’ diyorsunuz işgalin (ABD’nin Irak’ı işgali) üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’ileri demokrasi’’ diyorsunuz he türlü otoriter yönetimin, antidemokratik uygulamanın üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’külliye’’ diyorsunuz bin odalı bir israf sarayının üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’Orta Asya’’ diyorsunuz üç bin yıllık Türk yurdu (Türkistan) ile olan bağı koparıyorsunuz… Bir ‘’istikşaf’’ kelimesi ile sonuçlarını beğenmediğiniz bir seçimi tekrarlayabiliyorsunuz… Bir ‘’şehit’’ diyorsunuz sakat yapılan binanın çökmesiyle 15 vatandaşın ölümündeki ihmalinizin, denetimsizliğinizin, sorumluluğunuzun üstünü örtüyorsunuz… Bu listeyi uzatmak mümkün… Onun için derdi bir Yunan atasözü: ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’

1981 yılında çıkarılan kanunla adı değiştirilen Bayram...

İşte bu nedenlerle otoriter yönetimlerde de sözcüklerin içeriğine ve ne anlama geldiğine de güç sahipleri karar vermektedirler. Böyle olduğu için yüz yılların “Şeker Bayramı” 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, ABD hatırına ihtiyaç duyulan ‘’Yeşil Kuşak’’ için 17 Mart 1981 tarihinde çıkarılan 2429 sayılı “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Yasa” ile “Ramazan Bayramı” yapılmıştır. (2429 sayılı bu yasa 1935 yılındaki kanunun özünü aynen korunmakla beraber bu kanunla ‘’Şeker Bayramı’’nın adı ‘’Ramazan Bayramı’’ olarak değiştirilmiştir.)

Ramazan Bayramı Kur’anda geçmez. Hiçbir hadiste de ‘’Ramazan Bayramı’’ diye bir ifade yoktur. Hiçbir İslam Arap ülkesinde ‘’Ramazan Bayramı’’ diye kutlanmaz. Bizden başka da ‘’Ramazan Bayramı’’ olarak kutlayan Müslüman da yoktur. Bize özgüdür dini kavramları siyasete alet edip kanunla belirlemek. Bu gidişle yarın bir başka iktidar gelir, bir başka kanun çıkarır ve bir başka adla kutlanmasını isterse ne olacak?

Burada bir başka bilgisizlik daha vardır. İbnü’l Arabî ''Ramazan'' isminin Allah’ın ‘’Esma-i Hüsna’’sından (güzel isimlerinden) bir isim olduğunu ifade eder. Bu sebeple Ramazan ayı kastedilirken ‘’Ramazan geldi’’ yerine “Ramazan ayı geldi” denilmelidir. Aynı şekilde eğer bayramı kastediyorsanız ve kelime olarak illa ‘’Ramazan’’ı kullanacaksanız bari ‘’Ramazan Ayı Bayramı’’ deseydiniz... Ne yapalım, bu kadar inceliği nereden bilelim değil mi?

Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandı…

Mehmet Âkif Ersoy’un ‘’Bayram’’ isimli şirinin ilk kıtası şöyle başlardı: ‘’Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır; Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!’’ Burada geçen ‘’şetâretli’’ sözcüğü Osmanlıcada ‘’neşeli, şen, cıvıl cıvıl’’ demekti. Benim yaşımdaki arkadaşlarım çocukluğumuzun o zaman adı ‘’Şeker Bayramı’’ olan bayramın ne şetâretli bir bayram olduğunu hatırlarlar. Şimdi ey muktedirler, ‘’Şeker’’ ismini kaldırıp yerine ‘’Ramazan’’ı koydunuz. Osmanlıya öykünürsünüz ama Osmanlıdan kalan gelenek; büyükleri ziyaret bitti, meddahlar gitti, Karagöz Hacivat gitti, yerine “erkân”a uymayıp “ekran”a itibar eden, mâbetten medyaya transfer olan, bir “pop-star”a dönüşen ağlak medyatik hocalara, İslamiyet’le, dinle hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplara, bir anlamsız matem havasına bıraktınız. Çocukluğumuzun şetâretli Ramazan ayını ve Şeker Bayramını bir hüzne, bir kasvete, bir kedere, bir matem havasına soktunuz. Şimdi şetâret mi kaldı?…

Nasıl adlandırıyorsa adlandırılsın, adından ziyada mânası önemlidir diye düşünüyordum ama bayramın da bayramlık hali kalmadı zaten.

Günümüzde bayramlar

21. yüzyılda İslam coğrafyasına, Afganistan'a, Irak'a, Libya'ya, Suriye'ye, Yemen’e yapılan Haçlı Seferleri, bu seferlerin sözde Müslüman işbirlikçileri, birbirinin gırtlağını boğazlayan, birbirinin ayaklarının altını oyan sözde Müslümanlar, gelecekteki muhtemel bir Şii-Sünni çatışmasının ayak sesleri, imkân bulanların küffar diyarlarına iltica etmeye çalıştığı, imkân bulamayanların ise birbirini boğazlamaya çalıştığı, sefalet ve kan deryası içinde yüzdüğü, bir mezbahaneye dönen İslam dünyası, Arapların aşiret kavgalarına balıklama dalan yönetimler, gafletin, dalaletin, tedbirsizliğin, ihmalin ve ihanetin sonucu art arda gelen kazalarda yitirilen yüzlerce canlar, kadın ve çocuk cinayetleri, sübyan tecavüzleri, tinerciler, bonzaiciler, memleketin her köşe başını tutmuş dilenen Suriyeli Müslüman mülteciler, neredeyse hemen hemen her gün gelen asker şehadet haberleri, çiğnenen hukuk, ırzına geçilen adalet, TV’lerde alenen yapılan iç savaş çığırtkanlıkları, açıklanan katliam listeleri, kız öğrencilerine alenen sarkan üniversite dekanları, evlilik maskesi adı altında 12-15 yaşlarındaki kız çocuklarına tecavüzü savunan profesörler, kamuya açık kürsülerde toplumu bölecek şekilde kinden, nefretten, garezden, hasedden bahseden, kem sözleri dillerinden hiç mi hiç eksik etmeyen hatipler, siyasetçiler, çöp kutularında rızık toplayan insanlar, vb. haberler kutlanacak ne bayram bıraktı ne de şetâret.

Bu şartlar altında bayrama ''Ramazan Bayramı'' deseniz ne olacaaaak, ''Şeker Bayramı'' demeseniz ne olacaaak? Daha da ötesi; bu şartlar altında hangi yüzle, hangi hakla, neyin bayramını kutlayacaksınız ki?

Eskiler zaman zaman derdi zaten: “El, ayd-ü ekber eyledi. Biz matem eyledik.” (Ayd-ü ekber: Büyük bayram) El, bu şartlar altındaki İslam dünyasının haline bakarak ayd-ü ekber eyliyor... Gerçek bayramı el yapıyor... Düşünen beyinlere, hisseden yüreklere, hassas ruhlara ise matem eylemek kalıyor...

Bayramınız kutlu olsun

Siz bakmayın benim böyle karamsar yazdığıma... Ben zaten hep böyleyimdir... Bu sayfanın (Şehriyar) bütünü zaten matemdir, bir feryâd, bir figândır.... Maksadım bayramı kutlamak... Malum, salgın nedeniyle her şeyin uzaktanı yapılıyor artık, ''uzaktan eğitim'' gibi... Madem eski zamanlara gittim, şekerden, şetâretten, ayd-ü ekber'den bahsettim. Ben de bayramı ''uzaktan'' eskiler gibi kutlayayım o zaman:

''Rûzun hemîşe ıyd ola, ıydin saîd ola…'' (Her günün bayram olsun, bayramın da mutlu olsun.)

Bayramınızı kutlar, her gününüzün bayram gibi olmasını, bayramınızın da mutlu, huzurlu ve şetâretli olmasını dilerim…

Osman AYDOĞAN

(*) Fıtrat; Yüce Allah’ın doğuştan, yaratılıştan canlılara kattığı özelliktir. ‘’Kedinin fıtratında tırmalamak vardır’’ diyebilirsiniz. ‘’Akrebin fıtratında sokmak vardır’’ diyebilirsiniz. ‘’İnsanın fıtratında nankörlük vardır’’ diyebilirsiniz. Ama ‘’Karayollarının fıtratında kaza vardır’’ diyemezsiniz. Ama ‘’Madenciliğin fıtratında göçük vardır’’ diyemezsiniz. Yani kendi kusurunuzu, kendi kabahatinizi, kendi ihmalinizi, kendi tedbirsizliğinizi Yüce Allah'a yükleyemezsiniz!



Halife El Memûn

22 Mayıs 2020

Abbasi Devleti’nin en güçlü ve en bilinen halifesi olan Harun Reşid’in dönemine ait çok hikâye vardır. Bunlardan Behlül Dânâ’yı geçen hafta ve Bermekîleri de dün bu sayfada anlatmıştım…

Bugünkü hikâyem de Harun Reşid'in oğlu Halife El Memûn ile ilgili...

Ancak bu hikâyeyi anlatmadan önce bu hikâyenin kahramanı Halife El Memûn’u kısaca anlatmam, tanıtmam lazım ki hikâyenin ağırlığı artsın diye düşünüyorum. 

Halife El Memûn

Türkçe’de El Memûn hakkında yazılmış çok az kitap varsa da güvenilir kaynak olarak biz yine İslam Ansiklopedisi'ne (C.29, s.101-104, Prof. Dr. Nahide Bozkurt) başvuralım. Oradan da özetle ve eklemelerle şu bilgiyi aktarayım:

El Memûn (Tam Adı: Ebû `Abbâs el-Memûn Abdullâh bin Hârûn Reşîd) (786 – 833)  786 yılında Bağdat yakınlarındaki Harun Reşit'in 11 erkek oğlundan birincisi olarak dünyaya gelir. 809'da babaları Hârûn Reşîd'den sonra Abbâsî Hâlifesi ilan edilen kardeşi Emin'e karşı yaptığı bir iç savaştan sonra 813'de onu halifelik tahtından indirerek idam edilmesinden sonra 813-833 yılları arasında 7. Abbasi halifesi olarak hüküm sürer. 833 yılında Tarsus yakınlarında 48 yaşındayken ölür.. İlk Abbâsî halifelerinin mezar yerleri saklanmakla beraber Memûn'un Tarsus'ta gömüldüğü rivayet edilir…

El Memûn sıradan bir halife değildir.

El Memûn, doğa bilimlerine büyük bir ilgi duyar ve doğa bilimlerini savunur… Akıl ile bağdaşmayan, duyularla kanıtlamayan şeylerin gerçekliğine inanılmaması gerektiğini söyler.

El Memûn, işte bu düşünceyle Bağdat'ta ‘’Beyt'ül Hikme’’ adında bir bilim merkezi açar...  ‘’Beyt'ül Hikme’’ hem bir bilim evi, hem bir rasathane, hem çevirilerin yapıldığı bir merkez, hem de bir kütüphanedir. Bu kütüphanede bir milyon civarında kitabın olduğu rivayet edilir. O dönemde Bağdat’ta 36 resmi kütüphanenin yanında çok sayıda özel kütüphanenin bulunduğu ve Bağdat’ta entelektüel seviyede kitap okuyanların sayısının yaklaşık şehrin nüfusunun üçte biri kadar olduğu söylenir. El Memûn, burada bilim adamları ile buluşup fikirlerini yarıştırır… El Memûn kendi sentezini tüm fikirleri dinledikten sonra oluşturur…

El Memûn Bağdat’ı bilimin bir merkezi haline getirir. Matematik, gökbilim, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış Fars bilim insanı El Hârizmî’yi Bağdat’a davet ederek ona kol kanat gerer. Çünkü bu dönemde alimler için en kutsal ilim Matematik'ti.

El Memûn, Bizansın felsefe, mantık ve matematik bilgini ve gerçek bir Rönesans insanı olan Bizanslı düşünür Leo’yu Bizans İmparatorundan kendilerine bir şeyler öğretebilmesi için bir süre yanlarına yollamasını ister. Karşılığında elli kilo altın ve süresiz barış önerir. Bizans imparatoru 3. Michael'a karşı zafer kazandığında, savaş tazminatı olarak para ve altın yerine eski el yazmalarını talep eder… Bu dönemde felsefe, hendese, mûsiki ve tıp alanlarında yazılmış eserleri getirmeleri için İstanbul’a heyetler gönderir. Bizans’tan getirilen eserler arasında Platon (Eflâtun), Aristo, Hipokrat, Galenos (Câlînûs), Öklid (Euclides) ve Batlamyus gibi filozof ve tabiat bilimcilerine ait olanları da vardır. Getirilen bu eserler Arapça ‘ya çevrilir. Baş çevirmenliğini yapan Suriyeli Hristiyan’a Arapçaya çevirdiği eser başına, kitabin ağırlığı kadar altın verdiği rivayet edilir...

El Memûn, sadece Bizans’tan değil İran, Mısır, Hindistan, Afrika ve Çin başta olmak üzere Dünya'nın çeşitli bölgelerinden bilginleri ve kitapları Bağdat'a getirtir. Bu şekilde dünya'nın her yerinden Bağdat'a akın eden bilginler gelir.

El Memûn, Horasan’dan vali iken tanıdığı ve Memûn'un dostluğunu kazanan Musa bin Şakir'in oğulları olan Beni Musa Kardeşler'i (Muhammed, Ahmed, Hasan kardeşler) El Hârizmî ile beraber astronomi çalışmalarına yönlendirir. El Memûn, bu üç kardeşi Eratosthenes ve diğer Antik Yunan bilimcilerinin yaptığı ölçümleri doğrulamak üzere Dünya'nın çevresini ölçmekle görevlendirir. Dünya'nın çevresini ölçen Beni Musa Kardeşler, sonucu 24.000 mil olarak bulurlar. (Bugünkü ölçümlerin sonucu 24.092 mildir) Yine aynı ekip iki ölçü ekibiyle bir noktada kutup yıldız yüksekliğini ölçerek dünyanın yarıçapını 6595 km olarak tespit ederler. (Bugünkü ölçümlerin sonucu dünyanın yarıçapı r=6371 km'dir.

Cennet ve Cehennemi bir kavram olarak gören El Memûn, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü ayet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlayan ve bu yorumlarında akla öncelik veren ve akılcı bir mezhep olan Mutezile’yi, akılcılığı ve özgür iradeyi savunur ve bu düşünceler halk arasında yaygınlaştırmayı amaç edinir… El Memûn, bu düşüncelerini halka benimsetmeye çabaladığından da her zaman olduğu gibi ve doğal olarak Sünni ulema ile arası bozulur…

Gelecekteki ideal toplumun ancak bilim ve akılcılıkla oluşturulabileceğine inanan ve bu uğurda çaba gösteren El Memûn'u tarihçiler âlim, filozof, zeki, ilme değer veren bir hükümdar olarak nitelendirirler ve El Memûn’un saltanat devrini de İslam tarihinin en parlak dönemlerinden biri olarak gösterirler.

El Memûn'dan sonra Abbasiler

Girişte bahsettiğim gibi El Memûn 833 yılında Tarsus yakınlarında 48 yaşındayken ölür. El Memûn ölüm yatağında yatarken bir buyruk hazırlatarak yerine kardeşi olan Ebu İshak'ın Mutasım adıyla halife olmasını ister ve ölünce yerine halifeliğe Mutasım geçer.

Mutasim'in hilafeti sırasında Abbasi imparatorluğunun bölünmeye başlar. Irak ve Suriye Arap olarak karakterini korur ancak Horasan ve kuzey doğu gittikçe İranlı karakteri almaya başlar.

Mutasım’ın yerine geçen oğlu Vâsık’ın (842-847) ölümünden sonra Abbâsî Devleti parçalanma sürecine girer.  Abbâsî toprakları üzerinde yirmiye yakın devlet ve beylikler kurulur….

İran'da hüküm süren Büveyhiler, 945'te Bağdat'a egemen olurlar. Bundan sonra Abbâsî halifeleri Büveyhilerin izniyle başta kalabildiler. Halife Kâim'in (1031-1075) çağrısı üzerine Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul, 1031 yılında Büveyhileri Bağdat'tan çıkardı ve Abbâsîlere yeniden saygınlık kazandırır…

Ne var ki Abbâsîler bu tarihten sonra hiçbir zaman eski askeri güçlerine ulaşamazlar… Mustazhir dönemindeki Haçlı Seferleri karşı başarılı olamazlar. Büyük Selçuklu Devleti'nin parçalanmasıyla birlikte Abbâsîler yeniden gücünü yitirirler..

Hazin son

Moğol hükümdarı Hülagü'nün ordusu 10 Şubat 1258'de halifeliğin başkenti Bağdat’ı ele geçirir ve Bağdat Moğollar tarafından yağmalanır…

Bağdat'ın işgali, İslam tarihinin en yıkıcı olaylarından birisidir… Şehrin düşüşünü Moğol katliamı takip eder. 200 bin ile bir milyon arasında Müslüman nüfus katledilir. Yalnızca şehirdeki Hristiyan nüfusunun canı bağışlanır. 

‘’Beyt'ül Hikme’’ yerle bir edilir… Burada bulunan kitaplar Dicle Nehri'ne atılır. Yüzlerce yıllık bu eserlerden akan mürekkep nehrin suyunu siyaha bular… Dicle nehri aylarca siyah renkte akar… Matematik, fen, coğrafya, astronomi, tarih, ilahiyat ve fıkıh ile ilgili binlerce eser sonsuza dek kaybolur... 

Bağdat'ın yok edilmesinin, bir şehrin işgalinden daha fazla bir karşılığı vardır. Bu, aynı zamanda İslam Dünyası'nın hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak olan siyasi, kültürel ve dini merkezinin yok edilmesi anlamına da geliyordu...

Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985)’e göre 13. yüzyıldaki İslam dünyasına yönelik bu Moğol istilası sadece Bağdat’la sınırlı kalmaz, İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Yani Braudel bizim bildiğimiz kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…  

827 yılında gerçekleşen akla dayalı, bilimci bu devrim İslam topraklarında bir daha yaşanmaz. Ancak bir benzeri 1100 yıl sonra Türkiye’de Atatürk devrimleri ile görülürse de Atatürk’ten sonra gelenler tıpkı Moğolların yaptıkları gibi bu medeniyeti tahrip ederler… Bu coğrafyada günümüzde artık TV'lerde açık açık bilim yerine, komşular nasıl fişlenip öldürülür, komşuların eşleri kızları nasıl sahiplenilir, 12-15 yaşındaki kız çocukların evlilik maskesi adı altında nasıl ırzına geçilir, Kur’an kurslarına bir tuğla koyarak nasıl cennete gidilir, depremler, salgın hastalıklar Tanrı’ya ve bir grup insana nasıl bağlanır vb. konular tartışılmaktadır… Derdi zaten Fernand Braudel; ‘’Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz… Tarih her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzer. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Kimi medeniyet yükselirken, kimi çiçeğe durmakta, bir diğeri gerilemekte, beriki çökmektedir.’’

Ayyy!... Pardon... Ben unuttum... Tarih denince daldııııım gittim. Ben El Memûn’un bir hikâyesini anlatacaktım değil mi?

Halife El Memûn ve at

Bağdat Halifesi El Memûn atlara çok meraklıydı. Büyük bir hara kurmuş, değerli atlar yetiştiriyor, başkalarının yetiştirdiği atları da alıyordu. Bir gün çok güzel bir Arap atı getirdiler, El Memûn atı görür görmez hayran kaldı, oldukça yüklü bir para verip satın aldı. Artık hep bu ata biniyordu.

At o kadar güzel ve alımlıydı ki, bütün Bağdat atı izliyor, konuşuyordu. Bağdat'ın varlıklı ve etkili kişilerinden biri olan Ömer de at seviyordu ve El Memûn'un atına tam anlamıyla kafayı takmıştı. Önce gitti, ödediği paranın iki katını önerdi, ama ret cevabı aldı. Üç katını önerdi, El Memûn'un cevabı yine "hayır" oldu. Atını seviyordu ve satmayı kesinlikle düşünmüyordu. Ömer ise bu atı ele geçirmekten başka bir şey düşünmüyordu.

Bir gün halifenin tek başına şehir dışına çıkacağını öğrendi Ömer. Bir plan yaptı. Halife şehir dışında atının üzerinde keyifle ilerlerken yolun kenarında eski püskü giysiler içinde, yüzü sarılı, hasta gibi kıvrılmış bir dilenci gördü.

El Memûn iyi biriydi, aslında Ömer'den başkası olmayan dilenciyi o halde görünce üzüldü, atından indi, yanına gitti. "Haydi, gel" dedi, "Yakında bir saray var, seni oraya götüreyim, yedirsinler, içirsinler, derdine baksınlar..." Dilenci titrek bir sesle "Sağolun efendim, ama günlerden beri ağzıma bir şey koymadım, yürüyecek takatim yok" diye cevap verdi. Bunun üzerine halife dilencinin koluna girdi, onu kaldırdı ve atının üzerine oturttu. Titrek dilenci oturur oturmaz dirildi, dikildi ve atı mahmuzlayıp koşturmaya başladı.

El Memûn o anda dilencinin atını almak için uğraşan Ömer olduğunu anladı ve arkasından koşarak durması için bağırmaya başladı. Ömer bir süre daha atı koşturduktan sonra arkasından koşmaya devam eden El Memûn'un "Dur, sadece bir şey söylemek istiyorum" diye bağırdığını duydu. Merak etti ve uygun bir mesafede atı durdurdu.

El Memûn önce biraz soluklandı sonra konuşmaya başladı: "Atımı çaldın, şu anda seni durduramam, elimden bir şey gelmez. Ama senden önemli bir şey istiyorum. Atım sende kalsın ve istediğimi yaparsan geri almak için de herhangi bir şey yapmayacağım." "Nedir isteğin?" diye sordu Ömer.

"Atımı nasıl, hangi kurnazlıkla ele geçirdiğini sakın kimseye anlatma, bu olay ikimizin arasında sır olarak kalsın." diye cevap verdi El Memûn. Ömer şaşırdı, "Neden?" diye sordu. ‘’ İtibarının sarsılmasında mı korkoyursun?’’ "Hayır’’ dedi El Memûn ve anlattı: ‘’Ondan korkmuyorum. Sen bu olayı anlatırsan bu olayı bütün Bağdat, hatta çevre şehirlerdekiler bile duyar. Başkaları da seninle aynı kurnazlığı yapmaya kalkar. Ama asıl kötülük yol kenarında bekleyen hasta ve fakir insanlara olur. Korkum şu ki; bu olayı duyanlardan hiçbiri artık yol kenarında bekleyen aç ve hasta insanlara yardım etmek için durmaz. Hatta benim başıma gelen onların da başına gelmesin diye hızlanıp, geçer giderler..." 

Hikâye bu kadar...

Gelelim bu kıssadan (hikâyeden) çıkarılacak hisseye!

Günümüzde Halife El Memûn'un değil de Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda giderek; Hüda'yı, Settar'ı, Rezzak'ı dilde sakız, gönülde nâkıs edenler; yüce dinimizi siyasetlerine alet edenler; Hak'kı, hakkı, hukuku ve adalati katlederek İslamın ahlâk boyutunu unutup İslamı sadece ibadet boyutuna indirgeyenler ve o ibadetleri de gösterişe, lükse, israfa ve sefahate dönüştürenler; cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar ve bu sapıklıklarını da İslama bağlayanlar; haramı, kul hakkı yemeği, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmayı, hırsızlık, yolsuzluk, kumpas, fitne, riya, yalan, dolan, namussuzluk, tecavüz, lüks, israf, sefahat, kibir, kin ve nefreti sanki İslamda günah değilmiş gibi, hatta hatta İslamın gerekleriymiş gibi algılatanlar; bütün bu olumsuzluklar karşısında sessiz kalanlar; Afganistan’a, Irak’a, Libya’ya ve Suriye’ye karşı yapılan Haçlı Seferlerinde Friedrich Barbarossa’nın müttefiki olanlar ve tüm bunların bir sonucu olarak İslam coğrafyasını insanlarının ülkelerini bırakıp Batı'ya iltica etmeye çalıştığı, kalanların ise birbirini boğazladığı bir mezbahaneye dönüştürenler keşke Müslüman olduklarını, hele hele bizden daha iyi Müslüman olduklarını söylemeselerdi. 

El Memûn gibi benim de benzer korkum şu ki; bunları göre göre, bunları duya duya, bunları yaşaya yaşaya bu gidişle ümmet-i Müslimin İslam'dan, dinden soğuyacak… İşte asıl ben bundan korkarım... Çünkü İslama yapılacak en büyük kötülük budur!

Gençler arasındaki deizm tarışmalarının son zamanlarda neden arttığını zannediyorsunuz ki?

Osman AYDOĞAN




Bekâ sorunu! (2)

21 Mayıs 2020

Abbâsî Devleti’nin en güçlü halifesi olan Harun Reşid’in 786-809 yıllarında halifelik yaptığı döneme ait çok hikâye vardır. Bunlardan Harun Reşid’in kimi kaynaklara göre fikir aldığı kişi olarak tanımlanan Behlül Dânâ’yı bu sayfada geçen hafta anlatmıştım..

Bugün yine Harun Reşid dönemine ait bir başka hikâyeyi anlatacağım ama hikâyenin anlaşılır olması için önce kısa bir Tarih bilgisi vermem gerekiyor…

Berkemîler

Abbâsîler zamanında devlete hâkim olan bir cemaat – pardon bir aile var: Bermekîler. Önce bu cemaati - pardon, önce bu aileyi anlatmak istiyorum. Bu konuda aslında fazla kaynak da yok ancak içlerinde en güvenilir kaynak Türkiye Diyanet Vakfı yayını ''İslâm Ansiklopedisi''dir. (Cilt 5, sayfa: 517) O zaman özetle bu kaynağa gidelim:

‘’Bermek’’ sözcüğü, Belh'deki Budha’cı Nevbahar tapınağının başrahibine verilen unvandır. Bermek, işte bu ailenin kurucusu, saptanabilen en eski üyesidir. Bermek’in Belh'te astronomi, felsefe ve tıp bilimleriyle uğraştığı; Halife Abdülmelik'in sarayında görev aldığı biliniyorsa da Müslümanlığı gerçekten kabul edip etmediği tam olarak bilinmiyor.

İşte ailenin kurucusu bu Bermek’in oğlu Halit bin Bermekî (öl. 782) babasının aracılığıyla Emevî halifesi Abdülmelik'in sarayında görevlendirilir.  Ebu Müslim'in yönetiminde Abbâsîler'in halifeliği ele geçirmesine katkıda bulunur. İlk Abbâsî halifesi Ebülabbas'ın güvenini kazanarak devlette önemli görevlerde bulunur.

Halit bin Bermekî öldükten sonra oğlu Yahya bin Halid (739-805) önce Musul valiliğine atanır sonra da Halife Mehdi onu Bağdat'a çağırarak oğlu Harun Reşid'in eğitim ve öğrenimiyle görevlendirir. Harun Reşid halife olunca da Yahya bin Halid sınırsız yetkilerle vezirlik makamına atanır (786). Yahya, oğulları Fazıl ve Cafer'in de yardımlarıyla devleti 17 yıl yönetir. (786-803).

Yahya bin Halid, on yedi sene vezirlik makamında kaldıktan sonra  oğuldan oğula geçen vezirlik Bermekî ailesinden dördüncü ve son vezir olan Cafer bin Yahya’ya geçer. (Bazı kaynaklarda ismi Cafer-i Bermekî olarak da geçer) Cafer bin Yahya’nın Halife Harun Reşid ile çok yakın bir dostluğu vardır.

Cafer bin Yahya  (767-803), Halife Harun Reşid'in kendisine beslediği büyük güven ve yakın ilgiden yararlanarak, denetimine verilen eyaletleri Bağdat'tan ayrılmaksızın yardımcıları aracılığıyla yönetmeye başlar.

Bu noktada konudan kısa bir süre ayrılarak Cafer bin Yahya hakkında anlatılan bir söyleşiden bahsedeceğim:

Abbâsî'ler, Ebu Müslim el Horasanî'nin de (yine daha önce bu sayfada Ebu Müslim el Horasanî'yi de anlatmıştım) yardımıyla Emevîlerle savaşarak Abbâsî devletini kurmuşlardı. Ancak bu devletin kuruluş aşamasında çok Emevî kanı akmıştı. Bir gün bir mecliste bir sohbet esnasında, idarenin Emevîler'den Abbâsîler'e geçişi konuşulurken, Abbâsîler iş başına gelirken akıtılan bu kandan ve binlerce insanın katledilmesinden bir muvaffakiyet gibi bahsedildiğinde, Cafer bin Yahya'nın şöyle konuştuğu rivayet edilir: 

"Bu bir maharet değildir... Zîrâ o katledilenlerin kanlarından birer intikam ağacı meydana gelir ve istikbalde acı neticeleri ortaya çıkar... Asıl maharet odur ki, mesela idareyi Emevîler'den alıp Abbâsî'lere vereceksin ama Emevîler kendi ellerinde zannedecek...Siyaset budur!..."

Aktarması benden, bu söz üzerinde düşünmeyi siyaset erbabına bırakıp biz gelelim tekrar konumuza...

Bermekîler'in İranlı olmaları ve Abbâsî halifeliğinin kuruluşundan bu yana devletin yönetiminde en üst düzeyde yer almaları bazı güçlü Arap emirlerini gücendirmeğe başlar. Harun Reşid de askerîye dâhil, bürokraside ve devletin bütün kademelerine yerleştirdiği, ne istedilerse verdiği ve ülkede kendisinden daha fazla sözü geçen bu cemaati, pardon bu aileyi artık kendisi için de tehlikeli gördüğünden ortadan kaldırmaya karar verir.

Harun Reşid, çok ince bir tuzak hazırlayarak, kız kardeşi Abbase'yi sözde bir nikâhla Cafer bin Yahya ile evlendirdiyse de gerçek karı-koca olmalarına izin vermez. Cafer bin Yahya ile kız kardeşinin bu yasağı çiğnemeleri sonucu, zaten tuzağını bu temel üzerine kurmuş olan Harun Reşid, hac ziyaretinden dönünce Cafer bin Yahya'yı öldürtür (803). Onun babası Yahya, ağabeyi Fazıl ve öteki iki kardeşini de görevlerinden alarak tutuklattır, mallarına el koyar. Böylece Abbâsîler döneminin en ünlü vezir ailesi olan Bermekîler bir buyrukla ortadan kaldırılmış olur. (803).

Anlatacağım hikâye için bu giriş ‘’kısa bir bilgi’’yi aşarak sanki Tarih dersi gibi olduysa da af ola…

Şimdi gelelim hikâyemize…

Halife Harun Reşid, Bermekî olan veziri Cafer bin Yahya ile birlikte külliyenin – pardon, Saray’ın bahçesinde gezerken, canı meyve çekiyor... Elmayı dalından koparmak için uzanıyor, ne var ki; orta boylu olduğu için meyveye yetişemiyor!..

Veziri Yahya’ya diyor ki; “Omzuma çık, o meyveyi kopar ve bana ver!” Vezir zayıf olduğu için, Halife’nin omzuna çıkıyor ve meyveyi koparıp, veriyor... 

Meyveyi yiyen Halife Harun Reşid, “çok lezzetliymiş” diyor, “Bana bahçıvanı çağırın... Bu lezzetli meyveden dolayı onu ödüllendireceğim.”

Zaten az ileride duran ve olan-biteni hayretle seyreden bahçıvan geliyor... Halife, ona; “sana bir ödül vereceğim, dile benden ne dilersen” diyor...

Bahçıvan diyor ki; “Sultanım, sizden bir tek isteğim olacak... Bana, benim Bermekî olmadığıma dair bir belge verir misiniz?”

Halife şaşırıyor!.. “Herkes devlet kademesinde görev almak için cemaat – pardon bir Bermekî şeceresi uydururken, herkes Bermekî olmaya can atarken, sen niye Bermekî olmadığına dair belge istiyorsun ki? Kaldı ki, sen bir Bermekîsin!.. Bermekî olmaktan niye kaçınıyorsun?”

Belgeyi almakta ısrar eden bahçıvan diyor ki; “Evet, ben bir Bermekîyim... Ama mademki, benden bir istekte bulunmamı istediniz... Ben bu belgeyi istiyorum, başka da bir isteğim yoktur!”

Halife Harun Reşid de; “madem ısrar ediyorsun, istediğin belgeyi vereceğim sana” diyor ve daha sonra da, o belgeyi veriyor bahçıvana...

Aradan yıllar geçiyor…

Halife Harun Reşid, yattığı gaflet uykusundan nihayet uyanmaya, gözleri açılmaya, kulakları duymaya ve civar ülkelerden gelen uyarıların ve halktan yükselen tepkilerin hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlıyor!..

Bermekîler; Halife Harun Reşid’in kendilerine beslediği büyük güven ve yakın ilgiyi istismar ederek sadece Saray kademelerini değil eyaletleri de kendi yandaşları ile yönetmeye başlamışlardır!.. Bermekîler askeriyeden adliyeye, mülkiyeden medreseye kadar devletin her kademesini bir ur gibi sarmışlar, en ücra yerlerine bile kendi adamlarını yerleştirmişlerdir!..

Yattığı derin gaflet uykusundan uyanan Halife, Bermekîlerin devlet içinde paralel bir devlet kurmak için uğraştıklarını ülkenin her yanını ele geçirdiklerini ve kendisini devre dışı bıraktıklarını fark edince derhal emir veriyor:

“Bermekîleri kılıçtan geçirin!... Yaşlılarını da zindana atın!”

Emir, yerine getiriliyor!... Bermekîler öldürülüyor. 

Peki, bu arada bahçıvana ne oluyor dersiniz?.. Halife’nin emri üzerine, görevliler bahçıvanın da evine de giderler... Ya kılıçtan geçirecekler, ya hapse atacaklardır! Ama, bahçıvan; hemen, Bermekî olmadığına dair Halife imzalı belgeyi gösteriyor! “Gördüğünüz gibi, ben Bermekî değilim” diyor ve kellesini kurtarıyor...

Kılıçtan geçirme ve zindana atma operasyonu sona erince, Harun Reşid, son durumu öğrenmek için kurmaylarını çağırıyor ve soruyor; “Emrimi yerine getirdiniz mi?”

Kurmaylar der ki; “listedeki herkes ya kılıçtan geçirildi ya zindana atıldı... Sadece bir adam kaldı... Ama ona dokunamadık, çünkü elinde sizin imzaladığınız bir belge vardı!”

Halife; “Hatırladım ben onu... Onu bulun ve bana getirin” diyor... Bahçıvan huzuruna getirilince, Harun Reşid soruyor adama; “O gün, Bermekî olmadığına dair, benden ısrarla belge istedin... Ben de verdim... Peki, bugünlerin geleceğini nereden anladın?”

Bahçıvan diyor ki; “Sultanım; hani, o elmayı koparmak isterken, vezir, sizin omzunuza basmıştı ya... İşte o an dedim ki; eyvah, bizim sonumuz geldi!” Harun Reşid, araya girip; “Ama ben söyledim omzuma basmasını” deyince, bahçıvan diyor ki;

“Fark etmez Sultanım... Sizin, Sultan olarak, vezirinizin omzunuza basmasını istemeniz bir alicenaplıktır, büyüklüktür... Siz istemiş olsanız bile, vezirinizin omzunuza basması ise hem şımarıklık hem had bilmezlik hem de küstahlıktır!.. Bugün omuzunuza basan yarın tepenize basar... Sizin omzunuza basıp meyveyi koparmak yerine, pekâlâ beni çağırabilir ve benden isteyebilirdi!.. Bir adam, vezir de olsa, sultanının omzuna basacak kadar cüretkâr ve had bilmez olduysa, bunun sonu felâkettir!.. Ben, işte o gün bu felâketi gördüm ve sizden o belgeyi istedim.”

Eveeeet.. Ol hikâye işte bu kadardır.

Şimdi gelelim hisseye...

İbn-i Haldun söylerdi ya o muhteşem eseri Mukadime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzerler.” Sanki İbn-i Haldun bu sözünü Bermekîl'er için söylemiştir!

''Bir ülkede hükümdarın ferâseti, bir bahçıvandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.''

Biliyorsunuz bu söz bana ait değil. Dün de anlatmıştım, Şeyh Sâdi Şirazî'nin Fars Hükümdârı Dâra'ya söylettiği sözdü. Bu memlekette ikide bir olur olmaz sorunlar karşısında gereksiz yere ‘’bekâ’’ sözcüğünü kullanıyorlar ya... İşte gerçek bekâ sorunu budur... 

Osman AYDOĞAN

Feraset: Anlayış, seziş, sezgi, zekâ…


Bekâ sorunu!

20 Mayıs 2020

Bugün Şeyh Sâdî Şirâzî'den bir hikâye anlatacağım. Ancak önce Şeyh Sâdî Şirâzî kim, kısaca anlatmam lazım ki hikmetin ve gazelin üstâdı Şeyh Sâdî Şirâzî'nin ve hikâyesinin ağırlığını bilip verdiği hissenin değerini anlayalım...

Şeyh Sâdî Şirâzî

Şeyh Sâdî Şirâzî (1193-1292) Fars şâir ve İslam âlimidir... Günümüz İran topraklarının Şiraz kentinde doğar. Daha sonra Bağdat'a gidip Nizamiye medreselerinde öğrenimini tamamlar.

30 yıl boyunca Hindistan ve Kuzey Afrika'yı dolaştıktan sonra 1256'da memleketi Şiraz'a dönerek şiirlerini yazmaya başlar. Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılır. Haçlılara esir düşer. Sonraları, bilgisine hayran kalan Suriyeli bir tacir, fidye vererek, Sâdî’yi Haçlıların elinden kurtarır ve kızı ile evlendirerek himayesine alır.

Sâdî’nin evlilik hayatı hiç de mutlu geçmez. Karısı onu, daima, babasının kurtardığı bir köle olarak görür ve ona karşı çok kötü davranır. Şair, en sonunda, evini barkını bırakıp kaçmak zorunda kalır. Acılarla dolu geçen bu evlilik hayatından kalan hâtıralarının izleri, onun bir kısım eserlerinde yer alır. Acılı hayatının tersine Arapça kökenli olan Sâdi ismi ''mutlu'', ''uğurlu'' anlamındadır.

Anadolu’yu, Çin’i, Hindistan’ı da dolaşan Sâdî, yaşının olgun çağlarında Şirâz’a döner. Bundan sonraki hayatını tamamen şiire, ilme, kültüre vererek ölmez eserlerini yaratır. 98 yaşına kadar yaşar. Geniş bilgisinden, iyi ahlâkından ötürü, bütün Doğu kaynaklarında, ''Şeyh Sâdî'' diye anılır. Bütün şiirlerinde Sâdî mahlasına rastlanmaktadır. Sâdî, ana dili olan Farsça’dan başka, Arapça, Hintçe ve Lâtince de bilirdi.

Bûstan ve Gûlistan

Şeyh Sadî Şirâzî'nin en bilinen eseri içinde hikâyelerini topladığı ''Bûstan ve Gûlistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli eseridir. Gûlistan; ‘’gül bahçesi’’, Bûstan ise ‘’çiçek bahçesi’’ demektir. Her iki eser daha XIV. yüzyılda Türkçe’ye çevrilir. Bûstan’ın önsözü yeryüzünde söylenmiş en lirik edebi parçalardan biri sayılır. Sâdî’nin eserlerinde, çoğunlukla, öğretici, öğüt verici bir hava vardır. Toplum düzeni, ahlâk, fazilet, hürriyet konuları eserlerinin başlıca karakterini teşkil eder. Aşağıda ''Bûstan ve Gûlistan'' kitabından alınan bir hikâye sunuyorum. Beğeneceğinizi umuyorum.. Üzerinde düşünmeniz dileği ile...

‘’Bûstan ve Gûlistan’’dan bir kıssa

Fars Hükümdârı Dâra (III. Dârius)’nın bir sürek avında askerlerinden uzaklaşıp ayrı kaldığını duy­dum. Bir at çobanı, koşarak ona doğru ilerliyormuş. Adamı tanımayan Dâra'nın kalbine kuşku düşmüş ve kendine; “Bu gelen, düşmanlarından biri olsa ge­rek. Yanıma varmadan okumla onu öldüreyim.” demiş. Yayını germiş, okunu hazırlamış, biraz daha yaklaşsın diye beklemeye koyulmuş. Bunu gören çoban uzaktan seslenerek; “Ey İran’la Turan’ın şahı, ey ulu Dâra; kem gözler senden ırak olsun. Ben düşman değilim. Efendimin atlarını besleyen basit bir çobanım ve işim yüzünden buradayım.”

Haykırışları duyan Dâra rahatlamış ve gülerek; “Hey düşüncesiz adam, sana mübarek bir melek yardım etti. Yoksa öldüğün gün, bugündü.”

Çoban da gülerek karşılık vermiş; “İnsan iyiliğini gördüğü efendisine hiç kötülük düşünür mü? Haddimi aşarak size, doğru yolu göstermek ve bu bağ­lamda öğüt vermek istiyorum. Dostuyla düşmanını ayıramayan sultan, acizdir. Büyükler, küçüklerini bilmeli. Siz, beni sarayınızda defalarca gördünüz; atla­rı, meraları sordunuz. Şimdi ben muhabbet ve hürmetle geliyordum yanınıza. Ancak siz beni tanımadınız. Oysa ben, şu yüzlerce at içinde istediğiniz özellik­teki atı hemen bulup çıkarırım. Demek ki çobanlık, akıl-fikir işidir. Siz de be­nim gibi olun, sürünüzü iyi tanıyın, onları her türlü tehlikeden koruyun.”

Bu öğütler Dâra’nın çok hoşuna gitmiş ve hemen oracıkta çobanı ödüllen­dirmiş. Utanmış kendinden ve içinden; “İnsan, bu öğütleri kulaklarına değil, kalbine yazmalı. Bir ülkede hükümdarın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır” diye geçirmiş.

Ve kıssadan hisse

Bir ülkenin başveziri, hem de bu çağda, elinin altında devletin her türlü istihbarat imkânları varken ve devletin uyarılarına rağmen, dostunu düşmanını ayırt edemeyip koynunda yılan besledikten sonra ‘’yok aldandım, yok aldatıldım’’ diye demeçler veriyorsa o ülkede gerçekten bir bekâ sorunu var demektir… Çünkü Şeyh Sâdi Şirâzî'nin Fars Hükümdârı Dâra'ya söylettiği gibi; ''Bir ülkede hükümdârın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.” 

Bu memlekette ikide bir ‘’bekâ’’ sözcüğü konuşuluyor da, bekâ sözcüğü enflasyona uğramadan gerçek bekâ sorunu nedir bir hatırlatayım istedim...

Osman AYDOĞAN


Kadir Gecesi

19 Mayıs 2020

Üç aylar ve mübarek geceler

Bilindiği gibi Hicri takvimin üç ayı, Recep, Şaban ve Ramazan aylarına ‘’Üç Aylar’’ denir ve mübarek aylardan sayılır. Bu mübarek aylarda da sayısı beş olan ''mübarek geceler'' bulunmaktadır. ''Regâip Gecesi'' ve ''Miraç Gecesi''; Recep ayında, ''Berâet Gecesi''; Şaban ayında, ''Kadir Gecesi'' ise Ramazan ayında bulunmaktadır. ''Mevlit Gecesi'' de Rebiyülevvel ayında bulunur.

Bu geceler, Osmanlı padişahı II. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak kutlanmaya başlandığı için “kandil” olarak da adlandırılır. Diğer Müslüman ülkelerde de bu geceler ''kandil'' olarak adlandırılmaz, ''gece'' olarak ifade edilir, Regâib gecesi (Leyle-i Regaip), Berâet gecesi (Leyle-i Berâet) gibi.

İnzâl ve Tenzîl

İşte bu gecelerden son olarak Ramazan ayının müjdecisi Berâet Gecesi’ni tam 40 gün önce kutlamış idik. Berâet Gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği geceydi. Buna "inzâl" denir.

Bugün ise (Ramazan ayının 27’inci gecesi) ''Kadir Gecesi''dir. Kur'an-ı Kerim, Kadir Gecesi'nde Hz. Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.

Bu noktada Kur'an-ı Kerim'in kendisinden dünya semasına indirildiği Levh-i Mahfûz'dan bahsetmek istiyorum.

Levh-i Mahfûz

Levh-i Mahfûz, Arapça’da ‘’korunmuş levha’’ anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için ‘’Kader Kitabı’’ da denir. ‘’Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap’’ anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır. 

Kur'an'da geçen ‘’Ümmü'l-Kitap’’ (Kitapların Anası, Ana Kitap), ‘’Kitabun Mübin’’ (Apaçık Kitap), ‘’Kitabun Hafîz’’ (Koruyan Kitap), ‘’Kitabın Meknun’’ (Saklanmış Kitap), ‘’İmamun Mubin’’ (Apaçık İnen Kitap) ve sadece ‘’Kitap’’ ifadeleri Levh-i Mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.

Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir. Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i Mahfûz; içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22), her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. İsrâ Sûresi 58. ayette de "Bu, Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen ‘’apaçık kitap’’ Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.

Kadir Gecesi

Kadir Gece’si müstesna bir gece olduğundan müstakil bir sûre ile şerefi yükseltilmiştir. Kur'an-ı Kerim’in 97. Sûresi (Kadr Sûresi) Mekke döneminde inmiştir. Beş âyettir. Sûre, Kadir gecesini anlattığı için bu adı almıştır. Kadr, Arapçada ‘’azamet’’ ve ‘’şeref’’ demektir. Kur'ân'da adı geçen tek ay “Ramazan” ayıdır; tek gece ise “Kadir Gecesi”dir. 

Yüce Allah Kadr Sûresi’nde şöyle buyuruyor:  "Doğrusu, Biz, onu (Kur'an'ı) Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir." 

Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: "Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Allah'tan bekleyerek Kadir gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır." 

Peygamberimizin saygıdeğer eşi Hz. Aişe (R.A.) diyor ki: ''Peygamberimize 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?' diye sordum. Peygamberimiz: 'Allahım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet' diye dua et" buyurdu.

Ancaaaak…

Bu kutsal gecelerde affedilen günahlar sizin eksik ibadetleriniz nedeniyledir. Kılmadığınız namazlarınız, tutmadığınız oruçlarınız, vermediğiniz zekâtlarınız, sadakalarınız içindir. Allah’ın yarattıklarına karşı işlediğiniz suçlar, onlara karşı yaptığınız haksızlıklar, zulüm, kin, nefret, kem söz ve sevgisizlik ne kadar dua ederseniz edin, ne kadar ibadet ederseniz edin, ne kadar tövbe ederseniz edin affedilecek değildir. Yüce Rabbimiz Kur’anı Kerim’de buyuruyor ki; ‘’bana her türlü günahla gelin affederim, ancak kul hakkıyla gelmeyin’’. ‘’Başkasının hakkından daha kutsal bir şey yoktur’’ der Allah’ın elçisi. Allah’ın yarattıklarına karşı her türlü günahı işleyeceksiniz sonra da böyle bir kutsal gecede sabaha kadar dua edeceksiniz ve affedileceksiniz! Yok öyle bir şey…

Bütün İslam coğrafyası kana bulanmışken, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Libya’da, Afganistan’da bombalar patlayıp çocuklar, insanlar ölürken Katar’da, Suudi Arabistan’da, Kuveyt’te zenginler keyif çatarken, insanlar birbirinden nefret etmişken, nefretin de ötesinde komşularına dair katliam listeleri hazırlamışken, kutuplaşmanın, bölünmenin, kinin ve nefretin, kem sözlerin zirvesine çıkmışken, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, hayâsızlık, ahlaksızlık ve sevgisizlik ayyuka çıkmışken kutlanacak kandil, kılınacak namaz, tutulacak oruç yoktur aslında…

Günümüzü, dünyada bırakıp gideceğimiz şeyler için tüketmekten kurtulmuşluğun berâetini alma niyazıyla ve "istediğim Hakk'tır benim" diyebilme umuduyla Kadir Geceniz mübarek olsun. Dualarınızın; barışa, huzura, adalete ve hayırlara vesile olmasını dilerim...

Osman AYDOĞAN

Aşağıdaki fotoğraflar Halep Emevi Camisi'ne aittir. Yüzyılların eskitemediği bu mâbedi bu hale getirenlerin, bu tabloya sebep olanların ne kıldıkları namaz namazdır, ne tuttukları oruç oruçtur ne de kutladıkları kandil kandildir. İnsanlarımızın arasına kin ve nefret tohumu ekenlere, insanlarımızı kutuplaştıranlara, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik yaratanlara, hayâsızlık, ahlaksızlık ve sevgisizlik saçanlara ibret vesikası olması dileğimle...

 



19 Mayıs 1919

19 Mayıs 2020

Bugün 19 Mayıs 2020.  Mustafa Kemal Paşa’nın, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın 101. yıl dönümü…

19 Mayıs; modern zamanların dünya tarihinde bir eşi daha görülmemiş bir devrimin, Milli Mücadele’nin ve adına “Anadolu İhtilâli” de denilen bir başlangıcın tarihidir.

19 Mayıs; tarihi çok uzun bir geçmişe dayanan Türk ulusunun modern çağdaki kurtuluş atılımının başlatıldığı tarihtir.

19 Mayıs; ‘’Milli Misak’’ çerçevesinde ‘’Hâkimiyeti Milliye’’, ‘’İrade-i Milliye’’ ve ‘’Kuvayı Milliye’’ kavramlarının bu coğrafyada yeşermeye başladığı tarihtir... 

Osmanlı neden battı

Ama Tarih baba 19 Mayıs'ın ne olduğunu kısaca şöyle özetler:

19 Mayıs; başlangıçta Abbasi aydınlanmasını takip etmemiş, Batıdaki her türlü aydınlanma ve endüstrileşme girişimine sırt çevirerek, her türlü yeniliğe ‘’Gâvur İcadıdır’’ diyerek karşı çıkıp kendi sonunu kendisinin hazırladığı bir imparatorluğun enkazı üzerinde ulus temeline dayanan yeni ve çağdaş bir devlet, bir Cumhuriyet kurmak için Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ayak bastığı günün tarihidir....

19 Mayıs; bütün dünyanın ‘’Büyük Tarihçi’’ diye tanımladığı Fransız Tarihçi Fernand Braudel’in ifadesiyle; ‘’13. yüzyılda Moğol istilasının bütün şehir medeniyetlerini yıktığı, kütüphanelerini yaktığı, bu şekilde bir 'kasaba'ya dönüştürdüğü, Haçlı Seferleri ile de Akdeniz’den uzaklaştırılıp karalara kapattığı, Avrupa ekonomisinin merkantilizme ve bilime geçişini anlayamadığı ve bu nedenlerle de mistisizm ve dogmatizmin hâkim sürdüğü bu coğrafyada’’; tüm İslam dünyasının yüzüstü bıraktığı İbn-i Rüşt’ün yere düşen meşalesinin kaldırıldığı ve aydınlanma mücadelesinin başladığı tarihtir…

Kuvay-i Milliye Destanı

Nazım Hikmet “Kuvay-i Milliye Destanı”nda şöyle derdi: ''Ateşi ve ihaneti gördük.’’ ‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu ateşe ve ihanete karşı, karanlığa ve cehalete karşı bir kutsal isyanın başladığı tarihtir...

''Ateşi ve ihaneti gördük 
ve yanan gözlerimizle durduk 
bu dünyanın üzerinde. 
İstanbul 918 Teşrinlerinde, 
İzmir 919 Mayısında 
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar : 
Mayıs ortalarından 
Haziran ortalarına kadar 
yani tütün kırma mevsimi, 
yani, arpalar biçilip 
buğdaya başlanırken 
yuvarlandılar... 
Adana, 
Antep, 
Urfa, 
Maraş : 
düşmüş 
dövüşüyordu... 
Ateşi ve ihaneti gördük. ''

‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu manzaraya karşı, bu ateşe ve ihanete karşı bir kutsal isyandı. İşte bu kutsal isyan; insanımıza egemenlik ve bağımsızlığın yanında insanlık, özgürlük, onur ve gurur getirmiştir. 

19 Mayıs 1919’da Osmanlı’nın genel durumu

Mustafa Kemal Atatürk, işte tam da 101 yıl öncesi o günleri, Samsun'a çıkışını ve ülkenin genel durum ve manzarasını Nutuk'ta şu şekilde anlatır:

"1919 yılı Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve manzara: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durum, Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes antlaşması imzalamış, Büyük Harbin uzun yılları boyunca, millet yorgun ve fakir bir halde. Milleti ve memleketi Dünya Savaşı'na sokanlar, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını emniyete alabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükumet aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir duruma razı, Ordunun elinde silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri, ateşkes Antlaşmasının hükümlerine uymaya lüzum görmüyorlar. Birer vesileyle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da, Adana vilayeti Fransızlar, Urfa, Maraş, Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalya askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ve ajanlar faaliyette. Nihayet başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce 15 Mayıs 1919'da itilaf Devletleri'nin uygun görmesiyle Yunan ordusu İzmir'e çıkartılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafından Hristiyan azınlıklar gizli, açık milli emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devletin bir an evvel çökmesine, çalışıyorlardı."

Mustafa Kemal Atatürk, Samsun'a çıkışını ve ülkenin genel durum ve manzarasını bu şekilde anlatırdı.

Tarih Bilinci

Türkçemiz aziz bir dil… Başka hiçbir dilde olmayan kavramlar Türkçede var. Örnek olarak; ‘’bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ gibi, ‘’sevmek’’ ve ‘’sevinç’’ gibi, ‘’kıvanmak’’ ve ‘’kıvanç’’ gibi, ‘’övünmek’’ ve ‘’övünç’’ gibi... Liste uzatılabilir... ‘’Bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ farklı anlamdadır. Bilirsiniz tarihi herkeslerden çok, gider tarih profesörü olursunuz, ama ‘’Tarih Bilinci’’niz yoksa bir koskoca hiçsiniz...

İnsanın kendi varlığını, aldığı duyguları sezmesi halidir bilinç. Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme sürecidir bilinç. Çok karmaşık insan bedeninin etkinliklerini, insanın dünyaya anlam vererek, gerçekleştirdiği yaşantısını, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda süregiden yaşamını açıklamaya yarayan bir kavramdır bilinç. Bundan dolayıdır ki ‘’Felsefe; kendini bilinçli hale getiren düşüncedir’’ derdi Hegel.

20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından Edmund Husserl şöyle derdi: “Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler." Bu nedenle 19 Mayıs’ı anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için iyi bir Tarih bilincine ihtiyaç vardır.

İşte bu nedenle; Tarih bilinci olmayanların, zaten askerî, siyasi ve ekonomik olarak bitmiş Osmanlının Sevr ile beraber tarih sahnesinden silindiğini, başta İstanbul olmak üzere Anadolu'nun neredeyse tamamen İşgal edildiğini görmeyenlerin,  Türk milletine ‘’Milli Misak’’ çerçevesinde ‘’Hâkimiyeti Milliye’’, ‘’İrade-i Milliye’’ ve ‘’Kuvayı Milliye’’ kavramlarını aşılayan 19 Mayıs'ı anlamalarının ve anlamlandırmalarının imkân ve ihtimali yoktur. 19 Mayıs'ı kutlamayanların ve kutlatmayanların niyetlerindeki işte bu bilinç eksikliğidir.

19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'mız kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN



Atatürk’süz 19 Mayıs

18 Mayıs 2020

Önce kısa bir tarih bilgisi:

1935 yılına kadar Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkışı ile ilgili olarak bir anma, bir kutlama, bir bayram yoktu...

İlk olarak 24 Mayıs 1935 tarihinde Beşiktaş JK’nün girişimleriyle Fenerbahçe Stadı’nda Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçeli yüzlerce sporcunun katılımıyla “Atatürk Günü” adı altında bir kutlama yapılır…. Kutlanan bu ilk 19 Mayıs, bir ‘’spor günü’’ haline gelir… Bu organizasyondan bir süre sonra gerçekleşen Spor Kongresi’nde söz alan Beşiktaş JK kurucu üyesi Ahmet Fetgeri Aşeni kutlanan ‘’Atatürk Günü’’nün tüm gençliğe mal edilebilmesi için “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” adı altında her yıl yapılmasını teklif eder… Kongrede oylanan bu öneri kabul edilir… Ancak bahsi geçen bu öneri sadece üç spor kulübü ile sınırlıdır. 

Mustafa Kemal Atatürk, 1937 yılının 19 Mayıs günü çevresindekilere sorar; ‘’Bugün ne oldu, söyleyin bakalım'' der… Kimse cevap veremez… Bunun üzerine Mustafa Kemal Atatürk ‘‘Bugün ülkenin kurtuluş günüdür; asıl yapacağınız bayram budur’’ der. Bu söz üzerine 20 Haziran 1938’de 3466 sayılı kanunla 19 Mayıs, “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kabul edilir. Ve bu bayramı Mustafa Kemal Atatürk Türk gençliğine armağan eder. Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs için; ’’19 Mayıs 1919 benim doğum günümdür’’ der. Ve ilk ulusal kutlama ‘’Gençlik ve Spor Bayramı” olarak 19 Mayıs 1939 yılında yapılır…

Bu ulusal bayramın adı 1981 yılında çıkarılan 2429 sayılı kanun ile “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı” olur. Bayramın ismine “Atatürk’ü Anma” kelimelerinin eklenmesi “Ben 19 Mayıs’ta doğdum” diyen Atatürk’e duyulan büyük saygının ifadesidir.

Gelelim günümüze…

Bugün salgın hastalık nedeniyle hapsolduğumuz evlerimizde  “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı”nı kendi kendimize gurur ve onurla kutlayacağız…

Ancak şöyle son yıllarımıza bir bakalım…

Son yıllarda 19 Mayıs günlerine denk gelen hiçbir Cuma hutbesinde hiçbir camide bu ülkeyi düşman işgalinden kurtaran Mustafa Kemal Atatürk’ün adı anılmaz… Muhtemel ki Diyanet İşleri Başkanlığının ''başka işleri'' (!) vardır... Sanırsınız ki Diyanet, “Keşke Yunan galip gelseydi'' diyen şahsiyetlerin peşinden gidip Yunanlıların yasını tutuyordur!

Yine geçen yıllarda 23 Nisan’ı gölgelemek ve Mustafa Kemal Atatürk’ü anmamak için ‘’Kutlu Doğum Haftası’’nı icat etmişler, hükumet, devlet, Diyanet bu uyduruk ‘’Kutlu Doğum Haftası’’nı kutluyorlardı sanki dinde ‘’Mevlit’’ diye bir kavram yokmuş gibi…

Son yirmi yılda Atatürk adını taşıyan bütün statları yıkıp yerine Atatürk’süz bir garabet halinde arena adını koydular…

Atatürk’ün kurduğu bütün kurumları sattılar, yıktılar, darmadağın ettiler…

Sırf adında ''Atatürk'' var diye dünyanın 3. en iyi havalanını kapatıp, bu salgın günlerini de fırsat bilip bir daha kullanılmasın diye, sanki koskoca İstanbul'da başka bina, arsa, arazi kalmamış gibi pistlerinin ortasına ne olduğu belirsiz hastane diye bir bina inşa ettiler…

Bu liste uzayabilir… Çünkü mevcut iktidar ''Atatürk'' adından pek hazzetmiyor…

Bu konuyu geçelim…

Yazıklar olsun!

Girişte bahsettim; bu bayramın adı “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı”dır… Değil mi?

Şimdi kutlamalara bir bakın… Bir kısmında bilinçsizce ''Atatürk'' adı çıkartılarak ‘’Gençlik ve Spor Bayramı’’ şeklinde kutlanıyor. ''Atatürk'' adından hazzetmeyenler bayramı bu şekilde kutluyorlar veya bir özensizlik, bir dikkatsizlik vardır diyebilirsiniz…

Gelelim Mustafa Kemal Atatürk’ün adını anacak olanlara, anması gerekenlere, varlıklarını, mevcudiyetlerini Mustafa Kemal Atatürk sayesinde sahip olanlara:

Atatürk’ün kurduğu partinin, CHP’nin girin web sitesine, CHP Genel Başkanı’nın gidin sosyal medya hesabına bir bakın! Orada “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı” nasıl kutlanıyor biliyor musunuz?

CHP Genel Başkanı’nın sosyal medya hesabındaki kutlaması aynen şu şekilde:

‘’Sevgili gençler; gelecek sizin, söz sizin. Sizlerden öğrenecek çok şeyimiz var. 19 Mayıs’ta bu ülkenin geleceği olan sizlerin söz hakkı için bizlerin söz verme zamanı. Size güveniyoruz, size inanıyoruz.’’

Kutlama bu kadar…

CHP’nin Genel Başkanı’nın kutlamasında ne Atatürk’ün adı var ne de onu ima eden bir kelime... Kutlamadaki cümle düşüklüğü, cümledeki özensizlik, sığlık da ayrı bir konu… Adam kutlama vesilesiyle kullandığı panonun ortasına da kendi fotoğrafını koymuş, Atatürk'ün fotoğrafı ise belli belirsiz daha bir geride...

CHP’nin web sayfasına gidin oradaki kutlamaya bir bakın. Orada da aynı… Tek fark ''19 Mayıs''ın başına ''bu'' zamiri eklenmiş... Sosyal medyadaki ''19 Mayıs'' yerine web sayfasında günü önemsizleştirircesine ''Bu 19 Mayıs'' yazılmış... Oradaki kutlamada da ne Atatürk’ün adı var ne de onu ima eden bir kelime... Orada da kullanılan panonun ortasında yine Kılıçdaroğlu’nun fotoğrafı var. Orada da Atatürk'ün fotoğrafı yine belli belirsiz daha bir geride... Sanırsınız ki 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan kendileri… 

Bu bir tesadüf müdür? Bir özensizlik midir? Hayır…

Daha iki yıl önce, 19 Mayıs 2018’de, hem de Başkent Ankara'daki en önemli bir belediyesinin, Çankaya ilçesinin CHP’li belediyesinin yol kenarlarındaki ilan panolarına verdiği kutlama afişleri de aynıydı… Orada da aynen şöyle yazıyordu: ‘’19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı Kutlu Olsun’’ Orada da ‘’Atatürk’’ adı yoktu…

O zaman iktidara ne diye kızıyorsunuz ki!

Almanya’da ‘’History Life’’ isimli bir dergi tam da 19 Mayıs 2020 haftasına denk getirdiği nüshasında kapak sayfasının tam da ortasına Atatürk’ün fotoğrafını yerleştiriyor ''İdealleri ve idelojileriyle dünyayı değiştiren kadın ve erkek en büyük devrimciler'' başlığı ile...

‘’History Life’’ dergisinin kullandığı bu kapak kompozisyonu hiç de basit bir kompozisyon değildir. Almanlar gibi ince ayrıntıya yer veren başka hiçbir millet yoktur. Dergi Atatürkü kapak sayfasının tam da merkezine alıyor; yani Atatürk'e ''Dünyanın en büyük devrimcisi'' unvanını veriyor. Dergi Atatürk'ü iki kadın devrimcinin arasına yerleştiriyor; yani Atatürk'ün kadına verdiği değere, kadın haklarına atıfta bulunuyor... Dergi Atatürk'ün kalpaklı fotoğrafını kullanıyor; yani Atatürk'ün emperyalizme karşı verdiği bağımsızlık mücadelesine ve Kurtuluş Savaşı'nına atıfta bulunuyor... Ve dergi bu nüshasını tam da 19 Mayıs haftasında yayınlıyor; yani 19 Mayıs'a, Atatürk'ün Samsun'a çıkışına, Atatürk'ün emperyalizme karşı savaşının başlangıcına atıfta bulunuyor... Kısaca dergi, eğer Atatürk'ün fotoğrafı kullanılacaksa böyle kullanılır diye ders veriyor...

Ancak Atatürk’ün kurduğu parti CHP ve onun şimdiki genel başkanı, 19 Mayıs’ta bayram gününde kutlamalarında Atatürk’ün adını telaffuz etmedikleri gibi, Atatürk’ün fotoğrafını belli belirsiz, geride, önemsizmişçesine kullandıkları gibi, kullandıkları resim panosunun tam ortasına da kendi fotoğraflarını koyuyorlar sanki 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan kendileriymiş gibi... 

Yazıklar olsun!

Ziya Paşa’nın kulakları çın çın çınlıyor herhalde: "Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr; / Katır mühürdar oldu, eşek defterdar!"

Evet; iktidar kötüdür! Çünkü muhalefet çok çok daha kötüdür de ondan!

‘’19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı”mız kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN

CHP'nin web sayfasındaki ve CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun sosyal medya hesabındaki kutlama mesajı (ikisi de aynı). Atatürk’ün adından hiç bahsetmedikleri gibi, Atatürk’ün fotoğrafını geride belli belirsiz kullandıkları gibi yayınladıkları panonun tam ortasına da kendi fotoğraflarını koyuyorlar sanki 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan kendileriymiş gibi…


Alman dergisi ‘’History Life’’ın Mayıs 2020 sayısının kapak fotoğrafı. ''İdealleri ve idelojileriyle dünyayı değiştiren kadın ve erkek en büyük devrimciler'' başlığı altında ve tam merkezde de Mustafa Kemal Atatürk... Sanki Atatürk'ün fotoğrafı kullanılacaksa böyle kullanılır diye ders verircesine.... 

19 Mayıs 2018’de Ankara CHP’li Çankaya belediyesinin kutlama afişinin fotoğrafı: Burada da ‘’Atatürk’’ün adı yoktu… Halbuki bayramın adı: ‘’19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı''

 

Ebû Müslim Horasânî

18 Mayıs 2010

Kimliği

Köle iken ihtilal önderliğine yükselen, Emevîler ve Abbasiler döneminin halk kahramanıdır. Emevîlerin devrilmesi ve halifeliğin Abbasîlere geçmesiyle sonuçlanan Horasan ayaklanmasının önderidir. Sadece tarihin figüranı değil baş aktörüdür. Gerçek bir tarih yaratıcısıdır. Bu nedenle Horasan Spartaküsü de derler adına…

Isfahan’da doğmuş, Kufe’de büyümüştür. (718-755) Asıl adı Abdurrahman, asıl künyesi ise Ebû Müslim Abdurrahman bin Müslim el-Horasanî şeklindedir. Ebû Müslim ismi ile tanınmış ve meşhur olmuştur.

Ebû Müslim, adı gibi kökeni de esrar perdesiyle örtülüdür. Türk kökenli olduğu bilinir, ancak Fars kökenli olduğu iddiaları da vardır… Ebû Müslim, kendisinin herhangi bir millete ya da kabileye değil Horasan’a ait olduğunu söyler… Ebû Müslim, etnik kökeni ile ilgili olarak sorulan bir soruya “Benim faydam ve iyiliğim sizin için nesebimden daha hayırlıdır” şeklinde cevap verir…  

Siyasi ve askerî faaliyetlerinin yanında Horasan'ın imarı ve kalkınmasında da müspet etkisi olan, Arapça ve Farsça dillerini iyi konuşabilen ve iyi bir eğitimden geçen birisi olarak ve soğukkanlılığı, acımasızlığı, ketumluğu, akıllı ve ileri görüşlülüğü ile tanınır. Hayatı gizem doludur. Tarihte böylesine aktif rol oynayıp, yaşam öyküsü pek bilinmeyen çok az insan vardır ve Orta Doğu ve İslam tarihinde Ebû Müslim kadar efsanelere ve spekülasyonlara konu olan başka bir kişilik de yoktur...

Emevîlerin yıkılmasındaki rolü

747 yılında tüm Emevîlere karşı olan güçler, onun bayrağı altında toplanır. Merv ve Nişabur kısa süre içinde Ebû Müslim’in eline geçer. Bütün Emevî ordularını yener. Emevî hanedanı ortadan kalkar. Emevîlerin ne olduğunu ve kim olduklarını bilenler bilir; Ehl-i beyt'in öcünü almak bir Türk komutanına nasip olmuştur…

Emevîlerin yıkılmasında büyük rol aldığı için Emevîlerin bedevî kültürü içinde asimile olanlar Ebû Müslim’i pek hazzetmezler.

Abbasileri kurulmasındaki rolü

Emevî hanedanının ortadan kalkmasında ve Abbasi Devleti'nin kurulmasında önemli katkısı olan Ebû Müslim giderek güç kazanır… Abbasi Devleti'nin kuruluşundan sonra da haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı çıkar. Gücü ve adaleti nedeniyle nüfuzunun giderek artması ve devlet yönetiminde etkisinin güçlü hale gelmesi bu sefer de Abbasi yönetimi rahatsız eder.

Ebû Müslim’in gücünü kırmak için Horasan'da bazı vali ve idareciler vasıtasıyla Abbasilerin isyan çıkarma teşebbüsleri Ebû Müslim tarafından bastırılır. Ebû Müslim’in bu tür girişimleri etkisiz hale getirerek isyan teşebbüslerini bastırması Devlet içindeki itibar ve nüfuzu daha da arttırır.

Ebû Müslim’in öldürülmesi

Ebû Müslim’in giderek güçlenmesi, Halife Mansur’u iyice kaygılandırır. Harp meydanlarında yenilemeyen bu büyük komutan bir görüşme bahanesiyle davet edildiği Irak’ta hileyle öldürülür. Ruhu şâd olsun.

Köle iken ihtilal önderliğine yükselmesi nedeniyle o bölgedeki her kavim kendisine sahip çıkmış, onu öz evlatlarıymış gibi benimsemişlerdir. Her kavim ‘'Ebû Müslim bizdendir’' iddiasında bulunmuşlar ve adına hikâye, masal, menkıbe ve destanlar yazmışlardır. Bu destanlar da “Ebû Müslimnâme” ve “Kıssa-i Ebû Müslim” adıyla da bilinir. Bu menkıbe ve destanlara göre Ebû Müslim ölmemiş, ak güvercin donuna bürünüp gökkuşağında gezer olmuştur. Bâtıni akımlarca ''Tanrı-insan'' olarak algılanmıştır. Ebû Müslim’e değişik adlar da verilmiştir: ''Köle İbrahim'', ''İbrahim bin Osman'', ''Heyyakan'', ''Hetkan'', ''Abdurrahman bin Müslim'', ''Bihzadan'' ve ''Horasan Teberdarı'' bilinen diğer isimleridir.

Ebû Müslim’in en büyük meziyeti örgütçülüğü ve birleştirici özelliğidir.  Emevî zulmünden rahatsızlık duyan tüm kesimleri birlik olmaya ikna ederek onları birleştirmiştir. Ancak Ebû Müslim’in en büyük talihsizliği de onun Abbasi hanedanlığı tarafından kullanılmış olmasıdır. Ebû Müslim Abbasilere hilafet makamını altın tepsi içinde sunmuş fakat onlar tarafından katledilmekten kurtulamamıştır.

Ebû Müslim hakkında yazılanlar

Ebû Müslim hakkında yazılı eser pek azdır. Ebû Müslim’i roman şeklinde anlatan iki kitap bulunmaktadır; Birincisi Faik Bulut’un ‘’Ebû Müslim Horasânî, Bir İhtilalcinin Hikâyesi’’ isimli kitabı (Su Yayınları, 1999), diğeri ise Corci Zeydan’ın ‘’Ebû Muslim Horasânî’’ isimli kitabıdır. (Milenyum Yayınları, 2010)

Ebû Müslim hakkındaki diğer kaynaklar da Mesruri Geda’nın ‘’Eba Müslüm'ün Tabutu’’ isimli kitabı (Can Yayınları, 1996), Nadir Karakuş'un ''Bir İhtilalcinin Anatomisi'' (Neva Yayınları, 2018) ve Nadir Karakuş,'un ‘’Bir İhtilalcinin Anatomisi Ebû Müslim Horasânî’’ (Neva Yayınları, 2018) isimli kitaplarıdır.

Ayrıca Türkolog Prof. Dr. İrene Melikoff’un, 1962'de Fransızca yayınladığı "Türk-İran Epik Geleneği İçinde Horasan Teberdarı Ebû Müslim'’ (Abu Muslim, le "Porte-Hache" du Khorassan dans la tradition épique turco-iranienne) adlı bir kitabı bulunmaktadır.

1969 yılında Tamer Yiğit’in başrolünü oynadığı bir Yeşilcam filmi de vardır; Eba Müslim-i Horasan-i (Kimi bölgelerde Ebû yerine Eba denilir.)

Ebû Müslim’in ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi

Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir.

İbn-i Haldun ünlü Mukaddime’sinin giriş bölümünde tarihin zahiri, açıkça görülen anlamı dışında bir de saklı anlamı olduğuna dikkat çeker ve der ki: “Tarihin içinde saklanan mana ise incelemek, düşünmek, araştırmak (...) hadiselerin vuku ve cereyanın sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir.”

Mehmet Akif Ersoy o ünlü şiirinde şöyle derdi:

‘’Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! 
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 
'Tarih'i ' tekerrür ' diye tarif ediyorlar; 
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’

Günümüzde uluslararası ilişkilerde ulaşmış olduğumuz ‘’değerli yalnızlığımız’’ı; İbn-i Haldun ve Mehmet Akif Ersoy’un sözleri ve tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu iki sözü ile beraber düşünmeliyiz diye değerlendiriyorum;

“Size düşman olanlara yaranmaya çalışır ve dostlarınızdan uzaklaşırsanız, onlar size dost olmaz; fakat siz dostlarınızı kendinizden uzaklaştırırsınız. İşte o zaman düşmanlarınızın avucuna düşersiniz.”

''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''

Tarihin her dönemde bir Emevî iktidarı ve bir Ebû Müslim vardır ve her dönemde de Ebû Müslim’i sırtından vuracak bir başka iktidar vardır...

Ve tarih tekerrürden ibarettir.

Osman AYDOĞAN



Seyyid Nesîmî

17 Mayıs 2020

Dünkü yazımda Kul Nesîmî’yi anlatırken Türk halk edebiyatında iki tane Nesîmî olduğunu ve genellikle bu iki Nesîmî’nin birbiriyle karıştırıldığından bahsetmiştim. Bunlardan birisi 14. yüzyılda Bağdat'ta doğmuş, Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüş olan tasavvuf şairi Seyyid Nesîmî, diğeri ise dün anlattığım 17. yüzyılda yaşadığı sanılan ve yaşamı pek bilinmeyen Kul Nesîmî’dir. (*)

Dün Kul Nesîmî’yi anlatınca diğer Nesîmî, Seyyid Nesîmî’yi de bugün anlatmasam olmazdı…

Seyyid Nesîmî’nin hayatı

Seyyid Nesîmî’yi bazı kaynaklar Seyyid İmadeddin Nesîmî diye de anarlar. Seyyid  Nesîmî 14. yüzyılda Bağdat’da doğmuş, Anadolu’da yaşamış bir Türk ozandır. Bağdat'ın ''Nesim'' kasabasında doğduğu için ''Nesîmî'' mahlasını kullandığı rivayet edilir. Şiirlerini Türkçenin dışında Farsça ve Arapça lisanında da yazmıştır. 

Nesîmî hep dolaşmış. Bu yüzden Tebrizli, İranlı, Bağdatlı, Azerbaycanlı gibi yakıştırmalar hep Nesîmî’nin gezginciliğinden ileri gelmektedir. Nesîmî Türkiye’de olduğu gibi Mezopotamya ve Azerbaycan’da da çok önemsenir. Bakü’de dikili bir heykeli vardır.

Nesîmî sıradan bir ozan değildir, kendisini yetiştirmiş, kendisinden önce gelen bütün ozan ve bilginleri incelemiş, hem Mevlânâ’yı, Yunus’u okumuş hem de onların şiirlerinde geçen Hallacı Mansur’a büyük bir hayranlık duymuş, Hallac gibi ‘‘Enel Hak’’ demekten çekinmemiştir. Garip ve acayip ama kâmil ve ârif, erdemli ve nükteden bir kişi olduğu bilinmiştir. Onun için çeşitli kişilerce atfedilen ‘’İmadeddin’’ (veya İmadüddin) (dinin direği), ‘’Muslihüddin’’ (dini ıslah eden) gibi nitelemeler Nesîmî’ye duyulan saygı nedeniyle kullanılan unvanlar olmuştur.

Bilindiği gibi, Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatıma’dan doğmuş ve Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin soyundan olanlara “seyyid” denilmektedir. Seyyid Nesîmî’nin gerçek bir seyyid olup olmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Bir şiirinde:

‘’Gerçi bugün Nesîmî’yem, Haşimî’yem, Kureyşi’yem,
Bundan uludur âyetüm, âyet ü şâna sığmazam.’’

(Bugün adım Nesîmî diye anılıyor ama ben aslında Haşimi kabilesinin, Kureyş sülalesindenim. Benim varlığım (âyetim) görüntülere ve şana şöhrete sığmaz ki.) diyen Nesîmi, seyyid olmaktan çok Hz. Peygamber’e duyduğu sevgi ve bağlılıktan dolayı söylediği kabul görür.

Seyyid Nesîmî’nin düşünceleri

Nesîmî, âlemin sürekli bir devrine ve olayların bu devir esnasında meydana geldiğine ve Tanrı’nın bir insanın yüzünde yansıdığına ve insanın özünün Tanrı’da olduğu görüşüne inanır.

Nesîmî, Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini Kur’an ayetlerine dayanarak ispatlar, Kur’an’ı basitçe yorumlamanın, basitçe okumanın yararı olamayacağını, onun bilinçli ve yorumsal bir tavırla okunması gerektiğini söyler...

Nesîmî’ye göre kendini bilen, varlığının özünü bilen her insan konuşan bir Kur’an’dır. O’nun için insan, Tasavvuf diliyle ‘‘Kur’an’ı natık’’dır. Kendini bilen, varlığının derinliğinde saklı sırları, olgunlukları kavrayan bir insan için en yüce ibadet, özünün sonsuzluğundaki anlama saygı göstermektir. Nesîmî’ye göre insan yeryüzünde Tanrı’nın temsilcisidir.

Kutsal kitap Kur’an’da Tanrı insanı kastederek meleklerine şöyle der; ‘‘Ben yeryüzünde bir halife (benim temsilcim) yaratacağım.’’ (Bakara Suresi 30. Ayet; ‘’Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.’’) Bilenler bunu böyle bilirler; Mansur gibi (Enel Hak-Ben Tanrı’yım-), Cüneyd-i Bağdadî gibi; (leyse fî cübbeti sivallah – cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur.-)

Seyyid Nesîmî’nin derisinin yüzülmesi

Timur’un Anadolu topraklarına saldırısı sonucu Nesîmî ne yazık ki Halep’e gider, Halep topraklarında ölümün kucağına düşer.

Nesîmî Halep’te de düşüncelerinden taviz vermez. Nesîmî’nin Kur’an’ı yorumlarken yaptığı reformist görüşü nedeniyle her devirde olduğu gibi kendisini ‘‘zındık’’ ilan etmekten çekinmeyenler onun aleyhinde propagandalar yayar ve Memluk Sultanına (Nasirüttin Ferec) şikâyet ederler.

Halep’te Nesîmî, hep zındıklıkla, sapkınlıkla suçlanır, ancak onun görüşlerine kimse yanıt veremez. Her devirde benzeri olduğu gibi cevap olarak Halep Müftüsü’nün fetvasıyla derisinin yüzülmesi kararı verilir. ‘’Zındık’’, Abbasiler dönemine ait Fars kökenli bir kelimedir. Allah’ın varlığını inkâr eden veya ortak koşanlara, küfrü­nü gizleyip İslâm’ını açıklayanlara ve Kur’an etrafında şüpheler uyandıran herkes için kullanılan bir deyimdir. Ancak zamanla İslam’daki her türlü yeniliğe, reforma ve yoruma karşı bu deyim kullanılır olmuştur.

Seyyid Nesîmî Divanı’nda bir dize ile kendisine zındık diyenlere şöyle sesleniyordu:

‘’Ey güzelden ve dinden yana olanlar bana sövmeyin
Görmezse gözün beni kör değilse görür beni’’

Halkın gözü önünde Nesîmî’nin derisi yüzülür. Nesîmî hiç sesini çıkarmaz. Sonra ortalığa bırakılır Nesîmî. Daha sonra Nesîmî yüzülen derisini sırtına örtünerek Halep sokaklarında insanların korkunç bakışları arasında yürümeye devam eder.

Hatta şöyle bir söylenti kulaktan kulağa yayılarak bugünlere ulaşır; Nesîmî yüzülürken hıncını alamayan fetva müftüsü şöyle der; “Bunun kanı pistir, bir uzva damlasa o uzvun kesilmesi gerekir.’’ Tam bu sırada Nesîmî’nin bir parça kanı katil müftünün şahadet parmağının üstüne sıçrar. Meydanda bulunan halk, ‘‘Müftü efendi fetvanıza göre parmağınızın kesilmesi gerekir’’ der. Bunu duyan katil müftü ‘‘nesne gerekmez’’ diyerek parmağındaki kanı yıkayarak ortadan kaldırır. Bunun üzerine Nesîmî şöyle seslenir:

‘‘Zahida bir parmağın kessen dönüp halktan kaçar
Gör bu miskin aşığı serpa sayarlar ağlamaz’’

(Zahid: Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarını yerine getiren anlamına gelen Arapça sıfat. Sarpa sayarlar: baştan aşağı soyarlar)

Nesîmî’nin derisini yüzerlerken çok kan akar. Rengi sapsarı olunca, çevresindekiler: ‘‘Sen ki Hakk'sın. Rengin neye sarardı’’ derler. Nesîmî de; ‘‘Ben sonsuzluğun ufkunda doğan aşk güneşiyim. Gün batımında güneş her zaman solar’’ diye yanıt verir.

Nesîmî, sırtında derisi giderken yolda karşılaştığı biri:  “Bu ne hal, nereye gidiyorsun?” diye sorunca, yüzülmüş derisini göstererek  “Biz aşk Kâbe’sinin gerçek yolcularıyız, ihramımız da budur” dediği söylenir.

Nesîmî’nin ölüm tarihi olarak 1404 yılı bilinir. Nesîmî’nin ölümü ardından Türkmen Alevileri ‘’mehdi, gayip erenleri, Tanrı’ya çekildi, gökyüzüne süzüldü, kendisine geldi, kendisiyle bütünleşti’’ derken Halep halkı Nesîmî’nin Halep’in on iki kapısından on ikisinde de aynı anda çıktığını söylerler. Tekkesi ve türbesi derisinin yüzüldüğü yerdedir.

Nesîmî gibi ruhlar içindeki yaşadıkları yüzyıla ait değildirler; çünkü kendi çağdaşları arasında, onların derinliklerini ve yüceliklerini anlayabilecek olan ruhları pek bulamazlar. Giordano Bruno derdi zaten ‘’anlamak zordur’’ diye. Bir şiirinde de Nesîmî bunu şöyle yazar:

‘’Hiç kimse Nesîmî sözünü fehm edebilmez
bu kuş dilidir bunu Süleyman bilir ancak.’’

(fehm etmek; anlamak)

Seyyid Nesîmî’nin eserleri

Nesîmî’nin ‘’Nesîmî Divanı’’ (Seyyid Nesîmî Divanı, Can Yayınları, İstanbul, 2000) isimli şiir kitabı ve ‘’Mukaddimet-ül-Hakayık’’ (Seyyid Nesîmî ve Mukaddimetü’l Hakâyık, Kabalcı Yayınevi, 2010) düzyazı bir yapıtı ile ‘’İnsan’’ adlı bir risalesi olduğu bilinmektedir.

Seyyid Nesîmî hakkında yazılanlar

Nesîmî hakkında fazla bir kaynak yoktur. Nesîmî hakkında; Abdülbaki Gölpınarlı'nın ‘’Nesîmî, Usûlî, Rûhî’’ (Kapı Yayınları, 2014) (Kitap adında ismi geçen Usûlî; Nesîmî’nin takipçilerinden, Rûhî ise Bağdatlı Sufi Divan şairleridir), Reha Çamuroğlu'nun ''Sabah Rüzgârı'' (Doğan Kitap, 2000) ve Hüseyin Ayan'ın ''Nesîmî'' (Türk Dil Kurumu Yayınları, 2014) eserleri incelenebilir. 

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hakkında "Allah her millete Yunus ve Nesîmî gibi şairler vermez" dediği şairdir Nesîmî... Seyyid Nesîmî için; Kastamonulu Latifî, Tezkire-i Latifî’de  (Tezkire-i Latifi, Kastamonulu Latifi, 1894) “Aşk meydanının korkusuzu ve cesaretlisi, muhabbet Kâbe’sinin büyük fedaisi, seyyidlerin uyulmaya lâyık olanı Seyyid Nesîmî’dir” der… İrène Mélikoff da ‘’Hacı Bektaş, Efsaneden Gerçeğe’’’ (Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 1999) isimli kitabında ‘’O Türk Hallâc-ı Mansûr’dur.’’ der.

Başkalarının onu tanıtmak için hakkında bir şey söylemelerine gerek yok aslında. Aşağıda verdiğim dizeleri Nesîmî'nin gerçekte tam olarak kim olduğunu anlatır. Anlayana tabii ki!

‘’Çün bildin mü`minin kalbinde Beytullah var,
Niçin izzet etmedin, ki ol evde Allah var?.
Her ne var âdemde var, âdem’den iste Hak'kı sen!.
Olma iblis-i şakî, âdemde sırrullah var!."

Seyyid Nesîmî gibi Kur’an’dan bu denli yararlanan başka bir Türk şairi yoktur. Mevlânâ’nın Seyyid Nesîmî’yi anlatırcasına bir sözü vardır; ‘‘Her devirde peygamber yerine bir velî vardır. Bu sınanma kıyamete kadardır.’’ İşte Nesîmî böyle bir velîdir. İşte bu kadar büyüktür Nesîmî.

Bu mülke çok şair gelip geçmiştir ama Nesîmî gibisi çok az gelmiştir. Kendisinde iki cihan sığmıştır ama bir kendisi bu cihana sığmamıştır...

Nûr içinde yatsın.

Osman AYDOĞAN

(*) Türk halk ozanları içinde bir başka Nesîmî daha vardır ki onu bu gruba dâhil etmedim:  Nesîmî Çimen… Bu halk ozanımızı, Seyyid Nesîmî’nin diri diri derisini yüzen Halep Müftüsünün devamı ortaçağdan kalma karanlık bir güruh, 02 Temmuz 1993 günü Sivas'ta, Madımak Oteli'nde 35 insanımız ile beraber diri diri yakarak katletmişlerdi. Nesîmî Çimen’i daha önce bu sayfamda yazmıştım.

Seyyid Nesîmî’nin en bilinen şiiri ‘‘Bende sığar iki cihân’’ isimli, şiiridir… Bu şiiri ve günümüz Türkçesi ile açıklamasını aşağıda veriyorum. Ancak önce bu şiir için bestelenmiş bir müzikler

Azeri sanatçı Cavid Murtezaoğlu; ''Sığmazam''
https://www.youtube.com/watch?v=2suHVoArlmg

Mikail Aslan: Sığmazam
https://www.youtube.com/watch?v=tLTsAUHQ_pY

Güney Azerbaycan kökenli İngiliz şarkıcı, söz yazarı, besteci, yapımcı ve müzisyen Sami Yusuf'un eseri: Sığmazam''
https://www.youtube.com/watch?v=iBd1r5VOK2c

Bende Sığar İki Cihân

Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam
Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam

(İki cihan (dünya ve ahiret) benim içime sığar, ancak ben bu dünyaya sığmam.
Mekândışı olma cevheri benim, ancak yine de varlığa ve mekâna sığmam.)

Kevn ü mekândır âyetim zâta gider bidâyetim
Sen bu nişân ile beni bil ki nişâne sığmazam

(Bütün varlıklar ve mekân benim delilimdir. Başlangıcım varlık sahibi olan Zat’la başlar.
Sen beni bu işaretle tanı, ama ben bu işarete de sığmam.)

Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakk ile biliş
Hakkı bilen bilir ki ben zann ü gümâna sığmazam

(Hiç kimse zanla, kuşkuyla Hakk’ı bilenlerden olmadı.
Hakk’ı bilen, benim zanna, kuşkuya sığmayacağımı da bilir.)

Sûrete bak vü ma'nîyi sûret içinde tanı kim
Cism ile cân benim velî cism ile câna sığmazam

(Dış görünüşe bakıp bu dış görünüş içinde gerçek manayı, iç görünüşü tanı.
Çünkü beden de, ruh da benim. Ancak ben ruha da, bedene de sığmam.)

Hem sadefim hem inciyim haşr ü sırât
Bunca kumâş ü raht ile ben bu dükâna sığmazam

(Hem inci, yani iç; hem de inci kabuğu, yani dışım. Haşir, yani öldükten sonra ruhların dirileceği meydanın ve Sırat’ın başında buyruk kişisi benim.
Bunca kumaş ve binek takımıyla ben bu dükkâna sığmam.)

Genc-i nihân benim ben uş ayn-ı ayân benim ben uş
Gevher-i kân benim ben uş bahr ile kâna sığmazam

(İşte gizli hazine benim. Görünenin aynısı işte benim. Bu hazine kaynağının incisi de işte benim.
Ancak ben ne inci çıkan denize, ne de sustası çıkan kaynağa sığarım. )

Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün
Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam

(Yeryüzü ile gökyüzü ve “kâf” ile “nun”*gibi bütün her şey bende bulunduğu için, ey bana akıl vermeye kalkışan kişi sesini kes.
Çünkü ben, sözlere ve açıklamalara sığmam.

* “Kaf” ve “nun” harfleri Allah’ın “Kün” yani “Var ol” emrini ve bütün varlığı işaret etmektedir.)

Gerçi muhît-i a'zâmım adım âdem durur âdemim
Dâr ile kün fekân benim ben mu mekâna sığmazam

(Gerçi her tarafı kaplayan ulu varlık benim, ancak bana insan adı verdikleri için görünüşte insanım. Yapı da, “ol” denilince olan da benim. Ancak ben bu mekâna da sığmam.)

Cân ile hem cihân benim dehr ile hem zamân benim
Gör bu latifeyi ki ben dehr ü zamâna sığmazam

(Ruhla aynı cihanı paylaşan, âlemle aynı zamanı yaşayan benim.
Ancak şu tuhaf duruma bak ki, ben ne bu âleme, ne de bu zamana sığarım.)

Encüm ile felek benim vahy ile melek benim
Çek dilini vü epsem ol ben bu lisâna sığmazam

(Yıldızlarla felek benim. Vahiy de, onu getiren melek de benim.
Ey benim hakkımda konuşan kişi! Dilini tut ve konuşma, çünkü ben senin diline de sığmam.)

Zerre benim güneş benim çâr ile penc ü şeş benim
Sûreti gör beyân ile çünkü beyâna sığmazam

(En küçük varlık da, güneş de benim. Dört (dört unsur: toprak, su, rüzgâr, ateş), beş (beş duyu) ile altı (altı yön: sağ, sol, ön, arka, üst, alt) da benim.
Sözle anlatılan görünüşe bak, ancak ben anlatmaya da sığmam.)

Zât ileyim sıfât ile Kadr ileyim Berât ile
Gül-şekerim nebât ile piste-dehâna sığmazam

(Sıfat ve Zât ile birlikteyim. Kadir ve Berat gecesi ile beraberim.
Şeker kamışıyla birlikte gül tatlısıyım. Bu yüzden kapalı ağızlara da sığmam.)

Şehd ile hem şeker hem şems benim kamer benim
Rûh-ı revân bağışlarım rûh-ı revâna sığmazam

(Güneş benim, ay benim, bal benim, şeker benim.
Herkese akıcı bir ruh bağışlarım, ancak kendim bu akıcı ruha sığmam.)

Nâra yanan şecer benim çarha çıkar hacer benim
Gör bu odun zebânesin ben bu zebâne sığmazam

(Ateş (Tur Dağı’nda Hz.Musa’nm gördüğü ateş) ile ağaç (Hz.Meryem’in hamileyken tutunduğu ağaç) benim. Göğün son katma çıkan taş da benim.
Bu ateşin zebanisini, yani cehennem meleğini gör. Çünkü ben bu dile de sığmam.)

Gerçi bugün Nesîmîyim Hâşîmîyim Kureyşîyim
Bundan uludur âyetim âyet ü şâna sığmazam

(Her ne kadar bugün Nesîmî diye anılmaktaysam da Haşimi kabilesinin Kureyş boyundanım. Bunun için delilim uludur, fakat bu yüzden şana ve delile sığmam.)

Seyyid Nesîmî



Kul Nesimî

16 Mayıs 2010

Türk halk edebiyatında iki tane Nesimî vardır. Genellikle bu iki Nesimî birbirine karıştırılır. Bunlardan birisi  14. yüzyılda Bağdat'ta doğmuş, Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüş olan tasavvuf şairi Seyyid Nesimî'dir. 

Diğeri ise 17. yüzyılda yaşadığı sanılan ve yaşamı pek bilinmeyen Kul Nesimî’dir. Asıl adı Ali’dir. Mahlasını 14. yüzyılda yaşamış olan bahsettiğim tasavvuf şairi Seyyid Nesîmî'ye olan sevgisi dolayısıyla aldığı tahmin edilmektedir. Nerede yaşadığı konusunda yeterli ve kesin bilgiler yoktur. Saz elde, keçe külah başında, dere tepe, köy kasaba dolaştığı tahmin edilen bir derviştir Kul Nesimî…

Kul Nesimî’yi ve şiirlerini anlatan günümüzdeki tek eser Cahit Öztelli'nin ‘’Kul Nesimî’’ (Demos Yayınları, 2012) isimli eseridir.

Kul Nesimî bir şiirinde tasavvuf şairi Seyyid Nesîmî'nin ölüm yılını ve tuttuğu yolu söylemek ister. Buna göre, Seyyid Nesîmî'nin ölüm yılına 264 katınca 1668 bulunur. Yani 17. yüzyılda yaşamıştır.

‘’İkiyiz altmış dört yıldan sonra 
Bu nazmile bunu ettim ben izhar.’’

Kul Nesimî'nin asıl adının ‘’Ali’’ olduğunu söylemiştim. Bunu şu şiirinden biliyoruz:

‘’Mahlasım Nesimî, ismim Ali'dir
Bu çarh dönmektedir, sanmam halidir
Şükür kalbim iman ile doludur
Cürm'i isyanımız bileden beri.’’

Kul Nesimî bir şiirinde Yunus Emre'nin izleyicilerinden Hacım Sultan'a bağlı Sait Emre'nin soyundan geldiğini bildirir:

‘’Şükür Hakk'a iyd oldu
Katarımız mezid oldu
Ceddim Said Emre'dir
Nesli de Said oldu.’’

Kul Nesimî’nin günümüzde en bilinen ve bestelenmiş üç şiiri vardır… Birisi ‘’Minnet Eylemem’’ şiiri, diğeri ‘’Sorma Be Birader Mezhebimizi’’ şiiri ve sonuncusu da ‘’Ben Melâmet Hırkasını’’ isimli şiirleridir… Bu şiirlerin ilkini şimdi diğerlerini de yazımın sonunda veriyorum…

Minnet Eylemem

Hâr içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim Rahîm’i
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem.

Bir acaip derde düştüm herkes gider kârına
Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Huda’dır kula minnet eylemem.

Oy Nesimî, can Nesimî ol Ganî mihmân iken
Yarın şefaatlerim Ahmed-i Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol Ganî settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem.

Şiirin anlaşılır olması için genç arkadaşlarıma bir küçük açıklama yapmam gerekiyor:

Sırat-i müstakim: Doğru yol, dosdoğru yol.
Hâr: Diken.
Rahîm: Kur'an'da geçen Allah'ın 99 adından biridir. Bağışlayıcı, sevdiklerine ve müminlere âhirette merhamet eden, onları koruyan, onlara acıyan demektir.
Ganî: Kur'an'da geçen Allah'ın 99 adından biridir, çok zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir.
Mihmân: Gönül misafiri.
Ahmed-i Muhtar: Hz. Muhammed’in güzel isimlerinden birisidir.
Settar: Allah'ın isimlerinden olup "ayıpları örten" anlamındadır.

Kul Nesimî günümüzde de yaşasaydı eğer bu şiirlerini kelimesini dahi değiştirmeden tekrar yazardı. Bu şiirlerin her bir kelimesi günümüzü anlatmaktadır. Baksanıza 17. yüzyılda bile böyle değildi bu coğrafya: Kur’an kurslarına bağış karşılığı din ulemasından cennet vaat ediliyor… Bir salgın hastalığın sebebi yine din ulemasınca belirli insanlara yükleniyor… Bir üniversitenin dekanı kamera önünde üniversitenin kız öğrencilerine salya akıttığını ifade ediyor… TV’lerde uluorta öldürülecek listelerinden, katliamdan bahsediyorlar… TV’lerde uluorta sıfatında Profesör olan kravatlı İŞİD’liler 12 yaşındaki kız çocukların evlendirilmesini konuşuyorlar… Sanırsınız ki Ortaçağdayız…  

Kul Nesimî'nin yaşadığı 17. yüzyıldan bugüne dört yüzyıl geçti. O günden bu güne bu coğrafyada yaşayanlar, yaşananlar hiç değişmedi. Kul Nesimî'nin söylediği gibi yine o hale geldiler ki bu coğrafyada yaşayanlar; dile ve dine minneti olanların arasında kahroldular… İblisin talim ettiği yollarda iblislerden dar oldular… Kula minnetli harislerden har oldular… Yeryüzü halifesi hünkâra tabilerden düçar oldular… Rahimi, hüdayı, settarı, rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerden bizar oldular...

Bir acaip derde düştük herkes gitmektedir kârına... Bugün bulup bugün yiyoruz, Hak kerimdir yarına...

Osman AYDOĞAN

Kul Nesimî'nin ‘’Minnet Eylemem’’ isimli şiirini değişik sanatçılar yorumluyor… Ben en sevdiğim sıraya göre diziyorum... Hapsi ayrı ayrı güzel:

Ahmet Aslan: Minnet Eylemem
https://www.youtube.com/watch?v=uqROdKnNfQk

Emre Sertkaya: Minnet Eylemem
https://www.youtube.com/watch?v=jmpW71ep-wM

Serhat Durmuş:  Minnet Eylemem
https://www.youtube.com/watch?v=IY3tC92NppQ

Burcu Güneş - Minnet Eylemem
https://www.youtube.com/watch?v=D_NJGyW4YH4

Selda Bağcan: Minnet Eylemem
https://www.youtube.com/watch?v=F_n9NVKRlS8

Ben Melâmet Hırkasını

Ben melâmet hırkasını kendim geydim eğnime
Âr-ü nâmus şişesini taşa çaldım kime ne

Gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi
Gâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni

Gâh giderim medreseye ders okurum Hak için
Gâh giderim meyhaneye dem çekerim ışk için

Sofular haram demişler ışkımın şarabına
Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne

Sofular secde ederler mescidin mihrabına
Benim ol dost eşiğidir secdegâhım kime ne

Nesîmî’ye sordular kim yârin ile hoş musun?
Hoş olam yâ olmayayım ol yâr benim kime ne

Sorma Be Birader Mezhebimizi

Sorma be birader mezhebimizi
Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır
Çağırma meclis-i riyâya (ikiyüzlü) bizi
Biz şerbet içmeyiz dolumuz vardır

Biz müftü bilmeyiz fetva bilmeyiz
Kıyl-ü kal (çiğ laf /boşboğazlık) bilmeyiz ifta (fetva verme) bilmeyiz
Hakikat bahsinde hata bilmeyiz
Şah-ı Merdan gibi ulumuz vardır

Nesîmî esrârı fâs etme (gizini açıklama) sakın
Ne bilsin ham ervah (ham ruhlar) likasın Hakk’ın
Hakk’ı bilmeyene Hak olmaz yakın
Bizim hak katında elimiz ( yerimiz, yurdumuz) vardır.



İbnü’l Arabî

16 Mayıs 2020

Mutasavvıf, İslam düşünürü ve şairi, İslam dünyasında hakkında en çok tartışılan bilgini ve İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî ile beraber İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisi olan ‘’Vahdet-i vücut’’ (varlık birliği) diye anılan tasavvuf kuramını oluşturan ve bu kuramla anılan bir bilge kişidir İbnü’l Arabî…

İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbnü’l Arabî ve Şeyh-ül Ekber (Büyük Şeyh) diye meşhûr olmuştur. Genellikle Muhyiddin İbnü’l Arabî diye bilinir… Onu anlayamayanların dilinde ise ismi Şeyh-ül Ekfer'dir (Kâfir Şeyh).

İbnü’l Arabî, Muvahhidun döneminde 1165 yılında Mursiye (Murcia), İspanya’da doğar, 1239 yılında Şam'da vefat eder.

Tasavvufta o bir başlangıçtı, ardından gelenler ise (Sadreddin Konevî, Dâvûd-i Kayserî, Molla Fenârî gibi) bu yolda devam etmişlerdir…

Fransız Matematikçi ve yazar René Guénon; Dante’nin ‘’İlahi Komedyası'’nda adı geçen ‘’İnferno’’ (cehennem)yu kaleme alırken İbnü’l Arabî’nin ‘’Kitab el-İsra’’ (Gece yolculuğu kitabı) ile ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ (Mekke İlhamları) adlı eserlerinden faydalandığını iddia eder. İbnü’l Arabî’nin gerek ‘’Kitab el-İsra’’ ve gerekse de ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adlı eserlerdeki simge ve semboller, özellikle Dante'nin cehennemi ile İslami cehennemin benzerliği, Hz. Muhammed'in Mirac'ı; cehennem ve cennetten sonra her ikisi eserde de başkarakterin nurani bir yoğunluktan (Tanrı) bahsetmesi bu iddiayı kanıtlar niteliktedir.

René Guénon'un da kabul ettiği bu iddia, aslında kendisi de Endülüslü olan tarihçi Miguel Asin Palacios’a aittir. Miguel Asin Palacios, ‘’Dante ve İslam’’ (Okuyan Us Yayınları, Mayıs 2010) isimli eserinde bu iddiayı dile getirir.

İbnü’l Arabî, 1182'de İbnü’l Rüşd ile görüşür. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnü’l Rüşd’ün ‘’bilgi'’nin ‘’akıl yolu'’yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin ise gerçek ‘’bilgi’'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanır…

Ve Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra keşif için yola çıkar İbnü’l Arabî… Devrindeki tüm İslam coğrafyasını gezerek; Fas, Medine, Mekke, Şam, Musul, Bağdat, Halep ve Konya’da çeşitli bilginlerle tanışır ve görüş alışverişinde bulunur.

İbnü’l Arabî, 22 Rebîülâhir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Şam’da vefat eder.

İbnü’l Arabî Konya, Sivas ve Malatya’da

İbnü’l Arabî Selçuklu hükümdarının daveti üzerine 612’de (1215) Bağdat'tan Konya'ya gelir ve veliaht Keykavus’a hoca olur. Yukarıda bahsettiğim Endülüs tarihçi Miguel Asin Palacios, onun Konya’ya gelmesinin tek sebebinin sultanı Hristiyanlara karşı kışkırtmak olduğunu ileri sürer. İbnü’l Arabî, dönemin belli başlı Selçuklu yerleşim bölgeleri olan Konya, Sivas ve Malatya’da bulunur.

Arabî’nin Konya ziyareti esnasında Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulacağını kaleme aldığı rivayet edilir.

Konya’ya bu gelişinde Mevlânâ henüz 12 yaşındadır. İbnü’l Arabî pazar yerinde çocuk Mevlânâ'yı babasının arkasında yürürken gördüğünde şöyle der ardından; "Hayret! Bir umman (okyanus), bir göle takılmış gidiyor."

Konya'da 8 yaşındaki çocuğuyla dul kalan bir kadınla evlenir. 8 yaşında eğitimine başladığı bu çocuk, Mevlânâ'nın çağdaşı Sadreddin Konevî'dir.

İbnü’l Arabî, Konya’dan sonra Halep ve Sivas’a gider. Buralarda bir süre kaldıktan sonra 615’te (1218) Malatya’ya yerleşir. Burada dört yıl kalır.  Dostu Mecdüddin İshak vefat edince vasiyeti üzerine dul kalan hanımıyla evlenir. Oğlu Sa‘deddin Muhammed büyük ihtimalle burada dünyaya gelir… Böylece Muhammed Sa‘deddin, Sadreddin Konevî’nin üvey kardeşi olur...

Şu sözleri onu anlatmaya yeter:

"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’

"Yeryüzünde nice dolaşan vardır ki, yer ona lânet eder. Yer üzerinde nice secde eden vardır ki yer onu kabul etmez. Nice dua eden vardır ki kelamı dudağının ucunu geçmez."

''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’

“Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”

"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."

"Sen içine dön, yalnız dışınla meşgul olma. Çünkü sen cisminle değil ruhunla insansın."

"Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler."

"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları âdemden vücuda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."

"... artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."

Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. O ses, o mesaj, o çığlık şuydu;

‘’Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık...
O artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir Kâbe,
Tevrat levhaları,
Kur'an kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum.
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.’’

Mevlânâ’nın sanki İbnü’l Arabî'yi anlatırcasına bir sözü vardır; ‘’Her devirde peygamber yerine bir velî vardır. Bu sınanma kıyamete kadardır.’’ İbnü’l Arabî Mevlânâ'nın bahsettiği peygamber yerine bir velidir.  Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. İşte günümüzdeki tüm sorunlarımıza, tüm problemlerimize, tüm ihtilaflarımıza, tüm sıkıntılarımıza çözüm sunacak bir mesajdır bu çığlık!... Ahhh ki ahhh; bir anlayabilsek!

İbnü’l Arabî’nin kitapları

İbnü'l Arabî'nin sanki günümüzde yazılmışçasına tat veren 500 civarında olduğu tahmin edilen kitaplarından günümüze 250'ye yakın eseri ulaşmıştır. Türkçeye çevrilen eserleri ise onu geçmez!...

İbnü'l Arabî'nin Bu kitaplarından önemlilerinden bahsedeceğim…

Fütûhât-ı Mekkiye

İbnü’l Arabî bu eserini (Fütûhât-ı Mekkiye, Esma Yayınları, 2001) otuz yılda tamamlar. (Hicri 598 – 629) Eser 560 bölümden oluşur… İslam dünyasının tematik olarak hazırlanmış ilk ve tek ilimler ansiklopedisidir.

İbnü’l Arabî, ‘’Fütûhât’’ının birinci cildinde şunları yazar: "Allah kemâl sahibidir. Kâinatta kendi kemâlini göstermiş, gökleri mükemmel yaratmıştır. Mükemmel şekil küredir. Onun için kâinat küreler halinde yaratılmıştır. Dünya küre şeklindedir ve ekseni etrafında dönmektedir." Bu satırlar yazıldığında henüz Galileo’nun doğmasına 400, Kopernik’in doğmasına ise 300 yıl vardır.

İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında Sebte kentinde rastladığı hocası İbn’üs Sâig’ten aktarır: ‘’Dünyayı def ve flüt ile yiyip bitirmek, benim indimde din ile yiyip bitirmekten daha iyidir. Elinden geldiği kadar dince lânet etmekten kaçın.’’ Bu sözü günümüzde anlayabilecek kaç din adamı vardır acaba?

İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) gördüğünü yazar. Bu kişi kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbnü’l Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Âdem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbnü’l Arabi ona Hz. Âdem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Âdem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?” Bu yanıt üzerine Arabî, "O zaman hatırladım ki hadiste 'Allah yüz bin Âdem yaratmıştır' diye yazardı" der.  Hz. Âdem yaratıldı tüm melekler sordu: "Dünyaya fesat getirecek bir varlık mı yaratacaksın?" dediler. (Bakara-30) Melekler bunu -insanın dünyaya fesat getirecek olmasını- nereden biliyorlardı? Demek ki melekler daha önceden insanı tanıyorlardı... Kuran bazı konuları ucu acık bırakarak ‘’Akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz?" diye buyurmaz mı?

‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’, İbnü’l Arabî’nin tasavvufi görüşlerini en geniş boyutlarıyla açıkladığı eseridir. Yeri gelmişken İslam dünyasında hep yanlış anlaşılan ‘’Fetih’’ ve ‘’Fütûhât’’ kavramlarına İbnü’l Arabî’ni tanımlamasıyla bir açıklık getirmek istiyorum.  Fetih (bazen ‘’feth’’ diye de yazılır) kelimesinin çoğulu ‘’fütuh’’, bunun da çoğulu ‘’Fütûhât’’dır. Sözlük anlamı;  “açmak, yardım etmek, zafer” anlamındadır. Tasavvufta ise “Allah’ın rızık gibi maddî, ilim ve marifet gibi manevî lütuflarını kuluna açması” anlamına gelir. İbnü’l Arabî’ye ilham ürü­nü olan bilgiler kendisine Mekke’de gel­diği ve eseri burada yazmaya başladığı için bu kitaba ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adını verir. Kitabın bu özelliğini çe­şitli vesilelerle vurgulayan İbnü’l Arabî, noktasına varıncaya kadar eserdeki bü­tün bilgilerin ilâhî ilham (ilkâ-i rabbânîve imlâ-i ilâhî) mahsulü olduğunu ileri sü­rer. Yani ‘’fetih’’ dini bilmeyenlerin, dini siyasetlerine araç olarak kullananların anladığı şekliyle bir başka ülkenin işgali, alınması, topraklarına el konulması değildir…

Fusüs’ül-Hikem

İbnü’l Arabî’, Şam'a geldiğinde kendisinin ‘’Fütûhât'’tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen ‘’Fusüs'ül Hikem’’i (Bilgelik Fanusları) (Kabalcı Yayınları, 2016) kaleme alır. İbnü’l Arabî bu eseri rüyasında Peygamber'den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. İbnü’l Arabi, Fusüs’u yazma nedenini şöyle açıklıyor: “627 Hicret yılı, Muharrem ayının son günlerinde, Şam’da iken. Tanrının peygamberi Hz. Muhammed’i gerçek bir rüya anlamında gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana dedi ki, bu Fusüs ül-Hikem kitabıdır. Bunun al ve halka açıkla ve bu bilgilerden herkes yararlansın.” 

27 bölümden oluşan bir kitap olan Fusüs’ül-Hikem’in her bölümünde bir peygamberin kişiliği ve görevlerinin özelliği anlatılır.

‘’Fusüs'ül Hikem’’de şunları yazar İbnü’l Arabî; “Âlem, Allah’ın belirmesidir. O, âlemin ruhu olup, sevk ve idare eder. Evrenin tümü O’dur, O, benim ve O’nun varlığı ile ayakta duran tek varlıktır. Âlemin başka gerçek bir varlığı yoktur. Âlem, O’ndan ayrı bir varlık değildir. Görmez misin ki, gölge sahibinden çıkmış ve ona bitişik olduğu halde, sahibinden görünüşte ayrılması imkânsızdır. Nasıl insanın gölgesi, ancak gölgenin düştüğü yer aracılığı ile görünüyorsa, Âlem de, Allah’ın gölgesinin üzerine düştüğü madde aracılığı ile idrak edilir, bilinir.”

Kur’an-ı Kerim’de, “Her şey beni zikreder ama siz anlayamazsınız” denilir. Bu ayeti anlamak, ancak maddenin, var olan her şey hakkında bilgilenme yönünde ve evrimimizde aracı olarak kullanılmasıyla mümkün olabilir.

İbnü’l Arabî ‘’Fusüs’ül-Hikem’’de şunları yazar;

‘’...küçük insan, büyük âlemin (kozmos) bir minyatürüdür... İnsan varlığı, âlemden daha da küçük olsa da, o büyük âlemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu âleme büyük insan (insan-ı kebir) adını veriyorlar...’’

"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi." İbnü’l Arabî bu sözüyle; ‘’Hakk'ın gölgesidir insan. İnsan, Hakk'ın tüm isimlerini almış, Hakk'dan ayrı değil’’ mesajını veriyor.

‘’Fusüs’ül-Hikem’’in Nuh bahsinde teşbih ve tenzihi anlattığı bölümde şunları yazar;

(Teşbih; Benzetme. Tenzih; Arılama, kusur kondurmama, Allah'ın bütün kusurlardan uzak olduğuna inanma.)

"...yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.
imdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu
ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu.
eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
imdi, sen o değilsin ve sen o’sun;
ve sen o’nu şeylerin ayn’ında
kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Allahu teala, “o’nun benzeri hiç bir şey yoktur” (şura suresi, 42/11) diyerek tenzih
etti; “o, semi ve basir’dir” (şura suresi, 42/11) diyerek teşbih etti. Ve Allahu teala,
“o’nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi; “o, semi
ve basir’dir” diyerek tenzih etti ve tek kıldı..."

İlâhi Aşk

İbnü’l Arabî, ‘’İlâhî Aşk’’ (İnsan Yayınları, 2016) isimli kitabında aşağıdaki şu hikâye yer alır: (s. 134)

''Allah rahmet etsin, babam mıydı, amcam mıydı? Hangisiydi, tam bilemiyorum; ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda bir avcı görür. Avcı dişi bir kumruyu takip etmektedir. O anda aniden, kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru çaresizliğinden kendi etrafında fır dönerek havaya yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur. 'Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık' diye devam etti babam; 'sonra, o kuş o yüksekliğe varınca kanatlarını kapattı, başını yere çevirdi ve çığlıklar atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ bakakalmıştık' diye anlatmıştı. Ey âşık, bu bir kuşun yaptığı harekettir. Peki, Allah aşkı uğrunda senin tavrın nicedir?''

Aşkın ne olduğunu anlıyorsunuz değil mi?

Şeceretü’n-Nu‘mâniyye

Önce bu kitap hakkındaki yanlış bilgileri düzeltmek istiyorum. Ne yazık ki ülkemizde İbnü’l Arabî’nin bu kitabı ‘’Eş-Şeceretü’n-Numaniyye fi’d-Devlet-i Osmaniyye’’ (IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2017) ismiyle yayınlanır. Hâlbuki İbnü’l Arabî’nin eserini aslı sadece ‘’Şeceretü’n-Nu‘mâniyye’’ şeklindedir. Bu yanlışlığa sebep ise Osman Gazi'ni doğumundan 18 yıl önce vefat eden İbnü’l Arabî’nin bu eserinde Osmanlı Devletinin kurulacağını müjdelemesi, sultanlarından ismen bahsetmesi ve Yavuz Sultan Selim’den bahsetmesidir.

İbnü’l Arabî  “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” isimli eserinde  “Tılsım sâhibi ilk ‘Sîn’in varlığından söz eder.  Burada bahsi geçen ‘’Sîn’’ Yavuz Sultan Selîm’dir. “Onun cülûsu”nun ‘Mim’den sonra” olacağını söyleyerek onun tahta geçişinin kendisinden önceki en büyük hükümdâr olan Fâtih Sultan “Mehmed”den daha sonra olduğuna işaret eder. Bu şifreye göre “Mim”den, yâni “Mehmed”den sonra tahta geçecek olan “Sin” yâni “Selim”dir.

“Sîn'in zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman unutulmuş vîrâne bir kabri açığa çıkaracağı''nı belirterek; “Yıkık ve vîrâne olan kabr”in onun söylemesiyle ziyâdeleştiril”eceğine işaret eder. Ki, bu “yıkık ve vîrâne kabir” İbnü’l Arabî’nin, kendisine zındık diyen câhiller tarafından yıkılarak yerle bir edilen kendi kabridir.  ''Şın'' ise Şam şehridir. Malum; ''Sin'' ve ''Şın'' Arap harflerinde ''S'' ve ''Ş''nin karşılığıdır. Onun bu kerâmeti halk arasında daha çok; “İzâ dehalu Sîn fi’ş-Şîn, zahara fî kabruhû Muhyi’d-dîn”  (“Sîn Şın’a dâhil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddîn’in!”) ifâdesiyle dile getirilmiştir… 

İbnü’l Arabî’nin bu kehanetini doğrularcasına 1516 yılında Yavuz Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında İbnü’l Arabî'nin kabrini buldurur, buraya türbe yapılmasını, yanına da bir cami ve imaretininin inşasını emreder. İkinci Abdülhamit de türbesini tamir ettirir. Osmanlı son dönemine gelinceye kadar İbnü’l Arabî’nin Şam’daki türbesi ve camisinin bakımını üstlenir ve buraya görevli kimseler tayin edip maaş bağlar…

İbnü’l Arabî’nin kabri halen Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir. Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde İbn Arabî'nin kendisine ait olduğu iddia edilen '’bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benim ismimle anılacak’' mealindeki bir beyit yazılıdır. (felikülli asrın vahidün yesmü bihi ve ene libâg'el asrı zak'el vahid) (2005 yılında Şam'a yaptığım bir ziyarette bu mütevazı kabri ziyaret edip dua etmek kısmet olmuştu bana.) 

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” diye söylerdi Mevlânâ. Mevlânâ’nın söylediği gibi İbnü’l Arabî'nin mezarı da aslında bahsettiğim gibi Kasiyun Dağı eteğinde değil âriflerin gönüllerindedir. Allah rahmet eylesin

Diğer kitaplarında yer alan görüş ve hikâyeleri

İyi ve kötü

İbnü’l Arabî bir kitabında şöyle yazar (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları, 1985, Mehmed Ali Ayni, sayfa 21): “İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.” Anlamı: ‘’Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.’’ Bu sözdeki derinliği anlayacak günümüz dünyasında kaç Müslüman vardır acaba? Hiç yoktur değil mi?...

Gâvur hangisi, dayım hangisi?

İbnü’l Arabî bir kitabında da Endülüs'te bir çocukla dayısının başından geçenleri anlatır:

''Endülüs'te çocuğun biri dayısıyla gayrimüslim bir değirmenciye buğday götürmüş. Yüz okka buğday verip doksan okka un alacaklarmış. Değirmenci de kantara hile karıştıran bir adammış. Yüz okka buğdayı alıp doksan okka un yerine seksen okka un tartıp doldurmuş bir çuvala. Çocuğun dayısı da adamdan hakkını istemiş. "Sen ne biçim adamsın?" demiş.

Aralarında bir tartışma başlamış. Sonunda gırtlak gırtlağa gelip kavgaya tutuşmuşlar. Çocuk ne yapacağını şaşırmış. Dayısı ile değirmenci oradan oraya savrulmuşlar. Çuvallar patlamış, ikisi de bembeyaz una bulanmışlar. Çocuk da gitmiş eline bir sopa geçirmiş, dikilmiş adamların başına. Bembeyaz undan iki adam! Gâvur hangisi, dayım hangisi? Gâvur hangisi, dayım hangisi? Gâvur hangisi..?'' Bu hikâyeden sonra şöyle der İbnü’l Arabî: ''Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kâfir, dışı Müslüman, dışı kâfir, içi Müslüman vardır. Allah'ın Bakara Suresi'nde buyurduğu gibi: 'İşte onlar hidâyete karşı delâleti satın alanlardır. Fakat onların ticareti fayda etmemiştir. Onlar doğru yolu bilen kimseler de değildir..' "

Hz. İbrahim ve bir misafir

Bir kitabında Hz. İbrahim ile ilgili şu hikâyeyi anlatır: Hz. İbrahim peygambere bir müşrik misafir olmak istedi, Hz. İbrahim: ''Müslüman olursan misafir ederim'', dedi. O da kabul etmedi. Döndü, gitti. Cenabı Hak İbrahim'e, “bir lokma ekmek için herifin dinini, babasından kalan alıştığı dinini terk etmesini teklif ettin. O, yetmiş senedir gâvurluk yapar, ben onu besliyorum ve rızkını kesmedim,” buyurunca, Hz. İbrahim yola çıktı, ona yetişti. “Gel,” dedi, “seni misafir edeceğim. Çünkü Rabb'im senin için beni azarladı,” deyince; o, hem misafir oldu hem de Müslüman oldu.”

Marangoz ve minber

İbnü’l Arabî bir başka kitabında da şu hikâyeyi anlatır:

Bir zamanlar Bağdat'ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün son zamanlarında çok güzel bir minber oymuş. Ama çok güzel, Sedef kakmalı, ceviz ağacından. Her gören onun güzelliğiyle büyüleniyordu. Bu güzel minberin namı aldı yürüdü. Bağdat'a her gelen bu minberi alıp falanca camiye koymak istiyormuş. Fakat marangozun cevabı hep "Hayır" oluyordu." Bu minber Mescid-i Aksa' da duracak". Ahali şaşırıyordu tabii. İyi de Kudüs Haçlı işgali altında. "Benim işim minber yontmak, Bir babayiğit de çıksın Kudüs' ü alsın. Bu minberi yerine oturtsun."

Herkes bu hikâyeyi minberin güzelliğini bire beş katarak birbirlerine anlatır oldu. Daha sonra 7-8 yaşlarında bir çocuktan dinlediler bu hikâyeyi. Ama O çocuk minberin güzelliğinden çok müessirin vasiyetine kulak verdi. Aradan 40 yıl geçti ve o minberi durması gereken yere Mescid-i Aksa' ya yerleştirdi. Diller onu Selâhaddinî Eyyubi diye andı.

Hikâyeyi şöyle bitirir İbnü’l Arabî: ''Bu işler böyledir. Biz o marangoz misali minberler yontarız. Bizim bu emanetlerimizi yerine koyacak er kişiler elbette çıkacaktır.''

İbnü’l Arabî’yi sevmeyenlerden biri

Şam’da, İbnü’l Arabî’yi sevmeyenlerden biri, her namazdan sonra bu büyük veliye on defa lanet okurdu. Bu olaydan İbnü’l Arabî’nin de haberi olur, ancak hiç bir tepki vermezdi. Bir süre sonra İbnü’l Arabî’ye lanet eden adam ölür. İbnü’l Arabî, hiçbir şey olmamış gibi adamın cenazesine katılır.

Cenazenin defninden sonra arkadaşlarından biri, İbnü’l Arabî’yi evine davet eder. İbnü’l Arabî evde kıbleye müteveccih bir şekilde oturur. Zikir ve duâ ile meşgul olmaya başlar. Dostu yemek zamanı yemek hazırlar, ancak İbnü’l Arabî yerinden kalkmaz. Sadece namaz için yerinden kalkmakta ve yine kıbleye doğru yönelip tesbih çekmeye devam etmektedir.

Bir süre sonra yüzü mütebessim ve içini sevinç kaplamış bir vaziyette kalkarak dostuna, ”Ben acıktım, bana yemek hazırlayın” der. Dostu merakla yemek hazırlamasına rağmen, neden yemediğini sorduğunda, İbnü’l Arabî şu cevabı verir: ”Ben, bana lanet okuyan adamın ruhuna yetmiş bin kelime-i tevhid okumaya ve o affedilinceye kadar hiçbir şey yememek ve içmemek üzere kıbleden yüzümü çevirmeyeceğime dair Allahü teâlâya ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim.”

Bir meczup

İbnü’l Arabî bir kitabında da şu hikâyeyi anlatır; 

Bir meczup, köy meydanına gelir; çevrede dolaşmakta olan kalabalığa; "ey ahali, ben Peygamberim!" der. Kimse onu ciddiye almaz. Garip kılığına, deli gözlerine bakıp gülerler. Meczup kendinden çok emindir. "Ey ahali, ben peygamberim! Eğer bana inanmıyorsunuz, şu arkamdaki duvar dile gelsin ve size benim peygamber olduğumu söylesin." der.

Yine kimse bu meczubu ciddiye almaz fakat birden duvar dile gelir ve şöyle der;  "Yalan! Bu adam peygamber falan değil."

(Bu hikâye aynı zamanda Zülfü Livaneli'nin ''Engereğin Gözündeki Kamaşma'' isimli romanının giriş kısmıdır. Ancak Livaneli kaynağını yazmaz!!!)

İbnü’l Arabî’nin tasviri

Prof. Dr. Süleyman Uludağ, ‘’İbn Arabî’’ isimli kitabında (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995) İbnü’l Arabî için şunları yazar: (s. 172–173) 

‘’İbnü’l Arabî aşk (sevgi) ile güzellik (cemal, hüsn) arasında sıkı bir bağ kurar. Aşk kendi başına ve bağımsız bir değer değildir. Onun temeli güzelliktir. Kusursuz ve en mükemmel güzel (cemal-i bâkemâl) de Allah’tır. İnsan onun için Allah’ı sever. Allah bütün güzellikleriyle âleme tecelli etmiştir. O halde ilahi bir tecelliden ibaret olan âlem bütün olarak da, parçalar halinde de güzeldir. Allah’ın güzelliği hem şekil ve suret halindeki maddi güzelliklerin, hem de ilim, marifet, ahlak (siret) ve kemal tarzındaki manevi güzelliklerin kaynağıdır.

Fakat yine de onun esas güzelliği her çeşit şeklin üstünde ve ötesindedir. Allah en güzel olduğu için sevilir ve sevilerek ibadet edilir. Fakat insan güzeldir, hem Allah onu kendi suretinde yarattığı için, hem halifesi olduğu için hem de: “Biz onu en güzel biçimde yarattık” dediği için hem de ilahi güzelliği en iyi biçimde yansıttığı ve Hakk’ın tecelligâhı olduğu için. Bundan dolayı Allah insanı sever, sözü edilen nitelikler en fazla velilerde ve peygamberlerde mevcut olduğu için onları daha çok sever, bu hususlar en mükemmel biçimde Hz. Peygamber’de mevcut olduğu için de en çok onu sever. Bunun için o Allah’ın sevgilisidir (habibullah, mahbub-i kibriya).

İnsanın diğer varlıkları sevmesinin sebebi bu varlıkların kendi kabiliyetlerine göre ilahi güzelliğin tecelligâhı (mazharı) olmalarıdır. Zahidlerin durmadan kötüledikleri, abidlerin sırtlarını döndükleri bu âlem İbnü’l Arabî’nin gözünde fevkalade güzeldir, güzelliklerle doludur. O halde aşk ve sevgi ile dolu olmalıdır.

İbnü'l Arabî bir sevgi dünyası, bir sevgi dili kurmuş ve: “Benim dinim sevgi dinidir, ben sevgi kıblesine yöneldim” demiştir. Daha önce de var olan bu sevgi anlayışını geliştiren İbnü’l Arabî onun sisteminin özü ve kaynağı, tasavvufun da vazgeçilmez bir temel unsuru haline getirmiştir. Buna rağmen Mevlâna ile karşılaştırıldığı zaman İbnü’l Arabî’nin sisteminde sevgiden çok bilgiye (marifet) ağırlık verdiği görülür.’’

Roosewelt ve İbnü’l Arabî

Mahmut Sadettin Bilginer, ‘’Tasavvufta Allah ve İnsan’’ (H Yayınları, 2011) isimli katabında şu bilgiyi verir (s. 122-123): 

İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika’yı ziyaret etmektedir. Cumhurbaşkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen bu heyetle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zat anlatıyor:

Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine; “Bir Türk heyetinin Amerika’yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim” diye başladı… Ve devamla;

“Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen bilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada bilim, felsefe ve mistik alanda sayıları birçok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beş yüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış âlim ve mutasavvıf Muhyiddin İbnü’l Arabî üzerinde birleştiklerini tesbit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Fusüs’ül Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiye gibi değerli birçok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üç yüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu gecikme neden? İşte bunu bilmek istiyorum.”

Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı: “Efendim'' dedim, ''önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyh’ül Ekber Muhiddin İbnü’l Arabî’nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah’ın vücud birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam âlimleri ve önderleri) ve mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.”

Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve “Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim” diyerek önündeki çekmeceyi açtı. “Bakınız ben her gün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütûhât-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım” dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık.

İbnü’l Arabî’nin görüşleri

İbnü’l Arabî, Vahdet-i Vücud öğretisinin baş sözcüsüdür. Ancak bu öğreti İbnü’l Arabî’nin eserlerinde bu adla anılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbnü'l Arabî'nin öğrencisi Sadreddin Konevî’dir. Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan bir görüştür.

‘’Kudsî Hadisler’’ (hadîs-i kudsî) diye bir kavram vardır. Bu tür (Kudsî) hadisler Allah'ın kelamıdır. Yüce Allah, hadîs-i kudsî de: “Gizli hazine idim. Bilinmek istedim ve tüm bir kâinatı ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım.” buyuruyor. Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır. İnsanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleri anlamındadır bu hadis.

İbnü’l Arabî'ye göre insan mücmel (sözü az, mânası çok olan) bir varlıktır. Bu mücmeli mufassal (geniş, izahlı olarak, tafsilâtlıca) hale getirdiğimizde ise insanın birçok alt hakikatten meydana geldiğini görürüz. Başka bir deyişle, insan mecmu, yani bütün âlemin ve âlemdeki hakikatlerin toplamıdır. Bu özelliği ile tüm âleme ve hakikatlere içkindir ve "içerdiği parça hakikatler ile âlemdeki şeylerin mukabilidir ve insan bütün âlem hakkındaki bilgisini kendisinde bulunan bu tikel parçalarını bilfiil hale getirmekle elde edebilir."

İbnü'l Arabî'den yüzyıllar sonra ortaya çıkan Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemiyordu zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’ Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapıyordu.

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger'in İbnü’l Arabî'yi okuduğu bilinir.

Bir kısım bilim adamları Doğu felsefesinin Spinoza’sı olarak adlandırırlar İbnü’l Arabî''yi... (Baruch Spinoza: 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerindendir. Spinoza tuhaf bir çelişkiyle İbnü’l Arabî gibi hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. En büyük eseri ''Ethica'' adlı kitaptır.)

İbnü’l Arabî’nin kendisi hakkında söyledikleri

Bir kitabında okuyucuları için şunları yazar İbnü’l Arabî: "İşte ben, meyveleri olgunlaşmış bir bahçeyim; meyveleri bir araya toplanmış bir bahçe. Öyleyse, sen benim perdelerimi kaldır ve benim yazdığım bu yazıların, bu satırların içerdiği şeyleri oku!"

Bir başka kitabında da ‘’Bizi tanımayan kitaplarımızı okumasın’’ der. Eserlerinden istifade edebilecek kimseler için de "kemerlerini sıkmış, nefsini tezkiyede (nefsini temiz bilmek, nefsini kusursuz addetmek) önemli mesafe kat etmiş ve gönlünü dünyadan çekip almış" olmalarını şart koşar.

İbnü’l Arabî’ye yöneltilen suçlamalar

İbnü’l Arabî’nin ardından gelen Seyyid Nesîmî ile kendisinden önce yaşamış olan Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî gibi bilginler İbnü’l Arabî’nin inancına sahip olmuşlar ve "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) sözü ile bu inancı pekiştirmişlerdir. Dönemlerinde, bu evliya, anlaşılmamış, dinden çıkmakla, sapkınlıkla, zındıklıkla, şirkle suçlanmış, kimisi de bu suçlamalardan dolayı idam edilmişlerdir.

Hallac-ı Mansur; "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) dedi idam edildi. Cüneyd-i Bağdadî; ‘’leyse fî cübbeti sivallah’’ (cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur.) dedi idam edildi. Seyyid Nesîmî; Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini’’ söyledi, canlı canlı derisi yüzüldü. Bayezid-i Bestamî;  “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yoktur!.’’ dedi, idam edilmedi ama zındıklıkla suçlandı.  Kendi ifadesiyle; “Yolun başında idik ‘sıddık’ dediler. Sonuna vardık ‘zındık’ dediler.”

İbnü'l Arabî’yi de kâfirlikle suçladılar. Bu nedenle O’na da; Şeyh-ül Ekfer (Kâfir Şeyh) dediler. Buna esas neden de yazdığı ‘’Futûhât-ı Mekkiye'’deki sözleriydi. Bu sözlerden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında idam fetvası verilmişti.

Arap dünyası İbnü’l Arabî’yi böylesine zındıklıkla, kâfirlikle suçlarken İbnü'l Arabî’ye sahip çıkan Osmanlı olur… Yukarıda bahsettiğim gibi Yavuz Sultan Selim tahrip edilen mezarını bulup ona bir türbe ve cami yaptırır… 18. yüzyılın dîvan şairlerinden Sünbülzâde Vehbî de İbnü'l Arabî hakkında bir menkıbe yazarak ona yapılanların bir tenkitten çok bir iftira olduğunu ifade eder:

“Sakın eslâfa, sakın ta‘netme
Mutaassıb revîşinde gitme
Hiç yakışmaz hele ehl-i dîne
İftirâ Hazret-i Muhyiddîn’e”

Hatta bu iftiralara karşı İbnü'l Arabî’yi savunmak için birçok Osmanlı şairi de kendisine methiyeler yazar. Meselâ Divân Şairi Nâbî bir şiirinde onu şu dizeleriyle över;

“Sürmedir hâk-i deri Hazret-i Muhyiddîn’in
Kimyâdır nazarı Hazret-i Muhyiddîn’in
Sâf envâr-ı hakāyıktır onun âsârı
Zerre yoktur kederi Hazret-i Muhyiddîn’in.”

Yine Divan şairi Nâbî ‘’Hayrî-nâme‘’sindeki bir başka dizelerinde Hakk‘ı isteyen taliplere doğrudan doğruya Mevlânâ‘nın Mesnevî‘sini; İbnü'l Arabî‘nin Fütûhât-ı Mekkiye ve Fusüs'ül Hikem'ini tavsiye eder: 

''Tâlib-i Hakk‘a olur reh-nümâ
Nusha-ı Mesnevî-i Mevlânâ
Dide-i rûha çeker kuhl-ı husus
Nûr-ı esrâr-ı Fütûhât u Füsûs
Dahi çoktur nüsha-i ehlullah.''

Fransız yazar ve filozof Voltaire İbnü’l Arabî'nin İslam dünyasında bir kısım insanların kendisine ''Şeyh'ül Ekfer'' (Kafir Şeyh) diye tanımlamalarını şu sözlerle özetliyor: "Müslümanlar içinde bir adam çıkmış, onu da kendilerinden saymıyorlar."

Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam’ın hastalığının da entegrizm olduğu söylenir. Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in bu konuda güzel bir kitabı var, ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis yayınları, 2005)

(Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme…)

Ne diyeyim, Allah bunları ıslah etsin, hidâyete erdirsin.. .

Sadece İslam dünyasında değil, Hristiyan dünyası da böyleydi.

Giordano Bruno; ‘’Tanrı Bir’dir, her yerdedir, hem de her şeyin üzerindedir. Birbirinden ayrılmaz olan Zekâ, Ruh ve Madde, Tanrısallığın üç görünümüdür.’’ dedi, canlı canlı yaktılar. Giordano Bruno derdi ki; ‘’anlamak zordur, basit ve kaba şeyler basit ve sokak insanları için geçerlidir.’’ Basit ve kaba insanlar anlamadı onları…

Ve günümüz

Günümüze, ülkemize gelirsek:  Zamanında Arap Müslümanlarının tahrip ettiği İbnü’l Arabî’nin mezarını yapan, ona türbe inşa eden, bakım ve onarımını üstelenen, onu koruyan, onu savunan Türk Müslümanlığından yüzyıllar sonra Arap Müslümanlığına, Arap entegrizmine döndük…  Araplar, İbnü’l Arabî’den sonra, 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye’nin etkisiyle Selefiliğin girdabına kapılmışlardı… Yüzyıllar sonra Anadolu coğrafyası da İbnü’l Teymiyye’nin izinden giderek Selefiliğin girdabına kapılıyor…

Kendi ordusuna Balyoz, Ergenekon diye uydurma davalarla kumpaslar kuranlara, bu kumpaslar neticesinde ordunun geleceği, kırk yılda yetişen pırıl pırıl subaylarını zindanlarda çürütenlere, bu kumpasçıları devletin bütün imkânlarıyla destekleyenlere, onlara ne istedilerse verenlere ne diyeceğiz? Müslüman desek, bunu Müslüman yapmaz…

Türkiye’nin büyük din bilginlerinden Yaşar Nuri Öztürk 22 Haziran 2016 günü Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. ‘’Ölülerinizi hayırla yâd ediniz!’’ diye buyurmuyor muydu Hz. Peygamber? Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’ün daha naaşı defnedilmeden arkasından yağdırılan nefrete, kine, hakarete ne diyeceğiz? Daha dün, 2017 Mayıs ayı başında Atatürk'ün annesine dil uzatanlara, Zübeyde Hanım'a İftira atanlara ne diyeceğiz? Müslüman desek, bunu Müslüman yapmaz…

Daha dün yine açlık grevinden ölen bir insanın defnine ‘’gömseniz bile cenazeyi çıkarıp yakarız’’ diye engel olanlara (09 Mayıs 2020) ne diyeceğiz? Yine daha dün ekranlardan insanları fişlemekle, ölüm listesi yapmakla, katliam yapmakla halkı tehdit edenlere (''15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. Bizim aile 50 kişiyi götürür, benim listem hazır.'' 03 Mayıs 2020) (''Biz sokağa çıkarsak karınızı, çocuklarınızı bizden nasıl koruyacaksınız?'' 12 Mayıs 2020), bunlara engel olacakken seyreden, görmezden gelen hâkim güce ne diyeceğiz…  Müslüman desek, bunu Müslüman yapmaz… Bunlar İbnü’l Teymiyye’nin izinden giden Selefi zihniyeti değil midir?

Zaten bunların ataları da İbnü’l Arabî’ye bile ‘’Şeyh’ül Ekfer’’ (Kâfir Şeyh) dememişler miydi? Bunlar yüzündendir zaten tüm İslam âleminin sefil hali. Zaten derdi İbnü’l Arabî: ''Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kâfir, dışı Müslüman, dışı kâfir, içi Müslüman vardır.'' İşte bu sözde Müslümanlar değil miydi Azerî şair Mirza Ali Ekber Sâbir'e ‘’Harda (nerede) Müselman görirem, korharam" diye şiir yazdıran? Ben bunlara daha ne diyeyim? 

İbnü’l Arabî’nin bazı kehanetlerinden bahsedilir. Bu kehanetlere İbnü’l Arabî’nin ‘’Şeceretü’n-Nu‘mâniyye’’ isimli eserini anlatırken Osmanlı ile ilgili olanlarından bahsetmiştim. Bazı iddialara göre, Fransız astrolog Nostradamus bile kehanetlerini yazarken İbnü’l Arabî’den esinlenmiş. İbnü’l Arabî bir eserinde; yine günümüze ait bir kehanette bulunmuştu… Rahmetli Mustafa Kemal Atatürk'e, validesine, Yaşar Nuri Öztürk’e kin ve nefret kusanlar ile günümüzde toplumu bölen, kutuplaştıran, topluma kin ve nefret aşılayanlar, toplumu katliamla tehdit edenler ve tehditler karşısında susan Müslümanlar hakkında teeee o zamanlar şöyle yazmıştı İbnü’l Arabî’: (Gerçek müminleri tenzih ederek)

''Nice sevgili azizler, sinagoglarda ve kiliselerde!
Nice nefret dolu düşmanlar, camilerin safında!''

(İbnü’l Arabî, ‘’Et-Tecelliyet et-İlahiyya’’, Neş. Osman Yahya, Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî 1988, s. 458)

İbnü’l Arabî’nin bu kadar ileri görüşlü olduğuna inanmıyorsanız eğer; anlattıklarımın dışında etrafa, ekrana, erkâna, medyaya, kürsülere, mevkilere, makamlara ve siyaset sahnesine bir bakınız…

Sonra da sormuyorlar mı neden deizm artıyor bu memlekette diye...

Osman AYDOĞAN

Bir not: 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye Selefiliğin kurucusudur ve varlığını anlattığım “Vahdet-i Vücud” anlayışının fikir babası ve Sufiliğin öncüsü olan İbnü’l Arabî’ye olan keskin karşıtlığına ve nefretine borçludur. Yani Selefiliğin hamurunda Sufilik nefreti vardır. Selefiliğin sonu ise İŞİD'e çıkmaktadır. İŞİD'in kaynağı Selefilikte aranmalıdır...

Aşka dair...

15 Mayıs 2020

‘’Bir gün İstanbul’dan 'Suzan' isimli bir kadın telefon ederek Bostancı Plaj Yolu’ndaki apartman dairesini Vakfımıza bağışlamak istediğini söyledi. Fenerbahçe Orduevinde buluştuk. Daireyi gördük ve tapu işlemlerini yaptık. Fakat hanımın şivesi bayağı bozuktu. Bir ara bunun sebebini sordum. Bana şöyle söyledi;

'Ben Yahudi asıllı Türk vatandaşıyım. Daha ortaokul sıralarında iken bir Türk gencine âşık oldum. Fakat kendisinin Kuleli Askerî Lisesine gitmesi sebebiyle ilişkimizi masumane sevmekten ileri götüremedik. Devamında sevgilim subay çıktığı için benimle evlenmesi o zaman için yasaktı. Zaman, sevgimizi artırarak geçti. Sevgilim general oldu, nihayetinde emekli oldu. Akabinde evlendik. Eşim vefat etti, bu daire bana eşimden kaldı. Manevi bir oğlum olmasına rağmen bu daireyi ona bırakmak istemedim. Türk askerinden kalan bu dairenin, Türk askerine hizmet veren Vakfınıza bağışlanmasını uygun buldum. Asıl ismim Suzi’dir. Şivemdeki bozukluğu gizlemek için kendimi de Girit göçmeni bir Türk olarak tanıttım. Şu anda arzumu gerçekleştirdiğim için çok mutluyum.'

Bu olayda aşkın yüceliğini, nelere kadir olduğunu ve bir kardeşimizin asaletini gördüm.’’

Raif Babaoğlu, E. Tuğg. TSK Mehmetçik Vakfı ilk Genel Müdürü, TSKMEV 30 Yıl Yayını, 2012, s. 42

Osman AYDOĞAN

Bu da benim notum:

Bahsi geçen general E. Tuğgeneral Mehmet Reşit Umar’dır. E. Tuğgeneral Mehmet Reşit Umar 29.06.1985 tarihinde, daireyi Vakfa bağışlayan Suzi Umar ise 13.02.1995 tarihinde vefat eder. Bağışlanan dairede 2018 tarihine kadar TSK Mehmetçik Vakfı İstanbul Anadolu Yakası Temsilciliği faaliyet gösterir… Dairenin dâhil olduğu site kentsel dönüşüm altında 2018 yılında yıkılır. Halen devam eden inşaatın Eylül 2020 tarihinde tamamlanması beklenmektedir. Muhtemel ki TSK Mehmetçik Vakfı İstanbul Anadolu Yakası Temsilciliği bu binaya yeniden taşınacaktır. Ancak daire, bina, ortam, hatıralar aynı olmayacaktır…



Hidâyet!

15 Mayıs 2020

Madem hikâyelere daldık, devam edeyim o zaman... Bu sefer de eski zamanlardan kalma bir derviş hikâyesi: 

Bir derviş hikâyesi

Tekkesinde okuduğu, yaşadığı, öğrendiği ve fark ettiği hakikatlerin belli bir düzeye eriştiğini düşünen dervişlerden biri yollara düşer. Yıllar önce ayrıldığı dostlarını, akrabalarını, arkadaşlarını ve yeni simaları ziyaret edecek, onların ahval ve şeraitini seyredecek, gerektiğinde onlara öğrendiklerini aktaracak ve onlara doğru yolu gösterecektir. 

Önce teyze mesabesinde görüp sevdiği, anne yarısı saydığı bir hanıma uğrar. Misafir kaldığı süreçte teyzenin hiç değişmediğini, yıllar öncesinin titizliğini koruduğunu görür. Titizlik ne kelime, hatta hamaratlık da ne? Takıntı derecesine gelmiş bir ev düzeni ve temizlik tutkusu! Çekyat köşesine konan kırlentlerin gülleri yukarı gelmeli! Sofrada kaşık ve çatallar askerî nizamda durmalı! Misafir varken çocuklar çıt çıkarmamalı! Hatta mümkünse çocuklu misafir alınmamalı ki yastıklar devrilmesin, minderler zedelenmesin!..

Teyzenin halini seyreden derviş kendi kendine mırıldandı: ''Titizlik fitili ile kendi cehennemini ateşlemiş, bir güzel yanıyor! Azap çektiği belli ama sebebinden habersiz… Acı çekiyor ama putunu kırması da kolay değil..''

Değerli bir büyüğünün sözlerini hatırladı: ''Herkesin kötü saydığı özelliklerimizi kabul etmek ve değiştirmek kolaydır. Ama asıl zor olan; iyi sandığımız, hatta bizi temayüz ettirdiğine, bize vasıf kattığına inandığımız özelliklerimizdir bizi Hak'tan perdeleyen !..''

Bu sözleri düşünürken teyzesine döndü: ''Teyze seni yormuyor mu titizlik? Çocuklar, temizlik, misafirlik yormuyor mu? Hem bunca titizlik kötü değil mi?..''

''Asla'' dedi teyze. ''Titizlik niçin kötü olsun? Hem Allah temizliği emrediyor. Rasulullah temiz olanları seviyor. Benim hiçbir aşırılığım yok, insanlar paspal ve pis!''

''İyi ama, bu titizlik seninle çocuklar ve misafirler arasına perde çekmiyor mu? Seni bazı kişilerden uzak tutmuyor mu? Onlar da Allah Kulu değil mi?'' diye sordu derviş.

Teyze anlayacak gibi değildi: ''Bak evladım, temiz ve düzenli olmayandan hayır gelmez. Öyle misafir olmaz olsun!.. Çocuk da çocukluğunu bilecek!.. Şımarık şeyleri hiç çekemem!..''

Derviş teyzesinden ayrılırken şunları yazdı güncesine: ''Temizlik ve titizliğin bir insanı cehenneme sokacağını söyleseler inanmazdım. Demek; iyi sandığımız şeyler perdemiz ve azabımız olabiliyormuş. Bu derece titiz olmasa, azıcık esnese, çocukları daha çok sevecek, daha çok insanın gönlüne girecekti teyzem. Ama O, kendi dünyası ve kuralları ile yalnız yaşamayı seçmişti. Cehennem gibi bir yaşam olduğunu fark edemeden!''

***
Bir başka dosta yol uğrattı. Geniş bir çevresi, hatırı sayılır çalışmaları, emekleri vardı. Tecrübeliydi. Büyüktü. Saygındı. Saygınlık bekliyordu. Beklediği şeyler olmadığında köpürüyor, bir şekilde ortamı geriyor, etrafına çekilmezlik çemberi örüyordu. Hep yanlış yoldaydı insanlar. Oysa O doğrusunu öneriyor ama en yakınları bile takmıyordu.

Sabırla dinledikten sonra derviş söze girdi: ''Acaba hiçbir şey beklemeseniz insanlardan nasıl olur? Hatta saygı bile beklemeseniz! Nasılsa görmüş geçirmişsiniz. Bırakın anlamasınlar. Bırakın saymasınlar. Siz biliyorsunuz ya, yetmez mi?''

''Yetmez!'' dedi O Büyük, ''Yetmez! Saygı olmadan edep olmaz, edep olmadan da mesafe alınmaz.''

Derviş: “İyi ama bakın bu durum sizi üzüyor farkında mısınız?..”

''Ben onlara üzülüyorum, hakikati görmüyorlar diye'', dedi öteki.

Derviş biraz daha ileri giderek: “Onların hakikati görmemesi mi, yoksa beklediğiniz saygıyı göstermemeleri mi sizi üzüyor?.. Bunu iyice düşündünüz mü?..”

Ummadığı bir şey oldu. Epeydir görüştüğü o dost volkan gibi patladı: ''Ukalalık istemez!... Sen giderken biz geliyorduk. Senin yaşın kadar benim rahle-i tedrisim var, anlıyor musun?..''

Derviş usulca müsaade istedi… Bu dostunu da ilim ve emek kılıfı geçirilmiş beklenti cehennemi yakıyordu. Yanmasın isterdi ama O bunda ısrarlı ise ne yapabilirdi ki?..

***
Son olarak bir gençle çay içimi oturacaktı. Delikanlının sorunları vardı. Gençler nasihati ve tecrübeyi pek takmaz ama anlaşılmak da isterlerdi. Genç, hayal ve ideallerden bir dünya kurmuştu kendine. Öylesine uçuk, öylesine gerçek dışı idi ki hayalleri; günün birinde yıkılacak, yıkıldığında da acı çekecekti. Onu da sabırla dinledi derviş. Her derdine hak verdi.

Kendisine sıra gelince cümleleri özenle seçerek söze girdi: ''Gençsin, idealistsin, haklısın ama Allah sisteminde uçuk hayallere ve ideallere yer yok. Sistem işliyor. Sistemin kurallarına uyar ve mekanizmayı kavrarsan acı çekmez, hedeflerine de bir bir varırsın Allah’ın izni ile…''

Daha sözünü bitirmemişti ki genç patladı: ''Bana o kavramlarla ve öyle yazıp konuşanların ağzı ile anlatma! Sevmiyorum!.. Sistemmiş, mekanizma imiş, sünnetullahmış açmaz beni!..''

''Kişiyi bırak, sana açtığı yola ve ilme, manaya bak!'' dedi ise de dinletemedi.

Bu genç de özden çok kişilere, kavramlara takmış, kavram ve kişilerden bir cehennem tutuşturmuştu. Derviş usulünce vedalaşıp oradan da ayrıldı.

***
Tekkesine döndüğünde olanları mürşidine anlattı derviş: ''Efendim, âlemi bir dolaşayım dedim. İnsanlar kendilerine cehennem kurmuşlar. Ateşten çıkmaları an meselesi. Ufak bazı noktaları bir görseler dünyada cennet yaşayacaklar. Ama hiçbirine gösteremedim. Onları ateşten çıkaramadım efendim. Bitkinim ve çok üzgünüm.''

Mürşidi uzun uzun baktı gözlerine.

Büyükler kısa ve öz konuşurdu. O da öyle yaptı:

''Demek bizim küçük derviş hidâyet dağıtmaya soyundu öyle mi?.. Hidâyeti kim verir derviş?..''

''Allah efendim, sadece Allah!..''

''Öyleyse?...''

Derviş bir süre suskun kaldı... Başını öne eğdi, gözlerini yere dikti... Sonra da yavaş bir sesle:

''Anlıyorum Efendim bağışlayın!..''

''Seni Allah bağışlasın. Haydi geç hücrene de iyi bir tövbe et, sonra gel bugünkü Kur’an dersini ver!..''

Derviş hücresine geçti. Abdestini aldı, seccadesine oturdu ve tövbe etti Rabbine.

Gözlerinden iki damla yaş süzülürken şöyle niyaz ediyordu derviş: ''Nâr da senin nûr da!.. Cennetin kadar cehennemin de güzel… Bağışla beni sistemine kafa tuttum! Sadece dostlarım yanmasın, kurtuluversinler istemiştim. Hidâyet sendendir. Nâra seçtiklerin de, nûra seçtiklerin de güzel… Ben kimim ki?... N’olur bağışla!'' (Alıntıdır)

Hikâye bu kadar...

Hidâyet nedir? Hidâyeti kim verir?

Hidâyet, İslam dini terimidir. . Hidâyet; Hakkı hak, batılı batıl olarak görüp doğru yola girmek, doğru yola ulaşmak, dalâletten ve batıl yoldan uzaklaşmak, iman etmek anlamındadır. Kur’an’ı Kerim’de birçok ayette yer alır. Bu ayetlerden bir kısmı şu şekildedir:

‘’Rabbimiz, her şeye bir özellik veren, sonra da hidâyet edendir (doğru yola eriştiren) (Taha, 50)

‘’Allah, dilediğini doğru yola hidâyet eder, iletir.’’ (Bakara, 213)

‘’Dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de hidâyet eder. (doğru yola, İslamiyet’e kavuşturur.) (Fatır, 8)

‘’Allah, dilediğine hidâyet verir. (İslamiyet’e ulaştırır), dilediğini dalâlette bırakır.'' (İbrahim, 4)

‘’Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir.'’ (Bakara, 120)

“Şüphesiz hidâyet, Allah’ın hidâyetidir.’’ (Ali İmran, 73)

Bu ayetlere göre hidâyet Allah'a mahsustur. Hidâyete sadece ve sadece Allah erdirir.. Kullara mahsus bir şey değildir...''Allah hidâyete erdirsin'' duası; ''Allah doğru yola yöneltsin ve doğru yol üzerinde sabit kılsın, gerçek kurtuluşa ve feraha eriştirsin'' manasında bir duadır...

Hayrın ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidâyete erdiren ve dalâlete düşüren de ancak O'dur. İnsanlar birbirinin hidâyet ve dalâletine örnek davranışlarıyla sadece vesile olurlar. 

Hidâyet vermek sadece Allah'a mahsustur, sadece Allah’a aittir. İnsanlar kimseye hidâyet veremez...

Ve günümüz...

Ama heyhat ki heyhat!

Etraf, ne yazık ki kendisini Hüdâ yerine koyup insanlara hidâyet vermeye kalkan, topluma kendi ilkel ahlâk anlayışını ve kendi ilkel davranış kalıplarını dayatmaya çalışan, bu yönde baskı yapan ham ervahla, gafil sofularla ve çiğ siyasetçilerle doludur…

Yüce Allah onları da hidâyete erdirsin!

Osman AYDOĞAN



Nasıl bir fakirsiniz?

14 Mayıs 2020

Kadının biri, cömert olduğu söylenen yaşlı bir bilgeye gidip: ‘’Bu şehirde benden fakir insan yok!’’ demiş. ‘’Bana biraz yardım eder misiniz?’’

Bilge adam, kadının kucağındaki bebeğin bir ipeği andıran yanaklarını okşayıp öptükten sonra: ‘’Demek fakirsin!’’ demiş. ‘’Hem de çok fakir’’ diye cevaplamış kadın... ‘’Ama karşılıksız yardım yapmak, âdetim değildir!’’ demiş yaşlı bilge. Ve devam etmiş: ‘’Eğer yardım istiyorsan, çocuğunun parmağını satman gerekir.’’

Kadın, önce deli olduğunu sanmış bilgenin. Daha sonra da, kötü bir şaka yaptığını... Ama adam ciddî görünüyormuş. Kadına bir kese altın uzatıp: ‘’Ayak parmağına da razıyım!’’ demiş. ‘’Zaten cerrah olduğumdan, ona acı çektirmem.’’

Kadın, bütün kanını donduran bu teklif üzerine kaçmayı düşünürken, adam: ‘’Sadece tırnağını söksem de olur!’’ diye devam etmiş. ‘’Biliyorsun zamanla yenisi çıkar.’’

Kadın, bu ruh hastasına daha fazla dayanamamış. Ve kapıyı çarpıp uzaklaşırken, adam onun arkasından: ‘’Nasıl bir fakir olduğunu anlayamadım!’’ diye bağırmış. ‘’Kucağındaki hazinenin tırnak kadar bir parçasını, bir kese altına değişmiyorsun!’’ (Alıntıdır)

Bazen o kadar başka şeylere yoğunlaşır, kafamızdan sürekli olarak o düşünceleri geçiririz ki, elimizde var olan zenginliklerin farkında bile olmayız. Sağlık gibi, evlat gibi, ana, baba, kardeş, eş, dost, arkadaş gibi… 

Osman AYDOĞAN




Kabağın Sahibi

14 Mayıs 2020

Mademki son yazılarımda hikâyelere daldım.... Bugün de bir derviş hikâyesi ile devam edeyim o zaman...

Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele konusunda epey mesafe kat etmiş.. Meşrebinin usûlünce bundan sonra belki de ya Kalenderî ya da Melami olacaktır. Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan soyunacaktır. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ve bir asa taşımaktan ibaret değildir elbette. Her türlü gösterişten arınmak gereklidir… Saç, sakal, bıyık, kaş… Ne varsa hepsinden... Derviş, usûle uygun hareket eder, soluğu mahalle berberinin koltuğunda alır.

''Vur usturayı berber efendi'' der. Berber, dervişin saçlarını köpükler, itina ile kazımaya başlar. Derviş aynada kendini seyretmektedir. Kafasının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın belalı bir kabadayı naralar atarak girer içeriye. Doğruca dervişin yanına yaklaşarak, başının kazınmış kısmına okkalı bir şaplak atar ve : ‘’Kalk bakalım kabak efendi, kalk da tıraşımızı olalım’’, diye kükrer. Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz. Ses çıkarmaz, usulca bir derviş edasıyla çekilir köşeye. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz.

Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat belalı kabadayı tıraşı bitene kadar sürekli aşağılar dervişi, inanışını ibadetini taatını…… “Kabak aşağı, kabak yukarı…”

Nihayet tıraş biter. Bıyıklar yağlanmış kokular sürülmüştür. Kabadayı koltuktan kalkınca tekrar döner dervişe, başının kazınmış kısmına okkalı bir şaplak daha atar ve koltuğu gösterir. ‘’Otur kabak efendi…’’ der.

Kabadayı dükkândan çıkar. Dükkân meyilli bir yol üzerindedir. Henüz birkaç adım gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri ok karnına dalıverir kabadayının. Kabadayı oracıkta bir kurbağa gibi serilip kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın mı şaşkın…

Berber bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar: ‘’Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?’’ Derviş mahzun, düşünceli cevap verir: ‘’Vallahi gücenmedim, alınmadım söylediklerine, yaptıklarına, nefsime ağır da gelmedi hatta hakkımı da helâl etmiştim. Gel gör ki, bu kabağın da bir sabısı (sahibi) var. O'na dokunmuş olmalı.’’  (Alıntıdır)

Seyyid Nesimî de boşuna söylememişti zaten:

‘’Çün bildin mü`minin kalbinde Beytullah var,
Niçin izzet etmedin, ki ol evde Allah var?.
Her ne var âdemde var, âdem’den iste Hak'kı sen!.
Olma iblis-i şakî, âdemde sırrullah var!."

Yüce Allah her haksızlığın karşılığını bazen anında verir bazen de zamana bırakır ancak öte dünyaya bırakmaz. Bu nedenle eskiler derdi ki ‘’Allah ihmal etmez, imhal eder''. (imhal etmek; zamana bırakmak) Bakınız etrafınıza! Tonlarca örneklerini görmüyor musunuz?….

Gerçi bunlar yüzlerce yıldır söylenen, bilinen, anlatılan gerçeklerdir. Ancak insanoğlu bir türlü anlamak istemez. Yunan stoacı filozof Epiktetos da bu gerçeği teeee yirmi asır önce görmüş ve şöyle söylemişti:

"Kader eninde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. Ektiğini biçer. Bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz. Önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilir..."

''Kul hakkı'' diye aslında anlamını da pek bilmeden çok sık kullandığımız bir kavram var ya... İşte burada kastedilen ''hak'', kulun sabısı ''Allah'ın hakkı''dır ''Allah'ın hakkı''...

Bütün kabakların da sabısı Yüce Allah da hakkını öte dünyaya bırakmıyor zaten....

En fazla da imhal ediyor!

Osman AYDOĞAN



Nalıncı Memi Dede

13 Mayıs 2020

Geçen hafta İstanbul'daki küçük tarihi mekânları ve bu mekânı yaptıran, bu mekânda yaşayan adsız şansız Allah dostlarından, Hüseyin Ağa’dan,  Arakiyeci İbrahim Ağa'dan ve Fasîh Dede’den bahsetmiştim... Bu gün yine adsız şansız bir başka Allah dostu olan Nalıncı Memi Dede'yi anlatacağım.

Günümüzde Nalıncı Memi Dede'den bahseden tek kaynak Evliya Çelebi'nin ''Seyahatnamesi''dir...

Evliya Çelebi, ‘’Seyahatnâme’’sinde Nalıncı Memi Dede'den şöyle bahseder:

''Nalıncı Memi Dede, Bergamalı‘dır. Unkapanı Araplar Camii karşısında bir dükkânda nalıncılık yapar. Ölümünden sonra da bu dükkân, nalıncılık işinden başka bir iş kullanılamaz. Abdi Çelebi, hayatında eline keser almadığı halde bu dükkâna girince nasıl olduğunu anlayamadan usta bir nalıncı oluvermiştir.

O tarihte (Nalıncı Memi Dede'nin vefatından çok sonra) Unkapanı’nda büyük bir yangın çıkar. Binalar ahşap olduğundan toptan yanar. Hatta benim evim de o yangında çok büyük zarar görmüştü. Ama Nalıncı Dede’nin dükkânı tahtadan yapılmış olduğu halde, ortada sapasağlam kalmış, herkesi şaşkına çevirmişti. Üstelik yangın sırasında Nalıncı Hüseyin (Nalıncı Memi Dede'nin torunu) dükkânda çalışmaktaydı. 'Her taraf yanıyor, kaç da canını kurtar!' dediklerinde: 'Burası, benim dedemin dükkânıdır. Beraber yanarım, yine çıkmam' diyerek ateş içinde kalır. Gerçekten yangın biter ama bu dükkân yanmaz. Zamanla buranın değeri artar. Küpeli denilen bir Yahudi, dükkân sahibine birkaç akçe fazla vererek Hüseyin Çelebi‘yi dükkandan attırır. Bir gün kepenkleri açarken dengesini kaybeder, başı üzerine düşerek ölür. Yani o dükkânı nalıncılık haricinde kullanmak hiç kimseye nasip olmaz.

Anlatılır ki: Memi Dede, öldüğü gece Sultan III. Murad‘ın rüyasına girer ve şöyle seslenir: ‘Cenaze namazımı Fatih Camii’nde kılmaya hazırlan. Beni evimde toprağa ver. Üzerime bir türbe, yanıma bir tekke ve bir çeşme yaptır. Dünyadan elli sene su içtim.'

Memi Dede, gerçekten evinin olduğu yere gömülür. Gereken yapılır.'' (Evliya Çelebi – Seyahatname’sinden)

Sultan III. Murad‘ın rüyası

Evliya Çelebi'nin Seyehatname'sinde anlattığı Nalıncı Memi Dede ve Sultan III. Murad‘ın rüyasının ol hikâyesi şu şekildedir:

Sultan III. Murad Han yukarıda bahsedilen rüyayı gördüğü günün sabahı, bir anlam veremediği bu rüya dolayısıyla tuhaf bir hal içindedir. Vezir- i âzam Siyavuş Paşa padişahın bu halini görünce merak eder ve sorar:

“Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?”
Sultan Murat Han: “Akşam garip bir rüya gördüm.” 
Vezir: “Hayırdır inşallah efendim!?”
Sultan Murad Han: “Hayır mı, şer mi öğreneceğiz inşallah!. ”
Vezir: “Nasıl yani?” diye sorar.
Padişah vezire: “Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. ”

Tebdil-i kıyafet ederek iki molla kılığında çıkarlar yola.  Sultan Murad hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir.  Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağıya inip Unkapanı civarında durur.  Etrafına dikkatle bakınır.

İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Tebdil-i kıyafet içindeki Padişah çaktırmadan oradakilere sorar: “Kimdir bu yerde yatan?”

Ahali: “Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın sefilin biri iste!”
Padişah: “Nerden biliyorsunuz öyle olduğunu?”
Ahaliden biri atılır: “Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuzdu.”
Bir başkası ayrıntıya girer: “Biliyor musunuz, aslında iyi sanatkârdı. Nalının hasını yapardı.  Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcardı. Hem şişe şişe şarap taşırdı evine…  Hem de nerde namlı, mimli kadın varsa takardı peşine ve evine götürürdü.”
Ahali içinde yaşlı biri oldukça öfkelidir ve söze karışır: “İsterseniz komşulara sorun bakalım, onu bir cemaatte gören olmuş mu?”

Bunları anlattıktan sonra mahalleli döner ardını çekip gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar cenazenin başında tek başına… Tam vezir de toparlanıyordur ki, Sultan Murad onun yolunu keser: “Dur vezir nereye?” der.

Vezir Siyavuş Paşa: “Bu adamdan uzak durmak istersiniz diye düşündüm Sultanım.”
Padişah: “Hayır olmaz öyle şey! Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, rüyamın bir hikmeti olmalı.. Hem şöyle veya böyle halkımızdır. Defin işini tamamlamak gerek,” der.
Veziri: “İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.” der.
Padişah vezirine itiraz eder: “Olmaz vezir, rüyadaki hikmeti çözemedik daha…”
“Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?” diye sorar vezir..
Padişah: “Mollalığa devam edeceğiz. Cenazeyi kaldırmalıyız.” der.
Vezir şaşkınlık içinde: “Aman efendim, nasıl kaldırırız?” diye sorar.
Padişah: “Basbayağı kaldırırız işte!” diye çıkışır.

Vezir bunun çok zor olacağı konusunda Sultan Murad’ı ikna etmeye çalışır: “Yapmayın, etmeyin Sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Kefenlenmesi, gömülmesi falan…” Padişah vezirin sözünü keser ve: “Merak etme, ben hallederim hepsini…” der.

Vezir bakar ki Padişah kararlı: “Şurada bir mahalle mescidi var ama, bilmem ki?!!” diye kararsız düşünürken Padişah: “Fatih Camii’nde kılacağız namazını” der.

Çünkü rüyasında böyle denmiştir kendisine… Ve gelirler camiye…  Vezir sağa sola koşturur.  Kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa…  Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki.  Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sarhoşlara benzemez.  Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Sultan Murad’ın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de tabii ki. . .

Böylece meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar, namazını kılarlar. Sıra gelir defin işlemine… Vezir sorar: “Sultanım, nereye defnedeceğiz?” Padişah: “Evinin bahçesine… Sen bir koşu gidip adresini araştır, öğren gel” der…

Vezir sorar soruşturur ve evin adresi öğrenilir. Cenazeyi yüklenip giderler. Eskimiş küçük bir ahşap evin kapısını çalarlar. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Kadına kocasının öldüğünü alıştırarak haber verirler. Kadın sanki bu vefatı bekler gibidir. Ama yine de gözyaşlarını tutamaz.

Neden sonra Padişaha: “Hakkını helâl et evladım. Belli ki çok yorulmuşsun.” der.
Padişah: “Helal olsun... Ama bahçenizde bu cenazeyi defnecek yer var mı?” diye sorar…
Yaşlı kadın: “Evet, bizim bey mezarını kazıp hazırlamıştı. ‘Beni buraya defnetsinler hanım’ demişti.”

Bunun üzerine Padişah ve veziri cenazeyi bahçede kazılan yere defnederler. Defin işlemi bitince Padişah yaşlı kadına: “Bana biraz rahmetliden söz eder misiniz?” der.

Yaşlı kadın ‘’tabii’’ dercesine hüzünle sallar başını ve anlatmaya başlar: “Evladım, rahmetli bizim efendi bir âlemdi, vesselâm… Akşamlara kadar nalın yapardı.  Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip helâya dökerdi.”
“Niye?” diye sorar Padişah…
Yaşlı kadın: “Müslümanlar içmesin diye. . . ”
Padişah şaşkınlık içinde: “Hayret!!..” der.
Yaşlı kadın devam eder: “A oğul bu da bir şey mi? Başka tuhaf şeyler de yapardı.”
Padişah merakla: “Ne gibi?” diye sorar.
Yaşlı kadın: “Nerede malûm kadınlardan bulsa, hemen ücretlerini öder, eve getirirdi.  ‘Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek...' deyip, bana da onlara dinimizin gereklerini anlatmamı tembih eder ve evden çekip giderdi. Sabaha kadar o kadınlara dinimizin vecibelerini anlatırdım.”
Sultan Murad Han iyice şaşkınlık içinde kalmıştır. “Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki…” diye söylenir.
Yaşlı kadın: “Evladım, milletin ne sandığı umurunda değildi ki onun…  Zaten namazı da mahalleliyle kılmaz, uzak mescitlere giderdi.  ‘Öyle bir imamın arkasında durmalı ki tekbir alırken Kâbe’yi görmeli’ derdi…”

Sultan Murad Han rüyasının hikmetini yavaş yavaş anlamaya başlamıştır. Ama yaşlı kadının sözünü kesmez. Kadın devam eder:

“Hatta bir gün ona; ‘Bana bakasın efendi! Sen böyle yapıyorsun, ama dedikodular aldı başını gidiyor. Komşular kötü belleyecek seni, inan cenazen ortada kalacak’ demiştim… O da ‘merak etme hanım, kimseye zahmet vermeyiz. Mezarımı bahçeye kazdım, oraya defnedersiniz’ demişti. Ben de ona; İyi de seni kim yıkasın, namazını kim kılsın, kim kaldırıp gömsün dedim.”

Padişah konuşmanın burasında çok heyecanlanır ve sorar: “Peki o ne dedi?”

Yaşlı kadın: “A oğul, dedim ya bizim bey bir tuhaftı. Önce uzun uzun güldü, sonra da dedi ki; ‘Allah büyüktür hatun, padişahın işi ne?’…”

Evliya Çelebi'nin Seyehatname'sinde anlattığı Nalıncı Memi Dede’nin ol hikâyesi işte böyledir.. 

Nalıncı Memi Dede’nin kimliği

Asıl adı Muhammed Memi Efendi’dir. Bergama' lıdır.1592 yılında vefat eder. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah görür. Ve mübareği evine defneder. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurur. Dahası bir tekke ile yaşatır adını. Türbesi Unkapanı’nda, Cibali tütün fabrikasının arkasında, Harabzade Cami karşısındadır… Sultan Murad da üç sene sonra rahmet-i Rahman’a kavuşur. 

Ve…..

İşte Nalıncı Memi Dede daha önce de anlattığım adsız şansız Allah dostlarından biridir. Allah rahmet eylesin...

Nalıncı Memi Dede gibi öyle adsız şansız Allah dostu kullar vardır ki, halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammed’e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar müminlere. Bir seher vakti gözyaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar, kaleleri paralar. 

Ve günümüzde öyle adlı şanlı, şaşalı, tantanalı para, güç ve iktidar dostu kullar vardır ki halk onları bilir… Ki onlar erkâna uymayıp ekrana itibar ederler, mabetten medyaya transfer olarak “pop-star”a dönüşürler… Ki onlar on milyonluk villada otururlar, villası boyanırken beş yıldızı otele taşınırlar… Ki onlar müridelerini kara çarşaflara sokarken, kerimelerini ise kuğu misali bembeyaz libaslar içerisinde ve şaşalı bir şekilde İstanbul’un Boğaz kıyısındaki en lüks oteli “Four Seasons İstanbul Bosphorus Hotel”de düğününü yaparlar… Öykündükleri Osmanlı anlattığım gibi böylesi rüyalar görürken onlar sürekli darbe rüyaları görürler…

Osman AYDOĞAN

 



Fasîh Dede

13 Mayıs 2020

Mademki son yazılarımda İstanbul'un tarihi küçük camilerinden ve onları yaptıran Hüseyin Ağa ve Arakiyeci İbrahim Ağa'dan bahsettim, bugün de İstanbul'da yaşayıp da pek kimseciklerin bilmediği bir tarihi mekândan ve bir tarihi kişilikten, Fasîh Dede'den bahsedeyim...

Fasîh Dede

Fasîh Dede, 17. yüzyıl Osmanlının Divan şairidir. Türkçe, Arapça ve Farsça akıcı üslupta şiirler yazar. Asıl adı Fasîh Ahmed’dir. Fasîh Dede olarak nam salar. İstanbul’da doğar ancak doğum tarihi belli değildir. 1699’da İstanbul'da vefat eder. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa’nın hazine kâtipliğini yapar. Görevinden ayrılarak Galata Mevlevihane’sine girer, Gavsi Dede’ye bağlanarak Mevlevi olur. Fennî Mehmet Dede Efendi’den resim dersleri alır. Kendisi dönemin ünlü hattatlarındandır. Geçimini de kitap kopya ederek sağlar. Şiirleri ''Farsça Divançe'' isimli bir kitapta toplanmıştır. 

Şiirlerinden bir örnek:

"Geceler azmettiğim ol mâh'a sâyem havfidir.
Bir tarik ile kabul etmez muhabbet şirketi" 

(O ay yüzlünün yanına hep geceleri gitmemin sebebi, gölgemin de benimle gelmemesi içindir. Çünkü sevgi, hiçbir yolla ortaklık kabul etmez.)

Fasîh Dede'nin Mersiye-i Kerbelâ'sını da yeni yazıyla ve hat sanatıyla yazılmış orijinal halini de yazımın sonunda veriyorum. 

Fennî Mehmet Dede’den aldığı resim dersleri sayesinde bir oto portresini yapar ve resmi ‘’Elfakir Fasihü’l Mevlevi’’ olarak imzalar. 1104 (1692/93) tarihli bu resim, Fasîh Dede’yi başında Mevlevi külahı ve Mevlevi giysileri içinde gösterir. Bu oto portreyi de yazımın sonuna ekliyorum.

Fasîh Dede ve kedileri

Fasîh Dede’nin dergâhında onlarca kedileri vardır… Fasîh Dede kedilerine dergâhtaki hücresini paylaşacak kadar düşkündür. Dergâh sakinleri de onca kedinin bir dergâh odasında barınmasına, bakılıp beslenmesine, koridorlarda dolaşmasına, bahçeye girip çıkmasına, şüphesiz diğer odaları da ziyaret etmesine ses çıkarmazlar. Çünkü dergâh sakinleri de varlığın sırrını bildikleri için, uyuyan sokak köpeklerini dahi uyandırmamak adına onların sağından solundan geçen insanlardır.

Fasîh Dede’nin kendisinden önce otuz dokuz kedisi ölür. Onların tamamını kefenleyip dergâh mezarlığına gömer. Demek ki bir zamanlar İstanbul’da; bir kediye bile, hakka yürürken, saygıyla yaklaşıp kefenle, ritüelle uğurlayan insanlar vardır!

Fasîh Dede 1699 yılında vefat ettiğinde aynı gün kara kedisi de ölür ve beraber kefenlenip beraber gömülürler. Mezarı Galata Mevlevîhânesindedir. Mezar taşında; ''Göçdi bekâ mülküne Derviş-i Fasîh-i Mevlevî'' ibaresi yazılıdır. Mezar taşının fotoğrafını da yazımın sonunda veriyorum.

Fasîh Dede’yi anlatan kaynaklar

Fasîh Dede'nin eserleri vardır ancak kendisini anlatan yazılı bir eser ne yazık ki yoktur. Sadece Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 12. Cilt ile Rehber Ansiklopedisi, 7. Ciltte Fasîh Dede'den bahsedilmektedir.

Fasîh Dede’yi bu kadar anlatmamın nedeni onunla ilgili bir hikâye…

Fasîh Dede ve bir imam hikâyesi

Fasîh Dede her akşam Galata Balıkpazarı’nda, bir meyhanede demlenir, dergâha, “Âheste reviş hüsn-i edâ Mevleviyâne” (Mevlevihaneye yavaşça gitmek) bir tarzda sallana sallana, yalpa vura vura çıkar ve dergâha yakın Şah Kulu Mescidi’nin önünde oturup akşam namazını bekleyen imama, mestâne (sarhoş gibi, kendinden geçmişçesine) bir “Selâmün aleyküm imam!” dermiş. İmam, başta sikke, sırtta hırka, bu Mevlevi dervişinin halini ibretle seyreder, başını sallar, lâ-havle çeker, selamını kerhen alırmış.

Fasîh, bir gün yine aynı eda ile gelirken imam Fasîh’in selamını almamaya karar verir, inat eder, kararını da yerine getirir.

İmam o akşam rüyasında görür ki kurbağa olmuş. Badik badik giderken havadan süzülüp inen bir kartal, imamı pençesine taktığı gibi havalanır. Kurbağa şeklindeki imam bir aralık aşağıya bakar, sivri, yalçın kayalarla dolu bir yer. ''Eyvah'' der, “pençesinden kurtulursam düşüp pestilim çıkacak, düşmezsem akıbetim belli.” Tam bu sırada kartal birdenbire pençesini açar ve imam hızla düşer. Fakat bir de ne görsün? Aşağıda Fasîh Dede eteğini açmış bekliyor. Lop deyip eteğine düşer ve irkilerek kan ter içinde uyanır. Sarhoştan keramet, bu nasıl şey? Bir hayli düşünür uykusu kaçar. Sabah da yakın, abdestini tazeler camiye gider.

Günün dağdağası rüyasını unutturmuştur. Akşam namazını, yine cami önündeki alçak ve arkalıksız hasır iskemlesine oturmuş beklerken bir de bakar ki Fasîh sallana sallana yine yukarıya doğru geliyor. Geceyi hatırlar yüreği oynar, önünü kavuşturur. Derken Fasih imamın hizasına gelince, harfleri çiğneye çiğneye der ki:

-''Selamün aleyküm imam. Gördün ya, dün gece Fasîh’in eteği olmasaydı yamyassı olacaktın.''

Allah'ın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Her daim hulus-u kalp ile boyun büker, dua ederler.

Osman AYDOĞAN

Mersiye-i Kerbelâ

Bu mâtemde olan derd- ile hicrâna devâ olmaz,
Bu, feryâd-ı Hüseyni’dir, dahi uşşak nevâ olmaz,

Hüseyn- ile Hasen’dir, ol Resûl’ün kurret’ül’ aynı,
Sevenler âl-ü evlâdı, eşiğinden cüdâ olmaz.

Tevellâsın, teberrâsın bilen uşşâka aşk- olsun,
Tariykatte budur âyin, buna illâ ve lâ olmaz.

Hüseyn-i Kerbelâ’nın vâkîât-ı mâtem-engiyzi,
Zebân ü hâme vü savt ü hurûf- ile edâ olmaz.

Fasiynâ Nüh-felek yâkût u rummân- ile pür olsa,
O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.

Mersiye: Bir ölünün ardından duyulan üzüntü ve acıyı anlatmak, ölen kişiyi övmek amacıyla kaleme alınan düzyazı ya da şiirdir. Kutsal günlerde, ölüm törenlerinde mersiye okuyan kişiye de ‘’mersiyehan’’ denir.

Fasîh Dede’nin bu Farsça divançesinde “În nağme-i Mâtem-i Huseyn est’’ (Bu Hz. Hüseyin’in Matemi’nin nağmesidir) başlıklı bir kaside de yer almaktadır. Bu kaside otuz beyitten oluşmaktadır. Bu kasidede Fasîh Dede, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi üzerine kendi yüreğinde hissettiklerini dile getirmektedir. Şair sürekli ağlamakta, kanlı gözyaşı dökmekte olduğundan, aklını şuurunu yitirdiğinden bahsetmekte, kasideyi Hz. Hüseyin’in kabrinin Resulullah’ın alnının nuruyla dolması dileğiyle bitirmektedir.

Mersiye-i Kerbelâ'nın hat sanatıyla yazılmış hali:

Burada Mersiye'nin aşağıdaki son iki beyti yazmaktadır:

Hüseyn-i Kerbelâ’nın vâkîât-ı mâtem-engiyzi,
Zebân ü hâme vü savt ü hurûf- ile edâ olmaz.

Fasiynâ Nüh-felek yâkût u rummân- ile pür olsa,
O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.

 

Fasîh Dede'nin ‘’Elfakir Fasîhü’l Mevlevi’’ olarak imzaladığı oto portresi. (1104)  (1692/93)


 

Fasîh Dede’nin Galata Mevlevîhânesindeki üzerinde ''Göçdi bekâ mülküne Derviş-i Fasîh-i Mevlevî'' ibaresi yazılı mezar taşı ve mezarı:

 




Halil Cibran

12 Mayıs 2020

‘’Eğer benim matemimi kahkahaya, tiksintimi coşkuya, aşırılığımı normale çevirmek isteyen varsa; ona düşen, bana Doğulular arasında adaletli bir yönetici, dürüst bir kanun koyucu, bilgeliğiyle amel eden bir dini lider, karısına kendi nefsine baktığı gözle bakan bir koca göstermektir. Beni dans ederken görmek ve davul zurna çalarken duymak isteyen; beni mezarlar arasında durdurmamalı, düğün evine çağırmalıdır.’’ Halil Cibran

Dün Halil Cibran’ın dört kitabından alıntılar verince bugün de Halil Cibran’ı anlatmak farz oldu… Arka arkaya oldu ama hoş görün… Hangi yaşta olursa olsun Halil Cibran’la tanışmalı insan. Kitapla tanışmamış insan bir şey kaybetmiştir, ancak Halil Cibran’la tanışmamış insan ise çok şey kaybetmiştir.

Halil Cibran kimdir?

Dilsiz Doğu’nu dili, kör Batı’nın gözüdür ‘’o’’.

Doğu'nun Batılı şairidir ‘’o’’.

20’nci yüzyılın dünyasının Shakespeare ve Lao Tzu'yla beraber en çok okunan üçüncü yazarıdır ‘’o’’.

1923'ten bu yana ABD'nin en çok satanlar listesine İncil'in ardından ikinci olan "Prophet/Ermiş" isimli kitabın yazardır ‘’o’’.

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maouluf’un; "1968'in Paris'inde bir özgürlük manifestosu olarak elden ele dolaşan bir metindi’’ dediği "Prophet/Ermiş"in yazarıdır ‘’o’’.

Yine Amin Maalouf’un "Prophet/Ermiş"in günümüzde yayınlanan Fransızca baskısının önsözünde "Bir edebiyat sürgünü" dediği yazardır ‘’o’’.

1960’lı ve 70’li yıllarda Batı Avrupa ve ABD’inde gençlik arasında en çok okunan ve tartışılan yazarlardan birisidir ‘’o’’.

Amerika'nın 28’nci Başkanı olan Woodrow Wilson’un; "o, Batı'yı kasıp kavuran ilk Doğulu fırtınadır" dediği yazardır ‘’o’’.

Elvis Presley'in de sıkı bir hayranı olduğu ve eseri "Prophet/Ermiş"in binlerce kopyasını dağıttığın kişidir ‘’o’’.

Her zaman ve her yerde olduğu gibi, bunca beğeniye rağmen gençliği zehirlediği gerekçesiyle kitapları egemenlerce tehlikeli ve sakıncalı bulunan kişidir ‘’o’’.

 "Göğsümün bir yanında İsa, diğer yanında ise Muhammed oturur" sözünü söyleyebilen kişidir ‘’o’’.

 "Eğer bugün benim herhangi bir önemim varsa, bunu kadına borçluyum. Kadın benim gözlerimi ve kalp kapılarımı açmıştır. Eğer anne, kız kardeş ve kadın dost olmasaydı, ben hâlâ tatlı rüyalarda horlayan ve etrafındakilerin huzurunu kaçıran biri olurdum’’ ifadesini mektubunda yazan kişidir ‘’o’’.

‘’Katil olmamak, maktulün onurudur’’ sözünü söyleyebilendir ‘’o’’.

‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ sözünün sahibidir ‘’o’’

‘’Eğer ödülse dinin amacı, eğer vatanseverlik kişisel çıkarlar demekse ve eğer eğitim ilerlemek içinse, o zaman inançsız, vatan haini ve cahil bir adam olmayı yeğlerim’’ sözlerini söyleyebilen bir düşünürdür ‘’o’’…

Dualarını ‘’Tanrı’m, senden hiçbir şey dileyemeyiz, çünkü gereksinimlerimizi daha içimize doğmadan bilen sensin. Bize sen gereksin.’’diye yapan kişidir ‘’o’’….  Burada da ‘’bana seni gerek seni’’ diyen Yunus’u görürüz.

İşte ‘’o’’ kişi; büyük bir şair, büyük bir filozof ve büyük bir sanatçı olan Halil Cibran’dır..

Halil Cibran’ın hayatı

Cibran soyadı nedeniyle İç Anadolu’da yaşayan ve Yavuz Sultan Selim tarafından Doğu’ya yerleştirilen Cibran Aşireti’nden geldiği, dolayısı ile Türk kökenli olduğu iddia edilir.

1883 yılında Lübnan'da doğmuştur…

Çocukluğu yoksulluk içinde geçer. Genç yaşlardayken annesini ve iki kız kardeşini kaybeder.

Picasso’nun bir deyişi vardı; ‘’sanat, acı ve hüznün çocuğudur.’’ Hewingway de; "mutlu bir çocukluk geçirmiş kişi, edebiyatçı olmaz" derdi.

Bu ifadelerin somut göstergesidir Halil Cibran.

Ancak çektiği acılar ve yoksulluk; Doğu’ya özgü bir özellikten farklı olarak melankolinin derin kuyularına, metafiziğin çıkmaz sokaklarına ve içinden çıkılmaz bataklıklara sürüklememiştir Cibran'ı.

Cibran on iki yaşındayken ailesi Amerika'ya göç eder. İlk, orta ve liseyi ABD’inde okur. Daha sonra üniversite eğitimi için Beyrut’a geri gelir. Beyrut’ta tıp, uluslararası hukuk, dinler tarihi ve müzik eğitimi alır.

1908 de Paris'e giderek Güzel Sanatlar Akademisinde üç yıl süre ile Auguste Rodin'den dersler alır. Resim yapıp satarak geçimini sağlar.

Halil Cibran 1910’da Boston'a döner ve kısa bir zaman sonra New York’a yerleşir ve ölümüne kadar orada yaşar…

Halil Cibran hakkında söylenenler

‘’Fırtınalar’’ adlı kitabının Türkçe baskısının arkasındaki tanıtım yazısında onun için; ‘’Batı'dan yazan bir Doğulu olarak; Batı'ya Doğulu bir nefes, Doğu'ya Batılı bir zevk katabilme çabasıyla yaşadı" ifadesi kullanılır.

Yazım eksikliği nedeniyle ‘’dilsiz’’ olarak tanımlanan Doğu’nun dili, Doğu’yu görmedeki yeteneksizliği nedeniyle de ‘’kör’’ olarak tanımlanan Batı’nın Doğu’yu gören gözü olarak nitelenmiştir Cibran.

"Sözler" adlı kitabının Türkçe baskısının önsözünde şu ifade yer alır: "Doğu düşüncesini Batı dili ile yazmış ve kendisini kabul ettirmiştir. Batı’ya akıl öğretmek zordur, bu kişi hele Doğulu ise. Batı, akıl öğreten kişi kendisinden olursa ses çıkarmaz, ama Doğulu hele Yakındoğulu ise hiç dayanamaz. Kim oluyor bu Şarklı der. Cibran, işte Batı'nın bu insafsız önyargısını kırmıştır. Üstelik kırmakla kalmayıp, Batı'nın gözlerini Doğu’ya çevirtmiştir."

Türkçeye "Ermiş" ve "Nebi" isimleriyle çevrilen "Prophet" isimli kitabındaki konuşturduğu kişi El-Mustafa’nın Hz. Muhammed olduğu iddia edilir. Zaten kitapta hem Kuran’ı ve hem de İncil'i anımsatacak yeteri kadar ifadeler vardır.

Sakıncalı piyade Halil Cibran

Ancak Halil Cibran’ın kitapları bunca beğeniye rağmen daha önce ifade edildiği gibi egemenlerce tehlikeli ve sakıncalı bulunmuştur.

Gençliği zehirleyici görülerek Beyrut'ta pazar yerinde yakılan ilk kitabı, Paris'te iken yazdığı "İsyankâr Ruhlar"dır. Bu yüzden Marotin kilisesi tarafından aforoz edilir. Kitapları Nazi Almanyası’nda da yakılır…

Son olarak daha iki binli yılların başında Mısır Enformasyon Bakanlığı tarafından, kitaplarının Mısır'da satılması yasaklanır.

Halil Cibran, May Ziyade ve kadın

Kendisi gibi yazar olan ve kendisine âşık olduğu Nasıra doğumlu May Ziyade (Meryem) ile birbirlerini hiç görmeden, birbirlerinin seslerini de duymadan tam 19 yıl mektuplaşırlar. Bu mektuplar da ölümünden sonra ‘’Dosta Mektuplar’’ ve ‘’Aşk Mektupları’’ adı altında kitaplaşmıştır.

Halil Cibran "Aşk Mektupları"nda Meryem'e bu yazının başında verilen şu ifadeleri yazar: "Eğer bugün benim herhangi bir önemim varsa, bunu kadına borçluyum. Kadın benim gözlerimi ve kalp kapılarımı açmıştır. Eğer anne, kız kardeş ve kadın dost olmasaydı, ben hâlâ tatlı rüyalarda horlayan ve etrafındakilerin huzurunu kaçıran biri olurdum.’’

Bu ifade Halil Cibran’ın kadına bakışını gösterir.

‘’Eğitimli bir kadın, toplum hayatının gelişmesinde bin erkekten daha etkilidir’’ sözü ile de Cibran kadına verdiği önemi ve kadının toplum hayatındaki yerine işaret eder.

Cibran’a göre içinde aşk olan evlilik kadını da erkeği de yüceltir, kanatlandırır.
Birbirine âşık olan kadın ve erkek için şöyle der Cibran; “hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, zira bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez.”

Halil Cibran ve Kafka

Halil Cibran’ı düşüncelerindeki benzerlikler nedeniyle Nietsche ile özdeşleştiren edebiyatçılar vardır. Buna neden; Cibran’ın Paris’te iken Nietzsche'nin eserleriyle tanışmış ve ondan çok etkilenmiş olmasıdır. Cibran bu etkilenmeyi "Nietzsche kelimeleri ağzımdan çalmış" diyerek ifade eder. Ancak yaşam biçimi ve özellikleri nedeniyle Halil Cibran esas olarak Franz Kafka’ya benzer, Kafka ile özdeştir.

Halil Cibran ‘’Meryem’’e yukarıda bahsedilen mektupları yazarken Kafka da benzer mektupları sevgilisi ‘’Milena’’ya yazar. Kafka’nın Cibran’dan tek farkı Milena’yı görebilmiş olmasıdır.

Milena’ya yazdığı mektupların birinde Kafka şu ifadeleri kullanır; ‘‘içimizin korkunç sarsıntılarını kor ortaya mektup yazmak. Mektup yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek demektir.’’

Bir yazısında da Cibran şu benzer ifadeleri kullanır; ‘’evet, biz ikiz kardeşiz, ey gece; çünkü sen evreni ortaya çıkarırsın, ben ruhumu.’’

Her ikisinin de bünyeleri zayıftır ve her ikisi de ciğerlerinden rahatsızdırlar. Kafka bu rahatsızlıkla ilgili olarak her ikisini de birden tanımlayan şu sözleri Milena’ya yazdığı bir mektubunda ifade eder; ‘‘ruh ve yürek, yükü taşıyamaz olunca hiç değilse eşit bölünmesi için ağırlığın yarısını ciğer üstlenir.’’ ‘’Zayıf bir bedenin içinde güçlü bir ruhun bulunmasından daha zor bir şey yoktur.’’

Her ikisinin de yazdığı mektuplar diğer edebî metinlerden tamamen farklıdır. Bu mektuplarda yazarların kalbini, ruhunu ve iç dünyalarını tüm çıplaklığı ile görmek mümkündür. Yalnızlığa merhem, dostluğun, aşkın ve sevginin en saf hâlini yansıtan bu mektupların her satırı konuşma dilinin dışında içtenlikle ve tutkuyla yazılmıştır. Bu mektuplarda insan, sanki kendisi yazmış gibi, kendi kalbini, kendi ruhunu ve kendi iç dünyası bulur.

Halil Cibran ve Ortadoğu

Arda arda vereceğim şu üç yazısı ile Halil Cibran içinde bulunduğumuz Ortadoğu’nun bin yıllık yarasına parmak basar;

"Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer, kendi dokumaz, bir ekmek yer, kendi hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz. Ne yazık o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar. Bir ulusa ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer. Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri duracaktır. Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazıktır. Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar. Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz. Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır. "

‘’Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıtını. Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı’ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldeniz’i açsa önünde sen o denizden geçmezsin.

Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın.
Hazreti İbrahim olsan sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka şeylere ağlarsın.
Gündüzleri Maria Magdelena’yı fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çalışırsın.

Ey kavmim, sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrı’ya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen...

Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin...

Ey kavmim, tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.’’

Kitaplarından

‘’Ermiş’’ isimli kitabından bir bölüm:

'' Siz kurallar koymayı çok seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz.
Tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi.''

‘’Gezgin’’ isimli kitabından bir kısa bölüm:

''... İstiridyenin biri diğerine dert yanar:
-  İçimde yuvarlak ve ağır bir şey var, bana acı veriyor.
Diğeri kibirli bir memnuniyet içinde:
- Şükürler olsun ki içimde hiçbir sıkıntı yok, hem içimde, hem dışımda mutlu ve bütünüm.
O sırada oradan geçen yengeç şöyle der:
- Evet mutlusun halinden ve bütünsün ama şunu söylemeliyim ki diğer istiridyenin çektiği acının sebebi içindeki eşsiz güzellikteki incidir.''

Vefatı

İstemesine rağmen parasızlık nedeniyle yaşadığı ABD’inden Beyrut'a dönemez. 10 Nisan 1931 tarihinde 48 yaşında yalnız ve yoksulluk içinde hayata gözlerini yumar, geride yüzlerce tablo ile sekizi İngilizce, sekizi de Arapça yazılmış olmak üzere tam on altı eser bırakarak.

Hep bir şiire benzettiği ve "bir dağın değil, bir şiirin ismidir" dediği memleketi Lübnan'da yaşamak istiyordu.  Bu nedenle vasiyeti üzerine na’şı doğduğu yer olan Beyrut'un Beşeri köyüne defnedilir.

Ölümünde de rahat etmez Cibran. Doğduğu ve anasının atalarının din adamlığı yaptığı ve kendisinin aforoz edildiği kiliselere sahip bu ülkenin Beşeri köyü yakınlarındaki Quadicha Vadisi'ne bitişik Mar Sarkis Manastırına gelen cenazesi, önce birkaç sene başka kiliselerde bekletildikten sonra, buraya getirilebildi. Izdırabı bununla da bitmez Cibran’ın, üzerinde "gözlerinizi kapayın ve bakın etrafınıza, beni göreceksiniz, ben yanınızdayım" şeklinde, kendisine ait bir cümlesi bulunan mezarından çalınan kemikleri kayıptır. Meczuplar lahiti de çalmasınlar diye, mermer lahit yere zincirlenmiş şekilde tutulmaktadır şimdi.

Kitapları

Halil Cibran’ın kitapları, Almanların ‘’Taschenbuch’’ dedikleri ‘’Cep Kitabı’’ gibidir, yolda, seyahatte, plajda, parkta her yerde okunabilir, başucu kitabı niteliğindedir…

Halil Cibran'ın Türkçe yayınlanan bazı kitaplarının isimleri şunlardır:; ‘’Deli’’, ‘’Ermiş’’, ‘’Ermiş Bahçesi’’, ‘’Sözler’’, ‘’Haberci’’, ‘’Kum ve Köpük’’, ‘’İnsanoğlu İsa’’, ‘’Gezgin’’, ‘’Vadinin Perileri’’, ‘’Bir Damla Yaş ve Bir Gülümseyiş’’, ‘’Dosta Mektuplar’’, ‘’Nebi’’, ‘’Aşk’’, ‘’Aşk Mektupları’’, ‘’Gönül Sırları’’, ‘’Kalbin Sırları’’, ‘’Oluşumlar’’, ‘’Fırtınalar’’, ‘’Müjdeci’’, ‘’Avare’’, ‘’Kırık Kanatlar’’, ‘’Asi Ruhlar’’, ‘’Kendimle Konuşmalar’’, ‘’Dünya Tanrıları’’ ve ‘’Lazarus ve Sevgilisi’’

Halil Cibran’ın eserlerinde insan kendi yüreğinin ve aklının yansımalarını bulur…

Sözleri

Halil Cibran’ın bir diğer önemi de her biri basit, sade ve hayatın özünü anlatan bu kitaplarında yer alan aforizma niteliğinde olan sözlerinden ileri gelir.

Halil Cibran’ın kitaplarından alınan bazı sözleri;

* Ve iki sevgili gördüm.  Kadın adamın elinde, çalmasını bilmediği bir saz gibiydi. Ve adam, çıkarttığı bozuk seslerden başkasını anlamıyordu.

*  Güzelliğin ötesinde bir din ya da bilim yoktur.

* İnsanlar vardır; derin bir okyanus. İlk anda ürkütür, korkutur sizi. Derinliklerinde saklıdır gizi. Daldıkça anlarsınız, daldıkça tanırsınız. Yanında kendinizi içi boş sanırsınız.

* Sevinciniz, gerçekte peçesini kaldırmış kederinizdir.

* Büyük bir adamın iki yüreği vardır; birisi kanar, diğeri sabreder.

* Gariptir ki, kimi zevklerin tutkusudur acılarımızın bir kısmını oluşturan.

* Birlikte güldüğünüz kişileri unutabilirsiniz ama birlikte ağladığınız kişileri asla.

* Gerçekte biz kendi kendimizle konuşuruz; ama ara sıra diğerleri de bizi işitebilsin diye sesimizi yükseltiriz.

* ... ve siz aşk yolunu yönlendirebileceğinizi zannetmeyim, çünkü aşk sizi buna layık görürse sizin yolunuzu yönlendirir.

* Yanlışlarımızı doğrularımızdan daha büyük bir coşkuyla savunmamız ne gariptir!

* Kişinin hayal gücüyle, düşlerinin gerçekleşmesi arasındaki mesafe, yalnızca onun yoğun isteğiyle aşılabilir.

* En acınacak kişi, düşlerini altın ve gümüşe dönüştürmüş olandır.

* Siz, günleriniz endişesiz ve geceleriniz bir istek ve üzüntüden uzak olduğunda özgür olacaksınız.

* Hakikate kulak veren, hakikati dillendirenden daha basit değildir.

* Güzellik bütün bir hayatımız boyu aradığımız yitiğimizdir.

* Cehaletimin sebebini bilseydim bilge biri olurdum.

 * Onlara Güneş’i işaret ettim, onlar parmaklarıma baktılar.

* Öğretilerin çoğu pencere camı gibidir. Arkasındaki gerçeği görürsün, ama cam seni gerçekten ayırır.

* Suçlu, çoğu zaman mağdurun kurbanıdır.

* Neşeli yüreklerle birlikte neşeli şarkılar söyleyen kederli bir kalp ne kadar yücedir.

* Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım.

* Ben senin gibiyim, ey gece, vahşi ve korkunç; çünkü kulaklarım mağlup ulusların çığlıkları ve yitirilmiş toprakların iç çekişleriyle doludur.

* Ben senin gibiyim, ey gece, sessiz ve derin ve yalnızlığımın ortasında bir beşikte bir tanrıça yatar ve cennette doğan yalnızlığımda cehenneme dokunur.

* Aşk ve şüphe bir arada bulunmaz.

* Sevgiyle dolu olarak çalışırsanız, ilkin kendinize, sonra birbirinize sonra da Tanrı'ya bağlanmış olursunuz.

* Eğer işinize sevgiyle değil de isteksizlikle sarılmışsanız o zaman işinizi bırakın ve tapınağın kapısı önüne çöreklenip sevgiyle çalışanların önünüze atacakları sadakaları toplayarak geçinin, daha iyi.

Gerçeği arayıp da onu insanlara açıklayan herkes acı çekmeye mahkûmdur.

*  İlham daima mırıldanır, asla açıklamaz.

* Sırrını rüzgâra fısıldarsan ağaçlara söylediği için suçlayamazsın.

*  Ey Tanrım, tavşanı bana av yapmadan önce beni aslana av yap.

* Arzu hayatın yarısıdır, kayıtsızlıksa ölümün.

* Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bu gündür. Bugüne iyi bak.

* Gerçekten büyük insan odur ki, ne yönetir ne yönetilir.

* Açık olan; birisi onu basitçe anlatıncaya kadar, anlaşılamayandır.

* İnsanın değeri ulaşmak istediğiyle ölçülür, ulaştığıyla değil.

* İçinizdeki ‘'iyi’'den söz edebilirim, ama '’kötü’'den edemem, çünkü ‘'kötü’' kendi açlığı ve susuzluğu nedeniyle işkence çeken '’iyi’'den başka nedir ki?

* Hakikat iki kişiye muhtaçtır; biri onu dillendiren, diğeri onu anlayan.

*  Tanrı düşündü, ilk düşüncesi melekti, Tanrı konuştu, ilk konuşması insandı.

*  Benim varlığımın sonu yoktur. İnsanının ruhu, Tanrı’nın yaradılışta kendinden ayırdığı meşaledir.

* İki kadın konuştuğunda hiç bir şey söylemezler, bir kadın konuştuğunda bütün bir hayatı açıklar.

* Olur da bir şeylere muhtaç duruma düşerim korkusu, gerçekte muhtaç durumda oluşun ta kendisi değil midir?

* İstendiği zaman vermek güzel bir davranış olabilir; fakat istenmeden, ihtiyacı hissederek vermek çok daha anlamlıdır.

* Bana kulak ver ki, sana ses verebileyim.

*  Siz, sevgiye yol göstereceğinizi sanmayın, çünkü sevgi sizde değer görürse, her yolu gösterir.

*  Sevgi sizi geliştirir, fakat budaya budaya ıstırap verir.

* Karşındakinin gerçeği sana açıkladıklarında değil, açıklayamadıklarındadır. Bu yüzden onu anlamak istiyorsan, söylediklerine değil, söylemediklerine kulak ver.

* Şafağa ancak gecenin yolunu izleyerek ulaşılabilir.

* Hayat; kalbini okuyacak bir şarkıcı bulamazsa, aklını konuşacak bir filozof yaratır.

* Güzelliğin şarkısını söylersen eğer, çölün ortasında tek başına olsan bile bir dinleyicin olacaktır.

* Söylediklerimin yarısı beş para etmez; ama ola ki diğer yarısı sana ulaşabilir diye konuşuyorum.

* Dünya kuruldu kurulalı bilinir: Aşk, derinliğinin farkına, ancak ayrılık saati gelip çattığında varır.

* Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir.

* Bir gerçek her zaman bilinmek, ama ara sıra söylenmek içindir.

* Yoksa ne çiçek açan ne de meyve veren bir ağaç mı olsaydım; çünkü verimli olabilmenin sancısı, kıraç olmaktan ağırdır; ve eli açık zenginin çektiği acı dilencinin sefaletinden beterdir...

* Hayatın güzelliği ve kötülüğü içinde melekleri ve şeytanları görmeyen kişi, bilgelikten çok uzak olacak, ruhu da sevgiden yoksun kalacaktır.

* Zihnimiz bir süngerdir, yüreğimizse bir nehir. Çoğumuzun akmak yerine, sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip!

* Meşe ile çınar birbirlerinin gölgesinde büyümezler

* Bir adam bir düş gördü ve uyandığında yorumcuya giderek düşünü kendisi için yorumlamasını istedi. Yorumcu adama dedi ki, bana uyanıkken gördüğün düşlerle gel ki anlamlarını söyleyebileyim. Ama uykunun düşleri ne benim bilgeliğime aittir ne de senin imgelemine...

* Yalnız açığa çıkan ışığı görebiliyorsan, yalnız söylenen sesi duyabiliyorsan, ne görebiliyorsun, ne duyabiliyorsun.

* Bir elmanın yüreğinde gizlenen tohum görülmez bir elma bahçesidir. Ama bu tohum bir kayaya rast gelirse ondan hiçbir şey çıkmaz.

* Biz sevinçlerimizi ve hüzünlerimizi onları yaşamadan çok önce tercih ederiz.

* Ağaçlar yeryüzünün gök kubbeye yazdığı şiirlerdir. Ama biz onları devirir ve boşluğumuzu kaydedebilmek için kâğıda dönüştürürüz.

* Hayatın bütün esrarını çözdüğün vakit ölümü arzularsın. Çünkü o da hayatın sırlarından biridir.

* Kulağa gelen müzik tekse de, onu oluşturan notalar farklıdır.

* Öğrenimsiz akıl sürülmemiş tarlaya benzer.

* Âşıklar birbirlerinden çok, aralarındakini kucaklarlar.

*  Sahip olduklarınızdan verdiğinizde, çok az şey vermiş olursunuz; gerçek veriş, kendinizden vermektir.

* Yalnızca bir kez naçar kaldım; '’sen kimsin?’' diye soranın karşısında.

*  Bir şeyi elde etmek istiyorsan onu kendin için isteme!

*  Sırtını güneşe çevirirsen gölgenden gayrı bir şey göremezsin.

*  Beşeri kanunları yalnızca iki kişi çiğner; deli ve dâhi. Bu ikisidir Tanrı’nın kalbine en yakın insan.

*  Başkalarının yanlışının farkına varmaktan daha büyük bir hata var mı?

*  Sen iki kişisin; biri karanlıkta uyanık, diğeri aydınlıkta uyuyan.

*  Kalplerimizin sırlarını ancak kalpleri sırlarla dolu olanlar kavrar.

*  Suskunluğu gevezeden, hoşgörüyü hoşgörüsüzden ve kibarlığı kaba olandan öğrendim. Ne garip ki, tüm bu öğretmenlerime karşı oldukça nankörüm.

*  Bilmen gerekenlerin sonuna ulaştığında, duyumsaman gerekenlerin başında olacaksın.

* Ben hem alev, hem de kuru çalıyım ve benim bir yanım diğer yanımı yok etmekte.

* Anlayışlı olan beni anlayışlı, aptal olan ise aptal bulur. Bence ikisi de haklıdır.

* Bir ağaç bir kuşa "nerelisin?" diye sormaz... Sadece kuşun söylediği şarkıyı dinler...

* Eğer biri sana gülerse ona acıyabilirsin; ama sen ona gülersen kendini asla bağışlama. Eğer biri seni incitirse bunu unutabilirsin; ama sen onu incitirsen bunu hep hatırlarsın. Aslında öteki, senin başka bir bedendeki en duyarlı benliğindir.

* Eyleme dönüşen biraz bilgi; boş duran fazla bilgiden sonsuz derecede daha değerlidir.

* Gerçek dansınızı, toprak el ve ayaklarınızı geri istediğinde yapacaksınız.

* Öleceğim ve ruhum bir süre dinlenecek ve sonra bir kadın gebe kalacak bana ve yeniden dünyaya geleceğim.

Bu sözler Cibran’ın kitaplarından seçilen sözleri, tabii ki Cibran’ın bütün sözleri değil. Cibran’ı anlamak için bütün kitaplarını okuyarak fikrinin bütünlüğü içerisinde bu sözleri anlamak gerekir diye değerlendiriyorum.

10 Nisan 1931 tarihinde 48 yaşında yalnız ve yoksulluk içinde hayata gözlerini yuman Halil Cibran’ı 85’inci ölüm yıldönümünde saygıyla anıyorum. Toprağı bol olsun.

Osman AYDOĞAN



Bugünkü İslam coğrafyasının geri kalmışlığının sosyolojik ve genetik sebepleri

12 Mayıs 2020

Üst üste yazılarımla İslam coğrafyasının geri kalmışlığının tarihi nedenlerini ve müsebbiplerini anlatmıştım… Tabii ki bu sürecin sosyolojik ve genetik boyutu da vardı…

Ancak ben ne sosyoloğum ne de bilim adamı… Bu konuda en iyi analizi yapsa yapsa bu coğrafyanın bir ürünü olan Lübnanlı yazar, şair ve ressam Halil Cibran yapabilirdi… Ben de sözü Cibran’a bırakıp, kitaplarından aldığım ve arda arda vereceğim şu dört alıntı ile bu sürecin sosyolojik ve genetik nedenlerini aktarıp, yorum yapmadan kenara çekileceğim…

Ne yazık o ulusa ki…

''Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer, kendi dokumaz, bir ekmek yer, kendi hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz. Ne yazık o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih cömertliği sayar. Bir ulusa ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer.

Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez, yıkıntıları içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında uzanırken ayaklanmaktan geri duracaktır. Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazıktır.

Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticilerini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanla karşılamak için yuhalarla uğurlar. Ne yazık o ulusa ki bilgileriyle yıllardır dilsiz ve güçlüleri beşiktedir henüz. Ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır.'' 

Halil Cibran, ‘’Ermişin Bahçesi’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016)

Ey kavmim…

''Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıtını. Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı’ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldeniz’i açsa önünde sen o denizden geçmezsin.

Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin. Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria Magdelena’yı (*) fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çalışırsın.

Ey kavmim, sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrı’ya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen...

Ey kavmim, sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin... Ey kavmim, tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.’’ (**)

Kurallar

‘’Siz kurallar koymayı çok seversiniz, ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz. Tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi.’’

Halil Cibran, ‘’Ermiş’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2020)

Saraylar

“Biz size saraylar inşa ederiz, siz bize mezarlar kazarsınız…”

Halil Cibran, ‘’Fırtınalar’’ (Maviçatı Yayınları, 2017)

Sonuç

Bugünkü İslam coğrafyasının geri kalmasının tarihi nedenlerini ve müsebbiplerini daha önce anlatmıştım… Sosyolojik ve genetik sebepleri ise Halil Cibran’ın yukarıdaki anlattıklarıdır…

Sebepleri ortadan kaldıramazsanız sonuçları da ortadan kaldıramazsınız ve bir bin yıl daha geçse bu coğrafyayı geri kalmışlıktan kurtaramazsınız… 

Ben Cibran’ı verip aradan çekileceğimi söylemiştim. Lütfen varsa eğer eleştirileri bana değil, Cibran’a yöneltin!...

Osman AYDOĞAN

(*) Maria Magdalena ya da Mecdelli Meryem hakkındaki bir inanışa göre, İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Meryem'e Hz. İsa yardım eder. Hz. İsa, kadını linç etmek için toplanan kalabalığa ‘’hiç günahım yok diyen devam etsin’’ der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır. Daha sonra Meryem tövbe ederek Hıristiyanlığı benimser ve bir azize olur.

(**) Ahmet Altan, 6 Haziran 1996 tarihli ‘’Yeni Yüzyıl’’ gazetesinde Halil Cibran’ın bu yazısını ekleyerek, genişleterek şiir haline getirerek yazar ancak kaynağını, yani şiirin aslını Halil Cibran'dan aldığını da yazmaz… Ahmet Altan’ın Halil Cibran’dan aşırdığı ''Ey kavmim!'' diye başlayan yazısı da şu şekildedir: 

Ey Kavmim!...

Ey Kavmim!...
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine.
Lût Kavmi’nden de değilsin sen; hazdan olmayacak mahvın.
Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın.
Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını.
Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlara.
Tanrıya yakarır ama firavunlara taparsın.
Musa Kızıldeniz’i açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.

Ey Kavmim! …
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Korkarsın kendinden olmayan herkesten; ve sen kendinden bile korkarsın.
Hazreti İbrahim olsan; sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka bir şeye ağlarsın.
Gündüzleri Maria Magdalena’yı fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın.
Zebur’u, Tevrat’ı, İncil’i, Kuran’ı bilirsin. Hazreti Davut için üzülür ama Golyat’ı tutarsın.

Ey Kavmim! …
Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine…
Lût kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın.
Ama sen kendi acına da yabancısın.
Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin.
Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın.
Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden.
Utancı bilir ama utanmazsın.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.

Ey kavmim! …
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın.
Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın.
Örümcek olsan Hazreti Muhammed’in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin.
Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin.
Hazreti Hüseyin’ in kellesini sen vurmaz ama vuranı alkışlarsın.
Muaviye’ye kızar ama ayaklanmazsın.
Hazreti Ömer’i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.

Ey Kavmim! ..
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Ölülerine dönüp de bakmazsın.
Lût kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın.
Ama arkana baktığın için taş kesileceksin.
Ve sen kendine bile ağlamayacaksın.
Komşun aç yatarken sen tok olmaktan hayâ etmezsin.
Musa önünde Kızıldeniz’i açsa o denizden geçmezsin.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.

Ey kavmim! ..
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.

Ey kavmim! …
Tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.

Ahmet Altan, Yeni Yüzyıl, 6 Haziran 1996



Mevlâna, Fernand Braudel ve İslam

11 Mayıs 2020

Mevlâna'yı biliriz... Onun en büyük eseri ''Mesnevî''dir... Fernand Braudel (1902-1985) ise Fransız bir tarihçidir... Fernand Braudel'in en büyük eseri de ‘’Medeniyetler Tarihi’’ (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995) isimli kitabıdır...

Şimdi diyeceksiniz ki Mevlâna ile Braudel'in ve İslam’ın ne ilgisi var... Bu ilgiyi vermem için önce ''Mesnevî''den sonra da ''Medeniyetler Tarihi''nden bahsetmem gerekiyor....  

Mesnevî

Mevlâna, en büyük eseri Mesnevî’de Farsça ve aruz vezni ile yazılan iç içe anlattığı hikâyelerle İslam dininin esaslarını ve tasavvuf öğretisini açıklar… Mesnevî; 6 ciltten ve 25.700 beyitten oluşur. Mesnevî şu dizelerle başlar:

‘’Bişnev ez ney çün hikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned.’’

(Dinle, bu ney neler hikâyet eder.
Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.)

Kur’an ‘’Oku’’ (Arapça: İkra) diye başlar, Mesnevî ise ‘’Dinle’’ (Farsça: Bişney) diye başlar… Bu konu ayrı bir yazı konusu… Ama ben Mevlâna'nın Mesnevî'sinde yer alan Hz. Musa (as) ile ilgili şu üç hikâyeyi anlatmak istiyorum…

Biz söze değil kalbe ve hale bakarız.

Hz. Musa (as) yolda bir çobana rastlar. Çoban, gönlündeki muhabbetin tezahürü olan sözcükleriyle Allah'a yakarmaktadır: "Allah’ım! Ey Yücelerin Yücesi, sana kul, kurban olayım; çarığını dikip elbiseni yıkayayım, saçlarını tarayıp bitlerini ayıklayayım. Sana süt vereyim. Ellerini öpeyim, ayaklarını ovayım. Uykun geldiğinde yatacağın yeri süpüreyim. Ey bütün keçilerim yoluna kurban olası! Ey hey hey, hey heey diye andığım!"

Hz. Musa (as): "Sen kimle konuşuyorsun? Bu sözleri kime söylüyorsun?" diye sorar. Çoban: "Bizi ve bu yeri göğü yaratanla konuşuyorum." diye cevap verince Hz. Musa (as) der ki: "Sen aklını mı kaybettin? Kendine gel! Bunlar ağza alınmayacak sözler. Sen daha Müslüman olmadan kâfir olmuşsun! Çarık dolak sana ve senin gibilere yaraşır. Güneş'e bunlar lâyık görülür mü? Bu sözleri amcana mı, dayına mı söylemektesin? Allah Teâlâ'nın sıfatları arasında beden sahibi olmak, bir şeylere ihtiyacı bulunmak var mıdır?"

Çoban Hz. Musa (as)'ya: "Ey Musa! Bu azarlayıcı sözlerinle benim ağzımı kapattın, canımı yaktın. Üzüntüden perişan bir hale getirdin." deyip bir ah çekerek çöllerin yolunu tutar.

Bunun üzerine Hz. Musa (as)'ya vahiy gelir: "Ey Musa, kulumuzu bizden ayırdın! Sen kullarımı bana yaklaştırmak mı yoksa benden uzaklaştırmak için mi gönderildin? Ben onları farklı karakterde yarattım ve farklı ifade biçimleriyle donattım. Her biri kendi diliyle Allah'ı tespih eder. Allah da onların dilini anlar. Bizim onların ibadetine ve tespihine ihtiyacımız yoktur. Kullarıma ihsan etmek için ibadeti, onları arındırmak için tespihi emrettim. Biz söze değil kalbe ve hale bakarız. Duasında kullandığı sözcüklere değil bize gönülden bağlı mı, gönlüyle yalvarıp yakarmış mı, gönlünde bir ateş tutuşmuş mu, ona bakarız. Ey Musa! Kalbinde aşk ateşini tutuştur da bütün sözleri ve düşünceleri onunla yak gitsin! Âşıklar her an başka türlü yanarlar. Yanıp kül olmuş bir köyden ne haraç istenir ne vergi..."

Tamam, bildiğin gibi kıl!

Yine bir gün Hz. Musa (as) yolculuk yaparken yolda bir adam görür. Adam bir tepeye çıkmakta ve aşağıya doğru yuvarlanmakta ve bunu da devamlı tekrarlamaktadır. " Hz. Musa (as) o adama '’Ne yapıyorsun?’' deyince adam '’namaz kılıyorum'’ der.  Sonra Hz. Musa (as) ‘'Böyle namaz kılınmaz'’ der ve ona namaz kılmayı öğretir. Adam normal bir şekilde namaz kılmaya başlar. Hz. Musa (as) da yoluna devam ederek Kızıldeniz’e gelir. Deniz üstünde yürüyerek giderken arkasından birinin ona seslendiğini duyan Hz. Musa (as) dönüp arkasına baktığında az önceki adamın arkasından suyun üzerinde yürüyerek geldiğini görür. O adam, Hz. Musa (as)’nın yanına gelerek kendisine öğrettiği namaza nasıl niyet edildiğini unuttuğunu ve tekrar öğretmesini ister. Hz. Musa (as) o adama ‘’tamam, bildiğin gibi kıl‘’ der…

Eşeğin sırtındaki

İsrailoğulları Hz. Allah’ı görmek ister ve peygamberleri Hz. Musa (as), Rabbe onların isteğini iletir. Hz. Allah geleceğini söyler. 

Yahudiler, zenginliği, lüksü, ihtişamı öne çıkaran hummalı bir hazırlığa koyulurlar. Buluşma günü gelir ve Hz. Musa (as) kapıda hazır bekleyerek bir dolu zengin, itibarlı, yüksek statülü insanı içeri buyur eder.

Derken bir eşeğin üzerinde yoksul ve yaşlı bir Yahudi kapıda belirir. Hz. Musa (as) onu durdurur ve sorar, ‘’Nereye?’’ diye... Yaşlı adam, ‘‘Ya Musa, Hz. Allah’ı görmeye geldim, izin ver gireyim’’ der. Hz. Musa (as), ‘‘olmaz içeride bir dolu zengin ve önemli insan var; senin durumun münasip değil girmeye’’ diye karşılık verir. Yaşlı adam ısrar etse de Hz. Musa (as) kabul etmez ve adam üzgün şekilde ağlayarak ayrılır.

Gelenler epeyce bir beklerler ama Hz. Allah gelmez ve Hz. Musa (as)’ya dönüp hışımla sorarlar; ‘’Hz. Allah’ın nerede kaldı, niye gelmedi’’ diye... 

Hz. Musa (as) tekrar huzura çıkar. Hz. Allah’a niye gelmediğini sorar. Hz. Allah, ‘’Ya Musa, edepten çıkma! Bilmez misin sözümü tutarım. Geldim, fakat sen girmeme izin vermedin’’ der. Hz. Musa (as), şaşkın, sorar ne zaman ve nasıl geldiğini… Hz. Allah, ‘’eşeğin sırtındaki yoksul ve yaşlı adamın kalbinde oturuyordum. Onu geri çevirdiğin zaman beni de çevirdin’’ der.

Mevlâna’nın Mesnevî’sinden alıntıladığım üç kıssa bu kadar… Hisseleri herkes kendisi alsın…

Şimdi gelelim Fernand Braudel’e…

Fernand Braudel’in tarih tezi

Fransız tarihçi Fernand Braudel, girişte bahsettiğim ‘’Medeniyetler Tarihi’’  (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995) kitabında tarihin devirli bir oluşum olduğunu söyleyerek Güneş’in her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmadığından bahsederdi… Braudel’e göre tarih her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzerdi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Kimi medeniyet yükselirken, kimi çiçeğe durmakta, bir diğeri gerilemekte, beriki çökmektedir. 

Çiçekli böğürtlen dalından kuruyan böğürtlen dalına dönüşen İslam

Mevlâna’nın Mesnevî’sinde anlattığı, o zaman evrensel değerlere sahip, daha çiçeği dalda meyveye duran sevgi ve barış dini İslam ve İslam ve İslam medeniyeti; günümüzde bilimi unutan, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolan, mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle insanlarının birbirini boğazladığı bir mezbahana haline gelerek dalları kuruyan böğürtlen çalısına dönmüştür… İslam, Mevlâna zamanındaki modern çağdan günümüzde Ortaçağa dönüşmektedir… Braudel’in tezi için mükemmel bir örnek sunmaktadır İslam medeniyeti…

İslam medeniyetini bırakıp ülkemize bakalım…

Ülkemizde İslam

Bu mübarek Ramazan günü bile, kendilerinin bizlerden daha iyi Müslüman olduklarını iddia edenler, din adına; kinden, nefretten, illetten, zilletten, ötekileştirmekten, ölüye saygısızlıktan, hazırlanan ölüm listelerinden, katliamdan ve öldürmekten bahsediyorlar…  Günümüzde iktidarın fetvacısı haline gelen Diyanet ise bunlarla mücadele edeceğine; Ortaçağ’da bağış karşılığı cennetten toprak satan Papa gibi Kur’an kurslarına bağış karşılığı cennet vaat etmekte, Korona salgınının zina, LGBTİ ve belli bir inanca sahip insanlardan çıktığını iddia ederek ilahi bir ikaz olduğu fetvasını vermektedir…  

Karanlık sandığımızdan da daha karanlıktır... Ortaçağ karanlığı günümüzden belki daha aydınlıktı.

Osman AYDOĞAN

 



Hükm-ü Karakuşî


10 Mayıs 2020

Selahaddin-i Eyyûbi devrinde önemli görevler ifa eden ve vezir ve aynı zamanda kadılık da yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet adamı varmış. Aynı zamanda Bahaüddin Karakuşî yolsuzlukları ile de ünlüymüş... Karakuşî kadı olarak sadece yanlış değil hep abuk sabuk hükümler de verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşî’nin verdiği hükümlere de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denirmiş. Günümüzde de - gerçi genç hukukçular pek bilmez ama - mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ derler.

Aslında gerçek böyle değildir!... Yazımın sonunda meraklısı için bu Kadı Bahaüddin Karakuşî’nin kısaca bu anlatımdan farklı olan gerçek hikâyesini anlatacağım…

Ancak Kadı Bahaüddin Karakuşî’yi yargılamadan önce çok değil, şöyle bir iki üç yıl geriye gidip ülkede bir nasıl hukuk icra eylediğimize bir bakmak istiyorum…

Türkiye’de icra eylenen hukuk

Balyoz ve Ergenekon davalarındaki Bahaüddin Karakuşî'i mezarında ters çevirecek hukuk ihlallerini burada sıralamıyorum... Yoksa sayfam değil, sitem yetmez...

2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminde, belediye meclisi üyelerinin bile yasa gereği seçime girmek için kamu görevlerinden istifa etmeleri gerekirken, o zamanki Başbakan, yasaya aykırı olarak Başbakanlık görevinden ayrılmadan, tüm yetki ve olanaklarıyla bu seçime katılıyor... YSK Başkanı Sadi Güven idi...

Yine aynı YSK Başkanı 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa referandumunda yasaya göre ''geçersiz'' olması gereken ''mühürsüz oy pusulalarını'' YSK kendisini ''Yasama'' yerine koyarak seçimin sona ermesine az bir zaman kala aldığı bir kararla ''geçerli'' saymış ve yaptığı kanunsuzluğu açıklayabilmek için de ‘’tam kanunsuzluk hali oluşmamıştır’’ diyebilmiştir... Bir kanun ya vardır ya da yoktur... Bir adam ya namusludur veya değildir... Bir kadın ya hamiledir ya da değildir. ‘’Tam kanunsuzluk hali oluşmamıştır’’ demek ne demektir? 

TBMM Genel Kurulu’nda 27 Aralık 2018 tarihinde kabul edilen bir yasa değişikliği ile 31 Mart 2019 seçimleri öncesinde görev süresi dolan YSK Başkanı Sadi Güven ve beş üyenin görevleri ‘’Seçim yasalarında yapılan değişikliklerin bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamayacağı” şeklindeki anayasa hükmüne rağmen bir yıl süre ile uzatılıyor. Sonra da 31 Mat 2019 tarihinde yapılan yerel seçimler de görevleri usulsüz olarak uzatılan YSK’nın bu heyeti ile yapılıyor.

31 Mart 2019 tarihinde yapılan bu seçimlerde, Yüksek Seçim Kurulu'nun 2014 yılında yapılan seçimlerde itirazlar üzerine verdiği  “Delilsiz, gerekçesiz mesnetsiz itirazlar reddedilecektir” kararına rağmen bu sefer itiraz eden hâkim güç olunca YSK İstanbul için 2014 yılındaki kendi kararlarını çiğneyerek bu itirazları kabul edip sandık sayımlarını tekrar tekrar yineliyor. YSK aynı gerekçeyle Bursa, Balıkesir, Muş gibi illerdeki itirazları ise itiraz eden hâkim güç olmadığı için reddediyor. Bu şekilde hukukun üstünlüğü değil de üstünlerin hukuku sergileniyor.

Bu kanunsuzlukların örnekleri çoktur... Saymaya kalksam sayfalar tutar... Bu kadar da geriye gitmeye gerek yok aslında… Daha geçen hafta Diyanet İşleri Başkanı açık anayasa hükmüne ve Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri hakkındaki Kanuna aykırı olarak bangır bangır beyanlarda bulunuyordu…  

Yine geçen hafta, 03 Mayıs 2020 günü, ‘’İŞİD’li mücahitlerle sevişmek cihattır. Cenneti garantilemektir’’ diye beyanları bulunan marjinal-metalik İslamcı bir mahlûkun sunduğu yandaş bir TV programında, FETÖ’cü birisinin karısı ekranlardan ölüm tehditleri yağdırıyor:  "15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. Boş bulunduk… Listem hazır; bizim aile 50 kişi götürür… Bu konuda çok donanımlıyız maddi ve manevi olarak… Ayaklarını denk alsınlar…’’ Cumhuriyetin savcıları ise elleri böğründe bu tehditleri ve bu yasa ihlallerini sade vatandaş gibi seyrediyor… Muhalefetten birisi yapsaydı bu tehdidi daha program bitmeden kamera önlerinde tutuklanır, kanal da anında kapatılırdı…

Türkiye Cumhuriyeti zaten hiçbir zaman bir ''Hukuk Devleti'' olamamıştı. Türkiye Cumhuriyeti şimdiye kadar hiç olmazsa az buçuk bir ''Kanun Devleti'' idi... Bu hukuk ihlalleri devletin bu özelliğini de ortadan kaldırarak Devlet-i Âliyi bir aşiret, bir kabile, bir göçebe toplum devleti haline getirmektedirler...

Bunlar ve benzeri tüm bu hukuk ihlalleri ise bana ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi hatırlatıyor… Şimdi sıra Hükm-ü Karakuşî'nin verdiği kararlarda... Önce Demirel'in anlattığı bir Hükm-ü Karakuşî hikayesi..

Demirel’in anlattığı Hükm-ü Karakuşî’nin hikâyesi:

Bir gün 9. Cumhurbaşkanı Rahmetli Süleyman Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş… Demirel de soruyu yönelten kişiye: "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel de ülkenin durumu karşısında benim gibi Hükm-ü Karakuşî’yi hatırlayarak onun bir hikâyesini anlatmış.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in o zamanki ülkenin durumu hakkında anlattığı Hükm-ü Karakuşî’nin hikâyesi:

Bir gün Karakuşî kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşî kadı, fırıncıya:
- '’Ben bunu aldım'’ demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.

Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- '’Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
- ‘‘Uçtu’' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı o uzun küreği ile, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor... Fırıncı bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşî kadının karşısına çıkarmışlar.

Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi,
- '’Bu adam ördeğimi hiç etti'’ diye şikâyet etmiş.
Karakuşî kadı, fırıncıya sormuş:
- '’Ne yaptın bu adamın ördeğini?'’
Fırıncı
- '’Uçtu’' demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- ‘’Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil'’ diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.

Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- '’Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o Müslimin tek gözü çıkarıla...’’
Davacı:
- '’Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?’' diye sorunca Karakuşî kadı;
- '’Şimdi' demiş, ‘’fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.’’ Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş. Fırıncı bu davadan da beraat etmiş.

Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşî kadı:
- ‘’Tamam'’ demiş, ‘'karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak’'. Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş.

Kadı dönmüş Yahudi’ye:
- ‘’Senin şikâyetin nedir bre?'’ Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış…
- '’Ne diyeyim kadı efendi’' demiş, '’hiç adaletinizden sorgu sual olur mu? Adaletinle bin yaşa sen, e mi !’’?

Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek konuşmasını şöyle bitirmiş; ‘’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?"

Sadece rahmetli Demirel'in anlattığını değil, Karakuşî’nin verdiği o tuhaf hükümlerin tamamını anlatayım da bu karantina günlerinde sizlere biraz neşe (!) olsun...

Diğer ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ hikâyeleri

Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...

Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşî) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.

Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, "anlat bakalım!" demiş.

Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama, cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"

Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"

Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"

Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.

Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"

Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"

Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"

Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"

***

Bir terzi ve bir avcı arkadaş olur, beraber ava gitmeye karar verirler. Av sırasında avcı attığı bir ok ile terzinin bir gözünü kör eder. Terzi dayanamaz gider avcıyı dava eder. Kadının karşısına çıkarlar. Kadı Karakuşî'dir. Karakuşî terziye sorar: ‘’Anlat bakalım, ne istiyorsun’’. Terzi cevaben ‘’efendim bu avcı benim gözümü çıkardı. Mesleğim terziliktir. Tek gözümle bu işimi icra edemiyorum. Avcı cezalandırılsın ve bedel ödesin’’. Karakuşî; ‘’Avcının gözünü çıkartın’’ diye emir buyurur. Bu defa avcı itiraz eder; ‘’Efendim ben avcılıkla geçiniyorum, tek gözle avlanamam’’  der.  

Karakuşî biraz sakalını okşar ve kararını verir: ‘’Kapıdaki bekçilerden birini getirip bir gözünü çıkarın, o tek gözle de idare edebilir.’’ (!)

***

Dayak yiyen bir genç Karakuşî'nin yanında alır nefesi ve kendisini dövenden şikâyetçi olur. Karakuşî, suçluyu getirmeleri için beş muhafız yollar. Bunu duyan suçlu hemen Karakuşî'ye gider. Mahkemede davacı gençle karşılaşınca onun bir şey söylemesine fırsat vermeden dayak attığı genci göstererek ‘’işte beni döven budur’’ der. Bunun üzerine Karakuşî dayak yediği için davacı olan gence dayak atılmasını emreder. Genç yediği dayaktan neredeyse ölecek duruma gelir.

Genç, ‘’dayak yiyen bendim’’ diye feryat edince; Karakuşî gence ‘‘o senden önce davrandı’’ diye cevap verir. (!)

***

Karakuşî her senenin Hicrî Takvime göre Muharrem ayında fakirlere sadaka verirmiş. Yine bir Mu­harrem ayında bütün sadakayı dağıttıktan sonra, yaşlı bir kadın, kapısını çalmış ve: “Kocam öldü, fakat kefen alacak param yok!” de­miş.

Karakuşî şöyle cevap vermiş: “Bu sene sadakayı dağıttım. Sen git, seneye bu va­kitlerde gel. Ben kocanın kefenini alacağım söz.” (!)

***

Bir gün, uzun sakallı iki kişi, yanlarına saçsız sa­kalsız bir adamı alarak, Karakuşî’nin huzuruna gelmişler ve: “Bu köse bizim saçımızı sakalımızı yoldu!” diye şikâyette bulunmuşlar.

Karakuşî bakmış, suçlunun ne sakalı var, ne de sa­çı. Hemen hükmünü vermiş: “Bu kösenin saçı sakalı çıkana kadar, sizi hapsedeceğim. Çıktığında, siz de onun saçını sakalını yolacaksınız!” Tabi, o ikisi hemen davalarından vazgeçmişler.

***

Yine mübalağalı bir rivayete göre, Karakuşî’nin çok güzel bir şahini varmış, kafesinden kaçmış. Kara­kuşî emretmiş ve şahin kaçmasın diye şehrin bütün kapılarını kapatmışlar. (!)

***
Karakuşî bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri masum olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek: ‘’Biz suçluyuz! Cezamızı elbette çekeceğiz!’’ demişler.

Bunun üzerine Karakuşî zindancı başına şu emri vermiş: ‘’Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını da bozmasınlar!’’

***
Şimdi de sıra geldi Hükm-ü Karakuşî’nin gerçekte kim olduğuna…

Hükm-ü Karakuşî gerçekte kimdir

Bir rivayete göre de Karakuşî, asıl adı Ebu Said Bahaüddin bin Abdullah Esedî (Kısaca Said Bahaattin) olan bir kimsedir. Kadı Karakuş’un ölüm tarihi 1200’dir... Selahattin Eyyubî’nin veya onun kardeşi Sirkûh’un kölesi iken, her ne meziyeti var ise, yükselmiş ve önemli mevkilere gelmiştir. Karakuşî’nin önemli hizmetleri, başarılı işleri de olmuş. Selahaddin-i Eyyûbi kendisinin yokluğunda Kadı Karakuşî’yi Kahire’ye vekil olarak bırakırmış. Akka’da valilik yapmış, orada Haçlılara esir düşünce Selahaddin-i Eyyûbi onu, on bin altın fidye ödeyerek kurtarmış. Kahire’ye kale, yol, köprü, han, çeşme gibi eserler bırakmış. Fakat iyi bir eğitimi olmadığı, devlet yönetiminde tecrübesiz ve garip bir yaratılışa sahip olduğu için zaman zaman keyfi, sert, tuhaf ve yanlış hükümler verirmiş.

Burada yer alan bilgiler Necdet Rüştü Efe’nin ‘’Türk Nüktecileri’’ (Nebioğlu Yayınevi) isimli kitabından (s.131-133) alınmıştır. Bu kitabında Necdet Rüştü Efe ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi şöyle anlatır: ‘’Bunlar kanun, örf gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmaya çalışılmış öyle hükümlerdir ki; bu mantıksızlık karşısında, mahkûmun müdafaa cehtini (gayretini, çabasını) daima hayrete çevirmiştir. Yüzyıllar boyunca, bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümler; Anadolu’da doğup, yaşlılığında Mısır’da Selahadin-i Eyyûbi maiyetinde emirlik ve kadılık yapmış olan Karakuşî’ye aittir. Yedi yüz elli önce yaşamış olan bu zat halis Türk’tür.’’

‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu safça ve abuk sabuk verilen hükümler aslında Selahattin Eyyubi’nin veziri Bahaüddin Karakuşî’yi yıpratmak için rakibi Esad bin Memmati tarafından yazılmış "Kitab el Faşuş fi Ahkami Karakuş" isimli uydurma mahkeme kararlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerçekle bir ilgisi yoktur bu hikâyelerin ve bu hükümlerin...

Sonuç

Hükm-ü Karakuşî hikâyeleri görüldüğü gibi uydurmadır, gerçekle bir ilgisi yoktur. Fakat bu uydurma mahkeme kararlarından yaklaşık sekiz yüz yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan ve sadece küçücük bir kısmından bahsettiğim hukuk ihlalleri ise gerçektir ve tam da hikâyelerdeki gibi bir ‘’Hükm-ü Karakuşî’’dir…

Ağır usul ihlalleri yapılarak yargının tarafsızlığının siyasal konjonktüre feda edildiği günümüz mahkemelerinin ve kurumlarının verdiği kararlar artık yasal bir “hüküm” değil, olsa olsa bir “Hükm-ü Karakuşî” olmaktadır.

Görelilik (relativite) kuramı, atom ve kuantum fiziği ile bilimin ve felsefenin kavram yapısının köklü değişikliklere uğradığı bir dünyada, 19. yüzyıldan kalma düşünce kadroları ve gene 19. yüzyıldan kalma hukuk yöntemleriyle “hukuk eylemek” görüldüğü gibi ancak ve ancak ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ hükümleri doğurmaktadır…

“Yasa”lar değil, “kafa”lar değişmelidir. Gerisi “laf-ü güzaf”tır.

Osman AYDOĞAN



Anneler Günü

10 Mayıs 2019

Kırılmışlar

Halil Cibran’ın ‘’Kırık Kanatlar’’ (Kaknüs yayınları, 2017) isimli eserinde annesiyle yaptığı bir söyleşi şöyle geçerdi…

Yirmi yaşımdayken annem bana şöyle demişti: 

- ''Manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım.'' 
- ''Eğer manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim'' dedim. 
- ''Dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı oğlum'' dedi. 
- ''Evet, ama dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben'' diye karşılık verdim. 
- ''Dünyaya gelmeseydin cennette bir melek olarak kalacaktın'' dedi. 
- ''Ama ben hâlâ bir meleğim'' diye cevapladım. 
Gülümsedi ve dedi ki;
-''Kanatların nerede peki?'' 
Elini tutup omzuma koydum ve;
-''Burada'' dedim. 
-''Kırılmışlar'' dedi. 

Bu konuşmadan dokuz ay sonra, annem dönülmez ufukta yitip gitti. Ama ''kırılmışlar'' sözü içimde yankılanmaya devam etti...

Halil Cibran da mektuplarında insanın söyleyebileceği en güzel kelimenin ‘’anne’’ kelimesi, en güzel sözün de ‘’anneciğim’’ sözü olduğunu ifade ederdi… Anne dönülmez ufukta kaybolup gidince kimin kolu kanadı kırılmaz ki?

Engin ufuklar

Yahya Kemal Beyatlı ''Ufuklar'' isimli şiirinde anneyi ebediyete, sonsuzluğa uğurlayışını şöyle anlatırdı

''Annemin naʹşını gördümdü;
Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle.
Acıdan çıldıracaktım.
Aradan elli dokuz yıl geçti.
Ah o sâbit bakış elʹan yaradır kalbimde.
O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler
Ne kadar engin ufuklardı bana;''

Aradan değil elli dokuz, yüz elli dokuz yıl da geçse hala acıdan çıldırırsınız... O sâbit bakış elʹan yaradır kalbinizde. O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler ne kadar engin ufuklardı size değil mi?

Unuttum, nasıldı annemin yüzü

Ataol Behramoğlu da anneyi ebediyete, sonsuzluğa uğurladıktan sonraki zamanı anlatırdı ''Unuttum, nasıldı annemin yüzü'' isimli şiirinde:

''Unuttum, nasıldı annemin yüzü
Unuttum, sesi nasıldı annemin.
Gece bir örtü olsun anılardan
Kara yüreğime örtüneyim

Unuttum, nasıldı annemin gülüşü
Unuttum nasıldı ağlarken annem.
Yaşam sallasın kollarında beni
Küçücük oğluyum onun ben.

Unuttum, elleri nasıldı annemin
Unuttum gözleri nasıldı bakarken.''

Ve o unutulan annenin makberinden kuru ot kokusu getirsin istenir rüzgârdan yağmurlar usulcacık yağarken.

Seni düşünürüm

Ve Nazım Hikmet ''Seni düşünürüm'' şiirinde annenin işte o yeri doldurulmaz boşluğunu anlatırdı:

''Seni düşünürüm
anamın kokusu gelir burnuma
dünya güzeli anamın.
Binmişim atlıkarıncasına içimdeki bayramın
fır dönersin eteklerinle saçların uçuşur
bir yitirip bir bulurum al al olmuş yüzünü.''

İçinizdeki bayramın atlıkarıncasına bindiğinizde; etrafınızda etekleriyle saçları uçuşarak fır fır dönen, al al olmuş yüzünü bir yitirip bir bulduğunuz annenizin kokusu gelir burnunuza.....

Ve bir hikâye:

"Bebeğimi görebilir miyim?" diyen annenin kucağına yumuşak bir bohça verildi. Mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtığında şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu!

Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan dışarı bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu… Muayenelerde, bebeğin duyma yeteneğinin olduğu, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu.. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak "Büyük bir çocuk, bana 'ucube' dedi.."

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi, eğer insanların arasına karışmış olsaydı.

Annesi, her zaman ona "genç insanların arasına karışmalısın" diyordu. Ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.

Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu hakkında görüştüğünde; "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu. Doktor "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı.

Aradan iki yıl geçti. Bir gün babası "Oğlum, hastaneye gidiyorsun. Annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk. Ancak unutma ki bu bir sır."

Operasyon çok başarılı geçti. Delikanlı adeta yeni bir insan görünümüne kavuştu. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra diplomat oldu ve evlendi.

Aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir gün babasına "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım…" dedi. Babası ise "Bir şey yapabileceğini sanmıyorum. Fakat anlaşma kesin. Şu anda öğrenemezsin" dedi.

Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi.

Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annenin başına elini uzatıp kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru ittiğinde annenin kulaklarının olmadığı görüldü.

Babası "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı oğlunun kulağına. Bir süre sessiz kaldıktan sonra tekrar oğlunun kulağına eğilerek yavaşça "Hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?" dedi. 

Bütün anneler böyledir işte...

Gerçek güzellik; fiziksel görünüşe bağlı değil, ancak kalptedir… Gerçek mutluluk; görülen şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir… Gerçek sevgi; yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinemeyen şeydedir… Tıpkı annelerin yaptığı gibi...

Bugün anneler günü...

Bu vesile ile Hakk'ın rahmetine kavuşmuş olan, başta bize özgürlüğümüzü, gururumuzu ve onurumuz kazandıran Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım olmak üzere tüm şehitlerimizin annelerini, Hakk’ın rahmetine kavuşmuş tüm anneleri ve sevgili annemi rahmetle anıyorum. Yine başta sevgili eşim başta olmak üzere anne arkadaşlarımın, anne adayı arkadaşlarımın ve tüm annelerimizin anneler gününü en içten dileklerimle kutluyor, sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum...

Unutmayın! Bütün anneler hikâyedeki anneler gibidir... Anneler böyledir işte...

Ancaaaaaakkkk….

Ancak kaderleri kötüdür annelerin! Çünkü yaşlandıklarında nankör evladının elinde oyuncak olurlar! Anne gençken, sağlıklı iken; ''aneciğim anneciğim, benim annem!'' Ama anne yaşlanınca, elden etekten düşünce; ''senin annnen, senin annen!'' Ey anneler! Bakmayın, aldanmayın siz ''anneler günü'' şirinliğine... Bir düşmeye görün! 

Osman AYDOĞAN

 



Behlül Dânâ

09 Mayıs 2020

Behlül Dânâ tamlaması, Abbasi halifelerinden Harun Reşid'in zamanında yaşamış bir ‘'akıllı deli'’ için özel isim haline de gelmiştir. 

Behlül Dânâ’nın asıl ismi Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’dir. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Kûfeli olduğu halde Bağdâd’da yaşamış ve Bağdat'ta 190 (m. 805) yılında vefât etmiştir. Kimi kaynaklar Behlül Dânâ için Harun Reşid’in fikir aldığı kişi olduğunu söylerler... Hakkında yazılan iki kitap vardır: Birisi Hayrettin İvgin'in, ‘’Deli Görünüşlü Akıllı Behlül Danende’’ (Yurt Kitap Yayın) diğeri de Ebubekir Aytekin'in ‘’Bilgin Divane Behlül Dânâ (Kayıhan Yayınları, 2015) isimli kitapları. Bu yazımda da Behlül Dânâ hakkında rivayet edilen hikâyeleri anlatacağım… Ancak önce kısa bir bilgi vermem gerekiyor…

Meczup

Meczup kelimesini genellikle yanlış anlamda kullanırız. Meczuba çoğunlukla ‘’deli’’ anlamını yükleriz. Türkçenin zenginliğiyle bakacak olursak meczupla deli arasında hayli fark olduğunu görürüz. Meczup ve deli kelimelerine dair en anlamlı tanım şu; akıl adamı terk ederse,‘’deli’’; adam, aklı terk ederse, ‘’meczup’’ derler!.. 

Meczup; cazibe kelimesinden de çağrışım yapacağı üzere, belli bir etkiye kapılmış, o tesirle kendinden geçmiş kimse demek!... Cezbeye tutulmuş, demir tozlarının mıknatısa, pervanenin ateşe kapılışı gibi yoğun bir çekimle Hak aşkında varlığını yitirmiş insan demek. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de mealen; ‘’Allah, dilediğini kendine çeker” (Şura /13) buyurmuştur. Cüneyd-i Bağdadi; ‘’Allah’ın velisi ile Allah’ın delisi arasında bir soğan zarı kadar fark vardır’’ der. Ve devam eder Bağdadi: ‘’Kim veli, kim deli sizler anlamazsınız.’’ Görüldüğü gibi meczup ile günümüzde kendi çıkarları için dini kullanan soytarılar arasında hiçbir ilişki yoktur.

Tasavvuf ehli arasında meczupların hatırı sayılır bir yeri vardır!.. Kıssalarını okuduğumuz, hayatlarından ibret aldığımız bazı meşhur isimlerin birçoğu meczuptur. İlahi aşkın cezbesi ile kayıtlardan kurtulmuş, akışa kendini kaptırmış bir kısım zevat, kendi dönemlerinin ileri gelen şahsiyetlerine, hatta devlet başkanlarına bile örnek haller sergilemiş, manidar sözler sarf etmişlerdir. Onlardan bir kaçını tanıtmak istiyorum.

Örneğin dün yine bu sayfada tanıttığım, tacını tahtını terk eden Belh Sultanı İbrâhim bin Ethem de bir meczup idi...  Hatta onun da İmam-ı Azam ile ilgili şöyle bir hikâyesi var:

İmam-ı Azam Ebu Hanife Kufe Camiindeki Fıkıh Halkasında öğrencilerine ders veriyor. O esnada kapıdan başını uzatan İbrahim bin Ethem “Esselamu Aleykum Ya İmam” diyerek selam verir. Dersi kesen İmam-ı Azam, üstü başı pejmürde, garip kılıklı İbrâhim bin Ethem'in selamını ayakta alır ve O gidene kadar yerine oturmaz. İmamın edep ve saygı içinde selam alışı talebelerin gözünden kaçmaz. İçlerinden biri sorar: ''Ya İmam!.. İbrahim bin Ethem meczup, siz ise bir büyük İslam âlimisiniz. Bunca hürmet niye?...'' İmam şöyle cevaplar: ''Biz Allah’ın İlmi ile meşgulüz; O ise doğrudan Zatı ile meşgul!'' İmam-ı Azam, meczup kelimesine böylelikle yeni bir anlam getirir; Allah’ın Zatı ile meşgul olan kişi!... 

Şimdi gelelim diğer bir meczup hikâyesine:

Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî bir kitabında şu hikâyeyi anlatırdı; 

Bir meczup, köy meydanına gelir; çevrede dolaşmakta olan kalabalığa; "ey ahali, ben Peygamberim!" der. Kimse onu ciddiye almaz. Garip kılığına, deli gözlerine bakıp gülerler. Meczup kendinden çok emindir. "Ey ahali, ben peygamberim! Eğer bana inanmıyorsunuz, şu arkamdaki duvar dile gelsin ve size benim peygamber olduğumu söylesin." der.

Yine kimse bu meczubu ciddiye almaz fakat birden duvar dile gelir ve şöyle der;  "Yalan! Bu adam peygamber falan değil."

(Bu hikâye aynı zamanda Zülfü Livaneli'nin ''Engereğin Gözündeki Kamaşma'' isimli romanının giriş kısmıdır. Ancak Livaneli kaynağını yazmaz!!!)

Behlül Dâbâ'nın hikâyelerine gelmeden Behlül Dânâ isim tamlamasını da anlatmak istiyorum...

Behlül Dânâ tamlaması

Behlül kelimesi Farsçada meczup, deli, çok gülen, çok gülücü, soytarı anlamındadır...

Behlül’ü biz Halid Ziya Uşaklıgil'in realist-naturalist romanı ‘’Aşk-ı Memnu’’dan dolayı Firdevs’le, Peyker ve Bihter’le beraber tanıdık… TV de olmasa Behlül, Bihter, Peyker ve Firdevs’i tanımayacaktık ama hâlâ ne anlama gelirler bilmeyiz de… 

Dânâ ise Farsçada ''çok bilen'',''âlim'' demektir. Hoca-i Dânâ; hocaların hocası demek, Dânâ-yı Yunan; Eflatun'dur. Behlül Dânâ; âlim meczup ya da akıllı deli anlamındadır. Behlül Dânâ; güldüren âlimdir. Nasrettin Hoca gibi… Behlül Dânâ, meczup görüntüsüyle büyük hikmetler anlatan bir zat; aynı zamanda halkın çok sevdiği bir âlimdir...

İki zıt anlamlı kelime ihtiva eden bu tamlama ile kimi delilerin değme akıllılardan daha doğru konuşmalarına ya da kimi ‘'deli’'lerin herhangi bir patolojik vaka olmaksızın bilinçli bir şekilde deli olduklarına, öyle göründüklerine işaret edilir.

Artık şimdi Behlül Dânâ hikâyelerini anlatabilirim...

Behlül Dânâ ile ilgili rivayet edilen hikâyeler

Bir gün Bağdat’ta haber salınır: Behlül Dânâ şehrin en büyük camisinde vaaz edecek. Halk bu hikmetli vaizi, derin âlimi dinlemek için camiyi lebalep doldurur. Cami Bağdat halkının yoğun ilgisinden dolup taşar... Vaaz olacak, Behlül Dânâ sohbet edecek diye beklerler. 

Fakat namaz yaklaştığı hâlde ne gelen var ne giden... Namaz vakti iyice yaklaşmışken bir de bakarlar ki Behlül Dânâ omzunda bir su terazisi, bir tarafında bir kova su, öbür tarafında bir kova su, camiye girer. Safları yara yara hayretli bakışlar arasında geçer mihrap tarafına, başlar vaazına: 

“Şu kova, dünyadır ey cemaat, şu kova da âhiret!” Bir tarafa biraz eğilir. ''Şimdi ben dünyaya eğildim” der. Behlül o tarafa eğilince diğer tarafındaki kovadan su dökülür, bunun üzerine; “İşte âhiret nasibimizi zâyî ettik!” der. Bu sefer öbür tarafa eğilir, diğer kovadan su dökülür; “Bu sefer de âhirete eğildim, dünyayı ziyan ettik!” dedikten sonra, kovaları dengeye getirir ve ekler: '' İşte hayat imtihanı bu! Dünya ile âhireti böylece dengede tutabilirsen mesele yok. İkisini de ziyan etmezsin. Ama bir tarafa eğilirsen diğerini yitirirsin!'' der. 

Bütün vaaz bundan ibaret olur. Fakat herkes Behlül’ün vermek istediği mesajı anlamış mı bilmiyoruz!

***
Harun Reşit, Behlül Dânâ'ya para verip "al bunu yoksullara dağıt" der. Hazret gider parayı zenginlere verir. Harun Reşit "neden böyle bir şey yaptın?" diye sorar. Hazret "Allah kime verdiyse ben de ona verdim" der...

***
Halifelik kaldırılana kadar cuma namazlarını yöneticiler kıldırırdı. 

Harun Reşid döneminde Behlül Dânâ’nın, Halife Harun Reşid’in kıldırdığı cuma namazlarına gelmediği farkedilir.... Bu durum halifeye bildirilir. Harun Reşid Behlül Dânâ’yı huzuruna çağırtır. Kendisine cuma namazlarına neden gelmediğini sorar. Behlül Dânâ “Önümüzdeki cuma namazına geleceğim” cevabını verir.

Vaaz, hutbe derken Harun Reşid’in kıldırdığı namaz başlayınca Behlül Dânâ’da bir kıpırdanma başlar. Sonunda Behlül Dânâ dayanamaz cemaat ikinci rekata başlarken camiyi terk eder. Namazdan sonra durum halifeye bildirilir. Harun Reşid sinirlenir ve Behlül Dânâ’yı tekrar huzuruna çağırtır. Namazı neden terk ettiğini sorar. 

Behlül Dânâ; ”Tekbir alırken bir ülke fethetmeyi düşündün, Fatiha okurken ordunu topladın, rükuda savaşı yaptın, o ülkeyi fethettin. Birinci secdede kıralı öldürdün kızı canını bağışlaman için yalvararak ayaklarına kapandı… Buraya kadar anlattıklarım doğru mu?” diye sorar. Harun Reşid: “Evet, tam olarak doğru” cevabını verir. Behlül Dânâ ; “İkinci secdede kralın kızını nikahladın, sarayına getirdin. İkinci rekâtta odanıza geçtiniz… Eh artık bana da karı kocayı yalnız bırakmak düşerdi!... Namazı bu sebepten terk ettim sultanım” cevabını verir…

***
Bir gün Behlül Dânâ üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıkar. Harun Reşid sorar: 
- ‘’Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun?’’ 
- ‘’Cehennemden geliyorum ey hükümdar.’’ 
- ‘’Ne işin vardı cehennemde?’’ 
- ‘’Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.’’ 
- ‘’Peki, getirdin mi bari?’’ 
- ‘’Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar ‘Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir’ dediler.’’

***
Behlül Dânâ birgün Harun Reşid’den bir vazife ister. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini) verir. Behlül hemen işe koyulur. İlk olarak bir fırına gider. Birkaç ekmek tartar hepsi normal gramajından noksan gelir. Dönüp fırıncı ya sorar: ‘’Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?” Adam her soruya olumsuz cevap verir. Memnun olduğu bir şey yoktur. Behlül bir şey demeden ayrılır ve bir başka fırına geçer. Orada da birkaç ekmek tartar ve görür ki bütün ekmekler gramajından fazla gelir, eksik gelmez. Aynı soruları bu fırının sahibine de sorar ve her soruya olumlu cevap alır. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid’in huzuruna çıkar ve yeni bir vazife ister. Harun Reşid, “Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?” der.

Behlül açıklar: ‘’Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.’’

***
Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül'e tembih eder: ‘’Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.’’ Akşam namazından sonra da Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka gelir. Harun Reşid şaşırır ‘’Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin…’’

Behlül; ‘’Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra ben cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.’’ diye cevap verir…

***
Bir gün Behlül Dânâ'nın doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd'e gidip; "Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır." gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın isteğini bildirir. 

Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk eder. Birkaç koyun alıp kesip, bacaklarından mahallenin köşe başlarına asar. Bunu gören halk gülerek; "Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zaten." derler. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokar ve bundan da bütün mahalle zarar görür.. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip, durumu anlatırlar.

Harun Reşit, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda: "Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim." diye cevap verir. 

***
Aydın yöresine ait eski bir deyim vardı ''turpun büyüğü heybede'' diye... Bu deyimi rahmetli Süleyman Demirel siyasette çok kullanırdı. Köylü, Aydın pazarında turp satıyormuş. Müşteri gelince önce ufak turpları çıkarıyormuş. Müşterinin biri ''bu turp küçük" diye yüzünü buruşturup, yürüyünce... Köylü, arkasından seslenmiş: ''Hele dur bey... Turpun büyüğü heybede.'' Ben de turpun, pardon kıssanın büyüğünü en sona sakladım...

Harun Reşid'in yanına bir grup insan gelerek Behlül Dânâ'nın hiç insan içine çıkmadığından, insanlara karışmadığından ve uzun süredir inzivaya çekildiğinden şikâyet ederler.  Harun Reşid de Behlül Dânâ'yı çağırarak sorar; "Sen neden yalnız yaşamayı tercih ediyorsun, insanlar içine neden karışmıyorsun?" Behlül Dânâ cevap vermez, müsaade ister ve Harun Reşid'in yanından ayrılır. Behlül, uzun süre gelmeyince Harun Reşid, Behlül'ün nereye gittiğini merak eder, yanındakilere sorar, ''araştırın nereye gitti Behlül'' der... Adamları araştırıp gelirler, ''Behlül kenefte efendim'' derler.. Behlül keneften de uzun süre çıkmayınca Harun Reşit meraklanır, yine görev verir yanındakilere ''gidin bakın bakayım, Behlül kubura falan düşmesin!'' Adamları yine kenefe giderler ve gelip Harun Reşit'e tekmil verirler: ''Behlül kenefte kendi kendine konuşuyor efendim'' derler... Bir süre sonra Behlül de çıkar gelir. Harun Reşit merakla sorar: ''Behlül!'' der ''kiminle konuşuyordun kenefte?'' ''Pisliklerle konuşuyordum efendim'' der Behlül. Harun Reşit şaşırır: ''Hayırdır, ne konuşuyordun pisliklerle? Ne diyorlar sana?'' diye sorar.  Ve Behlül, Harun Reşid'e şöyle cevap verir:

"Pislikler bana dediler ki efendim, 'aklını başına al, sakın insanların içine girme, bak bizlere, bizler çok nefis yemeklerdik, elvan türlü, hoş renkli, hoş kokulu, tatlı meyvelerdik, leziz içeceklerdik; ne zaman ki insan içine girdik çıktık da bu hale geldik.'"

***
Behlül Dânâ’nın kıssaları şimdilik bu kadar… 

Bu kıssalardan herkese yetecek kadar hisseler vardır diye düşünüyorum... Hele hele son kıssadan!

Osman AYDOĞAN



Habib Baba

08 Mayıs 2020

Bugün de yolumu Erzurum’a düşüreyim ve ‘’Habib Baba’’dan bahsedeyim... Yazımı Erzurum'dan başlayıp İstanbul'da bitireyim...

Ama önce her zaman olduğu gibi birazcık yerel tarih bilgisi...

Timurtaş Baba ve türbesi

Önce bir kanaatimi paylaşayım. Görevim gereği adım adı ülkeyi gezdim… Yakın zamanda da Malatya’daydım… Malatya’da yerlisi yabancısı kime sorduysam Malatyalı Niyâzî-i Mısrî’yi tanıyana, bilene rastlayamadım… Hoş ben Malatya'da iken hayatta olan, 19 Nisan 2020 tarihinde 36 yaşında iken kaybettiğimiz ''Mercedes Kadir'' (Fatih Kaydı)'yı bile bilen yok ki Niyazî-i Mısrî'yi bilsinler!... Ne hazindir ki, ne şehrin yerlileri ne de o şehirde görev yapanlar o şehrin tarihini, tarihi mekânlarını ve tarihi kişilerini biliyorlar…

Neyse biz gelelim Erzurum’a... Muhtemel ki aşağıda anlatacağım mekânı Erzurumlular da bilmiyorlardır…

Erzurum ilinin Kasımpaşa Mahallesi’nde, Taş Mağazalar Caddesi'nin sonuna doğru, Gürcükapı'ya giderken yolun sağ tarafında yer alan gayet mütevazı bir türbe vardır... Erzurum'daki askerî komutanlardan Müşir Hacı Kâmil Paşa bu türbeyi 1844 yılında kim olduğu hakkında yeterli bilgi bulunmayan Timurtaş Baba adına yeniden yaptırır.

Timurtaş Baba hakkında da; M. Sadi Çöğenli ve Ali Bayram isimli araştırmacıların beraber hazırladıkları "Erzurum'da Bulunan Meşhur Ziyaretgâhlar ve Kabir Ziyaretinin Adabı" (Sevinç Matbaası, 1973) isimli eser dışında bilgi alınabilecek başka bir kaynak da yoktur…

Hacı Kâmil Paşa, Timurtaş Baba Türbesi'ni yeniden yaptırırken, kitabelerini de yazdırır. Bunlardan bir tanesi de Yavuz Sultan Selim'e ait şu kitabedir:

‘’Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden ala imiş."

(Cihan padişahı olmak çabası bir boş kavga imiş. Hepsinden iyisi, bir Allah dostuna bağlanmak imiş.)

Habib Baba türbesi

Önceleri Timurtaş Baba olarak isimlendirilen bu türbe,1847 yılında vefat eden Habib Baba'nın da türbeye defnedilmesiyle Habib Baba Türbesi adını alır. Türbenin ayak taşında ise Ankaralı Ali Namık Efendi tarafından Habib Baba için yazılmış bulunan: "Yediler eşkimle tahrir etti tarihin; Habib Baba yürüdü geçti zâr-i kulb-i lâhute" kitabesi bulunur. 

Bu türbede bulunan kitabelerden bir diğeri de yine Habib Baba'nın özelliklerini anlatan 12 satır halinde yazılmış Farsça bir kitabedir.  Abdulbaki Gölpınarlı'nın Osmanlıcadan tercüme ettiği kitabede şu ifadeler yer alır: "Marifet cihanı, tarikat piri, olgun mürşid, birlik sırrının da emini; Hazret-i Mevla'nın sırrını bilen; birlik ashabının başı, birlik ashabı halkasının başında oturan zat… Yaşadığı müddetçe bir geceyi bile, ona ibadetle meşgul olmadan geçirmedi. Bir adım attıysa, mutlaka ibadete attı, bir söz söylediyse mutlaka hakkı andı. Bu yokluk yurdundan usanıp da cennete yönelince Rıdvan'dan: ‘Merhaba, yücel’ diye bir ses geldi. Gayb âleminden biri geldi de tarihini okudu: Habib Baba tesbih ederek cennetler gül bahçesine geçip gitti.’’

Habib Baba

İşte bahsedilen Habib Baba 19. yüzyıl mutasavvıflarındandır. Kadiri şeyhlerinden olan Habib Baba, Buhara Müftüsünün oğludur.  Prof. Dr. İbrahim Hakkı Konyalı Habib  Baba'nın pederi ile birlikte Hindistan'dan Bitlis'e geldiğini ve daha sonra Erzurum’a geçtiğini anlatır.

Habib Baba hakkında Prof. Dr. Şener Dilek’ın küçücük bir kitabı var: ‘’Habib Baba’’ (Feyza Yayıncılık, 2010) Bu kitapta Habib Baba hakkında Erzurum’da geçen hikâyeler anlatılır…

Habib Baba ve ‘’Ekmeğimin tuzu yok’’ deyişi

Habib Baba zamanında Erzurum da vazife yapan Devleti Âliye’nin memurları vazife yapmaya geldiklerinde kaldıkları süre içinde halktan gerekli hürmet ve ikramı gördükleri halde daha sonraları vazifeleri bitip gittiklerinde gittikleri yerde Erzurum'u kötülerlermiş. Bu hadise Habib Baba’ya anlatılır ve nedeni sorulur.

Habip Baba müridini çağırır ve derki: “Evladım yarın gün doğmadan İstanbul kapıya git bekle içeri ilk giren kim olursa olsun al getir.” Mürit aynen Hocasının dediğini yapar ve gidip İstanbul kapıda beklemeye başlar. (O zamanlar şehirlere kapılardan girilirmiş) İlk giren tüyleri dökülmüş affedersiniz uyuz bir köpektir. Yapacak bir şey yoktur emri öyle almıştır alır ve götürür.

Hocasına sıkıla sıkıla durumu anlatır. Hocası gayet sakin şekilde “evladım bu hayvanı 40 gün mükemmel şekilde besle ve 41. günü aldığın yere sal gitsin ve olup biteni gel bana anlat” diye tembih eder.

Mürid aynen Hocasının dediği gibi yapar köpeği besler... 40 gün sonra o uyuz köpek tanınmaz haldedir... Besili olmuştur... Küheylan gibi olmuştur... 41. gün İstanbul kapıdan sabah erkenden salınır köpek. Köpek, elli metre gider ve döner geri gelir üç beş kere havlar tekrar aynı şeyi yapar ve arkasına bakmadan çeker gider.

Durum Habib Baba’ya aynen anlatılır. Habib Baba aynen söyle der: “Ahhhh... Evladım ah... Bu şehir hoş bir şehirdir ama ekmeğinin tuzu yoktur.” (*)

Memleketim Kayseri Yeşilhisar. Orada şöyle bir deyim vardır: ‘’Elimin tuzu yoktur.’’ Rahmetli anacığım da çok söylerdi; ‘’evladım, benim elimin tuzu yoktur’’ diye… Ben o zamanlar çocuktum, anlamazdın ne demek istediğini anacığımın... Zaman geçti, yaşadım, gün gördüm, sonunda anladım anacığımın ne demek istediğini; deyim nereden geliyor, anlamı ne!... 

Habib Baba ve 4. Murat

Prof. Dr. Şener Dilek’in kitabında Habib Baba ile dönemin Erzurum Valisi arasında hamamda geçen bir keseleme hikâyesi anlatılır… Ancak halk arasında, Habib Baba’nın bu hamamdaki kese hikâyesinin Erzurum’da vali ile değil de, zamanları uymasa da İstanbul’da 4. Murat ile olduğu rivayet edilir… Muhtemeldir ki 4. Murat yakıştırmadır. 4. Murat yerine Sultan II. Mahmut veya Sultan Abdülmecit olsa gerek! Veya tamamıyla halkın yakıştırdığı bir hikâyedir... Veya bu Habib Baba başka bir Habib Babadır...

Habib Baba ile 4. Murat arasında geçen hikâye şu şekildedir:

Habib Baba 4. Murad devrinde, gemiyle Hacca gitmek için Erzurum’dan İstanbul’a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiş. Bunda da vardır bir hayır demiş içinden. Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış. Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gitmiş.

Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş. Büyük Sultan Murad Han’ın vezirleri vardır hamamda. ''Kimseyi almamam için emir verdiler'' der hamamcı. Yıkanmadan ibadet edemeyeceğini bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya. ‘’Ne olursun’’ der, ‘’kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım. Bu tozlu bedenle Rabbime ibadet ederken utanıyorum.’’ Binbir dil döker.

Hamamcı ehl-i insaftır… Dayanamaz… Kabul eder… Hamamın en sonundaki odayı göstererek ‘‘Baba şu odada hızla yıkanıp çık, para da istemem. Yeter ki vezirler, senin farkına varmasınlar.’’ Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer. Yıkanmaya başlar…

Ve bu arada hamamcının karşısında yeni bir müşteri belirir. Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir bu gelen. Onun da görünümü fakirdir… Ama sadece görünümü…  İkinci müşteri kılık değiştirmiş 4. Murad’dır. O gün vezirlerinin topluca hamam âlemi yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir. ‘‘Hele bir bakalım’’ demiştir, ‘’bizim vezirler, hamamda benden uzakta kendi başlarına ne yaparlar, nasıl eğlenirler?’’ Ve bu merak Padişahı, tebdil-i kıyafet ettirerek, hamama getirmiştir.

Az önce yaşananlar bir kez daha tekrarlanır… Hamamcı ‘’vezirler’’ der almak istemez… Padişah ise, ne olursun der, bastırır ve padişah galip gelir… Habib Baba’nın yıkanmakta olduğu odayı göstererek, genç padişahın kulağına fısıldar: ‘‘Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sen de sar peştamalı beline gir yanına… Beraber sessizce yıkanın ve bir an evvel çıkın…’’ Ve ekler: ‘‘Aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler.’’

Sonra 4. Murad da Habib Baba’nın yanına süzülür. Beraber sessizce yıkanmaya başlarlar. Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı çınlatmaktadır…

Habib Baba’nın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılır. Biraz kirlenmiş gibi gelir ona… Allah hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin tedbil-i kıyafet etmiş padişah olduğunu ilham etmemiştir…

Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi fakir bir delikanlı zanneden Habib Baba yumuşak bir sesle konuşur: ‘‘Evladım’’ der, ‘‘sırtın fazlaca kirlenmiş, müsaade edersen bir keseleyivereyim.’’

Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve büyük bir haz duyar… Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmektedir. Memnuniyetle Habib Baba’nın önünde diz çökerken: ‘‘Buyur baba’’ der, ‘’ellerin dert görmesin.’’

Bu arada içerideki âlemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmektedir. Habib baba, 4. Murad’ın sırtını bir güzel keseler… Fakat padişah kuru bir teşekkürle yetinmek istemez... Ne de olsa insandır ve o da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir. ‘’‘Baba’’ der, ‘’gel ben de senin sırtını keseliyeyim de ödeşmiş olalım.’’

Habib Baba, teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle; ‘’olur evlad’’ deyip, Sultan'ın önünde diz çöker.

Bu arada, Sultan Murad kese yaparken bir yandan da Habib Baba’yı yoklar, ağzını arar… ‘‘Baba’’ der, ‘’görüyor musun şu dünyayı… Sultan Murad’a vezir olmak varmış… Bak adamlar içerde tef, dümbelek hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız gibi…’’

Habib Baba Sultan Murad’ın cümlesini tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü söyler… Sultan Murad’ın Habib Baba’dan duydukları, ağzı açık bırakıp, keseyi elden düşürten cinstendir:

‘’Ah be evladım’’ der, Habib Baba, ‘‘Sultan Murad dediğin kimdir? Sen asıl âlemlerin Sultanı'na kendini sevdirmeye bak ki, O seni sevince sırtını bile Sultan Murad’a keselettirir…’’

İşte Habib Baba da adsız şansız Allah dostlarından birisidir. Allah rahmet eylesin, ruhu şâd olsun...

Şimdi Habib Baba'ya ait bu iki hikâyeden çıkardığım, sağa sola atılacak mebzul miktarda taş vardır elimin altında da amma velâkin bu mübarek Ramazan ayında bırakın bu taşlar bende kalsın…

Osman AYDOĞAN

(*) İyiliğe karşı nankörlük yapıldığı veya iyiliğin itibar görmediği durumlarda Anadolu’da söylenen veciz bir sözdür ‘’ekmeğimin / elimin tuzu yok”.

 



Tamburi Cemil Bey

07 Mayıs 2010

Arka arkaya ‘’Mahur Beste’’den, ‘’Mahur Beste’’ vesilesiyle Türk musikisinden ve Yahya Kemal Beyatlı’dan bahsedince ve Yahya Kemal’in "çok insan anlayamaz eski musikimizden / ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden" sözüne yer verince zihnim beni Tamburi Cemil Bey’e götürdü… Neden Tamburi Cemi Bey? Bu soruyu yazımın sonuna bırakıp Tamburi Cemi Bey’i anlatayım…

Tamburi Cemil Bey hakkında yazılan eserler

Büyük Tambur üstadı Tamburi Cemil Bey’in (1873 - 1916) ölümünün 100. yılında, Eylül 2016’da güzel bir kitap yayınlandı reklamsız, tantanasız ve sessizce Lütfiye Aydın tarafından: ‘’Dehanın Sesi, Tamburi Cemil Bey’in Romanı’’ (Remzi Kitapevi, 2016)

Bu kitap için yazarı Lütfiye Aydın şöyle diyor: ‘’Bu kitap elbette ne biyografi, ne tarih, ne de bir müzik kitabı… Alışılmışın dışında bir roman yalnızca... Bütün kaygılarıma karşın, yakın geçmişte yaşayan gerçek bir değerimizi, ölümünün 100. yılında roman kahramanına dönüştürerek, hem duygusal hem de düşünsel evrenini anlatmaya çalıştığım, bunun için de yıllarımı verdiğim için bile kendimi mutlu sayıyorum. ‘’

Yazar bu kitabında ayrıca Cumhuriyet döneminin ilk yılları ile 1930’ların sanat dünyasından kesitlerle Tamburi Cemil Bey’in oğlu olan Mes’ud Cemil Tel’in Nâzım Hikmet’le dostluğunu da anlatır.

Cemil Bey’in oğlu olan Mes’ud Cemil’in de babasını anlattığı güzle bir kitabı var: ‘’Tamburi Cemil'in Hayatı’’ (Kubbealtı Neşriyatı, 2016)

Bir de yazar Beşir Ayvazoğlu, 1930'ların sanat, edebiyat ortamı ile toplumsal hayatını anlattığı ''Ateş Denizi'' (Kapı yayınları, 2013) adlı romanında Tamburi Cemil Bey'in biyografisini yazmaya çalışan roman kahramanını anlatırken hem Tamburi Cemil Bey'i tanıtır hem de Osmanlı'’dan Cumhuriyete geçişin sancılarıyla yüklü bir Türkiye tarihini de anlatır. 

Bunlardan başka Tamburi Cemil Bey’in öğrencileri arasında bulunan önemli müzik adamlarımızdan Refik Fersan Bey’in Murat Bardakçı tarafından yayınlanan hatıratında (Refik Bey, Refik Fersan ve Hatıraları, Pan Yayıncılık, 2012) da Atatürk’ten Tamburi Cemil Bey’e pek çok kişiyle ilgili gözlemler, anılar, hatıralar yer alır.

Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar da ‘’Beş Şehir’’ (Dergâh Yayınları, 2017)  adlı kitabında Tamburi Cemil Bey’den bahseder.

Tamburi Cemil Bey

Tamburi Cemil Bey 1873 yılında İstanbul'da doğar. Müzik aleti çalmaya karşı ilgisi on yaşlarında keman ve kanun ile başlar. Daha sonra başladığı ve ismi ile bütünleşen tambur sazı ile ustalık derecesine ulaşır. Tamburi Ali Efendi'nin de öğrencilerindendir. Hatta Ali Efendi'nin, Tamburi Cemil Bey’i dinledikten sonra "eline bir daha tambur almayacağını" söylediği rivayet olunur. Tamburdan başka, klasik kemençe, lavta ve viyolonsel gibi sazları aynı ustalıkla icra ederek başlı başına bir ekol sahibi olur. Müzik aleti çalmakta erişilmez bir mertebeye yükselen Cemil Bey aynı zamanda çok iyi bir bestekârdır.

Cemil Bey, Türk musiki tarihinin en büyük tambur virtüözüdür. Eline aldığı herhangi bir sazı da kısa bir müddet sonra çalabilmektedir. Cemil Bey tambur sevgisini şöyle anlatır: "... bir müddet keman çaldım, bunun sodasını acı buldum. Bir müddet de kanun çaldım, akordundaki müşkilat sebeb-i terk oldu. Nihayet tamburda karar kıldım. Bu asil ve rengin saz üzerinde işlediğim nağmatı icra ettikçe hissiyatıma küşayiş gelir, hayalim genişler, acı teessürlerim bir müddet içün olsun benden uzaklaşırdı."

Ölmeden önce oğlu Mes’ud Cemil için, "duyarak çalarsa bedbaht olur, duymadan çalarsa müziği bedbaht eder" diyerek müzisyenin tamamen kafasındakini ellerine dökebilmesinin bedelini anlatır.

Cemil Bey kendine has icra biçimleri ile alaturka müzikle klasik Batı müziğini birbirine yakınlaştırır. Yani gelenekten yepyeni şeyler çıkarır. Yenilikçi, öncü bir sanatçıdır. Bu nedenle Tamburi Cemil Bey, müziğin Doğu’ya açılan ihtişamlı kapısıdır.

Tamburi Cemil Bey konserinde Alman İmparatoru II. Wilhelm

Alman İmparatoru II. Wilhelm'in İstanbul'u ziyaretinde Cemil Bey onun şerefine bir konser verir. Konserde bir parça çalar. Alman İmparatoru buna bayılır. Tekrar çalmasını rica eder. Herkes birbirine bakar o an. Gülümserler. Cemil Bey Alman İmparatoru'na ''bunun bir tuluat olduğunu, tekrar çalmasının mümkün olmadığını'' söyler...

Tamburi Cemil Bey’in elini öpen bir Fransız kadın

Girişte bahsettiğim Refik Fersan Bey’in hatıratında Cemil Bey ile ilgili olarak şu iki hatıra anlatılır: (s.104,105)

‘’Tamburi Cemil Bey idaresinde musıki heyeti Bebek’teki Hekimbaşı Behçet Efendi’nin yalısında haftada iki gece çok seçkin konuklara yönelik icra sunarlarken sıra dışı bir olay yaşanır. Sultan Abdulhamid’in kuyumcubaşısı Jak Harunaçi’nin Fransız eşinin de bulunduğu ortamda konuklar üstattan evvela klasik kemençe ile bir taksim ve ardından tambur ile Tahirbuselik Peşrev’ini icra etmesini dilerler. Üstat mükemmel taksim icrasının arasına yeri geldikçe garp nağmeleri ile vals yerleştirerek mevcut seçkin konuklarını adeta büyüler. İlk kez alaturka musiki ile muhatap olan ve evvela ilgi göstermeyen Fransız kadın zaman sonra, üstadın dinleyeni içine doğru çeken tılsımlı icrası neticesinde giderek büyülenir. Perdesizliği gerekçesi ile ses sınırları olmayan ve yerleşik, sınırlı ses aralıklarına alışkın bir Batılının o vakte kadar hiç karşılaşmadığı müzikal aralıklara kapı aralayan klasik kemençenin hüzünlü nağmeleri karşısında Harunaçi’nin Fransız eşi dayanamaz ve gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başlar. İster icra ettiği enstrümanların taşıdığı hüznü yaşayan diyelim, ister zaten hüzünlü bir mizaca sahip kişiliği sayesinde içindeki hüznü parmaklarını değdirdiği enstrümanlara geçiren diyelim, Tamburi Cemil Bey’in taksimi bittiği zaman, ömründe ilk kez alaturka musiki dinleyen bu Batılı genç hanım yerinden fırlayıp üstadın ellerini öper.’’

Tamburi Cemil Bey çalmış bülbül dinlemişti.

Refik Fersan Bey’in hatıratında yer alan Cemil Bey ile ilgili olarak anlatılan bir diğer hatıra da şudur:

‘’1908 ilkbaharının mehtaplı, sakin bir gecesi idi... Göztepe’deki köşkümüzün bahçesinde feryâd eden bülbülün nağmeleriyle mest olan hocam Tamburi Cemil Bey, içinden gelen büyük bir tehâlük ve iştiyakla kemençesine sarılarak, Segâh makamında bir taksime başlamıştı. Bir taraftan bize oldukça uzakta öten bülbülün şakrak feryâd ve figânı, diğer taraftan ona cevap veren büyük dâhinin elindeki kemençenin hazin, muhrik (yakıcı) ve ilâhi nağme ve giryânı karşısında vech ve istiğrak-ı âşıkhane (âşıkhane bir şekilde dalma, kendinden geçme) içinde mest-i lâ-ya’kıl (sızmış, sarhoş) kalan bizler, bilâihtiyar gözlerimizden dökülen yaşları zaptedemiyorduk. (...) İlahi nağmelerin teshiriyle biraz ötede öten bu sevimli hayvan yavaş yavaş bize yaklaştı... Altında oturduğumuz gül ağacının kemençenin tam karşısındaki dalının ucuna konmuş, artık ötmüyordu. Kemal-i sükûn ve huşû ile kemençe dinliyordu. Her taksimin sonunda gaşyolan (kendinden geçen) bülbül evvelâ hafif nüvazişlerle yalvarıyor, niyâz ediyor; bu temenni nazar-ı itibare alınmazsa canhıraş feryâdlara başlıyor, ağlıyor, tehdid ediyor, zorla ahenge devam ettirmek istiyordu. Cemil Bey gibi rakik ve merhametli bir sanatkâr bu âşık-ı şûrideyi (perişan aşığı), hem de bizleri tarife imkânı olmayan manevi bir hâlet-i ruhiyye içinde surûr ve şadmâniye gark etmişti...’’ Refik Fersan uzun anlatmış ama sözün kısası Tamburi Cemil Bey çalmış bülbül dinlemişti…

Yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardı

Cemil Bey sağduyulu, genel kültürü geniş bir insandır. Terbiyeli, sessiz, çekingen, özel hayatında şakacı ve nükteli bir yaratılışı vardır. Türkçeyi güzel konuşur ve konuşacak ve çeviri yapacak kadar Fransızca bilir. Güzel yazı yazar, anlatmak istediğini de iyi ifade eder. Batı kültürü hakkında da bilgisi vardır. Kalabalığı sevmez, devamlı hüzünlü bir insan olarak yaşamıştır. Yüzünde hep hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardır. Bunu da eserlerine yansıtır.

Tamburi Cemil, 1901'de annesinin isteğiyle, Adile Sultan Sarayı'ndan arkadaşı Eflaknur Hanım'ın kızı Şerife Saide ile dünya evine girer. Eşinin aşırı sevgisi, kıskançlığı ve musiki davetlerine gitmek istememesi nedeniyle zor günler yaşamaya başlar. İçe kapanıklılığında, kendisini sosyal hayattan dışlamasında bu evliliğin rolü olduğu düşünülür. Sanatçının oğlu Mes'ud Cemil de bu evlilikten bir yıl sonra 1902'de dünyaya gelir.  

Mes’ud Cemil kitabında şöyle bir hatıra anlatır:

"Saide Hanım, 1902 senesinde, karın pencerelere kadar yükseldiği bir kış gününde, kırk beş sene sonra bu satırları yazacak çocuğu büyük acılarla dünyaya getirdiği zaman, kocası yatağının kenarına oturmuş ve sormuştu: ‘Saide, sana biraz tambur çalayım mı?’ Doğum ıstırabından bitap düşen genç anne, lohusalık ateşiyle yanan gözlerini dehşet içinde açtı: ‘Hayır! İstemiyorum!’ Cemil Bey hafifçe kızarır; dalgın, karla örtülü pencereye doğru yürür.’’ Zaten içe kapanık olan Cemil Bey’in üstüne bir kapı daha kapanır!

Döneminde çok tanınır, sevilir... Padişahların huzurunda çalar, veliahtlara, sultanlara ders verir... Ama içine kapanık yapısı, prensiplerine bağlılığı ve sert kişiliği ile giderek yalnızlaşır. Bu nedenle ölümüne kadar derin bir yalnızlığın içinde kederli bir dünyada yaşar...

İnce ruhlu sanatçıya ince hastalık

Cemil Bey, Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasının ardından askere çağrılır. Askerlik muayenesi esnasında verem olduğunu öğrenir... Yakın dostu doktor Hamid Hüsnü Bey'in sanatoryumda tedavi teklifini reddeder... Yakınlarının tedavi için İsviçre'ye gitmesi konusundaki ısrar ve isteklerini de geri çevirir. 

Mes'ud Cemil Bey'in girişte bahsettiğim babası Tamburi Cemil Bey hakkında yazdığı üslup ve anlatım şaheseri biyografi kitabını okuduğunuzda görürsünüz ki - Mes’ud Cemil’in ifadeleriyle - Cemil Bey maderzâd bir müzisyen olmanın bütün husûsiyetlerini hâiz, Sultan Reşad'ın Muzika-i Humâyûn'un başına gelme teklifini reddedecek kadar dünyadan kopuk bir rindmeşreb, bir dilencinin söylediği türkünün notalarını yazmak için evden çıkıp peşine seyirten, sultan sofralarından ziyâde bitirim meyhânelerinde keyfini bulan, basit insanlarla eğlenmekten hoşlanan bir karakterdir.

Cemil Bey, ömrünün son yıllarında evinin bahçesinde bulunan ve "uzletgâh" dediği ayrı bir evde yaşamaya başlar. 

Hastalık kısa sürede ilerler, önce birinde iken her iki ciğere de yayılır. Nihayet 1916 yılının Temmuz ayının yirmi sekizinci gününü yirmi dokuzuncu gününe bağlayan gece yarısından sonra eşini uyandırır: "Vakit geldi. Yirmi beş sene rindane yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum lakin sizin için bâd-ı i ızdırap oldum. Affediniz kendinize ve Mes’ud'a iyi bakınız" diyerek hayata gözlerini yumar. 

Sanatçı, Temmuz 1916'da 43 yaşında öldüğünde cenazesine mahalle bekçisi dâhil 13 kişi katılır. Bu kadar gözden ve gönülden ırak dünyayı terk edip gider Cemil Bey işte. Cemil Bey öte dünyaya göçtüğünde oğlu Mes'ud Cemil henüz üç yaşındadır... Mezarı Mevlanakapı’da, Merkezefendi Mezarlığı’ndadır dense de tıpkı Şükûfe Nihal gibi mezar yeri bile 1995 yılına kadar bilinmiyordu... Ancak 1995 yılında mezarı bulunarak üzerine bugünkü kabri yapılır. Mezar taşının üzerinde bir tambur kabartması resmedilir... 

Cemil Ölürken

Nâzım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa dindar bir adamdır ve Mevlevi tarikatına bağlıdır. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşıyordur. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılır. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir eder. Çocukluk yıllarını paşa dedesinin konağında geçiren şair konaktaki gromofondan yükselen Cemil Bey'in nağmelerinden de ziyadesiyle etkilenir. Ve Nazım, geleneksel kurallar içerisinde yazdığı ilk dönem üslubunun örneği olan ‘‘Cemil Ölürken’’ isimli pek bir kimsenin bilmediği şiirini Cemil Bey'in oğluna, arkadaşı Mes’ud Cemil'e ithaf eder. Bu şiiri yazımın sonunda veriyorum....

Hippi Yahya Kemal nasıl bildiğimiz Yahya Kemal oldu?

Daha önce Avrupa’dan döndüğünde tam bir zamanın hippisi olan Yahya Kemal Beyatlı’yı da bildiğimiz ‘’Yahya Kemal Beyatlı’’ yapan Tamburi Cemil Bey idi…

Yahya Kemal 11 yıl Paris’te yaşar ve alafranga biri haline gelmiş olarak Paris’ten geri döner. Döndüğünde burada her şeyi Fransa ile mukayese eder ve en salaş dönemini yaşayan Osmanlı’nın hiçbir şeyini beğenmez. Bir toplantıda Tamburi Cemil Bey ile tanışır. Tamburi Cemil Bey’in taksimleri, müziği Yahya Kemal’i mest eder. Kendisi bu hadiseyi “O gün benim önümde altın bir kapı açıldı. Ben o gün memleketimin kültürüne döndüm” diye anlatır. Ve sonrasında Cemil Bey’in tutkulu hayranlarından olur.

Yahya Kemal Beyatlı Varşova’da iken karlı, hüzünlü bir havada Klasik Batı Müziği yerine Tamburi Cemil Bey’i dinleyerek ve o müzikle hem Avrupa’dan hem de yaşadığı çağdan uzaklaşır.  

Yahya Kemal’in içinde Tamburi Cemil Bey'den bahsettiği ‘’Kar Mûsikîleri’’ isimli şiiri Türk şiirinde en iyi ''kar'' şiirlerinden birisidir. Yahya Kemal bu şiiri 1927 yılında yaşadığı Varşova`da büyükelçi iken kaleme alır. Bu şiiri de yazımın sonunda veriyorum... 

Tamburi Cemil Bey’in manevi öğrencisi İhsan Özgen

Günümüzde bilenlerin kendisine Tamburi Cemil Bey’in manevi öğrencisi diye tanımladıkları ve Tamburu Cemil Bey kadar güzel çalan bir sanatçımız var: İhsan Özgen. Müzisyen, yazar ve ressam İhsan Özgen ‘’Peşrev ve Saz Semaileri’’ albümünde Tamburi Cemil Bey'in eserlerini düzenleyip eşsiz bir şekilde yorumlar. Bu albümde özellikle hicazkâr saz semaisi ve nevâ peşrevi yorumları olağanüstüdür. İhsan Özgen'in ‘’Ege ve Balkan Dansları’’ albümünde Tamburi Cemil Bey'in ‘’Çeçen Kızı’’ eserinin en iyi düzenlemelerinden birisi mevcuttur. İhsan Özgen’in ‘’Sanatı Yaşamak’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2009) adlı kitabı taksimleri kadar tarifsiz güzeldir.

O şafak vaktinin cihangiri idi

Yahya Kemal Beyatlı Cemil Bey için “O bir dâhidir, eğer o dâhi değilse, dâhi kimdir” der. Oscar Wilde'nin şu sözü Cemil Bey’i anlatır gibidir: “Toplum oldukça hoşgörülüdür. O her şeyi affeder, deha dışında”.

Bu nedenle Cemil Bey’i de unuttuk gittik. TV’deki yoz eğlence programlarına devam ta ki toplum yok olup gidene kadar!

Zaten;

"Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"

diye derdi Yahya Kemal ‘’Eski Mûsikî’’ adlı şiirinde... Başka ne diyem ben!

Itrî'ye atfedilen cümleyi Tamburi Cemil Bey için aynen aktarıyorum: ‘’O şafak vaktinin cihangiri’’ idi…

Tamburi Cemil Bey hep mahzundu, hep mağmumdu, yüzünde her daim hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardı. Bu hüzün eserlerine de yansımıştır. Yüzyıllarda bir gelip geçen bir kuyruklu yıldız misali, sanat ufkumuzda bir anda belirip kayboluveren Tamburi Cemil Bey'in eserlerini yaşatabilirsek öte dünyada yüzü bir nebze olsun gülecektir diye düşünüyorum... Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Rûhu şâd olsun....

Osman AYDOĞAN

Bir küçük not:

Bazı kaynaklarda ''Tanbur'' diye yazılır... Bu yazım şekli de doğrudur... Osmanlıcaya Arapça’dan geçen bir özellik olarak ''n'' harfi (nun) ''b'' harfinden (be) önce kapalı hece olarak bulunursa ''nb'' şeklinde yazılır fakat ''mb'' şeklinde okunur. Örneğin: penbe - pembe, çârşenbe – çarşamba, pençşenbe – perşembe ve tanbur - tambur gibi… Dolaysıyla ‘’tanbur’’ diye yazılır ancak ‘’tambur’’ diye okunur. Ancak TDK Yazım Klavuzu ‘’Tambur’’ diye yazıyor…

Tamburi Cemil Bey'in en bilinen eserleri:

Türk sanat müziğinin mihenk taşıdır Tamburi Cemil Bey. Bütün eserleri güzeldir ama ‘’Çeçen Kızı'’ bir başka güzeldir. Aşağıda bağlantısını verdiğim ‘’Çeçen Kızı’’ında tanbur resmen konuşur, tanbur ağlar, sanki tanbur hüzünlü bir hikâye anlatır gibidir. Tamburi Cemil Bey'in ‘’Çeçen Kızı ‘’ adlı eseri Yunanistan’ın Midilli Adası'nda ‘’Ta Ksyla’’ adı ile bilinmektedir.
https://www.youtube.com/watch?v=beb4tBI0fo4

İhsan Özgen, Çeçen Kızı:
https://www.youtube.com/watch?v=UyWiLvgmYe4

Hakan Güngör; Çeçen Kızı, Bulgarian National Radio stüdyo çekimleri:
https://www.youtube.com/watch?v=M0jJ1_ZcMQE

Tamburi Cemil Bey ‘’Çoban Taksim’’: (Bu taksimde kemençe ile öyle bir köpek ve kurt sesi verir ki sanırsınız ki bir köydesiniz, gece kurt ve köpek sesleri gelir...)
https://www.youtube.com/watch?v=yrYX93bEINM

Derya Türkan ve Özer Özel tarafından icra edilen ‘’ferahfeza saz semaisi:
https://www.youtube.com/watch?v=JO4aXpLc8AM

Tamburi Cemil Bey'i anlatan görsel yapımlar

Üstad Tamburi Cemil Bey’i anlatan Youtube bağlantılarını aşağıda veriyorum. Tanburi Cemil Bey’i daha iyi tanımak için izlemenizi öneririm. 

İstanbul Üniversitesi yapımı:
https://www.youtube.com/watch?v=-HtHeD_rrE4

TRT yapımı:
https://www.youtube.com/watch?v=cBTT2gvQskA

Nazım Hikmet'in Tamburi Cemil Bey için yazdığı şiiri:

Cemil Ölürken

Elâ gözleri dalgın, geniş alnı sararmış
Bir sanatkâr hastadır, Cemil hasta yatıyor
Odayı bir matemin görünmez rengi sarmış
Başında duranların kalbi yorgun atıyor

İnce parmaklarını ıslattı gözyaşları
Odanın sükûnunda hıçkırıklar inledi
Hastanın yavaş yavaş çatılırken kaşları
Sanki derinden gelen bir sâdayı dinledi

Mukaddes elemini andı bir kere daha;
Uzak serviliklere çevirerek yüzünü
Ah! Ey gafi faniler iman edin Allah'a!
Bir ilâhi ruhun da geldi işte son günü...

Çok kudretli oluyor bir dehanın gururu
Ecel! onun yanına sende el bağlayıp gir!
Nefesinle titreyen fânilerden değil bu
Ölmeyen bir sanatkâr ölüm döşeğindedir

Gökler geri alıyor yeryüzünden sesini 
Şimdi geniş alnında ebedin gölgesi var
Başında ağlayanlar sonuncu bestesini
Ağır ağır kapanan gözlerinden duydular.

Nazım Hikmet, Alemdar Gazetesi, 21 Kasım 1920.

Yahya Kemal Beyatlı'nın Tamburi Cemil Bey'den bahsettiği şiiri:

Şair kendisine ilham veren kar havasını şöyle anlatır: ''Varşova`da elçilikte bulunduğum bir akşam odamda çalışıyordum. Dışarıda kar yağıyordu. Orada kar başladı mı günlerce aylarca durmadan yağar. İnsanda bin yıl sürecek bir yağış tesiri bırakır. Bir kuytu manastırda koro halinde söylenen dualar gibi gamlı ve bir erganun ahengi insanda ne tesir yaratıyorsa orada yağan karın öyle hüzünlü ve devamlı bir sesi vardır... Kar musikisi işte bu atmosferin ürünü...” Varşova 1927

Kar Mûsikîleri

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,

Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.

Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.

Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!

Tamburi Cemil Bey'in diğer eserlerinden bazıları:

Kürdilihicazkâr peşrevi

http://www.youtube.com/watch?v=-mwgks7jkbm
http://www.youtube.com/watch?v=firqjdmijiy
http://www.youtube.com/watch?v=u_62eod5fc8
http://www.youtube.com/watch?v=hralfaxeez4
http://www.youtube.com/watch?v=li2rnt-n8uq

Şedd-i arabân saz semâî

http://www.youtube.com/watch?v=jzm4kaav05k
http://www.youtube.com/watch?v=c81ahewmdqa
http://www.youtube.com/watch?v=979gj_66pdw
http://www.youtube.com/watch?v=nh0cwnavwtw
http://www.youtube.com/watch?v=tply5ndmhfa
http://www.youtube.com/watch?v=5gsshuobqcs
http://www.youtube.com/watch?v=0bpa9xhfsha
http://www.youtube.com/watch?v=p2n7y9ckxu8

Şedd-i arabân peşrevi

http://www.youtube.com/watch?v=jfkjzubyb-o
http://www.youtube.com/watch?v=xyes5hyvhum
http://www.youtube.com/watch?v=pvitof87egg
http://www.youtube.com/watch?v=9f1ffnlbi4g

Hüseyni saz semai - Çeçen Kızı

https://www.youtube.com/watch?v=i7bsyahnnpy
https://www.youtube.com/watch?v=smfqgjdoj6y
http://www.youtube.com/watch?v=wxshwlmosgk
https://www.youtube.com/watch?v=-kghaifvf0m
https://www.youtube.com/watch?v=ly5j5hibbts

Ferahfezâ saz semâî

http://www.youtube.com/watch?v=ryo7wepny-i
http://www.youtube.com/watch?v=xltk03jjaqw
http://www.youtube.com/watch?v=p-zji_rtgxi
http://www.youtube.com/watch?v=2xndkqpelpm
http://www.youtube.com/watch?v=jo4axplc8am
http://www.youtube.com/watch?v=g1wmqdmn7ro

Muhayyer saz semâî ve/veya peşrevi

http://www.youtube.com/watch?v=c5tdujrdgfg
http://www.youtube.com/watch?v=2dwch-ztnug
http://www.youtube.com/watch?v=nywtx_ppkik
http://www.youtube.com/watch?v=lxknjo8he3k
http://www.youtube.com/watch?v=-zqkzqf5jm4
http://www.youtube.com/watch?v=iii7h1jdfoy
http://www.youtube.com/watch?v=ijqylnbvmk4

Tamburi Cemil Bey'in kayıp mezarı 1995 yılında bulunur:



Tanburi Cemil Bey'in bulunduktan sonra Mevlanakapı’da, Merkezefendi Mezarlığı’nda yeniden yapılan mezarı:



Mahur Beste (2)

06 Mayıst 2020

Bugün Deniz Gezmiş'leri anmak için Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiirini anlatırken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, birisinin de adı ‘’Mahur Beste’’ olan üçlemesinden de bahsetmiştim… Bu şekilde de kendi kendime pas vermiş oldum… Şimdi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu üçlemesini anlatmasam olmaz!…

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘’Mahur Beste’’ (Dergâh Yayınları, 1998), ‘’Sahnenin Dışındakiler’’ (Dergâh Yayınları, 2010) ve ‘’Huzur’’ (Dergâh Yayınları, 2000) romanları birbirinin devamı olan Tanzimat’tan Cumhuriyete bir iç buhran üçlemesidir.

Bu kitaplarda geçen roman kahramanları aynı kişilerdir. "Mahur Beste", sadece aynı adı taşıyan romanda değil, "Huzur" ve "Sahnenin Dışındakiler"de de tam bir roman kahramanı edasıyla yer alır... Bu kişiler ‘’Sahnenin Dışındakiler’ romanında gençlik, ‘’Huzur’’’ romanında da olgunluk yaşlarıyla anlatılır. 

Sahnenin Dışındakiler

‘’Sahnenin Dışındakiler’’ romanı Tanpınar'ın 1920'li yılların, Millî Mücadele yıllarının romanıdır. Romanın kahramanlarından İhsan romanın bir yerinde "Orada (Anadolu'da) mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız" demektedir. Roman adını ve konusunu "sahnenin dışında" olanların içlerinde ve etraflarında olup bitenlerle, zaman zaman geçmişe, maziye yönelerek değişimler, hasretler ihtiraslarla kazanmaktadır.

Huzur

‘’Huzur’’ romanına gelince… Tanpınar, kültürümüzü bir "iç âlem medeniyeti"nin tezahürü olarak görür. Bu medeniyeti, belirli bir ahlâkı taşıyan "mânevi vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefislerini terbiye etmiş" insanlar meydana getirmiştir. Huzur'un kahramanlarından Mümtaz, roman boyunca kendisini "huzur"a kavuşturacak bir "iç nizam"ı aramaktadır. Eserde hastalık, ölüm, tabiat, kozmik unsurlar, medeniyet, sosyal meseleler, çeşitli ruh halleri ve estetik fikirler iç içe verilir. Ancak bütün bunların üzerinde romana hâkim olan Mümtaz'la Nuran'ın aşklarıdır. İstanbul, bu aşkın yaşandığı çevre olmaktan çıkarak, âdeta bir roman kahramanı gibi ele alınır. Huzur için, belli bir dünya görüşüne, bir hayat nizamına kavuşamamış Cumhuriyet aydınlarının "huzursuzlukları"nı dile getiriyor denebilir.

Mahur Beste

‘’Mahur Beste’’ romanında, Tanpınar'ın önceki romanları ‘’Sahnenin Dışındakiler’’ ve ‘’Huzur’’da önemli bir motif olan "Mahur Beste" teması önemli yer tutar. Tanpınar, Türk müziğini medeniyet öğeleri arasında sayarak klasik Türk musikisini medeniyetimizin özlü bir yansıması olarak kabul eder. Zaten ''Mahur Beste'', acı bir aşk hikâyesinin klasik musiki kalıplarıyla soyutlanmasıdır. Bu nedenle de Türk müziğinin en eski ve en önemli makamlarından birisi olan ‘’Mahur’’ aynı zamanda bu romana isim ve ilham kaynağı olur… ‘’Mahur Beste’’ sadece romana bir ad olmaktan da öte insanî tamlığın olmazsa olmaz bir öğesi olarak sunulur... Bu anlamda Tanpınar "Çok insan anlayamaz eski musikimizden / ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden" diyen Yahya Kemal Beyatlı’nın düşüncesindedir… Zaten Tanpınar, Yahya Kemal’i en iyi anlayıp izleyenlerden birisi olarak kabul edilir…

Mahur Beste'de Tanpınar'ın diğer eserlerinde de görülen medeniyet meselesi büyük bir ağırlıkla ele alınır. Mahur Beste, Tanzimat sonrasında Cumhuriyet başlangıcında toplum hayatımızın her yönüne yansıyan değişim ve başkalaşımın yansıtıldığı ve her fırsatta tartışıldığı bir roman özelliğindedir. Tanpınar bu kitabında Doğu-Batı medeniyeti, ihtilal, kişisel açmazlar ve Türk aydını üzerine yoğunlaşır. Mülkiyeli Behçet, İhtilalci Sabri Hoca, Molla İsmail ve Atiye romanın başkarakteridirler...

‘’Mahur Beste’’ ilk kez 1944 yılında tefrika halinde yayınlanır, roman olarak da  ilk 1975 yılında basılır. “Mahur Beste” diğer ilk iki romanın gölgesinde kalsa da Tanpınar’ın bir bütün olarak anlaşılmasını sağlar.

‘’Mahur Beste’’de geçen Talât Bey çarkçı yüzbaşıdır. Musikişinastır. Mevlevi muhibbidir. Fatma (Nurhayat) Hanım, Talât Bey’in karısıdır. Fatma (Nurhayat) Hanım’ın adı, ‘’Mahur Beste’’ romanında adı ‘’Fatma’’ olarak geçer. ‘’Huzur’’un tefrika edilen metninde de aynı ismi taşır. Huzur’un tefrika metni kitaplaştırılırken ismi Nurhayat’a çevrilir. Nurhayat Hanım, en geniş şekilde ‘’Huzur’’ romanında,  torununun kızı Nuran üzerindeki etkisiyle anlatılır.

Mahur Beste'de trajik bir olay vardır:

Talât Bey’in karısı Fatma Hanım, Mısırlı bir binbaşıya âşık olunca kocasını terk eder. Talât Bey onun ardından Mahur Beste’yi besteler. Hakikatte tam bir fasıl yapmak istiyordur. Fakat tam o esnada Mısır’dan gelen bir dostu Nurhayat Hanım’ın ölümünü haber verir. Daha sonra ise bu ölümün eserin bittiği geceye tesadüf ettiğini öğrenir...

‘’Mahur Beste’’, Tâlat Bey’in, 17. yüzyılın usta şairi, Sultan IV. Murat, Sultan İbrahim, IV. Mehmed gibi padişahlarla; Köprülü Mehmed Paşa, Köprülüzâde Fâzıl Ahmet Paşa gibi devlet büyüklerine kasideler yazan Neşâtî’nin bir gazelinden yaptığı bir bestedir. Neşâtî’nin bahsi geçen gazelinin ilk beyti şöyledir:

"Gitdin emmâ ki kodun hasret ile cânı bile
istemem sensiz geçen sohbet-i yârânı bile"

Neşâtî'nin bu beyti roman boyunca ve hatta üçlemenin diğer romanı olan Huzur'da da sıkça tekrarlanır.

Klasik Türk Musikisinin en büyük bestekârlarından biri olan Eyyubí Ebubekir Ağa'nın bir eserinin adı da ‘’Mahur Beste’’dir. Bu iki ‘’Mahur Beste’’ karıştırılmamalıdır. Tanpınar, ‘’Mahur Beste’’ romanını Eyyübi Ebubekir Ağa'ya ithaf eder. Bu nedenle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu besteden etkilenmiş olduğu düşünülür.

Eyyubí Ebubekir Ağa'nın bu eserinin sözleri şu şekildedir:

''Bir âfet-i meh-peyker ile nüktelerim var, fehmetmesi müşkil
Aşkı gibi sînemde bulunmaz güherim var, sad şevke muâdil
Ebrûleri îmâ ile gizli eder iş'âr, bir bûse atâsın
Ahdî'ye nihânî kereminden haberim var, müjde sana ey dil

Ah ben senin hayrânınam
Ah ben senin kurbânınam''

Bir medeniyet, insanı yapan manevi kıymetler manzumesidir

‘’Mahur Beste’’de Tanpınar kahramanını şöyle konuşturur:

"Fikirlerimiz, onları taşıyacak kudrette olduğumuz nispette bizimdirler."

"Wagner'i, Debussy'i dinleyip Mahur Beste'yi yaşamak, işte bizim talihimiz bu."

“Freud ile Bergson’un beraberce paylaştıkları bir dünyanın çocuğuyuz. Onlar bize sırrı; insan kafasında, insan hayatında aramayı öğrettiler.”

 ''Sevginin, merhametin eşiğini atlayanlar, ıstırabın gömleğini de kendiliğinden giyinirler. Acımak, söylendiği kadar kolay bir şey değildi. İnsanın her tattığı şey, içinde bir bıçak gibi çalışıyordu.''

''Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin?'' dedi. ''İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet, insanı yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü? Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.''

Evet, bozuldu mu insan, işte bunun çaresi yoktur.

Zaman ‘’Mahur Beste’’yi okuma ve ''Mahur Saz Semai''ni dinleme zamanıdır!

Osman AYDOĞAN

Mahur Saz Semai: 
https://youtu.be/3eknB-3fWpc

Bir not: ‘’Mahur Saz Semai'', adına aldanmayın, Nihavend makamındadır! Bestekârı Dr. Refik Talât (Alpman) Bey’dir.  Romanda geçen Mahur Beste ile ilgisi yoktur. Ancak romana en uygun müzik de budur... Bu Ramazan ayı günlerinde iftarda, sahurda dinlenilebilecek en iyi müziktir. Romanda geçen Talât Bey de kurmaca bir kişiliktir.

 



Mahur Beste

06 Mayıs 2020

‘’Mahur Beste’’ Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üçlemesinin ilk romanının ismidir. (Diğer ikisi ''Sahnenin Dışındakiler’’ ve ''Huzur'') ‘’Mahur Beste’’,  Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zekâ ve yaratıcılığını ustaca konuşturduğu, bir solukta okunan, insanı birden kavrayıp yavaş yavaş, hüzünle yere indiren, ruhta hoş bir seda bırakan, güzel ve çok özel bir kitabıdır...

Bu roman Türk edebiyatında o kadar güzel bir eser ki ‘’Mahur Beste’’ ismi romanda kalmaz başka edebî eserleri de etkiler. Bunlardan birisi de Attila İlhan’ın en güzel şiirlerinden birisi olan ‘’Mahur Beste’’ isimli şiiridir...

Ancak Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiirini anlatmadan bir açıklama yapmam gerekiyor…

Edebiyatta ''tevriye'' sanatı

Edebî sanatlarda ‘’tevriye’’ diye bir kavram vardır. Sesteş bir kelimenin bir dizede, beyitte, dörtlükte iki gerçek anlama gelecek biçimde kullanılmasına ve bir sözcüğün yakın anlamını söyleyip uzak anlamını kastetmeye tevriye sanatı denir.

Bu sanatta sözün yakın anlamı söylenir, uzak anlamı anlatılmak istenir. Daha doğrusu uzak anlam ilk anda okuyucu tarafından kavranmayacak biçimde gizlenir. Okur, yakın anlamla oyalanır, ama anlatılmak istenen uzak anlamda gizlidir. Bu uzak anlam şiire ayrı bir güzellik katar.

Tevriye sanatı ile ilgili en iyi örnek 17. yüzyıl Türk şairlerinden Nef’î’nin bir dörtlüğüdür:

''Tahir efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zahirdir,
Maliki mezhebim benim zira,
İtikadımca kelp tahirdir.''

Bu dörtlükte kullanılan ‘’Tahir’’in iki anlamı vardır: Birincisi ''Tahir Efendi'' anlamında, ikincisi ise ''temiz, pak'' anlamında.

Kelp ise ‘’köpek’’ demektir. Bu dörtlükte hem, köpek temiz hayvandır hem de asıl köpek Tahir Efendi'dir anlamı var. Maliki mezhebinde köpek, temiz hayvandır.

Tevriye sanatına ikinci bir örnek de Divan Edebiyatı'nda yaşarken "Sultanü'ş Şuârâ" (Şairler Sultanı) unvanını alan ve asıl adı Mahmud Abdülbâki.olan Divan Şairi Bâki’nin  ‘’Huma kuşunun gölgesi’’ isimli şiiridir:

‘’Âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş’’

Bu dizede Bâki, ''Bâki'' sözünün yakın anlamı olarak ''sonsuzluğu'' zikrederken, uzak anlam olarak da kendi adını işaret etmektedir...

Şimdi gelelim Attila İlhan’ın şiirine…

Mahur Beste

Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiiri de tevriye sanatının en güzel örneklerinden birisidir. Şiirde geçen ‘’Müjgân’’ ilk anda yakın anlam olarak kadın ismi olarak anlaşılırsa da uzak anlam olarak ‘’kirpik’’ anlamında kullanılır... (Müjgân, Farsça bir sözcük olup ‘’kirpik’’ anlamındadır.)

Attila ilhan, bu güzel şiiri, güneşten ışık yontabilecek cesarette üç sert adam için (Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan) yazar. Attila İlhan’ın kendi anlatımıyla şiirinin hikâyesi şu şekildedir:

“12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı… Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra… Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm.’’ 06 Mayıs 1972

Bu şiir hem Ergüder Yoldaş hem de Ahmet Kaya tarafından bestelenir. Ergüder Yoldaş'ın bestesi gerçekten ''mahur'' makamındayken, Ahmet Kaya'nın bestesi ''nihavent'' makamındadır.  

Bir şiir bu kadar mı güzel yazılır, bir şiir bu kadar mı ruha dokunur, bir şiir insanı bu kadar mı hüzünlendirir?

''Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı 
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı 
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı 
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.''

Devlet Ana

Bu nasıl bir ‘’Devlet Ana’’dır ki, idealist çocuklarını ülkücü diye, sağcı diye, solcu diye, komünist diye, sucu bucu diye şefkatsizce, insafsızca, merhametsizce hapur hupur yer? Ama aynı ‘’Devlet Ana’’ evlatlarına göstermediği sevgiyi, şefkati, merhameti nedense hırsızlarına, uğursuzlarına, namussuzlarına, hortumcularına ve kendisini soyanlara gösterir...

O mahur beste yine çalar, Müjgan'la ben yine hüngür hüngür ağlaşırız...

Osman AYDOĞAN

Mahur Beste

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız 
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı 
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı 
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı 
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı 

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra 
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara 
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara 
Geceler uzar hazırlık sonbahara

Mahur Beste, Ahmet Kaya:
https://www.youtube.com/watch?v=EVwYvmoG8Ms

 



Arakiyeci İbrahim Ağa Cami

05 Mayıs 2020

Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiş ve bu kapsamda da ilk olarak Bursa Ulu Cami’sini, daha sonra da İstanbul'daki ''Beyoğlu Hüseyin Ağa Cami''sini anlatmıştım... 

Madem ''ağa''lardan yola çıktım, bu yazımda da yine bir başka ''ağa'' camisini, İstanbul’daki en güzel küçük camilerden birisi olan ‘’Arakiyeci İbrahim Ağa Cami'’sini ve caminin yapımı ile ilgili olarak rivayet edilen hikâyesini anlatmak istiyorum…

Hayal etmek her şey demektir

‘’Evrende her şey iki kere yaşanır, önce zihinde yaşanır sonra gerçekleşir.’’ Bu bir Çin düşüncesiydi. “Olduğumuz her şey, düşünmüş olduklarımızın sonucudur” diye de özetlemişti Budha. “Hayal etmek her şey demektir. Hayatın size getireceklerinin bir ön gösterimidir” diye de başka şekilde formüle etmişti Einstein. Düşler kurarmışız kelimelerle, düşüncelerle ve zamana bırakırmışız bu düşleri, onlar da tıpkı toprağa düşen tohumlar gibi, zamanla filizlenip gelişip ve yaşadığımız gerçek olarak çıkarlarmış karşımıza. Ve Freud’un öğrencisi Alfred Adler derdi ki; ‘’İnsan kafasında bir amaç belirlerse, evrendeki her şey bu amacı gerçekleştirmek için bir sıra dâhilinde dizilirler.’’

Şimdi diyeceksiniz ki bunlarla Arakiyeci İbrahim Ağa Cami'sinin ne ilişkisi var... Ama demeyin! Olmaz olur mu?

Neyse gelelim hikâyemize….

Bir rüya

1500’lü yılların Topkapı’sında yaşayan bir Arakiyeci İbrahim Ağa vardı… Surların dibinde küçücük bir kulübede namaz takkeleri (arakiye) örüp satarak geçimini sağlayan fakir bir takkeciydi İbrahim Ağa.

Fakir olmasına fakirdi ama gönlü zengindi, engin bir tevazu ve tevekkül sahibiydi. Kanaatkârdı. Bir hayali vardı: Cami yaptırmak. O bu hayalinden bahsettikçe: ‘’İbrahim Efendi, daha ekmeğini zor kazanıyorsun camiyi neyle yaptıracaksın?’’ derlermiş.

Fakat Arakiyeci İbrahim Ağa hiçbir zaman ümidini yitirmez, devamlı dua eder, ‘’umulur ki derya tutuşa’’ dermiş. İçinde beslediği cami yaptırma arzusunu hiçbir zaman kaybetmemiş.

Bir gece rüyasında: ‘’Bağdat'a git, köprünün karşısında hurma ağacının altındaki asmada senin üç üzüm tanesi kısmetin vardır, onu al ye! İşte senin cami yaptırma hayalin de oradadır’’ diyen aksakallı, ermiş bir zat görür. Cami yaptırma hayalinin Bağdat'da ne işi vardı? Üç üzüm tanesi için aylarca sürecek meşakkatli ve tehlikeli bir yolculuk gözü alınabilir miydi? Bunun için İbrahim Ağa önceleri rüyasına pek ehemmiyet vermez. Fakat ertesi gece ve daha birçok geceler rüyası tekrarlanır: ‘’Bağdat'a git, üç üzüm tanesi kısmetini al!’’

Yakınlarının, akrabalarının ‘’Deli misin? Üç üzüm tanesi kısmet için gidilir mi Bağdat’a?’’ demelerine, engellemelerine karşın evi hariç, bağı bahçesi ne varsa satar ve bir kervana katılıp düşer yola...

Arakiyeci İbrahim Ağa aylardan sonra Bağdat'a varır. Medinet'üs-Selam Köprüsü'nün karşısındaki bir aşçı dükkânın peykesine oturur. Gözüne hurma ağacına sarılmış bir asma ilişir. Kalkar olgun bir salkımdan üç üzüm tanesi kopararak ağzına atar. Bu sırada yanına gelen bir ihtiyar:
– “Hayrola yolcu, nereden gelip nereye gidersin? Bağdat'a niçin geldin?...”
– “Darülhilâfe’ den” diye cevap verir Arakiyeci, “Âsitâne’den, Dersaât’ten (İstanbul) geliyorum.”
– “Hayırdır İnşallah, geliş sebebin nedir?”

Arakiyeci İbrahim Ağa Bağdat’a geliş sebebinin önceleri söylemek istemez ama ihtiyar o kadar ısrar eder ki, Arakiyeci İbrahim Ağa rüyasını anlatmak zorunda kalır. Rüya üzerine İstanbul’dan kalkıp Bağdat’a geldiğini duyan ihtiyar kahkahayı basar: ‘’Ne saf adammışsın be birader der. Ben üç seneden beri her gün rüya görürüm ve bana ‘İstanbul'da Topkapı dışında Topçularda bir arakiyecinin evinin kömürlüğünün altında üç küp altın var. Git, aç, al!’ derler de yine ehemmiyet vermem. Sen üç üzüm tanesi için Bağdat'a gelmişsin, doğrusu pek saf adammışsın’’ der.

Arakiyeci İbrahim Ağa'nın gözünde sevinç şimşekleri çakar. Tarif edilen yer kendi kömürlüğünün ta kendisidir. Hemen ertesi gün yola çıkar ve İstanbul'a gelir. Kömürlüğü kazar, silme dolu üç küp altını bulur ve camiyi yaptırır.

İstanbul'un Topkapı semtinde sur dışında, E-5 çevreyoluna cephesi olan ancak çevre yolundan fark edilmeyen, Topkapı Şehir Parkı dâhilinde Arakiyeci (Takkeci) İbrahim Ağa Cami olarak bilinen bu harika caminin ol hikâyesi işte böyledir.

O cami ki inanmanın, hayal etmenin ve istemenin eseridir ya da belki de bir mucizenin. Siz girişteki uzun paragrafımı tekrar okuyun isterseniz.

Brezilyalı romancı Paulo Coelho ''Simyacı'' isimli romanında (Can Yayınları, 2010) bu konuyu -aşırarak- işler best seller olur, ama hikâyenin kahramanı Arakiyeci İbrahim Ağa'yı kimse tanımaz! 1960'lı yıllarda rahmetli babam kış gecelerinde evimize gelen komşularımıza anlatırdı bu hikâyeyi...

Gelelim bu güzel caminin özelliklerine…

Arakiyeci İbrahim Ağa Cami

16. yy. mimari eseri olan bu caminin kitabesinde belirtildiği üzere bânisi İbrahim Çavuştur. Cami giriş kapısının üstündeki on iki mısralık kitabeden caminin Mimar Sinan'ın vefatından tam dört sene sonra, 1591-92 yıllarında yapıldığı anlaşılmaktadır. Cami içindeki kitabelere göre ise; kızı Ayşe, anası Emine Hatun ile oğulları Mustafa ve Halil Çavuş İbrahim Ağa'nın hayratını kuvvetlendirmek için ilave vakıflar yaptırmışlardır. 1830 yılında esaslı bir onarım görmüştür. 1985 yılında ise Vakıflar İdaresi'nin yaptığı çalışmalarda da mahfil tavan ve dikme ve kemerlerinde orijinal altın yaldızlı nakışlar bulunmuştur. Son olarak 2008 yılında İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından restore edilmiştir.

Cami, mektep, kuyu ve sebilden meydana gelir. Taş levha ve iri dikmelerle inşa edilmiş bir duvarla çevrelenmiş, üç kapılı geniş bir avlu içindedir. Kubbesi ahşaptır. Eteklerini altın yaldızlı salkımlar süsler. 16.yy.'ın en güzel İznik işi örnekleriyle pencerelerin kemer tepelerine kadar bütün duvarlar çiniyle kaplıdır. Cami duvarlarını süsleyen çinilerinde de İbrahim Ağa'nın rüyasına atfen bol bol üzüm salkımı motifi kullanılır... Ahşap üstü kalem işleri caminin girişini süsler. Cami birkaç kez soyulur, panolardan yüzlerce kıymetli parça çalınır. Bazı panolar da sökülerek alınmış ve yerlerine baskı tekniğiyle yapılmış yenileri konulmuştur. Çalınan parçalardan bazıları Lizbon'daki Salazar Müzesi'ndedir.

Bu caminin bir başka özelliği daha vardır… Arakiyeci İbrahim Ağa Cami'sinin avlu giriş kapısında bir zincir vardır. Bu zincirin adı da ‘’Enâniyyet Zinciridir’’.

Enâniyyet Zinciri

Enâniyyet; Arapça "ben" anlamına gelen ‘’ene’’ kelimesinden yapılmış bir masdar isimdir. Kibirli olma, kendine aşırı güvenme, övünme, gurur, hodbinlik, riya, sadece kendine taraftarlık ve Allah’ın insana ihsan ve ikram eseri olarak verdiği nimetleri sahiplenip kendine mal etmesi ve kendinden bilmesi duygusudur.

Eskiden genellikle büyük camilerin avluya giriş kapısında, tepeden neredeyse kapının yarısına kadar sarkan, sağ ve sol yana açılan kalın zincirler bulunurdu. Bu zincirin böyle salınmasının sebebi insanların içeriye eğilerek zincirin altından geçmesini sağlamaktı. Böylelikle camiye giren müminler (her kim olursa olsun) enâniyyet ve benliklerini kapının dışında bırakırlar ve namazlarını bu tür duygulardan arınmış bir biçimde yani huşu ile kılarlardı. İşte bu zincirin adına da “enâniyyet zinciri” denirdi.

İşte bu zincir (enâniyyet zinciri) camiye girerken bu duygulara set çekmek içindi. Bu duyguları olan camiye girmesin, bu duygularını caminin dışında bıraksın demektir enâniyyet zinciri…

Anlayana tabi!

Allah'ın Arakiyeci İbrahim Ağa gibi öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez... Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Her daim hulus-u kalp ile boyun büker, dua ederler. 

Allah'ın kendilerini birşey zanneden nice kulları da vardır ki, halk onları bilir, çünkü onlar her an mikrofon karşısında, kamera önlerindedirler, TV ekranlarındadırlar... Halkın verdiği mevkileri, makamları işgal ederler, halkın verdiği paraları harcarlar... Ancak değil enâniyyet zinciri, prangalar konsa koca koca kapılara onların enâniyyetlerine set dahi çekilemez... 

Osman AYDOĞAN

Arakiyeci İbrahim Ağa Cami dış görünüşü

Takkeci İbrâhim Ağa Cami’nin mihrap çinilerinden bir detay

Takkeci İbrâhim Ağa Cami’nin hariminden bir görünüş

Takkeci İbrâhim Ağa Cami’nin kalem işi süslemelerinden bir detay

 



‘’Millet’’, ‘’Ulus’’ ve ‘’Türk’’ kavramları üzerine

04 Mayıs 2020

Dünkü ‘’1944 Irkçılık-Turancılık Davası’’ başlıklı yazımda ‘’3 Mayıs Türkçülük Günü’’nden de bahsedince bana sosyal medyadan gelen sorular ve yorumlar üzerine; ‘’millet’’, “milliyet”,  milliyetçik’’ ile ‘’ulus’’, “ulusal” ve ‘’ulusalcılık’’ kavramlarına bir açıklık getirmem gerektiği kanaatine vardım…

Kavramlardan önce şöyle bir geriye gidip çok yakın tarihimizde yaşananlara bir göz atalım istiyorum:

Okullardan kaldırılan ‘’Öğrenci Andı’’

Okullarda söylenen ‘’Öğrenci andı’’ 08 Ekim 2013 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığının yönetmelik değişikliğiyle ilköğretim okullarından kaldırılmıştı. Eğitim-İş’in değişikliğin yürürlüğe girmesinin ardından açtığı ve beş yıl süren dava sonucunda 18 Ekim 2018 tarihinde Danıştay 8. Dairesi öğrenci andının okunmasının kaldırılmasına ilişkin düzenlemenin iptaline karar verdi.

Öğrenci andı niye kaldırıldı? İçinde ‘’Türk’’ var diye. Kaldırılan sadece öğrenci andı mıydı? Hayır. Devletin bütün kurumlarından, bankalarından okullarına kadar ‘’Türk’’ adı kaldırıldı… Kızılay’ın maden suyunun etiketinden bile ‘’Türk’’ ismi kaldırıldı…

Hangi millet?

Cumhurbaşkanı Erdoğan 1 Nisan 2017 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “Dikkat ediniz. Türk demiyoruz, Kürt demiyoruz. Çerkez, Laz, Boşnak, Roman demiyoruz. Hepsini birden içine alan bir ifade kullanıyoruz. Tek millet, diyoruz. 80 milyonuyla tek millet” ifadelerini kullanmıştı

Cumhurbaşkanı Erdoğan 2013 yılı Şubat ayı ortalarında ise Başbakan iken Midyat’ta konuşurken de şöyle demişti: “Biz Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde hep beraber tek bir milletiz. Bu milletin içinde Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Gürcü’sü, Abaza’sı var...”

Daha fazla örnek vermeğe gerek yok… Açın gazete arşivlerini bu sözlerin onlarcasını bulabilirsiniz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Tek bir milletiz’’ diyor, bunu her konuşmasında söylüyor; ‘’bu millet’’ diyor ama bu milletin adını söylemiyor. Arap milleti mi? Afgan milleti mi? Acem milleti mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Türk’’ adını ağzına almadığına göre, bu millet Türk milleti değilse bu milletin adı nedir?

Her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder...

Gazete makalelerine baktığımızda, TV’deki bu konudaki programları izlediğimizde her seviyede büyük bir kavram karışıklığı yaşandığı görülmektedir. Çünkü bu tartışmalarda genel anlamda ‘’millet’’, “milliyet”,  milliyetçik’’ sözcüklerinin ‘’ulus’’, “ulusal” ve ‘’ulusalcılık’’ sözcükleri ile eşanlamlı olduğu gibi bir yanılgı yaşandığı gözükmektedir. Ancak bu sözcüklerin anlamları tamamen apayrıdır.

Bu noktada ‘’millet’’, “milliyet”,  milliyetçik’’ ile ‘’ulus’’, “ulusal” ve ‘’ulusalcılık’’ kavramlarının açıklanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder...

Millet ve ulus kavramları

“Millet” kavramı, feodal toplum döneminde de kullanılan ve toplumda karşılığı olan Arapça bir kavramdır. Arapçada “millet”, aynı dinden olanların ortak adıdır ve genel olarak dinsel birliği anlatır. Osmanlılar da “millet” sözcüğünün “bir dinden olanların topluluğu” anlamında kullanıldığı gibi.  “Osmanlı Milleti” dendiğinde, Osmanlı Hanedanı’na bağlı olan Müslümanlar anlaşılır.  “Milliyet” sözcüğü se “ümmet” anlamında kullanılmıştır. ‘’Milliyetçik’’ ise sözcüğün bu anlamıyla, dinciliktir; din ayrımcılığıdır. “Ulus” sözcüğü ise Orhun Yazıtlarında geçer. Ancak “ulus” sözcüğü bir ırkı tanımlamak için kullanılamamıştır. ‘’Ulus’’ sözcüğü halkın yaşadığı ve belli sınırları olan toprak parçasına yani ülkeye denirken zamanla anlam genişlemesi ile bir ülkede yaşayan halkların tamamını tanımlayan bir sözcük haline gelmiştir. Bunun nedeni de ‘’ulus’’ sözcüğünün daha kapsayıcı olması, ırk ve din ayrılığı gözetmemesi, yani ayrımcılıktan uzak olmasıdır. “Ulus” sözcüğünün, Bilim ve Sanat Terimler Sözlüğü / Halkbilim Terimlerindeki anlamı şöyledir: ‘’Ulus: Belli bir sınır içende yaşayan ve halk kültürüyle seçkin kültürünü yaratan insanların oluşturduğu siyasal toplum.’’ Bu bağlamda “ulusal” sözcüğünün de ırkla, etnik yapıyla hiçbir ilişkisinin olmadığı da aşikârdır.

‘’Ulusal’’; “bir ülke sınırları içerisinde yaşayan topluluklarla ilgili” anlamındadır. ‘’Ulusalcı’’ ise “yaşadığı ülkenin topraklarına ve halklarının çıkarlarına duyarlı” demektir. Ulusalcılığı, ırkçılıkla bağdaştırmak kastın değilse cehaletin ürünüdür. ‘’Ulusal’’ sözcüğünün altında ‘’etnik kimlik’’ arayışı ilkel bir ırkçılık türüdür. 

Bu anlamda “Türk Ulusu” kesinlikle ırkı çağrıştıran bir söylem değildir. Sözü edilen bir ırk değil tüm Türkiye halkıdır. Burada sorun olan dil, tanım ve anlam sorunudur... Burada bahsi geçen sözcüklerin dil, tanım ve anlamlarının yerli yerine oturtulması gerekmektedir.  Çünkü her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder.

Tanımları şimdilik burada bırakıp isterseniz –mutat olduğu üzere!- şöyle bir Tarih turu yapalım…

Tarihte Türkler

Batı kaynakları Viyana kapılarına dayanan güce çok uluslu olmasına rağmen Osmanlı demezler, ‘’Türkler’’ derler. Avrupalılar Osmanlı ile yaptıkları savaşa da Osmanlı savaşları değil ‘’Türkenkrieg’’ (Türk savaşları) derler. Avusturya’nın kırsal kesimlerinde çocukların “Es ist schon dunkel. Türken kommen. Türken kommen” (Hava karardı. Türkler geliyor. Türkler geliyor.) diye tekerleme söyledikleri bugün de duyulabiliyor. Fransızcada “Turc” kelimesi eskiden “C’est un vrai Turc” (Tam bir Türk) olarak kullanılıyordu.  Norveççede “Sint som en tyrker” (Bir Türk kadar kızgın) deyimi bulunuyor. İtalyanların meşhur ‘’Mamma li Turchi ‘’  (Anne Türkler geliyor) sözü ve daha nice binlercesi var, bunların hepsinde Osmanlı denmez, hep ‘’Türk’’ denir. Avrupalılar bütün haritalarında, atlaslarında hep ‘’Türk’’den bahsederler… Avrupa’ya yapılan Osmanlı değil Türk akınları, Türk seferleridir… Çin seddinden Viyana kapılarına kadar bu böyledir.

Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır.  Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık…

Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen var ne de Batı Türkistan’ı… Mitolojide geçen bir Yunan atasözüdür: ‘’Sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır.’’ Atasözünün ne demek istediğini anlıyorsunuz değil mi?

Adriyatik’ten Çin seddine, Alp Dağlarında Altay Dağlarına kadar ‘’Türk’’ ismi sadece etnik bir aidiyetin adı değildir, ‘’Türk’’ ismi ulusal bir aidiyetin adıdır. Türk ulusunun içerisinde Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Çeçen’i, Gürcü’sü, Abaza’sı, Tatar’ı, Arnavut’u, Boşnak’ı onlarca milliyet vardır.

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir…’’

Şimdiki yaşadığımız coğrafyanın adı Türkiye’dir, burada yaşanılan Türk kültürüdür, burada yaşayanlar ise etnik kimliklerine, milliyetlerine ve inançlarına bakılmaksızın Türk’türler, bayrakları Türk bayrağıdır, dilleri Türkçedir. Edebiyatları Türk edebiyatıdır, şiirleri Türk şiiridir… Bazı kasten veya gafletten yazan ve söyleyenlerin yazdıkları ve söyledikleri gibi ‘’Türkiye Edebiyatı’’, ‘’Türkiye şiirleri’’ değildir… Bütün bunlar bu coğrafyanın bin yıllık tarihinin reddedilmesi bir mümkünsüz tabii sonucudur.

Bu nedenle Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk diyor ki; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. ” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)

Dikkat edilirse Mustafa Kemal Atatürk “Türk halkına” demiyor, “Türkiye halkına” diyor. Bu tanımın ne ırkçılıkla ne de etnikçilikle bir ilgisi vardır. Aslında “Türk Ulusu”nu tarif ediyor Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu da bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır.

Ernest Renan ve ulus kavramı

Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) isimli kitabında ulusu şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.” Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.

Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bir Arap ulusuna dönüşemedikleri için emperyal güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür. Zaten bu nedenle emperyal güçler (Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rus vb.) sömürmek istedikleri milliyetlerin ulus devlet olmalarını istemezler ve bu nedenle de Osmanlının bakiyesi bir ümmet topluluğundan çağdaş bir Türk ulusunu yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ten bu emperyal güçler ve onların işbirlikçileri pek hazzetmezler.

İstesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.

Roma Hukuku uzmanı İtalyan hukukçu (aynı zamanda o zamanlar Adalet ve Eğitim Bakanı) Arangio Ruiz (1884-1964)’in Roma hukuk mirası için söylediği bir deyim vardı: '’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Romanisti''… (İstesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Romalıyız.) Bunu Anadolu’daki, Balkanlar’daki, Ortadoğu’daki ve Orta Asya’daki Türk mirası için de kullanmak mümkündür: ’’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Turkisti''…

Acı olan

Ülkenin her tarafından ‘’Türk’’ sözcüğü silinirken, içinde ‘’Türk’’ sözcüğü geçiyor diye okullarda söylenen ant kaldırılmak istenirken milli şair Mehmet Âkif’in dizeleri geliyor aklıma:

“Ey dipdiri meyyit (ölü) ‘iki el bir baş içindir’
Davransana, eller de senin baş da senindir 
His yok, hareket yok, acı yok... leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin”. 

Acı olan bu konuda kimin ne söylediği veya söylemediği değildir. Acı olan Türk ulusunun bu konudaki yaşadığı sessizliktir. Herkes meşrebine göre düşünüyor, konuşuyor ve davranıyor... Baksanıza, dün ‘’3 Mayıs Türkçülük Günü’’ idi ya… İktidarın ortağı, kendisini ‘’milliyetçi’’ olarak tanımlayan partinin lideri bu günü kutlarken ‘’Türk’’ kelimesini ağzına almaktan imtina ediyor, ‘’Türk ‘’ sözcüğünü telaffuz edemiyor… Kutlamayı ‘'3 Mayıs Milliyetçiler Günü'’ olarak yapıyor… Adama birisinin söylemesi lazım bugünün ‘’Milliyetçiler Günü’’ değil ‘’Türkçülük Günü’’ olduğunu… Ancak kendilerinin ‘’Türk milliyetçisi’’ olduğunu iddia eden partililerden zerre karşı ses çıkmıyor…  Acze, gaflete, delalete ve sefalete bakar mısınız!...

Son söz

Cumhurbaşkanı, AKP yetkilileri, MHP lideri veya bir başkası istedikleri kadar Türk kelimesini ağızlarına almasalar, istedikleri kadar Türk olduklarını bilmeseler de yukarıda bahsettiğim Latince sözde olduğu gibi; ‘’istesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.’’

Gözünüzü sımsıkı kapatmışsanız eğer, güneş yok değildir ki!...

Osman AYDOĞAN




1944 Irkçılık-Turancılık Davası

03 Mayıs 2020

Dünya tarihinde hiç unutulmayan siyasi davalar vardır: Dreyfus Davası (Fransa), Rosenbergler Davası (ABD), Mykonos Davası (Almanya) gibi… Bunların üçünü de sayfamda yazmıştım…

Türk tarihinde, günümüzde yakından ilgilenenler hariç artık pek kimseciklerin bilmediği bir dava vardır: ‘’Irkçılık-Turancılık Davası’’

Irkçılık-Turancılık Davası; 7 Eylül 1944'te başlayan ve 29 Mart 1945'e kadar süren, Türk siyasetinde önde gelen 23 ismin Irkçılık-Turancılık suçlamasıyla yargılandığı bir davanın adıdır.

Davaya konu olaylar şu şekilde gelişir:

Nihal Atsız – Sabahattin Ali Davası

1944 yılı Mart ayında Nihal Atsız, ‘’Orkun’’ dergisinde Başbakan Şükrü Saraçoğlu'na açık bir mektup yazar… Nihal Atsız, mektubunda Rus yanlılarının devletin çeşitli kademelerinde, özellikle Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde yuvalandıklarını iddia ederek dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'i hedef gösterir… Nihal Atsız bununla da yetinmeyerek Rus destekçisi olarak gördüğü Sabahattin Ali'yi ‘’vatan haini’’ diye de itham eder…

Bu yazı / mektup üzerine Sabahattin Ali, Nihal Atsız aleyhine tazminat davası açar… Bu dava üzerine Nihal Atsız'ın ‘’Orkun’’ dergisi 1 Nisan 1944 tarihinde kapatılır... 9 Nisan 1944 tarihinde de açılan tazminat davası Ankara’da görülmeye başlanır… Nihal Atsız’a destek için mahkeme salonuna gelen Turancı gençler Sabahattin Ali ve Hasan Ali Yücel aleyhine sloganlar atarak taşkınlık yapınca duruşma 3 Mayıs 1944 tarihine ertelenir.

Ankara Nümayişi

3 Mayıs 1944 günü yapılan duruşmada Nihal Atsız söz konusu davadan 4 ay hapse mahkûm olur… Turancı gençler kararı protesto amacıyla Ulus’ta toplanarak başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüşmek için bakanlığa doğru yürümeye başlarlar. Polisin eylemcilere müdahalesi sert olur… Göstericilerden bazıları tutuklanır…

Ancak olaylar burada bitmez…

Bu yürüyüşe katılıp tutuklananlar hakkında dava açılır… Ancak bu dava sıradan bir nümayiş davası değildir. Gösteriye katılıp tutuklananlar dışında çok sayıda Turancı da tutuklanır… Tutuklananlar arasında o dönemde üsteğmen olan Alparslan Türkeş dâhil askerler de vardır… Tutuklular meşhur (!)  Sansaryan Han'a götürülürler. Tutuklular o dönemden sonra ‘’tabutluk’’ adı verilecek olan hücrelerde tutulurlar ve pek de iyi muamelelere maruz kalmazlar, işkence görürler..

Irkçılık-Turancılık Davası

Tutuklular 7 Eylül 1944 tarihinde İstanbul 1 No’lu Örfi İdare (sıkıyönetim)  Mahkemesi’nde "gizli teşkilat kurarak kurulu düzeni yıkmaya teşebbüs" suçundan yargılanırlar. Sekiz ay süren yargılama sonucunda 29 Mart 1945 tarihinde Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaş Fer, Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Cebbar Şenel ve Cemal Oğuz Öcal çeşitli cezalara çarptırıldılar. İşte bu dava tarihte adını ‘’Irkçılık-Turancılık Davası’’ olarak alır…

Nihal Atsız mahkûmiyet kararı kendisine tebliğ edildiğinde "turan için mahkûmiyet benim için şereftir" beyanında bulunur. Üsteğmen Alpaslan Türkeş de 9 ay 10 gün hapse mahkûm olur, ancak Askerî Mahkeme’nin temyizi ile fazla cezaevinde kalmaz.

Bu davadan hüküm giyenlerin cezaları Tophane Askerî Hapishanesinde infaz edilir…

3 Mayıs Türkçülük Günü

Günlerden 3 Mayıs 1945 günüdür.  3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan Nihal Atsız -Sabahattin Ali davasının ve dava sonunda yapılan ‘’Ankara Nümayişi’’nin birinci yıldönümüdür… Tophane Askerî Hapishanesinde bulunan Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Nejdet Sançar ve Reha Oğuz Türkkan başta olmak üzere 10 mahkûm tarafından, Türkçülük-Turancılık davasının gerekçelerinden biri olarak gösterilen Nihal Atsız -Sabahattin Ali davasının duruşmasından sonra yaşanan “Ankara Nümayışı”nı anmak amacıyla örtüsüz bir masa etrafında toplanırlar… İşte ilk defa 3 Mayıs 1945 tarihinde yapılan ve daha sonraki senelerde de devam eden toplantılar Türkçülük Günü (Bayramı) diye anılır…

Bu siyasi davanın arka planı

Bu dava siyasi bir davadır… Her siyasi davanın mutlaka siyasi bir maksadı ve bir uluslararası boyutu vardır tıpkı Dreyfus Davası’nda, Rosenbergler Davası’nda olduğu gibi… Tıpkı Balyoz-Ergenekon siyasi davalarında olduğu gibi… Düşünsenize; Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı 15 Temmuz menfur darbe girişim olur muydu? Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı Türkiye Suriye – Libya bataklığına girer miydi? Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı Türkiye’de rejim değişip ülke tek adama teslim edilir miydi? Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı ülke Diyanetin vesayetine girer miydi?

Neyse bu konular çetrefilli konular... Biz gelelim ‘’Irkçılık-Turancılık Davası’’na…

İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıç yıllarında Almanya ve İtalya’nın başını çektiği milliyetçi blok Avrupa’da hızla ilerlerken Türkiye savaşa girip girmemek konusunda kararsızdır… Her iki taraftan gelen baskılara direnmektedir. Bu günlerde Türkiye’deki Turancılar savaşa Almanya’nın yanında savaşa girerek Kafkasya’daki Türklerle birleşmenin doğru olduğuna inanmaktadırlar… Bunu gören ve durumdan faydalanmak isteyen Alman hükümeti de bu konuda Turancılara destek verir… (Tıpkı Ilımlı İslam için ABD’nin ve AB’nin AKP hükümetine ülkede ''ulusal'' olan ne varsa yok etmek için verdikleri destek gibi...)

Almanya'nın o dönemki Ankara büyükelçisi von Papen Turancı çevrelerle görüşerek Orta Asya Türk cumhuriyetleri hakkında bilgi toplar ve destek arar… 1942 yılında Almanya Sovyetler'e doğru ilerlemekteyken Alman Büyükelçi von Papen İsmet İnönü ile de görüşür… Ancak büyükelçi tarafsız kalmaya kararlı İnönü’den beklediği desteği bulamaz… Ancak İnönü, Alman desteğiyle süren Turancı akımların pek fazla üzerine giderek Almanya’nın tepkisini çekmek de istemez… Hatta Nazım Hikmet gibi, Sabahattin Ali gibi solcular hapislerde süründürülürken Turancılar baş tacı edilir, resmî ideoloji tarafından hoşgörüyle karşılanır, hatta bizzat hükümetten destek bulur…

Ta ki Ruslar Alman kuşatmasını kırarak Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlayıncaya kadar...

Almanya'nın savaşı kaybedeceği anlaşılınca rüzgâr tersine döner… 3 Mayıs 1944 tarihine kadar faşist Almanya’ya şirin görünmek için Turancılar baş tacı edilirken, bir anda Sovyet ilerleyişine karşı kalkan edilmek uğruna yurtsever insanlar tabutluklara tıkılır… Olayı gülünç kılan ise, bu insanlara isnat edilen suçun "Turancılık" olmasıdır.

Hem Dreyfus Davası’nda, hem Rosenbergler Davası’nda hem de bu davada devletin şizofrendik halini görürüz… Bu dava sonrasında Sabahattin Ali saldırıya ve hakaretlere maruz kalır, sonrasında da öldürülür… Sabahattin Ali’yi öldüren kişi ‘’vatanperver hislerle’’ bir ‘’vatan haini’’ni öldürdüğünü söyler… Hani bugünlerde devletimizin en tepesinden ‘’hain’’ sesleri çokça dillendiriliyor ya! Bir hatırlatayım istedim en tepeden böylesi söylemlerin nelere mal olabileceğini…

Hoş devlet ‘’Balyoz –Ergenekon davaları’’nda az mı şizofrendi? O davalarda kaç yurtsever aydın ve subay katledildi? O davalarla devletin altına dinamit koyup patlatmadılar mı?

Neyse bunlar çetrefilli konular, benim boyumu aşar... Yine biz konumuza dönelim…

Yazar Çağrı D. Çolak ‘’1944 Irkçılık – Turancılık Davası: Tutuklamalar, İşkenceler, Savunmalar’’ (Doğu Kütüphanesi Yayınları, 2019) isimli kitabında bu davanın Türkçü - Turancı harekete dâhil olmayanlar tarafından bile eleştirilen dava olduğunu ifade eder… Çağrı D. Çolak bu kitabında Niyazi Berkes ve Uğur Mumcu’nun dava hakkında görüşlerine yer verir:

Niyazi Berkes: "Turancılık olayı, Rusların gözüne girmek için tezgâhlandı. Rusların bu oyunu yutmadığı görülünce, Turancılar aklandı."

Uğur Mumcu: "1944 Irkçılık - Turancılık Davası, nereden bakarsanız bakın bir siyasal davaydı. Her siyasal davada olduğu gibi, bu davanın sorgularında da sanıklara işkence yapıldı. Fakat Almanlarla işbirliği yaptıklarını ortaya koyacak bir kanıt çıkmadı."

Olayların ve duruşmaların kahramanlarından biri ve doğrudan doğruya şahidi olan Nejdet Sançar’ın günü gününe tuttuğu notlardan oluşan ‘’1944 Irkçılık Turancılık Davası-Mahkeme Günlükleri’’ (Bozkurt Yayınevi, 2018) isimli kitabı bu konuda yazılmış en iyi eser olduğunu düşünüyorum…

Bir anda Sovyet ilerleyişine karşı kalkan edilmek uğruna tabutluklara tıkılan, işkenceler gören, tırnakları çekilen bu yurtsever insanları yılda bir gün de olsa, 3 Mayıs, anmaya değer diye düşünüyorum…

Şimdi kendilerini ‘’milliyetçi’’ ilan edenlerin siyaset sahnesindeki ibretlik hallerini görünce o günkü yurtsever insanların önünde saygıyla eğiliyorum…

Osman AYDOĞAN




Beyoğlu Hüseyin Ağa Cami

03 Mayıs 2020

Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiş ve bu kapsamda da dün Bursa Ulu Cami’sini anlatmıştım... Bu yazımda da İstanbul Beyoğlu'nda yer alan ''Hüseyin Ağa Cami''sini anlatacağım... Bu cami halk arasında daha çok ‘’Ağa Cami’’ olarak tanınır, bilinir…

Ağa Cami'sini anlatmadan önce İstanbul camileri için yazılan şiirlerden kısaca bahsetmek istiyorum... Çünkü Türk şiirinde camiler büyük yer tutar. Özellikle İstanbul camileri. 

Türk şiirinde İstanbul camileri

Türk şiirinde İstanbul camilerinin önemli bir yeri vardır. Bunların en başında Yahya Kemal’in ''Süleymaniye'de Bayram Sabahı'' isimli şiiri gelir. Yahya Kemal şiirine şöyle başlardı:

‘’Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
 Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de’’

(Mehâbet: Büyüklük, ululuk, yücelik)

Mehmet Akif de ''Fatih Kürsüsü'nde'' şiiriyle Fatih Cami'nin ihtişamını, caminin cemaatini ve Osmanlının son halini anlatır. Şiirin sonlarında da Osmanlıyı diğer milletlerle mukayese eder. Âkif şiirinde diğer milletlerden şöyle bahseder:

‘’Heriflerin, hani dünya kadar bedayii var:
Ulumu var, edebiyyati var, sanayii var.’’

(Bedayii: Eşi ve benzeri olmıyan güzel, mükemmel ve yeni şeyler. Ulum; İlmin çoğulu)

Rıza Tevfik, Divan tarzında hece ile Üsküdar Mihrimah Sultan Cami için yazdığı ''Harap Mabet'' adlı kendisine seslendiği ve ‘’Vardım eşiğine yüzümü sürdüm’’ diye başladığı şiirini şöyle bitirirdi: ’’Hey Rıza! Secdeye baş koy da inle…’’

Ve Nâzım Hikmet’in Beyoğlu’ndaki ‘’Ağa Cami’’ için yazdığı ve kimseciklerin pek bilmediği bir şiiri var. Zaten bu yazımın amacı da bu şiiri ve bu şiir vasıtasyla ''Ağa Cami''ni tanıtmaktı. Bu nedenle de bu noktaya gelmek için Türk şiirindeki İstanbul camilerinden bahsettim...

Bu nedenle de önce Nâzım Hikmet'in bu şiirin tamamını veriyorum... Ancak bahsettiğim diğer şiirleri de bulup okumanızı isterim...

Ağa Cami

Havsalam almıyordu bu hazîn halî önce
Ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce

Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım;
Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım.

Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda kî, anası can verîrken,

îşıklı kahvelerde kendî öz evladı var…
Böyle sokaklarda kî, çamurlu kaldırımlar,

En kîrlenmîş bayrağın taşıyor gölgesînî,
Üstünde orospular yükseltîyor sesînî.

Burda bütün gözlerî bîr sîyah el bağlıyor,
Yalnız senîn göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

Kendî elemîm gîbî anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

Bu îmansız muhîtte öyle yalnızsın kî sen
Bîr tesellî bulurdun ruhumu görebîlsen!

Ey bu camînîn ruhu: Bîze mucîze göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

Bîr gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerîn yangınıyla!

("İlk Şiirler", Yapı Kredi Yayınları, 8. Kitap, s. 117)

Bu şiiri Nâzım Hikmet 1921'de Mütareke yıllarında, Mütarekenin ve İstanbul’un işgalinin verdiği hüzünle yazar.  Şiir ilk kez, 21 Mart 1921'de "Anadolu'da Yeni Gün" adlı yayında çıkar.

Mevlevî Nâzım Hikmet

Ağa Cami’ni anlatmadan önce Nâzım Hikmet’in böylesine bir şiiri nasıl yazdığını anlatmak istiyorum… Ama en önce de Nâzım’ın bir Mevlevî olduğunu söylemek istiyorum…

1902 yılında Selanik’te doğan Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Bey ile Celile Hanımın evlilik hayatları uzun sürmez. Çift, Nâzım ve Samiye adında iki çocukları olduktan sonra ayrılırlar. Celile Hanım resim tahsil etmek için Paris’e gider. Çocuklar dedeleri Nâzım Paşa’nın evine sığınırlar. Nâzım Hikmet, hemen hemen bütün çocukluğunu Nâzım Paşa’nın evinde geçirir. Bu yüzden hayatında dedesinin önemli bir yeri vardır.

Dede Nâzım Paşa şairdir ve şiirlerini aruz vezninde yazmaktadır. Ne var ki Nâzım Hikmet zamanın çocuğudur. Günün genç şairleri ise yalnız hece vezniyle şiir yazmaktadırlar. Ziya Gökalp’in 1910'da Selanik’te ‘’Genç Kalemler’’ ile açtığı akım bütün şair ve aydınları sarıvermiştir. Nâzım da bu akımdan etkilenerek ilk şiirlerini hece vezninde yazar.

Nâzım, kendisi için şöyle der: “ ...Şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Fransızcayı çok iyi bilirdi, ama Osmanlıcayı bilmezdi. Benim gibi... Büyük babam, Mevlevî Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde şiir baş köşeydi...”

1920’ye kadar olan hayatında ‘’Milli Edebiyat’’ akımının tesirlerinde kalan ve tema olarak vatan, Mevlânâ, sevgi konularını işleyen Nâzım’ın gençliğinde yazdığı şiirleri pek fazla kişi bilmez.

Nâzım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa Mevlevî tarikatına bağlı dindar bir adamdır. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşamaktadır. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılır. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir eder. 

Çocuk Nâzım, özellikle Mevlevîhane’ye gidip Mevlevîlerin zikir ve mukabele-i şeriflerini seyretmeye bayılır. Başlarında uzun külahları, sırtlarında tennureleri ile semazenlerin dönüşleri ve musiki çok etkileyicidir. Nâzım’ın bu ortamda Mevlevî tarikatından etkilenmemesi mümkün değildir. Nâzım’ın aşağıdaki şiiri bu etkiyi çok güzel gösterir:

‘’Sararken alnımı yokluğun tacı
Gönülden silindi neşeyle acı.
Kalbe muhabbette buldum ilacı,
Ben de müridinim işte, Mevlânâ.

Ebede set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalbten temizlendim, huzura geldim,
Ben de müridinim, işte Mevlânâ.’’

Bu şiirin hikâyesini ise Vâlâ Nureddin “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” (İlke Kitap, 2011) adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde anlatır…

Nâzım Hikmet’in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde bu dini hassasiyet görülür. (*) İşte Beyoğlu’ndaki Ağa Cami şiiri de bunlara bir örnektir. 

Şimdi de gelelim Ağa Cami’ne…

Ağa Cami

Halen Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Ağa Cami, Galatasaray ağası olan Şeyhülharem Hüseyin Efendi tarafından 1594 (bazı kaynaklarda 1597 diye geçer) yılında yaptırılmıştır. Hadika’nın yazma nüshalarının birinde, adı Emin Bey Camii olarak da geçer. 1597 yılında yapılan ilk camii kubbeli imiş, günümüzde ise düz çatılıdır. Camii’nin mihrabı, duvarları ve minaresi ilk yapıdan kalmıştır. İçeride dört kalın kare prizma ayak, baskılı çatıyı tutar.

Kıble duvarında ve yan duvarlarda, dörderden iki sıra pencere yer alır. Kemerli pencereler renkli camlarla tezyin edilmiştir. Duvarlar yakın zamanlardaki onarımdan sonra belli bir yüksekliğe kadar Kütahya çinisiyle yenilenmiştir. İç avluları yeşil-mavi Kütahya çinileriyle süslüdür. Tavan ve tonozlar ise renkli kalem işleriyle bezenmiştir. Cami içindeki hatlar, son büyük hattatlarımızdan İsmail Hakkı Altunbezer’e aittir. Yapının minberi ve kürsüsü ahşaptandır. İstiklal Caddesi tarafından avluya girildiğinde sağ tarafta mihrap hizasında, çimenlerin arasında iki tane mezar taşı vardır. Bunlardan biri caminin banisi, Galatasaray'ın kapı ağalarından Hüseyin Ağa'ya, diğeri de Davut Ağa'a aittir…

Caminin avlusunda, Mimar Sinan’ın eseri olan bir şadırvan bulunur. Bu şadırvan Kasımpaşa Sinan Paşa Camii’nden buraya nakledilmiştir. Tek şerefeli minaresi caminin sağ tarafında yükselir. Dönemlerin Beyoğlu’sunda oturan İstanbul beyefendilerinin ve hanımefendilerinin uğrayabileceği Ağa Cami çok kez hasar görür. Daha önce avlu kapısı üzerinde duran tuğralı, sekiz satırlık kitabesinden, 1800’de, 1864’de ve daha sonraki yıllarda yapıda oluşan hasarların, bizzat Sultan II. Mahmut tarafından 1834 tarihinde tamir ettirildiği bilinmektedir. Son zamanlarda bir kez daha yanar ve Suzan Hanım isminde bir hayırseverin çabalarıyla tamir edilir… Uzun yıllar bakımsız kalan Ağa Cami, üçüncü ve son tamiratını 1938 yılında görür. Ancak o son tamirata kadar epey bir harap haldedir ki Nâzım Hikmet’in şiiri de zaten o haraplıktan yola çıkıyor.

Ancak Ağa Cami’nin bu harap vaziyeti bakımsızlığındandır. Aslında Ağa Cami yapıldığı gibi, aradan geçen dört yüzyıla, geçirdiği yangınlara rağmen sapasağlam, dimdik ayakta durmaktadır.

Ta ki birileri Ağa Cami’nin temelini, duvarlarını, taşlarını çatlatana kadar…

Ağa Cami'nin çatlayan temelleri, duvarları

Beyoğlu İstiklal Caddesinde Ağa Cami’nin tam karşısındaki bir alana, sahip olduğu medya grupları ile iktidarın başdestekçisi Demirören Grubuna bir AVM yapılmak üzere 2004 yılında 19 bin metrekare inşaat izni verilir. 1983 tarihli, 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’na göre oraya değil devasa bir bina yapmak çivi bile çakmak yasaktır aslında… Ancak Demirören AVM, 7 yılda 19 bin metrekare inşaat iznine karşın 50 bin metrekarelik inşaat alanına ulaşır. İstanbul BB Teftiş Kurulu raporuna göre bu AVM’nin hem son iki katı, hem yeraltındaki kısımlarının bir bölümü, hem de arkaya uzanan blokların bir parçası kaçaktır. Her gün binlerce insanın girdiği Demirören AVM iskânsız olarak ve yangın yönetmeliklerine aykırı olacak şekilde açılır.

Kaçak AVM’nin bu kısmının Ağa Cami ile ilgisi yoktur... Ancak inşaat nedeniyle yerin 30 metre altına inen hafriyat, yanı başındaki bu yüzyılların eskitemediği, yüzyılların, işgal yıllarının bir taşını bile yerinden oynatamadığı 16. yüzyıldan kalma işte bu Ağa Cami’ni tahrip eder, duvarlarını çatlatır, taşlarını yerinden oynatır. Sonunda da Ağa Cami ibadete kapatılmak zorunda kalınır. Sadece Ağa cami etkilenmez bu hoyratlıktan, inşaatın yakınında birçok tarihi bina da hasar görür.

Tıpkı Üsküdar’da sahil şeridinde bulunan ve 1580 yılında Şemsi Ahmed Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan ‘’Şemsi Ahmed Paşa Cami’’ (Kuşkonmaz Cami)’nin de sahile çakılan kazıklar nedeniyle temelinin ve duvarlarının çatlatılması gibi…

Bir onarım yüzsüzlüğü

İşte bu nedenle tahrip edilen, hasar gören Ağa Cami’nin, Demirören Holding desteğinde İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü kontrolünde, 20 Nisan 2012 tarihinde onarımına başlanır. Onarım iki yıl sürer…

Bu onarımın sürdüğü iki yıl süresince Ağa Cami’nin etrafına bir perde çekilir ve bu perdede kocaman kocaman harflerle bu onarımın ‘’Demirören Grubu’’ tarafından yapıldığı yazılır.

İşte bu yazı insanın yüreğini burkar, insanın içini sızlatır…

Caminin temelinin sarsılmasına, zedelenmesine, duvarlarının çatlamasına, taşlarının yerinden oynamasına, harap olmasına, yıkım tehlikesi geçirmesine ve bu nedenlerle de ibadete kapatılmasına neden olup, sonra da '’restore ediyoruz, onarıyoruz’' diye pankart asmak ancak bu devrin yandaşlarına mahsus bir yüzsüzlük olsa gerek…

20 Nisan 2012 tarihinde başlayan Ağa Cami’nin onarımı iki yıl sürer ve 14 Nisan 2014 tarihinde tamamlanır. Açılışı, Vakıflar Genel Müdürlüğünün bağlı olduğu o zamanki Devlet Bakanı Bülent Arınç tarafından yapılır. Bülent Arınç açılışta Nâzım Hikmet’in işte bu ‘’Ağa Cami’’ isimli şiirini okur. Ancak tören öncesinde Bülent Arınç'ın Nâzım Hikmet’in bu şiirinden haberi yoktur. Bülent Arınç, okuması için bu şiir eline tutuşturulduğunda şiirin Nâzım’a ait olduğuna inanmaz ve şiirin Nâzım’a ait olup olmadığını inceletir. Tüccar gibi dini siyasetlerine araç olarak kullanan bir zihniyetin ''Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım; Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım'' dizelerindeki samimiyeti ve içtenliği anlaması beklenemezdi zaten...

Tabii ki İstanbul’un her tarafına, daha cami mimarisini bilmeden, minare yüksekliği ile kubbe çapı oranı arasındaki ilişkiyi dahi anlamadan, her boş araziye hiçbir sanatsal ve mimari değeri olmayan ucube ucube beton yığını camiler yapıp -hem de devletin kesesinden adının dahi ne anlama geldiğini bilmeden ‘’Selatin Cami’’ diyerek-, gerçek birer sanat ve mimari şaheser olan tarihi camilerin siluetlerini kaba kaba beton yığınları ile kapatan, örten, yüzyılların yıpratamadığı tarihi camilerin temellerini, duvarlarını, taşlarını bir rant uğruna yerinden oynatan, sarsan, çatlatan, peşkeş çeken bir iktidarın mensubunun Nâzım’ın ‘’Ağa Cami’’ şirini bilecek ve anlayacak hali olmazdı zaten… Ki kendisine bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü nedeniyle bu caminin korunmasından sorumlu birisiyken tahrip edilmesini seyreden birisi olarak... Ki İstanbul Beyoğlu Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü, temelleri Demirören AVM inşaatı nedeniyle tahrip edilen Ağa Cami’sine 200-300 m mesafede iken… Kendisinin böylesine bir sorumluluğu varken restorasyondan sonra açılışını yapıp, onarıma katkı sağladı diye tahrip edenlere teşekkür etmek, şilt vermek böylesi bir zihniyete ait bir yüzsüzlük olsa gerek...

Bu nedenle Ağa Cami’nin her önünden geçişimde ''havsalam almıyordu bu hazîn halî önce, ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce'' diye hazin hazin iç geçirir, sonra da sorarım kendi kendime ‘’Ağa Cami’’ mi yoksa ‘’Ağlayan Cami’’mi diye…

İbrâhim bin Ethem’i anlatırken de bahsetmiştim, son yıllardaki bütün araştırmaların Türkiye’de ateizmin ve deizmin arttığını ve dindarlığın azaldığını gösterdiğini... Devr-i iktidarlarında sadece dinin temelleri sarsılmıyor, görüldüğü gibi dinin yüzlerce yıllık mabetlerinin de temelleri sarsılıyor...

Bir rant uğruna ya Râb ne mâbetler yıkılıyor...

Osman AYDOĞAN

(*) Burada bir açıklama yapmam gerekiyor:

Nâzım Hikmet, bir dönem ‘’Ben de müridinim’’ dediği Hz. Mevlânâ ile de kavga eder! 1945 yılında Bursa Hapishanesi’nden Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade ediyordu:

“Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlânâ’ya kadar götürmüşüm. ‘Sureti hemi zillest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap:

'Bir gerçek alemdi gördüğün, ey Celâleddin, heyula filan değil,
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illeti-ula filan değil,
Ve senin kızgın etinden kalan rübailerin en muhteşemi;
Sureti hemi zillest falan diye başlayan değil...' ’’

(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)

(Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile gelir. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür o kadar. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.)



Bursa Ulu Cami

02 Mayıs 2020

Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiştim… Bugün de herkeslerin bildiği bir camiiyi, Bursa Ulu Cami’sini tanıtacağım…

Benim bu tanıtımım Ulu Cami’nin farklı bir özelliği ile olacak… Ancak benim Ulu Camii’nin bu özelliğini anlatabilmem için kısa (!) bir giriş yaparak Arapça’daki ‘’vav’’ harfini anlatmam gerekiyor… Şimdi diyeceksiniz ki Bursa Ulu Cami ile Arapça'daki ''vav'' harfinin ne ilişkisi var? Ama demeyin, sabredin...

Arapça ''vav'' harfi...

Türkçe’de “ve” diye seslendirdiğimiz harfe Arapça’da “vav” denir. Arapça’da on yedi tane farklı anlamda “vav” vardır. ‘’Ve’’ bizde sadece bağlaçken bu anlamdaki ''ve''ye Arapça’da ‘’atıfa’’ denir: ‘’Vav-ı atıfa’’.

Arapça’da bir de ‘’yemin vav’’ı var: ‘’Vav-ı kasem’’. ''Vav-ı kasem'': Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Türkçe’ye “andolsun, yemin olsun” şeklinde tercüme edilir… ‘’Vav-ı kasem’’, yani ‘’yemin vav’’ı, arkasından dikkatlerimizin çekilmek istendiği önemli bir şeyin geliyor olacağını haber eder... Kur’anı- Kerim’de çoğu vakitler üzerine -kuşluk vaktine, fecre, geceye, gündüze (vel-fecr, ve’d-duha, ve’n-nehâr, ve’l-asr, ve’l-leyl…) ve bunların alametleri sayılan güneşle aya yemin edilir. Asr sûresinde, mutlak mânâda zamana yemin edilerek, akıp giden vakti dikkatle değerlendirmesi konusunda insanoğlu uyarılır.

’’Vav-ı kasem’’ için bir örnek ‘’Duhâ’’ sûresidir. Duhâ sûresi, sûre ’'Ved duhâ’’ ile başladığı için genellikle ‘’Ved duhâ sûresi’’ diye de anılır. Duhâ, kuşluk vakti demektir.  Ved duhâ: ''Andolsun kuşluk vaktine'' mealindedir...

Hatta bu konuda bir de fıkra bile var…

Geçmiş zamanda, medresenin sınav günü gelip çatmış. Mollalar sıra ile sınav ekibinin önüne diz çöküp yöneltilen sorulara yanıt veriyor. Sıra bizim mollaya gelince ser mümeyyiz (baş gözetmen) sormuş: ''Ved duhâ’nın vavı, ‘’vav-ı atıfa’’ (bağlaç) mı yoksa ‘’vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) mı?''

Molla büyük bir ciddiyetle “vav-ı atıfa” (bağlaç) demiş. Baş ayırtman yüzünde oluşan gülücüklerle ''aferin evladım, demiş çıkabilirsin.''

Mümeyyizler şaşkın. Çünkü cevap yanlış. Biri dayanamayıp “yanlış söyledi ama siz aferin dediniz” diye itiraz edecek olmuş. Efendi hazretleri nedenini açıklamış: ''Yahu siz bilmezsiniz. Ben bunun babasını da sınava çekmiştim. O 'ved duha’da 'vav' yoktur' diyordu...''

Bu fıkrada sağa sola atılacak mebzul miktarda taş vardır ama neyse biz mevzuyu dağıtmadan dönelim konumuza…

'’Vav’’ harfi Arapça’da ‘’vâv’’ diye okunur ve Arap alfabesinin yirmi altıncı, Osmanlı alfabesinin ise yirmi dokuzuncu harfidir. Arapça ve Farsça sözcüklerin yazımında ‘’vav’’ harfi v, o, ö, u, ü harflerinin bugün karşıladığı sesler için kullanılıyordu. Türkçe sözcüklerdeki o, ö, u, ü sesleriyse “vav"la değil, harekeyle (zemme ya da ötre) gösteriliyordu.

Ancak Arapça'daki ‘’vav’’ ile bilgi bu kadar değildir. Arapça'da ve Divan edebiyatında ''vav'' harfinin daha derin dînî, felsefi ve sanatsal anlamı vardır. Hazır ''vav'' harfiyle yola çıkmışken, Bursa Ulu Camii'ye de gelmeden bunlara da kısaca değinmek istiyorum...

Divan edebiyatında ''vav'' harfi...

Divan şiirinde harflerin yeri hiç şüphesiz çok büyüktür. Harfler Divan şiirinde aşkı, âşıkı ve mâşuku anlatmak ile mükelleftir. Bunu hem birbirleriyle olan temasları sonucu yazı şeklinde ortaya koyarlar, hem de her harfin sahip olduğu şekil aşkı, âşıkı ve mâşuku bize hatırlatır. Mesela ‘’elif’’ harfi kendisinden sonra gelen hiçbir harfle birleşmediği için kesrete/çokluğa bulaşmamış olarak yorumlanır. Bu harf başlangıç harfidir ve Allah’ı sembolize eder. Başlangıç Allah olduğuna göre, her şey O’ndan sonradır.

Divan edebiyatında başka bir harfimiz ise ’’sad’’dır. ‘’Sad’’ harfi sevgilinin gözünü simgeler. Bu harfin noktalısı olan ‘’dat’’ ise sevgilinin gözünün üstündeki ‘’ben’’dir. ‘‘Nun’’ harfi ise sevgilinin ebrularını yani kaşlarını simgeler. ‘’Nun’’ harfi çok kavisli olduğundan kemanı andıran ebrular bu harfte vücud bulmuş gibidir. ‘’Cim’’ harfi sevgilinin yanağıdır. ‘’Cim’’ harfinin ortasındaki nokta ‘’ben’’dir. Sevgilinin ağzı ‘’mim’’dir. Çünkü sevgilinin ağzı ‘’mim’’ harfinin yuvarlağı kadar küçüktür. ‘’Mim’’, ''yokluk'' demektir. Dudak tasavvufta ''yokluk'' anlamındadır. 

Divan edebiyatında "vav" harfinin, sevgi ve vefaya delalet ettiği söylenir…

''Vav'' harfinin dînî anlamı...

‘’Vav’’ harfi, ebced hesabında 6 rakamına denk gelmektedir. (Ebced hesabı, alfabetik bir sayı sistemini kullanarak, kelimelerin sayısal değerinin hesaplanmasına denilmektedir.) Bu 6 rakamı ise imanın altı şartını işaret etmektedir. İki “vav” yan yana geldiğinde ise, 66’ya tekabül eder. “Allah” lafza-i celalinin müfredatı da 66'dır. Aynı şekilde “Lâle ve Hilâl” de 66’ya tekabül etmektedir. Bazı Allah dostlarına göre, iki “vav” Allah’ı sembolize eder. Çünkü ebced değerleri aynıdır. Halk arasında "İşini 66’ya bağlamak’’ (Allah'a havale etmek) tabiri de buradan gelmektedir. 

‘’Vav’’ harfi, aynı zamanda Allah’ın vâhid (bir) ismini ve birliğini simgelemektedir. Yani vahidiyeti, vahdaniyeti bildirir. Vâhid (tek ve eşsiz) olan; eşi benzeri olmayan, ortağı bulunmayan, tek İlah olan, kendisinden başka ilah bulunmayan, sıfatlarında ve işlerinde asla benzeri olmayan el-Vâhid ile kastedilen anlam, Allah’ın (c.c.) sadece sayı olarak bir olması değildir. El-Vâhid, Allah (c.c.) bölünemeyen ve parçalanamayan birdir, manasına gelir. Yani sıfatlarında ve güzel isimlerinde bir ortağı yoktur. İlahlık O’na mahsustur. O’nun dışında hiçbir varlık ilahlık mertebesine ulaşamaz. Bunun dışında “vav” harfi, Allah’tan başka her şeyi (mâsivâ'yı) terk etmek manasına da gelir.  Lafz-ı ilahi (Allah’ın sözü) elifle başlar. Elif cümle kâinatın anahtarıdır, ‘’vav’’ ise kâinatın ta kendisidir.

Hat sanatında ''vav'' harfi...

‘’Vav’’’ın taşıdığı şekil hususiyetiyle, hat sanatında, bilhassa, sülüste, ehemmiyetli bir yeri vardır. ‘’Vav’’ harfi, hat sanatını temsil etmektedir. Mahreci iki dudak arasında olduğundan yolun sonu da ona aittir. 

Talebe için ‘’vav’’ harfi bir eğitimdir. Hâlistir, mukaddestir, müfrettir ve ürkütücüdür. Her hali ile tefekkürü ifade eder. Kavisinin zorluğu sebebiyle yapımı oldukça ustalık ister. Duruşunun zarifliğini vermek sabır, azim ve aşk işidir. 

Hat sanatında ‘’vav’’ harfinin önemini vurgulamak için şu meşhur hikâye hep anlatılır: 

Hattat Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş’a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur. Kayıkçıya; 

- “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir 'vav' yazayım, bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın” der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. 

Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz; 

- “Hafız Osman vav’ı” diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata “vav”ı satar kayıkçı. Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu “vav” ile kazanmıştır. 

Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır. Sıra Hafız Osman’a geldiğinde Kayıkçı; 

- “Hafız Efendi para istemez, sen bir 'vav' yazıver yeter” der. Hafız Osman gülümseyerek; 

- “Efendi o ‘vav’ her zaman yazılmaz. Sen dua et para kesemi yine evde unutayım” der.

''Vav'' harfi

‘’Vav’’, bir nevi hayatın özetidir. Yaşantısı Allah'a (cc) yakın olan bir kulun büyük sevdasıdır.... Bir hattatın baş tacıdır her daim... Hat sanatının ilk öğrenilen harfidir o. Yeryüzündeki bütün harflerin en estetiğidir o. O yazılınca, diğerleri peşinden bir bir dökülüverir... Diğer bütün harfleri, kelimeleri bir araya getiren, eksik parçaları tamamlayan bir harftir "vav". Tıpkı ayrı duran hatları sımsıkı birleştiren bir çengel gibidir ''vav''... Koca bir kalp dolusu aşktır, maharettir, sabırdır, sevgidir ‘’vav’’…

İnsan ‘’vav’’ şeklinde doğar da bir ara doğrulunca kendini ‘’elif’’ sanırmış… Rabbi ise kullarını ‘’vav’’ gibi mütevazı olsun istermiş…

Yazımın başlığı ‘’Ulu Cami’’ ancak şimdiye kadar hep ‘’vav’’ harfinden bahsettim. Şimdi bu noktaya kadar hep ‘’vav’’ harfinin Ulu Cami ile olan ilgisini merak ettiniz. Şimdi sıra ona geldi... Birazcık daha sabır...

Önce esas konum Bursa Ulu Cami hakkında kısa bir bilgi:

Bursa Ulu Cami...

Ulu Cami, Osmanlı Devleti'nin dördüncü padişahı Yıldırım Bayezid Han tarafından 1396 yılında Niğbolu Savaşı'nı kazanmasından sonra mimar Ali Neccar'a yaptırılır. Cami 1399 yılında ibadete açılır. Ulu Cami, sadece Türkiye’nin değil, İslam âleminin manevi yönden beşinci büyük mabedi olarak bilinir.

İçerisinde büyük bir şadırvana sahip olması ve Osmanlı’da yapılan ilk Cami-i Kebir (Büyük Cami) olma özellikleri Ulu Cami’yi diğer büyük camilerden ayırmaktadır. Şadırvan daha sonraki yıllarda İstanbul’dan Bursa’ya siyasi sürgün olarak gelen Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi tarafından yaptırılmıştır. 

Seyyah Evliya Çelebi 1640’lı yıllarda suyu Uludağ’dan gelen bu güzel havuzun içinde alabalıkların yüzdüğünden bahsetmektedir. Suyu en tepeden tek merkezden kaynayan bu şadırvanda su, havuza dökülürken Allah’ı tesbih edercesine 33 ayrı yerden akmaktadır.

Çok zengin hat sanatı örneklerine sahip olmasıyla ünlü olan Bursa Ulu Cami; içerisindeki 13 ayrı yazı karakteri ile 41 ayrı hattat tarafından yazılmış askılı ve sabit toplam 192 hat levhası ile bir nevi ‘’Hat Sanatları Müzesi’’ gibidir. Şu anda 9 ayrı yazı karakteri ve 21 sanatkârın 132 adet yazısı bulunmaktadır.

Cami içindeki bu levhalarda; Fatiha, İhlâs ve Nas sureleri başta olmak üzere, üç adet sûre, üç ayrı tarzda Ayet'el-Kürsi, 47 farklı ayet, 14 hadis-i şerif, Esma'ül-Hüsnâ'daki isimler, Allah (CC), Muhammed (SAS) ve İslam büyüklerinin isimleri, 25'ten fazla dua ve tespih sözü ile birkaç beyit ve iki şiir bulunmaktadır.

Şimdi Bursa Ulu Cami'nin ''vav'' harfi ile olan işlişkisi:

Bursa Ulu Cami' ve ''vav'' harfi...

''Vav'' harfini ve anlamını bu kadar uzun uzun anlatmamın nedeni Ulu Camii’nin her duvarında derin ve farklı anlamları olan ‘’vav’’ harflerinin yazılı olması ve bu ''vav'' harflerinin daha iyi anlaşılması içindi...

Ulu Cami'nin her duvarında yazılı bu ''vav'' harflerinin en güzeli, rivayetleri ile ünlü, tezhib sanatı ile süslenmiş ve ucuna lâle motifi işlenmiş ‘’vav’’ harfidir. Lâle süsleme sanatında Allah’ı (c.c.) sembolize eder…

Rivayet olunur ki; Ulu Cami’nin yapılışı sırasında Somuncu Baba adında bir zat her gün gelir, işçilere hayrına somun dağıtırmış. Somuncu Baba bir gün gene orada ekmek dağıtırken Hızır Aleyhisselam'ın da orada olduğunu fark etmiş. Kolundan tutup ‘’sen Hızır’sın ben anladım’’ demiş. ‘’Senden buraya gelip her gün namaz kılmanı istiyorum, eğer söz vermezsen buradaki herkese senin Hızır olduğunu söylerim’’ demiş. Hızır (a.s) her gün geleceğine dair söz vermiş ama o da bir istekte bulunmuş ve ‘’hangi vakit geleceğim bana kalsın’’ demiş. Bunun üzerin Hızır’ın (a.s.) Ulu Cami’deki ucuna lale motifi işlenmiş olan ‘’vav’’ harfinin önünde her gün gelip namaz kıldığı rivayet edilir fakat hangi vakit olduğu bilinmezmiş… Halen halk arasında bu rivayetin yaygın olması sebebiyle birçok kişi, dualarının kabul olacağı düşüncesiyle ucuna lale motifi işlenmiş olan ‘’vav’’ harfinin önünde namaz kılarlar…

Ulu Cami'nin her duvarında yazılı bu ''vav'' harflerinin en anlamlısı da Ulu Cami içinde caminin batı cephesinde günümüzde kadınların namaz kıldığı yerin batı duvarında çok değişik bir şekilde işlenmiş büyük ‘’celi sülüt’’ dört tane ‘’vav’’ harfidir. Mehmed Şefik Bey'in tashih ettiği yazılardan biri olan bu ‘’müsenna çifte vav’'ın kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta da, "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi yazılıdır. Bu önemli bir nasihattir. ‘’Vav’’ harfi ile başlayan kelimeler sorumluluk gerektiren işleri ihtiva eder. Allah Rasûlü (s.a.v.) bizleri sorumluluğu olan şeylerden sakınma noktasında uyarıyor ve zorunlu olmadıkça şu yedi "vav'’dan sakının, çekinin buyuruyor. Mesela; vali olmak, veli olmak, varis olmak, vekil olmak, vezir olmak, vakıf malını değerlendirmek, vâllahi yemininde bulunmak… Bu hadis, vazifeleri yerine getirirken hassas olmamızı, ölçülü davranmamızı tavsiye eder…

İşte böyledir Bursa Ulu Cami’nin ol hikâyesi… Bursa Ulu Cami'nin İslam âleminin manevi yönden beşinci büyük mabedi olması boşuna değildir.

Vâveylâ...

Hazır bu noktaya kadar gelmişken ''vav'' harfinden türemiş bir kelimeyi de aktarmadan geçemeyeceğim: Vâveylâ. 

Manayı bilmeyenler, kendisini ''elif'' sanıp da ''vav'' olamayanlar ‘‘vav’’ diyemez ‘‘vay’’ derler. İşte buna da ‘’vâveylâ’’ denir. Bu ‘’vâveyla’’ ise; vali olup, veli olup, varis olup, vekil olup, vezir olup, vakıf malını değerlendirir makamda olup da ‘’vav’’ olamadıkları için ''vay'' diye feryâd edenlerin halidir. Şimdilerde, bunlardan renkli ekranlarda, ceridelerde, meclislerde, kürsülerde, mevkilerde, makamlarda ve mikrofon başlarında olup da vâveylâ edenleri mebzul miktarda görüyor ve onları ibretle izliyoruz zaten…

Osman AYDOĞAN

Hat sanatında bir ''vav'' örneği:


Ulu Camii içinde camiinin batı cephesinde işlenmiş dört ‘’vav’’ harfinin (müsenna çifte vav) kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta yer alan "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi: (Aşağıdaki fotoğraf)


Ucuna lâle motifi işlenmiş ‘’vav’’ harfi:


Bir not:
 Buradaki bilgiler İslam Ansiklopedisinden derlenmiştir. Bir de merhum Kayınpederim de Bursa Ulu Camii'nin resterasyonunu yaptığından bir kısım bilgiler de kendisinden alınmıştır. 



1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı

01 Mayıs 2020

Türkçeyi çok iyi kullanan yazar ve şair Murathan Mungan’ın çok güzel bir şiiri vardı, ‘’Eskidendi, çok eskiden’’… Murathan Mungan’ın söylediği gibi hatırlar mısınız, eskiden çoook eskiden ‘’1 Mayıs İşçi Bayramı’’ kutlanırdı görkemli törenlerle… Şimdi ‘’nerede o bayramlar’’ der gibi ‘’şimdi nerede o törenler’’ diye hayıflanıyorsunuz değil mi?

Neden hayıflandığınızı anlatmadan önce kısaca 1 Mayıs İşçi Bayramının kısa bir tarihçesine bakalım…

1 Mayıs İşçi Bayramı tarihçesi

Tarihte ilk kez 1856'da Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar bir yürüyüş düzenlerler… 1 Mayıs 1886'da da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bırakırlar.  Değişik kentlerde binlerce siyah ve beyaz işçi, birlikte yürürler…

14 Temmuz - 21 Temmuz 1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü " olarak kutlanmasına karar verilir...

Zamanla 8 saatlik işgünü birçok ülkede resmen kabul edilir…1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliğini kazanır.

Türkiye’de 1 Mayıs İşçi Bayramı

1 Mayıs İşçi Bayramı Türkiye'de ilk kez 1923'te resmî olarak kutlanır… 1923 yılındaki bu kutlama için kadın şairimiz Yaşar Nezihe, Türkçedeki ilk ‘’1 Mayıs İşçi Bayramı’’ şiirini ‘’1 Mayıs’’ başlığı ile Mayıs 1923’de kaleme alır…  Bu şiiri yazımın sonunda veriyorum… (Bu sayfada yazdığım Şükûfe Nihal gibi, İhsan Raif Hanım gibi hazin bir hikâyesi vardır şair Yaşar Nezihe’nin)

İşçi Bayramı, 2008 Nisan'ında "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edilir. 2009 Nisan’ında da TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilir.

Şimdi gelelim baştaki hayıflanmamıza… Sadece bizde değil, tüm dünyada da 1 Mayıs İşçi Bayramları gittikçe sönük bir şekilde kutlanmaktadır…

Peki neden?

1989 dönüşümü

1989 yılında Sovyetler’in yıkılması çok şeyi bitirdi. Çift kutuplu dünya ile beraber çok şey de yitip gitti... Tek kutuplu dünyaya geçtik… Tek kutuplu dünya ile birlikte siyasetin ideolojik içeriği sıfırlandı... Kapitalizm rakipsiz kaldı… Küreselleşme icat edildi…

İnsanlar özgürleşiyor derken, tıpkı Roma döneminde olduğu gibi duvarlar yükseldi (Die festung Europa). Yine Roma döneminde olduğu gibi Avrupa dışındaki herkes barbarlar (Barbaren) olarak nitelendirildi, algılandı.

1989 dönüşümü sonrası dünya

Bu tarihten sonra Avrupa solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı bocaladı... Schröder’ler, Blair’ler, adları sol da olsa iktidarları boyunca hep neo liberal politikalar uyguladılar. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett, İngiltere’den bir daha Thomas More, Oscar Wilde, James Joyce, Thomas Stearns Eliot ve Virginia Woolf  çıkmadı...

Avrupa’ya yönelik göç dalgası, birbiri ardına gelen terörist saldırılar, milliyetçilik ve ırkçılık akımları ve Brexit Avrupa Birliği’nin iktidarsızlığını artırdı.  

İnternet teknolojisi ise bütün bu oluşumların üzerine tuz biber ekerek siyasette ‘’reality’’ ortamına prim veren iklimi yarattı. Küstahlığın, vasatlığın, kabalığın ve teşhirciliğin geçer akçe olduğu yeni bir iklim doğdu. Bu şekilde bir ‘’meşhuriyet’’ çağı başladı.

İşte TV’lerde, boyalı basında gördüğünüz vıcık vıcık seviye, kişiliksizlik ve küstahlık bu iklimin ürünü! Bu sadece Türkiye’de değil tüm dünyada böyle… Avrupa’dan ABD’ye, Rusya’dan Arap dünyasına kadar bu böyle…

Bütün bunların da sonucu olarak; “Batı” kapitalizminin krizi ve ABD dış politikasında da Soğuk Savaş’ın bitiminden beri görülen yalpalama ABD’de Trump’u yükseltti. Diğer ülkelerde de Rusya’da Putin, Macaristan’da Urban gibi Trump’ın kopyaları ortaya çıktı…

Küreselleşme sonucu

Son olarak küreselleşmenin dayatmasına da insanlık etnik-dini bir yeniden ‘’kavimleşme’’yle, ‘’ümmetleşme’’yle, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’popülizm’’le yanıt verdi. ‘’Sanayi kapitalizmi’’nin yerini ‘’finans kapitalizmi’’ aldı. Sanayi kapitalizminin yapısı çöktü. İşçi sınıfı kalmadı. Sendikacılık tükendi. Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı. Gerek Avrupa’da ve gerekse de Türkiye’de bu değişimi anlayamayan, algılayamayan ve bu değişime göre politika belirleyemeyen ve çözüm getiremeyen sol ve sosyal demokrat içerikli partiler bocaladılar, kendi içinde bölündüler, ideoloji olmayınca çıkar nedeniyle kendi içlerinde kendileriyle kavga ettiler…

Ve Türkiye

Bu süreç Türkiye’de çok daha trajik yaşandı… 1980 sonrası Türkiye sağ ideolojiye teslim edilirken sol kendi içerisinde bölündü… Örneğin 1994 yerel seçimlerinde Ankara’da ve İstanbul’da sol tandanslı SHP, DSP ve CHP ayrı ayrı adaylar çıkardılar, merkez sağ da ANAP ve DYP diye bölününce her iki şehirde de dini referans alan RF’nin adayları kazandı… Ancak sol bundan ders almadı… 1999 seçimlerinde de aynı hayatı tekrarladılar… Daha da trajik olanı ise bu tabloya sebep olan sol siyasetçilerin günümüze kadar hala itibar görmeye devam ediyor olmalarıdır…

Daha yakın zamanda yargıyı siyasetin emrine veren 12 Eylül 2010 halkoylamasında ''Yetmez ama ‘Evet’çi” liberal solcuların da katkıları unutulmamalı… Neyse bu faslı kapatalım… Yoksa bu liste sıralamakla bitmez…

Tüm bunların sonucu olarak da sol partiler sürekli oy kaybettiler. Bu şekilde de işçi sınıfının en büyük siyasi ve ideolojik desteği yok oldu...

Günümüzde siyaset

Günümüzde bu şekilde ideolojisiz kalan işçi sendikaları da iktidarlara yamandı... Sarı sendika haline geldi...  İşçi ücretleri yerlerde süründü... Kâr hırsı uğruna iş güvenliği ihmal edildi...  Yüzlerce işçinin toprak altına gömüldüğü iş kazalarının hesapları sorulmadı... Bir ‘’fıtrat’’ sözcüğü ile üstü örtüldü… İktidarın adamları yerlerde işçi tekmelediler, ''açız'' diyen işçi kadına ''geber'' dediler... Bu Korona günlerinde içşi sahipsiz, aç ve açıkta bırakıldı... Bu konuları gündeme getirecek ''Sivil Toplum Kuruluşları'' ve aydınlar da kalmadı, onların yerine iktidardan beslenen dinci vakıflar, STÖ’leri ve Körfez harekâtının ‘’Embedded journalism’’i gibi ‘’saray gazeteciliği’’ ve ‘’embedded aydınlar” türedi… Sonuçta işçi haklarını takip edecek kimse kalmadı… 

Sanayi kapitalizminin yapısı çöküp sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi alınca da tek ilah ''para'' haline geldi. Emeğin, emekçinin değeri kalmadı... Böylece ortada işçi sınıfı kalmadığı gibi işçi haklarını takip edecek ''insanlık'' da kalmadı. İnsanlar sadece pazarda değil hastanelerde, eğitim kurumlarında ve hayatın her alanında müşteri haline geldi. Doğa katledildi... Kâr uğruna hava, su, çevre, insan kirlendi... 

1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı kutlaması

Hal böyle olunca da ortada ne kutlanacak bayram kaldı ne de bu bayramı kutlayacak heyecan…

Bugün, böyük böyük adamlar ''Emek en yüce değerdir...'' diye 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramını kutlayacaklar... Bu sözle, bu sloganla işçi aldatılırken aynı zamanda emek sömürüsünün de üstünü örterek bir taşla iki kuş vuracaklar...

Ama ben yine de tüm çalışanların, tüm emekçilerin bayramını canı gönülden kutlamak istiyorum:

‘’1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’’ kutlu olsun…

Ben her ‘’1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’’nda Cem Karaca’nın 1968 yılında çıkardığı o meşhur ‘’Tamirci Çırağı’’ şarkısını hatırlarım… Bu şarkının bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum…

‘’Gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar yanar
Ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar..’’

Osman AYDOĞAN

Cem Karaca; ‘’Tamirci Çırağı’’
https://www.youtube.com/watch?v=388-ZnlMoO4

Yaşar Nezihe Hanim’ın ‘’1 Mayıs’’ şiiri

Ey işçi…
Bugün hür yaşamak hakkı seninken
Patronlar o hakkı senin almışlar elinden.
Sa’yınla edersin de “tufeyli”leri zengin
kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin?
Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd;
lakin seni fakr etmede günden güne berbâd.
Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.
Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.

Ey işçi…
Mayıs birde bu birleşme gününde
Bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde…
Baştanbaşa işte koca dünya hareketsiz;
yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz.
Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin
ta’zim ile hürmetle sana başlar eğilsin.
Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi.
Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi.
Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay
Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say…
Birgün bırakınca işi halk şaşkına döndü.
Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü.
Sayende saadetlere mazhar beşeriyet;
Sen olmasan etmezdi teali medeniyet.
Boynundan esaret bağını parçala, kes, at!
Kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlat.

Yaşar Nezihe



Kût Muharebesi

29 Nisan 2020

Bugün 29 Nisan 2020... Kût Zaferi'nin 104. yıl dönümü...

Kût Muharebesi; Birinci Dünya Harbi esnasında 29 Nisan 1916'da, Mirliva Halil Paşa komutasındaki Altıncı Ordu’nun, General Townshend  komutasındaki İngiliz birliklerini  teslim aldığı bir muharebedir. Bu muharebede Türk ordusu kuşatma altında tuttuğu Kût şehrine girerek İngilizlerin 13 generali, 481 subayı ve 13.300 erini esir aldılar... Bu kadar İngiliz esir İngiltere tarihinde bir ilktir, tektir ve sondur.

1’inci Dünya Savaşı’nda kazandığımız iki büyük zaferden birisidir “Kût Zaferi”.

Halil Paşa, soyadını “Kût” olarak almıştır. Selman-ı Pak’ta bulunan subayların bazıları da o zaferin anısını hep yaşamak istediğinden “Selmanıpak” soyadını aldılar.

Kût-ül Ammâre savaşı İngilizlerin tarihlerinde verdikleri en büyük kayıptır. Tarihte bunun başka bir örneği yoktur. Kût-ül Ammâre zaferi, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı imparatorluğunun Çanakkale'den sonra kazandığı ikinci büyük zafer olmuş ve Dünya'da geniş yankılar uyandırmıştır.

Kût Muharebesi hakkında İngiliz ve Avusturyalı yazar ve tarihçiler şunları söylerler:

‘’1842’deki Kabil bozgunundan beri İngiliz ordusunun yaşadığı en aşağılayıcı hezimet.’’ 
Knightley Phlillip and Simpson, Colin The Secret Lives of Lawrance of Arabia, Nelson, Lonfra, 1969

“İngiliz prestijinin 1’inci Dünya Savaşı’nda yediği en büyük darbe."
Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart

"Kır bir atın üzerinde şık üniformalı, kelebek gözlüklü, dimdik duran Albay'ın komutasındaki sağlam, dayanıklı, kirli haki üniformalı, sırtları çantalı, bin kilometre yürümekten postalları parçalanmış Türk askerleri, trampetlerin ritmine uygun bir yürüyüşle şehre girdiler. Araplar alkışlıyor ve Albay’ın çizmelerini öpmeye çalışıyorlardı. Ama Albay onları itti… İngiliz subayları teker teker kılıçlarını teslim ettiler, o da başıyla selamlayarak alıyor ve ellerini sıkıyordu. General Townshend'in kılıcını Halil Paşa özel olarak gelerek aldı ve kendisine iade etti.’’
Avustralyalı yazar Russel Braddon

Halil Paşa’nın zaferden sonraki emri

29 Nisan 1916 tarihinde aşağıdaki metin Halil Paşa tarafından Altıncı Türk Ordusu'na günlük emir olarak yayınlanarak bu gün Kût Bayramı olarak ilan edildi.

29 Nisan 1916 tarihli günlük ordu emri;

‘’Orduma                                                        

Arslanlar,

Bugün Türklere şerefü şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın müşemmes (güneşli) semasında şühedamızın (şehitlerimizin) ruhları şadühandan (sevinçten, bahtiyarlıktan) pervaz ederken (uçarken), ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.

Bize iki yüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah'a hamdü şükür eylerim. Allah'ın azametine bakınız ki,  bin beş yüz  senelik İngiliz Devleti'nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden Cihan harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir.

Ordum gerek Kût karşısında ve gerekse Kût’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve on bin neferini şehit vermiştir. Fakat buna mukabil bugün Kût’da 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir.

Şu iki farka bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır.

İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale'de, ikinci vakayı burada görüyoruz.

Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tekemmül eden vaziyeti harbiyemiz karşısında muvaffakiyeti atiyemizin (büyük, paramparça eden başarımızın) parlak bir başlangıcıdır.

Bugüne ‘’Kût Bayramı’’ namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü tesit ederken şehitlerimize yasinler, tebarekeler, fatihalar okusunlar. Şühedamız, hayatı ulyatta (ulvi hayatta), semevatta (göklerde) kızıl kanlarla pervaz ederken (uçarken), gazilerimiz de atideki (gelecekteki) zaferlerimize nigehbân (gözcü) olsunlar..

     Mirliva Halil

     Altıncı Ordu Komutanı’’

Kût Zaferinden sonra

Enver Paşa, temel harp prensiplerinden olan ‘’başarıdan faydalanma’’ kuralını uygulayacağına, bu muzaffer ordu ile güneye Basra’ya kadar inip İngilizleri denize dökeceğine Kût Zaferi’ni kazanan Ordu’ya Almanların da telkiniyle “İran Seferi”ni hedef gösterdi. “Turan Seferi” de denilen bu sefer “hayalperest” bir sefer olmasına rağmen bu muzaffer Ordu, İran’a da girdi. Ancak burada İngiliz kuvvetlerini tutmaktan başka (Almanlar lehine) bir sonuç alamadı. Ancak Basra’daki İngiliz kuvvetleri ihmal edilmişti. İngilizler takviye kuvveti getirdikten sonra Bağdat istikametinde ilerlemeye başladılar.

Bu sefer muzaffer ordu ‘’Turan seferi’’ denilen hayalperest seferini bırakarak tekrar Irak’a döndü ise de İngilizler çoktan önemli mevzileri ele geçirmişlerdi. Sonuçta Kût-ül Ammâre kaybedildiği gibi Bağdat da kaybedildi. Mütarekeden sonra da Musul ve Kerkük kaybedildi. Dolayısıyla müthiş bir zafer ziyan edilmiş oldu…

Bu muhteşem zafer ziyan edilmeyip de bu muzaffer ordu Alman telkiniyle İran’a değil de Basra’ya yönlendirilseydi tarihin akışı daha farklı olurdu. 

Başkalarının telkinleriyle dış politika belirleyenlerin sonunu ‘’Tarih Baba’’ hep ‘’hüsran’’ olarak kaydetmiştir.

Kût Zaferi geçmişte kutlanmış mıydı?

Kût-ül Ammâre zaferi için NATO’ya girişimizden sonra İngilizleri gücendirmemek için kutlamaktan vazgeçtiğimiz iddia edilir. Ancak 1945 yılına kadar da Kût Muharebesinin kutlandığına dair hiçbir belge, bilgi, haber, yazı ve kaynak yoktur. Sadece 1950 yılında romancı Feridun Fazıl Tülbentçi’nin bir yazısı vardır. Hepsi o kadar.

Muhtemeldir ki bu unutuluşun arkasında bu muhteşem zaferin ziyan edilmiş olması yatar.

Kût Şehitliği

1920 yılında Bağdat’a 356 km uzaklıkta Kût-ül Ammâre’de bir şehitlik inşa edilmiştir. Burada yedi subay ve 43 er olmak üzere 50 şehidimizin mezarı bulunmaktadır. 

Kût Muharebesi şehidi Dedem

Bu günü kimsecikler kutlamasa da ben kutlamasam olmaz! Çünkü Dedem de (Babamın babası, Yusuf oğlu Hasan, 18'inci Kolordu, 51'inci Fırka, 7'inci Alay, 2'inci Tabur, 5'inci Bölük. Şehadet tarihi ve yeri: 08 Ekim 1916, Kût-ül Ammare) bir Kût muharebesi şehididir... Ruhu şâd olsun...

Hani, Çiçero derdi ya zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.'' Şehitleri yaşatan da yaşayanların bellekleridir.

Kût şehitlerimizin ve gazilerimizin ruhları şâd olsun. ‘’Kût Bayramımız’’ kutlu olsun!   

Osman AYDOĞAN

Meraklı olan okuyucularıma aşağıda bu muharebenin kısa bir özetini sunuyorum.

Kısa bir özet dediğime bakmayın. Böyle derli toplu bir özeti başka yerde bulamazsınız. Kût-ül Ammâre zaferini anlamak için kaçırmayın derim. Buradaki bilgiler, Kût Zaferi'nin 100. yılı nedeniyle 2016 yılında Gazi Üniversitesinde düzenlenen ve benim de konuşmacı olarak katıldığım sempozyumda hazırladığım notlarımdan istifade edilerek derlenmiştir... 

Birinci Dünya Savaşında Osmanlı imparatorluğu ile İngilizler arasında 8 Aralık 1915 - 26 Nisan 1916 tarihleri arasında Irak’ta cereyan eden ve Türk ordusunun zaferi ile sonuçlanan Kût-ül Ammâre Muharebesi

Birinci Dünya Savaşı Öncesi Genel Durum ve Yığınaklanma     

Birinci Dünya savaşı genel olarak bir Almanya –İngiltere hesaplaşması idi… Birinci Dünya Savaşının İngilizler açısından ağırlık merkezi Hindistan ve Hindistan yolunun güvence altına alınması idi… Çünkü 20. Yüzyılın başındaki jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Bu yığınağın bir başka belki de asıl amacı da Körfez Arap şeyhlerinin ve aşiretlerinin kendilerini Osmanlıya karşı desteklemeye hazır oldukları mesajını vermekti. Bu şekilde Türklerle Arapların ayrıştırması amaçlanmıştı.

Bu maksatla; İngiltere, daha Osmanlı savaşa girmeden 29 Eylül 1914 tarihinde (Osmanlı savaşa 29 Ekim 1914’te girmişti, Osmanlının savaşa girmesine daha bir ay vardır) iki zırhlı savaş gemisi ile (Espiegle ve Dalhousie isimli zırhlılar) Osmanlı iç suyu statüsündeki Şattülarap’a girerek Hürremşehr yönüne ilerlemiş, daha sonra da Odin ve Lawrance zırhlıları da Basra’da Şattülarap çıkışına konuşlandırarak Basra’yı abluka altına almışlardır. .

Daha önce de İngiltere Alman zırhlısı Goeben ve Breslau’u bahane ederek Çanakkale çıkışını abluka altına almıştı. Böylelikle İngiltere daha Osmanlı savaşa girmeden Çanakkale ve Basra çıkışlarını abluka altına almıştır. Daha sonra da Osmanlının İskenderiye’de bulunan birkaç eski Osmanlı hücumbotunun bulundukları yerden ayrılmalarına izin vermeyeceklerini belirterek Çanakkale ve Basra’dan sonra Suriye ve Filistin kıyılarını da abluka altına almıştır.

20 Ekim 1914 tarihinde ise (Osmanlı savaşa 29 Ekim günü girmişti) Hindistan’dan getirdiği Sefer Görev Gücünü Bahreyn’e konuşlandırmıştır.

Bütün bu yığınak İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşında ana mihverinin ve ağırlık merkezinin Körfez, Basra ve Irak olacağını göstermekteydi.

Ayrıca İngiltere; Goeben ve Breslau Çanakkale’ye gelmeden (16 Ağustos 1914) önce Osmanlı hanımlarının yüzüklerini satarak alımına katkıda bulundukları ‘’Sultan Osman I’’ ve ‘’Reşadiye’’ zırhlılarını son taksiti ödenmesine rağmen Osmanlı denizcileri toka töreni için gemiye çıktıklarında gemilere tam Osmanlı sancağı çekileceği anda el koymuşlardır. (28 Temmuz 1914)

Kısaca Osmanlı Birinci Dünya savaşına girsin girmesin Abadan petrollerini ve Hindistan yolunu korumak ve Arapları yanlarında tutmak için İngilizler Basra’ya çıkarma yapacaklardı. İngiltere’nin hazırlığı ve yığınağı bu yöndeydi…

Ancak Osmanlı İngiltere’nin bu maksadını ve hazırlığını göremeyerek Irak cephesini ihmal etmiş, hatta diğer cephelere bu cepheden kuvvet kaydırmıştır. Irak cephesini destekleyecek menzil hattını (ikmal hattı ve ikmali) da zayıf tutmuş, destekleyememiştir.

Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardı. Bunlar İngiltere ve Rusya idi. Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıydı:  İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.

Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardı.

1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştı. 1914’te Irak’taki Ordu kâğıt üzerinde üç tümene çıkarılmıştı ama İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştı.

Hemen arkasından gelen Sarıkamış felaketi, muhtemel takviyelerin ve hatta Irak’tan bazı birliklerin acilen Kafkasya cephesine gönderilmesine yol açtı.

İngiltere’nin amacı

İngiltere’nin bu yığınaktan ve stratejiden amacı Osmanlı imparatorluğunun Güneydoğu Anadolu bölgesi ile Irak, Suriye ve diğer Arap memleketlerinin Fransa ile paylaşılması kapsamında;

-Abadan petrollerini korumak,

-Kuzeye doğru ilerleyerek Rusya ile birleşmek ve

-Türk kuvvetlerinin İran’a girerek Hindistan yolunu tehdit etmesini önlemek maksadıyla Irak Cephesi açılmıştır.

Osmanlı imparatorluğunun savaş planı

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Harbinde Irak cephesinin yanında ayrıca; Çanakkale Cephesi, Kafkas Cephesi,  Suriye Cephesi ve Avrupa’daki cepheler olmak üzere beş cephede muharebe etmiştir.

İngilizler Irak cephesini açmadan önce Osmanlı imparatorluğunun savaş planı;

-Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden Rusya‘ya darbe vurmak,

-Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât ve

-Çanakkale’yi korumak için Trakya’da önemli bir kuvvet bulundurmayı ön görüyordu.

Bu plan ise tamamen Osmanlıyı korumaktan ziyade Alman cephelerini rahatlatmak için açılmıştı. Şöyle ki;

- Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden harekât yaparak bu bölgede Rus askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,

- Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât yaparak bu bölgede İngiliz askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,

- İleride bahsedileceği gibi Irak Cephesinde Kût-ül Ammâre zaferinden sonra --başarıdan faydalanılmayarak -  harekâta devamla İngilizleri Basra’dan döküp atmak yerine muzaffer orduyu İran’a göndererek İngilizlerin körfezde kalmalarını sağlayarak bu güçlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek,

- Hatta Çanakkale Deniz zaferinden sonra kara savunma harekâtını kıyıda tutmayarak İngilizlerin karaya çıkmasını, böylece savaşın uzamasını sağlayarak bu kuvvetlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek.

Irak’ta İngiliz Harekâtı ve Cereyan Eden Muharebeler

İngiliz ırak seferi kuvvetleri Orgeneral Perry Lake komutasında; bir adet Hint kolordusu (üç adet piyade tümeni, üç adet piyade tugayı ve bir adet topçu tugayı) bir adet piyade tümeni ve iki adet piyade tugayından teşkil edilmişti.

İngilizler'in "Mezopotamya Seferi" adı verdikleri Irak Cephe’si, Hindistan'ın Bombay şehrinden hareket eden, İngiliz ve Hintli birliklerden oluşan kuvvetlerin 15 Ekim 1914'te Bahreyn ve 21 Kasım 1914'te Basra Körfezi'ndeki Fav Yarımadası'ndan başlayarak Irak Basra'yı işgali ile açıldı. Bu bölgede askeri gücü oldukça zayıf olan Osmanlı kuvvetleri işgale karşı direnemediler. Basra'yı geri almak üzere, Binbaşılıktan Yarbaylığa terfi ettirilen Süleyman Askerî Bey cephe komutanlığına atandı.

Yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe'de İngilizlere karşı taarruza geçen Süleyman Bey, üç gün süren savaşın sonucunda yenilgiye uğradı. Bu savaşta bacağından yaralanan Süleyman Askerî Bey, gözlerinin önünde kendi yetiştirdiği gencecik vatan evlatlarının şakır şakır öldüğünü görüp, üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında intihar etti. (Nisan 1915)

Artık önemli bir direnişle karşılaşmayacağına inanan İngilizler, Basra vilayetindeki önemli stratejik mevkileri ele geçirerek buradaki durumlarını sağlamlaştırmayı ve Bağdat'a İlerlemeyi hedefliyorlardı. Gerçekten de fazla bir direnişle karşılaşmadan önce Kurna'yi daha sonra da Ammâre'yi işgal ettiler.

23-24 Nisan 1915 tarihinde Edirne’deki 4. Tüm. Komutanı Albay Nurettin Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına atandı. Albay Nurettin 15 Mayıs 1915’te Bağdat’a gelerek göreve başladı.

İngilizlerin devam eden ileri harekâtında Albay Nurettin Bey tarafından olağanüstü azim ve kararlılıkla savunulan Kûtü'l- Ammâre, savaş malzemesi eksikliği ve kuvvet yetersizliğinden fazla dayanamayarak 25 Eylül 1915'te düştü.

Kût-ül Ammâre kaybedilmesi Bağdat'ı büyük bir tehlikeye düşürmüştü. İngilizler Bağdat'a oldukça yaklaşmışlar, yolları üzerinde mağlup Osmanlı kuvvetleri düzgün bir şekilde Selman-ı Pak'a çekilerek burada bulunan hazır mevzilere yerleşip, savunma önlemleri aldılar.

Selman-ı Pak’a kadar Osmanlı kuvvetleri ile İngilizler arasında şu muharebeler cereyan etti:

- Seyhan Muharebesi (14-15 Kasım 1914 )

- Harabe ( Kût-ül Zeyn) Muharebesi (17 Kasım 1914)

 - Birinci ve İkinci Mezira muharebeleri (4-7 Aralık 1914)

- Birinci Rota Muharebesi ( 20 Ocak 1915 )

- Şuayibe Muharebesi ( 12 –14 Nisan 1915 )

- İkinci Rota Muharebesi ( 31 Mayıs 1915 )

- Nasırye ve Ümm ün Necim muharebeleri ( 13-24 Temmuz 1915)

- Birinci Kût-ül Ammâre Muharebesi ( 26 Eylül 1915 )

- Selman-ı Pak Muharebesi ( 22-24 Kasım 1915

Selman-ı Pak Muharebesi

İngiliz kuvvetlerinin ırak topraklarına çıkması ile birlikte iki taraf arasında cereyan eden bu dokuz adet muharebeden Selman-ı Pak Muharebesi hariç olmak üzere hepsi İngilizlerin lehine sonuçlanmıştır.

1915 Kasım’ında 45. Tümen ve Kafkaslardan da 51. ve 52. Tümenler bölgeye gönderilerek Selma-ı Pak takviye edildi. Bu arada Bağdat’ta bulunan 45. Tümen’in de eksiklikleri tamamlandı. 45, 51 ve 52. Tümenler Osmanlı Ordusunun en seçkin birlikleri arasındaydı.

İngilizler kuzeye doğru ilerlerken, tarih boyunca bütün orduların başına gelen durumla karşılaştılar. Kendi ikmal hatları uzarken, hasımlarının yolu kısalıyordu.

22 Kasım 1915'te Selman-ı Pak'a taarruz eden İngilizler şiddetli bir direnişle karşılaştılar. İngilizler, Osmanlı kuvvetlerinin karşı taarruzu sonucu 4.500 kişi civarında kayıp vererek 25 Kasım'da Selman-ı Pak’tan ayrılarak Kût-ül Ammâre'ye doğru çekildiler

Kût-ül Ammâre Kuşatması

Osmanlı kuvvetleri taktik prensiplere uygun olarak çekilen kuvvetlerle teması sürdürerek sıkı bir takip harekâtına giriştiler. 51. Tümen İngilizleri takip etti, Aziziye’de İngilizler imhadan kurtuldular. İngiliz kuvvetleri takipten kurtularak nefes almak için aslında savunmaya hiç de müsait olmayan Kût-ül Ammâre’ye sığınmak zorunda kaldılar taktik prensiplerden olan ‘’yeniden tertiplenemeden ve teşkilatlanamadan’’. Ve İngiliz kuvvetleri burada hızla sıkı bir kuşatma altına alındılar. (05 Aralık 1915)

Muharebenin cereyan ettiği Kût-ül Ammâre bölgesi Basra’ya 415 km Bağdat’a 356 km mesafede ve Dicle dirseği içerisinde yer alan bir bölgedir. Üç tarafı bataklıkla kaplıdır. Açık olan tek tarafı ise Osmanlı kuvvetleri tutmuştu.

Osmanlı kuvvetleri bir taraftan 18. Kolordu (45. ve 51. Tümenler) ile Kût-ül Ammâre’yi kuşatırken diğer taraftan da 13. Kolordu (35. ve 52. Tümenler)  ile İngilizlerin güneyden gelecek kurtarma kuvvetlerine karşı Kût güneyinde savunma mevzi oluşturdular. Bu şekilde hem içe hem dışa bakan klasik siper hatları oluşturularak Kût-ül Ammâre Basra’dan koparıldı. Bu savunma sayesinde İngilizlerin yardıma gelen kuvvetlerini tamamı yenilgiye uğratıldı.

Bu arada Aralık 1915 yılında Bağdat merkezli 6. Ordu kuruldu, Alman Goltz Paşa Ordu komutanı olarak atandı ve ‘’Irak ve Havalisi Komutanlığı’’ emrindeki birliklerle beraber ‘’Irak Cephesi Komutanlığı’’ adı altında 6. Ordu’ya bağlandı. 6. Ordu; 13 ve 18'inci kolordularla Musul Tümeninden teşkil edilmişti.

Nurettin Bey de Kût’u kuşatan kuvvetlerin Komutanı olarak görevlendirildi. Bu durumdan memnun olmayan Nurettin Bey Enver Paşa’ya uzun bir mektup yazarak memnuniyetsizliğini belirterek mektubunu şöyle bağladı: ‘’Bu üzüntü şahsi değil millidir.’’

Ayrıca Nurettin Bey elindeki tüm imkânları kullanarak derhâl Kût’a saldırarak sonuç almak istiyordu. Goltz Paşa ise takviyeler gelmeden bu taarruzların yapılmasına karşı çıkıyordu. Aralık ayında Nurettin Bey kendi inisiyatifi ile yaptığı üç saldırıda büyük kayıplar verdi. (Nutuk’ta da M. K. Atatürk bu gereksiz kayıplardan bahseder.)

Bu gelişmeler üzerine Nurettin Bey 10 Ocak 1916 tarihinde görevden alınarak Kafkas Cephesine 9. Kolordu Komutanlığına tayin edildi. Nurettin Bey’i’n yerine Enver Paşa’nın kendisinden iki yaş küçük amcası 52. Tümen Komutanı Halil Bey (Mirliva-Albay) atandı.

İngilizlerin kuşatmayı yarmak için gönderdikleri kuvvetlerle altı muharebe yapıldı. Bu muharebelerin ikisi hariç hepsini de İngilizler kaybetti. Bu taarruzlar 35 ve 52. Tümenlerin oluşturduğu dışa bakan savunma mevzileri sayesinde büyük kayıplar ve fiyaskoyla sonuçlandı.  (Sırasıyla: 7 Ocak: Şeyh Saad, 13 Ocak: Vadi, 21 Ocak: Hanna, 7-9 Mart: Düceyla, 5-8 Nisan: Hanna ve Fellahiyeh, 7-22 Nisan: Beyt Ayşe ve Sennaiyat)

Halil Bey, Nurettin Bey’in aksine Kût’u taarruzla değil, yiyeceği tükenen İngilizleri açlıkla teslim almayı düşünüyordu ve bu nedenle Arap ahalinin kasabadan ayrılmasını engelliyordu. Ayrıca toplarla sürekli taciz ateşi açıyordu.

İngiltere, General Aylmer komutasındaki birliklerin başarısız olan birinci taarruzun ardından Irak cephe komutanı J. Nixon’ı azledip Percival Lake’i bu göreve getirdi; ancak yeni komutan da kuşatmadaki birliklerini kurtaramadı.

Çaresiz kalan İngilizler, savaşa birlikte girdikleri Rusya’dan yardım istedi. O dönemde İran’ın Kirmenşah bölgesini işgal etmiş olan Rus kuvvetlerinin komutanı Baratov’un Kût üzerine yaptığı intikal de sonuçsuz kaldı.

Basra’daki İngiliz genel karargâhının dünya harp tarihinde ilk olarak uçaklarla yaptığı ikmal harekâtı da başarısızlıkla sonuçlandı. Uçaklar ya Türk uçaksavar ateşine maruz kaldılar, ya da malzemelerini Türk mevzilerine attılar. Bir kısım malzemeler de Dicle’nin balıklarına yem oldu.

Basra’daki İngiliz genel karargâhının son ikmal denemesi Julnar isimli gemi ile yapmak istedikleri ikmal takviyesi oldu. 24 Nisan 1916 günü 270 ton yiyecek malzemesi ile Kût-ül Ammâre’ye hareket eden Julnar gemisi kıyılardan açılan makineli tüfek ve top atışları sayesinde kıyıya oturtularak 25 Nisan 1916 günü ele geçirildi.

Kurtuluş ümidi kalmayan, erzak ve cephane sıkıntısı çeken General Townshend, önce kimi kaynaklara gör bir milyon, kimi kaynaklara göre ise iki milyon Pound değerinde altın vererek esaretten kurtulmaya çalıştı. (Arap Lawrence olarak bilinen Thomas E. Lawrence de bu planın bir parçasıydı.) Müzakerelerin sonunda Halil Bey kayıtsız şartsız teslim olmalarını talep etti. General Townshend Halil Bey’e 26 Nisan’da mektup yazarak Kût’u teslim etmeye hazır olduklarını bildirdi. Halil Bey ise birlik, silah ve cephaneleri teslim etmesi şartıyla istediği yere gidebileceği cevabını verdi.

Townshend ise tüm silah ve cephanesini yok ettirerek 29 Nisan 1916’da teslim oldu.

Yaklaşık beş ay süren kuşatmanın ardından, 13 general, 481 subay ve 7 bini Hintli 13 bin 300 İngiliz askeri Türk birliklerine teslim oldu. Tarihe Kût-ül Ammâre zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti.

Savaşın bu aşamasında da emsalsiz bir insanlık örneği sergileyerek aylardır açlık, susuzluk ve iklim şartlarından dolayı perişan haldeki İngiliz ve Hint askerlerine beş gün önce ele geçirdikleri Julnar’dan kalan erzaktan ikram ederek Türk askerinin büyüklüğünü göstermişlerdir.

İngiltere Kût-ül Ammâre’deki yenilginin sebebini soruşturmak üzere Mezopotamya Komisyonu oluşturmuş; burada askerî hatalar, coğrafya, iklim ve ulaşımdan kaynaklanan sorunlar ve sağlık problemleri tartışılmıştı. Buna rağmen hazırlanan raporda hezimette Osmanlı Ordusunun başarısının payı imâ dâhi edilmemiştir. Metinde Osmanlı Ordusunu öven, yenilgide onun gösterdiği çabanın da rol oynadığına işaret eden dolaylı ifadeler dâhi yoktur. Bu da İngilizlerin uğradıkları hezimete karşılık Osmanlı Ordusuna yukarıdan bakmayı sürdürdüklerini göstermektedir.

Kût-ül Ammâre Sonrası

Bu zaferden sonra Başkomutanlık büyük bir yanılgıya kapılarak Dicle bölgesindeki harekâtın sona erdiğine hükmederek, bu cepheyi ihmal etmiş, Almanların telkiniyle 18. Kolordu İngilizlere karşı yalnız bırakılarak 13. Kolordu’nun İran cephesine gönderilmesi, cephenin zayıflamasına neden olmuştur. Sonradan 13. Kolordu Irak Cephesine getirilmiş olmasına rağmen sonuç değişmemiştir. İngiliz karşı taarruzuyla önce 22 Şubat 1917’de Kût-ül Ammâre’yi tekrar ele geçirmişler, sonra da 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmişlerdir. Mütarekenden sonra ise Musul ve Kerkük kaybedilmiştir.

Sonuç olarak muhteşem bir zafer ziyan edilmiştir.

İtilaf devletleri Çanakkale’den çekilirken Irak’a 1915/16 kışında gönderilen takviyeler durumu biraz düzeltip Kût zaferini sağlamıştı ama bu İngilizlerin nihai ilerlemesini geciktirmekten başka işe yaramadı. Enver bu sırada, yani stratejik dengenin sürdüğü 1916 yılında en güçlü dört tümenden oluşan 15. Kolordu’yu Galiçya’ya, 13. Kolordu’yu da İran bozkırlarına göndermiştir. Hâlbuki bu iki kolordu Güney cephesinin savaşın sonuna kadar tutulmasını sağlayabilirlerdi.  

Ancak şu da bir gerçektir ki İngiliz işgali altındaki İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920'de oy birliği ile kabul edilip 17 Şubat'ta kamuoyuna açıklanan ve Türk Kurtuluş Savaşı'nın siyasî manifestosu olan Misak-ı Millî’ye Anadolu’da Mustafa Kemal’in Erzurum ve Sivas kongreleri ve Çanakkale zaferi kadar Kût-ül Ammâre zaferi de cesaret vermiştir…

Osman AYDOĞAN



O’nu sevenleri sevenlerden biri   

29 Nisan 2020

Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiştim…

Bugün İslam Dünyası’nın önemli bir sultan dervişinden bahsedeceğim… Ancak yazılarımda mutat olduğu üzere tarihten ve edebiyattan, şiirden bahsetmesem, yazılarımı tarihle, edebiyatla, şiirle süslemesem, yazılarıma onlarla giriş yapmasam olmaz!...

Bir İngiliz şair ve onun bir şiiri:

Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta onca süslü mezar taşları arasında düz bir mezar taşı dikkat çeker. Mezar taşı üzerinde bir çömlek ve üstünde bir defne dalı kabartması ve şu yazı vardır: “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri). (Mezar taşının fotoğrafını yazımın sonuna ekledim.) Bu yazı İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’un (kısaca Leigh Hunt diye anılır) ( 1784 - 1859), çok sevdiği “Abou ben Adhem” (İbrâhim bin Ethem) isimli kendi şiirinden alınmıştır. Bu şiirin hem orijinal İngilizce'sini hem de Türkçe'si:

Abou Ben Adhem                                                       İbrâhim bin Ethem

Abou Ben Adhem (may his tribe increase!)                  Ebû bin Ethem (kabilesi yücelsin!)
Awoke one night from a deep dream of peace,            O gece sakin ve derin bir rüyadan uyandı.
And saw, within the moonlight in his room,                   Odasına ay doğmuştu sanki zambaklar patlamakta
Making it rich, and like a lily in bloom,           
An angel writing in a book of gold:                                Bir melek altından deftere satırlar sıralamakta.          
Exceeding peace had made Ben Adhem bold,            Bu huzur Ebû bin Ethem’i yüreklendirdi,
And to the presence in the room he said,           
"What writest thou?" The vision raised its head,           Sorma cesareti buldu, “yazdıkların neydi?”
And with a look made of all sweet accord,                    Melek kaldırdı başını, sevimli, müşfik, ahenkli,
Answered, "The names of those who love the Lord."   Nezaketle cevap verdi, “Allah’ı sevenlerin isimleri”
"And is mine one?" said Abou. "Nay, not so,"               “Aralarında ben de var mıyım peki?” “Yok, ne yazık ki”
Replied the angel. Abou spoke more low,                    Yaz beni de, “O’nu sevenleri sevenlerden biri” diye! 
But cheerly still; and said, "I pray thee, then,    
Write me as one that loves his fellow men." 
The angel wrote, and vanished. The next night           Melek yazdı ve kayboldu. Ve ertesi gece
It came again with a great wakening light,                   Geldi yine uyandıran parıltının haşmetiyle
And showed the names whom love of God had blest, Defteri gösterdi “bunlar ise Allah’ın sevdiklerinin isimleri”
And lo! Ben Adhem's name led all the rest.                 Bakın şuna ki! Bin Ethem öncülük etmekteydi hepsine.

İbrâhim bin Ethem

Şiirde ismi geçen İbrâhim bin Ethem (718-782) Belh Sultanı idi. (Belh; Horasan'ın bir şehridir. Şimdi Afganistan sınırları içindedir.) İbrâhim bin Ethem'in babası da Belh Sultanı, padişahı idi fakat o unutuldu gitti. Babasının yerine sultan olduktan sonra oğlu İbrâhim tahtından, padişahlıktan vazgeçer. Ancak onu -unutulmak bir tarafa- dünya tanıdı, bildi.

Aslında İbrâhim bin Ethem’in hikâyesi tahtını bırakıp zühtü (her türlü zevke karşı koyarak kendini ibadete veren) ve derviş olmayı seçen prensin hikâyesidir. Öyle bizlere anlatılan ‘’Ferrarisini satan bilge’’ gibi maddeci değildir. (Bu sözde bilge Ferrarisini bir hayır kurumuna bağışlamıyor, ‘’satıyor’’, yani maddeden vazgeçmiyor, maddeyi maddeye -paraya- çeviriyor.) Oysa. İbrâhim bin Ethem tahtını bırakıp, ondan feragat edip zühtü ve derviş olmayı seçiyor.

Leigh Hunt'un şiiri

Leigh Hunt'un şiirinde bahsettiği melek ise Cebrâil'dir. Leigh Hunt'un şiirine konu olan olayı şu şekilde cereyan eder: İbrâhim bin Ethem buyurdu ki, "Bir gece rü'yâmda, elinde bir defter olduğu halde "Cebrâil'in (a.s.) yeryüzüne inmekte olduğunu gördüm. ''Burada ne yapacaksın?'' diye sordum. Cebrâil (a.s.); ''Bu deftere Allahü teâlânın dostları kim ise onların isimlerini yazacağım'' diye buyurdu. ''Peki, beni de yazacak mısınız?'' diye sordum. Cebrâil (a.s.); ''Sen, o dostlardan birisi değilsin ki'' diye buyurdu. ''İyi ama ben o dostların dostuyum'' dedim. Bundan sonra Cebrâil (a.s.) biraz düşündü ve ''Şimdi 'ilk önce İbrâhîm'in ismini kaydet' diye bir ferman geldi'' diye buyurdu.

Türk tasavvuf dünyasında İbrâhim bin Ethem

İbrahim bin Ethem'in hikâyesi Türk tasavvuf dünyasını da derinden etkiler... Adına şiirler, menkibeler yazılır...

Mevlânâ Celaleddin Rumi Mesnevi'sinde İbrâhim bin Ethem'in geniş bir şekilde hikâyesini, menkıbesini anlatır ve onu “mânalar denizinin yüzücüleri” olarak nitelendirdiği Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfîlerle birlikte anar.

Yunus Emre de şiirlerinde bahseder. Yunus Emre; 

‘’Hor bakma sen toprağa,
Toprakta neler yatur
Kani bunca evliya,
Yüzbin Peygamber yatur. ‘’

diye başladığı ‘’Hor bakma sen toprağa’’ isimli şiirinde İbrâhim bin Ethem’i şu şekilde yâd eder:

‘’İğnesin suya atan,
Balıklara getirten
Tacın tahtın terkeden,
İbrahim Ethem yatur.‘’

Bu iğne hikâyesini Evliya Çelebi de ''Seyahatnâme''sinde şu şekilde bahseder:

İbrâhim bin Ethem bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini yamıyordu. Beldenin valisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Ethem’in başında durur. Vali onu seyrederken şöyle düşünür: “Bak şu dünün hükümdarına! Böyle yapmakla eline ne geçti?” İbrâhim bin Ethem, valinin aklından geçenleri anlar. Kaldırıp iğnesini denize fırlatır. Sonra; “Balıklar iğnemi getirin” deyince, bir balık, ağzında İbrahim Ethem’in denize attığı iğneyi getirir. İbrâhim bin Ethem, iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra valiye döner: “Elime bu iğne geçti” buyurur. “Yâni, ben Allahü teâlâdan gayrı olanları bırakıp, bütün varlığımla O’na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerameti verdi” demek ister.

İbrâhim bin Ethem’in sultanlığını bırakması

İbrâhim bin Ethem’in sultanlığını bırakması şu şekilde gelişir:

Belh Sultanı Ethem, oğlu İbrâhim’in üzerine titrer âdeta. Önüne kırk altın kalkanlı fedai koyar, ardına kırk altın gürzlü cengâver takar. Geçtiği yer panayır kesilir, tuğlar, ziller, davullar... Saray’da ziyâfet eksik olmaz. İşte akça pilavların, kızarmış etlerin, serin şerbetlerin koşuşturulduğu gecelerden birinde kimsenin tanımadığı bir zat çıkagelir, oturur sofraya. Muhafızlar tutulup kalır, mani olamazlar. İbrâhim bin Ethem şaşkındır, sorar “Sizi tanıyor muyuz acaba?” 
- Sanmam! Öylesine bir yolcuyum, sadece konaklayacağım burada.
- İyi ama burası han değil ki? 
- Ne ya?
- Saray!
- Sizden evvel kim oturuyordu burada?
- Filan kişi!
- Ondan evvel 
- Feşmekân!
- Bu nasıl saray ki biri gidiyor biri geliyor. Söyle farkı ne handan? 

Genç şehzade hadisenin tesirinden kurtulamaz. Gece dön o tarafa, dön bu tarafa, bir türlü uyku tutmaz. Sahi nereye gitmektedir böyle? Ye, iç, eğlen, nereye kadar? Gecenin ilerleyen vakitleri tavanda ayak sesleri duyar. Pencereyi açar:
- Hey! Kim var orada?
- Kervancı! Develerimi arıyorum da!
- Devenin ne işi var damda? 
- Bunu kuş tüyü yatakta hakikat arayan biri mi soruyor bana? 
Kalbine bir ateştir düşer, yanıp tutuşmaya başlar. 

İşte bu iki olay üzerinedir ki İbrâhim Bin Ethem sultanlığı, padişahlığı bırakıp derviş olup, zühtü olup yollara düşer…

Yollarda derviş İbrâhim bin Ethem

Yolda bir taş görür İbrâhim bin Ethem. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıdır. Çevirir taşı; "Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?" yazısını okur… Ellerini havaya kaldırır ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur." der ve ağlar...

Yolda karşılaştığı bir kimse kendisinden nasîhat isteyince: "Bağlı olanı aç, açık olanı kapa." diye buyurur. O kimse; "Bunu anlamadım." deyince; "Kesenin ağzını aç, cömert ol, açık olan dilini de tut konuşma." diyerek izah eder.

Bir süre Nişâbur’da yaşar. Mağaraları mesken tutar, kavurucu günler, dondurucu ayazlar... Ne zaman ki insanlar ona tazim ve hürmette bulunurlar, başka diyarlara yelken açar. Sonra Harameyn’e yönelir, Kâbe ve Ravda hasreti dayanılmaz olmuştur zira... Eğer bir kervana, kafileye katılsa kolayca vasıl olacaktır menzili maksuduna. Lâkin o kumlara bata bata gider, alnını secdeye koya koya. 14 yıl çöllere katlanır, dile kolay. Haremeyn sakinleri yanık dervişin methini duymuş, karşılamaya çıkmıştırlar. Bakın şu işe ki İbrâhim bin Ethem’i, İbrâhim bin Ethem’e sorarlar. Mübarek “bırakın onu” der, “karşılamaya değmez. İşiniz mi yok bu sıcakta!” Vay! Sen nasıl konuşursun onun hakkında! 

Mübarek “helal lokma için çalışmak, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutmaktan efdaldir (daha iyidir)” diye buyurur, alnının teriyle geçinmeye bakar. Bahçe bekçiliği yaptığı günlerden birinde bağ sâhibi eşi dostu ile gelir, çardaklara kurulurlar. “Misafirlerime en tatlı narlardan getir” der, “iyi seç doyamasınlar tadına!” Gel gelelim alayı ekşi çıkar. Bağ sâhibi:
- Şunca zamandır bekçilik yapıyorsun, ekşisini tatlısını ayıramıyor musun hâlâ?
- Yemediğim narların tadını nerden bilebilirim ki? 
- Hiç mi yemedin?
- Asla.
- Tuhafsın vesselam. Bazen “İbrâhim bin Ethem misin be adam” diyesim geliyor sana...

İbrâhim bin Ethem bir dervişle karşılaşır. Dervişe nasıl yaşadığını sorar. Derviş der ki: ‘’Biz bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.’’ İbrâhim bin Ethem cevabı beğenmez. "Kelpler (köpekler) de öyle yapar" der. Bu defa derviş sorar: "Peki siz nasıl yaşarsınız?" İbrâhim bin Ethem ‘’Biz bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz.’’ der.

Zenginlerden birisi kendisine bin altın getirir ve: "Bunu kabul buyurun" der. İbrâhim bin Ethem hazretleri, "Ben fakirlerden bir şey almam" buyurur. O zât, "Ben fakir değilim" deyince "Bu sahip olduğun maldan daha ziyâdesini ister misin?" diye sorar. O zât "Evet" deyince "Bu altınları al götür, zira fakirler içinde en fakir sensin. Bu hâlin fakirlik değil midir?" cevabını verir.

İbrâhim bin Edhem’e sormuş bir arkadaşı, "Senelerdir arkadaşız, söyle bakalım bende hoşuna gitmeyen şeyleri." İbrâhim bin Ethem cevap verir; "Ben sana hiç o gözle bakmadım ki."

İbrâhim bin Ethem bu şekilde derviş ve zühtü olarak neredeyse bütün İslam coğrafyasını dolanır, ilim ve hikmet toplar. Fıkhı bizzat İmam-ı Azam hazretlerinden öğrenir, Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ ve Şeyh Mansûr Selâmi’nin sohbetlerinde diz kırar. Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden çok istifâde eder sonra...

İbrâhim bin Ethem’in Ebu Hanife’den ders aldığı günlerden bir gün İbrâhim bin Ethem, Ebu Hanife’nin ders verdiği mekânın önünden geçerken, İmam-ı Azam kendisine ta'zim (saygı) için ayağa kalkar. Öğrencileri: ''Niçin bunu yaptınız, İbrahim Ethem, o kadar da büyük bir sûfî değil ki'' dediğinde; ''O Allah’ın zatı ile meşgul, biz ise o'na ait ilimleri ile'' diyerek cevap verir.

Kaynaklar

İbrâhim bin Ethem'i anlatan Türkçe yayınlanmış çok sayıda kaynak yoktur. İbrâhim bin Ethem'i Türkçe anlatan üç kitap vardır. Birincisi Musa Yaşaroğlu'nun ''Aşkın Kölesi İbrâhim Bin Ethem'' (TÜRDAV Yayınları, 2014) isimli eseri, diğeri Ersin Özdil'in ''Sarayını Terkeden Hükümdar İbrâhim Bin Ethem'' (Ulak yayıncılık, 2016) isimli eseri, üçüncüsü de nefis üslubu ile Necip Fazıl Kısakürek'in bir tiyatro oyunu olarak yazdığı ''İbrâhim Ethem'' (Büyük Doğu Yayınları, 2000) isimli eseridir. Üçü de birbirinden güzel bir şekilde İbrâhim bin Ethem'i anlatmıştır.

Ve günümüz

İbrâhim bin Ethem, bilmem kaç odalı soğuk taş sarayların değil sımsıcacık gönüllerin Sultanı idi... O geçici sarayların değil kalıcı ebedi sarayların Sultanı idi. O, Allah'ın sevdikleri isimlerin en başında gelen idi...

İbrâhim bin Ethem’in mezarı Suriye’de Humus-Lazkiye arasında Jable isimli kasabada bulunmaktadır. 

Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.

İslâm'ın asıl hastalığını, açmazını, çıkmazını ve günümüzdeki Müslümanların halini İbrâhim bin Ethem tee o zamanlar görmüştü:

‘’Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz; 
Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.’’

Öyle değil mi eyyy yüce makamdaki kişi!... Bütün araştırmalar son yıllarda Türkiye’de ateizmin ve deizmin arttığını ve dindarlığın düştüğünü gösteriyor… Peki niçin?

İktidara yaranmak için parçaladınız dini siz
Sonra ne din kaldı elde, ne yama diktiğiniz…

Osman AYDOĞAN

Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta üstünde bir defne dalı kabartması ve “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri) yazısı olan İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’a ait mezar taşı ve mezarı:

 




İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının müsebbipleri kimlerdir?

28 Nisan 2020

Dünkü yazımda İslam Dünyası'nın geri kalmışlığının tarihi kökenlerini yazmıştım. Bugün de İslam Dünyası’nın geri kalmışlığının diğer müsebbiplerini anlatacağım…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dışarıda, Papaz Pierre L’Ermite’nin, Gautier’in, Louis’in, Konrad’ın, Friedrich Barbarossa’nın, Philippe Auguste’nin, Richard’ın, Heinrich’in, Andrias’ın, Frederich’in, St. Louis’in, Bush’un, Obama’nın ve Trump’ın müttefikleri olup içeride; Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda gidenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Rahimi, Hüdayı, Settarı, Rezzakı dilde sakız, gönülde nakıs edenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelenlerdir. İnsanlarımıza İslam’ın şartları diye; Kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı, İmanın şartları diye de Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, Ahiret gününe ve kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı öğretip ancak bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmeyenler, öğretemeyenlerdir. İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmayanlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; İslam'ın ahlak boyutunu unutup, onun yerine haramı, kul hakkı yemeyi, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmayı, hırsızlığı, yolsuzluğu, kumpası, fitneyi, riyayı, yalanı, dolanı, namussuzluğu, sabilere tecavüzü, lüksü, israfı, sefahati, kini, kibiri ve nefreti sanki İslam’da günah değilmiş gibi, hatta hatta İslam’ın gerekleriymiş gibi yapanlardır. 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yalanı, dolanı, iftirayı, hileyi, hurdayı, hırsızlığı, arsızlığı, hukuksuzluğu, kumpası, hoşgörüsüzlüğü, kof bir gururu, cehaleti, karanlığı, kini ve nefreti kendisine rehber edinenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; eğitim sisteminde müfredata astronomi ve biyoloji gibi fen bilimleri ile antropoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimleri koymayanlardır, bilimsel gelişmeleri takip etmeyenlerdir. İnsanlarının inandıkları yerleşik atalar dinini sorgulanıp yerine Allah’ın dinini ikame etmeyenlerdir. İslam’ı vahiy merkezli, hikmet boyutuyla anlamaya ve anlatmaya çalışmayanlardır, anladıklarını da çağımızın ihtiyaçlarına, çağımız insanının idrakine göre anlatmayanlardır. 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Hz. Muhammed’i yaşadığı toplumun örf ve adetlerine göre taklit edilmesi gereken bir tarihsel kişi olarak ve Hz. Peygamberi Kur’an ahlakını örnekleyen bir insan olarak anlayıp onu günümüze taşıyıp anlatmayanlardır… İslam’ı iman ve ibadet edilerek yaşanan bir ahiret dini olarak anlayıp, İslam’ı önce zihinde sonra da dünyada yaşanan bir ahlak dini haline getirmeyenlerdir... 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; sosyal barış, sosyal adalet, çevre sorunları, açlık sorunları, özgürlükler, kadın hakları, ötekinin hakları gibi sorunlara İslam’ın çözüm önerilerini üretip de anlatmayanlardır, her türlü ayrımcılığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürüye karşı Hakk’ın sesi olup, güçlüden ve ezenden değil haklıdan ve ezilenden yana olmayanlardır...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; domuz eti yemeyip ama çok rahatça kul hakkı yiyenlerdir, çok kolayca haram yiyenlerdir… 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; Peygamberlerini değil şeyhlerini, şıhlarını dinleyenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunup, asılsız kutsallıklar üreterek aslında kendi din ticaretleri için müşteri ve kendi siyasetleri için oy artırımı peşinde olanlardır.  

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; kendi çıkarları için toplumlarının feodal yapılarını, orijininden sapmış dini inanışlarını, mezhep kavgalarını, kadına bakış açılarını, otoriter eğilimlerini, güce olan sevgi ve biat anlayışlarını koruyarak, toplumun sosyal hayatını, insanlarının uzlaşma ve işbirliği yeteneğini geliştirmeyenlerdir. .

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; bilgi, eğitim, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk ve adalet gibi kavramları geliştirip toplum bilincine yerleştirmeyenlerdir… Bu kavramları yerleşik kurumlar, kurallar, kaideler ve teamüller haline getirmeyenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; kendi zevksizliklerini, neşesizliklerini, renksizliklerini, nûrsuzluklarıni, tatsızlıklarını ve karanlıklarını dini malzeme yapıp bu ülke insanına bir gıdım yaşama sevincini, bir yudum neşeyi, bir nefes keyfi, bir dirhem ümidi çok görenlerdir...

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dini hurafelerle beslenip sığlaştırarak sadece melankoli, sadece menkıbe, sadece gözyaşı, sadece ötekileştirme ve sadece öfke olarak anlayarak ve de anlatarak; kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin gelişmesine engel olanlardır.  

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; manevi evreni koskoca bir morga benzeterek İslam dinini sadece melankoli ve gözyaşı olarak takdim edenlerdir.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarını cehennem, zebani ve cahim ile korkutup, akılcı ve insancıl değerler, zihin özgürlüğü ve insan onuru, yaşama sevinci gibi kavramlar ile beslenmeyenlerdir.   

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; çocuklarının beyinlerine; Allah sevgisi yerine, cahim, cehennem, Azrail, zebani, azâp, şeytan, günah, kâfir ve cin kavramlarını şırınga edenlerdir.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; insanlarına ezber, itaat ve biat kültürünü hâkim kılarak, bunan yerine tartışma ve sorgulama kültürünü oluşturmayanlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; politikalarını, ilkeler ve ülküler için değil, çıkarlarının ve güçlerinin mücadele aracı olarak kullananlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; zekâ yerine şark kurnazlığını, dürüstlük ve liyakat yerine sadakati, görev yerine itaati, hak yerine gücü kullananlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve estetik gibi kavramlarını rakipleriyle rekabet edebilecek seviyeye ulaştıramayanlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; eğitim, disiplin ve ahlak adına insanlarının yaşama sevincini budayanlardır, ciddiyet adına insanlarına suratlarını asanlardır, kadınlarını gelenek adına aşağılayanlardır, onları cinsel obje olarak görenlerdir, onları baskı altına alanlar, tekmeleyenler, hor görenler, yetmedi onları katledenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yaşamı ve hayatı değil de ölümü yüceltenlerdir, sevgiyi; Hak'ka, hakka, hukuka, doğruya değil de güce biat ettirenlerdir, güçlü olup da her zaman için ve her yerde haklı çıkanlardır.

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; yetersizliklerinin, yeteneksizliklerinin ve kötü yönetimlerinin nedenlerini kendilerinde aramayıp hep dış mihraklarda ve komplo teorilerinde arayanlardır... 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; toplumlarını kadınsız, eğitimlerini bilimsiz, zihinlerini ve düşüncelerini tutuklu, hukuklarını bağımlı, basınlarını yandaş ve âlimlerini dalkavuk haline getirenlerdir... 

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; din adına söz söylemeye yasal yetkili olup dinin gereklerini vaaz etme yerine iktidarın sözcülüğünü ve dalkavukluğunu yapanlardır, günümüzde Ortaçağ papaları gibi bağış karşılığı cennet vaat edenlerdir…

İslam Dünyası’nın geri kalmasının müsebbipleri; dünya hayatını sekülerleştirieceklerine, din hayatını sekülerleştirip onu magazine dönüştürenlerdir.  Erkâna uymayıp ekrana itibar eden, mabetten medyaya transfer olarak bir “pop-star”a dönüşen, İslamiyet’le, dinle, imanla hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplarla İslamiyet'i magazinleştiren sulu gözlü, ağlak medyatik sözde din adamlarındadır…

Kısacası İslam Dünyası’nın geri kalmasının asıl müsebbipleri; aklını kullanmayanlardır. Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu dünyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)

Bugünkü İslam Dünyası’nın geri kalması bir sonuçtur ve müsebbipleri de tüm yukarıda anlattıklarımdır…

Müsebbipleri ortadan kaldıramazsanız sonuçları da ortadan kaldıramazsınız ve bir bin yıl daha geçse bu dünyayı geri kalmaktan, İslam coğrafyasını da kan ve gözyaşından kurtaramazsınız…   

Osman AYDOĞAN



İslam Dünyası'nın geri kalmışlığının tarihi kökenleri

27 Nisan 2020

Giriş

Hicri takvime göre içinde bulunduğumuz ay İslam’ın kutsal saydığı üç ayların sonuncusu Ramazan Ayı… Bu ay vesilesiyle de bu ay boyunca, bir kısmı eski yazılarım da olsa İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazayım istedim… Bu konu doğal olarak meraklılarını ilgilendirir... Ancak ben konuyu sadeleştirerek herkesin ilgilenebileceği bir hale getirdiğimi düşünüyorum.

Bu yazılarımın; erkâna uymayıp ekrana itibar eden, mabetten medyaya transfer olarak bir “pop-star”a dönüşen, İslamiyet’le, dinle, imanla hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplarla İslamiyet'i magazinleştiren sulu gözlü, ağlak medyatik sözde din adamlarının anlattıklarıyla hiç mi hiç ilgisinin olmadığını baştan ifade etmek istiyorum…

O halde ilk yazımla konuya başlayayım:

İslam Dünyası'nın geri kalmışlığının tarihi kökenleri

19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin en önemli devlet adamlarından, yazar, şair ve devlet adamı Ziya Paşa’nın (1829-1880, asıl ismi Abdülhamid Ziyaeddin) 1870 yılında yazdığı çok güzel bir gazeli vardır. Gazel şöyle başlardı:

‘’Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm’’

(Kâfirler -Batı- diyarını gezdim, gelişmiş yerleşim yerleri gördüm
 İslam topraklarını dolaştığımda da sadece viraneler gördüm.)

Gerçekten de Ziya Paşa, Sultan Abdülaziz döneminde Avrupa'ya kaçarak Genç Osmanlılar arasına katılır. Hemen hemen tüm Avrupa’yı görür. Görevleri nedeniyle Şark’ı da bilir.

Bana da kısmet olmuştur, Ziya Paşa’dan tam 150 yıl sonra Almancam sayesinde diyar-ı küfrde hemen hemen görmediğim ülke kalmadı, orada yaşadım, orada beldeler, kâşeneler gördüm. Arapçam sayesinde de mülk-i İslam’da kısa da olsa Şam’ı, Kahire’yi, İskenderiye’yi gezdim, oralarda da bütün viraneler gördüm…

Aradan 150 yıl geçse de gördüm ki değişen bir şey yoktur… İslam Dünyası’nda günümüzde sadece viraneler, sadece yoksulluklar yoktur… Günümüz İslam Dünyası’nda ayrıca savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır.

Peki, bu neden böyledir? İslam Dünyası neden geri kalmıştır? İslam Dünyası'nda bugün neden savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır?

‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… Ben de biliyorsunuz çok sık kullandığım bu iki düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim... Bu sitede sizlere daha yakın zamanda Kudüs konusunu anlatacağım diye teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı, Delilah (Dilayla)'ı anlatmaya çalışmıştım...

Bu sefer de, o kadar değilse bile bir bin yıl geriye giderek diyar-ı küfrü ve mülk-i İslam'ı sadece gören, gezen ve oralarda yaşayan birisi olan değil aynı zamanda bu konuda mürekkep yalamış birisi olarak da İslam Dünyası'nın neden geri kaldığını, İslam Dünyası'nda bugün neden savaş olduğunu, neden kan, gözyaşı ve işgal olduğunu, huzursuzluk olduğunu anlatmak istiyorum…

Gazalî etkisi

Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmasının en başta gelen sebebi:  İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) egemen olmasıdır diye değerlendiriyorum…

İşte bu yazımda da anlatmak istediğim konu bu konudur; Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki tartışma ve bu tartışmanın İslam Dünyası'na olan etkisidir...

Bu konuda Fransız tarhçi Fernand Braudel (1902– 1985) farklı bir tez ortaya koyar. Braudel’e göre 13. yüzyılda Moğol istilası İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Yani Braudel benim anlattığım kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…  Braudel'in tezi yabana atılmaması ve ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. 

Gazalî 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak)  “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için (!) akılcı gidişi önlemeye çalışmıştır.

Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli kitabında şöyle yazar: “…Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Allah’ı akıl ile açıklamaya çalışmak, Allah’ı yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Allah’ın iradesini yadsıma sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkânsızdır.”  

Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatmıştır. İmam-ı Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.

Gazalî, “İhya’u Ulumid-Din” (Din Bilimlerinin Dirilmesi) (Hikmet Neşriyat, 2012) kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia etmiş, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunmuştur. Gazalî kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenir: “Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.” Gazalî, bu eserini dört cilt hâlinde düzenlemiş, ciltlere sırasıyla İbadetler (İbâdât), Âdetler (Âdât), Helak Edici Hususlar (Mühlikât) ve Felaha Erdirici Ameller (Münciyât) adlarını vermiş, her bir cildi de on konu hâlinde işlemiştir.

Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’sında (Say Yayınları, 2013) geçen düşünceleri de eleştirir. Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka Tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır.

Gazalî ve İbn-i Rüşd tartışması

İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı)  (Bordo Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Felsefe, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, hadis, vahiy) de uygundur.’’

Gerçekte de İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.”  “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.” “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.”  “Bir saatlik  tefekkür – düşünüş - 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır” gibi İslam’ın bilim  ile çatışmadığını, evrensel  bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)’in hadisleri vardır.

Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir;  ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler’’. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen  ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986)

Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün  belirttiği gibi; “Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme, mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygun düşer.” (Ord. Prof. Enver Ziya Karal, -1923-01- Fatih Özdemir Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 1990, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II ) sözü ışığı altında İslam dinin akla ve bilimsel faaliyetlere önem verdiğini görmekteyiz.

Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir.

Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilmektedir. İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybetmiştir.  Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi desteklemişler, İbn-i Rüşd’ü ise ihmal etmişlerdir. İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri Gazalî’yi desteklemişlerdir çünkü Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.

Ancak İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilmektedir. 

Harun Reşit, oğlu Memun ve Mutezile (Mutezile mezhebi: Sorunları akıl ve mantık yoluyla çözmeyi esas alan bir mezhep) döneminde doruğa çıkan Doğu'nun Rönesansı olarak tanımlanan Abbasi aydınlanması gerçi Moğol istilası ile sona ermiş ancak ne yazık ki bu coğrafyada Gazalî etkisiyle yeni bir aydınlanma dönemi başlayamamıştır. 

İslam dünyasındaki bu aklın dışlanma sürecinde de bu süreç İslam dünyasında çeşitli alanlarda da desteklendi... Bu alanlar; hukuk (fıkıh), kelam (ilahiyat) ve tasavvuf alanlarıydı. ''Fıkıh''ta İbn-i Hanbel, ''Kelam''da Eşari ve ''Tasavvuf''da da İbn-i Hallaç bu alnalara öncülük ettiler. Bu alanların ve bu öncülerin ortak noktaları imanı aklın, kalbi zihnin önüne koymalarıydı...

Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olmuştur. Öyle ki Fatih İstanbul’u kuşatması esnasında sur önlerinde top döktürecek kadar ileri teknolojiye sahipken 1529’da bu teknoloji kaybolmuş o Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Anadolu’dan Viyana’ya öküzlerle top çekmek zorunda kalmıştır. (1683’de de aynısı tekrarlanmıştır) Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulmuş, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilmiş ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin en başında gelmiştir. 

Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilmiş ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatmıştır. Özellikle Ortaçağ çalışmalarıyla ünlü, İslam tarihi ve Haçlı Seferleri üzerine eserleri olan Fransız Marksist tarihçi Claude Cahen (1909 -1991) bir eserinde şunları yazar: “Batı dünyası İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd ile düşünmeyi öğrenmiş olduğunu asla unutmamalıdır... Kurtuba Camisi olmadan Fransa’da Le Puy Katedrali tasarlanamazdı.”

İslam dünyası ve özellikle o dönemin lideri olan Osmanlı da anlatıldığı gibi Gazalî''nin etkisiyle ne Abbasi aydınlanmasını takip edebilmiş ne de 14. yüzyılda başlayan bu Avrupa Rönesansını yakalayabilmiştir.  Osmanlı da bu nedenle bilimle, teknolojiyle, sanatla, felsefeyle pek bir ilişki kurmamıştır. Osmanlı ne Abbasi döneminde İslamın altın çağında yetişen bilginlerden, astronomlardan, felsefecilerden, matematikçilerden, güzel sanatçılardan, botanikçilerden, mekanikçilerden bir tanesini bile yetiştirebilmiş ne de çağında Avrupa Rönesansını yaşarken bu rönesansın yetiştirdiği Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat, bilim ve düşün dünyasının yapısını tanıyabilmiştir.

Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gitmiştir. Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanmıştır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Denilebilir ki Mustafa Kemal Atatürk İbn-i Rüşd’ün manevi öğrencisidir. Ancak tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde, o da Türkiye’de kazanan İbn-i Rüşd'ün bilimsel düşüncesi Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından sonra ne yazık ki cehalet, taassup ve Batı'nın jandarmalığı nedeniyle kesintiye uğramıştır. 

Günümüzde İslam dünyası

Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD,  Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (11. yüzyıl) olmuştur.  Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir.

2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlandı. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son 1000 (bin) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır.

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade etmiştir:  “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.)

O günden (1100-1200) bugüne; İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve -her ne kadar yanlış anlaşılsa da- İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramamıştır.

Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam Dünyası'nı 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcileri de olmamıştır. Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının Thomas Hobbes, Baruch Spinoza,  Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich  Hegel, Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville,  Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam coğrafyasında olmamıştır. Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam coğrafyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı.

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir. 1970’lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ABD güdümlü ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler içeride işbirlikçiler, eşbaşkanlar bulunarak uygulamaya konulmuştur. Bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir.   

Bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar İslam coğrafyasında siyasi iktidarlar yerli Müslüman işbirlikçilerin ve eşbaşkanların desteği ile emperyalistler tarafından parçalanarak bu ülkelerdeki devlet kapasitesi çökertilmiştir. Bu coğrafyada paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta  El Kaide, El Nusra gibi radikal dinci çeteler, IŞİD gibi terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye kalkışmışlardır. Bu sefer de İŞİD ile mücadele bahanesiyle emperyalist devletler bölgeye girmişler ve mezhep ayrımı da tetiklenerek bütün bölge bir kan gölüne, bir ateş topuna çevrilmiştir. . Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi İslam coğrafyasının da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler. Yine yaratılan bu ortamda İsrail'e çevresinde dikensiz gül bahçelerinden oluşan bir coğrafya sunulmuştur. 

Gerçi ayrı bir konudur ama böylesi bir ortamda Kudüs'ün neden şimdi İsrail'in başkenti ilan edildiğini ve ABD elçiliğinin neden şimdi Kudüs'e taşındığını sormak ve bundan şikâyetçi olmak herhalde bu tablonun müsebbiplerine hiç düşmemektedir. 

Sonuç olarak;

İslam Dünyası'nın Batı karşısındaki bu gerileyişinin mevcut siyasal, ideolojik, sosyolojik, etnik ve mezhep kavgalarının ve ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer ve bir sonuç olduğu düşünülmektedir.

Gazalî’den bugüne İslam dünyası, dünya mutluluğu peşinde değildir, öbür dünya mutluluğu peşindedir. O günden bugüne İslam’ın yatırımı bu dünyaya değil öbür dünyayadır. Batı medeniyetinde bu dünya vardır, bu dünyanın nimetleri olan; bilim, sanat, edebiyat, şiir, resim, refah, neşe, mutluluk vardır. Ne yazık ki Gazalî’nin İslam dünyası böyle bir refah toplumu öngörmemektedir. İşte tam da bu nedenle Gazalî düşüncesinin hâkim olduğu İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ufku, amacı ve ideali yoktur, ihtimali de yoktur.

Bu nedenle de Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu coğrafya, o günden (11. yüzyıl) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle insanlarının birbirini boğazladığı bir mezbahana haline gelmiştir.

Anlatmaya çalıştığım bu sebeplerin sonucu olarak bu coğrafyada bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı ilkesiz ve ülküsüz siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı olduğunu yaşayarak görmekteyiz...

İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov’un bir tespiti vardır: ‘‘Terör; yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Emperyalist güçler bu coğrafyadan elini çekmediği, İslam coğrafyası da emperyalizme alet olmadığı, İslam coğrafyasının metafiziğin dipsiz kuyularından ve mezhep kavgalarından kurtulup bilime ve akla yönelmediği, bu coğrafya halklarının etnik tuzaklardan uzaklaşmadığı ve sonuçta bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmediği sürece bu tespit doğrultusunda bu coğrafyada terör yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörü olmaya ve bu coğrafya bu ateş çemberi içinde cayır cayır yanmaya devam edecektir...

Bu coğrafyada barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve çatışma kültüründen uzaklaşarak uzlaşı kültürüne geçerek bu coğrafya ülkeleri ve insanları arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesidir.

Bir de bu coğrafyanın manevi evrenini koskoca bir morg olmaktan çıkarmak için insanlarına yaşama sevincini aşılamak ve insanlarını “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” gibi kavramları ile beslemek gerekmektedir. 

Bütün bunlar olduğu takdirde Hz. İbrahim’in bir ateş çemberi içine atılmışken birden yeşil çimlere düştüğü gibi bu coğrafya da ancak o zaman bir cennete dönüşecektir. 

Bu ateş çemberinden kurtuluşun bundan başka seçeneği ve çaresi de yoktur. Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmış olması bir sonuçtur.  Ve sebepler ortadan kalkmadan bin yıl da geçse sonuçlar değişmeyecek ve bu dünya bu geri kalmışlıktan ve bu ateş çemberinden kurtulamayacaktır.   

Yazımın girişinde Ziya Paşa’dan bahsetmiştim ya! Yazımın sonunda da yine ondan bahsedeyim... Ziya Paşa sürgünden döndükten sonra, önce Suriye, sonra Konya ve 1878 yılında da Adana Valiliğine atanır. Ölümüne kadar geçen sürede de Adana Valisi olarak görev yapar. Ziya Paşa Adana valisi iken kendisi hakkında aşağıdaki hikâye anlatılır.

1879 yılında Çukurova’da ortalığı kasıp kavuran bir kuraklık hüküm sürer. Ekinler kurur, sebze ve meyve bahçeleri kuraklıktan ürün vermez olur. Çiftçi, tüccar bir grup Adanalı eli böğründe perişan bir durumda müftüye giderek yağmur duasına çıkılmasını isterler. Müftü efendi de durumu arz etmek ve izin almak üzere Vali Paşaya sorar; ‘’Paşa hazretler nasip olursa yarın Cuma namazını eda eyledikten sonra cemaatle birlikte topluca duaya gideceğiz.  Zat-ı Devletleri de buna iştirak etmeyi düşünürler mi?’’ Ziya Paşa müftü efendinin bu teklifini alır almaz ayağa kalkar ve konağın penceresinden aşağıda gürül gürül akan Seyhan nehrini seyre dalar. Sonra da müftü efendiye dönüp şöyle söyler; ‘’Baka müftü efendi, ben Cenab-ı Hakkın huzuruna yağmur istemek için çıkmaya hayâ ederim. Utanırım. Hemen yanı başımızda koca bir ırmak akıyorken, onun kenarında durup yağmur duası yapmak ne ola ki. Hak teâlâ benden bunun hesabını sormaz mı? Yarın Ruzi- Mahşer’de bana ‘Ey Ziya, önündeki nimeti görmezden gelip sen ne yüzle karşıma çıkıp yağmur dilersin’ demez mi? Yok müftü efendi yok. Beni mazur gör. Rabb-ül Alemin’im huzurunda beni rüsva eyleme.’’

Aslında buraya kadar uzun uzun anlatmak istediğimi Ziya Paşa'nın bu hikâyesi açık ve net bir şekilde özetliyor...

İbn-i Haldun; “Coğrafya kaderdir” derdi… Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck de; ‘’Kaderinden şikâyetçi olan, kendi beceriksizliğinden de şikâyetçi olmalıdır.’’ derdi… Bu coğrafya bize kaderdir diye şikâyetçi olacaksak eğer öncelikle aynaya bakarak Maeterlinck’in dediği gibi kendi beceriksizliğimizden şikâyetçi olmamız gerekecektir! Zira Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu coğrafyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)

Anlıyorsunuz değil mi?

Osman AYDOĞAN



''Haydar Haydar'' türküsü ve Ali Ekber Çiçek

26 Nisan 2020

On gün önce (16 Nisan 2020) Sıdkı Baba’yı anlatarak onun ‘’Zülf-ü kâküllerin amber misali’’ dizeleriyle başlayan bir şiirini / türküsünü anlatarak başladığım türkü haftasına (!) bugün de Ali Ekber Çiçek'in yine Sıdkı Baba'nın bir şiirinden alarak bestelediği, bizim ‘’Haydar Haydar’’ diye bildiğimiz türküsünü ve Ali Ekber Çiçek'i anlatarak son vereyim... Yoksa bıkacaksınız türkülerden!

Ali Ekber Çiçek'in ‘’Haydar Haydar’’ türküsünde söylediği dizeler ile bu türküye kaynak olan Sıdkı Baba’nın şiirindeki dizeler aynı değildir. Bu nedenle de bu farklılıkları da -Sıdkı Baba'yı anlatırken kullandığım kaynak kitapları esas alarak- anlatacağım.

Tabii ki her zaman olduğu gibi bu yazımın sonunda da Ali Ekber Çiçek’in sesinden bu türküyü ve bu türkünün değişik yorumlarını vereceğim.

Ama önce küçük bir bilgi...

Şiirlerden şarkı / türkü sözü oluşturmak

Bu sayfalarda daha önce Ömer Hayyam’ın dizlerinden yapılan iki şarkıya yer vermiştim. Birinci Mehmet Güreli’in ‘’Kimse Bilmez’’ isimli şarkısı, diğeri de İranlı bir müzik grubu olan Axiom of Choice’nin ‘’Color of Dreams’’ şarkısı idi… Her iki şarkının özelliği; sözlerinin Ömer Hayyam’ın rubailerinden bir seçki oluşturarak hazırlanmış olmasıydı…

Bu yöntem müzikte sıkça başvurulan bir yöntemdir. Aynı şekilde Ali Ekber Çiçek de Sıdkı Baba’nın ‘’Çatılmadan yerin göğün binası’’ diye başlayan dokuz kıtalık ‘’Devriye’’ şiirinden ufak tefek değişikliklerle iki kıtalık bir seçki oluşturarak bahsettiğim bu türküyü besteler… Sıdkı Baba’nın türküye kaynaklık teşkil eden şiirinin tamamını yazımın sonunda veriyorum…

Ali Ekber Çiçek bu türküyü bestelerken Sıdkı Baba’nın şiirlerinde yer almayan ‘’Haydar Haydar’’ nakaratlarını ekleyerek türküye de bir zenginlik katar… Ali Ekber Çiçek bu zenginleştirmeyi Kul Nesimî’nin ‘’Ben melamet hırkasını’’ dizleriyle başlayan şiirini bestelerken de yaparak bu türküye de ‘’Haydar Haydar’’ tekerlemelerini ekler… Kısaca her iki şiirin orijinalinde ‘’Haydar Haydar’’ isimleri ve tekerlemeleri bulunmaz.

Ali Ekber Çiçek’in bu türkülerine eklediği ‘’Haydar’’ Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmıdır… Yiğit, cesur, kahraman anlamına gelir…

''Haydar Haydar'' türküsünde Sıdkı Baba’nın şiirinden yapılan değişiklikler... 

Söylediğim gibi Ali Ekber Çiçek, Sıdkı Baba’nın şiirinden bazı değişiklikler yaparak ‘’Haydar Haydar’’ türküsünü derler. Şimdi bu değişiklikleri görelim:

Sıdkı Baba’nın şiirinin sekizinci kıtası:

“On dört yıl dolandım pervânelikte
Sıdkı ismim buldum dîvânelikte
Sundular aşk meyin mestanelikte
Kırkların ceminde dar’a düş oldum”

Ali Ekber Çiçek’in ‘’Haydar Haydar’’ türküsünde söylediği ilk kıta ve yaptığı değişiklikler:

‘’On dört bin yıl gezdim pervânelikte
Sıdkı ismin duydum dîvânelikte
İçtim şarabını mestanelikte
Kırkların ceminde dara düş oldum’’

Ali Ekber Çiçek’in türküsündeki ilk kıta Sıdkı Baba’nın şiirinin sekizinci kıtasıdır. Ali Ekber Çiçek, babasından öğrendiğini söylediği bu birinci mısrayı “On dört bin yıl gezdim pervânelikte” şeklinde verir. Ancak Sıdkı Baba’nın şiirinde görüldüğü gibi bu mısra “On dört yıl dolandım Pervane’likte” şeklindedir… Çünkü Sıdkı Baba “Sıdkı” mahlasını almadan önce “Pervâne” mahlasıyla şiirler yazmıştır. Bunu da tam “On dört yıl” sürdürmüştür… Keza türküde Ali Ekber Çiçek şiirde geçen  “Sundular aşk meyin mestanelikte” mısrasını değiştirerek türküsünde “İçtim şarabını mestanelikte” şeklinde söyler...

Tasavvuf ve Bektâşi türkülerinin açıklamasının zorluğu

Tasavvuf ve Bektâşi şiirlerini açıklamak oldukça zordur. Bu zorluğa Yunus Emre’nin dizleriyle bir örnek vererek anlatayım: 

‘’Çıkdım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu’’

Basitçe Yunus Emre'nin şunu demek istediğini sanırız: ‘’Erik dalına çıktım, orada üzüm yedim; bahçenin sahibi bana kızarak niye cevizimi yedin dedi.‘’ Ancak Yunus Emre'nin anlatmak istediği tamamen farklıdır. Yunus Emre bu iki dizesiyle tasavvuftaki şeriat, tarikât, hakikât ve marifet olan dört aşamayı anlatır. Şöyle ki: Erik, şeriattır. Dışı yenir, içinde kocaman bir çekirdeği vardır. Üzüm, tarikâttır. Tamamı yenir, fakat içinde küçük de olsa çekirdeği vardır... Ceviz, hakikâttir. Cevizin özüne ulaşmak için sert kabuğunu kırmak gerekir. Bostan sahibi kızar. Çünkü hakikâte insan kendi başına ulaşamaz. Mürşid-i kâmilin rahle-i tedrîsinden geçmek gerekir...

Türkünün birinci kıtasının açıklaması:

Pervâne

Geceleri ışığın çevresinde dönen pervâne (ateş böceği) Doğu şiirinde âşığı temsil eder… Pervânenin şahsında pervanenin mum (şem) ışığı etrafında her seferinde ona daha da yaklaşarak döndükten sonra kendini aleve atıp yok etmesi olayı, şairin sevdiğiyle yakıcı bir vuslata ermesini tasvir için anlatılır. Tasavvufta ‘’şem’’ ise “ay, güneş, sevgili” anlamlarının yanı sıra “ilâhî nur, mürşid-i kâmil, Kur’an, Hz. Muhammed” gibi mânalarda da kullanılır…

Divânelik

Şiirde geçen ‘’dîvânelik’’, dîvâne olma durumunu, delilik, çılgınlık, mecnunluk durmunu anlatır… Bu ifadeyi Karacaoğlan da kullanır:  ‘’Karac’oğlan der ki yandım ben öldüm / Her dîvaneliği kendimde buldum.’’  

Mestanelik

Mestane, mest olmaktan, yeni kendinden geçmekten gelir. Mestanelik ise kendinden geçilen yer anlamındadır… ‘’Sundular aşk meyin mestanelikte’’ deyişinden kastedilen; şarap içip sarhoş olup kendinden geçmek değil, ilahi aşk bilgisini şaire sunmaları nedeniyle şairin kendinden geçmesini anlatır.

Dara /zara düş olmak ve kırklar

‘’Dara / zara düş olmak’’ tasavvufta bir makam önünden hesap vermek anlamına gelir. Kırkların ceminde dara düş oldum’’ Burada bahsi geçen ‘’kırklar’’ muhtelif makamlardaki kerâmet sahibi ve ermiş kişilere halk tarafından verilen bir unvandır. Maddi olmayıp kerâmet sahibi ve ermiş kişilerin ruhunu temsil eder… Burada şair eğitiminin sonunda kırklar ceminde dara düş olduğunu, yani kırklar tarafından hesaba çekildiğini ifade eder… Bazen ‘’dara düş olmak’’, bazen de ‘’ ‘’zara düş olmak’’ şeklinde kullanılır…

Türküde geçen ikinci kıta

Türkünün bu kıtası Sıdkı Baba’nın dokuz kıtalık şiirinde beşinci kıta olarak geçer… Sıdkı Baba’nın şiirinde bu kıta şu şekildedir:

‘’Ben Âdem’den evvel çok geldim gittim
Yağmur olup yağdım ot olup bittim
Bülbül olup Firdevs bağında öttüm
Bir zaman gül için hara düş oldum.”

Ancak Ali Ekber Çiçek türküsünde bı kıtayı şu şekilde değiştirir:

‘’Gürûh-u Naci'ye özümü kattım
Âdem sıfatında çok geldim gittim
Bülbül oldum Firdevs bağında öttüm
Bir zaman gül için zare düş oldum.’’

Görüldüğü gibi türküde geçen “Gürûh-u Naci’ye özümü kattım” dizesi Sıdkı Baba’nın şiirinde yoktur. Ayrıca ikinci mısra olan “Yağmur olup yağdım ot olup bittim” mısrası da türküde söylenmez…

Türkünün ikinci kıtasının açıklaması:

Bu dörtlüğü anlayabilmek için önce tasavvufta geçen "devriye" kavramı hakkında bilgi vermek istiyorum…

‘’Devir’’ ve ‘’devriye’’

Tasavvufta ‘’devir’’ ya da ‘’devriye’’; varlıkların Hak’tan gelişini ve O’na dönüşünü açıklayan bir kavramdır. ‘’Devir’’ ya da ‘’devriye’’; görünen âleme maddî olarak düşen canlının, önce cansız, sonra bitki, sonra hayvan ve en sonunda insan şeklinde görünüşünü anlatan bir süreçtir...  Bu süreç görünen âlemde ‘’insan-ı kâmil’’ oluşla sonuçlanır… Kısaca ‘’devir’’ ya da ‘’devriye’’ insanın dört unsurdan (cemat-nebat-hayvan-insan) geçerek insan-ı kâmil mertebesine yani ‘’fenafi’llah’’a ulaşmasını anlatır. ‘’İnsan-ı kâmil’’ olan kişi daha sonra Allah’a ulaşır ve cennete gider… Devriye, basitçe "Allah'tan geldik yine ona döneceğiz" (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn) (Bakara-156) ayeti ile de açıklanabilir.

Ayrıca İslam kozmolojisinde kâinatta yer alan bütün galaksilerdeki gök cisimlerinin her dönüşü de ‘’devir’’ olarak adlandırılır…

Gürûh-u Naci

‘’Gürûh’’ Farsçada, “topluluk” anlamına gelir, ‘’naci’’ de Arapça bir söz olup “kurtulan” anlamındadır. Bu iki sözün terkibi Gürûh-u Naci’’; “kurtulmuşlar topluluğu, kurtulanlar” anlamına gelir… Alevî ve Bektaşîler kendilerini “Gürûh-ı Naci’’ olarak adlandırırlar… Bunun nedeni ise Alevî ve Bektaşî’lerin 16. yüzyıldan itibaren Sünni İslam’ın yükselişiyle ötekileştirilmeleri karşısında gelişildikleri bir mitolojik düşüncedir.

Bu mitolojik düşünceye göre Adem'in Havva'dan olan soyu, Habil'in Kabil'i öldürmesi üzerine lanetlenir. Bunun üzerine Naci, Allah tarafından Âdem'e oğul edilir.  Ona eş olarak da cennette bir huri olan Naciye ana verilir.. Havva'nın soyu lanetli iken Naciye ananın soyu temiz bilinir… Birlik ve Hakk nuru Âdem'den Şit peygambere ondan da diğer peygamberlere, son olarak Hz. Muhammed'e (sav) gelinir… Bütün peygamberler Naciye ananın soyundandır. Bu şekilde ‘’Gürûh-u Naci’’; temiz,  kirlenmemiş toplum olarak tasvir edilir.

Firdevs bağı

Bütün ayet ve hadislerde Cennet'in katları olduğu söylenir. Bu katlardan bazıları daha yüce, nimetleri daha güzel ve daha üstündür. Firdevs bağı derecesi en yüksek Cennet katında yer alır...   

Şair burada demek ister ki bülbül olup Cennet’in en üst katında ötmüşken zaman oldu (bu dünyada) bir gül önünde hesap verir oldum…

Görüldüğü gibi Sıdkı Baba’nın bu dizlerinin kaynağını ayet ve hadisler, peygamberler ve İslam tarihi oluşturmaktadır… Ali Ekber Çiçek bir TV röportajında bestesi için "ben bu eser için uç sene çalıştım" diye beyan eder...

Bizler bu türküyü ‘’Haydar Haydar’’ diye ilgiyle, beğeniyle, severek dinliyoruz ama bu türkünün ol hikâyesi işte böyledir.

Ali Ekber Çiçek

Ali Ekber Çiçek; anlattığım ‘’'Haydar Haydar’’' türküsünün yanında ‘'Gönül gel seninle muhabbet edelim’', '’Derdim çoktur hangisine yanayım’', ‘'Böyle ikrar ile böyle yol yolunan’' gibi yüzlerce eseri türkü dünyasına kazandırmıştı…

Ali Ekber Çiçek, bu toprakların yetiştirdiği, Türk halk müziğinin hem sesiyle hem sazıyla yeri doldurulamayacak en büyük değerlerden birisiydi… Türkünün ve sazın çok çok büyük bir ustasıydı… Gelmiş geçmiş en büyük bağlama virtüözüydü... Tek kişilik orkestraydı… Sanki Anadolu’nun bin yıllık ıstırabı onun sesinde can bulmuştu... 

Kendisi için ‘’Fâni’’ mahlasını kullanan Lütfi Filiz’in vefatı (2007) ile nasıl ki ‘’tasavvuf’’ geleneği kesilmişse, Ali Ekber Çiçek’in vefatı ile de ‘’derviş’’ geleneği de Anadolu'da son bulmuştur. Artık yaşayan bir dervişimiz yoktur, kalmamıştır. 

Dervişliğine yakışırcasına; "Herkes mukaddes, herkes insan. Gözyaşı herkeste var’’ derdi Ali Ekber Çiçek…

Rivayet edilir ki Ali Ekber Çiçek bir gün, bir dost meclisinde bağlama çalmakta, türkü söylemektedir. Herkes çıt çıkarmadan, sessizce Ali Ekber Çiçek’i dinlemektedir. O anda  dinleyicilerden bir komiserin telsizine bir anons gelir.. Komiser cevap vermek zorundadır, utana sıkıla sessizce cevap verir… Ali Ekber Çiçek bağlamasının karar sesine vurur... Ortam durulur, kısa bir sessizlikten sonra komiser açıklama yapma gereği duyar: "Baba, şu elimdeki telsizle bir türlü derdimi anlatamadım, kusuruma bakma..." Ali Ekber Çiçek gülümser, komisere döner ve der ki ‘’Oğlum, ben derdimi yedi telliyle anlatamadım, sen telsizle mi anlatacaksın?"

Ne kendisi derdini yedi telliye anlatabildi, ne de Türkiye onun değerini anlayabildi…Başka bir memlekette olsaydı eğer o dünyanın en bütük sanatçısı olarak tanınırdı... 

Bizlere ''Haydar Haydar'' türküsünü ve bu türkü vasıtasıyla da Sıdkı Baba'yı Ali Ekber Çiçek tanıtmıştı.

Bu türküyü ve Ali Ekber Çiçek'i anlatmayı bugüne bıraktım.... Çünkü Ali Ekber Çiçek, Anadolu’nun bin yıllık birikimi derleyip milletine sunmuş ve her derviş gibi tam da ''Haydar Haydar'' türküsünün ilk dizesinde “On dört bin yıl gezdim pervânelikte'' dediği gibi gibi ''bin'' değilse de tam da ondört yıl önce bugün, 26 Nisan 2006 tarihinde bu dünyadan göç etmiş, doğduğu gibi bir fakir olarak Hakk'a yürümüştü. Sanki gideli ondört yıl değil de ondört bin yıl oldu!...

Bu vesile ile de kendisini anmak istedim... Rûh-u revânı şâdû handân ola...

Rengarenk TV'lere, boyalı boyalı ceridelere bir bakın şimdi! Magazin, dedikodu, et ve top haberleri dururken Ali Ekber Çiçek'i kim hatırlar, kim anar?

Türküler bahanesiyle de on gündür anlatmak istediğim şuydu: Bütün iyi adamlar iyi atlara binip binip gidiyorlar... Yerleri doldurulmadan... Bizler de; yok o sağcıydı, yok bu solcuydu diye diye, yok o sucuydu, yok bu bucuydu diye diye varlıklarını, kıymetlerini, değerlerini, ağırlıklarını, zenginliklerini, hazinelerini bilmeden... Anadolu'nun rengarenk bir çiçek bahçesi olmasının ne büyük bir zenginlik olduğunu anlamadan... Gittikçe onlar; daha bir sessiz, daha bir sözsüz, renksiz, fersiz, nefessiz, kelimesiz, aşksız, meşksiz, sevgisiz ve sevdasız kaldığımızın farkına varmadan… Rengarenk çiçek bahçesi Anadolu'nun; susuz, verimsiz, çorak ve kurak bir vahaya dönüştüğünü anlamadan... Bu gidişle, dipsiz kuyularda, kör karanlıklarda; fersiz, havasız, nefessiz kalıp, entübe edilmiş Koronavirüs hastaları gibi boğum boğum boğulacağımızı öngörmeden…

Farkında mısınız? 

İşte bu nedenle Ali Ekber Çiçek türküsünde ‘’ağlama gözlerim’’ dedikçe ben ağlardım… Sonra ‘’Mevlâ kerimdir’’ derdi ben umut bağlardım…

''Ağlama gözlerim, Mevlâ kerimdir!’’

Osman AYDOĞAN

Ali Ekber Çiçek; ‘’Haydar Haydar’’
https://www.youtube.com/watch?v=3-EfJBsf_3Q

Müslüm Gürses; ‘’Haydar Haydar’’
https://www.youtube.com/watch?v=ymOFW85b-90

Minor Empire ; ‘’Haydar Haydar’’ (‘’Minor Empire’’’’ 2010 yılında Toronto'da kurulan ve Türkçe müzik yapan Kanadalı bir müzik grubudur. ‘’Minor Empire’’ adı Anadolu'nun tarihte kullanılan adlarından biri olan Küçük Asya (Asia Minor) ve Türk müziğinde sık kullanılan minör akorlardan esinlenerek oluşturulmuştur.):
https://www.youtube.com/watch?v=gyy9kG0IKOc&list=PLDB1YZ8qeMv35VRefQRWdGbEHdZairBWr&index=52

Selda Bağcan;; ‘’Haydar Haydar’’
https://www.youtube.com/watch?v=YSv9Y3lt8eE

Ahura Ritim Topluluğu; ‘’Haydar Haydar’’
https://www.youtube.com/watch?v=rU-x55IZK8U

Mamak Khadem; ‘’Heydar’’ (Mamak Khadem'in Ömer Faruk Rekbilek ile birlikte ‘’jostojoo forever seeking’’ adlı solo albümünde "Heydar" şeklinde yer alır.)
https://www.youtube.com/watch?v=3h8d4o2qic0

Kuan Müzik grubu; ‘’Haydar Haydar’’
https://www.youtube.com/watch?v=H_-feF7dToQ

Kaknüs Ensemble; ‘’Haydar Haydar’’
https://www.youtube.com/watch?v=URNNvbgjtuw

Ali Ekber Çiçek'in ''Haydar Haydar'' türküsüne kaynaklık eden Sıdkı Baba’nın dokuz kıtalık ‘’Devriye’’ şiiri:

Nura Düş Oldum

Çatılmadan yerin göğün binası
Muallâkta iki nura düş oldum
Birisi Muhammed birisi Ali
Lahmike lahmi de bire düş oldum

Ezdi aşkın şerbetini hoş etti
Birisi doldurdu biri nuş etti
İkisi bir derya olup cuş etti
Lâl ü mercan inci dür’e düş oldum

Ol derya yüzünde gezdim bir zaman
Yoruldu kanadım dedim el’aman
Erişti carıma bir ulu sultan
Şehinşah bakışlı ere düş oldum

Açtı nikabını ol ulu sultan
Yüzünde yeşil ben göründü nişan
Kaf u nun suresin okudum o an
Arş-Kürs binasında yâre düş oldum

Ben Âdem’den evvel çok geldim gittim
Yağmur olup yağdım ot olup bittim
Bülbül olup Firdevs bağında öttüm
Bir zaman gül için hara düş oldum

Âdem ile balçık olup ezildim
Bir noktada dört hurufa yazıldım
Âdem’e can olup Sit’e süzüldüm
Muhabbet şehrinde kâra düş oldum

Mecnun olup Leyla için dolandım
Buldum mahbubumu inandım kandım
Gılmanlar elinden hulle donandım
Dostun visalinde nâra düş oldum

On dört yıl dolandım Pervane’likte
Sıtkı ismin buldum divanelikte
Sundular aşk meyin mestanelikte
Kırkların ceminde dara düş oldum

Sıdkı’yam çok şükür didare erdim
Aşkın pazarında hak yola girdim
Gerçek âşıklara çok meta verdim
Şimdi Hacı Bektaş Pir’e düş oldum

Sıdkı Baba




Mihriban ve Abdurrahim Karakoç

25 Nisan 2020

16 Nisan 2020 günü bu sayfada Sıdkı Baba’nın divanından bir türkü ile başlamıştım: ‘’Zülf-ü kâküllerin amber misali’’ diye… Sonrasında sanki türkü haftasıymışçasına devam etmiştim… Araya iki 23 Nisan yazım girdi… Sizleri türküden bıktırmadan son iki türkü ile bu türkü haftasına veda edeyim… Bu son iki türküden ilki, daha önce de paylaşmıştım: ‘’Mihriban’’ Diğeri de yarın…

''Mihriban'' Türk halk müziğinin şaheserlerinden birisidir... Kimlerin beyninde takılmış bir plak gibi ''Mihriban, Mihribaaaaannnn'' diye dönüp durmadı ki...

''Mihriban''ın yazarı ise şair Abdurrahim Karakoç'tur. Ancak şaire geçmeden önce onun o ölümsüz şiiri ''Mihriban''ı anlatayım...

Mihriban

''Mihriban’’; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, ‘’Mihriban’’ diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır...

Mihriban aşkı en iyi anlatan Türkçe şiirlerden birisidir... Aşkın en saf, en yalın, en temiz, en büyük halini anlatır…

Şiirde geçen dizelerdi: "Lambada titreyen alev üşüyor", "Kar koysan köz olur aşkın külüne",  "Her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor", "Yar deyince kalem elden düşüyor’’.

Bu nasıl bir aşk ki; lambadaki alev bile üşüyüp tir tir titriyor, aşkın külüne kar bile koyduğunda köz oluyor, her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor ve yar deyince kalem elden düşüyor. Aşkı kalem tarif edemiyor ama Abdurrahim Karakoç tarif etmiş işte!

Mihriban’ın hikâyesi

Abdürrahim Karakoç, Hollanda'da aylık yayınlanan ''Platform'' dergisine vefatından önce verdiği bir röportajda bu şiiri, Mihriban'ı ve hikâyesini şöyle anlatır:

Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki ''Mihriban''dır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.

Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiş, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır. 

Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce ''kız küçük'' derler, ''henüz erken'' derler, bahane bulurlar, bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”

Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der. 

Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır. Ve Abdurrahim Karakoç ''Mihriban'' şiirini yazar... 

Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz, tabi Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar: ''Unutursun Mihriban'ım'' diye... Her iki şiiride yazımın sonunda veriyorum...

Mistik bir olgunlukla, ''son bir kez'' diyor Abdurrahim Karakoç, ''son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” 

“Bazen aklıma düşüyor. Ben 'unutursun' diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun.'' 

Ve röportajının sonuna doğru ‘’Mihriban nasıl biriydi?’’ diye sorulduğunda ‘’sıradan insanlara benzerdi’’ diyor Abdurrahim Karakoç.. "Ne çok güzel, ne çok özel..." "Ne adı Mihriban, ne saçları sarı... "Belki bu şiirin bu kadar beğenilmesinin sebebi herkesin içinde bir Mihriban’ın olması...’’ ‘’Gerçek yaşanıp, yazıldığı zaman okuyucu kendini bulur... Bu yüzden diyorum ki, ben herkesin hayatında bir Mihriban var... "

Mihriban, Farsça kökenli bir kelimedir. Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu anlamındadır. Ancak gerçekte Mihriban’ların hikâyesi hiç de şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu değildir.

Abdurrahim Karakoç şiirinde gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslenmişti sevdiceğine. Adı başka olsa da Mihriban, saçları siyah olsa da Mihriban, yüreğimizi çalan herkes Mihriban, çözemediklerimiz, çözülmeyenler Mihriban…

Ve Mihriban türküsünü de en iyi Musa Eroğlu söylerdi… Sanki büyü gibi bir türküdür…. Musa Eroğlu sazıyla, diliyle, ağzıyla söylerken siz içinizden, kalbinizden, yüreğinizden, ruhuzdan söylersiniz: 

Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….

Ve gözlerinizden kimseciklerin görmediği yaşlar süzülür... Çünkü kabuk bağlamış yaralar var içinizde. İşte bu türküler bu kabukları yumuşatmadan, enfeksiyon kapar mı diye düşünmeden, dezenfekte etmeden çok sert bir şekilde kopartıp atıyor... Hüzünlenmeniz ağlamanız işte bundandır…

Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban…. 

Abdurrahim Karakoç

Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932 yılında Kahramanmaraş Elbistan’da doğar. Dedesi, babası ve kardeşleri de şair olduğu için küçük yaşlarda şiire merak sarar… İlk yazdığı şiirleri iki kitap olacak hacimdeyken beğenmeyip yakar… 1958 yılından itibaren yazdıklarını 'Hasan'a Mektuplar' ismi altında 1964 yılında yayımlar…

Şiirleri mücadele şiirleridir… Bunun nedeni de yaşadığı şartlardan kaynaklanır… 27 Mayıs hiciv şiirlerine kaynaklık eder… Bu nedenle de otuz kez mahkemeye kapısını aşındırır… Ancak bütün suçlamalardan beraat eder… Bu davalarda hiç avukat tutmaz, hep kendi kendini savunur… Hiçbir iktidarla barışık olmadan yaşar…

Hiçbir sorun karşısında susmaz… Susmadığını, susmayacağını ‘’Yemin’’ isimli şiirinde anlatır. Maraş Elbistan’lıdır ya… Bu şiirinin bir kıtası şöyledir:

‘’Esir iken Kırım, Kerkük, Türkistan
Bana zindan olur Maraş, Elbistan
Dedem Korkut, İbn-i Sina, Alparslan
Susarsam hakkını helal etmesin!’’

Dostluğa çok değer ve çok önem verirdi… Bir şiir kitabının adı da ‘’Dosta Doğru’’ idi… ‘’Dosta doğru’’ şiirinde söylerdi;

‘’Ne saklarım, ne gizlerim
Yalnızca onu özlerim
Tabutta bile gözlerim
Bakar gider dosta doğru’’

1985 yılında gazetecilik yapmaya başlar… Büyük Birlik Partisi'nin kuruluşunda yer alarak siyasete atılır… Sonra siyasetten ayrılır… Niçin girip, niçin ayrıldığını bir röportajda şöyle ifade eder:  "Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım".

7 Haziran 2012 yılında Ankara'da vefat eder. Mezarı Ankara'da Keçiören Bağlum’dadır… Abdurrahim Karakoç gerçek anlamda taşra bilincini aşmış halk şiirinin hece veznini en iyi kullanan son söz yazarı idi.

Ellerin yurdunda çiçek açarken

Abdurrahim Karakoç'un şahsında birleşen iki önemli konu var ki anlatmadan geçmek istemem:

Bunlardan birincisi; Abdurrahim Karakoç'un o eşsiz dizeleri olan ''Mihriban''ı Musa Eroğlu'nun bestelemiş olması, söylemiş olması, meşhur etmiş olması… ‘’Unutursun Mihriban’ım’’ türküsünü de Selda Bağcan’ın söylemiş olması, meşhur etmiş olması…

İkincisi de Abdurrahim Karakoç'un hemşehrisi olan Âşık Mahzuni Şerif'in Abdürrahim Karakoç için yazdığı iki özel şiirinin olmasıdır. Bu şiirleri de yazımın sonunda veriyorum.

Abdurrahim Karakoç, Âşık Mahzuni Şerif, Musa Eroğlu ve Selda Bağcan… Ne güzel bir kompozisyon değil mi?

Belki gelecekte kültür hayatımızın belkemiği şairlerimizi, ozanlarımızı, edebiyatçılarımızı siyasi görüşlerinden bağımsız olarak anarız, severiz, onları anlarız.

Aksi halde Abdurrahim Karakoç'un ‘’Kara Haber’’ isimli şiirinde söylediği gibi ellerin yurdunda çiçek açarken bizim illere kar gelecektir… Eller yurdunda güler oynarken, düğün yaparken, bu coğrafya bize dar gelecektir... 

‘’Ellerin yurdunda çiçek açarken,
Bizim İl’e kar geliyor gardaşım!
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme;
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım!’’

Ülkenin manzara-i umumiyesi ortada.... Daha ne diyem, nasıl diyem ben?

Bu konudaki düşüncemi Abdurrahim Karakoç'un ''Yakarış'' isimli şiirinden bir dizeyle anlatayım: 

''Umudum her zaman bâkidir ama
zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.''

Allah rahmet eylesin...

Osman AYDOĞAN

Musa Eroğlu'nun sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=dGKF8_Qg_To

Abdurrahim Karakoç’un kendi sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=jTFVjfMOQzU

Yazıda bahsi geçen ‘’Unutursun Mihriban’ım’’ şiirini de Selda Bağcan söylemişti:
https://www.youtube.com/watch?v=Hkb5uPtpR1w

Bundan sonrası türkü dostları için…

Mihriban

Sarı saçlarına deli gönlümü 
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban 
Ayrılıktan zor belleme ölümü 
Görmeyince sezilmiyor Mihriban 

Yar, deyince kalem elden düşüyor 
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor 
Lambada titreyen alev üşüyor 
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban 

Önce naz sonra söz ve sonra hile 
Sevilen seveni düşürür dile 
Seneler asırlar değişse bile 
Eski töre bozulmuyor Mihriban 

Tabiplerde ilaç yoktur yarama 
Aşk değince ötesini arama 
Her nesnenin bir bitimi var ama 
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban 

Boşa bağlanmış bülbül gülüne 
Kar koysan köz olur aşkın külüne 
Şaştım kara bahtım tahammülüne 
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban 

Tarife sığmıyor aşkın anlamı 
Ancak çeken bilir bu derdi gamı 
Bir kördüğüm baştan sona tamamı 
Çözemedim çözülmüyor Mihriban 

Unutursun Mihriban’ım

‘’Unutmak kolay mı?” deme, 
Unutursun Mihriban’ım. 
Oğlun, kızın olsun hele 
Unutursun Mihriban’ım. 

Zaman erir kelep kelep.. 
Meyve dalında kalmaz hep. 
Unutturur birçok sebep, 
Unutursun Mihriban’ım. 

Yıllar sinene yaslanır; 
Hatıraların paslanır. 
Bu deli gönlün uslanır... 
Unutursun Mihriban’ım. 

Süt emerdin gündüz-gece 
Unuttun ya, büyüyünce... 
Ha işte tıpkı öylece 
Unutursun Mihriban’ım. 

Gün geçer, azalır sevgi; 
Değişir her şeyin rengi 
Bugün değil, yarın belki 
Unutursun Mihriban’ım. 

Düzen böyle bu gemide; 
Eskiler yiter yenide. 
Beni değil, sen seni de 
Unutursun Mihriban’ım.

Âşık Mahzuni Şerif'in Abdurrahim Karakoç için yazdığı şiirleri:

Bir televizyon programında konuk Abdurrahim Karakoç iken Âşık Mahzuni Şerif programa telefonla bağlanarak şöyle konuşur: "Sevgili Karakoç Elbistan tarihi kadar Anadolu tarihinin de 20. yy'a sunduğu Hakk'ın son lütuflarından birisidir. O yüce dostun hem çağdaşı, hem meslekdaşı hem de hemşehrisi olmak şu 50 yıllık sanat ve ozansı hayatımda hep gururum olmuştur."

Âşık Mahzuni Şerif ardından da Abdurrahim Karakoç için yazdığı şu şiiri okur:

''Güzel Elbistan’ın eski arslanı,
Yıllar böyle geldi geçti Karakoç,
Bunca beddin günahkârın içinde,
Felek gardaş beni seçti Karakoç..

Siz bir bağda en kızarmış üzümken,
Ben koruk’tum bütün bağlar bizimken,
Türkmenin güzeli iki gözümken,
Obamız Nurhak’tan göçtü Karakoç.

Bilirsin ki yok gönlümün dönesi,
Kekik kokar ketizmenin sinesi,
Tarih bin dokuz yüz elli senesi,
Deli gönlüm sevda içti Karakoç’a

Sana ne söylerim bilmem ne derim,
Benim gibi doğdu gitti pederim,
Der Mahzuni ellerinden öperim,
Çünkü sana varmak güçtü Karakoç…''

‘’Doğuş Edebiyat Dergisi’’ni çıkaran ‘’Ocak Yayınevi’’ sahibi Alper Aksoy bir yazısında da Mahzuni’nin Abdurrahim Karakoç hakkında yazdığı bir başka şiiri de şöyle anlatır:  

Sanırım 1984 veya 1985 yılıydı. Âşık Mahzuni Şerif’in bütün şiirleri kitaplaştırılmıştı. Aaa o da ne?..  Abdurrahim Karakoç’a ait dört beş şiir Mahzuni’ye aitmiş gibi kitapta yer almıştı. Abdurrahim Ağabey’in bu şiirler “Söz ve müzik: Aşık Mahzuni Şerif” olarak plak yapıldığı için açılan davayı kazandığını ve tazminat aldığını biliyordum. On yıl sonra kitabı hazırlayan akademisyen arkadaş ikinci defa Mahzuni’yi bir suçun içine atıyordu.

Kitabı Abdurrahim Ağabey’e gösterip durumu özetledim. O sırada yanımızda avukat stajını yeni bitirmiş Rahmetli Şükrü Karaca da vardı. “Sen bana bir vekâlet ver, Mahzuni’nin canına okuyacağım, ayıptır bu yaptığı” dedi. Ve Şükrü Karaca vekâleti alıp hem kitabı yayınlayan yayınevine hem de Rahmetli Mahzuni’ye bir noter protestosu gönderdi.

Bakalım ne cevap gelecekti?

İki hafta sonra Ocak Yayınevi adresimize Mahzuni’den bir mektup geldi. Heyecanla açtım ve okumaya başladım. Özetle diyordu ki:

“Kitabı hazırlayan akademisyen arkadaşın hatasıdır . Benim bu durumdan kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu. Sen bir Ağrı Dağısın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe.. O kitaptaki bütün şiirlerin okkası darası bir ‘İsyanlı Sükut’ etmez. Boşver mahkemeyi, hâkimi cezamı sen kes. Karakoç’un şeriatına boynum kıldan incedir”.

Ve bu satırların altında muhteşem bir şiir:

Karakoç Baba'ya

''Elbistan yiğidi Karakoç Baba
Kumanyalar bizde azık değil mi?
Bizim yöremizin gerçek diliyle
Haksıza gözümüz kızık değil mi?

Atına binmeyi bilmeyen tatar
Kendi hayalinde ciritler atar
Beşimiz tok, on binimiz aç yatar
Böyle bir sisteme yazık değil mi?

Sülalem sermemiş yırtılmış sergi
Vallahi dediğim değildir yergi
Hırsıza kaç kurtul, mazluma vergi
Böyle bir adalet kazık değil mi?

Az değildir Karakoç'dan aldığım
Boşa mıydı Mahzunîlik bulduğum?
Sen, ben söylemezsek kurban olduğum
Bizdeki ozanlık bozuk değil mi?''

Abdurrahim Ağabeyi yayınevi yazıhanesine çağırdım, mektubu uzattım: “Mahzuni Şerif beni mahvetti, sıra sende Ağabey” dedim.

Daha ilk satırlarında gözleri buğulanarak, mahcubiyetten elleri titreyek okumaya başladı. Sıra şiire geldiğinde bir bulut kaynadı Nurhak Dağları’ndan, oradan oraya savruldu ve gelip Karakoç’un başına hörelendi.

Sadece elleri değil konuşurken sesi de titriyordu: “Keşke bu işe avukatı, mahkemeyi, noteri karıştırmasaydık” dedi.



Eski ve Yeni Türkiye

24 Ocak 2020

Son yıllarda ülke gündemine bir kavram yerleşti ''Yeni Türkiye''. Bu kavramın ne anlama geldiğini anlamak ve ''Eski Türkiye'' ile mukayese etmek için dünyaca ünlü bir düşünüre başvurmamız gerekiyor: Maurece Duverger'e... (Türkçe söylenişiyle: Moris Düverje)

Ancak önce kısaca Maurece Duverger'yi tanıtmak istiyorum...

Maurece Duverger

Maurice Duverger (1917 - 2014), siyaset biliminde felsefi düşünce yerine deneysel yöntemi kullanmayı tercih eden dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğudur. Türkiye’deki Bülent Daver, Ahmet Taner Kışlalı, Münci Kapani ve Ergun Özbudun gibi birçok anayasa hukukçusu ve siyaset bilimcisini derinden etkilemiştir. Duverger, tarafsız olmanın mümkün olmadığını, sadece ne kadar taraf tuttuğumuzu belirterek nesnel olabileceğimiz görüşünü savunur.

Duverger'nin ‘’demokrasi’’ ayrımı

Duverger, demokrasiyi; “siyasal demokrasi” ve “sosyal demokrasi” olmak üzere iki başlık altın inceler.  Duverger, siyasi partilerin gelişimini, demokrasinin gelişimine bağlayarak politik kurumlarının meşruiyetini demokrasinin varlığıyla ilişkilendirir. Kısaca Duverger’ye göre, demokrasi ne kadar etkin ve işler haldeyse, siyasi partiler gibi politik kurumlar da o kadar etkin ve işler haldedir.  Duverger, komünistlerin sosyal demokrasiyi gerçekleştirmek için siyasal demokrasiyi ortadan kaldırmayı amaçladıkları, faşistlerin ise sosyal demokrasiyi ortadan kaldırmak için siyasal demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalıştıkları tespitini yapar.

Duverger'nin ‘’siyasal rejimler’’ ayrımı

Duverger, “Siyasi Rejimler” (Sosyal Yayınları, 1986) kitabında siyasal rejimleri iki gruba ayırır; “Birincisi idare edenlerin otoritesini idare edilenler lehine tahdit eden liberal temayül. Diğeri, idare edilenlerin yetkilerini idare edenler lehine daraltan otoriter temayül. Burada fert, cemiyet, bunların birbirleriyle münasebetleri mevzuunda iki ayrı düşünce tarzı, iki ayrı felsefe, iki ayrı hayat sistemi karşısında kalırız. Çeşitli siyasi rejimler bunların özel bir planda teknik tanzim şekillerinden başka şeyler değillerdir.” (s. 9-10) Tabii ki Duverger bu ayırımda liberal ve çoğulcu demokrasiyi savunur.

Duverger ve ‘’demokrasi’’

Duverger, ‘’demokrasi’’ kavramının ülkelere ve bölgelere göre uygulamada çeşitlilik gösterebileceğinden söz eder. Ancak şu sözü onun bir vasiyeti gibidir: “Şartlar ne olursa olsun, demokrasiden asla vaz geçilmemeli ve demokratik toplumun inşası için gereken neyse en etkili biçimde, cesaretle icra edilmelidir. Buradaki en önemli faktör ise milletin ta kendisidir!”

‘’Siyasetin bir insan yönetme sanatı” olduğunu düşünen Duverger, siyaset biliminde ‘’insan’’ faktörüne büyük önem verir. Duverger’e göre partileri var eden en temel faktör “insan” dır…

Duverger’nin ilgi alanlarından birisi de Türkiye’deki demokrasinin gelişimidir. Ancak Duverger, Türkiye’deki siyasi yapıya ve demokrasiye çok temkinli yaklaşır… Duverger Türkiye’deki demokrasiyi tanımlarken “nazik demokrasi bitkisi” deyimini kullanır… ‘’Nazik demokrasi bitkisi’’; susuz havuzlarda, gübresiz tarlalarda, çorak vahalarda yetişmeye çalışan bir nazik demokrasi bitkisi...

Duverger’nin 30 kadar kitabı vardır. Ancak Duverger'nin bu kitaplarından üçünden bahsedeceğim.

Birinci kitap Duverger’nin '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabıdır. Duverger, bu kitabında siyasi partileri ‘’seçkin tabanlı partiler’’ ve ‘’halk tabanlı partiler’’ olarak ikiye ayırarak siyasi partilerin karakterini "örgütlenme modeli"nin belirlediğini yazar. Komünist partilerin belirleyici özelliği "hücre", faşist partilerinki ise "milis" örgütlenmesidir. (s. 64)

Duverger’ye göre Atatürk’ün ‘’demokrasi’’ anlayışı ve ‘’Eski Türkiye’’

Maurice Duverger, bu kitabında Türkiye'den ve Atatürk'den de bahseder. (s. 360-364):

Duverger, bu kitabında, “Tek partilerin genellikle totaliter partiler olduğunu, ancak gerek felsefeleri gerek yapıları bakımından bu yargının her ülke için geçerli olmadığını” söyleyerek Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Bu da, tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içermektedir.

Duverger, bu kitabında Atatürk hakkında şunları yazar: “Atatürk’ün liderliğindeki tek particilik, tekelciliğe dayanarak liberal demokrasiyi tıkamamıştır. Hatta Mustafa Kemal sahip olduğu güçten rahatsızlık duymuştur. Çeşitli fırsatlarla bu tekele son vermeye çalışmıştır.” Duverger’ye göre “bu olgu tek başına bile derin bir anlam taşımaktadır. Hitler Almanyası’nda ya da Mussolini İtalyası’nda böyle bir şey düşünülemezdi… Bunlar, her şeye rağmen, Kemal rejiminin plüralizme üstün bir değer tanıdığını ve pluralist bir devlet felsefesi çerçevesinde faaliyet gösterdiğini ifade etmektedir.”

Duverger’ye göre, Türk tek-partisinin “başta gelen özelliği, onun demokratik ideolojisindedir. Bu ideoloji, hiçbir zaman, faşist veya komünist ideolojiler gibi, bir tarikat veya kilise niteliği taşımamış; üyelerine bir iman veya bir mistik empoze etmemiştir… Partinin yönetici kadrolarının antiklerikal (ruhban sınıfına ve teşkilatına karşı olmak) ve akılcı tutumu, onları açıkça ondokuzuncu yüzyıl liberalizmine yaklaştırmıştır… Adının ‘Cumhuriyetçi’ oluşu bile, bu partiyi, yirminci yüzyılın otoriter rejimlerinden çok, Fransız İhtilâli’ne ve ondokuzuncu yüzyılın terminolojisine yaklaştırmaktadır… Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır; bu da, ‘halkçı’ veya ‘sosyal’ diye nitelendirilen ‘yeni’ bir demokrasi değil, geleneksel siyasî demokrasidir. Parti, yöneticilik hakkını, siyasal elit veya ‘işçi sınıfının öncüsü’ olma niteliğinden yahut da liderinin Tanrı iradesine dayanışından değil, seçimlerde kazandığı çoğunluktan almıştır.''

Duverger’nin kitabında Kemalizm hakkında ise şu tespiti vardır: "Kemalizm, Moskova ve Pekin’in etkisinde kalmamış azgelişmiş ülkelerde, doğrudan ya da dolaylı çok yönlü sonuçlar uyandırmıştır. Kemalizm, kuzey Amerika ve batı Avrupa rejimlerinde bulunmayan nitelikleriyle, Marksizm’in gerçekten alternatifidir. Marksizm uygulamasına girmek istemeyen ülkeler, batı demokrasisi karşısında saptadıkları yetersizliklere çözüm getiren Kemalist modeli tercih edebilirler."

Maurice Duverger’nin deyişiyle Cumhuriyet Tek Parti rejiminden “mahcubiyet” duymuştur. Gelecekte demokrasiye geçilmesi fikri Cumhuriyet’in özünde ve kurucularında mevcuttur. 1930 yazında Mustafa Kemal Atatürk, bir muhalefet partisi (Serbest Fırka) kurdurmak kararı nedeniyle çevresindekilerin (Fethi Okyar) kaygılarına karşı şöyle der: “Bunlara tahammül edeceğiz başka çare yoktur. Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır...” Mustafa Kemal Atatürk sözlerinin devamında demokrasiye geçmeyi hedeflediğini söyler: ‘’Vakıa bir meclis vardır, fakat dâhilde ve hariçte bize ‘dictature’ nazarıyla bakıyorlar. Hâlbuki ben Cumhuriyet’i şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o surette geçmek istemiyorum…” (‘’Fethi Okyar’ın Anıları’’, Osman Okyar, Mehmet Seyitdanlıoğlu, İş Bankası Yayınları, 1999, s.103-104)

İşte bu nedenlerle Duverger'nin yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.

Duverger'nin bu kitabında anlattığı Türkiye ''Eski Türkiye''dir... 

''Eski Türkiye''den ''Yeni Türkiye'’ye geçiş

Duverger'nin anlatmak istediğim ikinci kitabı “Halksız De­mokrasi” (Dördüncü Yayınevi, 1969) adlı kitabıdır. Duverger bu kitabında ise ''Eski Türkiye''den ''Yeni Türkiye'’ye nasıl geçiş yaptığımızı anlatırcasına şu tespitleri yapar:

“Bir demokraside çok sayıda ve zayıf partiler varsa, o ülke iyi yönetilemez, halk siyasetten soğur ve siyaset ‘merkezin hükümranlığı’ altı­na girer.” (s. 159,)

‘’Halktan güç alan büyük sağ ve sol kitle partileri olmayınca, hepsi birbirine benzeyen, kişiliksiz partilerin oluşturduğu ‘orta­nın bataklığı’ siyasete hükmeder.’’ (s. 192)

‘’Sürekli koalisyonlarda partiler kişiliksizleşir, programları ‘müphem’ hale gelir.’’. (s. 196)

‘’Sağın ve solun ılımlılarını bir araya getiren ‘renksiz’ koalisyon­lar’, yurttaşların bir politika seçme imkânlarını yok eder ve halk siyasetten soğur.’’ (s. 220)

‘’Siyaset; kombinezonlar, entrikalar, türlü oyunlar, ardı arkası gelmeyen yeniden seçimler ve çekişmeler ile siyasi entrikaya dönüşür." (s. 280)

Ve ‘’Yeni Türkiye’’

Duverger'nin anlatmak istediğim üçüncü kitabı “Politikaya Giriş” (Varlık Yayınları, 1984) isimli kitabıdır. Duverger, bu kitabında Batı demokrasisini mercek altına alarak dünyada var olan kapitalist ve sosyalist sistemlerin giderek birbirine yaklaştığını söyler.

Duverger, bu kitabında Yeni Türkiye’yi anlatırcasına şu tespitleri yapar:

‘’Kapitalizmin amacı; İnsanları düşündürmemenin yolu olan; seks, kriminal olaylar ve eğlence endüstrisine yönelterek, düşünmeyen insanlardan oluşan ahmaklaşan bir toplum yaratmaktır.’’

“Kapitalist haberleşme sistemi ‘halkın ahmaklaştırılması’ diye adlandırabileceğimiz bir sonuç doğurmaktadır. İnsanları entelektüel seviyesi çok düşük, çocukça bir evren içine hapsetmek amacını gütmektedir. Kesat zamanlarda heyecanlı haberler verme imkânını sağlayan gönül maceralarının boyuna şişirilmesi bu bakımdan tipiktir.’’

‘’Krallar, kraliçeler, prensler, prensesler ve öteki sözde büyüklerin, giyinişlerinin ve içinde yaşadıkları dekorun şatafatı, uyandırdıkları belirsiz tarihsel hatıralara eklenir... Halkı ahmaklaştırma tekniklerinin daha birçokları sayılabilir. Sinema (TV) ve spor da bunun birçok örneklerini verirler. Bu çeşitli vasıtalarla halk gerçek dışı, yapmacık, hayali ve çocukça bir âlemle daldırılır, dikkati de böylece gerçek problemlerden başka yana çekilir...”

Duverger’nin evrensel nitelikteki şu sözü de sanırım yine tam olarak da ''Yeni Türkiye'’yi anlatır: ‘’Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.’’

TBMM’nin açılışının 100. yıldönümünü kutladığımız günümüzde Meclis Genel Kurul Salonu’nun duvarında yazılı ‘’Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir’’ sözü mevcut anayasada ve uygulamalar neticesinde duvarda bir dekor olarak kalmıştır.

Ve daha birçok karakteristik özellikleriyle ‘’Yeni Türkiye’’ 1930 yazında Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözünü kulaklarda çın çın çınlatmaktadır: ‘’Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır...” Tek farkla ki bu sözün sahibi yüce kişi demokrasiye geçiş için bu sözü söylemişti…

Hukuk devletinden, liberal, çoğulcu ve parlamenter demokrasiden uzaklaşan, TBMM işlevsizleşen, etkisizleşen ‘’Yeni Türkiye’’ mevcut haliyle ‘’Eski Türkiye’’nin çok çok gerisine düşmüştür. Hal böyleyken TBMM’nin mevcut üyelerinin bugün neyi kutladıkları pek anlaşılmamıştır…

Madem Duverger ile söze başladık, yazımı yine onun evrensel nitelikte bir sözü ile bitirmek istiyorum: ’'Adaletin olmadığı bir ülkede herkes suçludur.’’

Arz ederim...

Osman AYDOĞAN



23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı

23 Nisan 2020

23 Nisan 1920, Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ve Türk halkının egemenliğini ilân ettiği tarihtir.

Mustafa Kemal Atatürk, 23 Nisan 1924'te 23 Nisan gününü ‘'23 Nisan Milli Bayramı’’’' olarak kutlanmasına karar verir. Bu tarihten beş yıl sonra da 23 Nisan 1929’da Mustafa Kemal Atatürk bu bayramı çocuklara armağan eder. 1929 yılında 23 Nisan ilk defa ‘’23 Nisan Çocuk Bayramı’’ olarak kutlanmaya başlanır… 23 Nisan’da çocukların resmî makamlara kabul etme geleneği de Mustafa Kemal Atatürk’ün 1933'te bu bayramda çocukları makamına kabul etmesiyle başlar… 1980 döneminde ise Millî Güvenlik Konseyi, bu bayrama "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını verir…

Bugün ise TBMM’nin açılışının 100’ünci yılıdır…

Tarihte bir yolculuk

‘’Hayat ileriye doğru yaşanır ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler… Bu nedenle bugünü, 23 Nisan’ı, Cumhuriyeti anlayabilmek için her zaman olduğu gibi geriye giderek anlatmak istiyorum...

Avrupa’da ulus devletlerin kuruluşu

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem emperyalist savaşlar hem de Fransız devriminin yarattığı fikir akımları nedeniyle Avrupa'da imparatorluklar çatırdamaya başlar. Fransız devriminden hemen sonra ard arda Avrupa’da “ulus devlet”ler kurulur…

Fransa’da Frank, Breton, Korsa, Galya kabileleri tek bir çatı altında birleşerek feodal kimliklerinden sıyrılıp Fransız milletini (ulusunu) oluştururlar. Almanya’da ise Hesse, Schawabe, Bayern, Sakson, Fallen, Pfalz gibi Germen kabileleri cemaat (Gemeinschaft) anlayışından cemiyet (Gesellschaft) anlayışına geçerek paylaştığı topraklarda hepsini kucaklayan bir ulus doğar: Deutsch (Alman) Ve bir ulus devlet kurulur: Deutschland (Almanya)... Hollanda’da, İtalya’da, İspanya’da, Polonya’da kısacası Avrupa anakarasında ard arda ulus devletler oluşur.

Bu uluslaşma sürecinde klasik anlamda ulus devlet olarak Batı ve Kuzey Avrupa devletleri ''devletten millete’’ (from state to nation) evrilirken, İtalya ve Almanya ‘’milletten devlete’’ (from nation to state) evrilirler... Bu süreçle beraber Merkez ve Batı Avrupa; ''feodal'' bir toplumdan ''kapitalizm''e, ''cemaat''ten ''millet''e, ''tebaa'' anlayışından ''vatandaş'' bilincine evrilir...

Ardından da Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri başlar.

Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu ulusal kurtuluş hareketlerinden en çok ve en ağır etkilenen devletlerdir. Balkanlar’da art arda yeni ulus devletler doğmaya başlar. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Arnavutluk birbiri ardına kimi Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı, kimi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşarak kendi ulus devletlerini kurarlar...

20. yüzyılın başlarında ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketler zafere ulaştığında kurulan ulus devletler devrimci birer adımdılar. İmparatorluklar yıkılır, yerine genç, kendi ayakları üstüne dikilen, kalkınmacı ekonomik politikalar izleyen, genellikle milliyetçilik ideolojisine sarılmış birer ulus devletler kurulur… Daha sonra yeni ulus devletler için İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi beklenecektir. 

Bütün bu yeni ulus devletlerin ortak özelliği parçalanmış bir imparatorluğun adından kurulmuş olmalarıdır. Bu ülkelerin demokrasiye geçişleri ise zaman almış, daha sonra olmuştur. 

Osmanlı’nın en uzun yüzyılında sorunlarına çözüm arayışları

Avrupa’da ulus devletler kurulurken Osmanlı İmparatorluğu ise en sıkıntılı ve en çalkantılı dönemindedir.  İlber Ortaylı, ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (İletişim Yayınları, 2005) adlı eserinde Osmanlı’nın yaşadığı bu sıkıntılı ve çalkantılı süreci anlatır.

Bu büyük sıkıntılı ve çalkantılı dönemde Türkler kurtuluşu değişik alanlarda ararlar… Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan yazar ve siyasetçi Yusuf Akçura’nın (1876 - 1935) 1904 yılında yayımladığı ‘’Üç Tarz-ı Siyâset’’ (Ötüken Neşriyat, 2015) adlı makalesi bu arayışa bir örnektir..

Yusuf Akçura bu makalesinde Osmanlı Devletinin temel devlet politikası olarak ‘’Osmancılık’’, ‘’Pan İslamizm’’ ve ‘’Türkçülük’’ olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak inceler ve o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürer… Yusuf Akçura makalesinde Osmanlıcılığı Türklerin asimile olmasına yol açabileceği, etnik milliyetçiliğin bu merhaleye tırmandığı durumda uygulanabilir olmadığını söyleyerek “beyhude bir yorgunluktur” der. Akçura’ya göre İslamcılık ise, birleştirici olabildiği kadar ayrıştırıcı da gözükmektedir. Akçura “Tevhid-i etrak” (Türklerin birliği) teorisinde ise, ırka dayalı bir sistem içinde siyasi birlikten yanadır. Türklere (ya da Türkleşmiş topluluklara) ulus bilinci verilecek, böylece ümmetten millete geçilecektir. Bu tartışmada Namık Kemal’e göre Arap ülkeleri de vatandır, Ziya Gökalp'e göre de ulus, Müslümanların birliğidir.

Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı

Bu büyük çalkantılar döneminde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun sahibi sayılan Türkler bu şekilde trajik ikilemler yaşarlar. Önce gerçek sahibi olduklarına inandıkları Osmanlı Devleti’nden kopmak için ayaklanan ulusal kurtuluş hareketleri ile savaşırlar. Beyhude bir direniştir bu. Balkan Savaşı bozgunu ile Balkanlar’daki Osmanlı varlığı silinir… Ardından 1. Dünya Savaşı patlar… İttihatçıların dizginlerini ele geçirdiği Osmanlı çok daha ağır bir yenilgi alır ve bu kez Anadolu işgal edilir… Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar Anadolu’yu paylaşırlar… Türklere ise Orta Anadolu’da daracık bir bölge bırakılır...

Kurtuluş Savaşı

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu da işgal edildiğinde ulusal kurtuluş mücadelesi verme sırası artık Türklere gelmiştir. “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” başlar… Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar… Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri yapılır…

Farklı görüşler olsa da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı 23 Nisan 1920’dir. O gün sahici bir ulus devletin, Türk ulus devletinin kuruluşudur. Sultanın, Osmanlı soyunun değil, halkın egemenliğini kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi o gün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” diyerek noktayı koyarak ulus devletler trenine son anda biner.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’ulus’’ anlayışı

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Yusuf Akçura’nın önerdiği ırka dayalı bir sistemin mahsurunu da ortadan kaldırarak şu düsturu esas alır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)

Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır.

Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) isimli kitabında ulusu zaten şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.’’ Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.

Basitçe ulus devletin bir tanımını yapacak olursak; ulus devlet, millet (ya da ulus) yalnızca ırk ve menşe birliğinden veya sadece inanç-mezhep birliğinden ibaret bir kavram değildir. Bu sitem içinde dil, kültür, tarih, ülkü birliği, yurt birliği, birlikte yaşama arzusu, siyasi varlıkta birliktelikte, kaderde kıvançta bir olma duygusu ve arzusu vardır. Ulus devletlerde etnik ve dini farklılıklar da olur ve dışlanmaz. Bunun garantisi de sözde değil özde demokrasidir. Demokrasi olmazsa zaten bu farklılıkların bir arada yaşamaları da mümkün olmaz. Çünkü demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devlerin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır.  

‘’Matteotti Cinayeti’’ (1924) ile Mussolini’nin İtalya’da, ‘’Reichtag Yangını’’ (1933) ile de Hitler’in Almanya’da parlamentoyu ve parlamenter demokrasiyi rafa kaldırıp devre dışı bırakarak diktatörlüklerine ve İtalyan ve Alman faşizmine giden yolu açmıştı. Hem İtalya’da hem de Almanya’da parlamentoların ve parlamenter demokrasinin rafa kaldırılarak devre dışı bırakılmasının ulusal devletleri bir nasıl faşizme götürdüğünü hem ‘’Matteotti Cinayeti’’ni hem de ‘’Reichtag Yangını’’nı bu sayfamda uzun uzun yazarak anlatmıştım.

İşte bu nedenle, böyle bir tehlikeye kaymaması için Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinin iki temel koruması, garantisi ve özelliği vardır. Bunlardan birincisi dışa karşı ''tam bağımsızlık'', diğeri ise ''parlamenter demokrasi''dir… Bu ikisi olmazsa Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet cumhuriyet olmaz, başka bir cumhuriyet olur, adı cumhuriyet ama faşizme doğru evrilen başka bir rejim olur...

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger  (1917 - 2014) '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabında Türkiye'den ve Atatürk'ten de bahseder. (s. 360-364):

Duverger bu kitabında, Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur'' ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Bu da, tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içermektedir. Duverger’e göre, Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır. Duverger'in yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.

İşte bu nedenle 23 Nisan 1920’de egemenliği sultandan alıp kendinde toplayan Büyük Millet Meclisi de bu demokrasi adımının taçlandığı ve ete kemiğe büründüğü bir kurumdu. Çünkü Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk biliyordu ki meclisini dışlayan, parlamenter demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerinin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır.  

‘’Ulus devlet’’ eleştirisine karşı düşünceler

Günümüzde ‘’ulus devlet’’ eleştirisi yapanlara karşı kısaca ve özet olarak şu düşünceler ileri sürülebilir:

- 20. yüzyılın başlarında bir ulus devlet kurmak çağdaş, ilerici, devrimci bir tercih, bir yönelimdi. 

- Girişte anlattığım gibi tarihi süreç içerisinde kıta Avrupa'sında bile demokrasiye geçiş ancak ve ancak imparatorlukların dağılıp ulus devletlerin kuruluşundan yaklaşık yüz yıl sonra gerçekleşmişlerdir.

-  Özellikle ulus devletlerin kan kaybettiğini, çöküşte olduğunu iddia edenlere şu gerçeği göstermek gerekir ki dünyada son 30 yılda ulus devletten federasyona geçen sadece bir devlet varken, federasyonların dağılmasıyla ulus devlet statüsü kazanan en az 20 devlet vardır. 

- Yukarıda izah ettiğim gibi ulus devlet, ''parlamenter demokrasi'' ile taçlanmadığı sürece ırkçı veya dinci veya her ikisinin karışımı faşist bir rejime evrilirler. Yani ''parlamenter demokrasi'' ulus devletin olmazsa olmaz koşuludur.

- Üniter devlet ve ulus devlet kavramları birbirleriyle doğrudan ilişkilidir. Üniter olan bir devlet aynı zamanda bir ulus devlettir. Dolayısıyla üniter devletin varlığını savunup ulus devlete karşı olmak mümkün değildir... Bu konuda Prof. Dr. Oktay Uygun’un ‘’Federal Devlet’’ (İtalik Yayınları, 1999) isimli kitabı üniter devlet, federasyon, konfederasyon ve özerklik kavramlarını çok iyi şekilde anlatmaktadır.

- Günümüzde emperyalizmin en kolay avı ''tam bağımsız olmayan'' ve ''parlamenter demokrasinin aşındırıldığı, erozyona uğratıldığı ve rafa kaldırıldığı’’ ulus devletlerdir. Bu maksatla emperyalizm önce devletin tam bağımsızlığını yok etmekte, sonra ülkedeki müttefiklerini kullanarak demokratik kurumlarını tasfiye etmekte, ulus devletin demokratik ve hukuk devleti özelliği yok edilmekte sonra da sıra ulus devletin kendisinin yok edilmesine gelmektedir. Gerçek bekâ sorunu işte tam da burada başlamaktadır. Günümüzde yok edilen Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Libya'da tam bağımsızlık mı vardı, parlamenter demokrasi mi vardı, hukuk mu vardı?

- Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bağımsız ve demokrat bir Arap ulus devletine dönüşemedikleri için emperyalist güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri (‘’milletten devlete’’ -from nation to state-.evrilme) hep bu nedenle serapa dönüşmüştür…

Sonuç

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu; Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildiğinde, bu işgale karşı yapılan bağımsızlık savaşı, Kurtuluş Savaşı 23 Nisan 1920 tarihinde açılan ve Türk milletinin iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi tarafından yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılan devrimler de yine bu meclis çatışı altında yapılmıştır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet, yine bu Meclis çatısı altında ilan edilmiştir. Cumhuriyet'in demokrasi ile taçlanması yine bu Meclis çatısı altında olmuştur... 

TBMM, Türkiye Cumhuriyetinin varlık sebebidir, temelidir, ana direğidir, bel kemiğidir, çatısıdır...

Bugün için Türkiye Cumhuriyetine karşı en büyük tehlike ve tehdit; Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlıktan uzaklaşması ve Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet devrimlerini yürüten, Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıran, Türkiye Cumhuriyetinin temeli, belkemiği, anadireği ve çatısı olan TBMM’nin ve parlamenter demokrasinin; işlevini, önemini ve ağırlığını yitirerek aşındırılması, erozyona uğratılması ve rafa kaldırılmasıdır… Böyle bir tehlikenin varlığını ve sonuçlarını yazım içerisinde İtalya ve Almanya örneği ile anlattım. Türkiye Cumhuriyetinin ve açılışının 100. yılında TBMM'nin önündeki en büyük tehdit ve tehlike budur... 

100 yıl önce, 23 Nisan 1920’de TBMM’ni açan ve bu Meclis'in çatısı altında Kurtuluş Savaşını yürüten ve Cumhuriyet devrimlerini gerçekleştiren başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm vekilleri ve emeği geçenleri rahmet, minnet ve hürmetle anıyorum…

1920’de o muazzam adımı atanları alkışlamak ve o günü artan bir coşku ile bayram olarak kutlamak boynumuzun borcudur. 

Bu bayramın adı da ''23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı''dır... 

Bu anlamlı bayram kutlu olsun!

Osman AYDOĞAN

‘’Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!’’

Mustafa Kemal Atatürk, 19 Ekim 1922 tarihinde, Bursa’da kendisini karşılayan çocuklara böyle seslenir. 



Bozkırın tezenesi Neşet Ertaş

22 Nisan 2020

Madem türkü haftası dedim, daldım türkülere… Devam edeyim o zaman… Dün de söylediğim gibi türkü dinlemek beyaz camlardan vaaz kürsülerindeki sîretsiz sûretleri izlemekten iyidir diye düşünüyorum… Bugün de kıymeti, değeri, asaleti yaşarken hiç bilinmeyen sanatçılarınızdan Neşet Ertaş’ı anlatayım… 

Neşet Ertaş

O, Sarı Saltuk’un, Baba İshak’ın devamı olan ‘’abdallık’’ geleneğinin günümüzdeki son büyük temsilcisiydi, bozkırdaki mücevherdi o. Sazın ve sözün büyük ustasıydı o…  

Dünya çapında bir sanatçıyken TRT’nin siyah beyaz ekranlarında hala ‘'Kırşehirli mahalli Sanatçı’sı” payesindeydi o.

Bağlamanın göğsüne değil, Anadolu insanının bağrına bağrına vururdu o… Sözleri ve müziğiyle insanı dünyanın en derin yalınlığına çekerdi o.

Bozkırın tezenesiydi o…

Tezene, bağlama çalarken yöreden yöreye değişen, tellere vurulma şekline verilen addır. Her parçanın da yöresine göre bir tezenesi olur, yani parçalar hem nota olarak ayrılır hem de tezeneleri olarak... .İşte bu nedenle Yaşar Kemal, Neşet Ertaş'ı "Bozkırın Tezenesi" olarak adlandırır.

Bitmeyen bir gurbetti, bir sılaydı, uçsuz bucaksız bozkırdı o… Ruhun derinliğine yol bulan ırmaktı o... Kelimeler asla kifayetsiz kalmazdı onun dilinde… Anlatılması bir imkânsız duyguları, söylenmesi bir mümkünsüz düşünceleri su gibi anlatan efsaneydi o… Türkçe’nin tarih içinde yolculuğunun özetiydi o… Derdini anlatabilecek kadar Türkçe bilen tek kişiydi o... Bu coğrafyanın bağrı en yanık, gözünden yaş, gönlünden aşk eksik olmayan bir garip adamıydı o...

Bütün o yoksulluğunu kendi üslubunca bir iki satırla anlatıverdi Neşet Ertaş bir TV belgeselinde: ''Öyle sap saman nirdeeee, tavuk cücük nirdeeee.. Ekmaanan (ekmek ile) geçinirdik. Dedi bana birisi ki, bubanın (babanın) sazınla gel. Bubamın sazınla dilenmeğe gittik, köy köy…’’ Eşek sırtında Yozgat- Yerköy’e uzanan bu yolda bir kere olsun eşeğin sırtından babasını indirmediğini de şu sözleriyle diyiverdi öyle hamiyetperver edâ ile hiç de gururlanmayarak: ‘’Babam yürürken ben nasıl bineyim ki eşeğe?’’

Kendi demesiyle 13 -14 yaşına kadar hem kerem olmuştur, hem abdal… Doğuştan âşıktır… ‘’Alaacaan başını, gideceeen benim gibi, bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm gibi…’’

Bir türkü meclisinde yine istek üzerinde ‘’Zahidem'’’i söyler. Türküyü bu kadar içten söylemesi üzerine eşraftan biri, bu aşk hikâyesine atfen, "aslı var mıdır?" diye bir sual sorar. Usta şöyle cevap verir: "Aslı olmasaydı Kerem bunca yanar mıydı?"

Selda'yı Selda yapan "mahpushaneye güneş doğmuyor" türküsünün kaynağıydı o…

Selda Bagcan'a hitaben: ‘’Siz insansınız, biz insanoğlu’’ diyen kişiydi o…

Hiç bir eserinde ismini geçirmemiştir. Hani olur ya; "Neşet der ki" der insan değil mi? Ama o dememiştir işte. Halkına söylemiş her sözünü, onlara bırakmış kelamlarını. "Hiç bir türkümün içinde Neşet veya Ertaş adını duydunuz mu? Çünkü onlar halka ait, ben de halkın sanatçısıyım..." der usta. Olağanüstü denilebilecek yeteneği, geleneğe hâkimiyetiyle bütün yollardan türkü söyleyerek geçen Ertaş, babasının ‘’bize garip derler’’ şiarını bir amentü belleyerek sadece bu mahlası kullanmıştır: ‘’Garip’’

Bir TV canlı canlı yayınında "hepimiz gardaşız aslında, ayıran kendini ayırır" diyen kişidir o.

Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olduğu dönemde devlet sanatçılığı teklifini "devlet sanatçılığı ayrımcılık yaratır. Ben halkın sanatçısı olarak kalmayı tercih ederim" diyerek geri çeviren, ''kimse kimsenin önünde eğilmesin’’ diyerek el öptürmeyen, alçakgönüllü, karşısındaki insanları yücelten, mütevazı bir cevher, değeri biçilemeyen türden bir sanatçıdır, bir insanlık ustasıdır o… ''Efendim”siz başlayan tek bir cümle kurmazdı o.

Uzun süre kaldığı Almanya’dan Türkiye’ye döndüğü vakit çok lüks bir otelde misafir edildiğinde oteldeki en sıradan sandalyeyi bulup odasına koyar. O bile şatafatlı geldiği için ucuna oturur sandalyenin. Koltuğa davet edildiğinde orada rahat edemediğini söyler. Bu dünyaya da ucundan kıyısından ilişmişti zaten o. Osmanlının yüzlerce yıllık deneyimiyle imbikten süzercesine özetlediği “şeref-ül mekân, bi’l-mekîn” düsturunu hoyratça “şeref-ül mekîn, bi’l-mekân”a çevirenlere ders verircesine dünya malı bir adım ötesindeyken gidip tahta bir sandalyenin kenarına ilişmişti o.

Ömrünün son on, onbeş yılı hariç hep geçim sıkıntısı içinde yaşadı. Telif hakları ödenmedi, eserleri talan edildi. Sadece ''Kalan Müzik'' sahip çıktı haklarına... 

Âşık Mahzuni Şerif kendisine şiir yazmıştır. Mahzuni Şerif vefat ettikten sonra halefi tek o kalmıştı. Abdal geleneğinini son temsilcisiydi o...

Neşet Ertaş'ı o kadar uzun anlatmama gerek yoktu aslında... Şu tek cümlesi onun kim olduğunu anlatmaya yeterdi:

“Namerde muhtaç olmayacak ve ömrünü tamamlayacak şekilde bir ekmek parası lazım. Bunun fazlası, fazladır. İnsan, tam ömre göre ölçmeli onu. Bugün son ekmeğini yiyip ölmeli, artan bir şey kalmamalı. Eğer ben öldüğümde bir çuval unum kalmışsa, ben suç işledim demektir…”

O da 1938’de Çiçekdağı’nda geldiği her şeyin sahte olduğu bu ''yalan dünya''nın ne kadar yalan olduğunu ispatlarcasına 25 Eylül 2012 yılında "şu yalan dünya"dan terk-i diyar etmiştir. Bu çirkef dünyaya yakışmayacak derecede insandı o…

Zaten bu değerler gidince de virüsler bastı bu dünyayı… Korona ne ki!... Bir vefasızlık, bir saygısızlık, bir nezaketsizlik, bir hoyratlık, bir niteliksizlik, bir hodbinlik, bir gösteriş, bir hırs, bir afra, bir tafra, bir itibar hevesi, bir aza tamah etmeyiş virüsüdür dünyayı basan bu virüs…

"Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Sevdasız bahçenin gülü dirilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider yol gizli gizli..."

Allah rahmet eylesin.

Osman AYDOĞAN

Azeri sanatçı Elnare Abdullayeva’dan Neşet Ertaş’ın ‘’Gönül Dağı’’ türküsü: (Bu sanatçı Neşet Ertaş'ın diğer türkülerini de çok güzel yorumluyor.)
https://www.youtube.com/watch?v=6z86H7lVAlQ

Neşet Ertaş, ‘’Cahildim dünyanın rengine kandım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=J5eLFREBpIA

Bu karantina günlerini değerlendrmek maksadıyla Neşet Ertaş’ı tanımak için aşağıdaki belgeseller de izlenebilir diye değerlendiriyorum... 

Can Dündar, Garip: Neşet Ertaş Belgeseli, Kalan Müzik
TRT İç Yapım, Bozkırın Tezenesi, TRT
Cine5 İç Yapım, Portreler Neşet Ertaş belgeseli, Cine5



İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım

21 Nisan 2020

Üst üste türküleri anlatınca sanki türkü haftası gibi oldu… Ben de türkü haftasına devam edeyim istedim… Bu karantina günlerinde mükerrer de olsa bu türküleri tekrar tekrar okumak ve dinlemek değer diye düşünüyorum vaaz kürsülerindeki sîretsiz sûretleri izlemektense… Bugün de Âşık Mahzuni Şerif’i ve onun en güzel türküsü olan ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü yeniden anlatmak istiyorum… Önce Âşık Mahzuni Şerif:

Âşık Mahzuni Şerif

Bizim bildiğimiz Âşık Mahzuni Şerif ismi mahlasıdır ozanın... Bu mahlasın da anlamını kısaca açıklamak istiyorum:

Hz. Peygamber’in (asm) torunlarından Hz. Hüseyin’den gelen nesle, ’’efendi, bey, beyefendi’’ anlamına gelen ‘’Seyyid’’, Hz. Hasan’dan gelen nesle de ‘’şerefli, şanlı, şanı yüce’’ anlamına gelen ‘’Şerif’’ unvanı verilirdi. (‘’Seyyid’’ ve ‘’Şerif’’ unvanları için böyle bir ayırım olmasına rağmen ancak günümüzde ne yazık ki bu ayrım unutularak her iki nesli birden ifade etmek için sadece ‘’Seyyid’’ unvanı kullanılmaktadır.) ‘’Mahzun’’ ise ‘’üzgün, üzüntülü, hüzünlü, duygulu, gönlü üzgün, tasalı, neşesiz, gamlı, kederli’’ anlamındadır. Âşık Mahzuni Şerif;  ‘’Hz. Peygamber torunu Hz. Hasan’ın soyundan gelen, gönlü üzgün, hüzünlü, duygulu, gamlı ve kederli âşık’’ anlamındadır.  

Âşık Mahzuni Şerif ismi ozanın mahlasıdır demiştik. Ozanın Asıl adı Şerif Cırık’tır. Şerif Cırık 17 Kasım 1940 tarihinde  Kahramanmaraş’ın  Afşin ilçesinin Berçenek Köyü'nde dünyaya gelir ..

Şerif Cırık  1955 yılında, sonradan Ankara'ya nakledilen Mersin Astsubay Okulu'na kaydolur. Öğrenci iken eşi Suna'yı kaçırır ve altı ay köyünde kalır. Bu sırada okulu Balıkesir'e nakledilir.  Balıkesir’deki Okul Komutanı’nın çabası ile yeniden okula döner ancak altı ay devamsızlık yaptığına ilişkin bir ihbar üzerine okuldan ilişiği kesilince yeniden köyüne dönmek zorunda kalır. (Okul Komutanı deyince, yıllar yıllaaar sonra bu okulun komutanlığının bana da kısmet olduğunu -hem de iki ayrı zamanda toplam dört yıl- burada gururla ifade etmek istiyorum… )

Müzik dünyasına Âşık Mahzuni Şerif mahlasıyla atılır... 1964 yılında ilk plağı çıkar. 1989-1991 yılları arasında Halk Ozanları Federasyonu tarafından Dünya'nın en büyük üç ozanı arasında gösterilir… Çağımızın Pir Sulta Abdal’ı diye anılır. Son halk şairidir...

Kendi deyimiyle ömrünün ilk yarısı hapishanelerde, ikinci yarısı ise hastanelerde geçirir. Hapiste olduğu dönem türkülerinden uzak kalır… Bu uzaklığı da şöyle anlatır: "Bir balığı denizden çıkartın, kuma atın. O balık o denize nasıl baktıysa ben de türkülerime uzaktan öyle baktım." Başka nasıl izah edilirdi, başka anlatılırdı ki bu özlem!...

Mahzuni Şerif 17 Mayıs 2002 tarihinde Almanya’nın Köln şehrinde "ağaç olacağım, toprak olacağım, su olacağım, geleceğim yine geleceğim" diyerek Hakk’a yürür... Vasiyeti üzerine naaşı Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin yakınındaki Çilehane adı verilen bölgeye defnedilir.

Mahzuni Şerif’in mezar taşında kendisinin bu yalan dünyaya tamah etmediğini gösteren şu dizeleri yazılıdır:

‘’Eğer bana gel gel olsa yüceden,
çırpar kanadımı uçar giderim,
isteğim yok gündüz ile geceden,
ben bir Mahzuni'yim naçar giderim.’’

Mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın.

62 yıllık yaşamı boyunca 453 plak, 58 kaset ve 8 kitap yayımlar. Hakkında belgeseller yapılır, kitaplar yazılır. Toplumcu, özgürlükçü bir şairdir. Bu görüşleri savunduğu, türkülerine konu edindiği için her zaman başı derde girer. Defalarca saldırıya uğrar, evi yakılır, hakkında davalar açılır, mahpuslarda yatar. 2001 yılının sonunda, ölümünden birkaç ay önce “Elhamdülüllah Kızılbaşım ve laikim. Ben değil yedi sülalem Kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir!” dediği için Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ağır ceza talebiyle dava edilir. Ölmeseydi belki ceza yiyip hapis edilecektir. 

Hakkında çok kitap yazılmıştır. En son Ali Öztunç’un ''Devr-i Mahzuni’'' (Doğan Kitap, 2017) isimli kitabı içlerinde en güzel olanıdır.  Ayrıca Âşık Mahzuni’nin 30 eserinin 32 sanatçı tarafından yeni yorumlarla seslendirildiği,  “Mahzuni’ye Saygı'' (Arda Müzik) albümü de yayımlanmıştır.

Şimdi de Âşık Mahzuni Şerif’in o muazzam türküsü ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü anlatmak istiyorum... 

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

Mahzuni Şerif'in insana hüzün şırınga eden ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü Edip Akbayram’dan Sabahat Akkiraz’a, Kardeş Türküler’den İlkay Akkaya’ya, Feryal Öney’e pek çok sanatçı seslendirmiştir... Ama hiç bir sanatçı Mahzuni Şerif gibi içten, dolu dolu, kalbe işleyen bicimde söyleyememiştir bu türküyü… Dinlerken insanın düğüm düğüm boğazı düğümleniyor, yağmur yağmış, güneş vurmuş kar gibi erim erim eriyor yüreği...

''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsü; bu toprakların en güzel eserlerinden, en güzel seslerinden birisidir, bir şaheseridir. Bu garip, bu sahipsiz, bu yalnız, bu güzel, doğası gibi insanları da talan edilen bu mahzun toprakların türküsüdür.  Yine bu sayfalarda yazdığım ‘’Tutunamayanlar’’ın, barınamayanların, gitmek zorunda olanların türküsüdür… Ötekileştirilenlerin, dışlananların isyan içermeyen kabullenişinin türküsüdür. ‘’Güzel ve yalnız ülkemin’’ türküsüdür. Gidenlerin, terk edenlerin, terkedilenlerin türküsüdür… Vizontele filmindeki Deli Emin’in mezardaki annesine radyodan dinlettiği türküsüdür.... ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsü; bir mekândan, bir diyardan, bir yurttan gidenlerin değil; bir gönülden, bir yürekten, bir kalpten gidenlerin, gitmek zorunda olanların, zamanı gelip de gitmesi gerekenlerin türküsüdür. Zaten türküdeki bu terkedilmişlik duygusu kafesteki yabani bir kuş gibi insanın yüreğinde çırpın çırpın çırpınır…

‘’Çeşm’’ Farsçada ‘’göz’’ demektir. ‘’Çeşm-i siyahım’’ ise ‘’siyah gözlüm’’ demektir, ‘’kara gözlüm’’ demek değildir… ‘’Kara’’ sözcüğü siyahı değil; büyüklüğü, iriliği, gücü, zorluğu ifade eder. Kara gözlüm; iri, büyük gözlüm demektir.

"Sermayem derdimdir, servetim ahım" derken sanki Anadolu’nun bin yıllık tarihini, geçmişini gözlerinizin önüne serer… Bu dizeler ömrünüzden seneler eskitir…

Cennet'i bırakıp da viran bağlara gidiş

"Ötmek istiyorum viran bağlarda / ayağıma cennet kiralansa da" dizeleri cenneti bile her şeyi bırakıp gitme isteğini kararlı, sessiz ve derinden anlatır. İnsanın cenneti bırakıp da gidecek ne gibi bir gerekçesi olabilir ki?  Viran bağlarda baykuşlar öter. Hem de cenneti bırakarak duyulma imkânının olmadığı viran bağlar da bir baykuş gibi ötmek bir nasıl duygudur ki? Böylesine, bir nasıl mecburiyettir ki gitmek?

‘’Bağladım canımı zülfün teline’’ derken ozan gerçek bir sevdayı, aşkı anlatır. Zülüf; şakaklardan sarkan saç lülesidir. Zülfüyâr; sevgilinin şakak saçıdır. Bu nasıl bir sevdadır, bu nasıl bir sevgidir ki sevilenin zülfünün bir teline can bağlanır?  Bu nasıl sevdadır, bu nasıl bir sevgidir ki bir ömür, bir hayat, bir yaşam, bir benlik sevdiğin kişinin zülfünün tek teline bağlanır? Ve böylesine bir bağ ve böylesine bir sevgili bırakılıp da bir nasıl gidilir ki?

‘’Güldün Mahzuni'nin garip haline / Mervan'ın elinden parelense de’’ dizelerinde bahsedilen ‘’Mervan’’, Hz. Ali’ye düşmanlığı ve zalimliği ile bilinen Emevi Halifesi Mervan’dır… Sevgilinin Mahzuni'ye yaptığı Mervan'ın Hz. Ali'ye yaptığı gibidir... 

İşte bir gönülden, bir yürekten, bir kalpten gitmek zorunda kalanların, aslında gitmemek için çırpın çırpın çırpınıp da gitmek zorunda kalanların, giderken bile ayakları geri geri gidenlerin, gayri her ne olursa olsun gidenlerin türküsüdür; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım.’’

İnsan Cennet'i bırakıp da neden viran bağlara gider ki?

Bu kadar sevgiye, bu kadar bir bağlanmaya rağmen insan sevdiğinden neden ayrılmak ister, neden ayrılır?  Cenneti terk ederek viran bağlarda insan baykuş gibi neden ötmek ister? Sanırım bunun da cevabı yakınlarda yine bu sayfada yazdığım Oğuz Atay'ın ''Tutunamayanlar'' isimli kitabında gizli. ''Tutunamayanlar''da kitabın bir yerinde şöyle bir cümle geçerdi: "İnsani kalbinden tutamadınız mı, görün, nasıl kaybolup gidecek elinizden." Ey sevilenler! Ey sevenler! Anlıyor musunuz? 

Sanırım bu soruya bir başka cevap da erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında gizli. Anais Nin bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu topraklarda, bu kültürde bir türlü aşkın beslenmesinin bilinmeyişinden miydi insanlarımızın cenneti terk ederek viran bağlarda baykuş gibi ötmek isteyişi?  Ey sevenler, sevilenler! Anlıyor musunuz? 

Bu türkü sebepsiz yere aklınıza gelir ve her bir dizesi beyninizde takılmış bir plak gibi döneeeer durur saatlerce, günlerce, gecelerce, haftalarca, hatta aylarca:

''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüzde dağlar sıralansa da''

Osman AYDOĞAN

Kendi sesiyle Âşık Mahsuni Şerif: ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’
https://www.youtube.com/watch?v=U5uz9Is2zFU

Güler Duman; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=Fhap7fFsqzU

İlkay Akkaya; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=KWni7AceveE

Edip Akbayram; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=vJI_jMok64g

Ahmet Aslan; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’
https://www.youtube.com/watch?v=eJCDdjOodUE

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüzde dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da

Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin diline (gurbet eline)
Güldün Mahzuni'nin garip haline
Mervan'ın elinden parelense de




Kahpe felek sana nettim neyledim

20 Nisan 2020

Üst üste türküleri paylaşınca, Nisan ayı da gelince, daha önceleri paylaştığım, her bir dizesi ucu sipsivri bir hançer gibi yüreğime saplanan bir türküyü ve eski bir yazımı tekrar paylaşmak istedim…

Memleketim Yeşilhisar

Faruk Nafiz ‘’Han Duvarları’’ şiirini Niğde’den Kayseri’ye giderken yazar, Bekir Sıtkı Erdoğan ise ‘’Hancı’’ şiirinde yolculuğunun bir kesitinde de Kayseri’den Niğde’ye giderken yazar... Ancak her iki şairin de yolculuk esnasında içinden geçtikleri ama şiirlerinde geçirmedikleri, şiirlerinde yer vermedikleri bir ilçe var: Yeşilhisar.... ‘’Han Duvarlar’’ı şiirinde Araplıbeli’nden sonra gelen, ‘’Hancı’’ şiirinde ise Niğde’den önce olan Yeşilhisar. Benim memleketim olan Yeşilhisar. ‘’Hancı’’ şiirinde ''sıla burcu burcu, ille ocağım, çoluk çocuk hasretinde kucağım'' diye geçtiğinde ilk aklıma gelen Yeşilhisar, ''Hancı'' şiirinde ''on yıldır evimin kapısı örtük'' diye geçtiğinde hemen aklıma gelen Yeşilhisar... İhmal edilmiş her Anadolu kasabası gibi küçük, şirin, yalnız, mağmum, mahzun, garip, sahipsiz ve kimsesiz Yeşilhisar....

Fatma Halam

İşte benim memleketim olan bu Yeşilhisar'da annenin kız kardeşine ‘’hala’’ denir. Ve benim de bir Halam vardı; Fatma Halam... Namı diğer Fadime Halam...

Halam'ın, evlendikten sonra beş-altı yıl hiç çocukları olmamış…

Kasabamızdan ''demiryolu'' geçerdi, bu nedenle de her Anadolu kasabasında görülen küçük bir de istasyonumuz vardı kasabanın hemen kenarında… O zamanlar yük trenleri dışında bildiğimiz tek bir yolcu treni vardı, o da Toros Ekspresi idi; İstanbul'dan başlayıp, Ankara, Kayseri (Kayseri'ye girmeden, Boğazköprü'de aktarma yapıp), Yeşilhisar'dan geçip, Niğde üzerinden Adanaya'ya gidip gelen.... 

İstasyonda bir bebek

Bir yaz günü istasyon çalışanları bir trenin hareketinden hemen sonra istasyon yakınındaki üzüm bağından bir ağlama sesi duyarlar... Bir asma altına terkedilmiş bir bebekten gelmektedir bu ağlama… Bir bebek, bir kız bebek… Muhtemel sene 1954-1955…

Bebeği karakola getirirler… O zamanki şartlar... Yapacak bir şey yok, sorarlar çevreye bu bebeği evlatlık alacak kimse var mı diye… Halamlar alırlar bu bebeği, nüfuslarına kaydettirirler, evlat edinirler… Adını da Emine koyarlar…

Allah’ın hikmetidir, sual olunmaz, Emine aileye katıldıktan sonra Halamın arka arkaya üç erkek çocuğu olur… En büyük çocuk benden bir-iki yaş büyük, diğerleri birer, ikişer sene aralıkla dünyaya gelirler.

Emine Ablam

Emine ablam kendi öz ablamla yaşıttı, evlerimiz yakındı, kendisini de abla bildim, çocukluğum beraber geçti, elinde büyüdüm sayılır…

Emine ablam on iki yaşına gelince sokakta oynarken çocuklar kendisine ‘’bulduk’’ diye takılırlar, Halama sorar Emine ablam, ‘’bunlar ne diye bana böyle takılıyorlar’’ diye… Halam artık Emine ablamın büyüdüğünü düşünerek gerçeği anlatır…  Emine ablam iki - üç gün hiç bir şey yemez içmez, sessiz bir hıçkırıkla için için ağlar iki gün boyunca köşelerde bucaklarda, kuytu yerlerde, sonra da hiçbir şey olmamış gibi devam eder hayatına…

Emine ablam 14 yaşında iken Yeşilhisar'a bir aile gelir, giderler karakola ‘’biz’’ derler ‘’biz 14 yıl önce kızımızı istasyonda kaybetmiştik.’’ Sonuçta ulaşırlar Halam'a, haber verirler Emine ablama...  Emine ablam ‘’benim annem babam burada, başkasını bilmiyorum’’ diyerek gelenleri görmek bile istemez… Gelen aile eli boş giderler… Gidiş o gidiştir... Bir daha hiçbir haber gelmez…

Emine ablam 16-17 yaşında iken Halamın kocası ablamı kasaba yakınındaki bir köyün ağasının oğluna verir hiç ablama sormadan... Ağanın oğlu askerde iken çavuşmuş, bu nedenle kendisine ‘’Ali Çavuş’’ derlerdi, hayal meyal anımsıyorum, bir de atı vardı, kasabaya atı ile gelirdi, atı ile bir yürüyüşü vardı, bir edası vardı, bir havası vardı, bir çalımı vardı... Çocuktum, babamın bu evliliğe karşı olduğunu hatırlıyorum… Eniştem fakirdi, ağa da zengin, eniştemin bu nedenle ablamı  bu ağa oğluna verdiğini tahmin ediyorum… 

Ablamın bir kızı oldu bu evlilikten, adı ilginçti; ‘’Turiye’’. ''Turiye'' bizim o yörelerin isminden değildi... ''Turiye''; Emine ablamın kayınvalidesinin ismiydi... Meğer ablamın kayınpederi askerliğini yaptığı yöreden kaçırıp getirmişti köyüne eşi olan Turiye'yi... Ve bu ismi de torunlarına vermişlerdi...

Ancak bu evlilik yürümedi... İki yıl sonra ablam boşandı, kızını köyde bırakarak baba evine döndü…

Bu sırada eniştem vefat etti. Eniştem Sultan Sazlığından saz kesip satarak geçimini sağlardı. Son kez Sultan Sazlığına gittiğinde günlerce haber alınmaz kendisinden. Meğer çalışırken, orakla saz keserken kalp krizi geçirir, günlerce sazlıkta su içinde kalır naaşı..  Sazlıkta eniştem aranırken tüm kasabanın seferber olduğunu hatırlıyorum.

Eniştemin vefatından yıllar sonra da halam bir başkası ile evlendi... Ablam evde kendisinin aileye katılmasından sonra dünyaya gelen o üç erkek çocuğa hem annelik, hem de babalık yaptı.... O çocukların üçünü de yetiştirdi, büyüttü, okuttu ve evlendirdi...

Çocuklar evlenince ablam de kasabamızdaki çocuğu olmayan bir adama imam nikâhı ile ikinci eş olarak evlendi... Sonra kocası vefat etti, adam varlıklı idi, bütün mal varlığı resmi nikâhlı eşine kaldı… Yaklaşık sekiz on yıl önce üçüncü evliliğini yaptı, Kayseri'ye yerleşti... Mutluydu… ‘’İkindi güneşi görüyorum’’ derdi, ‘’güz güneşi görüyorum’’ derdi…

Hayatta hiçbir şeyden müşteki değildi ablam... Kendisiyle barışıktı, çevresiyle barışıktı... Hep hayata pozitif bakardı... Hayatla hep dalga geçer, hayata şaka yapardı hep... Hep gülerdi ablam... Özellikle gözlerine hayrandım... Gülünce gerçekten gözleri gülerdi ablamın…

Nisan 2012 ortasında memleketimden kendi öz ablamla telefonla görüştüm…

‘’Emine ablanın sana selamı var, Kayseri'den geldi bir süre buradaydı, ‘uzun zamandır Osman'ımızı -bana hep böyle hitap ederdi Emine ablam - göremedim. Osman'ımızı özledim’ diyor’’ demişti... Üç gün sonra tekrar aradı kendi ablam; ‘’Osman’’ dedi; ‘’Osman'ım sana kötü bir haberim var...’'

Emine ablam o pazar günü Kayseri'ye evlerine döner… Kayseri'deki yeğenimi (öz ablamın kızı) arar… ‘’Annen sana vermek üzere bana bir şeyler verdi yarın -pazartesi- saat 10.00’da sana geleceğim’’ der... Pazartesi gelmez ablam... Salı da gelmez... Yeğenimin cep-ev telefonlarına da cevap vermez... Yeğenim evine gelir kapı zili de cevap vermez… Polis çağırırlar... Kapı kırılarak açılır... İçeride kesif bir is kokusu vardır ve ablamım bir tarafta, kocasının bir tarafta cansız bedeni bulunur... Pazar günü akşam yatmadan sobayı yakmışlardır…

Cenazesine yetişemedim, daha sonra gittim... 

Önce doğumundan beri bildiğim, ancak hiç görmediğim kızı Turiye’yi, sonra benden bir iki yaş büyük olan erkek kardeşini ziyaret ettim... Başsağlığı diledim. Diğer kardeşleri cenazeye gelmiş ve dönmüşlerdi... Turiye annesine o kadar benziyordu ki, hele hele gözleri, bir an için ablamla karşılaştım zannetmiştim…  

Sonra mezarlığa gittim.... Ablamın mezarı başına geldiğimde kafese konmuş yabani bir kuş gibi kendi göğüs kafesimde çırpın çırpın çırpındı kalbim....  Dualar okudum… Hıçkıra hıçkıra ağladım… İçin için ağladım... Sessiz sessiz ağladım.... Gözlerimden tıpır tıpır yaşlar döküldü... ’’Abla’’ dedim... ''Abla, kahpe felekten alacağın kaldı'' dedim... O an sarısı, kırmızısı, moru, alı ile baştan başa kır çiçekleri ile bezenmiş mezarlık etrafımda dönmeye başladı... Dönmemesi lazımdı...Yere çöktüm...

Sonra mezarlığı ziyaret ettim baştan başa... Fark ettim ki, dünyadaki tanıdıklarım, akrabalarım azalmış, öte dünyaya gidenlerim, göç edenlerim çoğalmıştı...

Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere... 

Memleketimden ortaokuldan beridir ayrıydım… Memleketime genellikle senede bir kaç defa göçmen kuşlarının özlemi ve bir güvercin ürkekliği ile gelir, kısa sürelerde kalır, bu kısa sürede bir kedi sessiliği ve bir ceylan hızıyla ziyaretlerimi yapar ve sessiz ve sedasız geldiğim gibi geri dönerdim… Ruhumu, kalbimi, gönlümü, benliğimi, yüreğimi, çocukluğumu, gençliğimi, mazimi ve hayallerimi hep orada bırakır, ben kendim dönerdim... 

Bu gittiğimde de bahardı... İsimlerini unutmadığım o rengârenk kır çiçekleri her tarafı kaplamıştı… O ovanın ve o bahçelerin kayısı ağaçlarının, erik ve kiraz ağaçlarının o bembeyaz çiçekleri solmuş, yerini elma ağaçlarının o harikulade pembe pembe açmış çiçekleri almıştı… Ceviz ağaçları ‘’ana baba kokusu’’ denilen o mis gibi kokulu filizlerini vermişti… Bahçelerde ise zambaklar, susamlar açmıştı... Her defasında olduğu gibi kalbimi, gönlümü, zihnimi orada bırakıp bir mahzun, bir mağmum, bir üzgün, bir durgun şekilde sanki arabam geri geri gidercesine döndüm memleketimden…

Kahpe felek sana nettim neyledim

Memleketimden dönüş yolunda yol kıvrım kıvrım, büklüm büklüm bir yılan gibi kıvrılıp akıp giderken, hep kafamda uğuldadı durdu Sivas Divriği'nin bir türküsü... Âşık Veysel söylerdi, Ali Ekber Çiçek söylerdi, Bedia Akartürk söylerdi.  Emine ablam gözlerimin önünde, beynimde ise takılmış bir plak gibi döndü durdu bu türkü yol boyunca; 

''Kahpe felek sana nettim neyledim 
Attın gurbet ele parelerimi 
Akıbeti beni sılamdan ettin 
Kestin mümkünümü çarelerimi''

Ve her bir dize ucu sipsivri bir hançer gibi defalarca saplandı durdu yüreğime; ''Kahpe felek sana nettim neyledim'', ''Kestin mümkünümü çarelerimi'', ''Ben kemlik görmedim hüsn-ü aladan'', ''Ölürüm kurtulmam ben bu yaradan'', ''Dost olan bağlasın yaralarımı''...

''Şu dağların arkasını bilirim
İflah olmam ben bu dertten ölürüm
Vadem yeter çöl gurbette kalırım
Yine ben sarayım yarelerimi''

Feleğe hiç sual olunur muydu, hiç sitem edilir miydi ki, 2014 Ocak ayında da Halamın en küçük oğlunu, tüm bir hayatı yokluk, zorluk, güçlük ve kavgalarla geçmiş Yakup’u genç yaşta kaybettik… Bunca çileye bedeni dayanamamıştı...

Mekânları cennet olsun, nûr içinde yatsınlar…

Türküdeki ''Dost olan bağlasın yaralarımı'' dizelerini Emine ablam öte dünyadan sanki şöyle terennüm ederdi:

''Dost olan ansın hatıralarımı.''

Osman AYDOĞAN

Bağlantıda Bedia Akartürk; bir feryad figan halide, bir çaresizlikle, çığlık çığlığa bir sitemle, sessiz bir isyanla ve mistik bir olgunluk, tevekkül ve kabullenişle bu türküyü söyler sanki Emine ablamı anlatırcasına, sanki Emine ablam'ın kendisi söylercesine: Kahpe felek sana nettim neyledim.. Türküde 1, 4 ve 2. kıtalar okunur...

https://www.youtube.com/watch?v=RU9dwI1kfdU

Kahpe Felek Sana Nettim Neyledim

Kahpe felek sana nettim neyledim
Attın gurbet ele parelerimi
Akıbeti beni sılamdan ettin
Kestin mümkünümü çarelerimi

Aman aman dağlar duman geçti zaman ben varamam
Aman aman dağlar duman halim yaman

Ben kemlik görmedim hüsnü aladan
Gözlerimki mektubum gelmez sıladan
Ölürüm kurtulmam ben bu yaradan
Dost olan bağlasın karalarını

Aman aman dağlar duman geçti zaman ben varamam
Aman aman dağlar duman halim yama

Bakmaz mısın tenden akan kanıma
Yarelerim ceza verir canıma
Gelenim yok gidenim yok yanıma
Yine ben sarayım yarelerimi

Aman aman dağlar duman geçti zaman ben varamam
Aman aman dağlar duman halim yaman

Şu dağların arkasını bilirim
İflah olmam ben bu dertten ölürüm
Vadem yeter çöl gurbette kalırım
Yine ben sarayım yarelerimi

Aman aman dağlar duman geçti zaman ben varamam
Aman aman dağlar duman halim yaman

Sivas/Divriği, Kaynak: Bekir Tektaş­, Derleyen: Osman Özdenkçi



Kaf Dağları’nın türküsü (2)

19 Nisan 2020

Dünkü yazımda kırk yıl önceki bir yolculuğumu ve bu yolculuğa eşlik eden bir Erzurum türküsünü anlatmıştım: ‘’Tutam yâr elinden tutam’’ Bugün de bana yolculuğumun sonunda menzilimde eşlik eden bir başka Erzurum türküsünü anlatacağım: ‘’Hani yaylam hani senin ezelin?’’

Ama önce bu türkünün zihnime bir nasıl nakşedildiğini, beynime bir nasıl mıh gibi çakılıp kaldığını anlatmam lazım…

Kaf Dağlarında mevsimler…

Dün kırk yıl öncesi Kabil’e bir sonbahar ayında geldiğimi anlatmıştım…

Ben bu sonbahar ayında geldiğimde Kabil’e börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuştu… O zaman bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa… İşte o zamanlar zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu bu türkü…

Zamanla bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine geceler üstünü örtmüştü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların… Daha erken olmuştu akşamlar… Her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra batmıştı güneş dağların ardından alev alev, korsuuuuz, külsüüüüz, dumansız…  İşte o zamanlar zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu bu türkü…

Yavaş yavaş pastel bir renk almıştı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakmıştı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına… İşte o zamanlar zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu bu türkü…

Rüzgârın uğultuları gelmişti kayaların arasından, tepelerin üstünden, vadilerin arasından, bayırların yüzünden, yamaçların kıyısından… O beyaz beyaz bulutlar çekip çekip gitmişti evlerine… O beyaz bulutların yerine Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar gelmişti… İşte o zamanlar zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu bu türkü…

O muhteşem azameti, o büyük görkemi ve heybeti ile duran Hindukuş Dağlarının zirvesindeki karlar her gün azar azar, yavaş yavaş, usul usul aşağılara inmişti… Sonra da daha yüksek tepelere nazlı nazlı yağmıştı, beyaz beyaz yağmıştı, ince ince yağmıştı karlar… İşte o zamanlar zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu bu türkü…

Günlerdir yağan kardan sona her yer uçsuz, bucaksız ve sonsuz bir beyazlık içine bürünmüştü… Hele hele o uzaklardaki o bembeyaz görkemi ile Hindukuş dağları elimi uzatsam tutacakmışım gibi yakın olmuştu olmuştu bana… Günlerce yağan karlardan sonra hava açılıp, gün batıp da, gökyüzünde soğuktan tir tir titreyen yıldızlar pırıl pırıl gözükmüştü… Işıl ışıl parlayan yıldız ışıkları ve uçsuz, bucaksız ve sonsuz bir beyazlığın altında uzaklarda Hindukuş dağları, kıpırdamadan o büyük heybeti, görkemi, ihtişamı ve azameti ile sessiz ve sakin bir heykel gibi durmuştu… İşte o zamanlar zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu bu türkü…

Gökyüzü, yeryüzü, ova yüzü, bayır yüzü, dağ yüzü her yer kül rengi bulutlarla kaplanmıştı… Doğudan bulutlar arasında sanki nurdan bir pencere açılıp da oradan da hâlâ karlı yüksekliklere güneş ışıkları epil epil, pırıl pırıl, ışıl ışıl, parlak parlak, sağanak sağanak saçılmıştı… Doğanın, karların, dağların, ışıkların, vadilerin, yamaçların, parlaklığın ve bulutların o coşkusunu içimde hissetmiştim… İşte o zamanlar zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp durmuştu bu türkü…

Kabil’de ve Celâlâbâd’da mevsimler işte böyle geçmişti…

Zümrüd-ü Anka Kuşu'nun huzurunda

Mevsimler böylesine geçerken, dilimde, gönlümde, zihnimde, hayalimde hep bu türkü varken bu coğrafya ve burada tanıdığım Şehriyar çoook şeyler öğretmişti bana çoook şeyler…

İdrak ettiğim ve algıladığım her şeyin subjektif olduğunu, gördüğüm ya da duyduğum, dokunduğum ya da kokladığım, hissettiğim ya da düşündüğüm, umduğum ya da hayal ettiğim her şeyin gerçekte değil zihnimde olduğunu öğrenmiştim buralarda...

Dışımda gördüğüm dünyayı tanımlamadığımı, hep kendi içimde tanımladığım bir dünyayı gördüğümü, dışımdaki dünyanın içimdeki dünyanın bir yansıması olduğunu, yaşadığım dışsal gerçekliğin aslında kendi içsel psikolojimin somutlaşmış bir hali olduğunu öğrenmiştim buralarda…

Dış hayatımın önemsiz olduğunu, önemli olanın iç âlemimde ne olduğunu, içsel huzurumu ve mutluluğumu kazanmak zorunda olduğumu, bunun da para kazanmaktan çok daha zor olduğunu öğrenmiştim buralarda…

Kendimin dünyanın içinde değil, dünyanın kendi içimde olduğunu öğrenmiştim buralarda… Kendi içimde düzen olmadıkça, dünyada da düzen olmayacağını öğrenmiştim buralarda…

Mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmanın çaresizliğin son kertesi olduğunu öğrenmiştim buralarda… Kendim olmaktan başka hiçbir şeye ihtiyacımın olmadığını, bir şeye sahip olmakla değerimin artmayacağını öğrenmiştim buralarda…

Doğru bir idrak için sakin bir zihnin şart olduğunu öğrenmiştim buralarda… Ruhumun kendisini iyileştirdiğini ancak ona engel olanın zihnim olduğunu öğrenmiştim buralarda…

Esasta isimsiz ve şekilsiz olanlara isimler ve şekiller atfetmemeyi öğrenmiştim buralarda.

Daha çooook şeyler öğrenmiştim buralarda…

Ve oradan getirdiğim en büyük hazinem de Şehriyar’ın bana anlattıklarından aldığım notlarımdı…

Kaf Dağları’nın türküsü (2)

Dünya ve Türkiye ile tek irtibatım sadece elimdeki transistörlü olan küçücük bir el radyosu idi… Tek dinleyebildiğim yayın da  ‘’uzun dalga’’ yayını idi.. Ve bu uzun dalga yayınından da tek dinleyebildiğim radyo ise; ‘’Uzun dalga 1254 m Erzurum Radyosu’’ idi…

Ve Erzurum Radyosu olunca da illaki de halk müziği ve halk müziği sanatçısı Raci Alkır olurdu!... Ve Raci Alkır’ın işte anlattığım gibi o zamanlardan dilimden hiç düşmeyen, zihnime kazınmış, zihnimde takılmış plak gibi dönüüüüp duran işte bu türküsüydü: ‘’Hani yaylam hani senin ezelin?’’

İşte anlattığım gibi; o dağlarda, o yaylalarda, o vadilerde, yaz aylarında, kış aylarında, ilkbaharda, sonbaharda hep bu türkü vardı zihnimde... Gün doğarken, gün batarken, gece, gündüz bu türkü vardı zihnimde... Dilimde, gönlümde, zihnimde, hayalimde hep bu türkü vardı: ‘’Hani yaylam hani senin ezelin?’’

‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türküsü de dün anlattığım ‘’Tutam yâr elinden tutam’’ türküsü gibi bir aşk türküsüydü, bir gurbet türküsüydü, bir memleket türküsüydü, bir hasret türküsüydü, bir özlem türküsüydü, bir Türkiye türküsüydü...  Ömrü gurbet ellerde geçmiş her duyarlı, her içten, her hassas insanın her dinlediğinde usul usul, için için, sessiz sessiz ağladığı bir türküydü; ‘’Hani yaylam hani senin ezelin?’’

Dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş mahzun bir gönlü anlatan bir türküydü; ‘’Hani yaylam hani senin ezelin?’’

Ve bu gurbet elde Kabil’de, Celâlâbâd’da Raci Alkır benim sadece gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak değil de sanki benim anam, benim babam, benim kardeşim ve orada, o muazzam yalnızlığımda sarıldığım bir can yoldaşımdı…

Gelin, türküdeki gibi hep beraber soralım isterseniz: ''Hani yaylam hani senin ezelin?''

(Ezel: Başlangıcı belli olmayan zaman, öncesizlik.)

Osman AYDOĞAN

‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türküsünü söyleyen, kendileri de Erzurumlu olan Mükerrem Kemertaş ve Aysun Gültekin’in yorumları da güzeldir. Bir de gençlerden Arzu Görücü isimli sanatçının yorumu güzeldir. Ama illaki Raci Alkır’ın kendi sesinden dinlenmelidir ‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türküsü…

Raci Alkır’ın sesinden ‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türküsü;
https://www.youtube.com/watch?v=QfnC_BDp25E

Arzu Görücü’nün yorumu ‘’Hani yaylam hani senin ezelin’’ türküsü;
https://www.youtube.com/watch?v=0xhLLr9lVS4

Bundan sonrası Türkü dostları için

Sonra, aradan yıllar geçti. Yıllaaaaar, yıllar geçti… Tam 25 - 30 yıl geçti…

2008 yılıydı.

Bir gün duydum, haber aldım ki Raci Alkır böbrek yetmezliği nedeniyle Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesinde yatıyordu. Benim Erzurum’a görevim gereği gitme imkânım yoktu. Bir arkadaşım da Erzurum’a gidiyordu. Kendisine bir miktar para verdim. Bir ''vefa borcunu'' ödeme adına şunları söyledim ona; ‘’Alabilirsen bir buket çiçek al. Alamazsan bir paket çikolata al. Hastaneye git ve Raci Alkır’ı benim için ziyaret et. Raci Alkır’a selam söyle, geçmiş olsun dileklerimi ilet ve benim için ellerinden öp. O beni tanımaz ama ona de, ona söyle, o benim anam gibiydi de, o benim babam gibiydi de, o benim gardaşım gibiydi de.’’… Arkadaşım görevden döndüğünde dediğimi yaptığını, Raci Bey’in çok mutlu olduğunu ve bana teşekkürleri ve selamları olduğunu söyledi.

2011 yılıydı

Ancak üç yıl sonra Raci Alkır 16 Aralık 2011 günü akşam saatlerinde yine tedavi gördüğü Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesinde böbrek yetmezliği sonucu hayatını kaybetti. Ertesi gün büyük bir kalabalıkla Erzurum Lala Paşa Camii'nde düzenlenen cenaze töreniyle Erzurum Asri Mezarlığına defnedildi. Cenazesine de gidemedim…

Muhtemeldir ki o gün o mahşeri kalabalık cenazeye Raci Alkır’ı türkü söylediği için, türkücü olduğu için gelmemişlerdi, o mahşeri kalabalık Raci Alkır’ın adam gibi bir adam olduğu için, gerçek bir sanatçı olduğu için gelmişlerdi.

Şimdi doğal olarak sizler, eğer Raci Alkır’ı tanımıyorsanız, soracaksınız bana halk müziği sanatçısı olmasından öte kim bu Raci Alkır diye…

Anlatayım kısaca…

Raci Alkır

Raci Alkır 1933 yılında Erzurum'da dünyaya gelir. Racı Alkır aslen Erzurumludur hem de yedi göbek Erzurumludur.

Sanat hayatına ise tasavvuf müziğine yönelen babasından etkilenerek başlar.

Yedi yaşında iken babası Alkuyruk Şefik Bey (Şefik Alkır) ile halk arasında Avlarlı Efe Hazretleri diye bilinen sufi ve şair Hace Muhammed Lütfü Efendin (Mehmet Lütfi Budak) dergâhına katılarak, hafızlardan ve gazelhanlardan feyz alarak etkilenir ve kendisi de dinlediklerini o yaşlarda icra etmeye başlar.

Âşıklık geleneğine dayalı türküleri, Alvarlı Mehmet Lütfi Efendi’nin türkü formundaki ilahilerini yorumlamasıyla dikkatleri çeker. Bir yandan da o yıllarda henüz derlenmemiş Erzurum yöresi ezgilerinin yazılı ve sözlü kayıtlarını tutar. Mahalli seslerin izini sürüp onlarla aynı mecliste bulunur.

Ancak Raci Alkır gerçek müzik yaşamına 1955 yılında Erzurum Halk Oyunları Halk Türküleri Derneğinde başlar. 1971 yılında TRT Erzurum Radyosu Halk Müziği Korosu’na girerek müzikte profesyonelliğe adım atar. Bu, ona özellikle Erzurum, Bayburt, Kars bölgesinde büyük şöhret getirir.

Özellikle Erzurum türkülerine getirdiği yorumuyla dikkatleri üstüne çeker. Raci Alkır sadece türkülerin icrası ile ilgilenmez; Erzurum ve ilçelerindeki yöre sanatçılarından ve mahalli seslerden derlediği türküleri derleyip düzenler ve bunları TRT arşivine kazandırır. Tam bir derlemeci olur. Bu şekilde Raci Alkır Türk halk müziği repertuarına seksene yakın eser kazandırır.

Türk halk müziğinde makam ‘’Taytan’’ normunda eserlerini kendi derleyip okumaya başlar. Bu nedenle Erzurum yöresi kendisini ‘’Taytan Baba’’ ve ‘’Türkü Paşası’’ diye anmaya başlar.

Dâvûdî bir sese sahiptir. Aspendos’da dinleyicilerine bu özelliği nedeniyle mikrofonsuz konser verir. Bu şekilde Raci Alkır’ın ünü kısa sürede tüm Türkiye’ye yayılır.

Raci Alkır aktif müzik yaşamına 1980 yılında veda eder. Raci Alkır’ın derlediği türküler ‘’Klasikler’’ adı altında bir CD de toplanır. Bu CD’de ‘‘Hani Yaylam Hani Senin Ezelin’’, ‘’Tutam Yar Elinden Tutam’’,  ‘’Güzeller Bezenmiş’’, ‘’Pelit Meydanı’’, ’'Dün Gece Yar Hanesinde’', '’Aya Bak Nice Gider’' ve '’Beni Sorma Bana Ben Ben Değilem’' gibi derlediği türküler bulunmaktadır.

Raci Alkır yukarıda bahsedildiği gibi babasının Alvarlı Mehmet Lütfi Efendi’nin meclisinde bulunması sebebiyle Alvarlı’ya ait birçok türkü formunda ilahiyi de seslendirir. ‘‘Seyreyle Güzel Kudret-i Mevlam Neler Eyler’’, ‘’Erzurum Kilid-i Mülk-i İslamın’’, ‘’Gururlanma İnsanoğlu’’’ gibi ilahiler onun sesiyle Türkiye’ye yayılır.

Muhammed Lütfi Efendi’nin eserlerini seslendirdiği ‘’Klasikler’’ albümü 2002 yılında Vatikan’da Aziz Ron Colli anısına düzenlenen bir törende çalınmasının ardından Türkiye'de tekrardan büyük ilgi görür.

İşte böylesi bir sanatçıdır Raci Alkır… Para ve şöhret amacı gütmeden kendini yaşadığı kültüre ve türkülere adayan gerçek sanatçı Raci Alkır’ı saygıyla ve rahmetle anıyorum.

‘’Raci’’ isminin anlamı ‘’rica eden’’ demekti… Öte dünyadan bu dünyaya seslenebilseydi eğer Raci Alkır bizlerden Türk halk müziğine kazandırdığı eserleri nesiller boyu yaşatılmasını rica ederdi! 

Hilafet, kendisi gibi yetiştirdiği ve birçok defa beraber sahne aldıkları ve halen sanatını devam ettiren oğlu Vahit Alkır'a geçmiştir diye düşünüyorum. Erzurum türkülerini derleme görevi oğlu Vahit Alkır'dadır artık!...

Bizler Raci Alkır gibi gerçek sanatçılarımız kaybedince ve onun gibi sanatçıları da çıkaramayınca toplum, şimdi; güpegündüz yol ortasına işeyen, mafya ile içli dışlı olan, uyuşturucu müptelasına dalan, her türlü ahlaksızlığı, kirli işleri yaşayan, siyasi iktidara yamanan, yalaka, cahil, gösteriş budalası, ahlak yoksunu, sonradan görme, şımarık, saygısız, sahtekâr, dolandırıcı, değil sanatçı insan müsveddeleri bile olamayan sözde sanatçılara kaldı. Tek sorulmayan soru ‘’biz bunlara müstahak mıyız?’’ sorusudur... Ama ne diyeyim, nasıl söyleyeyim ki; ''sanatçısı toplumun aynasıdır'' diye boşuna söylememişlerdir herhalde!

Hani yaylam hani senin ezelin

Hani yaylam hani senin ezelin
Güz gelende döker bağlar gazelin
Yaylam senin hiç gelmez mi güzelin
Hani yaylam hani senin ezelin

Yaz olanda yayla yayla otlanır
Arap atlar topuğundan bentlenir
O yaylada koyun kuzu beslenir
Hani yaylam hani senin ezelin

Doya doya Erzurum'u gezmeli
Kalem alıp kaşın gözün yazmalı
Ne hoş olur o yaylanın güzeli
Hani yaylam hani senin ezelin



Kaf Dağlarının türküsü (1)

18 Nisan 2020

Dün bir Erzincan türküsünü anlatmıştım ‘’Kadir Mevlâm senden bir dileğim var, beni muhannete muhtaç eyleme’’ diye… Bir adım daha Doğu’ya gidip iki muhteşem Erzurum türküsünü anlatayım…. Her ikisinin de bende çooook derin izleri vardır… Bir türkü bir insanın zihninde, beyninde, gönlünde bu kadar mı çakılı kalır? Bir türkü bir insanı bu kadar mı şeklillendirir? Bir türkü bir insana bu kadar mı derin etki eder? Kalırmış, edermiş işte… Yaşayarak öğreniyor insan… Bugün bu türkülerden birisini anlatayım: ‘’Tutam yâr elinden tutam’’ Diğerini de yarın anlatayım...

Bu türkü benim zihnime, gönlüme bir nasıl kazındı? Bu türkü bana bir nasıl etki etti? Bu türkü beni bir nasıl şekillendirdi? Bunun için gelin sizi neredeyse bir kırk yıl öncesine götüreyim...

Önce, kırk yıl evvelinin bir yolculuk hikâyesi:

Kaf Dağlarına doğru bir yolculuk

O günkü tozlu yollarını hatırlıyorum Kâbil’e o ilk gidişimin… Binlerce kilometreyi araçla kat ederek gelmiştik… Beldeler, yöreler, diyarlar, iklimler, ülkeler geçmiştik… Kıvrım kıvrımdı, büklüm büklümdü yollar… Döne dolana dağlara çıkmış, bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla, bir kuş gibi süzüle süzüle vadilere inmiştik… Vadi tabanlarından kayarak, bir su kenarından süzülerek, bazen de bir dağın yamaçlarına yaslanarak günlerce yol almıştık… Biz yol aldıkça hep yol uzamıştı, her aştığımız tepede menzil hep daha bir uzak görünmüştü…

Yol boyunca; çeşit çeşit, süslü süslü sanki bir karınca sürüsüymüşçesine hiçbir trafik kuralına uymaksızın yollara düşmüş, bir kervan misali otobüsler, kamyonlar, otomobiller ve arabalarla karşılaşmıştık...

Yolculuk esnasında, ''her günün ufkunu sardıkça gece'', ben hep "belki bu son akşamdır" diye düşünmüştüm… ''Bu emel gurbetinin yoktu ucu''… Günlerce gitmiştik, biteceğine hep uzamıştı yollar… ''Varmadan menzile ölmekten'' korkmuştum…

Kâbil yollarında Cahit Külebi’nin ‘’Sivas Yollarında’’ isimli şiirini hatırlamıştım… Şiirin son dizesi şöyleydi:

‘’Kamyonlar gelir geçer, kamyonlar gider
Toz duman içinde,
Şavkı vurur yollara,
Arabalar dağılır şoförler söğer,
Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider.’’

Şiirdeki ‘’Sivas’’ yerine ‘’Kâbil’’ koysam sanırım yollarda gördüğüm manzarayı daha iyi anlatırdı…

Ve bu yolculuğumuzda bize eşlik eden bir şey vardı ki o olmazsa bu yolculuk olmazdı diye düşünürüm hala... O olmazsa o yol bitmezdi diye düşünüyorum hala. O olmazsa o yolu biz çekemezdik diye düşünüyorum hala... O da elimizdeki küçücük el kadar pilli transistörlü bir radyo idi...  Tek dinleyebildiğimiz yayın da ‘’uzun dalga’’ yayını idi... Ve bu uzun dalga yayınından da tek dinleyebildiğimiz radyo ise; ‘’Uzun dalga 1254 m Erzurum Radyosu’’ idi… Ve Erzurum Radyosu olunca da illaki de halk müziği ve Erzurumlu halk müziği sanatçısı Raci Alkır olurdu!... Ve Raci Alkır’ın o zamanlardan zihnime kazınmış, beynime bir mıh gibi saplanmış ve dilimden hiç düşmeyen türküsü: ’’Tutam yâr elinden tutam’’

Bu türkü yolculuk esnasında sadece bize, kulaklarımıza değil de sanki Raci Alkır bu türküyü yol esnasında aştığımız dağlara söylerdi, vadilere söylerdi, yamaçlara söylerdi, ovalara, yollara, nehirlere söylerdi… Ve dağların, vadilerin, yamaçların, ovaların, yolların ve nehirlerinde de bu türküye bir aksi sedası olurdu. Ve türkü; kulaklarımız, gönüllerimiz, kalplerimiz ile dağların, vadilerin, yamaçların, ovaların, yolların ve nehirlerin arasında bir pinpon topu gibi gidip gidip gelirdi... Sonra ise bu ses sanki bir dua imiş de Allah’a ulaşmak istercesine göğe çekilir ve açık sonsuz semaya süzülüp kaybolur giderdi:

''Tutam yâr elinden tutam
Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yâreli bülbül
İnem bağlara bağlara''

Ve dağlar, ovalar, vadiler, yamaçlar tekrar ederdi türküyü: ''Tutam yâr elinden tutam, çıkam dağlara dağlara, olam bir yâreli bülbül, inem bağlara bağlara…''

İşte böylesine günlerce ama günlerce yol gitmiştik… Hakiki yaşam da böylesine büyük bir yolculuk değil miydi işte?

Kaf Dağlarında

Bir güz başlangıcı idi Kâbil’e o ilk gelişimiz… O Kâbil’e o ilk gelişimde hatırladığım, Anadolu’dakinin bir benzeri stabil yol kenarlarında yetişen, sarı sarı, beyaz beyaz, mor mor, kırmızı kırmızı, pembe pembe renkleriyle Gülhatmi çiçekleriydi... Gülhatmi çiçekleri de hep annemi hatırlatırdı bana… Santrallere, telefonlara kayıtlar vererek, saatlerce, bazen de günlerce bekleyerek zorluklarla Kâbil’den ulaşabildiğim annemin sesi hep üzgündü o zamanlar… Hep sorardı o üzgün sesiyle: ‘’Neden Kâbil?’’ diye. ‘’Neden, neden???’’

Böyleydi işte benim yıllar yıllar öncesinde, tahminim bir otuz yıl kadar öncesinde Kâbil’e, sonrasında da Celâlâbâd’a o ilk gelişim. Ve böyleydi işte birdenbire ve ilk defa o kocaman kocaman dağlarla baş başa, yapayalnız kalışım… Ve böyleydi işte benim yine ilk defa o kocaman kocaman yalnızlığımla da baş başa, bir başına yapayalnız kalışım…

Ama ben, bu dağların arasında asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in o çok sevdiğim dizeleri ile baş başa kalmıştım aslında:

'‘Beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodular,
rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın,
senin etinden, tırnağından ayrı,
senin kokundan uzak.’'

Dizedeki gibiydi işte; beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodulardı, rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın, memleketimden, sıladan, sevdiğimden uzak.... 

O günlerimde Kâbil’de yılların nasıl geçtiğini de pek anlamazdım, pek bilmezdim aslında. Birbiri ardına, ardı sıra, hep birbirinin aynısıymışçasına akıp giderdi yıllar. Bu yıllar bana Kemalettin Kamu’nun ‘’Bingöl Çobanları’’ isimli şiirini anımsatırdı;

‘’Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni,
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.’’

Her şey ama her şey tekdüze idi buralarda… Yıllar biri birisinin kopyası gibi geçerdi… Ve kuzuların doğuşu idi bize yılların geçtiğini haber veren…

Kâbil’e bu ilk gelişim bir kaçıştı, bir unutuş süreciydi aslında… Her hayatın bir kaçış, her kaçışın da bir arayış olduğunu bilirdim… Ancak Kâbil’e bu ilk gidişim Kaf Dağlarının ardındaki ''Mehlika'’yı arayış değil, ''Mehlika’'dan kaçış ve unutuş süreciydi… Bir kedinin kuyruğu gibiydi kendisinden kaçtığım… Ben kaçtıkça arkamdan geldi, onu yakalamaya çalıştığımda da benden kaçtı… Bilmezdim ki tam otuz yıl sonra, ikinci gidişimde de Kâbil’de tekrar beni bulacak…

Cervantes söylerdi zaten hep; ‘’Aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır.’’

Kâbil'e yıllar yıllar sonra, yaklaşık bu ilk gelişimden bir otuz yıl sonra bir ikinci gidişim daha vardı ki bu da ayrı ve uzuuuuun bir hikâyeydi zaten...

Zümrüd-ü Anka Kuşu'nun huzurunda

Zamanla her şeye alışırmış insan… Zamanla ben de alıştım buralara…  Burada bana yaşamımın en büyük öğretisi olarak; aslında yaşadığım her bir zorluğun ve kendime düşman bildiğin her bir şeyin, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçası olduğunu öğrenmem oldu… Ve en çok da, insanın her koşulda yaşayıp çalışabileceğini, kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceğini erken yaşlarda öğrenmem oldu…

Kâbile gelirken, zaten fazla bir eşya da alamazdık yanımıza, küçük bir valizim vardı, valizin içinde üç beş parça şahsi eşyam geri kalan ve çoğunluğu oluşturan ise kitaplar… Ve Türkiye'ye giden veya Türkiye'den dönen, gelen herkeslere kitap siparişi vermiştim buralarda kaldığım yıllar boyunca... Ve böylelikle aslında nerdeyse bir üniversite bitirmiştim ben Kâbil’de, Celâlâbâd’da… Ve ben sonuçta, buralarda okudukça anladım ki; kitapların amacı yaşamayı öğretmek değildi aslında. Kitapların amacı; içimizdeki yaşama başka türlü yaşama isteği uyandırmaktı, kendi içimizde yaşama imkânını, yaşamın ilkesini bulmaktı. İşte burada da bana öyle olmuştu; kitaplar ve bu dağlar, içimdeki yaşama başka türlü yaşama isteği uyandırmıştı, kendi içimde yaşama imkânını, yaşamın ilkesini vermişti...

Ve sonunda burada, ancak bu şartlarda, gerçekte hayatta ihtiyaç duyulan tek şeyin, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişme olduğunu idrak etmiştim. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrendim buralarda... Ve anladım ki varoluşunda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başaranlar ayakta kalıyordu bu dünyada... 

Tabii bu kavrayış, anlayış ve öğretiler de birdenbire gökten vahiyle inmemişti bana... Bütün bu kavrayış, anlayış ve öğretileri de burada tanıdığım ve bana birebir öğretmenlik yapan, beni ben yapan Şehriyar'a borçluydum, onun sabahlara kadar bana anlattığı derslerine borçluydum... Ve Şehriyar hep bana şöyle derdi: ‘’Gerçekte kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir.’’ Gerçekten de o zaman ben kendi kişisel menkıbemi yaşıyordum ve hayat da bana karşı cömertti...

Bu düşüncelere ulaştıktan bir süre sonra da tam bir teslimiyetle kendimi bırakmıştım o dağların kuçağına... Sonra bütünleşmiştim o dağlarla… O dağlar, o muazzam Hindukuş Dağları, o dağlar, o dağlar ben olmuştum işte… Hani avcının av olması gibi; gözlemleyendim o dağlarda, gözlemlendim... ''Tek''dim buralara geldiğimde o dağlarla ''bir'' oldum, ''bütün'' oldum, birleştim...

O dağlar ile özleştim, dağ oldum, vadi oldum, oradaki bitki oldum, çayır, çemen oldum... O dağlarda akarsu oldum, aktım... O dağlarda çiçek oldum açtım… O dağlarda rüzgâr oldum, estim… O dağlarda kar oldum, yağdım, güneş vurdu, eridim... Ben o dağların, o coğrafyanın bir parçası oldum... Asaf Hâled’in ‘’Dağların Delisi’’ isimli şiirindeki bir dize gibi: ‘’Benim gönlüm dağa düştü.’’ Aynı böyle olmuştu, burada benim gönlüm dağlara düşmüştü…

Kaf Dağlarının türküsü (1)

Bu dağlarda, bu yaylalarda, bu vadilerde, bu yaz aylarında, bu kış aylarında, bu ilkbaharda, bu sonbaharda hep ama hep işte bu türkü vardı zihnimde... Gün doğarken, gün batarken, gece, gündüz bu türkü vardı zihnimde... Dilimde, gönlümde, hayalimde hep bu türkü vardı zihnimde:

''Birin bilir binin bilmez
Bu dünya kimseye kalmaz
Yar ismini desem gelmez (olmaz)
Düşer dillere dillere''

 ‘’Tutam yar elinden tutam’’ türküsü; bir aşk türküsüydü, bir gurbet türküsüydü, bir memleket türküsüydü, bir hasret türküsüydü, bir özlem türküsüydü, bir Türkiye türküsüydü... Bu türkü Kaf dağlarına gidenlerin türküsüydü… Sadece benim değil ömrü gurbet ellerde geçmiş her duyarlı, her içten, her hassas insanın her dinlediğinde usul usul, için için, sessiz sessiz ağladığı bir türküydü; ‘’’Tutam yar elinden tutam.’’ 

Burada bu dağlarda, bu coğrafyada bu türkünün sözü de tınısı da içimi sızlatırdı, yüreğime dokunurdu, dokunmakla yetinmez yüreğimi bir ok gibi deler, ciğerlerimi bir bıçak gibi keser, bir ataş gibi yakardı beni. Hani derler ya ‘’burnumun direğini sızlattı’’ diye… İşte gerçekten burnumun direğini sızlatırdı bu türkü… Bu dağlarda, bu muazzam uzaklıklarda nasıl sızlatmasındı ki, değil mi?

''Emrah eydür bu günümdür
Arşa çıkar tütünümdür
Yare gidecek günümdür
Düşsem yollara yollara''

Türküde arşa çıkan tütün değil bir feryâttı, bir figândı, bir yakarıştı, Allah’a bir duaydı… Dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş mahzun bir gönlü anlatırdı…

Ama en çok da içimde yalnız, yapayalnız, öksüz bıraktığım ama onun beni yalnız bırakmadığı, benimle beraber teee Kâbil’lere, Celâlâbâd’lara kadar gelen sevdamı anlatırdı… Sadece beni değil Kaf dağlarına giden herkesleri anlatırdı...

Vaktiniz olduğunda bu türkünün aşağıda bağlantılarını verdiğim yorumlarını dinleyin... Daha pek çok yorumu var, onları da dinleyin... Bu yorumları dinledikten sonra ister yâr ile dağlara çıkın, ister yareli bülbül olup bağlara düşün, ister yollara revan olun ama yeter ki yârin elinden tutun! Ve tuttuğunuz elin de kıymetini bilin, sımsıkı tutun ve bir daha bırakmayın! Çünkü insanoğlu ‘’birin bilir binin bilmez’’, ‘’bu dünya kimseye kalmaz’’, yarın ne olacağını bilmez.

Sonra, sonra da ''Tutam yâr elinden tutam'' diye feryâd, figân eylemeyin!

Osman AYDOĞAN

Saz sanatçıları Erkan Oğur ve Okan Murat Öztürk’ün birlikte hazırladıkları ‘’Hiç’’ adlı albümde yerini alırdı bu türkü. Türkünün ortasında da Derya Türkkan’ın klasik kemençeyle yaptığı bir solo vardır:
https://www.youtube.com/watch?v=GrORjGh-XNQ

Güler Duman kendince güzel yorumlar duru sesiyle bu türküyü:
https://www.youtube.com/watch?v=UsBSkmtOqPw

Amma amma ilaki de benim Kâbil yollarında, Kâbil'de, Celâlâbâd'da, o dağlarda, o vadilerde, o coğrafyada dinlediğim Raci Alkır’ın sesinden:
https://www.youtube.com/watch?v=G8NhvS-0tsc

Mey ve bağlama eşliğinde ‘’Tutam Yâr Elinden Tutam’’ Burada yazımda anlattığım koyun ve kuzu seslerini de duyarsınız:
https://www.youtube.com/watch?v=dDzAcHEo-Ug

Erzurum'un o muhteşem türkülerinden sadece bir tanesiydi bu türkü. Erzurum yöresine ait olmasına karşın birçok yerde kaynak olarak Ercişli Emrah gösterilir. TRT Arşivinde kaynak olarak Raci Alkır, Suat Işıklı ve Mükerrem Kemertaş veriliyor. Cemal Demirsipahi tarafından derlenmiştir. Rept. No: 665. Hüseyni makamında olan bu türkü TRT arşivlerinde böyle tanıtılıyor…

Tutam yâr elinden tutam

Tutam yâr elinden tutam
Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yareli bülbül
İnem bağlara bağlara

Birin bilir binin bilmez
Bu dünya kimseye kalmaz
Yar ismini desem gelmez (olmaz)
Düşer dillere dillere

Emrah eydür bu günümdür
Arşa çıkar tütünümdür
Yare gidecek günümdür
Düşsem yollara yollara



Kadir Mevlâm senden bir dileğim var

17 Nisan 2020

Bütün türkülerimiz çok güzel... Ancak çok daha güzel bir Erzincan türkümüz var:  ''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var'' diye başlayan. Ancak türküyü anlatmadan önce kısa kısa bilgiler vermek istiyorum...

Muhannet

Türk halk müziğinde çok sık kullanılan bir kelime var: 'Muhannet'' '’Muhannet’’; bir sıfat olarak kullanılan Arapça kökenli eski bir kelimeydi...  Son yıllarda tekrar hortlamasaydı eğer ne anlama geldiğini çoktaaan unutmuştuk aslında! Birebir Türkçe karşılığı ''ihanet eden'' anlamındaydı. Ancak; ‘’alçak’’, ‘’korkak’’, ‘’kalleş’’, ‘’namert’’, ‘’hain’’ gibi bütün olumsuzlukları ve sevgisizlikleri de içerecek şekilde kullanılmaktaydı. ‘’Muhannet’’in kelime anlamı böyleyken halk arasında daha çok ‘’yaptığı iyiliği lütuf gören, iyiliği karşıdakinin yüzüne vurmak için yapan’’ gibi bir anlamda da kullanılırdı.  Köy yerlerinde genellikle ‘’muhanat’’ derlerdi.

Anadolu insanı işte bu ‘’muhannet’’ten çok çekmiştir... Musallat olmuştur ‘’muhannet’’ Anadolu insanının başına. Bu nedenle de girişte bahsettiğim gibi hep Anadolu türkülerinde kendisine yer bulmuştur ‘’muhannet’’…

Muhannetten mustarip türkülerimiz

''Muhannet''ten muzdarip türkülerden örnekler verecek olursak, kısaca şu türküleri söyleyebiliriz: 

Muharrem Akkuş’tan alınan bir Erzurum türküsü olan ‘’Kırmızı gül demet demet’’ adlı türküde şöyle geçerdi ‘’muhannet’’:

‘’Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet
Gitti gelmez o muhannet
Şol revanda balam kaldı’’

(Türküde geçen ‘’Revan’’, Erivan'ın kısaltılmış şeklidir.)

Âşık Hüdai’den alınan türküde de şöyle geçerdi ‘’muhannet’’;

‘’Lokma yeme muhannetin elinden
Kurtulaman sonra acı dilinden
Namertlerin kaymağından balından
Merdin kuru yavan aşı makbuldür’’

TRT sanatçısı Mehmet Seske`nin derlediği ‘’Yollar seni gide gide usandım’’ türküsünde de şöyle geçerdi ‘’muhannet’’;

‘’Yollar seni gide gide usandım
ayağıma diken battı gül sandım
di yörü yörü de muhannet gelin
ben de seni bir vefalı yar sandım
de gidinin kızı senden yar olmaz’’

Bir Karacaoğlan şiirinde de şöyle geçerdi ‘’muhannet’’;

‘’Ben güzele güzel demem
güzel benim olmayınca
muhannetin kahrını çekmem
gel deyip de gelmeyince’’

Ozan Şekip Şahadoğru’nun ‘’Niye gamlanırsın divane gönül’’ isimli türküsünde de (uzun hava) geçerdi ‘’muhannet’’;

‘’Aman niye gamlanırsın divane gönül
elbet bir gün bu kış gider yaz gelir vay vay
ben dertliyim diye etme şikâyet
oy oy ölürüm muhanet, vay gurbet yetmez mi vay vay
gerçeklere cahil taşı vız gelir
âşıklara böyle cefa az gelir vay vay’’

Turhan Alicı’nın derlediği bir Erzurum türküsünde de geçerdi ‘’muhannet’’;

‘’Muhanneti sevenin 
yüreğinde yağ olmaz 
şal yüzün dönmüş vurgun vurmuş civan olmuş 
puşta bel bağlama’’ 

Bu türküde de ‘’muhannet’’; ‘’puşta bel bağlamak’’ olarak tanımlanmıştır.

En güzel muhannet türküsü: Kadir Mevlâm senden bir dileğim var

Bütün bu türküler güzel de ‘’muhannet’’ en güzel Turan Engin tarafından derlenen bir Erzincan türküsünde geçer: ''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var.'' Bu türkü için Mehmet Özbek, ''Folklor ve Türkülerimiz'' (Ötüken Neşriyat, 1975) adlı kitabında yöre olarak Erzincan bilgisini vermektedir. Türk Halk Müziği sanatçısı ve araştırmacısı Abdullah Gündüz de bu türkünün Erzincan yöresine ait olduğu, rahmetli Turan Engin tarafından derlendiği, türkünün kaynak kişisinin Turan Engin'in annesi olan Fidan Engin olduğu bilgisini vermektedir. Bu bilgileri bana bizzat veren Sn. Abdullah Gündüz'e burada teşekkürlerimi sunarım. Ancak bazı kaynaklar ise türkünün Nurettin Dadaloğlu tarafından derlenen bir Adana türküsü olduğunu söylerler... 

''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var
Beni muhannete muhtaç eyleme
Beni muhannete muhtaç eylersen
Kara topraklara garkeyle beni

Muhannetin suyu bulanık akar
Aktığı yerleri sel olur yıkar
İyilik etmeden başına kakar
İşte böylesine muhtaç eyleme

Muhannetin sözü zehirden oktur
Hüsnü kereminle rahmetin çoktur
Sağ elin sol ele faydası yoktur
Sağ gözü sol göze muhtaç eyleme''

İşte bu türküyü de yine eskilerden 2014 yılında kaybettiğimiz Hacer Buluş söylerdi. Bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum… Türküde ilk iki kıt'a söylenmektedir. Dinlemeye değer diye düşünüyorum... Cahit Öztelli "Evlerinin Önü Türküler" (Özgür Yayınları, 2002) adlı araştırmasında aynı türküyü farklı şekilde vermektedir. (s.82-83) Türkünün bu halini de yazımın sonunda veriyorum.

Yine muhannet

Yazımın girişinde anlatmıştım ya Anadolu insanının işte bu ‘’muhannet’’ten çok çektiğini, ‘’muhannet’’in Anadolu insanının başına musallat olduğunu, bu nedenle de ''muhannet''in hep Anadolu türkülerinde kendisine yer bulduğunu... Ve ''muhannet''ten muzdarip türkülerden örnekler de verdim ya...

Ülkemizde son yıllarda yaşanan gelişmeler sanki unutulmuş olan ''muhannet''in canlanarak bu topraklara, bu insanlara tekrar musallat olduğunu gösteriyor. Çünkü son zamanlarda; TV'lerde, ekranlarda, basında, açık - kapalı oturumlarda, sokaklarda, meydanlarda; sanattan edebiyata, futboldan ticarete, eğitimden yönetime, sosyal hayattan siyasete, din hayatından devlet hayatına o kadar çok ''muhannet'' görüyoruz ki!...

Ben kısaca ''muhannet'' diyorum ama daha açık ifade ile toplumun bütün bu alanlarında sevgisiz, ötekileştirici, ayrıştırıcı, dışlayıcı ve nefret söylemleri çoğalıyor, sürekli hasetten, garezden, kinden, nefretten, intikamdan bahsediliyor. Sanırsınız ki Anadolu Timur istilası altındadır, sanırsınız ki Anadolu Yunan işgali altındadır, sanırsınız ki Anadolu fetret devrindedir. Sanki Anadolu Anadolu olalı, Türkler Türk olalı, bu millet millet olalı böylesi bir ''muhannet'' görmemiştir… 

Bir Yunan atasözü derdi ki; ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir.'' Ve devam ederdi Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’ Bir Japon atasözü ise: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır’’ derdi. Acaba diyorum etrafımızdaki çirkinlikler sıkça kullanılan bu sevgi içermeyen ''muhannet'' sözcüklerinden dolayı mı oluyor? TV'lere çıkan siyasetçilere, sözde âlimlere bakıyorsunuz, onların sîretsiz sûretlerine bakıyorsunuz; nûrsuz yüzlerinde bir şiddet, bir celâl ifadeleri, dillerinde ruhsuz, sevgisiz  ''muhannet'' sözcükleri...

Sadece sözcükler değil eylemler de ‘’muhannet’’tir… Anadolu’da binlerce yılda oluşan Salda Gölü’nün kumlarını karantina günlerini fırsat bilerek kamyon kamyon talan etmek muhannet değil de nedir? Dünyanın en iyi 3. Havaalanını kapatıp karantina günlerini de fırsat bilip sanki koskoca İstanbul’da bina arsa yokmuş gibi pistlerini de tahrip ederek pistlerin ortasına hastane yapmak muhannet değil de nedir? Bu salgın günlerinde millet gelecek kaygısındayken; faydasının belirsiz, maliyetinin ise hudutsuz olduğu Kanal İstanbul projesinin ihalesini yapmak muhannet değil de nedir? Salgın nedeniyle millete cuma namazını yasaklamışken kendilerine özel VİP cuma namazı kıldırmak muhannet değil de nedir? Affedilen bir mafya liderini iktidarın ortağı bir siyasi parti liderinin makam odasında kabul etmek muhannet değil de nedir? ''Çoluk çocuk açız'' diyen bir anneye, hem de sorunu çözmesi gereken kamu görevlisince ''geber'' diye cevap vermek muhannet değil de nedir? Hafta yedi gün, gün yirmi dört saat dururken sokağa çıkma yasağını iki saat kala açıklayarak bu salgın günlerinde milleti sokağa dökmek muhannet değil de nedir?

Bizim artık ''muhannet'' değil de ''muhabbet'' sözcüklerine, muhabbet eylemlerine ihtiyacımız yok mudur? ''Muhannet''ten çektiği bu insanların yetmemiş midir? ''Muhabbet'' bu insanlara hak değil midir? Bu topraklara hep ''muhannet'' mi revadır?

Bizim artık sanattan edebiyata, futboldan ticarete, eğitimden yönetime, sosyal hayattan siyasete, din hayatından devlet hayatına ''muhabbet’’ ehli olma zamanımız gelmemiş midir?

''Muhabbet'' ehli olan Mevlâna'nın, Yunus Emre'nin, Hacı Bektaşî Veli'nin, Ahmet Yesevî'nin torunlarının ''muhannet''e muhatap olmaları ve ''muhannet''ten mustarip olmaları ne yaman bir çelişkidir? 

Ozan Şekip Şahadoğru yukarıda verdiğim ‘’Niye gamlanırsın divane gönül’’ isimli türküsünde diyordu ya;

‘’Aman niye gamlanırsın divane gönül
elbet bir gün bu kış gider yaz gelir’’

Evet, ozanın da söylediği gibi o kadar gamlanmaya gerek yok! Elbet bir gün bu kış gider de yaz gelir ülkemize.... Elbet bir gün bu ''muhannet'', bu ''sevgisizlik'', bu ''hodbinlik'', bu ''kabalık'' gider de bir ''muhabbet'' gelir ülkemize...  Ancak umulur ki ''Bad-el harab-ül Basra!'' (Basra harab olduktan sonra) gelmez ''muhabbet'' ve ''sevgi'' ülkemize... ''Kazan aşka geldi, kömür tükendi, akıl başa geldi, ömür tükendi" misali...

İşte bu nedenledir ki kadir Mevlâm senden bir dileğim var, bizi muhannete muhtaç eyleme!

Osman AYDOĞAN 

Hacer Buluş, ''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var''
https://www.youtube.com/watch?v=zhvMQ83nLcE

Bu türkü alır beni çocukluğuma götürür. Ben çocukken, annemle, babamla ve Nimet ablamla lambalı radyomuzdan kışa denk gelen iftar vakitlerinde, sahur vakitlerinde bu türküyü dinlediğimiz anı hatırlarım dışarılarda lapa lapa kar yağarken.. Ve bu türküyü her dinlediğimde işte o çocukluğuma giderim, yüreciğim pır pır eder, gözlerim dolar... 

Cahit Öztelli "Evlerinin Önü Türküler" (Özgür Yayınları, 2002) adlı araştırmasında aynı türküyü şu şekilde vermektedir:(s.82-83) 

Kadir Mevlâm senden bir dileğim var

Kadir Mevlâm senden bir dileğim var
Beni muhannete muhtaç eyleme
Yedi deryalara gark eyle beni
Yine muhannete muhtaç eyleme

Muhannetin suyu dolayı akar
Değdiği yerleri od olur yakar
Eyilik etmeden başına kakar
Yine muhannete muhtaç eyleme

Muhannetin sözü pareli oktur
Lutfuna kerem et ihsanı çoktur
Sağ elin sol ele faydası yoktur
Yine muhannete muhtaç eyleme

Ben dertliyim Hak ayırsın işimi
Kaygılara saldım garip başımı
Varsın kurtlar kuşlar yesin leşimi
Yine muhannete muhtaç eyleme



Sıdkı Baba

16 Nisan 2020

Sıdkı Baba 18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başında yaşamış bir Bektaşi babasıdır...

Sıdkı Baba’nın torunu Muhsin Gül’ün hazırladığı “Şeyh Cemaleddin Efendinin Aşığı Halk Ozanı Sıdkı Baba Hayatı ve Şiirleri 1865-1928’’ (Kadıoğlu Matbaası, 1984) isimli kitapta Sıdkı Baba’nın hayatı özetle şöyle anlatılır...

Sıdkı Baba'nın hayatı

Sıdkı Baba’nın gerçek adı Zeynelabidin’dir. Sıdkı Baba’nın soyu Oğuz Türkleri'nin Bozok kolundan bağlı Dedekargın aşiretinden gelir. Dedekargın aşireti Anadolu'nun çeşitli yörelerine dağılırken bir grup da Malatya'da Tohma Çayı kenarında Çerme adında bir köye yerleşirler… Sıdkı Baba’nın soyu bu köye yerleşen Hacı Ahmetler diye tanınan bir aileden gelir.

Hacı Ahmetler, bu köyde uzun yıllar yaşar… Daha sonra bölgedeki aşiretler arasında çıkan anlaşmazlıklar sonucunda aile önce Silifke’ye, daha sonra da Tarsus’un Yenice bucağına yerleşirler…

Zeynelabidin, bu köyde doğar, okuma yazmayı bu köyde öğrenir… Saz çalmayı da bu köyde daha küçük yaşlarda iken öğrenir… 12-13 yaşlarını geldiğinde “Pervâne” mahlasıyla şiirler yazar…

Zeynelabidin, bu yaşlarda ününü duyduğu Hacı Bektaş’ın dergâhına gitmeyi ister… Ailesi izin vermeyince de ailesinden izinsiz kaçarak Hacı Bektaş’a gelir ve burada Bektaşi şeyhi Feyzullah Efendi’nin dergâhına girer… Zeynelabidin burada iyi bir medrese eğitimi alır.

1879’da Şeyh Feyzullah Efendi vefat edince yerine oğlu Cemaleddin Efendi şeyh olur. Zeynelabidin, Şeyh Feyzullah Efendiye gösterdiği bağlılığı oğlu Şeyh Cemaleddin Efendiye de gösterir… Cemaleddin Efendi, Pervâne’ye “Sıdkı” mahlasını verir… Ondan sonar o ana kadar şiirlerinde kullandığı ‘’Pervâne’’ mahlasını bırakır ve ‘’Sıdkı’’ mahlasını kullanmaya başlar…

Hepimizin severek dinlediği Ali Ekber Çiçek’in ‘’Haydar Haydar’’ türküsünün sözleri de Âşık Pervâne’ye aittir. İşte Âşık Pervâne ‘’Devriye’’ şiirinin girişine Pervâne mahlasını bırakıp da nasıl ‘’Sıdkı’’ mahlasını kullanmaya başladığını anlatır:

‘’On dört yıl dolandım Pervânelikte
Sıdkı ismin duydum divanelikte
içtim şarabını mestanelikte
kırkların ceminde dara düş oldum.’’

Burada araya girip bir bilgi aktarmak durumundayım. Türküyü Ali Ekber Çiçek’ten dinlediğimizde şiirin bu birinci kıtasını ‘’On dört bin yıl gezdim Pervânelikte" diye söyler… Ali Ekber Çiçek babasından öğrendiğini söylediği bu birinci kıtayı yanlış söyler. Doğrusu verdiğim şekildedir.  

Sıdkı Baba, tarikattaki hizmetleri dolayısıyla “Baba’’lık sıfatını da alır. Sıdkı Baba artık şeyhinin vekilidir.  Sıdkı Baba, şeyhi adına ve onun vekili sıfatıyla tarikat hizmetlerini yürütmek amacıyla bütün Anadolu’yu adım adım gezer… Bu amaçla Sivas, Malatya, Tunceli, Erzurum ve Kars’ta bulunur... Sıdkı Baba,1893 yılında Hatice adlı bir kızla evlenip 1894’te Merzifon’un Harız Köyü’ne (Köyün şimdiki adı Gümüştepe’dir)  yerleşir…  

1915 yılında Şeyh Cemaleddin Efendi bir gönüllü alayı teşkil ederek Ruslarla savaşmak için Erzurum’a giderken yolda yanına Sıdkı Baba’yı da alır. Şeyh Cemalleddin bu gönüllü alayın alay komutanı, Sıdkı Baba’da bu alayın yüzbaşısı olarak doğu cephesinde Ruslarla savaşırlar…

Savaştan sonra köyüne dönen Sıdkı baba ömrünün geri kalanını bu köyde (Harız / Gümüştepe) geçirir. Sıdkı Baba 1928’de vefat eder…  Mezarı bu köydedir… Her yıl bu köyde "Âşık Sıdkı Baba kültür ve tanıtım şenliği" yapılır…Ayrıca Mersin Büyükşehir Belediyesi tarafından da belli yıllarda ‘’Yeniceli Âşık Sıdkî Baba’yı anma etkinlikleri’’ düzenlenir…

Sıdkı Baba'nın eserleri

Sıdkı Baba’nın şiirleri girişte bahsettiğim torunu tarafından yazılan kitap dışında ayrıca araştırmacı Hayrettin İvgin tarafından ‘’Âşık Sıdkı Pervâne’’ (Emel Matbaacılık, 1976) ve Baki Yaşa Altınok’un ‘’Sıdkı Baba Divanı’’ (Ahi Kitap, 2013) isimli kitaplarda toplanmıştır.

Sıtkı Baba’nın şiirlerinin yanında “Nasîhatnâme-i Sıdkı” adıyla biline mesnevi şeklinde bir eseri daha vardır. Sıtkı Baba’nın bu eserini de akademisyen Halil Sercan Koşik tarafından ‘’Nasihat-nâme-i Sıdkî’’ (Kömen Yayınları, 2016) ismiyle yayınlamıştır. Bu konuda ayrıca Celal Bayar Üniversitesi araştırma görevlisi Tuğba Aydoğan tarafından yapılan ‘’Bektaşi Şairi Âşık Sıdkı Baba’nın Nasihatnamesi’’ (CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 2011, Cilt 9, sayı 2) isimli bir çalışma da vardır.

Sıdkı Baba’nın çok şiiri vardır. Bunlardan birisini yazım içinde bahsettiğim Ali Ekber Çiçek’in besteleyip bize tanıttığı ‘’Haydar Haydar’’ isimli şiiridir.

Ancak burada da araya yine bir bilgi daha sıkıştırmam gerekiyor. Ali Ekber Çiçek’in söylediği Sıdkı Baba’ya ait bu ‘’Haydar Haydar’’ türküsü dışında Kul Nesimî’nin ‘’Ben Melamet Hırkasını’’ diye başlayan şiiri söylenirken de başta Ali Ekber Çiçek olmak üzere çoğu müzisyenler türküye şiirde olmayan ‘’Haydar Haydar’’ ifadelerini de eklemişlerdir. Kul Nesimî’nin ‘’Ben Melamet Hırkasını’’ diye başlayan şiirinde ‘’Haydar Haydar’’ ifadeleri geçmemektedir…

Sıdkı Baba’nın türkülere konu olmuş bir diğer şiiri ‘’Siyah perçemlerin hatem yüzlerin’’ diye başlayan şiiridir. Bu bahsettiği iki şiir de ayrı birer yazı konusudur.

Zülf-ü kâküllerin amber misali

Ancak benim bu yazıda Sıdkı Baba’yı tanıtarak vermek istediğim şiiri ‘’Zülf-ü kâküllerin amber misali’’ dizesiyle başlayan şiiridir… Bu şiirin tamamını yazımın sonunda veriyorum… Sıdkı Baba bu şiiri bir ‘’naat’’dır. Yani Hz. Muhammet’i (sav) övmek için kaleme almıştır. Yoksa başka kime bu kadar güzel şiir yazılabilir ki?

Ve bu şiirin bir gazel haline getirilip bir nasıl okunduğunu da Erkan Oğur’un sesinden aşağıda bağlantıda veriyorum…

Bırakın şimdi koronayı, kolonyayı, bir türlü gelemeyen maskeleri, yedi liraya gelmiş doları… Her şeyi bırakın bu sesi dinleyin… İster usul usul, ister yüksek yüksek dinleyin… Gün boyu dinleyin, gece boyu dinleyin… Dinleyebildiğiniz kadar dinleyin:

‘’Zülf-ü kâküllerin amber misali’’

Osman AYDOĞAN

Erkan Oğur: ‘’Zülf-ü kâküllerin amber misali’’
https://www.youtube.com/watch?v=8cB7wb001Eo

Zülf-ü kâküllerin amber misali

Zülf-ü kâküllerin amber misali
Buy-u erguvandan güzelsin güzel
Kızarmış gonca gül gibi yüzlerin
Şah-ı gülistandan güzelsin güzel

Yüzünde yeşil ben aşikar olmuş
Çekilmiş kaşların zülfikâr olmuş
Gözlerin aleme hükümdar olmuş
Mühr-ü Süleyman'dan güzelsin güzel

Kurulmuş göğsünde bahçe-i vahdet
Hatmolmuş kadrinle tûbayı hikmet
Cemalin seyreden istemez cennet
Sen huri gılmandan güzelsin güzel

Gözlerin velfecri benzer imrân'e
Seni seven âşık olur divane
Yanakların şûle, vermiş cihane
Yüz mahı tabandan güzelsin güzel

Çiğ düşmüş çayıra benzer yüzlerin
Âşıkın öldürür şirin sözlerin
Mısrın hazinesi değer gözlerin
Zühre-i rahşandan güzelsin güzel

Sıdkı der suretim hattın secdegâh
Cümle güzellere oldum pişegâh
Güzeller tacısın yüzün padişah
Yusuf-u kenan'dan güzelsin güzel

Sıdkı Baba

Bir not: Yazım içerisinde sürekli ‘’Haydar Haydar’’ ifadeleri geçince asıl ismi Lütfü olan ancak ‘’Haydar’’ lakabı ile anılan ve yıllarca ‘’Haydar Dayım’’ diye bildiğim dayımı da burada anmak istedim. Her ‘’Haydar Haydar’’ türküsünde rahmetli dayım aklıma gelir… Fotoğraf dayıma ait…

Allah rahmet eylesin.

 



Marcus Aurelius

16 Nisan 2020

Dünkü yazımda ‘’Gladyatör’’ filmini anlatırken yazımda Roma İmparatoru Marcus Aurelius'tan da bahsetmiştim. Roma İmparatorluğunun bu müstesna imparatoru Marcus Aurelius'un adını yazımda zikredince kendisini ayrıca anlatmasam olmazdı diye düşünüyorum. Eğer ''Gladyatör'' filmini anlattığım yazımı beğenmiş iseniz bu yazımı da kaçırmayın, okuyun derim!

Roma İmparatoru Marcus Aurelius

Marcus Aurelius İS 26 Nisan 121 – 09 Nisan 180 tarihleri arasında yaşamış, İS 161- 180 yılları arasında da Roma imparatoru olarak hüküm sürmüştür. Tam adı Marcus Aurelius Antoninus Augustus’dur. Roma’nın beş iyi imparatorun beşincisi ve sonuncusudur. O çağlarda Roma'da yaşayanlar bir köle toplumudur. Marcus'un dönemi, yöneticilik ve iktidarın bilinen tarihi içinde sıradışı bir dönem olma özelliğini korur.

Filozoftur kendisi, stoacı bir filozoftur. Sürekli yazmıştır. Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunurdu. ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü Platon’a aittir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi, hem filozof, hem de hükümdardır.

Marcus Aurelius, Roma imparatoru sıfatıyla dünyadaki en güçlü insandır. Bununla birlikte, onun hem bireysel hem de devlet adamı olarak yaşamını, para, mal-mülk, iktidar ya da şöhret tutkusu değil, erdem, adalet ve barışa duyduğu özlem yönlendiriyordu.

Stoacı da olsa, barışçıl da olsa, insancıl bir yaşam biçimi benimsese de, 19 yıllık hükümdarlığının 17 senesini savaşlara ayırması büyük bir ironidir. Bunun nedeni Roma'nın zor döneminde imparator olması ve imparatorluğun dağılmak üzere olmasıdır. Bu şekilde imparatorluğu dağılmaktan kurtarmış ve imparatorluğun birliği sağlanmıştır. Bu nedenle Marcus Aurelius'un ölümü Pax Romana'nın da sonu olarak kabul edilir.

Marcus Aurelius'un kitabı: ’Ta eis Eauton’’ (Düşünceler)

Onun, sürekli not tutarak bir dizi düşünceyi kâğıda dökebilmiş olması dikkate değerdir. 12 kitaplık ‘’Ta eis Eauton’’ (Düşünceler) adlı Yunanca yazılmış yapıtıyla ünlüdür. Geçen dörtyüz yıl boyunca Marcus Aurelius'un bu düşünceleri "meditasyonlar" olarak adlandırıldı. Bunlar, günümüzde bu sözcükten anladığımız anlamda gerçek meditasyonlar değildi. Aslına bakılırsa, kitabın Yunanca başlığı "Kendi Kendine" diye çevrilebilir.

Marcus Aurelius, evrende insanın yerini, ne için var edildiğini anlatır yazdıklarında… Marcus Aurelius’un yazılarında ‘’sen’’ diye bahsettiği okuyucu değil, kendisidir, düşünceleri başkalarına öğütler değil, kendisine ait bir iç muhasebedir, içsel bir iletişimdir. Marcus Aurelius’un eseri bir özdeyişler derlemesidir. Yazılarında; ailesine, manevi babasına ve eğitmenlerine borçlu olduğunu belirttiği bütün iyi niteliklere değinir. Ülkemizde Marcus Aurelius’un kitabı ‘’Kendime Düşünceler’’ ismiyle yayınlandı. (Alfa yayınları, Roman yayınları, Oda yayınları) Ayrıca Mark Forstater’in '’Marcus Aurelius’un Ruhsal Öğretileri’' isimli kitabı da Dharma Yayınlarından yayınlandı.

Marcus Aurelius’un kitabında yer alan sözleri:

Bu kitaplarda Marcus Aurelius’un aşağıdaki ifadeleri yer almaktadır. Her ne kadar Marcus Aurelius bunları kendine söylemişse de biz yine de kendimize söylemiş gibi okuyalım: 

"Durmadan dönüp duran yıldızları, sanki sen de onların arasında geziniyormuşsun gibi hayranlıkla seyret ve varlıkların içinde bulunduğu değişimi düşün, hiç durmaksızın birinden diğerine dönüşmelerini izle. Bu gibi olaylar üzerinde düşünerek, yeryüzündeki yaşamı tozlarından arındırırsın."

‘’Evreni daima tek bir canlı varlık olarak düşün, tek bir bedeni ve tek bir ruhu olan; ve sonra bütün varlıkların nasıl bu tek canlı varlığın kozmik bilinciyle ilişki içinde olduğunu gözle.’’

''Bir insanın yaşamı boyunca amacı, mutluluğa ulaşmak, sefalet ve mutsuzluktan uzak durmak, hareket özgürlüğü elde etmek ve ‘arzularının’ kölesi olmaktan kaçınmak, kendi kendine yetmek ve bağımsız olabilmek, diğer insanların parasal, toplumsal ya da duygusal desteklerine muhtaç olmamaktır.''

"Şu birkaç gerçek dışında her şeyi boş ver: Yalnızca bulunduğumuz anda, şu kısacık zaman diliminde yaşayabiliriz; yaşamımızın geri kalan kısmı ya sona ermiş ve çoktan toprağa gömülmüştür ya da henüz bir belirsizlik perdesi arkasında gizlidir. Sürdüğümüz yaşam kısa, yeryüzündeki köşemiz ise küçüktür.''

''Üç bin yıl ya da bunun on katı bile yaşasan, hiç kimsenin yaşamakta olduğu yaşamdan başka bir yaşamı yitirmediğini, yitirmekte olduğu yaşamdan başka bir yaşam yaşamadığını aklından çıkarma; bu nedenle en uzun yaşamın da, en kısa yaşamın da sonu aynı yere varır. Çünkü şimdiki zaman herkes için aynıdır, bu nedenle geçmekte olan da aynıdır; yitirilen, bir andan başka bir şey değildir.

...İnsan yaşlı da ölse genç de ölse ölünce aynı şeyi yitirir; şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği yegâne şeydir. Çünkü sahip olduğu biricik şeydir...''

''Eğer bir dış etken seni üzerse, duyduğun acı o şeyin kendisinden değil senin ona verdiğin değerden geliyordur. Onu da her an ortadan kaldırma gücün vardır.''

"Bir insan bile bile gerçeği görmemezlik edemez."

"Kendi amaçlarınla ilgilen, diğer insanlarla değil. Yaşadıklarını evrenin doğası öyle istediği için yaşıyorsun."

"Kendi içini kaz. Çünkü iyilik içinde, sen kazdıkça o fışkıracak."

"İnsanları sevmeyen birine, onun insanlara davrandığı gibi davranma."

“Saklanabileceğin tek kale, insanın tutkularından arınmış bir akılla yargılarını bilinçli olarak kullanabileceği kendi içindeki kaledir.’’

"Düşünceleriniz ne ise hayatınız da odur. Hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız, düşüncelerinizi değiştiriniz."

''Kanunlar örümcek ağına benzerler, küçük sinekler ağa takılır kalır, büyük sinekler ağı deler geçer.''

“İnsanlar birbirleri için dünyaya gelmişlerdir. Bu nedenle onları eğit ya da katlan onlara.“ 

“Olan bitenler seni rahatsız ettiğinde ve soğukkanlılığını yitirdiğinde, hemen kendine dön ve seni kızdıran olay bittikten sonra kızgınlığını daha fazla sürdürme; çünkü derinde yatan uyumuna ne kadar fazla sığınırsan kendine o kadar egemen olursun.“

"Birisinin hatasına öfkelendiğinde derhal kendine bak ve kendinin de nasıl hata yaptığını düşün; örneğin iyinin paraya ya da hazza ya da bir parça şöhrete eşdeğer olduğunu düşünmen gibi... Bunun bilincine vardığında, özellikle de seni öfkelendiren kişinin gergin olduğunu ve yapabileceği pek başka bir şey olmadığını ayrımsadığında öfkeni hemen unutursun ve eğer bir yolunu bulabilirsen, karşındaki insanın gerginliğini gidermelisin."

“Her yeni güne başlarken, kendine şunu anımsat: Bugün yine meraklı, nankör, kendini beğenmiş, hilekâr, kıskanç ve bencil bir sürü insan çıkacak karşıma. Onları bu duruma getiren, iyi ile kötüyü ayırt edemeyecek kadar cahil olmalarıdır.”

“İyi insanın nasıl olması gerektiğini anlatmayı bırak artık; anlattığın insan ol.”

‘’Bir insanın gözleri, onun karakterini hemen yansıtır, tıpkı sevilen birinin, sevgilisinin bakışlarından her şeyi okuması gibidir bu.”

‘’İyi, samimi ve nazik insanlar karakterlerini, herkesin görebileceği biçimde yüzlerine yansıtır.’’

“Mutlu bir yaşam sürmek için ne kadar az şeye gereksinimin olduğunu anımsa.’’

‘’Varlıklı olduğun için gururlanma ve yitip gitmesine daima hazırlıklı ol.’’

“Üç akrabalığın vardır: Birincisi seni çevreleyen bedenle olan yakınlığındır; ikincisi her şeyin kaynağı olan yaratıcı güç iledir; üçüncüsü ise seninle birlikte yaşayanlardır.”

‘’Sana armağan edilen yaşama uyum sağla ve kaderin senin çevrene yerleştirdiği insanları samimiyetle sev.’’

‘’En iyi intikam, düşmanın gibi olmamaktır.’’    

‘’Başına gelenleri ve senin yazgında bulunanları yalnızca sev. Bundan daha uygun ne olabilir ?’’

“Ulu bir bilge olman ama kimsenin bunu anlamamış olma olasılığı her zaman mümkündür. ...Marcus, sen bu büyük dünya halkının bir vatandaşı oldun; yaşamının beş ya da elli yıl sürmesi neyi değiştirir? Sana verilen süre ne kadar olursa olsun, bu büyük topluluğun ‘birlik ‘ ilkelerine uygun olan her şey, herkesin için adildir...’’

“Ölümden korkma, tersine onu sevinerek karşıla, çünkü ölüm de doğandan gelir. Tıpkı, önce gençken giderek büyümemiz, gelişmemiz ve olgunluğa ulaşmamız, dişlerimizin çıkması, sakalımızın uzaması ve saçlarımızın beyazlaması, aklımızın ermeye başlaması, gebe kalmamız ve yeryüzüne yeni yaşamlar getirmemiz ve nihayet yaşamımızın farklı dönemlerinde olagelen tüm doğal süreçler gibi ölüm de yaşamın bir parçasıdır. Düşünceli bir insan asla ölümü hafife almaz, ona karşı sabırsız olmaz ya da onu aşağılamaz, ancak yaşamın doğal süreçlerinden biri olduğunu bilerek onu bekler.”

‘’Kendini bugün ölmüş olarak düşün, artık yaşamı sona ermiş birisi gibi ve bunu aklında tutarak geriye kalan zamanını doğa ile tam bir uyum içinde yaşayarak geçir.’’

‘’....Sahneyi halinden hoşnut olarak terket, çünkü seni sahneden indiren Yaratıcı da yaptığından hoşnuttur.’’

Marcus Aurelius’un ölümü

180 yılının başında, ordusunu kırmakta olan bir salgın sarılığına tutulur. İmparatorlarının öleceğini anlayarak gözyaşlarını tutamayan askerlerine: ‘’Niçin ağlıyorsunuz?’’ diye sorar Marcus Aurelius. Ve kendisi şu cevabı verir; ‘’Hepinizin beni bulacağı yere, sadece, sizden önce gittiğimi bilmiyor musunuz?’’  

Aynı günün akşamı, bir emri olup olmadığını öğrenmek için yanına gelen görevliye, ‘’Beni artık bırakıp, doğacak güneşi bulmaya gidin, ben artık batıyorum’’ diye yanıt verir, sonra uyumak üzereymiş gibi, başını örter. 180 yılının 9 Nisan gecesinde, 58 yaşında, hayata gözlerini yumar.

Stoacı Marcus Aurelius

Marcus Aurelius stoacı bir filozoftu. Stoacılığın Kurucusu Zenon’dur. (M.Ö. 335-263) Zenon, mutluluğun; eylemlerin ve ruhun özgürlüğünde aranması ve gerçek kişiliklerimiz için yalnızca zaruri olanı istemenin gerektiğini ifade eder. Zenon’a göre zaman hariç hiçbir şeye karşı güçsüz değilizdir.

Stoacılar doğaya uygun yaşamayı felsefi olarak benimserler, mutluluğun dış koşullara bağlı olmadığına inanırlar ve dış etkilere karşı kayıtsız kalmayı önerirler. Stoacılara göre; özgür insan başkalarına ve dış etkilere kayıtsız kalmasını bilen insandır. Stoacılar erdem ile mutluluğun temeli olarak arzu, tutku heyecan ve duygulardan kurtulmayı kabul ederler. Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktu

Fenike kökenli ve Kıbrıslı bir Yahudi olan Zenon, bir süre akademide bir öğrenci olarak çalıştıktan sonra akademiden ayrılır ve kendi okulunu kurar. Bir binada ders verecek gücü olmadığı için, derslerini bir çatı ya da sundurma gölgesi altında verir. Okulunun adı olan stoacılık da, Yunanca (çatı) anlamına gelen “ stoa “ sözcüğünden bu nedenle türetilmiştir.

Eski Yunanistan’daki Parnasos Dağının güneybasında bulunan Delfi arkeolojik alanındaki Kehanet Tapınağı'nda Sokrates’in şu sözü kazılıdır: “İnsan, kendini Bil! “ Sokrates’in bir başka sözü; “Neye sahip olduğundan çok, ne olduğuna bakarak kendini değerlendir, ancak bu biçimde olabildiğince mükemmel olabilirsin.“

Platonun özlediği kral: Marcus Aurelius

Marcus Aurelius Roma Meydanı'nda yürürken arkasında da bir uşak yürürmüş. Uşağın tek işi, insanlar onu alkışladığında ve şükranlarını sunduğunda Marcus Aurelius' un kulağına eğilerek ''sen sadece insansın (Hominem te memento) diye fısıldamakmış.

Bu hikâye Marcus Aurelius’un Sokrates’in söylediği gibi hem ‘’kendini bildiğini’’ ve hem de neye sahip olduğunu değil ‘’ne olduğunu’’ bildiğini göstermektedir.

Marcus Aurelius’tan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşayan günümüz politikacılarının gerçek bir devlet adamı olan Marcus Aurelius’tan öğrenecekleri çok şey olsa gerek diye düşünüyorum. Ama vazgeçtim günümüz politikacılarının Marcus Aurelius’tan bir şey öğrenmelerini, kendilerine Marcus Aurelius kimdir diye sorsak acep ne cevap verirlerdi?

Platon'un söylediği gibi keşke filozoflar kral, krallar filozof olsaydı!... 

Osman AYDOĞAN



Gladyatör

15 Nisan 2020

‘’Gladyatör’’ (özgün ismiyle ‘’Gladiator’’), 2000 yılı tarihli ABD- İngiltere yapımı bir filmdir. Russell Crowe’nin Romalı General Maximus’u canlandırdığı filmin yönetmeni ise Ridley Scott'tur. Film 73. Akademi Ödüllerinden, ‘’En İyi Film Ödülü’’ dâhil, beş ödüle lâyık görülür. Richard Harris gibi oyuncuları da bünyesinde barındıran filmin çekimleri sırasında hayatını kaybeden Oliver Reed'in eksik planları bilgisayar sayesinde tamamlanır. Russell Crowe'un yanında başrollerde Oliver Reed ve Joaquin Phoenix oynamışlardır.

İşte bu ''Gladyatör'' filmi, gladyatörlüğün tarihine ve Marcus Aurelius devrine ışık tutmaktadır.

Filmi anlatmadan önce kısa bir bilgi vermek iştiyorum:

Roma İmparatoru Marcus Aurelius

Marcus Aurelius 121 – 180 tarihleri arasında yaşamış Roma imparatorudur. Tam adı Marcus Aurelius Antoninus Augustus’dur. Roma’nın beş iyi imparatorun beşincisi ve sonuncusudur. Marcus'un dönemi, yöneticilik ve iktidarın bilinen tarihi içinde sıradışı bir dönem olma özelliğini korur. Filozoftur stoacı bir filozoftur. Sürekli yazmıştır. Marcus Aurelius’un yazdıklarından günümüze kalanları ülkemizde ‘’Kendime Düşünceler’’ ismiyle yayınlanır. (Alfa Yayınları, Roman Yayınları, Oda Yayınları)  Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunmuştu. ‘’Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu’’ sözü Platon’a aittir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi hem filozof, hem de hükümdardır.

Marcus Aurelius’un, stoacı da olsa, barışçıl da olsa, insancıl bir yaşam biçimi benimsese de, 19 yıllık hükümdarlığının 17 senesini savaşlara ayırması büyük bir ironidir. Bunun nedeni Roma'nın zor döneminde imparator olması ve imparatorluğun dağılmak üzere olmasıdır. Çünkü doğuda Pers’ler, batıda ise Cermen ve diğer ırklardan gelen ordularla savaşmak zorunda kalınır. Harpler kazanılır ama bu arada Roma orduları büyük kayıplar verir ve devlet maddi sıkıntı içine düşer. Ancak Marcus Aurelius imparatorluğu dağılmaktan kurtarır ve imparatorluğun birliği sağlar. Bu nedenle Marcus Aurelius'un ölümü Pax Romana'nın da sonu olarak kabul edilir.

Marcus Aurelius'un kendi kanından Commodus adında bir oğlu vardır ve başka bir kimseyi evlat edinmez. Commodus, Aurelius'un ölümüyle imparator olur. Artık Roma’da gerçek anlamda monarşik bir idare başlar.

Roma Generali Maximus Decimus Meridius. 

Marcus Aurelius'un Roma İmparatorluğu'na en parlak dönemi yaşatan bir generali vardır: General Maximus Decimus Meridius.  Maximus, girdiği her meydan savaşından zaferle çıkar, ancak onun artık tek hayali bir an önce evine dönerek karısı ve ailesine kavuşmaktır.

General Maximus’un imparatorluk içerisinde yükselmesi karşısında kıskançlığa kapılan tahtın varisi Commodus, general ile ailesinin derhal öldürülmesi emrini çıkarır. Generalin ailesi öldürülür, kendisi de esir alınarak köle olarak satılır. General Maximus köle olduğu sürede bir gladyatör olarak eğitilir. Yıllar sonra Roma’ya gladyatör olarak geri döndüğünde tek bir amacı vardır. Yeni İmparator Commodus’u öldürerek karısıyla oğlunun katledilmesinin intikamını almak...

Şimde gelelim filme....

Gladyatör filmi

İşte girişte bahsettiğim film, bu Romalı General Maximus’un komutanlıktan köleliğe, kölelikten gladyatörlüğe oradan da cennete, sevdiklerinin yanına gidişini anlatmaktadır... 

Gladyatör kelimesinin kökeni '’gladius’’ (kılıç) olduğundan '’kılıçla dövüşen kişi'’ demektir. Önceleri sadece aşağı tabakadan seçilen gladyatörlük, daha sonra bir meslek haline gelir ve gladyatör yetiştirmek amacı ile akademiler açılır. Bu akademilerin genel adı da ''Ludus''dur. Roma imparatorlarından Commodus'un da gladyatör oyunlarından hoşlandığı ve bu dövüşlere katıldığı bilinir. İmparator Honorius, Senatoyu lağvedip MS 404 yılında oyunlara son verinceye kadar devam eder. 

Maximus; cesareti ve dürüstlüğü ile saygı gören, zaferlerin şımartamayacağı ve kibre bürüyemeyeceği kadar mütevazı olan bir askerdir. Maximus, evinden uzakta geçirdiği her günü özlemle sayan bir askerdir. Maximus'un aklındaki tek şey evine ve ailesine dönmektir. Kafasında hep; ekip biçtiği buğday tarlasında oğluyla oynamak sonra da  karısının onları yemeğe çağırması vardır. Maximus, elini buğday başaklarına değdirerek tarlada dolaşmanın hayaliyle yaşar.

İşte bu filmde kanlı savaşların ortasında bile, toprağını, yuvasını ve küçük; ama huzurlu dünyasını özleyen bir adamın; entrikalar ortasında gösterdiği cesaret, dürüstlük ve kahramanlığı anlatılır. İşte bu filmde en çok da, insanın her koşulda yaşayıp ayakta kalabileceği ve kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceği anlatılır...

Filmden bazı sahneler: 

Maximus'un (Russell Crowe) kendini öldürmekle görevli askerleri alt edip evine giderken zamanla yarışır, atı bile yorgunluktan çatlayıp ölür... Ancak evine vardığında artık her şey için çok geçtir. Evinden dumanlar yükselmektedir.  O buğday tarlalarının hepsi yanmaktadır. Karısının ve çocuğunun yakılmış ve asılmış cesetlerine sarılır…  Maximus’un karısını ve çocuğunun ölüsü önünde çektiği acıyı yansıttığı sahne filmin en vurucu anı, en içler acısı sahnesidir.

Maximus daha sonra esir olarak Proksimo'nun eline düşer. Girişte anlattığım gladyatör dövüşlerine başlar.  Proksimo, eski bir gladyatör olduğundan Maximus'a kendini seyirciye sevdirmesi yönünde taktikler verse de Maximus bunu kendi gibi davranarak fazlasıyla becerir. Zaten çok iyi bir general, hem bireysel savaşta hem takımını yönlendirmede çok iyi olduğu ve adaletsiz savaşları bile kazandığı için kısa sürede seyircinin gözdesi olur...

Maximus arenalarda geçen yılları boyunca çok önemli bir gerçeği öğrenmiştir. İmparatorun gücü ne kadar fazla olursa olsun halkın iradesi ondan çok daha güçlüdür ve intikamını alabilmenin tek yolu imparatorluğunun en büyük kahramanı olabilmekten geçmektedir.

Filmde bir sahnede Maximus ve eski askerlerinden Quintus ile konuşma fırsatı yakalar. Quintus yaptığı yanlışların, ihanetinin farkındadır ama yine de "ben askerim, itaat ederim" diyerek vicdanını rahatlatmaya çalışır. Maximus ise şöyle cevap verir: "Herkes doğasında ne varsa ona uygun davranır!"

Filmin bir sahnesinde Maximus şöyle der: "Nerede olacağınızı hayal ederseniz orada olursunuz."

Maximus arenada son dövüş öncesi şöyle haykırır:

''Benim adım Maximus Decimus Meridius. Kuzey orduları kumandanı, Felix lejyonunun generali ve gerçek imparator Marcus Aurelius'un sadık hizmetkârı... Ayrıca evladı katledilmiş bir baba, karısı katledilmiş bir kocayım. Ve intikamımı er ya da geç alacağım. Ya bu dünyada ya ötekinde.''

(My name is Maximus Decimus Meridius, commander of the armies of the North, General of the Felix Legions, loyal servant to the true emperor, Marcus Aurelius. Father to a murdered son, husband to a murdered wife. And i will take my vengeance in this life or the next!!!) 

İşte o zaman Commodus locasında tir tir titrer… Lucilla (Marcus Aurelius'un kızı) kurtarıcısı gelmiş gibi bir nasıl yerinden doğrulur… Maximus'un sesinde ise tek bir şüphe yoktur, intikamını alacağına emindir. 

Son döğüşten önce Commodus arenaya çıkmadan hile yaparak kalleşçe Maximus'u yaralar ve askerlerine yarası gözükmeyecek şekilde sarmalarını emreder. Maximus arenaya çıktığında aşırı kan kaybından ötürü zihni bulanık haldedir... Ama Maximus, Commodus ile dövüşte yine de intikam duygusu ve ailesine kavuşmanın (öte dünyada) özlemi ile ayakta kalır. 

Sonuçta Maximus, Commodus’un onca hilesine rağmen dövüşte Commodus’u öldürür ve intikamını alır…

Arenayı ölüm sessizliği kaplar. 

Maximus’un bilinci kan kaybından dolayı artık iyice bulanıklaşmıştır. Maximus hayalinde evinin bahçesinin tahta kapısını elleriyle yavaşça açar... Quintus'un seslenişini güç bela ayırt eder... Ve şu efsane sözü söyler:

''Quintus! Özgür adamlarım. Senatör Gracchus Roma’yı (cumhuriyeti, demokrasiyi) yeniden kursun.. Roma'da bir rüya vardı... O rüya gerçekleşecek! Bunlar Marcus Aurelius'un istekleridir."

(Quintus! Free my men. Senator Gracchus is to be reinstated. There was a dream that was Rome... It shall be realized... These are the wishes of Marcus Aurelius.)

Filmin sonunda Maximus'un naaşı askerler tarafından omuzlarda taşınırken; Commodus'un cesedi arenada bırakılır... 

Maximus hem ailesinin hem de Marcus Aurelius'un intikamını almıştır. Maximus bulanık zihninde buğday tarlalarının arasından evine dönmektedir. Elleri buğday başaklarındadır... Oğlu ona koşar, karısı uzaktan onun gelişini seyreder... Filmi izlerseniz eğer bu sahnede sessizce ağlarsınız...

Film müziği

İşte filmde bu sahnede film müziği devreye girer… Aslında sizi ağlatan da bu derin hüznü yansıtan bu film müziğidir.

Filmin bu final sahnesinde izleyicileri ağlatan ‘’now we are free’’ isimli müziğin yapımcısı çağımızın Beethoven'i olarak bilinen Alman müzisyen Hans Zimmer ve Avustralyalı müzisyen Lisa Gerrard'dır. ‘’Now we are free’’ aslında filmin başından itibaren ince ince çalar ancak hüznünü siz son sahnede fark edersiniz...

Ne zaman bir başak tarlası görsem ellerimi başakların üzerinde gezdirerek bu filmi ve bu müziği hatırlarım... İçime sonsuz bir hüzün çöker…

Sonuç

Gladyatör filmi insana insan olmanın temel duyguları olan ‘’şeref’’ ve ‘’onur’’ duygularını hatırlatan ve ailenin kutsallığını ve kimsenin kulu kölesi olmadan da yaşamanın nasıl yüksek bir meziyet olduğunu gösteren müthiş bir filmdir...

Gelmiş geçmiş, görüp görebileceğiniz en iyi filmlerden birisidir Gladyatör…

Filme dair bir not

Tabii ki bu bir filmdir, bir kurgudur...  Filmde Commodus hile ile tahta geçmiştir... Filmde Roma İmparatoru Marcus ölümüne yakın yerine General Maximus'un (filmin kahramanı) geçeceğini oğluna söyler. Bunu duyan oğlu Commodus çılgına döner ve babasını öldürür. Roma tarihinde bu doğru değildir... Marcus Aurelius tahtın varisi olarak Commodus'u bırakmıştır... Marcus Aurelius eceliyle ölmüştür. Ve filmde verildiği gibi gerçekte kimse de cumhuriyet ve demokrasi aşığı ve melek değildir!...

Evde kaldığımız bu karantina günlerde şimdi bırakın gamı, kederi, kasveti, ülke sorunlarını, tahliye edilen mafya liderlerini, FETÖ mensuplarını, tacavüzcüleri, canileri, katilleri, onlar tahliye edilirken içeride bırakılan gazetecileri, kifayetsiz muhteris muhalifleri, hâlâ Ortaçağ'ın karanlıklarında kalmış siyasetçileri, onların virüsten beter zihniyetlerini... Hepsini atın zihninizden ve bu filmi izleyin, filmin müziğini dinleyin ve müziğin sözlerine odaklanın:

''Ey özgürlük!
Ey yüce özgür ruh!
Özgür kal benimle yürü!
Altın gibi tarlaların arasında.'' (*)

Osman AYDOĞAN

(*) Bu dizeler "now we are free" isimli film müziğinin sözleridir...

Filmin müziğini dinlemek ve filmden bazı sahneleri izlemek için:
https://www.youtube.com/watch?v=NBE-uBgtINg

Filmde aslında üç film müziği iç içedir: "Honor Him", "Elysium" ve "Now We Are Free":
https://www.youtube.com/watch?v=-yOZEiHLuVU

Gregorian müzik grubundan ''Now we are free'': 
https://www.youtube.com/watch?v=8Y0RZA7jUMM

Orkestra eşliğinde ''Now we are free'':
https://www.youtube.com/watch?v=aUmIELyNGrU



Entropi

14 Nisan 2020

Bugünkü yazımda (Bir istifa hikâyesi) ‘’entropi’’ kavramından bahsedince bu kavram hakkında kısa bir açıklama yapma gereğini duydum...

Fizikte Entropi, bir sistemin mekanik işe çevrilemeyecek termal enerjisini temsil eden termodinamik terimidir. Çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve düzensizlik olarak tanımlanır ve istatistikten psikolojiye, toplumbilimden teolojiye birçok alanda yararlanılır. Sembolü S'dir. Termodinamiğin 2. yasasıdır.

Fen Bilimlerinin en önemli yasası her şeyin yıprandığını söyleyen yasadır. Canlılar yaşlanır ve ölür, otomobiller paslanır ve evrendeki düzensizlik artar.

Bilim adamları düzensizliği Entropi adı verilen nicelik ile ölçerler. Sistemlerdeki düzensizlik arttıkça, entropi de artar. Bu durum da faydalı (iş yapabilir) enerji miktarını azaltır. Faydasız enerjiyi (entropi) arttırır. Özet olarak “Entropi”, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilir.

Entropi kanunu belki de insanların yeryüzünde keşfettikleri en büyük kanunlardan biridir. Bu kanun en güzel tariflerinden bir tanesi "Kâinatta her şey, kendini minimum enerji ile maksimum düzensizliğe çekmek ister." şeklindedir. Bu kanun kâinatın her yanında o kadar çok gözümüz önündedir ki örnekleri saymakla bitmez.

Birkaç örnek:

* Yukarıdan bırakılan bir taş, aşağı düşmek ister. Çünkü aşağı dediğimiz nokta, yukarı dediğimiz noktadan daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir.

* Demir bir kaba sıkıştırılan bir gaz kendini dışarı atmak ister. Çünkü dış ortamdaki gazlar daha düzensizdir.

* Baskı ile kontrol altına alınan toplumlar o baskıyı kırmak isterler. Çünkü baskı onları bir düzene sokmak ister ancak toplum daha düzensiz olmak ister.

Bir “sistem” bir ''denge noktası” etrafında dalgalanma durumundan çıkıp entropi içine girdiğinde yoluna devam eder. Bu olguyu “istikrarsızlığın istikrarı” (“denge noktası'' etrafında dalgalanma) denir. Bir politik sistem olarak Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı durumu buna örnek olarak gösterilebilir. Ve Türkiye’nin son yıllarını tanımlanacak olursa Türkiye’nin “istikrarsızlığın istikrarı” aşamasını yaşadığı söylenebilir.

Günümüzde ise toplumun yaşadığı politik, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, teolojik ve virüstük olaylara bakıldığında Türkiye’yi bekleyen en büyük ve gerçek tehlikenin; Türkiye’nin bu aşamayı (istikrarsızlığın istikrarı) geçip “istikrarsızlığın istikrarsızlığı” (bu dalgalanmadan çıkarak dağılmaya başlama) aşamasına gelmesi olduğu söylenebilir.

İşte ülkeyi bekleyen en büyük ve gerçek tehlike budur.

Osman AYDOĞAN



Bir istifa 
hikâyesi

14 Nisan 2020

Önce bir fıkra…

Yüzyıllar önce Papa bütün Yahudilerin Roma’yı terk etmeleri gerektiğine karar verir. Doğal olarak Yahudi toplumundan da büyük bir tepki gelir. Bunun üzerine Papa, Yahudi toplumundan önde gelen birisiyle karşılıklı dini bir müzakere yapmalarını önerir. Müzakereyi Yahudiler kazanırsa kalacaklar, Papa kazanırsa gideceklerdir. Yahudiler çaresiz kabul eder ve temsilci olarak Moiz’i seçerler.

Ancak Moiz’in Papa ile aynı dili konuşamaması nedeniyle müzakerede konuşmak yerine sadece işaret dilinin kullanılmasını teklif ederler. Papa da kabul eder.

Müzakere günü geldiğinde, iki taraf karşılıklı yerlerini alırlar…

Papa ve Moiz bir süre karşılıklı olarak bakıştıktan sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını gösterir. Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırır.

Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirir. Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri gösterir.

Papa yanındaki çantadan bir parça ekmek ve şarap çıkarır. Moiz de çantasından bir elma çıkartır.

Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak: “Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler” der.

Müzakere sonrasında Papa’nın etrafına toplanan kardinaller Papa’ya ne olduğunu sorduklarında Papa:

‘’Ben önce üç parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek Tanrı’yı tanıdığını söyledi. Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek Tanrı’nın bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek Tanrı’nın onların durduğu her yerde olduğunu işaret etti. Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp Tanrı’nın bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı. Adamın her şeye bir cevabı vardı. Ne yapabilirdim ki?’’

Tabi aynı sıralarda, Yahudi cemaati de Moiz’in etrafını sarmış ona nasıl başardığını soruyorlardı. Moiz:

‘’Önce bana üç parmağını gösterip üç gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimizin bile ayrılmayacağımızı söyledim. Sonra bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de, hiç bir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.’’

‘’Sonra ne oldu?’’ diye kalabalık heyecanla sorar. Moiz:

‘’Valla, sonrasını ben de pek anlamadım. Adam biraz hiddetlendi ve öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini çıkarttım. Hepsi bu!…’’

Fıkra bu kadar…

Şimdi hemen bu fıkra ile yazı başlığımda istifa hikâyesinin ne ilgisi var demeyin…

Türkiye’de, bir bakan / politikacının Pazar akşamı cereyan eden bir istifa olayı var. Ve sanki askerlikteki mecburi hizmet bakanlıkta da varmış gibi, sanki yasalarda bir engel varmış gibi CB istifayı kabul etmedi diye aynı politikacı hiçbir şey olmamış gibi iki saat içerisinde tekrar göreve başlıyor… Ve Türkiye iki saat içerisinde cereyan eden bu istifa ve geri dönüş hikâyesini iki günden beridir konuşuyor… Ve bu istifa ve geri dönüş hikâyesine ne anlamlar çıkarıyorlar ne anlamlar aynı fıkradaki Papa gibi…

Ancak durum hiç de fıkradaki Papa’nın anladığı gibi derin anlamlı değil… Durum fıkradaki Moiz’in anladığı kadar basit…

Ben de bu istifa ve geri dönüş hikâyesin Moiz’in anladığı gibi anlatayım…

16 Nisan 2017'de gerçekleşen halk oylamasında yeni anayasa kabul edildi. Yeni anayasaya göre de 24 Haziran 2018 tarihinde seçimler yapıldı.

Yeni anayasa gereği artık ülkede bir başbakan yok, bakanlar kurulu da yok, bakanlar kurulu olmayınca da ortada hükumet de yok. Yeni anayasa gereği ortada işlevsel ve denetleyici bir meclis de yok... Sadece CB ve ona ayrı ayrı bağlı bakanlar var. Bakanlıkları koordine edecek ve onları denetleyecek bir kurul, bir makam, bir mercii, bir meclis de yok… CB; hem devlet başkanı, hem bakanların ayrı ayrı başkanı, hem parti başkanı, hem asrın lideri... Yeni hastaneler, infaz düzenlemesi, Suriye, Afrin, İdlib, Libya, Korona, kolonya derken CB’nın başını kaşıyacak vakti de yok…

Yani şu an bütün bakanlıklar koordinesiz, denetimsiz ve müstakil olarak çalışıyorlar. Sağlık Bakanlığının aldığı bir karardan İçişleri Bakanlığının, İçişleri Bakanlığının aldığı bir karardan Sağlık Bakanlığının ve diğer kurumların, Büyükşehir Belediyelerinin haberi yok… Şu ana kadar Türkiye, bir mirasyedi gibi, mirasyedinin babadan kalan parasını yemesi gibi Cumhuriyetin kurulu düzeni sayesinde bu noktaya kadar yiye yiye geldi. Cumhuriyetin kurduğu o düzen de artık kalmadı, o düzen de yok… 

Cuma ve Pazar gecesi ülkede yaşanan ikişer saatlik hikâye ülkede gelecekte yaşanacak olan evrensel sosyal entropi kanununun ayak sesleridir… Bu hikâyeye fıkradaki Papa gibi derin anlamlar yüklemeye de hacet yok…

Osman AYDOĞAN



Doktor Jivago

14 Nisan 2020

Bu başlık altında anlatacağım üç konu var aslında: Bir kitap, bu kitaptan uyarlanan bir film ve bu filmin film müziği... Aslında üçü de ayrı ayrı yazılması gerekir ama ben bütünlük bozulmasın diye kısaca üçünü de anlatmak istiyorum. Bu üçlü benim en sevdiğim kitabı, en sevdiğim filmi ve en sevdiğim müziği bir arada sunuyor...

Önce kitap: ‘’Doktor Jivago’’…

Doktor Jivago, Sovyet yazarı Boris Pasternak'ın (1890-1960) Rus Devrimi sırasında geçen ünlü romanıdır.  Yazarın 1956'da Noviy Mir Dergisi'ne gönderdiği ilk romanı Doktor Jivago, SSCB resmi görüşüne uygun yazılmadığı gerekçesiyle reddedilir. 1957'de ilk kez İtalya'ya gizlice kaçırılan roman, burada hem Rusça hem de İtalyanca olarak aynı anda yayımlanır.  Ertesi yıl da İngilizce basılan "Doktor Jivago" kısa sürede çeşitli dillere çevrilerek dünyaca ünlenir. Pasternak, 1958 Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülür. Ancak, yapılan baskılar sonucu ödülü geri çevirmek zorunda kalır. SSCB'de uzun yıllar yasak olan roman, 1985 yılındaki demokratikleşme (Prestroyka) hareketi döneminde yayımlanabilir.

Türkçeye ise başlangıçta orijinal dili Rusçadan değil de bu ilk çevirileri olan İtalyanca ve İngilizce çevirilerinden Türkçeye çevrildiği için, bu çeviriler ne yazık ki hiçbir zaman romandaki çoşku, duygu, düşünce ve anlatımı veremez. Nihayet 2014 yılında Rusça aslından Yapı Kredi Yayınlarından Hülya Arslan'ın tercümesiyle eksiksiz çevirisi yapılır. (Üçüncü baskısı da Ocak 2017’de yapıldı.) Eğer daha önce okumamışsanız sadece ve sadece bu çeviriyi okuyun derim.

Roman Rus edebiyatının en büyük şairlerinden olan Boris Pasternak'ın tek romanıdır. Rusya'da 1917 Ekim Devrimi ve hemen sonrasında patlak veren Rus İç Savaşı (1917-1922) sırasında geçen olayları anlatan roman, adını roman kahramanı şair Doktor Yuri Jivago'dan alır.  Romanın arka planında bu siyasi çalkantıların bütün detayları anlatılır. Romanın ön planda ise kendisi de üst tabakadan ve kendisine tapan bir kadınla (Tonya) evli olduğu halde, şiirlerine ilham veren başka bir talihsiz kadını, Lara’yı seven, karısı Tonya ve sevgilisi Lara arasında kalıp, sadakat ve ihtiras arasında bocalayan, hayatının kontrolü kendi elinden alınmış ve savaşın parçaladığı yokluklarla dolu bir ülkede rüzgârın önüne kattığı kuru bir yaprak misali oradan oraya sürüklenen şair bir tıp doktorunun dramı anlatılır…

İtalyan yazar ve romancı Italo Calvino (1923 – 1985) bu roman hakkında şunları söyler: “20. yüzyılın ortasında, 19. yüzyılın büyük Rus romanı, Kral Hamlet’in hayaleti gibi, geri dönüp bizi ziyaret ediyor. Boris Pasternak’ın Doktor Jivago’sunun bizde uyandırdığı duygu işte bu.”

Geri planda Rusya'daki 1917 Ekim Devrimi ve hemen sonrasında patlak veren Rus İç Savaşını tam anlamıyla anlatırken ön planda da gerçek bir aşkı bütün coşkusuyla anlatan Pasternak’ın bu romanı mutlaka okunmalı derim (Rusçadan çevirisiyle!)

Boris Pasternak aslında iki kadın arasında bocalayan doktoru anlatırken biraz da kendi hayatını anlatır... 1960 yılındaki vefatında tabutunun başında hem eşi hem de sevgilisi için için ve içli içli ağlamaktadır... Onun baskı altında reddettiği ödülü varisleri 1988 yılında alır. Boris Pasternak’ın yakınları ödülü aldıktan bir yıl sonra Berlin duvarı yıkılır, üç yıl sonra ise Sovyetler Birliği dağılır.

Şimdi de filmi…

Bu romandan şimdiye kadar üç TV dizisi ve bir film uyarlanmıştır. Bu romandan uyarlanan TV dizleri; 1959 yılında Brezilya, 2002 yılında İngiltere / Almanya / ABD ve 2006 yılında Rusya yapımlarıdır. 

Şimdiye kadar yapılan tek film ise 1965 yılında ünlü yönetmen David Lean tarafından İspanya ve Finlandiya’da çekilen ‘’Doctor Zhivago’’ isimli ABD yapımı filmdir. 3,5 saat uzunluğundaki bu kapsamlı epik filmde Ömer Şerif, Julie Christie, Geraldine Chaplin, Rod Steiger, Alec Guinness ve Tom Courtenay başrolleri paylaşırlar. Filmde Dr. Zhivago'yo Ömer Şerif, sevgilisi Lara'yı ise Julie Christie canlandırır. Yapımcılığını Carlo Ponti'nin üstlendiği film Oscar, Altın Küre ve Grammy ödüllünü alır.  Film 10 dalda birden aday gösterildiği Oscar ödüllerinden "en iyi uyarlama senaryo", "en iyi görüntü yönetimi", "en iyi sanat yönetimi", "en iyi kostüm" ve "en iyi orijinal şarkı" dallarında olmak üzere beşini kazanır.

Film 1965 yılında çekilip aynı yıl 22 Aralık 1965’de ABD de gösterime girmesine rağmen film üç yıl sonra 28 Aralık 1968’de İstanbul’da Yeni Melek, Fitaş, Dünya sinemalarında gösterime girer. Bu film Rusya'da ise ancak 1994 yılında gösterime girebilir.

'’Doctor Zhivago’’ filmi; Amerikan iç savaşını anlatan Margaret Mitchell’in 1937 yılı Pulitzer ödüllü ‘’Rüzgâr Gibi geçti’’ (Gone with the Wind)  filminin sanki Rusya iç savaşını anlatan biçimi gibidir.  

Bu filmle Ömer Şerif’in de dünya çapında tanınmasına vesile olur. Bu rol için Türkiye’den Ayhan Işık’ın düşünüldüğü ancak Ayhan Işık’ın dil bilmemesi nedeniyle vazgeçildiği rivayet edilir.  

Filmin hemen başında annesinin cenaze töreninde görülen Yuri Jivago'nun küçüklüğünü canlandıran çocuk oyuncu gerçek hayatta Ömer Şerif'in oğlu Tarık Şerif'tir.

Film o yıllarda konusunun geçtiği Sovyetler Birliği'nde çekilemediği için girişte anlattığım gibi filmin bir kısmı İspanya'da çekilmişti. O yıllarda İspanya'da faşist Franco rejimi vardı. Sabaha karşı çekilen bir sahnede rol icabı kalabalığın hep bir ağızdan söylediği devrimci marşları duyan çevre sakinleri General Francisco Franco'nun devrildiğini zannederler.

Film içinde bir kadının (Tonya) eşine (Dr. Zhivago) yazabileceği en güzel mektuplardan birini barındırır.

Filmin sonlarına doğru filmin kahramanlarından birisi şöyle der; ‘’insanlar şiiri sevince şairi de severler ve kimse şiiri Ruslar kadar sevemez'’. 

Filmde akıcı bir romantizm, dram ve savaş vardır. Filmde mevsimlerin geçişini anlatırken içinize işleyen birazdan anlatacağım bir müzik ve insanın içini burkan, dokunaklı ve muhteşem bir final sahnesi vardır. Bu sahnede Moskova metrosunda tren içinden dışarıdaki yıllardır görmediği sevgilisi Lara'yı gören ve ona sesini duyuramayan Dr. Yuri Zhivago vardır. Filmi izlerken o an Dr. Yuri Zhivago sanki siz olursunuz, kanınız beyninize sıçrar, içinizden feryatlar, figanlar yükselir, boğazınız düğümlenir, kalbiniz, kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığa bağırır..  

Bu arada küçük bir bilgi: 2004 yılı yapımı Brad Pitt’in başrolü oynadığı ‘’Truva’’ (Troy) filminde Hektor’un annesini (Thetis) canlandıran kadın yine Doctor Zhivago filminde de Doctor Zhivago’un sevgilisi Lara’yı canlandıran Julie Christie’dir. Eğer 2004 yılı yapımı Truva filmini seyretmişseniz 1965 yılı yapımı filmde de rol alan Julie Christie’nin aradan geçen kırk yıla rağmen hiç ama hiç yaşlanmadığını göreceksiniz.

Şimdi gelelim filmin müziğine…

Filmin müziklerini yapan Fransız besteci Maurice Jarre (1924-2009) dünya sinema tarihinin en iyi müziklerinden birine imzasını atar. Filmin özgün müziği Maurice Jarre’a Oscar ve Altın Küre ödüllerinin yanı sıra bir de Grammy ödülü kazandırır. Maurice Jarre aynı zamanda Hz. Muhammed (s.a.v)’in hayatının anlatıldığı 1975 yılı yapımı "The Message" (Çağrı) filminin de film müziği yapımcısıdır. Suriyeli yönetmen Mustafa Akkad, Maurice Jarre'ye yeni çekeceği Çağrı filminin müziklerini kendisinin yapmasını teklif edince, Jarre çölün atmosferini ruhunun derinliklerinde hissetmesi gerektiğini ve bu yüzden kendisinden başka hiç kimsenin olmayacağı, son derece sessiz bir mekân ayarlaması gerektiğini ve bunun yanında İslâm tarihini anlatan kitapları da kendisine getirtmesini ister. Ve Jarre bu filmin müziklerini çölde bir çadırda tek başına iki ay kalarak yapar.

Filmin müziği ‘’Lara’s Theme’’ (Thema de Lara) veya ‘’Lara’s Song’’ (Lara'nın şarkısı) olarak da anılır.

İşte bu film müziği eşliğinde Ekim Devrimini, Rus İç Savaşını, o uçsuz bucaksız stepleri, mevsimleri ve hele hele de Rusya steplerinin kışını ve o muhteşem aşkı, çoşkuyu, dramı ve hüznü bire bir yaşarsınız. Yine bu film müziği eşliğinde biraz önce anlattığım filmim final sahnesinde Dr. Yuri Zhivago sanki siz olursunuz, kanınız beyninize sıçrar, içinizden feryatlar, figanlar yükselir, boğazınız düğümlenir, kalbiniz kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığa bağırır da kimseciklere duyuramazsınız!  

Ve feryâdınız, figânınız bu müzik eşliğinde gökyüzüne semalara doğru yönelir, semanın, evrenin, kâinatın boşluğuna doğru süzülüp gider de olduğunuz yere Dr. Yuri Zhivago değil de sanki siz yığılır kalırsınız…

Aklınızda ne varsa gam, keder, kasvet adına bırakın şimdi onları, atın hepsini çöpe, daha önce okumuş olsanız bile bu kitabı Rusça çevirisinden bir daha okuyun, daha önce seyretmiş olsanız bile bu filmi bir daha seyredin, daha önce dinlemiş olsanız bile bu müziği bir daha, bir aha, bir daha dinleyin... 

Osman AYDOĞAN

Filmden görüntülerle film müziğinin orijinal hali:
https://www.youtube.com/watch?v=xQXtH83mplI&feature=related

Tabii ki böylesi güzel bir müziğin de çeşitli yorumları vardır. André Rieu’nun yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=W9I4D0D2qgE

Bu da Maurice Jarre'in kendi yönetimindeki orkestra yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=3X-Q4nmYqc4



Bir istifa

13 Nisan 2020

Afganistan için Birleşmiş Milletler'in yetki vermesiyle 2001 Aralık ayında imzalanan anlaşma doğrultusunda oluşturulan çok uluslu güç 2002 Ocak ayında İngiltere'nin komutası altında toplanan 21 ülkeden 5 bin kadar askerle yola başlıyor.....

Başlangıçta gücün temel görevi Afganistan'da güvenlik ve kalkınmayı desteklemek olarak tanımlanıyor... Bu şekilde yeni yönetimin kök salmasına imkân sağlayacak asayiş ve istikrar ortamı sağlanması hedefleniyor...

2003 Nisan'ında yapılan NATO toplantısında, Almanya ve Hollanda tarafından, Afganistanda yapılan görevin komutasının NATO'ya devri konusunda yapılan öneri oybirliğiyle kabul ediliyor... Bunun üzerine ISAF (International Security Assistance Force) kuruluyor... ISAF, Ağustos 2003 tarihinde göreve başlıyor... O günden beridir de NATO, ISAF'ı süresiz olarak yönetiyor. Böylece 6 ayda bir sürekli yeni bir komuta değişimi yapılması gereği ortadan kalkıyor. (Bu kapsamda Türkiye 2002 Haziran ayında komutayı sekiz ay süreyle üstlenmişti…)

2009 Haziran ayı itibariyle ISAF bünyesinde, Afganistan ile birlikte 42 ülkeden yaklaşık 61 bin 130 personel bulunuyor... Bunların çoğu ya NATO üyesi ya da ittifakla ortaklık anlaşması içinde olan ülkelerden oluşuyor... Buna tek istisna ittifak dışında kalan Yeni Zelanda oluyor... En büyük asker katkısı yapan ülkeler ise 28.850 askerle ABD ve 8.300 askerle İngiltere. Bu ISAF gücü içerisinde Alman ordusuna ait askerler de bulunuyor…

Tarih 04 Eylül 2009…

Taliban, Afganistan’da ISAF birliklerine yakıt götüren iki akaryakıt tankerini kaçırıyor… Taliban'ın kaçırdıkları tankerlerdeki yakıtı Kunduz bölgesinde halka dağıttıkları sırada gerçekleştirilen bir ISAF hava saldırısı sonucunda 142 köylü-sivi yaşamını yitiriyor…

Hava saldırısını yapan uçaklar ABD ordusuna ait. Ancak hedef tespitini yapan askerler de Alman ordusuna ait…

Ancak Alman ordusunca bombardıman öncesinde yeterli ve sağlıklı bir keşif yapılmıyor. Bu yetersiz ve sağlıklız keşif de bahsettiğim bu 142 köylü-sivilin ölümüyle sonuçlanıyor... Bombardımanın yapıldığı gün, Afganistan’daki Alman birliğinden Almanya’yadaki askeri makamlara gönderilen gizli yazılarda bu yetersiz ve sağlıksız keşiften ve sivil ölümlerden bahsediliyor... Ancak bu bilgilere rağmen Alman Savunma Bakanı yaptığı ilk açıklamalarında hiçbir sivilin Afganistan’daki bu bombardımandan zarar görmediğini, bu hava saldırısında sadece Taliban mensuplarının hedef alındığı belirtiyor.

Daha sonra da Afganistan’daki ISAF komutasındaki Alman birliği bir rapor hazırlayarak bu ihmali ve sivil ölümleri gözler önüne seriyor…

Ancak hem Afganistan'daki Alman birliğinden gönderilen ilk gizli yazılar, hem Alman birliğinin hazırladığı bu rapor ve hem de Amerikan savaş uçaklarının bombardıman sırasında çektiği video filmler Alman Savunma Bakanlığı’nca Alman Başsavcılığı’ndan ve sivil otoriteden gizleniyor…

Malum; gerçeğin kötü bir huyu vardır... Fazla geçmeden gerçeğin bu kötü huyu ortaya çıkıyor... Önce Alman Bild Gazetesi, 26 Kasım 2009 günü ABD F-15 savaş uçağından bu olayda çekilmiş bir videoyu yayınlıyor. Videoda sivillerin, Taliban’ın kaçırdığı tankerden yakıt aldıkları görülüyor. Sonra da 142 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombardımana ilişkin bilgilerin Alman Savunma Bakanlığınca sivil otoritelerden gizlendiği kamuoyuna yansıyor…

Bunun üzerine ne mi oluyor Almanya’da? Kimse tiyatro oynamıyor, ayak oyunları yapmaya, rol yapmaya, kamuoyunun gazını almaya kalkışmıyor… Alman Hükumetinin de aklına hiç mi hiç ''kamu güvenliği'', ''devlet otoritesi'' vb. gerekçelerle Bild Gazetesine dava açmak da gelmiyor!

Olay duyulur duyulmaz, aynı gün, 26 Kasım 2009 tarihinde olaydaki sorumluluğu üstlenen Almanya Genelkurmay Başkanı Wolfgang Schneiderhahn ile Savunma Bakanlığı Müsteşarı Peter Wichert istifa ediyor… Daha sonra da olay sırasında dönemin Savunma Bakanı olan ancak olay duyulduğunda Çalışma Bakanı olan Franz-Josef Jung da istifa ediyor…

Yani olay duyulur duyulmaz olay sırasında görevde olan Almanya Savunma Bakanı Franz-Josef Jung, Savunma Bakanlığı Müsteşarı Peter Wichert ve Genelkurmay Başkanı Wolfgang Schneiderhahn derhal stifa ediyorlar... Kimseler de onlara ''lütfen geri dönün!'' çağrısı yapmıyorlar...

Sözlüklerde ''istifa'' kelimesinin Arapça kökenli olduğu, sözcüğün kökeninin; bir hatadan, bir kusurdan dolayı ‘’af dilemek’’den geldiği, bir irade beyanı olduğu ve tek taraflı olduğu yazıyor...

Gecenin bu vakti Fransız şair, romancı ve oyun yazarı Victor Hugo’nun bir sözü kulaklarımda çın çın çınlayıp duruyor:  “Hiç kimse vazgeçilmez değildir ve hiç kimse kendini vazgeçilmez sanan biri kadar aptal değildir.”

Osman AYDOĞAN



Dil ve Türkçe üzerine - 11: Dilde yenilenme ve dilin gelişmesi

12 Nisan 2020

Bu yazımda dilde yenilenme ve dilin gelişmesi konusunu anlatacağım…

Yeryüzündeki bütün diller yenilenir ve gelişirler… Ancak ben bu yazımda iki dilde yenilenme ve gelişme konusunu anlatacağım: İngilizce’de ve Almanca’da ... Sonraki ve nihayet son yazımda da ışıldağı Türkçe üzerine tutacağım… Ancak bu son yazım belli ki zor bir yazı olacak...

Oxford sözlüğü ve İngilizcenin yenilenmesi ve gelişimi

Dil üzerindeki bu yazı serimde sürekli yeryüzünün en büyük sözlüklerinden birisi olan Oxford sözlüğünden örnekler verdim… Belki de büyüklüğü, hacmi, kapsamı olduğu kadar yenilenme kapasitesinin de en büyük ve hızlı olduğu içindir.…

Daha önce de anlatmıştım… Kısaca Oxford sözlüğü bir projedir, yaşayan bir süreçtir. Oxford sözlüğü yazımına 1858'de başlanmış ve 1928’de 70 yıl sonra bitirilmiş… İlk tamamlanan baskı 1928 yılında yapılırken ikinci baskı 1989'da yapılmış… Sözlük her yıl eklene eklene 20 cilt haline gelmiş. Toplamda 21,000 küsur sayfaya ulaşmış… Oxford sözlüğünde 171.476 İngilizce kelime yer alıyor… Sözlükte yer alan teknik terimleri, ekleri, madde başlıklarını da saydığımızda kelime sayısı 750.000’e çıkıyor.

Oxford sözlüğü her yeni baskısında bünyesine yeni kattığı her sözcüğün bile medyada haber değeri olmuş.

Oxford sözlüğüne yeni bir kelime eklenebilmesi için kelimenin en az on yıl süreyle kullanılıyor olması kuralı var. Ancak bu kural katı olmayıp zaman zaman esnetmektedirler... Örneğin geçtiğimiz yıllarda ‘’tweet’’ sözcüğünün yeni anlamı, ‘’twitter’’ henüz İngilizcede yedi senedir kullanılmasına rağmen sözlükteki yerini almış. Sözlüğün online versiyona üç ayda bir yeni kelimeler ekleniyor ve projedeki o zamanki aşamaya göre belli bir harf aralığındaki kelimeler tekrar gözden geçiriliyor…

2019 yılı sonbaharında ‘’simit’’ sözcüğü, Oxford sözlüğü online versiyonuna "Türkiye menşeli üzeri pekmez ve susama bulanarak halka şeklinde pişirilen bir çeşit ekmek, ya da buna benzer bir ekmek türü" tanımlamasıyla ekleniyor…

Burada üzerinde durmak istediğim önemli konu, Oxford sözlüğünde kelimelerin asla silinmemesi ve sürekli eklenmesidir ve sözlüğün eklene eklene gelişmesidir…

Bu sözlüğün nasıl yazıldığını daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. İngiliz-Amerikalı yazar ve gazeteci Simon Winchester, yazdığı ‘’Dahi ve Deli ’’ (Sabah Kitapları, 2000)  (Kitabın orijinal adı: The Professor and the Madman: A Tale of Murder, Insanity and the Making of the Oxford English Dictionary) kitabı Oxford Sözlüğünün hazırlanış sürecini anlatıyordu.

Alman dilinin yenilenmesi ve gelişimi

Bu yenilenme konusu sadece İngilizceye mahsus değildir. Her dilde de bu yenilenme böyledir. Bütün dillerin temelinde ve dillerin alt katmanlarında eski diller yatmaktadır. Örneğin Roma İmparatorluğu’nun dili olan Lâtince, günümüzde Fransızca ve İspanyolca ve diğer Batı dillerinde yaşamaya hâlâ devam ediyor. Türkçe’de de eski Anadolu’daki eski uygarlıklarından kalma sözcükler de bulunmaktadır.

Her dilde temel olan bu eski sözcüklerdir. Bu sözcükler temel sözcüklerdir, kök sözcüklerdir… Anlattığım Oxford sözlüğünde ve İngilizce dilinde olduğu gibi her dil de bu şekilde ekleye ekleye kendilerini geliştirmişlerdir…

Örneğin Almanca… 8. yüzyıldaki Almanca kelimelerin sayısı 3.700 civarında olduğu tahmin ediliyor… Alman dilindeki bu kelime sayısı 10. yüzyılda 7.800’e, 14. yüzyılda ise 37.550’ye, 1691’de hazırlanan ilk büyük sözlükte ise 68.000 kelimeye ulaşıyor… Bugün için en büyük Almanca sözlüğü olan ‘’Duden’’ (Das große Wörterbuch der deutschen Sprache)’de (12 cilt)  ise 500.000 kelime başlığı bulunuyor…  

Dile bu şekilde yeni kelimelerin girmesi ve eklenmesi kültürde genellikle tutucu çevreler tarafından sürekli ‘’bozulma’’ olarak değerlendiriliyor. Örneğin Alman dil biliminin kurucusu sayılan 19. yüzyılın en büyük dilbilimcilerden Jacob Grimm ‘’Geschichte Der Deutschen Sprache’’ (BiblioLife, 2009) isimli eserinde bin yıllık Alman dil tarihini  “bozulmanın tarihi’’ olarak tanımlıyor…

Ancak günümüz dilbilimcileri dildeki “yabancı” kökenli kelimeleri artık dilin zenginliği olarak görüyorlar… Örneğin çağımız Alman dil bilimcisi Peter von Polenz ‘’Geschichte der deutschen Sprache’’ (Walter de Gruyter, 1970) kitabında bir dilin kelime hazinesinin sadece o dilin öz kaynaklarından oluşmasının gerçekçi bir düşünce olmadığını, dil hazinesinin ekleme yapılarak ve diğer dillerden de kelimeler devşirerek zenginleştiğini ifade ediyor. Peter von Polenz’in deyişiyle, “kelimelere pasaport sorulması” artık eskilerde kalmıştır.

Bugün için gelişmiş bir kültür ve bilim dili olan Almancada toplamda 40 binden fazla sadece İngilizce sözcük bulunuyor.  Zaten Almanca’da ‘’Yabancı Kelimeler Sözlüğü’’ (Fremdwörtebuch) diye bizim TDK Türkçe Sözlük kalınlığında ayrı bir sözlük vardır. Bu durum diğer Avrupa dilleri için de geçerlidir. Bu durumu dil konusunda en büyük bilimci olan Alman düşünür Goethe şöyle dile getirir: ‘’Bir dilin gücü, yabancı olanı reddetmesinde değil, özümsemesindedir.’’ (Die Gewalt einer Sprache ist nicht, daß sie das Fremde abweist, sondern daß sie es verschlingt.)

Dilin yenilenmesi ve gelişiminin felsefeyle ilişkisi

Bu kadar anlattığım dilin yenilenmesi ve gelişmesinin doğrudan bağlantılı olduğu bir bilim dalı vardır: Felsefe... Dilin gelişim ile felsefenin gelişimi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır...

Yazımın başında Almanca dilinde 14. yüzyıldan itibaren dilin geliştiğinden bahsetmiştim. Çünkü 14. yüzyıla kadar Almanya’da da felsefe henüz gelişmemişti. 15. yüzyıldan itibaren Almanya’da felsefenin gelişmesi ve filozofların eser vermesiyle beraber Alman dili de gelişmeye başlamıştır. 18. ve 19. yüzyılda Almanya’da üç yüze yakın felsefe dergisi vardır. Tabii ki bu dergileri besleyen filozoflar da vardır. (Sahi günümüz Türkiye’sinden kaç felsefe dergisi vardır? Üç tane mi?) İşte bu nedenledir ki Almanca felsefe dili olarak gelişir… İşte bu nedenledir ki Almanca'dan ‘’düşünürlerin ve şairlerin dili’’ (Sprache der Denker und Dichter) olarak bahsedilir…

Hani bir vakitler Türkiye’de abes bir konu tartışılmıştı ya ‘’Türkçe felsefeye uygundur, değildir’’ diye… Bu tartışma; sebebe bakmadan sonucu tartışmaktır: Filozofu olmayan dil gelişebilir miydi ki?..

Herhalde sorunun özü de bu son cümlede saklıdır…

Yazı serim devam edecek…

Osman AYDOĞAN



Uçraşkanda

12 Nisan 2020

Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır.  Bizler de oltaya takılan balık gibi İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık… Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen var ne de Batı Türkistan’ı…

Neyse... Burası uzun hikâye… Geçelim bu faslı…

Doğu Türkistan’da halen Çin’in Uygur Türklerine uyguladığı ve Uluslararası Af Örgütü raporlarına da yansıyan ağır baskılar vardır. Ancak Suriye gündeme gelince şahin kesilenler, Filistin’in bağımsızlığı için can atanlar nedense Çin’in Uluslararası Af Örgütü raporlarına da yansıyan bu baskılarına karşı kulaklarını tıkarlar. Afrika'nın bilmem ne bölgesindeki bilmem ne kabilesinin sorunları için kendilerine ''insani bir görev'' çıkaranlar Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerinin dertlerinin kendilerine ’’insani bir görev’’ yüklediğini hatırlamazlar… Kobani için binlerce teröristi ülkesine sokanlar, terörist bir örgütün liderinin altına Ankara’larda kırmızı kırmızı halı serenler, Habur’da teröristlerin ayağına çadır mahkemesi gönderenler bu konuda sorunları dillendirmek isteyen bir temsilciyi, Çin'deki Uygur Türklerinin hak arayışını uluslararası gündeme taşıması nedeniyle "Uygur Ana" diye adlandırılan ve 2006 yılından beri Dünya Uygur Kurultayı Başkanı olan Rabia Kadir’i Türkiye’ye sokmazlar. Rabia Kadir’in defalarca yaptığı vize talebini hep redderler... Ne tesadüftür ki her daim Arap Rabia için selam duranlar, her ne hikmetse Türk Rabia’ya arkasını dönerler…Burada daha hazin olan ise iktidarın sözde milliyetçi kanadının da Türk Rabia konusunda arkasını dönüyor olmasıdır.

Neyse… Bu fasıl da uzun… Bu faslı da geçelim…

Doğu Türkistan’da Uygurlara Çin'in yaptığı bu ağır baskılara karşı Uygur Türklerinin de bir ‘’direniş edebiyatı’’, bir ‘’direniş sanatı’’ vardır. Ülkemizde Uygur Türklerine karşı yapılan bu baskılara karşı zaman zaman kuru kuru protesto gösterileri olur da Uygur Türklerinin bu direniş edebiyatı pek tanınmaz, pek bilinmez..

''Neyse, bu faslı da geçelim'' demeyeceğim... Bu fasılda duralım… 

Çünkü Uygur Türklerinin ‘’direniş sanatı’’nın temsilcisi Doğu Türkistanlı Uygur halk ozanı, şairi, müzisyeni Abdurehim Heyit 2017'den beridir Çin hapishanelerinde işkence altındadır…  Abdurehim Heyit’in 08 Şubat 2019 tarihinde hayatını kaybettiği haberi ajanslara düşmüşse de bu haber daha sonra Çin kaynakları tarafından yalanlanmıştı...

Abdurehim Heyit'i anlatmadan kısa bir bilgi vereyim: ''Dütar'' isminde bir çalgı var. Farsça'da ‘’dü’’ iki, ‘’tar’’  tel anlamına geldiğine göre dütar da iki telli bir çalgıdır. Dütar, dutar, dotar, şeklinde yazılabilir. Aslında iki telli bir saz diyebiliriz. Türkmen, Uygur, Özbek, Afgan ve İran halklarının ortak çalgılarındandır.

Abdurehim Heyit işte bu Doğu Türkistan’dan Uygur bir dütar sanatçısı, şairi ve müzisyenidir. Abdurehim Heyit, Uuygurların Neşet Ertaş’ıdır, Âşık Veysel’idir... Abdurehim Heyit, günümüzün Köroğlu’sudur, Karacaoğlan’ıdır, Yunus Emre’sidir….

İşte bu büyük sanatçı Abdurehim Heyit’in de güzel bir direniş türküsü var: ''Uçraşkanda''. Türkçesi: ‘’Karşılaşınca’’ demek… Bu türkünün söz yazarı da yine bir Uygur yazar ve şairi olan Abdukerim Ötkür’dür.  Abdukerim Ötkür, Uygur tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından ve şairlerinden birisiydi... Abdukerim Ötkür 1995 yılında hayata gözlerini yummuştu.

Abdukerim Ötkür, ‘’Uçraşkanda” şiirinde Türk dünyasının birçok yöresinde rastladığımız "dedim - dedi" kalıbını kullanırdı. Erzurumlu Emrah'ın söyledi ‘’yoh yoh’’ türküsü bunun bir benzeridir.

Abdukerim Ötkür, şiirinde öncelikle işgal altında olan Doğu Türkistan'ı ve kendisini anlatır. Şiirde dile gelen asil Uygur kızı, gerçek bir kızı değil de küskün, garip, mahzun ve mağmum bir yurdu, bir vatanı temsil eder.  

’’Uçraşkanda” dünyanın en güzel türküsüdür. Dinlediğinizde yıllarca görmediğiniz sevdiğinize kavuşmuş gibi olursunuz. Abdurehim Heyit’in insanın içini ürperten o gür ve etkileyici sesi, harikulade yorumu, türkünün mükemmel ezgisi ve Türkünün Uygurca da olsa anlayabileceğiniz öz Türkçe dili ile birleşince boğazınız düğüm düğüm düğümlenir, gözlerinizden tıpır tıpır inci gibi damlaları dökülür… Dökülür de onları saklayacak, gizleyecek yerler bulamazsınız, sel olup da akar gider...

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ''Sanatsız bir millet, kanatsız bir kuşa benzer'' derdi... Uygur sanatının; Abdukerim Ötkür bir kanadını, Abdurehim Heyit de diğer kanadınız temsil eder…

Abdukerim Ötkür’e Allah’tan rahmet diliyorum… Abdurehim Heyit'e Allah'tan sıhhat ve tez özgürlük diliyorum…

Geç vakit olsun, gece olsun, gündüz olsun, ne zaman olursa olsun vakit Abdurrehim Heyit'i dinleme vaktidir; usul usul, derin derin, dalgın dalgın, hazin hazin... Ve vakit Abdurrehim Heyit ile beraber o uçsuz bucaksız bozkurlarda bir kuş gibi kanat çırpa çırpa, süzüle süzüle, pır pır uçma vaktidir...

''Dedim: ismin nime? Dedi Ayhandur. 
Dedim yurdun kayer? Dedi Turfandur. 
Dedim: başındegi? Dedi hicrandur. 
Dedim: heyran musen? O dedi yok yok.''

Osman AYDOĞAN

Abdurehim Heyit’in sesinden ”Uçraşkanda” (Cengizhan Filmi görüntüleri eşliğinde)
https://www.youtube.com/watch?v=x_FzXsDUi0E

Uygur Türkçesi ve Latin harfleriyle asıl şiir: (Uygurlar Arap harfleri kullanırlar)

Uçraşkanda

Seher körgen çeğı közüm sultanını. 
Dedim: sultan musen? O dedi yok yok. 
Közleri yalğunlu, kolları xınneli. 
Dedim: çolpan musen? O dedi yok yok. 

Dedim: ismin nime? Dedi Ayhandur. 
Dedim Yurdun kayer? Dedi Turfandur. 
Dedim: başındegi? Dedi hicrandur. 
Dedim: heyran musen? O dedi yok yok. 

Dedim: Ayğa oxşar, Dedi yüzüm mü? 
Dedim: Yulduz kebi, Dedi közüm mü? 
Dedim: Yalğun saçar! Dedi sözümü? 
Dedim: Volkan musen? O dedi yok yok. 

Dedim: Kiyak nedur? Dedi kaşumdur. 
Dedim: Kunduz nedur? Dedi Saçum dur. 
Dedim: Onbeş nedur? Dedi yaşumdur. 
Dedim: Canan musen? O dedi yok yok. 

Dedim: Deniz nedur? Dedi kalbumdur. 
Dedim: Rena nedur? Dedi dilimdur.. 
Dedim: Şeker nedur? Dedi tilimdur. 
Dedim: Ver ağzıma, O Dedi yok yok. 

Dedim: Zincur turur! Dedi boynumda. 
Dedim: Ölüm bardır! Dedi yolumda. 
Dedim: bilezik mü? Dedi kolumda. 
Dedim: Korkarmusun? O dedi yok yok. 

Dedim: Nüçün korkmassun? Dedi Tanrım var. 
Dedim: ya ne çox? Dedi halkım var. 
Dedim: yene yok mu? Dedi ruhim bar. 
Dedim şukran musen? O dedi yok yok. 

Dedim ıstek nedur? Dedi külümdür. 
Dedim: Çelişmek bar, dedi yolumdur. 
Dedim Ötkür kimdir? Dedi kulumdur. 
Dedim Satar musen? O dedi yok yok.

8 Mart 1948, Ürümçi

Güümüz Türkçesiyle: (Doktora tez konusu Abdukerim Ötkür olan Dr. Hülya Kasapoğlu tarafından türkçeleştirilmiştir.)

Karşılaşınca

Seher vakti görünce gözüm sultanını,
Dedim sultan mısın? O dedi yok-yok.
Gözleri ışıltılı, elleri kınalı,
Dedim Çolpan mısın? O dedi yok-yok.

Dedim ismin nedir? Dedi Ayhan’dır,
Didim yurdun nere? Dedi Turpan’dır,
Dedim başındaki? Dedi hicrandır,
Dedim hayran mısın? O dedi yok-yok.

Dedim aya benzer, dedi yüzüm mü?
Dedim yıldız gibi, dedi gözüm mü?
Dedim ışık saçar, dedi sözüm mü?
Dedim volkan mısın? O dedi yok-yok.

Dedim kıyak nedir? Dedi kaşımdır,
Dedim kunduz nedir? Dedi saçımdır,
Dedim on beş nedir? Dedi yaşımdır,
Dedim canan mısın? O dedi yok-yok.

Dedim deniz nedir? Dedi kalbimdir,
Dedim rânâ nedir? Dedi lebimdir,
Dedim şeker nedir? Dedi dilimdir,
Dedim ver ağzıma? O dedi yok-yok.

Dedim zincir var, dedi boynumda,
Dedim ölüm var, dedi yolumda,
Dedim ya bilezik? Dedi kolumda,
Dedim korkar mısın? O dedi yok-yok.

Dedim niçin korkmazsın? Dedi Tanrım var,
Dedim ya başka? Dedi halkım var,
Dedim daha yok mu? Dedi ruhum var,
Dedim memnun musun? O didi yok-yok.

Dedim istek nedir? Dedi gülümdür,
Dedim ya savaş? Dedi yolumdur,
Dedim Ötkür neyindir? Dedi kulumdur,
Dedim satar mısın? O didi yok-yok.



Matteotti Cinayeti

11 Nisan 2020

Önce bir film: ’Matteotti Cinayeti’’ (IL delitto Matteotti) 

İtalyan yönetmen Florestano Vancini'nin yönettiği 1973 tarihli tarihi drama bir İtalyan filmi var: ‘’Matteotti Cinayeti’’ (IL delitto Matteotti) Film, İtalyan parlamentosundaki sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti'nin öldürülmesini ve bu cinayetin sonucu olarak İtalya'da Benito Mussolini'nin diktatörlüğünün kurulmasına yol açan olayları anlatıyor.

Filmde Matteotti'yi Franco Nero, Mussolini'yi de Mario Adorf canlandırıyor… Film 8. Moskova Uluslararası Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü ile ödüllendirilmişti… Bu film ne yazık ki Türkiye’de gösterime girmedi... Filmin tamamını içeren bağlantısını yazımın sonunda veriyorum. Bu karantina günlerinde bu filmi izleyin diyeceğim ama filmin seslendirilmesi orijinal diliyle yapılmış, yani İtalyanca…

Ben de bugün bu filmin konu aldığı cinayeti ve sonrasını anlatayım istedim... Mademki evlere hapsolduk… Bu yazımı okuduktan sonra yine de İtalyanca da olsa film izlenilebilir hale gelir diye düşünüyorum…

Matteotti cinayetine girmeden önce kısa bir bilgi:

Diktatörlüğe giden yol

Bu sayfalarda değişik yazılarla Almanya’da Hitler’in yükselişini anlattım. Bu yazılarımdan birkaç tanesi: ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichtag Yangını’’ ve‘’ ‘’Operasyon Valkyrie’’ idi… Bu konuda daha çok yazım var ama bunlar önemlileri… Nasıl ki ‘’Reichtag Yangını’’ Hitler’in diktatörlüğünü sağlamış ise Mussolini için de İtalya’da diktatörlüğünü bu cinayet sağlamıştı. Ne de olsa; ‘’sonuca giden her yol mubahtır” diyen de bir İtalyan’dı değil mi? (Machiavelli) Ki bu düsturu kullanan da çooook diktatör vardır dünyada!

Şimdi gelelim konumuza… Önce Giacomo Matteotti kimdi onu tanıtayım:

Giacomo Matteotti

Giacomo Matteotti 1920’lerin geleceği parlak bir politikacısıdır. Bologna Üniversitesi’inde hukuk okur. Sosyalist düşüncededir… Bologna Üniversitesi'nde hukuk okuduğu dönemde ‘’Sosyalist Birlik Partisi’’ (Partito Socialista Unitario) (PSU)’ne girer. Askere gitmek istemeyince Sicilya’ya bir çalışma kampına gönderilir…

Matteotti, PSU içinde üyelerin kibirli davranışlarını aşırı eleştirdiği için parti içinde fazla sevilmez. Ancak iyi bir hatiptir. Bu nedenle de oldukça fazla sayıda taraftarı vardır.

Matteotti, Ferrara bölgesinden 1919, 1921 ve 1924 yıllarında milletvekili seçilir. Partinin genel sekreterliğine kadar yükselir…1924’te “Faşist Tahakkümün İlk Yılı” isimli bir kitap yayınlayarak, başta faşist iktidarın işlediği 150 cinayet olmak üzere iktidarın, hırsızlıklarını yolsuzluklarını anlatır...

1924 yılında İtalya

İtalya’da yapılan 1924 yılı parlamento seçimleri iktidardaki Mussoli’nin baskısı, terörü ve hilekarlığı altında yapılır…  Mussolini ve partisi seçim öncesi açık açık yasaları çiğner, gazetelere el koyar, basımevleri yağmalar, sendikalar ateşe verilir, her gün sokaklarda muhalifler faili meçhule kurban gider…

6 Nisan 1924 tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde seçime katılım % 63’dür… Mussolini’nin seçim öncesi baskı ve hilelerine rağmen Mussolini ve partisi toplam 535 sandalyeli mecliste ancak 355 sandalye kazanır... Seçim kanunu gereği paralel listelerdeki 19 milletvekili de bu sayıya dâhil edildiğinde, Mussolini 374 milletvekili ile İtalya Parlamentosu’nda ezici çoğunluğa sahip olur. Bir önceki seçimde yalnızca 37 milletvekili çıkarmayı başaran bir parti için muazzam bir başarıdır bu…

Parlamento açıldığında muhalif partiler Mussolini’yi, anayasaya aykırı davranmakla ve seçimleri baskı altında yürütmekle suçlarlar.

29 Mayıs 1924 tarihinde sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti mecliste yaptığı coşkulu konuşmada seçim sonuçlarına itiraz ederek seçimlerde yapılan yolsuzlukları bir bir açıklar… Oyların çalındığını, sandıkların yok edildiğini söyler… Matteotti, meclisteki bu iki saat süren konuşmasında seçimlerdeki hileleri bizzat Mussolini’nin yaptığını söyleyerek meclisin yasadışı olduğunu ilan ederek seçimlerin yenilenmesini talep eder… Matteotti’nin konuşmasına Mussolini taraftarı milletvekilleri küfürlerle, hakaretlerle ve tehditlerle müdahale ederler… Meclisten çıkarken, Matteotti, arkadaşı Giovanni Cosattini’ye şunları söyler: “İşte şimdi cenazemde yapacağın konuşmayı hazırlayabilirsin.” Yazımın girişinde bahsettiğim film Matteotti’nin işte bu konuşması ile başlar…

Daha sonra yapılan oylamada 07 Haziran 1924 tarihinde Mussolini hükumeti güvenoyu alır…

Matteotti’nin öldürülmesi

Mussolini hükümetinin güvenoyu almasından üç gün sonra, 10 Haziran 1924’te Roma’nın merkezindeki evinden çıkan Matteotti evinin önünden kaçırılır. Görgü tanıklarının ifadeleriyle,  Matteotti’nin kaçırılması olayında kullanılan arabanın izini süren polis, aracın Mussolini’nin partisine ait olduğunu belirler. Araçta kan izleri vardır ama ortada bir ceset yoktur.

Matteotti’nin cesedi iki ay bulunamaz. Bu dönemde Matteotti’nin kaçırılmasından ve kaybolmasından Mussolini sorumlu tutulduğundan muhalefet tarafından faşist iktidarın safça her an düşmesi beklenir… Bunalımlı ve gerilimli bir bekleyiş olur… Sonunda Matteotti’nin cesedi 18 Ağustos’ta Roma’nın 23 km. uzağındaki Ouartarella Ormanı’nda bulunur. Bu bunalımlı döneme bu nedenle de ‘’Ouartarella’’ adı verilir…  Matteotti’nin cesedi Roma dışında, Riano Flamino yakınlarında defnedilir…

Matteotti’nin öldürülmesi, başlangıçta bütün İtalya’da büyük bir nefret dalgasının yayılmasına yol açar. İtalyan parlamentosunda cinayetten, hükümet ve Mussolini sorumlu tutulur. Mussolini ise, cinayeti düşmanlarının hazırladığını ve kendisinin olayla bir ilgisinin bulunmadığını ileri sürer…

Kamuoyunun tepkisi dindikten sonra Mussolini karşı atağa geçerek 3 Ocak 1925'te mecliste bir konuşma yapar. Bu konuşmasında Mussolini, Faşist Parti'nin lideri sıfatıyla cinayetin bütün sorumluluğunu üstlendiğini açıklayarak muhalefeti cinayet suçlamasıyla hakkında dava açmaya çağırır. Ama muhalefet bunu yapacak güçte olmadığından söz konusu dava hiçbir zaman açılmaz…

Matteotti’nin yakalanan katillerinin duruşması 1926 yılında sonuçlanır: Karara göre, öldürme olayında bir kasıt yoktur! Matteotti, karşılıklı dövüş sırasında öldürülmüştür! Sonunda Mussolini temize çıkartılır.  Katilleri, Faşist Partisi sekreteri Farinacci savunmuş ve katiller beş yıl hapis cezası ile kurtulmuşlardır. Ardından katiller iki ay hapis yattıktan sonra İtalya Kralı Victor Emmanuel tarafından affedilip cezaevinden çıkarılırlar… Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte bu dava 1947'de tekrar görülür ve henüz hayatta olan üç katil 30'ar yıla mahkûm edilir…

Antifaşist cephenin basiretsiz politikaları

Matteotti cinayetinde zayıflayan Mussolini parlamentodaki iki liberali ve milliyetçilerin önderi Federzioni’yi kabinesine alarak durumunu güçlendirir.  Ve parlamentodan tekrar güvenoyu alarak iktidarda kalır.  

İtalyan sosyalistleri her fırsatta romantik bir şekilde anayasaya ve yasalara bağlı kaldıklarını tekrarlayarak hükümetin istifasını, milislerin kaldırılmasını ve yeni seçimlere gidilmesini isterler… Ancak bölünmüş muhalefetin tepkisi örgütlü ve sürekli değildir. Sosyalistler, Mussolini yanlısı krala hala güven duyarlar, kralı Mussolini’den uzak tutmaya çalışırlar… Kralı ve kamuoyunu aydınlatmak için gazetelerde yazı üstüne yazı yazarlar… Amaçları, kralı Mussolini’yi görevden almaya ikna emektir…

Bu sırada komünistlerin dışında kalan muhaliflerin yaptığı tek eylem de meclisi boykot ederek oturumlara katılmamak olur… Ayrıca Milano gibi şehirlerde faşizm karşıtı parlak gösteriler yapılır. Ancak bu gösteriler faşistlerin müdahalesi neticesinde çok sayıda insanın yaralanması ve dövülmesi ile sonuçlanır…

Sonuçta muhalefet, protesto eylemlerinden öteye gidemez… Muhalefet güçlü bir antifaşist bir cephe oluşturamaz... Ayrıca muhalefetin parlamentodan çekilmesiyle, Mussolini parlamentoda her istediğini yapabilecek duruma gelir… Bu şekilde faşizm kendini toplama ve yeniden saldırıya geçme imkânı kazanır. …

Diktatörlüğe giden yol

Artık Mussolini için diktatörlüğe gitmenin tam zamanıdır…

3 Ocak 1925’te Mussolini mecliste verdiği ünlü söylevinde gerçek niyetini açığa vurur… Polis, Mussolini’ye karşı bir dizi uydurma suikastlar (!) düzenler…  Mussolini de bu suikast girişimlerine dayanarak “olağanüstü durum” yasası çıkarır… Mussolini bu yasaya dayanarak da ‘’kanun gücünde kararname’’ler çıkarma imkânı elde eder. Sonunda da bu kararnamelerle muhaliflerini ezer, demokratik partileri, sendikal örgütleri kapatır, bütün özgürlükleri ortadan kaldırır…

22 Haziran 1925’te Mussolini, Augusteo’da toplanan faşist kongre önünde “faşizmin yırtıcı totaliter iradesinin erişmek istediği devleti” şöyle tanımlar: “Ulusu faşistleştirmek istiyoruz, tüm iktidarı faşistlere vermek istiyoruz.”

1925-1926 yıllarında çıkarılan faşist yasalarla İtalya’da artık yalnızca faşizmin sözü geçer… Yeni yasalar ile örgütlenme özgürlüğü, siyasi partiler ve basın özgürlüğü ortadan kaldırılır… İtalyan ‘’Ulusal Faşist Partisi’’ tek yasal parti yapılır… Mussolini’nin gizli polis teşkilatı OVRA kurulur… Faşist olmayan ya da anti-faşist olan tüm gazetelerin idarecileri işten çıkarılır… Siyasi suçları yargılamak için özel bir mahkeme kurulur…  

1926 yılında aralarında İtalyan düşünür, siyasetçi ve sosyalist kuramcı, İtalyan Komünist Partisi kurucu üyesi Antonio Gramsci’nin de bulunduğu 2000 komünist tutuklanır…

1927 yılında yandaş gazeteler birleşerek ‘’Faşist Gazeteciler Birliği’’ kurulur... 1928’de ‘’Ulusal İtalyan Gazeteciler listesi’’ oluşturulur…

1928 yılında 37 komünist önder ömür boyu hapis cezasına çarptırılır… Matteotti Krizi sırasında muhalefet eden bazı burjuva politikacılar da kovuşturmaya uğrar, tutuklanır, öldürülür veya başka bir ülkeye sığınmak zorunda kalırlar…

1928 yılına gelindiğinde İtalya’da artık parlamenter görünümlü faşizm sona erer!. Bu tarihten sonra artık Mussolini’nin açık terör diktatörlüğü resmen kurulmuş olur…

Sonuç

Haziran 1924 tarihinde Matteotti’nin öldürülmesi sonrasında gelişen olaylar, muhalefetin basiretsizliği, dağınıklığı ve romantikliğinin de katkısıyla İtalya’da Mussolini’nin mutlak bir terör diktatörlüğüne yol açar…

Sahi Fransızcada ‘’déjà vu’’ diye bilinen bir deyim vardı değil mi? Neyse biz şimdi aklımıza takmayalım ’'déjà vu’’yu da yazıma Matteotti’nin bir sözü ile son vereyim. Bu söz üzerine kafa yoralım:

"Özgürlük içinde yanlışlık yapılabilir, ancak tutsaklık bir ulusu ölüme sürükler."

Osman AYDOĞAN

‘’Matteotti Cinayeti’’ (IL delitto Matteotti) Filmi (Tamamı):
https://www.youtube.com/watch?v=UY_POy2laiU



Çölleşen bir ülke...

10 Nisan 2020

Çölleşen bir ülkeyi daha iyi anlamak için her zaman olduğu gibi bir kitaptan bahsetmek istiyorum: ''Körleşme''

‘’Körleşme’’ romanı…

‘’Körleşme’’ (Die Blendung) (Sel Yayıncılık, 2014) eserlerini Almanca yazan, 1981 yılı Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi olan Bulgar sosyolog, deneme, roman ve oyun yazarı Elias Canetti’nin kitabının adıdır…

Dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olduğu tartışmasız kabul edilen ‘’Körleşme’’ romanı Almanya'da edebiyatın, politikanın kirli gölgeleri altında yitip gitmeye yüz tuttuğu bir dönemde yazılır… Çoktandır kendi fildişi kulesine çekilmiş bir aydının trajedisinde cisimleşen Körleşme romanı, insanoğlunun kendi eliyle kurduğu, sonra da kendisine yabancılaşmış, düşman kesilmiş bulduğu dış çevreyi, son derece özgün bir biçimde ve en uçta sayılabilecek araçlarla tasvir eder.

Canetti, romanında insanın gerçeklik karşısında ne ölçüde körleşebileceğini, her dönemde ve her toplumda rastlanabilen "aymaz" aydın karakterinde ustalıkla yansıtarak, düşünce ile gerçeklik arasındaki kopuşun hikâyesini anlatır…

Fikirsiz kalan bir ülke…

Canetti’nin anlattığı ‘’Körleşme’’ politikanın kirli dönmelerinde ortaya çıkan bir hastalıktır… Ülkemizde de sanatın, edebiyatın ve felsefenin politikanın kirli gölgeleri altında yitip gitmeye yüz tuttuğu bu dönemde Canetti'nin kitabı ''Körleşme''de de olduğu gibi Türk aydını da körleşmektedir...

Zaten ülke aydınının fikri temeli de zayıftır… Mithat Paşa'nın Taif'te boynunun kırılmasından beridir bu ülkenin kurak bahçelerinde, susuz havuzlarında, gübresiz tarlalarında, ışıksız tarhlarında zaten ‘’fikre sahip aydın’’ yetişmemekte, boy atmamaktadır…

Ülkede iktidarın kendisi bir ‘’fikir’’, bir ‘’ülkü’’, bir ‘’hikâye’’ yaratamayınca, basını satın alarak, satın alamadığı basını da baskı altına ve siyaset yapma tekelini de tek kişinin yetkisine alarak başkaları tarafından da bir yeni fikrin, bir yeni ülkünün ve bir yeni hikâyenin de yaratılmasına engel olmaktadır…

Ülkede sorun olan zannedildiği gibi sadece ''ifade özgürlüğü'' değildir, ülkede sorun olan en başta ''düşünce özgürlüğü''dür... Zaten kültürel kodlarla baskı altına alınan ‘’düşünce özgürlüğü’’ yanında siyasal iktidarca ‘’ifade özgürlüğü’’ da baskı altına alınınca gerçek ülke sorunlarının fikirlerle tartışılıp çözüm yolları bulunmasının da önü kapatılmıştır… ''Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar'' (Hakikat güneşi, fikirlerin çatışmasından doğar) sözü bile artık eskilerde kalmış, ülke bu anlamda bu sözün söylendiği çağın dahi gerisine düşerek insanlar fikirden ve fikri ifade etmekten korkar hale gelmişlerdir… Artık kimse ‘’Harâbat’’a ‘’Tahrib-i Harâbat’’ diye cevap verememektedir… (*)

Yazılı, sözlü ve görsel medyada seviyesizce tartışılanlar da fikirler değil, olaylar ve kişilerdir… Topluma haber diye verilenler magazindir, onlar da ‘’et’’ ve ‘’top’’ haberlerinden ve fotoğraflarından ibarettir…

Satın alınan veya baskı altına alınan medyaya alternatif olarak düşünülen ve insanların fikirlerini paylaştığı ‘’sosyal medya’’ya bile artık iktidar tahammül edememektedir… İktidar, Koranavirüs salgını nedeniyle hazırladığı “torba yasa taslağı” içerisinde sosyal ağlara ilişkin düzenlemeler de yapmak istemektedir. (Gazeteler, 10 Nisan 2020)  

Karşıtlık ve gerginlik…

Fikirlerin tartışılmadığı böylesi bir ortamda bir de üstüne ‘’karşıtlık’’ pompalanmaktadır.

Muhalefet de bu tuzağa düşerek bu girdaba katılmakta ve politikasını ‘’fikri’’ bir temel üzerine değil de bu ‘’karşıtlık’’ zemini üzerine inşa etmekte ve tek kişinin belirlediği bir alanda siyaset yapmaktadır.

İktidarın ve muhalefetin yarattığı bu karşıtlık ise sistematik bir şekilde yine iktidar tarafından gerginlik ile beslenmekte ve ülke bu şekilde ‘’karşıtlık’’ ve ‘’gerginlik’’ sarmalında kaosa doğru sürüklenmektedir…

Çölleşen bir ülke…

Bilim adamları ‘’duyguların bulaşıcı’’ olduğunu söylerler… Bu anlamda siyaset kürsülerinden yayınlan ‘’kızgın duygular’’ dalga dalga bütün ülkeye yayılmakta ve bütün ülke sathını gerim gerim germektedir. Bir Çin atasözüdür: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’ Bu anlamda siyasette kullanılan ‘’lisan’’ da ‘’çirkin bir doğa’’ yaratarak ülke sathını zehirlemekte, ülkenin ‘’fikir bahçesi’’nde olması gereken çiçeklerini yok etmektedir…  

Bu şekilde ülke fikren çoraklaşmakta ve sonuçta çölleşmektedir... 

Bu durum durduk yerde de ortaya çıkmamıştır. Bu durum bir sürecin sonucudur.

Şimdiye kadar ülkeyi yönetenlerin ellerinde körü körüne bir ABD yandaşlığı ve jandarmalığı dışında hiçbir şey yoktu... Ülkeyi yönetenlerin ellerinde sadece içeriğini bilmedikleri ve meta haline getirip ticaretini yaptıkları bir kutsal kitap, Arap hayranlığı, ne olduğunu bile bilmeden peşine sürüklendikleri kuru bir milliyetçilik ve taklit bir liberallik vardı.  

Günümüzde bile dinin en yüksek temsilcisi Diyanet İşleri Başkanı, Papa’nın Ortaçağ’da cennetten toprak satması gibi Kur’an kurslarına yardım edenlere Hz. Peygamber’in bile vaat etmediği cenneti vadetmektedir... (Gazeteler, 10 Şubat 2020)  Ülkeyi yönetenlerin elindeki din tacirinin içine düştüğü sefalete bakar mısınız? Yetmedi yine aynı Diyanet İşleri Başkanı, sahih olmayan bir hâdise dayanarak Koranavirüs salgın hastalığı nedeniyle ölenlerin hükmen şehit olarak kabul edilebileceğini de söylüyor. (Gazeteler, 08 Nisan 2020) 

Mustafa Kemal Atatürk'ten sonraki iktidarlar sonunda ülkeyi, İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni T.S. Eliot’un (Thomas Stearns Eliot) ‘’The Waste Land’’ (Çorak Ülke) ismindeki şiirindeki gibi hiçbir kökün kavramadığı, hiçbir dalın büyümediği bir taş döküntü, çorak bir ülke haline getirdiler… (What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish? Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?)… 

İsim vermeyeyim, ülkenin en meşhur şairleri bile Fransız şairler Baudelaire’nin, Mallarme’nin, Verlaine’nin taklidinden bile öte gidemediler…

Sonuç

Siyaset; sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Ülkeyi yönetenler bu kısır ve çölleşmiş fikri yapılarıyla siyaset üretemeyince ülke insanlarını Doğu’nun dağlarında, Arap’ın çöllerinde harcadılar... Hala da harcamaya devam ediyorlar...

Çölleşen; kurutulan sulak alanlarla, kesilen ağaçlarla, yanan ormanlarla sadece arazilerimiz değildir…  Tüm bir ülkenin aydını körleşirken, arazileri gibi ülkenin zihni de bu şekilde çoraklaşarak çölleşmektedir…

Çöller; dağların arasında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kervan geçmeyen, kuş uçmayan, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyadır… Çöller; kurak, çorak ve susuzdur... Bitki örtüsü dikendir… Çöllerde yılan, kertenkele, kokarca, akrep, yarasa ve kemirgenler yaşar... 

Gidilen yol yol değildir...

Osman AYDOĞAN

(*) ‘’Artık kimse ‘Harâbat’a ‘Tahrib-i Harâbat’ diye cevap verememektedir’’ sözüne bir açıklama yapmam gerekiyor:

‘’Harâbat’’, Ziya Paşa'nın 1874-1875'te yayınlanan ve içerisinde Türk, Arap, İran ve Çağatay sahasında yazılmış şiirlerden seçmeler bulunan üç ciltlik divan edebiyatı antolojisidir.

Ziya Paşa, bu kitaba dil, edebiyat ve şair hakkındaki görüşlerini anlattığı dokuz bölümden oluşan bir mukaddime (önsöz) yazar. Ziya Paşa bu önsözde Osmanlıca'nın Arapça ve Farsça ile zenginleştiğini savunur, Divan edebiyatını över, halk edebiyatını eleştirir. Hâlbuki aynı Ziya Paşa, daha önce Hürriyet gazetesinde yayınlanan ‘’Şiir ve İnşa’’ makalesinde edebiyatın Arapça ve Farsça boyunduruğunda anlaşılamaz hale geldiğini söyleyerek halk edebiyatı biçimlerine dönülmesini savunmuştur... Harâbât’ın bu mukaddimesi, ‘’Mukaddime-i Harâbât ‘’adı altında ayrı bir eser olarak basılır…

Ziya Paşa’nın bu ikili tavrına eleştiri olarak Harabât’ın ilk cildine karşılık Namık Kemal cevap olarak ‘’Tahrib-i Harâbât’’, ikinci cildine karşılık ‘’Takip’’ adlı eleştirilerini yazar.

Ziya Paşa, Nâmık Kemal’in bu suçlamalarına yetmiş dört beyitlik bir manzume ile cevap vermişse de bu manzume yayımlanmaz…



Dil ve Türkçe üzerine - 10: Örgütlerde ve liderlerde kelimeler...

09 Nisan 2020

Şu iki atasözünü tekrar tekrar vermek istiyorum. Çünkü şimdiye kadar dil konusunda anlattıklarımın bir özetedir bu iki atasözü: Yunan atasözü: ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’ Ve devam ederdi bu Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’ Ve bir Japon atasözü: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’

Bir önceki yazımda kelimelerin duygu, düşünce ve davranışlar üzerindeki etkilerini anlatmıştım... Bu bölümde de kelimelerin; örgütün yapısı, doğası ve lideri vasıtasıyla insanlar üzerinde yol açtığı duygu, düşünce ve davranışları çok özet (!) olarak anlatacağım…

Bu bölümde bahsettiğim konular başlangıçta ‘’kelimeler’’ ile ilişkisi yokmuş gibi görünebilir… Ancak yazım içinde de sık sık tekrarladığım gibi örgütsel davranışların temelinde duygu ve düşünceler, duygu ve düşüncelerin de temelinde de kullandığımız ‘’kelimeler’’ yattığını bir önceki yazımda anlatmıştım…

Yazımı iki başlık altında vereceğim. Birincisi kelimelerin örgüt yapısı altındaki inanlara etkisi, diğeri de bu insanları yöneten liderler vasıtasıyla örgüte etkisi…

Ancak konuya girmeden önce kısa bir açıklama yapmam gerekiyor:

Duygular ve davranışlar…

Duygular bulaşıcıdır… Başkalarının ruh halini değiştirme yeteneğimiz vardır. Başka bir bebeğin endişe içinde ağladığını gören diğer bebekler de ağlar… Bir Tibet atasözü: ‘’Hayata gülümsediğinizde, bir yarısı sizin öbür yarısı başka birinin yüzüne görünür. Sen gülümsediğinde tüm dünya seninle beraber gülümser…’’ İnsan beyni mutlu yüzleri yeğler, onları olumsuz ifadeli olanlardan daha kolay ve hızlı şekilde fark eder…

Darwin, her duyguyu belirli bir şekilde davranmaya yönelten bir eğilim olarak görmüş: İnsanı korku; dönüp kaçmaya, öfke; savaşmaya, neşe de; kucaklamaya yöneltirmiş…

Kaygı düzeyi ne kadar yüksek ise beynin bilişsel verimliliği o kadar azalır… Panik, öğrenmeyi ve yaratıcılığı engeller… Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller… Duygularını iyi okuyamayan ya da ifade edemeyen insanlar kendilerini sürekli engellenmiş hissederler...

Kelimelerin örgütteki insanlara olan etkisi…

Örgütten kastım iki arkadaştır, bir arkadaş grubudur, bir ailedir, bir gruptur, bir şirkettir, bir dernektir, bir okuldur, bir üniversitedir, bir kamu kurumudur, bir hükumettir…

Bir örgüt içerisindeki insanlar nadiren duygularını kelimelere dökerler ve çoğu kez başka ipuçları verirler. Çünkü duygusal mesajların yüzde doksanı ya da fazlası sözsüzdür. Başkalarının ne hissettiğini sezebilmenin anahtarı; ses tonu, mimikler, jestler, yüz ifadesi ve benzeri türden sözsüz ifadeleri okuyabilmektir. Duygusal gerçek aslında ne söylediğinde değil nasıl söylediğinde saklıdır.

Örgütlerde insanlar birbirilerine karşı sadece duygusal değil biyolojik düzeyde de yararlı olurlar… Çünkü duygular bulaşıcıdır… Duygular koranavirüsten daha hızlı yayılır… İki insan etkileşimde bulunduğunda, ruh hali, duygularını daha güçlü ifade edebilenden daha edilgen olana doğru hızla aktarılır…

Sosyal çevreniz geliştikçe nezleye dahi daha az yakalanırsınız… Ne kadar çok dostunuz varsa ileriki yıllarda daha az fiziksel sorunlar yaşarsınız… En çok önemsediğiniz insanlar bir çeşit iksir, durmadan yenilenen bir enerji kaynağıdır... İyimserlik gibi onun yakın akrabası umudun da şifa gücü vardır. Hayatımızdaki ilişkiler ne kadar anlamlı ise sağlığımız için o kadar önemlidir…

Yakınlık ön yargıyı azaltır… İnsanları dinlemek sorunu çözmese de duygusal bakımdan yararlı olur… Hümanist felsefenin ana izleği, yakın kişisel ilişkilerin hayata anlam kattığıdır… Çalışanlar arasında duygusal bağlar ne kadar güçlüyse ve örgüt üyelerindeki fark edilmek, hissedilmek ve önemsenmek duygusu ne kadar yüksekse örgüt üyeleri işlerini yaparken o kadar şevkli, üretken ve hoşnut olurlar… Tam tersi bir örgüt içerisinde insanlar birbirlerinden ne kadar hoşlanmıyorlarsa verim düşüklüğünün yanında insanlar soğuk algınlığına ve bir virüse yakalanmaya da o kadar yatkındırlar...

İyi ruh hali de kötü ruh hali de kendi kendini sürdürme eğilimindedir. İnsanlar kendilerini iyi hissettiklerinde bir durumun olumlu yanını görürler ve onun hakkında iyi şeyler anımsarlar. Kendilerini kötü hissettiklerindeyse olumsuzluğa odaklanırlar. İnsanlar en iyi işi kendilerini iyi hissettiklerinde çıkarırlar. Çünkü kendisini iyi hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur.

Duygusal dengesi bozulan kişiler hatırlayamaz, dikkatini toplayamaz, öğrenemez ya da zihin açıklığı ile karar veremez. Stres insanları aptallaştırır… Yaralar stres altında daha zor iyileşir… Kendisini değersiz hisseden ve baskı altında kalan insanlar düşünemezler… İnsanlar örselenmiş durumdayken yoğunlaşamaz ve berrak biçimde düşünemezler…

Zehirli bir ortamda çalışan insanlar zehri eve taşırlar… Tıpkı koranavirüslü ortamda çalışıp de virüsü eve taşıyanlar gibi…

Kelimelerin liderler vasıtasıyla örgüte ve örgütteki insanlara etkisi…

Liderden de kastım bu örgülerdeki belirleyici kişidir, ailede babadır, şirkette müdürdür, işyerindeki amirdir, şeftir, okuldaki öğrenmendir, müdürdür, hükumetteki bakandır, başbakandır. Ancak yine de siz benim her ‘’lider’’ diye bahsedişimde siz kendinizi anlayınız!

Öncelikle şunu söylemeliyim: Hiçbir lider kusursuz değildir, olması da gerekmez. Ancak liderin başlıca görevi önderlik ettiği kişilerde iyi duygular uyandırmaktır…

‘‘Kötü lider, insanların hor gördüğü kişidir. İyi lider, insanların yücelttiği kişidir. Büyük lider, insanların ’biz kendimiz yarattık’ dediği kişidir’’ derdi Çinli düşünür Lao Tzu...

Lider için; strateji, vizyon ya da güçlü fikirlerden söz ederiz. Oysa çok daha temel bir gerçek var ortada: Büyük lider duygulara hitap eder.

Liderseniz eğer; ideal vizyonun oluşturulması için; içinize bakın, insanlarınızı hizaya sokmayın, uyum sağlayın, insanlarına öncelik verin, sonra da stratejiye... Liderin vizyonu içtenlikten yoksunsa insanlar bunu sezer.

Çoğu lider açısından farkı yaratacak olan stratejinin daha iyi anlaşılması değildir… Farkı yaratan; işe, strateji ve vizyona tutkuyla bağlanmak ve yüreklerle zihinleri anlamlı bir gelecek arayışına sokmaktır…

Yüreğini sağlıklı bir dozda işin içine katmayan bir sözde lider yönetebilir ama önderlik edemez…Hiçbir canlı tek kanatla uçamaz. Tanrı vergisi liderlikte yürekle kafanın, duyguyla düşüncenin buluştuğu yerde kendisini belli eder. Duygu ve düşünce; liderin süzülerek yükselmesine olanak veren iki kanattır.  

Zekâ tek başına lider yaratmaz. Liderler bir vizyonu sevk vererek, yol göstererek, esinleyerek, dinleyerek, ikna ederek ve en önemlisi ahenk yaratarak gerçekleştirir.

Örgütlerde ahenk içinde olan insanlar daha verimli olurlar... Ahenk için ses tonu, gözler ve yüz ifadesi gerekir… Uyum sağlamak haz verir… Başkaları ile ahenk kurabilmek için kişinin kendisinde bir nebze olsun huzur bulunmalıdır.

Lider ahenk kurduğunda bunu insanların gözlerinden okuyabilirsiniz: İlgi dolu ve ışıl ışıldırlar…

Asık suratlı liderlerin ekiplerinde ahenk bozulur, verimlilik düşer… Bu ekipte liderlerini hoşnut etmek için sarf ettikleri telaşlı çaba kötü kararlar almalarına ve yanlış stratejiler seçmelerine yol açar…

Neşter de iğne de nezaket ve şefkatin eşliğinde daha az acı verir… Liderin duyarsız mesajları ölüm döşeğindeki insanlara bile hastalığın kendisinden daha fazla duygusal ıstırap çektirir.

Sinirbilim artık gözlerin gönüllere açılan pencere olduğu yönündeki şiirsel fikre yakın bir şey söylüyor bizlere… Dolaysıyla gözleriyle gülmeyen bir liderin hiçbir başarı şansı yoktur. Böylesine bir lider insanlara hükmeder ancak yönetemez…

Ekiplerini normlar arasında tutsak eden liderler ahenge önderlik edemezler…

Empati, insanları beden dilinin inceliklerine ayarlayan ya da sözcüklerin altındaki duygusal mesajı duymalarını sağlayan bir panzehirdir. Empati romantizme katkıda bulunur. Ancak duygusal ihmal de empatiyi köreltir…Empatiden yoksun liderler ahenksizlik yaratacak biçimde davranırlar.

Bir lider yükseklere tırmandıkça kendisini doğru değerlendirme olasılığı da gittikçe azalır…

Lider sonuç almak için insanlarına ne denli baskı uygularsa insanlarında o denli kaygı uyandırır. Baskı, düşünmeyi engeller, yenilikçi düşünme yeteneğini kısıtlar…

Yalnızca öfkesini değil tiksinme ve küçümseme duygusunu belli eden zorlayıcı liderler çalışanları üzerinde yıkıcı bir duygusal etki yaratırlar…

Örgütlerde lider tarafından yapılan müdahaleci ve denetleyici tavır; insanlarda heves yitirir, hedef küçültür, özgüven sarsar… Lider, insanlara hükmetmeye çalışırsa zaten yenilmiş sayılır…

Lider ne kadar bilirse bilsin, insanlar onun kendilerini umursadığını bilmezlerse, onlar da liderin ne bildiğini umursamazlar. Liderdeki ilgisizlik, umursamamazlık ve dikkat etmemek; insanlarına yaptığı en kötü zülümdür... Liderin basit bir ihmali insanlara kötü bir muameleden daha fazla zarar verir…

Liderlerin başkalarının ne hissettiğini kaydedememesi duygusal zekâ bakımından büyük bir eksiklik, insan olmak anlamında da trajik bir başarısızlıktır.

İyimser liderlerin ekip üyeleri kendilerini daha iyi hissederler... Lider ile temas ettikten sonra kişi kendisini daha iyi ve daha değerli hissediyorsa işte o zaman lider görevini yapıyor demektir.

Lider ve yönetilenle olan ilişkilerde insana sevgi ve sevgi yüklü sabırla yaklaşmayan, insanların hep olumsuz taraflarını görüp onlara karamsar bir yüzle bakan bir ilişkinin, nasıl bir ilişki olursa olsun başarı şansı yoktur.

Lider ne hissettiğini anında söylemezse engellenmiş hislerin yavaş yavaş birikmesine yol açar… Sonra bir gün bu yüzden patlayıverir… Geri bildirim olmadan insanlar karanlıkta kalırlar… Birçok yönetici hayati önem taşıyan geribildirim sanatında ustalık gösteremez. Bu eksikliğin maliyeti büyüktür.

Hastalıklı eleştiri (Harry Levinson) çok tehlikelidir. Eleştiriler gereği yapılabilecek şikâyetler olarak değil, kişisel saldırılar şeklinde dile getirilir; biraz nefret, biraz iğneleme ve biraz aşağılamaya karşılık önyargılı suçlamalar yapılır. Her ikisi de savunmacılığa, sorumluluktan kaçmaya ve nihayet araya duvar örmeğe ya da mağduriyet hissinden kaynaklanan bir pasif direnişe yol açar… Bu nedenle eleştiride belirleyici olun, ne iyidir, ne kötüdür açık olun, sorunu tam olarak belirtin, bir çözüm önerin, bizzat yapın, eleştiri ve övgü yüz yüze ve baş başayken yapıldığında etkilidir.

Eleştiriye hedef olanlar; eleştiriyi kişisel bir saldırı olarak değil de işin nasıl daha iyi yapılabileceğine dair değerli bir bilgi olarak görmeli, sorumluluk almalı ve savunmaya geçmemelidirler…

Sonuç

Daha iyi yönetebilmek için uygulanan bölüp yönetme, başkaldırmaya izin vermeden baskı altına alma, zayıflatma ve geriletme yöntemine biz genellikle ‘’Yönetim Bilimi’’ adı veririz. Ve bu yönetim biçimi de genellikle örgütlerde uygulanır… Ve yukarıda anlattığım şekilde ve liderlerle uygulanır… Bu anlamda kurumlarımıza genel olarak baktığımızda onların aslında örgütlü birer sevgisizlik kurumları olduğunu görürüz…

Örgüt içinde ve liderin dilinde ve gözünde güzel ve sevgi sözcüğü olmayan toplumların insanlarının içinde yaşama sevinci olmaz, bu insanların yüzlerinde de hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları eksik olmaz… Böylesi toplumların sokaklarında ve evlerinden şen şakrak kahkahalar atılmaz, sokaklarda insanlar rengârenk elbiseler giymezler… Böylesi toplumlarda evler morglardaki tabutluklar gibi sessiz ve sakindirler... Böylesi toplumların kendi aralarında gürültüleri, tartışmaları, kavgaları eksik olmaz… Böylesi toplumların insanlarının dillerinde kin, nefret, intikam, garez, öç kelimeleri ve bu kelimelerin insanlara ve topluma getirdiği davranış formu eksik olmaz… Özetle böylesine bir örgüt, böylesine bir toplum mutlu olamaz…

Dünyanın en büyük sosyologlarından olan Alman düşünür Max Weber; ‘’ayakta kalan kurumlar bir liderin karizması nedeniyle değil sistem içinde liderliği geliştirdiği için başarılı olurlar’’ derdi…

Ben daha ne diyeyim!

Ama ben yine de diyeyim! Yazı serim devam edecek!

Osman AYDOĞAN



La Casa de Papel 

09 Nisan 2020

Son günlerde sosyal medyada bir espri söz dolaşıyor: ‘’Valla Casada no Papel’’ Bu espri söz aslında ‘’La Casa de Papel’’ isimli bir Netflix dizisinden üretilmiş… Hal böyle olunca da bana ‘’La Casa de Papel’’ isimli bu Netflix dizisini anlatmak kaldı!…

Ama önce her zaman olduğu gibi kısa bir bilgi:

Netflix

Netflix film-dizi yapımcılığı ve dağıtımı alanında faaliyet gösteren 1997 tarihinde kurulmuş ABD’li bir şirkettir. Adı, İngilizce internet anlamına gelen "net" ve Amerika'da günlük konuşma dilinde "filmler" anlamına gelen "flicks" kelimesinden gelir. Başlangıçta İnternet üzerinden gerçek zamanlı veri akışı ve video-on-demand ile posta yoluyla DVD dağıtımı alanlarında uzmanlaşır.

Netflix 2007’de akışkan medya aracılığıyla internet üzerinden film izleme olanağı sunarak iş alanını genişletir. 2010’da ilk olarak Kanada’ya açılır ve zaman içinde veri akışı servisi büyümeye devam eder. Ocak 2016 itibarıyla Netflix 190’dan fazla ülkede hizmet vermeye başlar.

Netflix, 2013’te ‘’House of Cards’’ adlı ilk dizisiyle içerik üretmeye de başlar. O günden bu yana film ve televizyon dizisi üretimlerini hızla artırır. Şirket, 2016’da 126 orijinal dizi ve film yayımlar. Bu rakam, ücretli Amerikan televizyon kanallarının tümünün daha fazladır.

Günümüzde 190 ülkede 125 milyon aboneye ulaşan Netflix, Kanada’dan sonra diğer kıtalara ve ülkelere de açılır. Avrupa’nın yanı sıra Orta Doğu ve Afrika pazarına da girer. Bunu da bölge ülkelerinin dizileriyle gerçekleştirir. Örneğin ülkemizde Çağatay Ulusoy ve İpek Gökdel’in ‘’Karakalem’’ adlı romanından uyarlanan ‘’The Protector’’ Netflix’in ilk dizisidir. Bu dizide ‘’Hakan’’ karakterini Çağatay Ulusoy canlandırır. İtalya’da ‘’Luna Nera’’ dizisinin hikâyesi, 17’nci yüzyılda geçen şeytan oldukları iddia edilen yedi kadının öyküsünü anlatıyor. Bir başka örnek ise Polonya’dan; Ruslar, Polonya’yı işgal ediyorlar.

‘’La Casa de Papel’’ dizisi

Bu projelere bir başka örnek de İspanyol dizisi ‘’La Casa de Papel’’dir. ‘’La Casa de Papel’’ (Money Heist, Türkçesi: Kâğıt Ev) İspanyol yapımcı Álex Pina tarafından İspanya'daki Antena 3 kanalı için yapılan ve 2 parça halinde yayınlanan tek sezonluk bir soygun dizisidir. 2 Mayıs 2017'de ilk kez yayınlanır ve 23 Kasım 2017'de sona erer. İki sezondan oluşan dizinin ilk sezonunun süreleri yeniden düzenlenerek 9 bölümden 13 bölüme çıkartılır ve 25 Aralık 2017'de de Netflix'e eklenir.

'’La Casa de Papel’’ dizisi bahsedildiği gibi bir soygun dizisidir. ‘’La Casa De Papel’’ soygun girişiminde bulunan 9 hırsızdan oluşan bir çeteyi anlatır. Soyguncuların amacı İspanyol Kraliyet Darphanesini soymaktır. Ama bunu gerçekleştirirken halkın parasını değil de olmayan parayı çalmayı planlarlar.

Çete lideri hariç bu sekiz kişi kod adı olarak, Berlin, Tokyo, Denver, Moskova, Nairobi, Rio, Helsinki, Oslo gibi şehir adlarını alırlar. Dizideki her bir karakterin farklı bir kişilik ve farklı bir hayat hikâyesi var.

Dizideki tüm süreci planlayan ve soyguncuları seçen kişi ve soygunun beyni olan kişi Profesör’dür.  Çete Madrid’de İspanyol Kraliyet Darphanesini basıp, 67 kişiyi de rehin alarak karşılıksız gerçek para basarlar.

''La Casa de Papel'' dizisinin verdiği mesajlar

Bizler genellikle pek dikkat etmeyiz ama çağımız semboller çağıdır. Ve semboller filmlerde ve dizilerde sıkça kullanılır. Örneğin başlı başına Yahudiliği anlatan meşhur Hollywood yapımı ''Matrix'' filmi baştan sona kadar sembollerle donatılmış bir filmdir. İçinde saklanmış semboller, fark edilmeden ve bunların tekabül ettiği şeyler düşünülmeden seyredilirse, ancak bir sürü saçmalıkla doldurulmuş Hong Kong malı kung-fu filmlerinden bir tanesi daha seyredilmiş gibi olur. Öte yandan semboller tespit edilip, üzerlerinde kafa yorulmaya başlanırsa, filmin aslında anlatmaya çalıştığı pek çok şey olduğu fark edilir. Benzer şekilde ''La Casa de Papel'' dizisi de sembollerle ve simgelerle donatılmıştır. 

Dizinin ‘'Profesör’' karakterini canlandıran Alvaro Morte soygun ekibini motive etmek için ‘‘ekonomik ve finansal sistemi reddetmek’’ mesajını verir. Dizide de bu ret olayı birçok sembollerle ve simgelerle işlenir. Mesela İtalyan devrimci şarkısı ‘‘Ciao Bella’’nın sürekli çalınması, soyguncuların kıyafetlerinin Guantanamo esirlerininkiyle benzerliği, askerlerinin Anonymous ve Salvador Dali’nin yüz ifadesini çağrıştırması ve kıyafetlerinin kırmızı olması gibi...

Tabii ki soygunda kullanılan bu semboller ve simgeler bilinçli olarak kullanılmıştır. Salvador Dali Katalonya doğumlu bir ressamdır. Dali, yaşamı boyunca her türlü dayatmayı, yanlışı kabul etmemiş, çizgilerin dışında yaşamış anarşist ruhlu, protest bir ressamdır. Katalonya ise İspanya’da özgürlük hareketinin merkezidir. Kırmızı rengin kullanılması ise Kızıl Ordu’yu çağrıştırır. Kızıl Ordu ise işçilerin ve ezilenlerin ordusu olarak bilinir. ''Ciao Bella'' ise malum; sosyalist düşüncenin, devrimci hareketlerin milli marşı gibidir. Dolaysıyla bu simgelerle hırsızlar halkın ezilenlerden yana protest yüzünü temsil ederler. 

Dizide bunların dışında toplumda elitlere ayrımcılık yapıldığına ve polisin ve hükümetin çürümüşlüğüne vurgu yapılır. Profesör de her yıl Avrupa’da karşılığı olmayan para basımına karşılık bu sefer halkın darphaneden para çekme hakkı olduğunu savunur.

Dizide bu soygun bir tür isyana dönüştürülür ve dünyadaki eşitsizliklere, kapitalist düzene karşı isyanı kara mizahla verilir. Bu şekilde de Ciao Bella, Dali, Kızıl Ordu ve biraz da çok basit ve tatlı bir sosyalizm manifestosuyla soygun meşru hale getirilir. Bu şekilde de izleyiciler soyguncuların tarafına geçirilir. Ancak yine de soyguncular soyguncudurlar; Darphanede bastıkları paraları alıp giderler!

Ve sonuçta dizide sol ideoloji bir araç olarak kullanılarak, kapitalist düzene, dünyadaki eşitsizliklere, ekonomik ve finansal sisteme karşı olan izleyicilerin gazı alınır, ABD ve uzantısı film endüstrisinin her zaman yaptığı gibi. Bir vakitler ülkemizde de ''Kurtlar Vadisi Irak'' filmiyle ABD'nin Irak işgaline, TSK'nın seçme birliklerinin başına çuval geçirilmesine ve Irak'taki Türkmen katliamlarına karşı ABD'den sanal bir intikam alınarak Türk insanın gazının alınması gibi. 

Dizide böylesine büyük bir soygun bu şekilde sadece meşrulaştırılmakla, izleyicilerin soygunlara karşı tepkilerini yumuşatmakla da kalmaz, kapitalist sistemde benzer soygunlara, vurgunlara karşı da izleyenlerin tepkileri şimdiden etkisiz hale getirilir. 

Dizide ilginç mesajlar da veriliyor. Buna bir örnek: "İnşa edilen bir kütüphane, yaratılan bir hayat demektir; yığılmış kitaplar toplamı değildir asla."

''La Casa de Papel'' dizisinin jenerik müziği

Her şey bir tarafa ama ''La Casa de Papel'' dizisinin çok güzel bir tarafı var. O da bu dizinin jenerik müziği olarak İspanyol caz sanatçısı Cecilia Krull‘un seslendirdiği ‘’My life is going on’’ şarkısıdır.

Bu şarkıyı bir dinleyince bir daha dinlemek istersiniz. Sırf bu müzik yüzünden diziyi tekrar tekrar izlemek istersiniz. İnsanın ruhuna dokunan, insanın içini ısıtan yumuşacık, kadife bir ses ve naif bir müziktir ‘’My life is going on’’ şarkısı.

Ve şarkıda geçen şu söze de takılıp kalırsınız: "Seninle kalıp, yanlış olanı seçiyorsam, umurumda bile değil. " (If ı stay with you, if ı'm choosing wrong, ı don't care at all.)

Şimdi siz takmayın kafaya sosyal medyada dolaşan ‘’Valla Casada no Papel’’ espri sözünü… Her ne kadar şarkının adı ‘’My life is going on’’ ise de siz onu şu şekilde mırıldanarak şarkıya eşlik edin: ’’Our life is going on’’

Osman AYDOĞAN

Cecilia Krull, ‘’My Life Is Going On’’:
https://www.youtube.com/watch?v=F1oHBcTdKL4

Dizide farklı bir yorumla verilen İtalyan devrimci şarkısı ‘‘Ciao Bella’’.
https://www.youtube.com/watch?v=HO3u9dDfKEo



Mephisto

08 Nisan 2020

Dünkü yazımda Fransız Mareşal Henri Philippe Pétain’i anlatırken Friedrich Engels’in Fransa’da ve Almanya’daki köylü sorunu hakkındaki söylediklerinden yola çıkarak Engels’in köylüler üzerine düşüncelerini uzun uzun anlatmıştım… Kısaca şunu söylüyordu Engels; ‘’diktatörlerin en büyük destekçileri köylüler olmuştur…’’ Bu yazımda Engels’e bir itirazımı ifade etmek istiyorum: Diktatörlerin en büyük destekçileri sadece köylüler olmamıştır. Diktatörlere en büyük destekçileri köylülerden de daha fazla Mephisto’lar yani Gustav Gründgens’ler, Hendrik Höfgen karakterleri olmuştur…

Ne demek mi istiyorum? Bir örnekle anlatayım o zaman…

Ama önce kısa (!) bir bilgi vermem gerekiyor…

II. Dünya Savaşı sonrasında Alman Edebiyatı: Trümmerliteratur ve Exilliteratur

Bu sayfadaki daha önceki bir yazımda Almanya’da II. Dünya Savaşı sonrasında şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türünden bahsetmiştim: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı) Bu yazımda da ‘’Yıkım Edebiyatı’’nın Heinrich Böll’le beraber en önemli temsilcilerinden birisi olan Wolfgang Borchert’i ve onun ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür)  (Can Yayınları, 2018) isimli oyunu anlatmıştım…

Alman edebiyatında ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı) dışında bir de ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) vardır. Almanya’da 1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı, edebiyatçısı da yurtlarını terk etmek zorunda kalır… İşte sürgündeki bu edebiyatçıların yazılarına, eserlerine de ‘’Sürgün Edebiyatı’’ adı veriliyor… Tıpkı bizde de kumpaslarla Silivri zindanlarına atılan subayların eserlerinin oluşturduğu ‘’Silivri Edebiyatı’’ gibi…

1933 yılından 1960’lı yıllara kadar böylesine zorlu bir dönemde güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen de sürgündeki edebiyatçıları vasıtasıyla dünya çapında eserler ortaya çıkar.

Elias Canetti, (Körleşme - Die Blendung, Kitle ve İktidar - Masse und Macht),
Hermann Broch (Vergilius’un Ölümü - Der Tod des Vergil, Büyülenme - Die Verzauberung),
Alfred Döblin (Berlin Aleksander Meydanı - Berlin Alexanderplatz),
Robert Musil  (Niteliksiz Adam - Der Mann ohne Eigenshaften),
Joseph Roth (Hotel Savoy, Bir Katilin İtirafları - Beichte eines Mörders),
Thomas Mann (Doctor Faustus) ve
Klaus Mann (Mephisto, Bir Kariyer Romanı - Mephisto, Roman einer Karriere) gibi yazarlar ve örnek verdiğim eserleri Alman Sürgün Edebiyatı'nın bu yazarları ve eserleridir.

Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların sayısı ve eserleri bu isimlerden daha fazladır… Ancak hemen hemen tamamı bahsettiğim kitapları ve daha fazlasıyla despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarırlar…  

Mephisto

Bu yazımda bu edebiyatın en güçlü temsilcilerinden birisi olan Klaus Mann’ın 1936 yılında yayınladığı ve 20. yüzyılın en büyük romanlarından birisi olarak kabul edilen “Mephisto: Bir Kariyer Romanı” isimli romanını anlatacağım… Daha önce Klaus Mann’ın bu romanından uyarlanan aynı isimli oyunu Türkçeye çevrilmesine ve Türkiye’de sahnelenmesine karşın ne yazık ki romanın Türkçe yayınlanması ancak günümüze, 2019 yılına nasip olur. (!) (Mephisto, Everest Yayınları, 2019)

Mephisto, diğer adıyla Mephistopheles; şeytan, iblis, hain anlamına gelir… Mephisto, Hristiyan mitolojisinin Cennetten kovulduğu farz edilen yedi şeytandan birisidir. Avrupa’da Rönesansta yaygın olarak kullanılmıştır. Bir Hristiyan miti olmasına rağmen İncil'de adına rastlanmaz…

Mephisto sözcüğü ile ilk olarak Goethe’nin ünlü kitabı Faust’ta karşılaşırız… Mephisto, Faust’ta akıl ve kudret karşılığında Faust'un ruhunu satın alan şeytan olarak karşımıza çıkar…

Günümüz Türkiye’sini anlamak için okunması mutlaka elzem olan bu romanı tanıtmadan önce kitabın yazarı Kalus Mann’ı ve romanda Hendrik Höfgen karakteri olarak anlatılan Gustav Gründgens’i kısaca tanıtmam gerekiyor…  Klaus Mann ve Gustav Gründgens’i tanımadan kitap anlaşılmaz diye değerlendiriyorum…

Klaus Mann

Klaus Mann, 20. yüzyılın en önemli Alman yazarlarından birisi olan ve 1929 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Thomas Mann’ın (1875 -1955) oğludur… Thomas Mann'ın altı çocuğundan üçü; Erika Mann, Klaus Mann ve Golo Mann da yazardırlar…

Klaus Mann (1906 -1949), henüz on dokuz yaşındayken Paris’te Hemingway ve James Joyce gibi önemli yazarlarla tanışır. Edebiyat çalışmalarına Weimar Cumhuriyeti'nde, o zamana göre tabu sayılacak konular üzerinde başlar… Hitler’in iktidara gelmesiyle 1933 yılında Almanya’dan kaçmak zorunda kalır… Bu kaçıştan sonra Klaus Mann, nasyonal sosyalizme karşı cesur yazılar yazar… Sürgünde iken 1943 yılında ABD vatandaşlığına geçer… Eserleri Almanya'da ölümünden çok sonra keşfedilir... Bugün 1933 yılı sonrası Alman Sürgün Edebiyatı’nın önemli bir temsilcisi olarak kabul görür… Zaten yazı konusu Mephisto’yu da sürgünde iken yazar…

Klaus Mann, romanları, öyküleri, günlükleri, anı-mektup kitaplarıyla dönemin ruhunu, Nazilerin icraatlarını, etkilerini, tepkilerini tüm çıplaklığıyla anlatır…

Klaus Mann, yaşamı boyunca yaşadığı hem kişisel hem de politik hayal kırıklıklarını artık taşıyamamasından dolayı 21 Mayıs 1949 yılında 43 yaşındayken aşırı dozda uyku hapı alarak intihar eder…

Gustav Gründgens

Gustav Gründgens (1899 -1963), 20. yüzyılın en ünlü ve etkili aktörlerinden birisidir. Berlin, Düsseldorf ve Hamburg'daki tiyatro sanat yönetmenliği yapar… Gründgens, Hamburg Kammerspiele Tiyatrosu’nda ilk yönetmenlik deneyimini yaşarken, Klaus Mann ve kız kardeşi Erika ile birlikte çalışır… 24 Temmuz 1926'da Gustav Gründgens, her ikisi de eşcinsel olmasına rağmen Erika Mann ile evlenir… Ancak bu evlilik üç yıl sürer… 

Bu süre zarfında Erika ve Klaus gibi Gründgens de sol kanat aktivitelerindendir ve Alman Komünist Partisi (KPD) üyesidirler… Aynı zamanda Gründgens, Adolf Hitler ve Nazi Partisi'ne duyduğu nefreti de gizlemez…

Gründgens, 1932’de Prusya Devlet Tiyatrosu’na girer… Gründgens’in oynadığı ilk rol de Goethe’den uyarlanan Mephistopheles’tir.

Ocak 1933’te Cumhurbaşkanı Hindenburg, Hitler’e hükumeti kurma görevini verir ve Weimar Cumhuriyeti’ni Nazi Almanya’sına dönüştürecek süreç başlar… 1933’te Klaus ve Erika Mann katıldıkları politik bir kabare nedeniyle Nazi rejimi tarafından kovuşturmaya uğrayınca yurtdışına çıkmak zorunda kalırlar… 1934’te de Klaus Mann Alman vatandaşlığından atılır…

Gründgens ise Almanya’da Gestapo’nun kurucusu Hermann Göring'in himayesine girer… 1934’te Gründgens Prusya Devlet Tiyatrosu’nun sanat yönetmenliğine getirilir... Daha sonra da Göring tarafından Prusya Devlet Konseyi’ne de atanır… Ayrıca Berlin'in başlıca tiyatrosu Staatstheater'ın da direktörlüğünü yapar… Gründgens, 1934'te, ülkeden kaçan bir Yahudi bankacının sahip olduğu Berlin’deki lüks bir villaya taşınır…

Sayısız sanatçı, aydın, düşünür Nazi döneminde çeşitli baskılarla karşılaşır, Klaus ve Erika Mann gibi pek çoğu yurtdışına kaçmak zorunda kalır, bazıları da hayatlarını kaybederken, Gustav Gründgens’in kariyeri ise hiç sekteye uğramaz…

Gustav Gründgens, 1936 yılında Joseph Goebbels ile tanışır… Joseph Goebbels, tüm eşcinsellere açıkça düşman olmasına rağmen, Gründgens; Hitler, Göring ve Goebbels tarafından koruma altına alınır… 1936'da Gründgens, Alman Devleti ile yıllık ortalama 200.000 Reichsmark geliri elde eden bir anlaşmayı imzalar…

Gründgens, bu süre zarfında birçok propaganda filminde başrol oynar ve film başına ortalama 80.000 Reichsmark kazanır… Bir eleştirmen, "Gründgens ilke olarak canavarların hizmetinde bile ego ve kariyer seçen entelektüellerin sembolü olduğunu" iddia eder…

Eylül 1944'te Goebbels, tüm Alman tiyatrolarını savaşın sonuna kadar kapatır… Ancak, Gründgens’in Berlin’deki evinde oturmasına izin verilir... Nisan 1945'te Berlin Kızıl Ordu tarafından ele geçirilir... Ancak Gründgens serbest bırakılır ve tiyatro yeteneklerini Doğu Almanya'da kullanmasına izin verilir… Gründgens 1946 yılında Batı Almanya'ya taşınmayı başarır ve birkaç yıl içinde kendisini ülkenin en iyi bilinen yönetmenlerden birisi haline getirir...

Gustav Gründgens, 7 Ekim 1963’te Manila’da tatildeyken aşırı dozda aldığı bir tabletten ölene dek bir oyuncu-yönetmen olarak büyük rağbet görmeye devam eder…

Mephisto'nun yazılma hikâyesi

Klaus Mann, sürgünde iken yayıncısı Fritz Helmut Landshoff tarafından bir roman yazmak için aylık maaş alacağı cömert bir teklif alır…  Klaus başlangıçta, 22. yüzyılda Avrupa hakkında ütopik bir roman yazmayı hedefler... Ancak yazar Hermann Kesten, kendisine Nazi Almanya’sında başarılı bir kariyere sahip olmak için ideallerinden ödün veren eşcinsellerle ilgili bir roman yazmasını önerir…

Klaus Mann, Hermann Kesten’in tavsiyesini kabul eder ve romanını bir zamanlar kaynı olan Gustav Gründgens'e dayandırır... Roman 1936 yılında yayınlanır… Romanda, (Mephisto) gençliğinde komünist olan bir oyuncu olan Hendrik Höfgen roman kahramanıdır… Ancak Höfgen’in şahsında anlatılan Gustav Gründgens’dir…

Kalus Mann, kitabını Almanya’da yayınlamaya çalışır... 1949 yılının nisan ayında, yayıncısından Gustav Gründgens'in itirazları nedeniyle romanının ülkede yayınlanamayacağını söyleyen bir mektup alır… Roman, Gustav Gründgens’in kişilik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle uzun yıllar yasaklı kalır... Roman, 1981 yılında yeniden basıldığında hemen kült eser haline gelir ve günümüze kadar hep gündemde kalmaya devam eder…

Mephisto Romanı

Spiegel dergisi kitap hakkında; ‘’Mephisto, 1930’lu yıllarda faşizm yükselirken, boyun eğme ve direnme, kariyer ve ahlak arasında kalanların hikâyesini anlatan en iyi roman” diye yazar… Almanya’nın bir numaralı edebiyat eleştirmeni Marcel Reich-Ranicki de kitap hakkında; “İki dünya savaşı arasındaki Almanya’yı, hatta Avrupa’yı anlamak için bu romanı okumalı” diye konuşur…

Kitap tanıtım bülteninde de ‘’Zorbaya boyun eğenlerin trajedisini, inandırıcı ve derin karakterleriyle işleyen Mephisto, 1930’lar Almanya’sında Naziler yavaş yavaş iktidara gelirken, Nazilerle işbirliği yapan oyuncu Hendrik Höfgen’in hikâyesini anlatır… Nazilerin ideolojisinden hazzetmese de, kariyerinde yükselmek için iktidara hizmet eden ve bu uğurda önce dostlarını, sonra da ruhunu kaybeden Höfgen, her devirde türlü türlü kılıklarda karşımıza çıkan oportünisti temsil eder…’’ diye yazar…

Klaus Mann, romanında Hendrik Höfgen karakterinin kariyer yolculuğunun geri planında 1920’lerden 1936’ya kadar Almanya’daki dönüşümü anlatır… Roman kahramanı Hendrik Höfgen sosyalist bir tiyatro oyuncusudur. Liberal görüşlü bir müsteşarın kızıyla evlenmiştir… Hitler iktidara gelmiş, faşizme sürüklenen ülkede çok sayıda sanatçı mahpuslara tıkılmış, kimi işkenceden geçmiş, kimi öldürülmüş, 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı edebiyatçısı yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Almanya’daki bu dikta rejiminde bir dolu arkadaşı Nazilerin şiddetine ve yıldırma politikalarına maruz kalmışken Höfgen, yalnızca kendi kişisel kariyerini ve ikbalini düşünerek siyasi bir tavır alır sanki hiç böyle şeyler yaşanmamış gibi kulaklarını tıkar, gözlerini yumar, ağzını kapatır, üç maymunu oynar. Höfgen, tutkuları uğruna faşizme tutsak olur, iktidarla uzlaşır ve yeni sistemin yıldızlığına yükselen bir aktörü olur…  Bu süreçte tüm insani ilişkilerini şöhret basamaklarından tırmanmak için kullanır…

Romanda zenci sevgilisi Juliette, Hendrik Höfgen’e sonunda şöyle hitap eder: “Senin kendinden ve kariyerinden başka bir şey umurunda mı? Pis mesleğinin dışında her şey sana vız geliyor! Başka nasıl çalışabilirdin komünistleri öldürten insanlarla? Sokağa çık biraz Hendrik! Tiyatrodan dışarı çık biraz! Dostlarını sokaklarda öldürüyorlar Hendrik! Çuvallara doldurulan cesetleri göllerin, ırmakların dibinde şimdi…’’

Klaus Mann, romanında sadece Höfgen’e odaklanmış gibi gözükse de bahsettiğim gibi romanın arka planında da iktidarı ele geçiren Nazi rejiminin yaptıklarını açık bir şekilde de anlatır…

Klaus Mann Höfgen’i anlattığı romanının ismini “Mephisto” vermesi de tesadüf değildir… Yazımın girişinde Mephisto isminin ilk olarak Goethe’nin Faus’tunda geçtiğini söylemiştim. Goethe’de Faust, yaşamını belirli idealler üzerine kuran ve onlardan şaşmayan bir karakterdir. Karşısına çıkan Mephisto ise onu bütünlüklü bilgiye ulaştırabileceğini söyleyerek Faust’un yaşadıkları ideallerinden uzaklaşmasını sağlar… Faust’un ruhuna karşılık şeytanla yaptığı bu anlaşma onun insani özelliklerini kaybetmesine yol açar.

Orta çağdaki Goethe’nin Faust’un ruhunu ele geçiren Mephisto ile Höfgen’in ruhunu kontrol altına alan despot Nazi rejimi aslında aynı özellikler sahiptir.

Klaus Mann, Höfgen karakterinin şahsında evrensel bir gerçeği işaret eder: Baskı ve despot dönemleri bir yandan dalga dalga korku kültürü yayarken diğer yandan da halka halka fırsatçılar ve çıkarcılar yaratır… Baskı dönemlerinde, iktidarın ideolojisi dâhil ideolojilerin bir anlamı kalmaz… Çıkar karşısında iktidarlar da muhalifler de ideolojilerini bir gömlek gibi değiştirilebilirler… 

Romanın sonunda kötülük sıradanlaşır…  

Mephisto Filmi

Mephisto, Macar yönetmen István Szábo tarafından filme alınır ve film 1981 yılında tamamlanır… Film aynı yıl ‘’en iyi yabancı film’’ dalında Oscar ödülünü alır… Szábo’nun ‘’Mephisto’’ filmi sinema sanatının ve tarihinin önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilir…

Filmde, Hendrik Höfgen karakterini meşhur Avusturyalı oyuncu Klaus Maria Brandauer canlandırır… Romanda da olduğu gibi Nazilerin iktidara geliş sürecinde Berlin Devlet Tiyatrosunda Faust oyununda ki Mephisto karakteriyle ünlü olmuş Klaus Maria Brandauer’in bir sosyalistken Nazi işbirlikçisine dönüşmesi, ruhunu şeytana satması ve Faşizm in bir dişlisi haline gelme sürecini anlatılır… Filmde ayrıca Faşist bir yönetim iktidardayken sanatın nasıl baskı altına alındığını çok güzel bir şekilde verilir…

Sonuç ve günümüz…

Yazımın başında Engels’e olan itirazımı bir daha tekrarlamak istiyorum: ''Diktatörlerin en büyük destekçileri sadece köylüler olmamıştır. Diktatörlere en büyük destekçileri köylülerden de daha fazla Mephisto’lar yani Gustav Gründgens’ler, Hendrik Höfgen karakterleri olmuştur… '' 

Faşist rejim öylesine cezbedici zehirli bir mıknatıs halindedir ki, dün bu sayfada anlattığım gibi Birinci Dünya Savaşı'nın Almanlara karşı savaşan Fransız milli kahramanı Maraşel Henri Philippe Pétain, İkinci Dünya Savaşında bir Hendrik Höfgen karakterine bürünüp Mephisto'laşarak Faşizm yanlısı, Nazi işbirlikçisi bir hain haline gelir...

İtirazımı şimdi daha iyi anlıyorsunuz değil mi?

TV ekranlarına, meclise, medyaya, sosyal medyaya, bürokrasideki basamaklara, iş hayatına, üniversitelere, yargıya, siyasete, ticarete, mafyaya, yazara, yazmayana, çizere, çizmeyene, sokağa ve çevrenize dikkatlice bakarsanız eğer ülkede bir değil onlarca, yüzlerce, binlerce, onbinlerce ve yüzbinlerce kişinin Hendrik Höfgen karakterine bürünerek bir nasıl Mephisto’laştığını görürsünüz...

Çünkü kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir…  

Osman AYDOĞAN



Mareşal Henri Philippe Pétain

08 Nisan 2020

Hepimizin bildiği ''Simyacı''nın da yazarı olan Brezilyalı romancı ve söz yazarı Paulo Coelho’nun pek de bilinmeyen güzel bir kitabı var: ‘’Şeytan ve Genç Kadın’’ (Can Yayınları, 2015) Bu kitap ta bir hikâye geçerdi… Hikâyede bir adam Leonardo da Vinci’nin yaptığı Hz. İsa ile on iki havarisini son yemekte gösterdiği ‘’Son Akşam Yemeği’’ isimli tabloyu anlatıyor…

Hepimizi bildiği bu hikâye kısaca şöyledir:

Bu tabloyu yapmayı düşündüğünde Leonardo da Vinci ‘’iyi'’yi İsa'nın bedeninde, ‘’kötü’’'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet eden Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek ister. Bir gün kilise korosundaki birisinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark eder… Onu model olarak kullanarak İsa tasvirini çizer.

Ancak aradan üç yıl geçmesine rağmen Yahuda için kullanacağı modeli bulamaz. Sonunda Leonardo sokaklarda yatan, vaktinden önce yaşlanmış,  üstü başı perişan berduş bir adam bulur… Leonardo bu adamı kiliseye taşır ve Yahuda için model olarak resmini çizmeye başlar.

Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulan berduş gözlerini açar ve bu yapılan resmi görür ve şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle söyle der: '’Ben bu resmi daha önce görmüştüm’'... ‘'Ne zaman?’' diye sorar Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştır. '’Üç yıl önce... Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce... O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti'’…

Hikâye bu kadardır…  

‘’İyi’’ ve ‘’Kötü'’nün yüzü aynıdır derler... Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...

İşte tam da bu hikâyeyi birebir yaşayan tarihi bir şahsiyet vardır: Bu adam hem bir mareşal, bir milli kahraman hem de bir vatan haini, hem de bir işbirlikçi, hem de bir kukladır…

İşte bu şahsiyet; Birinci Dünya Savaşı sırasında Verdun Muharebesi'nde kazandığı zaferle bir "milli kahraman" durumuna gelen, ancak İkinci Dünya Savaşı'nda işgalci Almanlarla, Nazilerle iş birliği yapan, yurtseverleri Nazilere satan, Vichy Hükümeti'nin başkanlığını yapan, köylü kökenli Fransız mareşali Henri Philippe Pétain’dir…

Burada bir açıklama yapmam gerekiyor: ‘’köylü kökenli’’ tabiri aristokrat ve medenî Fransa’da çok farklı anlam taşır: Bu tabir Fransa’da; kaba saba, kültürsüz, görgüsüz, derinliksiz, yüzeysel, içi boş, patavatsız, kof, afra tafra yapan, celalî, lümpen, hodbin, rüküş ve sevgisiz anlamında kullanılır... 

Hatta Hatta Friedrich Engels; Fransa’da ve Almanya’da köylü sorununu dile getirirken, köylüyü; “kovulmuş” ya da iktisadi bakımdan arka plana atılmış olduğunu iddia eder. Engels’e göre köylü kendini sadece tarla yaşamının yalnızlığına dayanan iç sönüklüğü ile göstermiştir. Engels, bu iç sönüklüğünün de sadece Paris ve Roma parlamenter bozulmuşluğunun değil, ama Rus despotluğunun da en güçlü dayanağını oluşturduğunu iddia eder… Engels’e göre 1848 Şubat devriminin bulanık sosyalist özlemleri, Fransız köylülerinin gerici oy pusulaları sayesinde hızla silinip süpürülmüşlerdir. Dinginliğe sahip olmak isteyen köylü, anılarının hazinesinden köylülerin imparatoru Napoléon efsanesini çıkarmış ve ikinci İmparatorluğu kurmuştur. Köylülerin bu marifeti Fransız halkına pahalıya mal olmuş ve Fransız halkı bugün bile bunun sonuçlarının acısını çekmektedir.

Neyse, dönelim konumuza...

Henri Philippe Pétain 1856 yılında Fransa’nın bir köyünde doğar... Saint-Cyr Askerî Akademisi'nde (The École spéciale militaire de Saint-Cyr) öğrenim görür… Bir süre Askerî Akademide ders verir. Bu görevi sırasında ordunun üst kademelerince savunulan taktik kuramlarına karşı çıktığı için oldukça yavaş terfi eder ve tuğgeneralliğe ancak 1914 yılında 58 yaşındayken terfi eder…

Birinci Dünya Savaşında 1916'da Verdun kentine yönelik Alman saldırısını durdurmakla görevlendirilir… Durumun umutsuzluğuna karşın cephe ve ikmal sistemini yeniden düzenleyerek, topçu birliklerini akıllıca kullanarak ve birliklerine büyük bir moral gücü vererek Verdun'da Almanlara karşı tarihe geçecek bir zafer kazanır… Başkomutan General Robert-Georges Nivelle'in başarısızlıkla sonuçlanan saldırılarının ardından Nivelle'in yerine başkomutanlığa getirilir… Orduda disiplini tekrar kuran Pétain, 1918'de itilaf orduları komutanı General Ferdinand Foch'un zaferle sonuçlanan saldırısına katılır… Kasım 1918'de rütbesi mareşalliğine yükseltilir…

İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların Mayıs 1940'ta Fransa'ya saldırmalarının ardından, Başbakan Paul Reynaud tarafından başbakan yardımcılığına getirilir… 16 Haziran 1940 yılında da başbakan olur… Kısa bir süre sonra Fransa’nın yenilgisinin kaçınılmaz olduğunu öne sürerek ateşkes çağrısında bulunur…

Ateşkesin imzalanmasından sonra Vichy şehrinde (Paris’in güneyinde yer alır) toplanan temsilciler meclisi ve senato tarafından Pétain devlet başkanı ilan edilerek kendisine olağanüstü yetkiler verilir…

Pétain, burada bir hükumet kurar. Hükümet Vichy şehrinde kurulduğu için ''Vichy Hükumeti'' veya ''Vichy Yönetimi'' diye bilinir... Pétain, Almanya’yla yakın işbirliğine gidilmesini savunan Pierre Laval'i  başbakan olarak atar… Bu hükumet, sadece Nazi işgali dışında kalan ve ülke topraklarının yalnızca üçte birini oluşturan Güney Fransa bölgesine hükmeder.

Pétain burada otoriter bir yönetim kurar… Ancak bu bölgede Fransız ihtilali’nin ‘’Liberte, Egalite, Fraternite’’ (‘’Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik’’) ilkelerinin yerine ‘’Travail, Famille, Patrie’’ (‘’İş, Aile, Vatan'’) ilkeleri üzerinden bir devlet politikası yürütür… 

Bu hükumet Nazi işbirlikçisidir. Pétain, işgalci Almanlarla işbirliği yaparak saldırının yol açtığı yıkımı onarabileceğini ve savaş tutsaklarını kurtarabileceğine inanır…

Vichy Hükumeti Müttefikler tarafından hiçbir zaman tanınmaz...Burada küçük bir bir ayrıntıyı aktarmak istiyorum: Bu sayfada çok önceleri anlattığım, Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman gibi dönemin usta oyuncularının başrol oynadığı '’Kazablanka’' isimli filmi tanıtmıştım. Film II. Dünya savaşı devam ederken 1942 yılında çekilmişti. Yani film çekimi esnasında Fransa’da Vichy Hükümet hüküm sürmektedir. Filmin bir sahnesinde Vichy Hükümetini protesto için Vichy markalı bir şarap şişesi çöp kutusuna atılırdı.…

Pétain, Aralık 1940'ta, Almanya yanlısı Başbakan Pierre Laval'i görevden alarak yerine amiral François Darlan'ı getirir... Bu tarihten sonra tarafsız bir politika izleyerek zaman kazanmaya çalışır…

Ancak Almanların baskısıyla Laval'i yeniden başbakanlığa getirir... Nisan 1942'den sonra yönetim üzerindeki etkisini kaybederek tamamen Hitler’in kuklası haline gelir… Ülkesinde yaşayan Yahudileri tek tek yakalatıp Nazilere teslim eder, Fransız kaynaklarını Almanların ayaklarının altına serer, Nazi hükümetini kendisine örnek alır… Hitler'in bütün Fransa’yı Alman yönetimi altına sokacağını ileri sürerek işbaşında kalmaya devam eder…

Pétain, rüzgâr yön değiştirip de ABD ve İngiltere Fransa topraklarına çıktığında ise Müttefiklere yaranmak için kendi donanmalarını batırır.

Ağustos 1944'te General Charles de Gaulle'ün Paris'i kurtarmasından sonra iktidarın barışçı bir biçimde devredilmesini sağlamak amacıyla de Gaulle'e bir elçi gönderdiyse de de Gaulle bu elçiyi kabul etmez… 

Savaşın sonuna doğru Almanlar tarafından Vichy'den Almanya’ya götürülen Pétain savaştan sonra Fransa’ya getirilerek Fransa'da yargılanır… Ağustos 1945'te idama mahkûm edildiyse de cezası sonradan ileri yaşından dolayı ömür boyu hapse çevrilir… Portalet Kalesi'ne hapsedilir ve 1951 yılında 95 yaşında iken orada ölür... Ancak Nazi işbirlikçisi Başbakanı Laval idam edilir…

Yazımın girişinde Paulo Coelho’nun kitabında anlattığı hikâyedeki gibi işte; ‘’İyi’’ ve ‘’Kötü'’nün yüzü aynıdır... Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır... İnsan ''ne oldum'' dememeli, ''ne olacağım'' demeli... Tıpkı Solon'un Lidya Kralı Krezüs'e söylediği gibi: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Soruna cevap vermem için önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden."

İkinci Dünya Savaşının son bulmasıyla Vichy Hükumeti de son bulur. Ancak Vichy Hükumetinden Fransa'ya ve Dünyaya bazı hatıralar kalır:

Vichy Hükumetinin paraya ihtiyacı olduğu için başta ‘’sevgililer günü’’ olmak üzere ‘’anneler günü’’, ‘’babalar günü’’ gibi harcama yapılan günler, devlet hazinesine fazladan gelir sağlamak amacıyla Pétain zamanında o günlerde icat edilir…

İkinci Dünya Savaşından sonra Fransa’da Vichy Hükümeti’nin Yahudi soykırımı ve antisemitizme verilen desteğinden dolayı ‘’sessiz kalma suçu’’ üzerine bir yasa çıkarılır… Yani ‘’Görmedim, duymadım, bilmiyorum’’ mazereti altında ‘’üç maymun’’u oynamak Fransa’da yasa tarafından bir suç haline getirilir…

Kahraman da olsa hain de olsa neticede Pétain bir askerdir... Ömrü her iki dünya savaşının cephelerinde geçmiştir… Şu söz Pétain’e aittir: ‘’ ‘Kanımızın son damlasına kadar savaşacağız’ demek kolay, ama budalaca bir sözdür. Zaten söylenir, ama yapılmaz. Cinayettir üstelik!’’

Pétain’i bu kadar uzun uzun anlatmamın nedeni şu:

Le Monde Diplomatique dergisi yıllarca önce ‘'Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’' adlı bir küçük kitapçık yayınlar... Bu kitapçıkta yer alan Fransız gazeteci, yazar ve Le Monde Diplomatique dergisinin direktörü Claude Julien'in makalesinde İşte bu Pétain’in başbakanlığı ve başkanlığı döneminde Fransa’da Pétain’in kişiliğinin ve egemen olan ruh halinin bütün bir Fransa’yı etkilemiş olduğunu yazar...

Claude Julien’in yazdığına göre Fransa’da ülkeye o zaman egemen olan bu kişilik, bu ruh hali, bu köylülük, bu kültürsüzlük, bu görgüsüzlük, bu afra tafra, bu şiddet, bu celâl, bu gerginlik, bu lümpenlik, bu hodbinlik, bu rüküşlük, bu sevgisizlik ve Nazilere bu yalakalık ülkenin bütün bir toplumsal sınıflarını, bütün şehirlerini, bütün caddelerini, bütün sokaklarını, bütün evlerini etkiler…

Sosyologların, psikologların, antropologların, tarihçilerin ve siyasetçilerin incelemesi gereken bir durumdur bu…

Osman AYDOĞAN



Dil ve Türkçe üzerine - 9: Kullandığımız kelimelerin duygu, düşünce ve kaderimize etkisi üzerine…

07 Nisan 2020

Şu iki atasözünü tekrar vermek istiyorum:

Yunan atasözü: ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’ Ve devam ederdi bu Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’ Ve bir Japon atasözü: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’

Kullandığımız kelimeler…

Bu atasözlerini burada bırakıp sözü Mahatma Gandi’ye bırakayım:

‘’Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.’’

Gandi’ye göre; ‘’kullandığımız kelimelerimiz ve düşüncelerimiz bizim kaderimizdir.’’

Zaten çoook önceden Mevlânâ da aynı şeyi söylememiş miydi?

‘’Kardeşim sen düşünceden ibaretsin.
Geri kalan et ve kemiksin.
Gül düşünürsün, gülistan olursun.
Diken düşünürsün, dikenlik olursun.’’

Bilenler bunu böyle söylüyor; ‘’kullandığınız kelimeler düşüncelere, sonunda da kadere dönüşür.’’

İnsanın ruhu onun yazgısıdır…

Alfred Adler ‘’İnsanı Tanıma Sanatı’’ (Say Yayınları, 2016) isimli kitabına Heredot’un ‘’Düşünce’’yi ‘’ruh’’ ile özdeşleştiren şu sözü ile başlar; "insanın ruhu onun yazgısıdır."

Bu görüşe göre; ruhsal yaşamda geçen bütün olaylar, birey tarafından saptanan bir amaca hazırlık niteliği taşır.

‘’Bir kimse gözüne bir amaç kestirmişse, ruhundaki olaylar ister istemez ortada uyulması gereken bir doğa yasası varmış gibi bir akış izler.’’

En küçük atomdan en büyük yıldıza kadar evrende her şeyin devinim içinde olduğunu söyleyen, Hippocrates’in çağdaşı olan Abdera’lı Democritus şöyle söylerdi: ‘’İnsanın mutluluğu ya da mutsuzluğu kazandığı altın ya da eşyayla bağıntılı değildir. Mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır. Bilge bir kişi her yerde kendini evindeymiş gibi hisseder. Evrenin tümü onurlu bir ruhun evidir.’’ Democritus’a göre; ‘’mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır.’’

Evren düşünceden ibarettir…

Evrende her şey iki kere yaşanır; olaylar önce zihinde tasarlanır, sonra da gerçekleşir, tıpkı bir mimarın bir binayı tasarlayıp planını çizmesi ve mühendisin de onu inşa etmesi gibi… Zihinde tasarlanmayan hiçbir şey evrende gerçekleşmez.

Düşler kurarız kelimelerle, düşüncelerle ve zamana bırakırız bu düşleri, onlar da tıpkı toprağa düşen tohumlar gibi, zamanla filizlenip gelişirler ve yaşadığımız gerçek olarak karşımız çıkarlar.

İnsanların isteklerini elde edememelerinin tek sebebi, olmasını istedikleri şeyler yerine, olmasını istemedikleri şeyler üzerine düşünüyor olmalarıdır.

Ve düşünceler somutlaşır…

Yaşadığımız dışsal gerçeklik aslında kendi içsel psikolojimizin somutlaşmış halidir. Her şey düşüncemizde başlar ve onunla somutlaşır. Bir Çin atasözü düşüncelerimizin evrene saldığımız bir frekans olduğunu söyler; düşüncelerimizin evrene bir etkisi ve evrenin de buna bir tepkisi olurmuş.

Düşünceler manyetiktir ve frekansları vardır. Düşünceler manyetik sinyaller yayarlar ve bu sinyaller ait oldukları düşüncelerin benzerlerini size doğru çekerler…

Düşünceleriniz ve odaklandığınız ne varsa hepsi size geri döner. Yaşamımız sahip olduğumuz baskın düşüncelerin aynasıdır. Varlığa odaklanırsanız varlığı, yokluğa odaklanırsanız da yokluğu yaşarsınız… Hayat tamamen bir odaklanma sorunudur…

Kendimiz dünyadan ve evrenden ayrı değil, dünya ve evren ile bir bağlantı halinde ve o muazzam evrenin, organik bir bütün olan evrenin bir parçasıyız. Öyle organik bir bütün olan evrenin parçasıyız ki, bir Çin atasözünde söylendiği gibi ‘’bir ot yolarsanız tüm bir evreni sarsarsınız.’’

Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) (İmge Kitapevi, 2000) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapar. Günümüz Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemez zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’

İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisi olan Muhyiddin İbn-i Arabî’nin ortaya koyduğu Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunur.

Evrende bir etki ve tepki akışkanlığı içerisinde yaşamaktayız. Ne ekersek onu biçeriz. Buğday eken buğday biçer, arpa eken arpa, domates eken domates. Hiç görülmemiştir; patates ekip de ayçiçeği biçen veya biber ekip de havuç ürünü alan!

Benzer şekilde hep olumsuz kelimeler kullananın ve düşünenlerin, hep karamsar bir ruh halinde içinde olanların iyi olaylarla karşılaştıkları ve mutlu oldukları hiç görülmemişlerdir.

Mutlu olmak bir ruh hâlidir, bu ruh hâli de kendimize bağlıdır. Nerede ve kiminle olduğumuz önemli değildir. ‘’Nasıl’’ olduğumuz ve ‘’kendimizi nasıl hissettiğimizdir’’ önemli olan.

Hem olumsuz duygulara sahip olup hem de kendimizi iyi hissetmemiz imkânsızdır. Olumsuz düşünce ve mesajların bizlere hiçbir faydası yoktur.

Depresyon, öfke, alınganlık, suçluluk duygusu; bunlar olumsuz duygulardır ve kendimizi güçlü hissetmemize izin vermezler. Eğer ortada bir problem varsa buna dışarıdan birisi veya başka bir şey yol açmazlar; kendi düşüncelerimiz kendi problemlerimizi yaratır. Yaşadığımız her şeyin temel kaynağı düşüncelerimizdir.

Umut besleyen kişiler hedeflerine doğru ilerlerken diğerlerine oranla daha az depresif, daha az kaygılı ve duygusal açıdan daha az sıkıntılı görünürler. İyimserlik gibi yakın akrabası umudun da şifa gücü vardır.

Düşünce gerçeğin bir tasarımıdır….

Avusturyalı düşünür Ludwig Wittgenstein’i hatırlarsak, Wittgenstein ‘’Tractatus’’ isimli eserinde ‘’düşünce’’yi ‘’tasarım’’ olarak kabul edip şöyle yazıyordu; ‘’Olguların mantıksal tasarımı, düşüncedir.’’ "Bir olgu bağlamının düşünebilir olması şu demektir: Biz onun bir tasarımını kurabiliriz.’’ ‘’Doğru düşüncenin toplamı, dünyanın bir tasarımıdır.’’ ‘’Düşünce, düşündüğü olgu durumunun olanağını içerir. Düşünülebilir olan, olanaklıdır da.’’ Burada Wittgenstein’ın en önemli tezi şu cümlede yatıyor; ‘’Düşünülebilir olan, olanaklıdır da.’’

Wittgenstein’in söylediği gibi düşünce bir tasarımdır.

Tasalarımız kendi kendini doğrulayan kehanete dönüşüp öngördükleri felaketlere bizleri sürüklerler. Bilimde “Ters Çaba Kuralı” diye bilinen bir kural vardır. Şu şekilde formüle edilir: ‘’Başınıza gelmesinden korktuğunuz şeyleri fazla düşünürseniz, gerçekleşme ihtimalini artırırsınız.’’

Telefonumuzu saat sabahın 05’00’ine kurarsak çalar…. Halbuki telefon basit bir bilgisayardır… Beyin ise Tanrı’nın yarattığı en büyük bilgisayar… Beyni nasıl kurarsak gelecek de kader de o şekilde gerçekleşir…

Güneydoğu’dan şehit haberleri gelir… Sonrada olayın ayrıntısı… Asker telefonda annesine, babasına şehit olacağını söylemiştir… Ertesi gün de şehit olur… Çünkü kendisini şehit olarak kurgulamış, tasarlamıştır...

Karmaşık hayatın temelinde ‘’zihni olarak önceden prova edilmesi’’ yatar… Siz zihinde neyi prova ederseniz onu yaşarsınız…

Kendini doğrulayan kehanet

Kendini doğrulayan kehanet düşüncesi, İngilizcesi "Pygmalion Effect" olan eski bir mitolojik öyküden almaktadır. Kıbrıs prensi, heykeltıraş Pygmalion, tüm kadınların kusurlu olduğunu düşünüp ideal bir kadının heykelini yapmaya çalışır. Galatea adını verdiği bu eser, o kadar güzel olmuştur ki, Pygmalion kendi eserine umutsuzca âşık olur ve onun gerçek olduğunu düşünmeye başlar. Daha sonra heykel canlanır. Sonra şu inanış ortaya çıkar; ‘’inanılan her kehanet kendini doğrular.’’

Kötü senaryolar yazmak enerji tüketen ve cesaret kıran saplantılı endişelerin uzak akrabalarıdır. Aklını hayatının karışık yönlerine takan, geçmişindeki şanssızlık ve düş kırıklıklarını tekrar tekrar düşünen bir insan aynı şanssızlık ve düş kırıklıklarını gelecekte de yaşamak için dua etmiş olur. Siz kendi kaderinizin yaratıcısı ve tasarımcısısınız…

Sonuç

Yarattığımız dünya; kullandığımız kelimelerin ve bizim düşünce biçimimizin ürünüdür. Yaşadığınız dünyayı iyi tanımlayın! Çünkü insanlar gördükleri dünyayı tanımlamazlar, tanımladıkları dünyayı görürler. Çünkü hayat bir ayna gibidir, nasıl bakarsanız öyle görürsünüz. Çünkü hayat bir vadi gibidir, nasıl ses verirseniz öyle yankı alırsınız. Çünkü kader bir tasarımdır, nasıl tasarlarsanız öyle yaşarsınız.

Negatif vizyon dualarına kapılmayın… Ne istediğinize odaklanın… Kurtulmak istediklerinizi öne koymayın…

Yaşadıklarımızın çoğunu geçmişimiz, izlenimlerimiz, biriktirdiklerimiz ve önyargılarımız şekillendirir. Çünkü gerçek; bellek ve algıdan ibarettir. Bunun dışında başka bir gerçek yoktur.

Yakındıkça yakındıklarınız size geri gelecektir. Olumsuz mesajların size hiçbir yararı yoktur. Karşı olduğunuz her şeyi büyütür, artırır, yüceltir ve güçlendirirsiniz… Hiçbir şeyin karşısında olmayın yanında olun… ‘’Savaş karşıtı’’ olmayın... ‘’Barış yanlısı’’ olun!

Tedirgin eller ve kaygılı zihinlerle fazlaca koşturup durmaktayız. Sonuç almak için sabırsız davranıyoruz... Aslında daha hızlı daha yavaştır. İhtiyaç duyduğumuz şey; ruhun kullanılmayı bekleyen görünmez güçle, yani güzel kelime ve düşüncelerle beslenmesidir...

Siz kendi kaderinizin yaratıcısı ve tasarımcısısınız. Çünkü siz ne düşünürseniz O’sunuz. Güzel kelimelerle güzel şeyler düşünün ki, güzel şeyler yaşayasınız!

Yazımı Konfüçyüs’ün üç kelimelik bir sözü ile noktalayayım: ‘’Kötü düşünen kötüdür.'’

Dil konusuna devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN



Körler Ülkesi

06 Nisan 2020

Dil ve Türkçe üzerine yazı serimde 7. yazım ‘’Siyasette bir manipülasyon aracı olarak kelimeler’’ ve 8. yazım ‘’Siyasette bir riyakârlık aracı olarak kelimeler…’’ olunca.... Son yıllarda ülkemizde yaşananları hatırlayınca.... Ve Koranvirüs nedeniyle ülkemizde yapılanları ve yapılmayanları, tartışılanları ve tartışılmayanları ve yaşanılanları da görünce aklıma bir kitap geldi: ‘’Körler Ülkesi’’ (Kolektif Kitap, 2015) Bu nedenle dil üzerine yazılarıma bir ara verip bu kitap üzerine daha önce yazdığım yazımı tekrar vermek istedim…

‘’Körler Ülkesi’’; 19. yüzyıl önemli İngiliz öykü yazarlarından Herbert George Wells’in (1866 – 1946) (Kitaplarında ad olarak ‘’H. G. Wells’’i kullanır) güzel küçük bir öykü bir kitabının adıydı…

Kitaptaki öykü kısaca şu şekildedir:

And Dağları'nın vahşi çorak topraklarında insanların dünyasından elini eteğini çekmiş bir vadi uzanır. Ancak korkunç boğazlar ve buz kaplı bir geçit aşıldıktan sonra ulaşılabilen ‘’Körler Ülkesi’'dir burası. Vakti zamanında İspanyol zulmünden kaçarak vadiye sığınan insanlardan oluşmuştur bu ülke… Yıllardır dünyayla hiçbir bağı kalmamış bu vadide yaşayan insanlar günün birinde çocuklardan başlayarak herkes kör olmaya başlar. Bunun nedeninin mikroplar ya da herhangi bir hastalık olabileceği düşüncesi kimsenin aklından geçmez. İnançlarına göre günahlardır olanların müsebbibi. Şehre ilk gelenler mabet yapmadıkları için olmuştur bütün bunlar. Ve körlük belasıyla cebelleşen bu insanların zamanla dünyayla bağlantısı kopar. Vadiyi on yedi gün boyunca karanlığa gömecek olan bir yanardağ patlamasının ardından da ülke tamamen dış dünyadan kopar.

Bu körlük dertlerine çare bulması için şehrin dışına çıkan ama oluşan felaket yüzünden vadiye bir daha geri dönemeyen bir adamdan bahsedilir kitabın başlarında. Bu adam bütün sevdiklerini ‘’Körler Ülkesi’’’nde bırakıp kendine yeni bir yaşam kurmak zorunda kalır. Yıllarca ülkesiyle ilgili anlattıkları ise bir masal olarak kalıp dilden dile dolaşır. 

Derken bu adamın 15. kuşaktan torunlarının yaşadığı zamanlarda Nunez adında bir gözü kör genç bir dağcının yolu düşer bu ülkeye. Tuhaf renklerde binaları görünce “körler herhalde” diye düşünür. Sonra el sallayıp bağırdığı insanlardan karşılık alamayınca da içinde buranın gerçekten de efsanelerdeki ‘’Körler Ülkesi’’ olduğuna dair bir inanç yeşerir.

Bir gözü kör Nunez, madem ki “körler ülkesinde tek gözlü insan kraldır”, öyleyse kral ben olmalıyım diye bir umutla gider köylülerin yanına. Fakat bu insanlar o kadar uzun zamandır kör olarak yaşamaktadır ki, dünyanın sadece yaşadıkları vadiden ibaret bir yer olduğunu düşünürler. Ayrıca kör ya da görmek gibi deyimler de yoktur lügatlerinde. Görmeyi anlatmaya çalışır kahramanımız; fakat duyularının yeterince gelişmediği, yeni yaratıldığı için böyle saçmaladığı sözleriyle karşılanır. Planlar yapar kendince, çünkü kral o olmalıdır.

Bundan sonrasını Çetin Altan’ın ‘’büyük dostum Prof. Sadun Aren, bana H. G. Wells'in bir hikâyesini anlattı’’ diye başlık attığı ve H.G. Wells’in bu kitabındaki hikâyesini anlattığı bir yazısına bırakayım, çünkü benden daha güzel anlatmaktadır:

Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış. Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş.

Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmiş:
- ‘’Filanca malını çaldı falancanın.’’
Körler:
- ‘’Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki’’, demişler.
- ‘’Ben duymadım, gördüm. Gözüm var benim. Görüyorum.’’
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
- ‘’Ne demek görmek’’, demişler, ‘’nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?’’
- ‘’Anlıyorum tabii...’’
- ‘’İnanmayız, imtihan edeceğiz seni...’’

Adamı almışlar, uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
- ‘’Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz,’’ demişler.
Adam anlatmış: 
- ‘’Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs...’’
Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:
- ‘’Anlatsana...’’
- ‘’İçeri girdiniz göremiyorum ki...’’
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:
- ‘’Ne olmuş yani içeri girmişsek. Elli santim fark etti, anlat anlat!’’ demişler.
- ‘’Arada duvar var görmüyorum.’’
Körler :
- ‘’Sen atıyorsun’’ demişler. ‘’Demincek tesadüf etti. Bak, şimdi bilemiyorsun.’’
- ‘’Çıkın dışarı, söyleyeyim.’’
- ‘’Bu kadar uzaktan duyunca ha içersi, ha dışarısı, ne çıkar yani...’’
- ‘’Ben duymuyorum, ben görüyorum’’, diyormuş adam.
- ‘’Öyle şey olmaz’’, demişler. ‘’Sende bir bozukluk var. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni...’’

Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii... Elleriyle yoklamaya başlamış adamı. Yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:
- ‘’Buldum’’, demiş. ‘’Bozukluk burada...’’
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
- ‘’Saçmalaması bundan dolayı’’, diyormuş. ‘’Ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...’’

Çetin Altan'ın yazısında anlattığı hikâye bu kadar. Ancak kitapta hikâyenin gerisi de vardır: 

Köyde burnunun iki tarafında üstü kaşa benzer, kirpiği andırır iki çukur bulunan bir kız vardır. Bir gözü kör Nunez o kıza âşık olur. Kız da onu sever. Nunez günün birinde “Benimle evlenir misin” diye sorar kıza. “Evet” der kız, “ancak sen bizlerden çok farklısın. Böyle anormal biriyle evlenemem. Ancak o gören gözünü dağlatıp kör olursan yaşamımı seninkiyle birleştiririm!”  Nunez kıza âşıktır, ''Peki'' deyiverir.  

Kız anasına, babasına müjdeyi verir ve düğün hazırlıkları başlar. 

Körler Ülkesi’nde düğün gününden bir gün önce köy meydanında masalar kurulmuş, kazanlar kaynatılmış ve damadın o gören tek gözünü kızgın demirle dağlayacak adam da bulunmuştur. 

Körler Ülkesi’nin tek göreninin aklı son anda başına gelir, kör edilme töreni için tamtamlar çalınıp şişler kızdırılmaya başladığında doğru yolu seçer ve oradan kaçar! 

Körler ülkesine kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.

Kitapta geçen hikâye bu kadar...

Çetin Altan bu hikâyeyi anlattığı yazısını şu cümleyle bitirirdi: 

‘’Körler görenleri anlayamazlar. Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.’’ Çünkü körler memleketinde görmek, bir hastalık sayılır.

Ve sözü H.G. Wells'in bir yazısından alıntıyla bitireyim: 

Bir yazısında “İnsan hayatı,” der H. G. Wells; “İnsan hayatı evrenin akışı içindeki bir girdap gibi, yanıltıcı bir şekilde sakindir; bilimse insanın karanlığa yaktığı bir kibrittir ve kibritin ateşi karanlığın sandığımızdan daha da karanlık olduğunu gösterir.”

Bu coğrafyada, ''gün ışığı'' yerine aydınlık diye bildiğimiz hâlâ insanlarımızın aklını alan renkli camlardan bizlere süzülüp gelen aldatıcı bir ''ziya''dır...

Gördüğümüz ''ziya'' aydınlık değil, karanlık ise sandığımızdan da daha karanlıktır...

Osman AYDOĞAN

Müzikle ilgilenen arkadaşlarıma bir not: ''Körler Ülkesi'' dışında ''Ann Veronica'' ve ''Zaman Makinesi'' isimli kitapları da vardır H.G. Wells'in. ''The Alan Parsons Project'' isminde 1975 ile 1990 yılları arasında faaliyet göstermiş bir İngiliz senfonik rock grubu vardı. Bu grup tematik albümler yaparlardı. Her albümde farklı bir konu işlenirdi. İşte bu müzik grubunun H. G. Wells’in eserlerinden olan ''Zaman Makinesi''nden (The Time Machine) etkilenip aynı isimle çıkardıkları bir albümü de vardır: '’The Time Machine''. Bu grubun 1982 çıkışlı bir albümünün ismi de ''Eye in the Sky'' dir. Bu albümde birinci eser  ''Sirius'', ikinci eser de ''Eye in the Sky''dir. İkisi de dinlenmeye değer eserlerdir. 



Plevne Muharebesinden ilham alan bir şarkı: Jingo

05 Nisan 2010

Bu sabah bana saygıdeğer Hocam Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR ‘’harp tarihi ve müziği ile ilgili olduğunuz için gönderiyorum’’ diyerek T24 İnternet Gazetesinin yazarı Enver Güney’in ‘’Hafif Süvari Alayı'nın intikamı’’ başlıklı yazısını gönderdi. Yazı esas itibarıyla dünya ve Avrupa’daki veba salgınından bahsediyordu.

Hafif Süvari Alayı Uvertürü

Ancak yazıda bir muharebeye yer verilir. Kırım harbinin en büyük muharebesi olan Balaklava'da 25 Ekim 1854 tarihinde bir Rus topçu taburuna karşı gerçekleştirilen yanlış ve acele hücum kararıyla, İngiliz Kraliyet Ordusu'nun en değerli alayı Hafif Süvari Alayı'nın yarısı yok olur.

Ve bu yazıda; Avusturyalı besteci Franz von Suppe işte bu alayın taarruzundan ilham alarak 1866 yılında ‘’Hafif Süvari Alayı Uvertürü'’ bestelediği ifade edilir…

Uvertür; operada orkestranın perde açılmadan önce çaldığı parçanın adıdır. Türk sanat müziğindeki peşrevin karşılığıdır. Bahsi geçen eser, ‘’uvertür’’ adını taşısa da küçük bir senfonik şiir gibidir. Esere kulak kabarttığımızda, bahsi geçen Süvari alayının kalk borusunu, atların hazırlanışını, yola çıkışlarını, yolda atların tırıs gidişini ve nihayet bir subaşındaki dinlenme molasını kolaylıkla algılayabiliriz... Yazımın sonunda bu üvertürün bağlantısını vereceğim...

Kısaca Kırım Harbindeki Balaklava Muharebesi bir Avusturyalı besteciye ilham vererek ‘’Hafif Süvari Alayı Uvertürü'’ bestelenmiş…

Jingo

Bu bilgi ise bana Plevne Muharebesinden ilham alınarak bestelenen / oluşan bir şarkıyı hatırlattı: Jingo

Jingo, İngilizce ‘’aşırı milliyetçi’’,  ‘’savaş çığırtkanı’’ anlamına gelen bir kelimedir. Bu kelimeden türemiş ‘’Jingoizm’’ ise emperyalist yayılma ve askeri güç ile birlikte görülen kitlesel coşku, heyecan ve kutlama havasıdır…  Jingoizm İngilizcede genellikle savaş zamanında, aşırı milliyetçi duyguları sömüren, saldırgan, popülist söylemler için kullanılıyor. Jingoizm, diplomatik zorluklara karşı güçlü askerî müdahaleleri savunan agresif ve yabancı düşmanı dış politikayı anlatıyor. Terim, erken modern İngilizcede Viktorya dönemi ve müzik salonlarının gözde bir parçası olan "İsa Mesih" in yerine geçen "By Jingo!" ifadesine dayanıyor. 

‘’By Jingo’’nun kökeni de 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı- Rus savaşı sürerken İngiliz Viktorya döneminin barlarında söylenen bir şarkıya dayanıyor.

1878 krizi döneminde, Rusların Balkanlara, Kafkaslara ve Orta Avrupa’ya olan hâkimiyeti üzerine İngiliz kamuoyunda Rus karşıtı bir tavır sergilenir, halk galeyena gelir. Londra'daki müzik salonlarında tanınmış bir sahne sanatçısı olan Gilbert Hastings MacDermott ve şarkı yazarı George William Hunt İngiliz halkının bu tavrına, bu hissiyatına tercüman olurlar… Hunt, İstanbul'u Rus saldırısına açık bırakan Osmanlı garnizonu Plevne'nin teslim olması haberi üzerine, İngilizler’in İstanbul’u savunmaya kararlılığını vurgulayan bir şarkı yazar. MacDermott onu müzik salonlarında ve barlarda gösterecek şekilde satın alır ve şarkı "MacDermott'un Savaş Şarkısı" olarak tanınmaya başlanır. Yazımın sonunda bu şakının bağlantısını da vereceğim... 

Şarkının sözlerinde Ruslara karşı Osmanlı ile olan dayanışma sergilenir. Şarkı ayrıca 1853 Kırım Harbine atıfta bulunarak (Fransa ve İngiltere Kırım harbinde Osmanlı yanında Ruslara karşı savaşmışlardı) İngiltere'nin yine Osmanlı yanında Ruslarla tekrar savaşmaya hazır olduğunu vurgular.

Tabii bu şarkı İngilizlerin Türk - Osmanlı sevdasından, sevgisinden kaynaklanmıyor... İstanbul Rusların eline geçerse Hindistan yolu tehlikeye giriyor... Ortadoğu tehlikeye giriyor, Doğu Akdeniz, Kıbrıs tehlikeye giriyor... Orta Avrupa, Balkanlar tehlikeye giriyor... 

Şarkıda koro şöyle söyler:

‘’We don't want to fight but by Jingo if we do,
We've got the ships, we've got the men, we've got the money too,
We've fought the Bear before, and while we're Britons true,
The Russians shall not have Constantinople.’’

''Dövüşmek istemiyoruz ama Jingo tarafından yaparsak,
Gemilerimiz var, adamlarımız var, paramız da var.
Daha önce de Ayı (Rusya) ile savaştık ve biz hakiki Britanyalı olduğumuz sürece
Ruslar Konstantinopolis'e sahip olmayacak.''

Şarkının nakaratında peygamberin adının uluorta kullanılmaması için İsa (Jesus) yerine Jingo denmesiyse yukarıda açıkladığım ‘’Jingoizm’’ teriminin kökenini oluşturur… 

Hem kelime olarak ''Jingo'', hem kavram olarak ''Jingoizm'' ve hem de Jingo ismindeki bütün şarkıların (sadece "MacDermott'un Savaş Şarkısı" değil, ''By Jingo'', ''Oh by Jingo'', ''Jingo'' ve ''Jingo-lo-ba'' şarkılarının tamamının) kökeni anlattığım gibi Plevne müdafasına dayanmaktadır... 

‘’Plevne’’ deyince bir hatıramı anlatmak istiyorum. ABD’li subay bir arkadaşım bana Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’yı kendisine örnek aldığını Plevne müdafaasının ise dünya savunma savaşında mümtaz bir yeri olduğunu söylemişti… Bizim tarih diye bir kaygımız, tarih diye bir derdimiz ve tarih ile bir ilgimiz olmadığı için ‘’Plevne’’yi pek bilmeyiz tabii ki! Gazi Osman Paşa'yı ise hiç mi hiç bilmeyiz! TV'deki diziler nemize yetmiyor değil mi? Veya bildiğimiz sadece Plevne marşı.. O da yarım yamalak!

Hep yazıyorum ya bu minvalde; el âlem pop şarkılarında bile tarihi bir geçmişine atıfta bulunuyor, tarihini kök bilgilerle, simgelerle hep canlı tutuyor...

Bizim pop şarkılarımız ise lay lay lom şıkıdım şıkıdım oynayıp geçiyor… Ancak sanatın, edebiyatın, basının ve gerçek aydınların cılız kaldığı, piyasadakilerin de vıcık vıcık olduğu bu ortamda da TV’de ve boyalı basında çok ucuz ve kaba saba bir ‘’Jingoizm’’den de geçilmiyor…

Allah sonumuzu hayretsin!

Osman AYDOĞAN

Yazımın bundan sonrası meraklısı için…

Carlos Santana

‘’Jingo’’ ve ‘’Jingo-la-ba’’ şarkıları şarkıcı Carlos Santana ile özdeşleşmiştir. Çünkü bu şarkıları günümüzde en iyi söyleyen, icra eden Carlos Santana’dır..

Carlos Santana, (‘’Carlos Augusto Alves Santana’’, veya sahne adlarıyla ‘’Carlos Santana’’ ve kısaca ‘’Santana’’) kendine has stiliyle, "Rolling Stones" dergisi tarafından dünyanın en iyi yüz gitar virtüözü listesine girmiş, on Grammy ödülü almış, 1947 Meksika doğumlu, "Latin Orkidesi" unvanını almış müzisyen, gitarist ve söz yazarı olan büyük bir sanatçıdır. 1967 yılında aynı isimle (Santana) Afrika ve Latin Amerika tarzlarıyla müzik yapan bir de grup kurmuştur.

Oyuncu Zafer Algöz'ün "Haşırt Dı Bilekbord" (İnkılap Kitabevi, 2017) adlı bir kitabı var… Zafer Algöz bu kitabında ince bir mizah anlayışı ile Sadri Alışık, Carlos Santana, Cem Yılmaz, Öztürk Serengil, Fatma Girik, Zeki Müren, Savaş Dinçel, Kemal Sunal, Nur Subaşı, Erkan Can, Ali İpin, Yıldız-Müşfik Kenter gibi daha birçok sanatçıyla yaşadığı anılarını akıcı ve esprili bir dille anlatıyor.

İşte bu kitapta Carlos Santana ile ilgili bir hikâye var… Kitapta bu hikâye şu şekilde anlatılır:

1989 yılında, İstanbul'a ilk kez gelen Carlos Santana, (2009 yılında bir daha gelmişti) alanda karşılanıp konaklayacağı otele getiriliyor. İlk gün serbest, akşama basın toplantısı yapılacak. Dinlenmek yerine, "Çıkalım İstanbul'u dolaşalım," diyor. Yanına bir rehber veriliyor, kendisine bir de araç tahsis ediliyor. Kapalıçarşı, Sultanahmet, Ayasofya derken Santana güzel bir çay bahçesi görüyor. Hem üstadı dinlendirelim hem de bir Türk kahvesi içsin diye bahçede bir masaya oturuyorlar. O ana kadar koca Santana'yı bir Allah'ın kulu tanımıyor. Resimdi, imzaydı diye taciz eden de yok… Kendi de zaten bu durumdan şikâyetçi değil, çünkü adamın öyle kompleksleri yok... Rehberle beraber kahveleri höpürdeterek sohbet ediyorlar. Birden çay bahçesinin önünden geçmekte olan boyacı Roman çocuklar bağırmaya başlıyorlar: "Heyy !.. Hello Santana! Welcome İstanbul! I love you Santana!.."

Çay bahçesinin garsonları çocukları tersliyor. "Kesin ulan, bağırmayın, içeri falan da girmeyin, dağılın buradan, müşteriyi rahatsız etmeyin !" Santana rehberine diyor ki : "O çocukları buraya çağır, ben içeri gelmelerini istiyorum." Rehber çocuk hemen garsonlara durumu izah ediyor: "Aman abilerim, adam dünya starı, herkese rezil oluruz, boyacıları yanına istiyor, bırakın gelsinler..."

Çaresiz izin veriyorlar. Boyacı Roman çocuklar sandıklarıyla beraber dalıyorlar çay bahçesine... Rehber söylediklerine tercüman oluyor, başlıyorlar koca Santana'yla sohbete... Diyorlar ki, "Sen dünyanın en büyük gitar ustalarındansın. Senin çizmelerini boyayalım, kıyağımız olsun, beş kuruş istemeyiz.."

Santana çok mutlu oluyor, hem de çok şaşırıyor… Çocuklara gazoz, kola ısmarlıyor. Sonra da soruyor tabii : "Geldiğimden beri beni İstanbul'da kimse tanımadı. Peki bu çocuklar beni nasıl tanıdı?.." Çocuklar anlatıyorlar: "Biz boya yaparken bazı müşteriler gazete okur. Fırça sallarken arada gazetelere de bakıyoruz tabii. Resmini orada gördük. 'Dünya Yıldızı Santana İstanbul'a Geliyor' yazıyordu, oradan tanıdık seni."

Çizmelere boya cila yapılıyor. Santana para vermek istiyor ama çocuklar almıyor. "Peki," diyor Santana, "yarın akşam konserim var, beni dinlemek ister misiniz?" Çocuklar deli oluyor. "Hem de çok isteriz Santana. Sen delikanlı adamsın!.."

Rehberden ikişer kişilik davetiyelerden alıyor, çocuklara veriyor. Kardeşiniz varsa yanınızda getirebilirsiniz, diyor. Çocuklar çok mutlu, tabanları kıçlarına vurarak çıkıyorlar, çay bahçesinden caddeye doğru seğirtip kayboluyorlar...

Ertesi akşam Açıkhava'da müthiş bir izdiham var. Roman çocuklar ellerinde davetiyelerle konsere geliyorlar. Ana kapıdan giremiyorlar, çünkü Santana misafirlerine VIP davetiye vermiş, çocuklar nereden bilsin, VIP kapısına gelince kıyamet kopuyor... "Kimden çaldınız lan bu davetiyeleri ?" Çocuklar, "Biz kimseden çalmadık abey, biz Santana'nın misafirleriyiz, o verdi bunları bize…’’ deyince, ‘’Hass… tirin ulan!’’ diyerek ve sille tokat tartaklayarak çocukların ellerinden davetiyeleri alıp kapıdan kovuyorlar.

Ama Santana'nın VIP misafirleri pes etmiyor... Sanatçıların arka giriş kapısını buluyorlar. Orada da aynı muamele tabii: "Hadi yürüyün lan!.." Çocuklar asla pes etmiyor. "Santanaaa ! Santanaaa !.. Help.. Help !.." diye hep bir ağızdan basıyorlar feryadı. Bir şekilde rehbere haber gidiyor, o da gidip durumu Santana'ya anlatıyor. Sonra da rehber gidiyor, çocukları alıp kulise, Santana'nın yanına getiriyor. Salya sümük, gözyaşları içinde başlarına geleni anlatıyorlar. Santana çok üzülüyor ve sinirleniyor: "Misafirlerim alın ve yerlerine oturtun."

Boyacı Roman çocuklar rehberle beraber sahne kenarından seyircinin arasına iniyorlar. Büyük sorun oluyor... Çocukları yerlerine çoktaan birileri oturmuş bile. Vali yardımcısının kızı, damadı… Belediye'den falancanın bacanağı, filancanın eltisi, görümcesi.. "Biz protokolüz kardeşim, kalkmıyoruz !" diyorlar.

Görevliler de durumun farkında ama korkudan bir şey yapamıyorlar... Dakikalar geçiyor ama sorun çözülemiyor. Sonunda merdiven basamaklarına birer minder koyulup Santana'nın VIP misafirlerini oraya oturtarak olayı bağlıyorlar.

Rehber tekrar Santana'nın yanına gidiyor ve olanları anlatıyor. Sanatçı diyor ki, "Git onlara söyle, benim misafirlerime kimse saygısızlık yapamaz... Eğer sahneye çıktığımda çocukları en ön sırada, koltuklarda görmezsem tek bir nota çalmam. Sahneye çıkarım, olayı anlatır, veda eder giderim. Tazminat falan da umurumda değil, bedeli ne olursa olsun öderim."

Konserin başlaması lazım ama bir türlü başlamıyor. Alkışlar, ıslıklar başlıyor. Ve işler karışıyor. VIP bölümünde bir kargaşa var... Bu defa görevliler durumun vahametinin farkında. Çocukların koltuklarına çöken baldız, bacanak, elti, görümce ve de enişte... Tek tek koltuklardan kaldırılıyorlar. En ön orta protokol koltuklarına Santana’nın VIP misafirleri olan Roman çocuklar oturuyorlar...

Arkaya "tamam" diye haber gidiyor, ışıklar açılıyor, sahne aydınlanıyor ve Carlos Santana sahneye çıkıyor… Yer yerinden oynuyor. İlk iş olarak ön tarafa bakıyor, misafirleri yerinde mi diye... Çocukları görüyor, bakıyor ki herkes mutlu… Başparmağını yukarı doğru çevirip VIP misafirlerine bir OK çekiyor. Sonrasında o sihirli parmaklar gitarının tellerine gömülüyor. Açıkhava'da sanki gitarından binlerce beyaz güvercin çıkıyor. Uçuyor, uçuyor, Santana'nın misafirlerinin üstünde sortiler yapıyor..

Onun içindir ki Santana gibi sanatçılara virtüöz, muhteşem, büyük star demeden önce ‘’Adem’’ diyorlar. Gerçekten çok büyüksün... Viva Santana!

Kitapta geçen hikâye bu kadar…

Bu hikâye ‘’Kafa’’ dergisinin Aralık 2014 sayısında da yine Zafer Alagöz tarafından "Viva Santana"  başlığı ile anlatılıyor.

Carlos Santana 20 yıl sonra 2009 yılında İstanbul'a tekrar geldiğinde de Türk basınına şu demeci veriyor:

''Hippi, uzun saçları olan, banyo yapmayan ve dünyadaki bütün kadınlarla birlikte olmak isteyen kişi değildir. Benim için hippi, dini ya da siyasi otoriteyi sorgulayan herkestir. Çünkü din ve siyaset her zaman cevap değildir, genellikle sorunu daha da yoğunlaştırır. Çözüm, merhamet, iyi yüreklilik, acıma, sabırdır. Bunlar daha çok kadınların sahip olduğu özelliklerdir. Amerika'da şunu yeni yeni öğrenmeye başladık: 'Nazik olmakta bir sorun yok... Bu seni eşcinsel yapmaz ya da erkekliğini kaybetmezsin'. Hala çok erkeksi iken, dinlemeye de hazır olabilirsin. Bazen kadınlar sorunlarını söyler ama bunları çözmen gerekmez. Bazen sadece dinlemen yeterlidir. Ben bir hippiyim, her zaman hippi oldum. Ama ilkelerim var. Ben gitmeden önce bu dünyanın farklı şekilde düşünür hale gelmesini istiyorum. Kadınlar ve erkekler için eşit olmasını istiyorum. Eğer ayağınızı bir kadının boynuna basıyor ve kendini sandalye gibi hissetmesini sağlıyorsanız bu bir din değildir. Eğer gerçekten ritüellerinizi yerine getirmek istiyorsanız, merhametli ve adil olmanız gerekir. Benim için hippilik çok önemli, sahte bir Hollywood filmi değil, gerçek bir şey. Benim için hippi gökkuşağının tek bir rengine değil, tüm renklerine övgüler düzebilen kişidir.''

İşte size sanatçı… Gerçek bir sanatçı… Adam gibi adam…  

Girişte bahsettiğim gibi Santana’nın ‘’Jingo’’ adını taşıyan iki şarkısı var aslında. Genellikle bunlar adı da aynı olduğu için birbirine karıştırılır. ''Jingo'', slow ve de enstrümantal bir şarkıdır. ‘’Jingo-lo-ba’’ ise samba ritminde bir Santana şarkısıdır. ‘’Jingo’’, ‘’Jingo-lo-ba’'dan farklı olmasına rağmen dediğim gibi hep karıştırılan bir şarkıdır... Ancak Santana’nın şarkılarında girişte bahsettiğim şair Hunt’un sözleri geçmez… Hele ‘’Jingo-lo-ba’' şarkısında sadece bu hikâyenin adı vardır: ‘’Jingo’’

Bu açıklamayı yapmasan bu şarkılar tüm Türk filmlerinde hippi gençlerin kendilerinden geçip çılgıncasına dans ettikleri şarkılardan birisi sanılır…

Yazımda bahsi geçen şarkılar:

Franz von Suppe'nin ‘’Hafif Süvari Alayı Uvertürü'’:
https://www.youtube.com/watch?v=MhWRmtsPCdM

Carlos Santana, Jingo-lo-ba:
https://www.youtube.com/watch?v=ACw2RIVZvZw

Carlos Santana, Jingo:
https://www.youtube.com/watch?v=MWjUwEDjEus

H. MacDermott, By Jingo:
https://www.youtube.com/watch?v=HSkjw9ZuvRw

Oh by Jingo:
https://www.youtube.com/watch?v=jd-JpDaVmcc

Macdermott's War Song (MacDermott'un Savaş Şarkısı):  
https://www.youtube.com/watch?v=h1ZFzs7hL5g&feature=youtu.be

Macdermott's War Song

The "Dogs of War" are loose and the rugged Russian Bear,
All bent on blood and robbery has crawled out of his lair...
It seems a thrashing now and then, will never help to tame...
That brute, and so he's out upon the "same old game"...
The Lion did his best... to find him some excuse...
To crawl back to his den again. All efforts were no use...
He hunger'd for his victim. He's pleased when blood is shed...
But let us hope his crimes may all recoil on his own head...

Chorus:
We don't want to fight but by jingo if we do...
We've got the ships, we've got the men, and got the money too!
We've fought the Bear before... and while we're Britons true,
The Russians shall not have Constantinople...

The misdeeds of the Turks have been "spouted" through all lands,
But how about the Russians, can they show spotless hands?
They slaughtered well at Khiva, in Siberia icy cold.
How many subjects done to death we'll ne'er perhaps be told.
They butchered the Circassians, man, woman yes and child.
With cruelties their Generals their murderous hours beguiled,
And poor unhappy Poland their cruel yoke must bear,
While prayers for "Freedom and Revenge" go up into the air.

(Chorus)

May he who 'gan the quarrel soon have to bite the dust.
The Turk should be thrice armed for "he hath his quarrel just."
'Tis said that countless thousands should die through cruel war,
But let us hope most fervently ere long it shall be o'er.
Let them be warned: Old England is brave Old England still.
We've proved our might, we've claimed our right, and ever, ever will.
Should we have to draw the sword our way to victory we'll forge,
With the Battle cry of Britons, "Old England and St George!"

(chorus)



Eres todo en mi vida  

05 Nisan 2020

‘’Eres todo en mi vida’’ bu kısa cümle İspanyolca ‘’Benim için sen her şeysin’’ demek olan bir şarkının adı…

Şarkıyı söyleyen de El Rey del Despecho takma adıyla bilinen Kolombiyalı popüler müziğin şarkıcısı ve bestecisi Darío de Jesús Gómez Zapata... Ancak kendisi Darío Gómez diye tanınır.

Bir insan bir nasıl sesle ’’Benim için sen her şeysin’’ der? Bunu öğrenmek için bu şarkıyı dinlemeli insan…

Şarkının adı böyle olunca diğer sözlerinin anlamını bilmeseniz de olur… Şarkıcının sesinden ne dediği anlaşılıyor zaten…

Bugün Pazar… Bırakalım Koronayı, virüsü, karantina sıkıntısını… Defalarca ama defalarca bu şarkıyı dinleyin… Sonra dönün eşinize bu şarkıyı söylemeye çalışın: Eres todo en mi vida  

Sizlere, sağlıklı, mutlu ve huzurlu güzel bir Pazar günü diliyorum..

Osman AYDOĞAN

Darío Gómez: Eres todo en mi vida:
https://www.youtube.com/watch?v=sfcAFejAm04

Bir not: Asıl adı María Guadalupe Araujo olup Ana Gabriel olarak bilinen Meksikalı bir şarkıcının da bu şarkıya ismi çok yakın olan ‘’Eres todo en mi’’ isminde bir şarkısı vardır. Bu iki şarkı isim benzerliği ve İspanyolca olmaları dışında farklı şarkılardır.  



Dil ve Türkçe üzerine - 8: Siyasette bir riyakârlık aracı olarak kelimeler…

04 Nisan 2020

Günlerdir sabrınızı zorlayarak dil üzerine yazıyorum… Türkçe’deki Farsça, Arapça, Fransızca kelimeler, dil konusunda dil bilimcilerinin görüşleri, Türkçe’deki nicelik ve nitelik sorunu derken dün siyasette bir manipülasyon aracı olarak kelimeleri anlattım. Bugün de hemen hemen aynı konuya devam edeceğim; siyasette bir riyakârlık aracı olarak kullanılan kelimeleri anlatacağım…

Ancak önce bir düşünürün bir tespitinden bahsedeceğim…

Hakikat var değildir, hakikat olur…

Fransız düşünür Alain Badiou’nun bir tespiti var... Bu tespit; atom bombasının bulunmasından daha vahimdir, daha gaddardır, daha şedittir, daha acıtıcıdır. Bu tespit yaşadığımız çağımızı anlatır. Bu tespit beş kelimeden oluşan basit bir cümledir: ‘’Hakikat var değildir, hakikat olur.’’

Badiou’nun tespiti gibi, bilimsel bir ‘’algı yönetimi’’ desteği ile günümüzde her yerde gerçek ‘’kara’’ olan ne varsa insanlara sanal ‘’ak’’ olarak sunulmuştur ve sunulmaktadır... Bu şekilde insanlar aklı kullanmayı ve sorgulamayı unutmuşlardır. Zaten istenilen de budur.

Aslında bu düşünceyi çooook önceleri George Orwell başka bir şekilde dile getirmişti. George Orwell, zamanında “Evrensel riyakârlık dönemlerinde hakikati söylemek devrimci bir eylemdir” demişti. Tam da Orwell’in söylediği bir dönemde yaşıyoruz: ‘’Evrensel riyakârlık döneminde’’.

Dil konusu olunca Oxford Sözlük olmazsa olmaz bir araç. Bu nedenle de dil konusundaki yazı serimde Oxford Sözlüğünün çok adı geçmişti.

Yine bu sözlükten bahsedeyim.

Post-truth (Hakikat / gerçek sonrası)

Geçen senelerde Oxford Sözlüğü adı yine basına yansımıştı: Oxford Sözlüğü, Badio'nun, Orwell'in tespitlerini sanki kayda geçirircesine Anglo-Sakson kültürünün zamanın ruhunu kavramlaştırma geleneğinin uzantısı olarak ‘’Post-truth’’sözcüğünü yılın (2016) sözcüğü olarak seçmiş. Post-truth; tam karşılığı ‘’Hakikat / gerçek sonrası’’ anlamına geliyor. Ancak bunu da kibarca; “objektif hakikatlerin kamuoyunu şekillendirmede duygular ve kişisel inançlara göre daha az etkili olduğu koşullar” diye tanımlamışlar. Birebir tercüme böyle olunca anlaşılması zorlaşıyor ama basitçe ve kibarca diyorlar ki ‘’artık gerçekler önemli değil, insanlar olaylara duygusal yaklaşıyorlar.’’ 

Evrensel riyakârlık dönemi

Oxford Sözlüğü ‘’Post-truth’’ı 2016 yılının sözcüğü seçmiş ve kibarca da “hakikat sonrası” diye tanımlamış ama sözcüğün kökeni aslında çoook eskilere uzanıyor. 2004 yılında Amerikalı araştırmacı yazar ve öğretim üyesi Ralph Keyes bir kitap yazarak bu ifadeyi kitabının kapağına taşıyor ve hiç de kibarlığa kaçmadan ‘’Post-truth’’ın tanımını da net ve açık açık söylüyor: ''Post-Truth Dönemi: Çağdaş Yaşamda Sahtekârlık ve Aldatma'' (Delidolu, 2017) Post-Truth: Yani çağdaş yaşamda sahtekârlık ve aldatma… Yani; riyakârlık…

Ralph Keyes bu kitabında toplumlarda gittikçe yaygınlaşan yalanı ve aldatmayı, dürüstlüğün değer kaybedişini derinlemesine inceliyor. Bu kitap, hakikat sonrasına ilişkin en kapsamlı teorik yaklaşımı sunuyor. Bu kitap; toplumsal yaşamımızı radikal biçimde şekillendirmeye başlayan hakikat sonrası çağın (Orwell’in söylediği ‘’Evrensel riyakârlık dönemi’’nin) yükselişini ve bu durumun tehlikelerini gözler önüne seriyor.

Ralph Keyes kitabında ''Post-truth'’u şöyle açıklıyor: “Beyaz yalan dostu bir çağda yaşıyoruz. Şu konuda ikilemdeyiz: Bir yandan kendi yalanlarımıza bahane bulurken diğer yandan yalancılığın bu kadar yaygın olması karşısında dehşete düşüyoruz. Zeki insanlar olarak, suçluluk duymadan paçayı kurtarabilmek için gerçeği örtbas etmeye gerekçeler buluyoruz. Ben buna hakikat sonrası diyorum.”

‘’Post-truth’’ sözcük karşılığı kısaca ‘’hakikat / gerçek ötesi’’ veya ‘’gerçek sonrası’’ olarak da tercüme etmek mümkünse de bu sözcükler  ‘’Post-truth’’’ın tam karşılığını vermiyor.... Bu nedenle Post-truth’un karşılığı olarak ben Ralph Keyes’in kullandığı anlamda kullanacağım: ‘’Sahtekârlık ve aldatma'' veya aynı anlama gelecek şekilde Orwell’in tanımlamasıyla:  ‘’Riyakârlık’’…

Her ne kadar ‘’Post-truth’’ı, Oxford Sözlüğü 2016 yılının sözcüğü seçmişse de, Ralph Keyes 2004 yılında ‘’Post-truth’’ı ‘’sahtekârlık ve aldatma'' tanımlamışsa da günümüzde zaten yeryüzünde var olan Koranavirüs'ün Aralık 2019’da tanımlanması gibi bu ‘’Post-truth’’ zaten bu dünyada hep vardı. Çünkü ''hakikat'' bu dünyada hiçbir zaman, evet hiçbir zaman bir anlam ifade etmedi. ‘’Yalan’’ ve ‘’riya’’ ikilisi yıllar yılı bu dünyada politikanın hakiki ve gerçek kavramları olmuşlardır…

Çünkü yıllardır; tekrarlanan yalanların ikna edicilikte artık hakikatten üstün olması, olmamışların olmuş gibi gösterilip fikirler ve inançların birtakım emeller doğrultusunda sihirli kelimelerle riyakârlık yapılarak manipüle edilmesinin örneklerini yaşayarak görmedik mi? Görmüyor muyuz?

Bu sözcüğün (Post-truth) anlamını tam olarak anlamak için bu kavramı dünyada ve ülkemizde nasıl kullanıldığını, bir kısmını dün anlatmış olsam da örnekleriyle vermem gerekiyor.

Evrensel riyakârlık döneminden örnekler…

Ben örneklerde Post-truth diye yazıyorum ama siz riyakârlık diye okuyun… Benim riyakârlık demeye dilim varmıyor…

Hani Saddam’ın kitle imha silahları vardı ya… İşte size kallavi bir ‘’Post-truth’’. Hani Kaddafi halkına ateş açıyordu ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha. Hani Baltık Denizinde fotoğrafı çekilmiş olup da Körfez’de Saddam yapmışçasına bir karabatak fotoğrafı vardı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha… Hani İŞİD’i Esad yaratmıştı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha…

Bu ‘’Post-truth’’ bize hiç de yabancı değil aslında… 

Hani İŞİD’e İŞİD bile diyemeyip ‘’öfkeli gençler’’ diyorlardı ya… Hani ‘’kokteyl terör’’ diyorlardı ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha… Hani El Kaide’den El Nusra’ya ne kadar İŞİD müttefiki varsa, Esad ile savaşan ne kadar eli silahlı terörist varsa ‘’muhalif’’ diyorlar ya… İşte bir ‘’Post-truth’’ daha…

Bir vakitler ‘’Camide içki içtiler’’ diye servis ediyorlardı ya, hani ‘’Kabataş’ta bir masum bacı’’ vardı ya, hani ‘’Balyoz’’, ‘’Ergenekon’’ diye darbe masalları vardı ya…  İşte yerli birçok ‘’Post-truth’’ daha…

PKK ile Oslo’da pazarlık yapıyorlar da, PKK'nın Güneydoğu'da şehirlere kasabalara yığınak yapmasına göz yumuyorlardı da adı ‘’Çözüm Süreci’’ oluyordu ya… FETÖ ile devletin yıllardır yaptığı uyarılarına, MGK kararlarına rağmen işbirliği yapıyorlar, ne istedilerse veriyorlar da sonra da adı ‘’aldatıldık’’ oluyordu ya… TSK’nın kırk yılda yetiştirdiği pırıl pırıl subaylarını, generallerini ''Ergenekon'', ''Balyoz'' vb. darbe masalları ile zindanlara atıyorlar da yine ‘’aldatıldık’’, ''pardon'' diyorlardı ya… BOP’un eşbaşkanı oluyorlar da sonra ‘’Eyyy, üst akıl’’ diyorlardı ya… Esad ile kol kola geziyorlar da  sonra da ‘’Eyyy, Esed’’ diyorlardı ya…  Alın size yerli birçok ‘’Post-truth’ daha…

Bu Koronavirüs krizini saymıyorum. Daha bir ay önce Dolar gelmiş 6.0’a, EURO 7.0'a dayanmış, işsizlik tavan yapmış, piyasalar durmuş, turist gelmiyor, cari açığı kapatacak para yok, yatırımlar yok, yabancı sermaye gelmiyor, ekonomiye güven dip yapmış, dış borç tavan yapmış, döviz yok, umut vatandaşın bozduracağı üç kuruşluk dolara kalmış, sanayi üretimi neredeyse durmuş, eğitim gerilemiş, hukuk ayaklar altına alınmış, uluslararası alanda ‘’değerli bir yalnızlığa’’ düşmüş, dış politikada çizdiğiniz zik zaklardan başınız dönmüşken ‘’böyyük devlet’’ masalları anlatılıyor ya alın size ‘’hakiki’’ ve ‘’gerçek’’ bir ’’Post-truth’’ daha…

Gerçi eski bir konu ama işte size yerli bir ‘’Post-truth’’ daha: 2017 yılının Ocak ayının son haftasında T.C. Başbakanı Gezi Parkı protestolarını kastederek demişti ki; ‘’Oradaki park düzenlemesi 8-10 ağacın yer değiştirilmesiydi.’’ Sanki o zamanlar TV’lerde gümbür gümbür Gezi Parkına Topçu Kışlası adı altında AVM, otel, rezidans yapacağız diyen bendim… Sabahın beşinde çadır kurup çevre nöbeti tutan gençlere sanki ben saldırdım… Öğrenci çadırlarına o gaz bombalarını sanki ben attım... Öğrenci çadırlarını sanki ben ateşe verdim... Ne diyor koskoca T.C. Başbakanı gözlerimizin içine baka baka; ‘’Oradaki park düzenlemesi 8-10 ağacın yer değiştirilmesiydi.’’  İşte yerli ‘’Post-truth’’ın en alası…

Bir büyük ‘’Post-truth’’ daha: Ülke demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, demokrasilerde olmazsa olmaz kuvvetler ayrılığı ilkesinden uzaklaşıyor, diktatörlüğe, tek adamlığa doğru gidiyordu da ‘’ileri demokrasi’’, ‘’prangalardan kurtuluyoruz..’’ diyorlardı ya… Yine kallavi bir ‘’Post-truth’’ daha…

Anayasa referandumunda YSK mühürsüz oyları geçerli sayıyor da ''kanunsuzluk var'' dendiğinde ''atı alan Üsküdar'ı geçti'' diyorlardı ya... Bundan büyük ’'Post-truth’' olur mu hiç?

İşte size geçmişe ait birkaç ‘’Post-truth’’ daha:  Sahtekâr, rüşvetçi, dolandırıcı bir İranlıya; ''hayırsever vatandaş'', “cari açığı kapatan ihracat şampiyonu”, “altın ihracatı yapan bir zat’’, ‘’ülkeye katkısı olan, hayır işlerine giren bir zat'' diyorlardı ya… Bizdeki '’Post-truth’’ların sonu yok ki!

Ülkenin bütün kurumlarını ve bakanlıklarını FETÖ'nün çiftliğine çevirmişler... FETÖ ile mücadele ediyoruz diye çiftliklerdeki bütün marabaları içeri almışlar, hala da içeri alıyorlar… Ancak bütün çiftlik ağaları, bütün çiftlik kâhyaları, Ankara'yı parsel parsel FETÖ'ye peşkeş çekenler, sümüklü bir meczubu teee ABD'ye kadar gidip, el etek öpüp bu meczupla fotoğraf çektirenler, bu hoca bozuntusunu TV'lerde, meydanlarda, basında öve öve bitiremeyenler ellerini kollarını sallayarak dışarıda dolaşıyor ya... Bunun adı da FETÖ ile mücadele oluyor ya… Aha işte size İşte yerli ‘’Post-truth’’ın bir en alası daha…

Sonuç

Yine ben yazımın başına döneyim... George Orwell'in sözüne atıf yapmıştım ya...  Tam da Orwell’in söylediği bir dönemde yaşıyoruz: ‘’Evrensel riyakârlık döneminde’’.

Bırakalım elin ecnebisinin sözlüğünde geçen ''Post-truth'' sözcüğünü. Biz Türkçesine bakalım: ‘’Yalan’’ ve ‘’riya’’ ikilisi yıllar yılı bu dünyada politikanın hakiki ve gerçek kavramları olmuşlardır…

Diil konusu deriiiiiin bir kuyu... Bu konuya devam edeceğim...

Osman AYDOĞAN



Dil ve Türkçe üzerine - 7: Siyasette bir manipülasyon aracı olarak kelimeler...

03 Nisan 2020

Dünkü yazımda bir Yunan atasözüne atıf yaparak kelimenin gücünden bahsetmiştim: ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’ Ve mitolojide sözcüğün anlamını vermiştim: Mitolojide sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.

Belki farkında değilizdir ama bu anlamda sözcük en fazla gerçeği manipüle etmek isteyen siyaset alanında kullanılmaktadır. Çünkü dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler.

İşte bu nedenle otoriter yönetimlerde sözcüklerin içeriğine ve ne anlama geldiğine de güç sahipleri karar vermektedirler.

Siyaset sanatında (!) kelimeler…

Siyaset sanatında gerçeğin manipülasyonu için kimi gayeler zaman zaman tersi sözcük ve kavramlar kullanılarak sunulmaktadır. Bu politika yeni değildir. Teee İkinci Dünya Savaşında Almanlar toplama kamplarını ‘’Die Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgür kılar) sözcükleri ile isimlendirmişlerdi.

Ancak günümüzde siyaset sanatında kelimeler öyle ustaca kullanılmaktadır ki Goebbels duysa kemikleri sızlar, mezarında ters döner ben bunları nasıl kaçırdım diye…

Mesela koskoca bir ülkeyi (Irak) işgal edip, milyonlarca insanı öldürüp, hırsızlıkla, tecavüzlerle, talanla ülkeyi tarumar edip dokuz milyon insanı yerinden yurdundan ediyorlar… Ama adına ‘’demokrasi getireceğiz’’ diyorlar…

Keza askerî bir harekât yapıyorlar adına ya ‘’barış’’ diyorlar ya da barışın simgesi olan ‘’zeytin’’in adını kullanıyorlar…

Her türlü antidemokratik tasarrufu, uygulamayı yapıyorlar, adına da  ‘’ileri demokrasi’’ diyorlar…

Teröristlerle müzakere yapıyorlar adına ‘’barış süreci’’ diyorlar…

300 insan ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsında maden ocağında toprağın altına gömülmüş, adına ‘’fıtrat’’ diyorlar… Yine ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsından, plansızlıktan, rüşvetten, imar affından durduk yerden bina çömüş, betonların altına 24 insan gömülmüş, adına yine ‘’fıtrat’’ diyorlar… Yine ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsından, plansızlıktan, rüşvetten, imar affından depremde binalar yıkılmış, onlarca insan betonların altında kalmış, adına yine ‘’fıtrat’’ diyorlar, ‘’şehit’’ diyorlar, ‘’kader’’diyorlar… Adana Aladağ'da kız öğrenci yurdunda yangın çıkmış, 11 kız çocuğu diri diri alevlerde yanmış, ''ihmal'' var, ''kanunsuzluk var'' diyorsunuz; ‘’fıtrat’’ diyorlar, ''kader'' diyorlar…

‘’Fıtrat’’, ‘’kader’’, ‘’şehit’’ dini bir terimler ya, akan sular duruyor, kimsenin aklına artık hesap sormak gelmiyor... Hâlbuki ‘’fıtrat’’ kelimesi Allah’ın canlılara doğuştan kazandırdığı bir özelliktir… ‘’Kedinin fıtratında tırmalamak vardır’’ gibi... ‘’İnsanın fıtratında nankörlük vardır’’ gibi... Ama bir karayolunun fıtratından bahsedilemez... Bir madenin fıtratından bahsedilemez... Bir binanın fıtratından bahsedilemez... Bir depremin fıtratından bahsedilemez... Ama sorgulayan kim?

Kendilerine yakın bir vakıf yurdunda kendilerine emanet edilmiş çocuklar vakıf personelinin ''tecavüz''üne uğruyorlar; en yetkili bakanı tarafından olaya bakılmayıp ''bir defalık'' diyorlar…

Bir ‘’külliye’’ diyorlar, bir kelime ile bin odalı bir israf sarayının üzerini örtüyorlar…

Keza bir ‘’istikşaf’’ kelimesi diyorlar, sonuçlarını beğenmedikleri bir seçimi yineliyorlar…

Saymakla bitmez…

Oltaya takılan kelimeler…

Biliyorsunuz ‘’olta’’; balık avlamakta kullanılan, istenilen uzunlukta bir misinanın ucuna takılı, özel olarak bu iş için yapılmış çengelli iğnenin adıdır. Oltaya bir yem koyarsınız, balık gelir bu yemi yiyeceğim derken çengele takılır, av olur…

Siyaset sanatında bu oltaya takılan sözcüğe en iyi örnek ‘’Orta Asya’’ kavramıdır.

Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’ idi. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır.  İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine oltaya takılan kelimeyi alarak ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip atarsınız!... Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen kaldı ne de Batı Türkistan’ı… Bu sözcükleri telaffuz edenlere bile artık Koranavirüslüymüş gibi şüphe ile bakıyoruz…

Anlıyorsunuz değil mi ‘’kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne yakındır’’ atasözünün ne anlama geldiğini… Sadece bir kelime ile bir milletin bir bölgeden tarihi silinmiştir. Bir kelime ile bir ülke işgal edilmiştir.

Aynı şekilde unvanlarında kocaman kocaman profesör yazan bazı akademisyenler Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ülkelerine ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’ diyorlar. ‘’Trans’’ öte demek, eğer Moskova’dan bakarsanız doğrudur bu ülkeler Kafkasya ötesi ülkelerdir, dolayısı ile ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’dir. Ancak Anadolu’dan, Ankara’dan bakarsanız öyle midir? Bu ülkeler her yönüyle ‘’öte’’ denemeyecek kadar Anadolu’nun bir uzantısıdırlar.

Dikkatsiz ve özensiz siyasetçilerin dilinde ters tepen kelimeler…

Siyaset sahnesine soyunmuşsanız eğer çok iyi bir tarih, edebiyat, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve sanat bilgisinin yanında çok iyi bir dil bilgisine ihtiyaç vardır.

Dikkatsiz ve özensiz siyasetçilerin dilinde kelimelerin nasıl ters teptiğini iki örnekle açıklamak istiyorum:

Yıl 1983… 06 Kasım 1983 Genel Seçimler... MDP’de Turgut Sunalp, HP’de Necdet Calp ve ANAP’da da Turgut Özal başbakan adayı idiler… Seçimlerden birkaç gün önce TRT’de açık oturum var… O zaman TRT dışında başka hiçbir kanal yokt. Yani tüm Türkiye merakla bu açık oturumu izlemektedir. MDP seçimi kazanacağından o kadar emin ki açık oturuma katılmıyor...  Açık oturuma katılan HP’den Necdet Calp ve ANAP’dan da Turgut Özal… Sunucu konuşmacılara iktidara gelince ne yapacaklarını soruyor… Turgut Özal anlatıyor; barajlar, yollar, köprüler, fabrikalar yapacağını söylüyor… Sunucu tekrar soruyor; ‘’Hangi parayla?’’ Özal cevap veriyor: ‘’Birinci köprüyü satacağım, parasıyla da ikinci köprüyü yapacağım…’’ Köprü gündeme gelince Necdet Calp yumruğunu masaya vuruyor: ‘’Sattırmam!’’ Ancak Necdet Calp farkına varmadan bir ‘’sattırmam’’ kelimesiyle tüm dinleyicilerin bilinçaltına şu formatı atıyor: ‘’ANAP iktidara gelecek, köprüyü satmaya kalkacak ama ben muhalefette kalarak Danıştay’a, Yargıtay’a, AYM’ne giderek satışını yaptırmayacağım’’… Mutlaka diğer faktörler var ama seçim bir kelime ile kaybediliyor…

İkinci örneği fazla uzatmayacağım çünkü çok daha taze…

Günlerden 04 Mayıs 2018.. CHP lideri 24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi için Cumhurbaşkanı adayını açıklıyor: ‘’Muharrem İnce gel bakalım buraya!" Yaklaşık iki ay sonra yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi daha o gün o saatte o anda o beş kelime ile sona eriyor: ‘’Muharrem İnce gel bakalım buraya!"

Hani Yunus Emre söylerdi ya, aynen öyle işte;

‘’Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.

Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.’’

İthal sözcüklerle kültür manipülasyonu…

Bazen de yabancı kitap, film ve dizi gibi farklı bir kültürü anlatan yazınsal veya görsel bir eserde geçen ancak Türkçede çok farklı anlamlara gelen kavramlar da sorgulanmadan Türkçeye ithal edilip kullanılarak kültür manipülasyonu yapılmaktadır. 

Örnek olarak; bir gazetedeki vefat ilanında veya kişiler kendi arasında bir taziye ziyaretinde artık sıkça bir merhum hakkında ‘’toprağı bol olsun’’ ifadesi kullanılmaktadır. Hâlbuki ‘’toprağı bol olsun’’ ifadesi Hristiyanlar için kullanılır ve Ortaçağdan gelen Papalığın cennetten toprak satmasına dayanan bir ifadedir. Bu ifade Müslümanlar için kullanılmaz. Müslümanlar için; ‘’Allah taksiratını affetsin’’,  ‘’Allah rahmet eylesin’’, ‘’mekânı cennet olsun’’ veya ‘’nûr içinde yatsın’’ ifadeleri kullanılır. (hatta ne zaman ‘’Allah taksiratını affetsin’’, ne zaman ‘’Allah rahmet eylesin’’ denir o ayrıntıya girmemeyim daha)… ‘’Işıklar içinde yatsın’’ ifadesi de tam olarak doğru değildir. Doğrusu ‘’nûr içinde yatsın’’dır. Çünkü burada ‘’nûr’’ sözcüğünde verilen anlam ‘’ışık’’ değildir, ‘’ilahî ışık’’tır.

Yerli ve milli sözcüklerle kültür manipülasyonu…

Bazen de yerli ve milli sözcüklerle kültür manipülasyonu yapılmaktadır.

Örneğin; ‘’kadın’’ ve ‘’erkek’’ sözcükleri cinsiyeti belirtir. ‘’Bay’’ ve ‘’bayan’’ sözcükleri ise unvan sözcükleridir. Bu en basit kuralı bile unutarak sırf cinsiyeti çağrıştırıyor diye –çünkü siyaset artık ‘’cinsiyetten’’ utanmaktadır- ‘’kadın’’ yerine bir unvanı tanımlayan ‘’bayan’’ sözcüğü kullanılmaktadır. Bu nedenle de ‘’Kadınlar Voleybol Milli takımı’’ yerine yanlış ve kasıtlı olarak ‘’Bayanlar Voleybol Milli Takımı’’ deyimi kullanılmaktadır.

‘’Erkek’’ ve ‘’kadın’’ sözcükleri yerine ‘’bay’’ ve ‘’bayan’’ sözcüklerini kullananlar bu sözcükleri sehven ve masumane kullanmamaktadırlar. Bilinçli bir şekilde ‘’kadın’’ yerine  ‘’bayan’’ sözcüğünü kullananların bilinçleri altında kadını sosyal hayattan dışlamak zihniyeti yatmaktadır. Önce zihinden, sözcüklerden silersiniz kadını sonra da sokaklardan, caddelerden, sosyal hayattan…

Keza aynı şekilde siyasette kullanılan eril dil de aynı amaca hizmet etmektedir. Sanmayın ki bu sözler masum masum, düşünülmeden, safça söylenmiştir. Bu sözlerin altında toplumda arzu edilen kültür dönüşümü yatmaktadır. Konu uzamasın diye örnekleri (ki çok fazla) yazımın sonunda veriyorum…

Sonuç

Girişte kullandığım cümlede ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir’’ diye bir Yunan atasözü vermiştim ve mitolojide sözcüğün anlamını aktarmıştım: Mitolojide sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.

Belki farkında değilizdir ama anlattığım gibi sözcük en fazla gerçeği manipüle etmek isteyen siyaset alanında kullanılmaktadır. Çünkü dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler.

Fazla söze gerek var mı? Var!. Bu konuya devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN

İktidar partisine mensup siyasetçilerin son senelerde kullandığı kadına yönelik cinsiyetçi ve ayrımcı eril dillerine örnekler::

TBMM Başkanı Arınç, eşinin adının 23 Nisan davetiyesinde neden olmadığını soran gazeteciye: “Bu nedir? Şeyini şey ettiğimin şeyidir” (Nisan 2004)

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, partisinin Kocaeli İl Kadın Kolları Teşkilatı’nca düzenlenen Dünya Kadınlar Günü Dayanışma Çayı’nda: "Türk hanımları evinin süsüdür, erkeğinin şerefidir, Batı kadınları ise maalesef ezilmektedir.’’ (Mart 2005)

AKP Çankırı Milletvekili Hikmet Özdemir, içinde ''Cehennemlik olanlar da bana gösterildi, çoğunun kadın olduğunu gördüm'' yazılı kitapçık dağıttı. (Temmuz 2006 )

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Ankara İl Kongresinde Münevver Karabulut cinayeti ile ilgili olarak: "yalnız bırakılan ya davulcuya, ya zurnacıya" dedi. (Temmuz 2009

Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, kapatılan DTP’li Mardin Milletvekili Emine Ayna’yı kastederek, “Çok garip bir yaratık. Allah akıl fikir versin” (22 Aralık 2009)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Büyük Anadolu Otelinde düzenlenen Türk Metal Sendikası 16. Kadın Kurultayında:  ‘’Kadınlara yönelik şiddet olayları, muhalefetin ve medyanın istismarıyla artıyormuş gibi bir havada takdim edilmektedir.’’ (Mart 2011)

Ordu'nun Ünye ilçesinde, AKP Ünye İlçe Tanıtım ve Medya Başkanı Süleyman Demirci, başı açık kadınlar için: "Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır." (Mart 2011)

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün danışmanı Yusuf Müftüoğlu: "Ne yalan söyleyeyim, yılbaşının hemen ertesi günlerinde gazetelerde kutlamalar sırasındaki taciz haberlerini okumak hoşuma gidiyor." (Mayıs 2011)

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek" (Kasım 2011)

Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bir Konya mitinginde, Hopa'daki olayları protesto etmek için tank üzerine çıkan ve polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dilşat Aktaş hakkında “O kadın, kız mıdır kadın mıdır?" (11 Haziran 2011)

Sağlık Bakanı Recep Akdağ: “Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar.” (Mayıs 2012)

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, CHP milletvekili Aylin Nazlı Aka'nın kürtaj tartışmasında dile getirdiği "Başbakan vajina bekçiliğini bıraksın" sözlerine karşılık, "evli bir 'bayan'ın cinsel organı hakkında açıkça konuşmasının yüzümü kızarttı"  (12 Aralık 2012)

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, kürtajın yasaklanmasıyla ilgili tartışmalar sırasında tecavüz sonucu gebeliklerde kürtaj konusu tartışılırken; "Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor. Anası kendisini öldürsün"  (Haziran 2012)

Dönemin başbakanı Erdoğan, Gezi protestoları sırasında verdiği bir röportajda Dolmabahçe’deki ofisinden kadınların kıyafetleri hakkında: “Değerlerine önem veren anne, baba kızının birilerinin kucağına oturmasını ister mi? Dolmabahçe’de ofisimin önünden Kadıköy’den gelenlerin filan orada durumunu görüyorum. Bütün bunları gördüğüm zaman, bunlar benim aslında kendi değerlerimle uyuşan şeyler değil. Buna rağmen benim toplumumun insanıdır diyorum, giyimine kuşamına şusuna busuna karışamam diyorum…” (Haziran 2012)

AKP Tokat milletvekili Zeyid Aslan, kadın gazetecilere "Ben sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, bunların gerçeği bu diye ahlaksız olurum değil mi?" (Temmuz 2013)

Bir TV programa katılan Bakan Hüseyin Çelik, “Dün bir kanaldaki, yarışma programında sunucu öyle bir kıyafet gitmiş ki olmaz bu yani. Kimseye karıştığımız yok ama çok aşırı. Dünyada da kabul edilemez.” (Eylül 2013)  Çelik’in açıklamasından sonra sunucu Gözde Kansu işten çıkarıldı.

AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün:  “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.” (Aralık 2013)

Kadın ve Demokrasi Derneği'nin (KADEM) düzenlediği I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi'nde konuşan Cumhurbaşkanı, " Kadın erkek eşit değil fıtrata terstir. Tabiatları, bünyeleri farklıdır" (24 Kasım 2014)

AKP Bursa teşkilatının düzenlediği bayramlaşma töreninde konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç;  "Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak. Nerede öyle yüzüne baktığımız zaman yüzü hafifçe kızarabilecek, boynunu öne eğebilecek kızlarımız." (Temmuz 2014)

Bülent Arınç ‘’kahkaha’’ açıklamasının ardından gelen eleştirilere cevap olarak: “O konuşmamdan bir kısım alınmış. Sadece kadınlar kahkaha atmasın dediysem akıl dışı bir iş yapmışımdır. Ama orada ahlak kurallarıyla ilgili bir konuşma yaptım. Kocasını bırakıp tatile çıkanlar, direği gördüğünde dayanamayıp direğe çıkanlar... Böyle bir hayatın içinde siz olabilirsiniz, size kızmanın ötesinde acıyabilirim.” (Temmuz 2014)

Daha sonra AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan olan Vali Hüseyin Aksoy: ‘’Eskiden ‘Kocandır, sever de döver de’ derdik, artık demiyoruz.’’ (Ocak 2015)

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu üç çocukları olduğunu söyleyen bir bebeğin babasına "O zaman sen söz dinleyenlerdensin. Anneler, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir. Merkeze iyi nesiller yetiştirmeye almalılar". (02 Ocak 2015)

Hükümet sözcüsü Bülent Arınç, Meclis’te düzenlenen bir toplantıda HDP vekili Nursel Aydoğan’a hitaben: “Bir kadın olarak sus” (29 Temmuz 2015)

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Doktor Sare Davutoğlu, kadına şiddetle ilgili olarak “Ben kadına şiddet dememizin de bu konuyu büyüttüğü kanaatindeyim. Şiddeti bir bütün olarak ele almamız lazım” (Temmuz 2015)

Daha sonra AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olan Ayhan Sefer Üstün: ‘’Tecavüze uğrayan doğurmalı’’ (Eylül 2015)

AKP’nin Urfa mitinginde konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Şimdi işiniz, maaşınız var, aşınız var. Ne kaldı? Eş kaldı eş. Biz bu toprakların insanlarının bereketlenmesini istiyoruz, çoğalmasını ama aynı zamanda iş güç sahibi olmasını da istiyoruz. Eş lazım dediğinizde önce annenize, babanıza gideceksiniz inşallah onlar size hayırlı bir eş bulacak. Bulamazsa bize başvuracaksınız.” (23 Ekim 2015)

Trabzon'un Of İlçesi'nde AKP'li Belediye Başkan Vekili Halil Alireisoğlu, afet ve acil durumlarla ilgili eğitim veren müftülük çalışanı Ayşe Yılmaz’a bağırarak: ““Sen kimsin de bize vaaz veriyorsun? Bu kadın nereden çıktı? Bu ne iş? Erkekler kadınlardan vaiz mi alırmış? Bizim kadınlardan alacağımız eğitime ihtiyacımız yok.” Aliresioğlu tepkiler üzerine: “Temelde bayan olduğu için tepki gösterdim. Bayanların konuşacağı yer vardır, erkeklerin konuşacağı yer vardır.” (3 Nisan 2016)

Meclis’te boşanmaları araştırmak için kurulan komisyonun toplantısında AKP Isparta vekili Sait Yüce, sunum yapmak için davet edilen Eşitlik İzleme Kadın Grubu’ndan (EŞİTİZ) avukat Hülya Gülbahar’a “Ben sana haddini bildirmeye çalışıyorum.” (19 Şubat 2016, Cuma)

AKP'li    Gaziantep    Şahinbey    Belediyesi,    "Aile    Saadeti"    isimli    bir    kitap    dağıtıyor. Bu kitapta, ‘’Kadınların nasıl dövülmesi gerektiği’’ anlatılıyor. (Şubat 2017 )

Neyse, burada keseyim ki bu sözlerin haddi, hududu, hesabı ve sonu yok… Ancak siyasette kullanılan bu eril dil, bu sözler sanmayın ki masum masum, düşünülmeden safça söylenmiştir. Bu sözlerin altında toplumda arzu edilen kültür dönüşümü yatmaktadır.



Dil ve Türkçe üzerine - 6: Türkçe’deki ‘’nitelik’’ sorunu…

02 Nisan 2020

Bir önceki yazımda ‘’nicelik sorunu’’ diye Türkçe’deki kelime azlığından ve yarattığı sorunlardan bahsetmiştim. Bu yazımda da elimizdeki kalan kelimelerin ise niteliğinin bozulduğunu anlatmaya çalışacağım.

Tıpkı beslenmemizde biyoçeşitlilik azalırken kalan besinlerin de GDO’lu olmaları gibi kalan kelimelerimiz de GDO’lu hale gelmiştir. Yani kullandığımız kelimeler artık GDO’ludur.. Yani hem az kelime kullanıyoruz, kullandığımız bu az kelimeler de genellikle olumsuz kelimelerdir. Müspet ve güzel kelimeleri pek kullanmıyoruz.

Nasıl mı?

Kelimenin gücü

GDO’lu kelimelere geçmeden önce kelimelerin gücünden kısaca bahsetmek istiyorum…

Mitolojide sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.

Mitolojide geçen bir Yunan atasözüdür: ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’ Ve devam ederdi bu Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’

Bir Japon atasözü: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’

Madem Japon atasözünden bahsettim. Bir Japon araştırmacıdan da bahseydim: Japon Araştırmacı Masaru Emoto’nun, ''Suyun Gizli Mesajı'' (Kuraldışı Yayınları, 2012) isimli bir kitabı var…

Bu kitapta Masaru Emoto, insan vücudunun ve yaşamış olduğumuz yerkürenin % 70’ini kaplamakta olan suyun, moleküler yapısının kelimelerinden etkilenmiş olduğu ortaya koyuyor... Emoto, yaşama geçirilen pozitif kelimeler sayesinde insanın vücudunda yer alan suyun, kişiyi mutlu ve esen kılabileceğini bildiriyor.

Kelimelerin su kristallerinin formasyonları üzerindeki etkisini tespit eden Emoto, bazı sevgi ve nefret kelimelerini kasete kaydederek cam şişelere gece boyunca dinletir. Bu deneyde ise sevgi, takdir ve teşekkür sözcükleri dinletilen şişelerdeki su kristallerinin çok simetrik ve güzel olduğunu belgeler. Kötü kelimeler dinleyen şişelerdeki suyun kristalleri ise düzensizdir.

Masaru Emoto, özetle bahsettiğim Japon atasözünü vererek; “Kelimeler doğanın titreşimidir, böylece güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır, bu da kâinatın köküdür” der… 

Görüldüğü gibi kullandığımız kelimeler basit birer ses kümesi değillerdir. Kelimelerin işaret ettiği anlamların çok ötesinde çok güçlü anlamları, bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.

Olumsuz kelimeler…

Kelimenin gücü böyle… Böyle de kullandığımız kelimelerin ne anlama geldiğinin ve bu gücün farkında mıyız?

‘’İyi’’ ve ‘’kötü’’...

 ‘’İyi’’ ve ‘’güzel’’ veya ‘’kötü’’ ve ‘’çirkin’’ sözcüklerin kullanımı kültürden kültüre değişmekte bu da o kültürdeki insanların dünyaya iyimser veya kötümser bakmasına yol açmaktadır. Ne yazık ki kültürümüzde ifade aracı olarak çoğunlukla ‘’kötü’’ ve ‘’olumsuz’’ kelimeler kullanılmaktadır.

Toplumuzda kendisine bir olay veya nesne hakkında fikri sorulan kişinin verdiği cevap genellikle olumsuz sözcüklerden oluşur. ‘’Nasılsınız?’’ diye sorduğunuzda alacağınız cevap genellikle iki olumsuz sözcükten oluşur: ‘’Fena değil!’’ ‘’Fena’’ ve ‘’değil’’ iki olumsuz sözcük bir ‘’iyiyim’’in yerini tutmamaktadır. Bu kültürdeki insanımızı cennete götürseniz ve sorsanız cenneti ‘’nasıl buldun?’’ diye muhtemel ki yine ‘’güzel’’ yerine ‘’fena değil’’ cevabını verecektir.

Ne yazık ki kültürümüzde yaşama sevincini, mutluluğu, iyiyi ve güzeli anlatan sözcüklerden ziyade gamı, kederi, tasayı ve hüznü anlatan kelimeler çoğunlukla kullanılmaktadır. Şarkılarımızın, türkülerimizin sözlerine bakın, onlar da öyledir… Onlar gamın, kederin, hüznün şarkılarıdır. Sanki hüzün bu kültürde mutluluk aracıdır. Japon atasözünde olduğu gibi bu iki kötü kelime kötü doğa yaratmaktadır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

İnsanlarımız genellikle her şeyden müşteki, mızmız yeryüzü küskünü gibidirler… Hâlbuki yakınmanın bitmediği yerde hayat bir zebani topuzu, yakınmanın bittiği yerde ise hayat bir gül bahçesidir. Ancak yakınmak da şarka, bu kültüre özgü bir alışkanlıktır.

Dileklerimiz, isteklerimiz…

Dualarımız ve dileklerimizde de genellikle Tanrı’dan istediklerimizi istemeyiz de istemediklerimizin gerçekleşmemesini dileriz. ‘’Tanrı kaza ve bela vermesin’’ gibi. ‘’Kaza’’ ve ‘’bela’’ iki olumsuz, fena sözcük. Sanki iyiliğin, güzelliğin, bolluğun, bereketin canı çıktı.

Aynı şekilde insanlarımızdan da kendilerinden ne istediğimizi değil ne istemediğimizi talep ederiz. ‘’Çevreyi kirletmeyin!’’ deriz, ‘’çevreyi temiz tut!’’ yerine.

Yollardaki uyarı levhasına bir bakın: ‘’Trafik canavarı olmayın!’’ Sanki ‘’kurallara uyun!’’, ‘’insanlara saygılı olun!!’’ vb. demek çok mu zordu? ‘’Canavar’’ zaten olumsuz bir kelime... ‘’Olmayın!’’ Olumsuz bir emir kipi… Sonuç? Herkes canavar!

Benzer şekilde davranışları değiştirmek için de olumsuz yorumlarda bulunuruz. Hâlbuki davranışları etkilemenin en iyi yolu; olumsuz yorumlarda bulunmak değil, olumlu pekiştirmelerde bulunmaktır. ‘’Yanlış işleri eleştirmek yerine doğru işleri pekiştirmek için zaman harcarsanız daha iyi bir eğitici veya daha etkin bir yönetici veya lider olursunuz’’ der eğitim bilimciler… Çünkü siz insanlardan ne beklerseniz onlar da size onu verirler. Siz hangi sonuçları arıyorsanız onları bulursunuz.

Çocuk yetiştirirken, eğitirken, insanlara davranırken de genellikle hep olumsuz hitaplarda bulunulur… Çocuk bir bardağı mı kırdı, tepki hemen hazırdır: ‘’Aptal, salak, geri zekâlı…’’ Okulda öğrenci ödev mi yapmadı, dersine mi çalışmadı, tepki hemen hazırdır: ‘’Aptal, salak, geri zekâlı…’’ İşyerinde de aynıdır... ‘’Aptal, salak, geri zekâlı…’’ Goethe’nin bir söz vardı: Goethe derdi ki; ‘’insanlara olduğu gibi davranırsanız olduğu gibi kalırlar, olabileceği gibi davranırsanız olabileceği gibi olurlar.’’ 

Eğitim bilimciler davranışları etkilemenin en iyi yolunun; ‘’olumsuz yorumlarda’’ bulunmak değil, ‘’olumlu pekiştirmelerde’’ bulunmak olduğunu, ‘’yanlış işleri eleştirmek'' yerine ‘’doğru işleri pekiştirmek'' için zaman harcandığında daha iyi sonuç alındığını, insanlardan ne beklerseniz onların da onu verdiklerini söylüyorlar… Ama bunu ne anladık ne de uyguladık… Sonunda da Aziz Nesin haklı olur…

Eğitim bilimciler; ‘’İnsanın kendisine değer verildiğini ve takdir edildiğini hissetmesi gerekir‘‘ derler… ‘‘Kendisini değersiz hisseden, baskı altında kalan ve örselenen insanlar düşünemezler’’ derler… ''Kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur'' derler…

Ülkemizde; evde, okulda, işyerinde, idari ve yönetim sistemimizde sistematik bir biçimde üzerek, eğerek, ezerek bir insan yetiştirme sistemi vardır. Eğitim ve yönetim sistemimiz sistematik bir biçimde insanımızın kendisini değersiz hissetmesi üzerine kurulmuştur.  Hâlbuki antropologlar ‘’insanın karakterini dik yürümekle kazandığını’’ söylüyorlar.  Biz ise diz çöktürmeye çalışıyoruz…  

Yine eğitim bilimciler ‘’bir çocuğun kaderini belirleyen bağımsız ve en güçlü etkenin çocuğun kendisi hakkındaki düşünceleridir’’ derler…

Olumsuz anlama gelen kelimeler…

Bazı kelimeler gayet masum gözükürler ancak anlam derinliğine baktığımızda olumsuz kelimelerle aynıdırlar.

Standford üniversitesinde profosörlük yapan Bernard Roth’un ‘’Başarma Alışkanlığı’’ (Nobel Yaşam, 2016) adlı bir kitabı var… Yazara göre, başarıya ulaşmamızın sırrı yalnızca iki kelimeyi kelime dağarcığımızdan çıkarıp yerine başka iki sihirli kelimeyi eklemek…

‘’Ama’’ yerine ‘’ve’’ kullanın…

‘’Sinemaya gitmek istiyorum ama yapacak bir ton işim var’’ yerine ‘’sinemaya gitmek istiyorum ve yapacak bir ton işim var’’ derseniz ne olur sizce?

Profesör Roth şöyle kaleme almış: ‘’ ‘ama’ kelimesini kullandığınız zaman eylemler arasında aslında olmasa da bir çatışma çıkarıyorsunuz. Ancak ‘’ve’’ bağlacını kullandığınız zaman beyniniz gayri ihtiyari bir şekilde cümlenin iki kısmını da bir bütün olarak algılıyor.’’

Dilbilimde bu tür cümle yapıları, bağlacın olduğu yan cümleler arasındaki bağdaştırıcı veya ayrıştırıcı bileşik cümleler olarak bilinmektedir. Esas itibariyle ‘’ama’’, ‘’buna rağmen’’, ‘’ancak’’ bağlaçları cümle içerisindeki bir ifadeyle diğer bir ifade arasında zıtlık bildirmek için kullanılmaktadır.

Oysa ‘’ve’’ bağlacını ele alırsak, bu bağlacın birleştirici ve daha olumlu bir işlevi vardır.

Ama bizim bütün cümlelerimiz ‘’ama’’ ile başlar değil mi?

‘’Zorundayım’’ yerine ‘’İstiyorum’’ deyin…

Roth kitabında şöyle vurgulamış: ‘’Bu alıştırma insanların yaptığı birtakım şeylerin (işe gitmek gibi), hatta onlara zevk vermeyen şeylerin bile aslında kelime seçimleriyle alakalı olduğunu farkına varmasında oldukça etkilidir.’’ Sadece küçük bir yüklem değişikliği hayatınızın gidişatını değiştirebilir. Eğer her sabah uyanıp işe gitmeyi ‘’ölüm’’ olarak görüyorsanız doğal olarak hayatınız da ‘’cehenneme’’ dönecektir.

Fakat işin aslına bakacak olursanız, bir şeyleri değiştirmek düşündüğünüzden daha kolay. Sadece her sabah işinizle ilgili neyi sevdiğinizi düşünün. Örneğin, karmaşık bir projeyi bitirmenin size verdiği o rahatlama hissini veya meslektaşlarınızla çay içip hoş vakit geçirdiğinizi düşünebilirsiniz. Aynı zamanda işten evinize gelip de ailenize kavuştuğunuz o anı da düşünebilirsiniz. İster inanın ister inanmayın, bu basit strateji sizi bütün gün pozitif bir enerjiyle yüklü tutacaktır.

Gördüğünüz gibi, ‘’ailemi ziyaret etmek zorundayım/gerek’’ yerine ‘’ailemi ziyaret etmek istiyorum’’ arasında dağlar kadar fark var. Ne hakkında konuştuğunuzun bir önemi olmaksızın, her zaman ‘’zorundayım’’ yerine ‘’istiyorum’’ demek daha iyidir.

Kullanmadığımız, kullanmakta cimri olduğumuz kelimeler

Şimdiye kadar günlük lisanımızda farkında olmadan kullandığımız olumsuz kelimeleri yazdım. Bir de Türkçe’de çok da olumlu olup pek kullanmadığımız kelimelerden bahsedeceğim…

Fransız felsefeci, edebiyat eleştirmeni ve toplum teorisyeni Roland Barthes’in bir kitabı var: ‘’Bir Aşk Söyleminden Parçalar’’ (Metis Yayıncılık, 2010). Barthes kitabında şöyle yazar; ‘’Âşık olduğumuzda kullandığımız dil, her zaman konuştuğumuz dilden çok farklıdır’’ der ve ''bir kere ilk mesajı verip, 'seni seviyorum' dedikten sonra sözlerinizle, davranışlarınızla içinizdeki duyguyu karşı tarafa sonsuz bir akış şeklinde tekrarlamalı, ilişkiyi derinleştirmelisiniz.’’

Jacques Salome ve Sylvie Galland isimli iki yazarın “Ah Kendime Bir Kulak Versem” (Sistem Yayıncılık, 2002) ismini verdikleri kitaplarında da “ilişki terörü” diye bir kavramdan bahsederler. Bu terörde kanlı bıçaklı olmaya gerek yoktur, ikili ilişkilerde, evliliklerde pek mutat olduğu üzere ‘’surat asmak’’ bile terörün en uç noktasıdır.

Erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu kültürde, bu coğrafyada, bu topraklarda genellikle aşkı beslemeyi bilmeyiz biz…

Çizerini hatırlamadığım bir başka karikatürde ise, orta yaşın üzerinde bir kadın kocasına soruyordu; ‘’Kocacığım, hatırlıyor musun, bana en son ‘seni seviyorum’ dediğinde tam on yıl önceydi.’’ Erkek istifini bozmadan, okuduğu gazeteden kafasını kaldırmadan cevap veriyordu; ‘’Düşüncemde bir değişiklik olursa sana söylerim.’’ Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İnsanlar sevdiklerini söylemekte hep kıskanç ve cimri davranırlar...

Bizler genellikle sevgi sözcükleri konusunda cimriyizdir. Sevgi sözcüklerini pek kullanmayız…

Amerikalı karikatürist Jules Feiffer’in bir karikatüründe kahramanı şöyle diyor: “Harika bir kızla tanıştım. Bütün dostlarıma ve çalışma arkadaşlarıma kendisinden söz ettim. Sokaktaki yabancılara bile kızdan bahsettim. Hemen herkese anlattım. Tabii kendisinden başka! Ona bu avantajı neden vereyim ki?”

Hani başta da söylemiştim ya ‘’sözcükler aslında sanılandan çok daha güçlüdür’’ diye. Bir Yunan atasözünü hatırlatmıştım: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir'' diye…

İlişkilerinde sorun yaşayanlar aşağıdaki sözleri daha sık kullandıklarında hayatlarında mucizeler yaşayacaklarına inansınlar. Dağ gibi görünen ve içinden çıkılmaz sanılan sorunların aşılmasının aslında çok da zor olmadığımı görecekler:

Sana ilk günkü gibi aşığım.
Benim için çok değerlisin.
Yaptıklarından dolayı seni her zaman takdir ediyorum.
Sen olmadan bunları başaramazdım.
Dünyaya bir daha gelsem yine seninle evlenirdim.
Senin yaptıklarına karşı senin için ne yapsam azdır. 
Ne düşündüğün benim için çok önemli.
Kendine özen göstermenden mutluluk duyuyorum.
Senin aileni kendi ailemden ayırt edemem.
Mutlu olmam için yanında olmak benim için yeterli.
Seninle evlendiğim için ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum.
Seni her zaman dinlemeye hazırım.
Benim için ne fedakârlıklar yaptığının farkındayım.
Seninle karşılıklı birer kahve içmek ve sohbet etmek, tüm yorgunluğumu alıyor.
Senin sağlıklı ve mutlu olman benim için çok önemli. 
Başarılarınla gurur duyuyorum ve seninle iftihar ediyorum. Sen benim hayatımın en güzel şiirisin.

Bu sözcükler aşkın bakım sözcükleridir… Zaten söylerdi Cemal Süreya bir şiirinde:

‘’Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git
Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti’’

Kişi bu sözlerle kendisini değerli hissetmeli… Çünkü kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur…

En büyük mutsuzluk sevilmemiş olmak değil, sevmemektir. Günahların onda dokuzu insan sevgisine karşı işlenmiştir.

Ne yazık ki kültür olumsuz kelimeleri kullanmaya şartlanmış. Olumlu, özellikle sevgi sözcüklerini, beğeni sözcüklerini ise kullanmada toplum oldukça cimridir.

Aslında ‘’sevgi’’ ile ‘’cinnet’’i de karıştırdık toplum olarak…

Şimdi bakın gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine… Cinayet sebebidir ‘’çok sevmek’’… Şu sözü kanıksamışınızdır artık: ‘’Çok seviyordum, onun için öldürdüm.’’ ‘’Cinnet’’ sözcüğünün karşılığıdır artık ‘’sevmek’. ‘’Sevmek’’ ve ‘’âşık olmak’’ sözcüğünün karşılığıdır artık ‘’sahiplenmek’’. Sıra dışı bir edebiyatçı ve düşünür olan Portekizli yazar José Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırmıştı; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’ 

Eleştiri kelimeleri

ABD’li psikolog Haim Ginott'a ait bir eleştirinin en iyi formülü… X, Y ve Z teorisi…X: Ne yaptığının tespiti… (toplantıya geç geldin) (odan dağınık!) (yemek yemedin!) Y: Bu olayın senin üzerindeki etkisi (seni merakla bekledik) (üzüldüm) Z: Ne yapması gerektiği (gecikeceğini haber verebilirdin) (bizden yardım isteyebilirdin)...

Davranışları düzeltmek için ‘’hastalıklı bir eleştiri’’ yerine davranışların karşı tarafı nasıl bir sıkıntıya soktuğuna dikkat çeken bir terbiye tarzı çocuklara ve insanlara daha fazla empati kazandırır… Yani ‘’yaramazlık yaptın!’’ yerine ‘’bak onu ne kadar üzdün!’’ denmesi daha uygundur...

Teşekkür etmek

Bütün psikologların üzerinde fikir birliğine vardıkları üç mutluluk formülü var: Şükretmek, iyilik yapmak ve yaptığın işi sevip daha çok konsantre olmak!

Şükretmek, hayattan duyduğun memnuniyeti ifade etmek, hatta bunu düzenli olarak yazmak ve söylemek, sadece insanın keyfini yerine getirmekle kalmıyor. Kaliforniya Üniversitesi'nin araştırmasına göre fiziksel sağlığı düzeltiyor, enerji seviyelerini yükseltiyor, acı ve yorgunluğu azaltıyor!

Mutlu olmak için çalış, iyilik yap, şükret! 

Teşekkür etmek ve minnettarlık, dünyamızı harikulade hale getirecek pek çok etkiye sahip. Ancak bizler hep müştekiyiz… Yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıları bulunan mızmız yeryüzü küskünleriyiz…

‘’ İç ve dış yaşamın canlı ya da ölü başka insanların çabalarına bağlı olduğunu; bana bugüne kadar verilmiş ve halen verilmekte olanlara karşılık verebilmem için çaba sarf etmem gerektiğini her gün kendi kendime yüz defa hatırlatıyorum’’ derdi Albert Einstein...

Olumlu bir davranışı tabii ki teşekkür almak için yapmıyoruz. Ama bir kuru teşekkürü de beklemiyoruz artık değil mi?.

Sonuç

Ben uzun uzun anlattım ama benim yedi sayfada söylemek istediklerimi İngiliz şair, roman ve hikâye yazarı Rudyard Kipling (1865-1936) yedi kelimeyle ifade etmiş:

‘’Kelimeler insanlık tarafından kullanılan en güçlü ilaçtır...’’ 

Ancak anlattığım gibi biz bu ilacın genellikle zehirli olanlarını kullanmayı tercih ediyoruz…

Japon atasözünü tekrar hatırlıyoruz: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’

Dil konusunda yazılarım devam edecek!

Osman AYDOĞAN



Dil ve Türkçe üzerine - 5: Türkçe’deki ‘’nicelik’’ sorunu…

01 Nisan 2020

Dil konusundaki beşinci yazım… Daha ilkyazımda bahsetmiştim, konunun basit olmadığını, yanlış anlamaya ve anlaşılmaya müsait olduğunu ve netameli bir konu olduğunu… Bu riske göze alarak mayınlı sahalara doğru yazılarıma devam ediyorum... Bu yazımda kullanılan konuların bir kısmını başka yazılarımda da kullanmıştım. Mükerrer olan kısımlar için hoşgörünüze sığınıyorum…  

Bu yazımda Türkçe’deki ‘’nicelik’’ sorununa, basitçe Türkçe’de az kelime kullanıyor olmamıza değineceğim.

Nasıl ki günümüzde tarım alanlarının ve sulak alanların azalması, aşırı kullanma, kirlenme, bilinçsiz tarım, küresel ısınma ve nüfus artışı gibi nedenlerle ülkemizdeki ‘’biyoçeşitlilik’’ azalıyorsa farklı nedenlerle de zihnimizi besleyen kullandığımız kelimeler de azalmış, azalıyor ve azalmaktadır.

Dil beyin hücreleri gibi yaşayan bir organizmadır. Beyinde bir kısım hücrelerin ölmesi gibi dilde de bir kısım kelimeler ölür, kullanılmaz hale gelir. Ancak beynin yeni hücreler üretmesi gibi dilde de yeni kelimeler üretilir. Yeni kelime üretilmezse beyin ölümünün kişiye verdiği sonucu dil topluma verir.

Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı

Geçmiş kelime haznesi olarak daha zengindi. Örnek olarak 19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlüğü göstermek istiyorum: ‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’. Bu sözlük Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı bir sözlüktür. 1890’da 12 cilt halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinali bu gün British Museum’da bulunmaktadır. Bu sözlük tam tamına 150.000 kelime içermektedir.

Şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içermektedir. Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler elbet! Kaybettiklerimiz; sanatımızdılar, edebiyatımızdılar, felsefemizdiler, tarihimizdiler, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemizdiler, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Yerlerine yenisini koymadan bizi bırakıp da gittiler...

Oxford Sözlüğü

Yabancı dilden bir başka örnek: Oxford Sözlüğü. 1858 yılında yazımına başlanılıp 1928 yılında tamamlanan ancak hemen hemen her yıl güncellenen Oxford sözlüğü 20 cilt.

Bu noktada kısaca Oxford Sözlüğünün nasıl hazırlandığını hatırlatmak istiyorum. İngiliz-Amerikalı yazar ve gazeteci Simon Winchester, yazdığı ‘’Dahi ve Deli ’’ (Sabah Kitapları, 2000) (Kitabın orijinal adı: The Professor and the Madman: A Tale of Murder, Insanity and the Making of the Oxford English Dictionary) kitabı Oxford Sözlüğünün hazırlanış sürecini anlatıyor.

1858 yılında hazırlanmasına başlanılan sözlük için editörler, üç - beş senede sözlüğü tamamlayacaklarını varsayarak yola çıkarlar. Aradan beş sene geçer ancak B harfine gelirler. Çalışmanın başını çeken James Murray, halka bir çağrıda bulunur. Okurlardan kendilerine kelime tanımları göndermelerini ister. Sonrasında halkın her kesiminden sayısız sözcük tanımlamaları gelir. Dolayısıyla sanıldığı gibi Oxford sözlük sadece bir grup elit tarafından hazırlanan bir sözlük değildir. Oxford sözlük tüm İngiliz halkının (avamın) katılımıyla hazırlanan bir sözlüktür. Kitap, bir yandan Oxford sözlüğünün hazırlanmasını anlatırken diğer yandan da insan ruhunun kuytu köşelerine inerek dâhiliğin ve deliliğin kaynağını anlatır. İşte sözlük böyle hazırlandığı için Oxford Sözlüğü hemen hemen dünyanın en kapsamlı sözcük hazinesi olan bir sözlük sayılır.

Lehçe-i Osmanî

Aslında bu yöntem, yani sözlüğü avamın hazırlaması sadece İngilizlere, Oxford sözlüğüne mahsus değildir. Bizden Ahmet Vefik Paşa’nın 1876 yılında hazırladığı ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ (Türk Dil Kurumu Yayınları, 2000) de bu şekilde halk ağzıyla hazırlanmıştır. Ayrıca Ahmet Vefik Paşa’nın 1852 yılında hazırladığı ‘’Müntehabât-ı Durûb-i Emsâl’’ (Gökkubbe Yayınları, 2005) (Seçilmiş atasözleri) isimli bir kitabı daha vardır. Burada bir açıklama yapmam gerekiyor: ‘’Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye" (Dergâh Yayınları, 2014) isimli Ahmet Mithat Efendi’nin, Şinasi'nin ‘’Durûb-ı Emsal-i Osmaniye'’sinden istifade ederek hazırladığı bir başka atasözleri kitabı daha vardır ki bu kitap genellikle Ahmet Vefik Paşa’nın bahsettiğim kitabı ile karıştırılır tıpkı bugünkü (01 Nisan 2020) yazısında Yeniçağ Gazetesi Yazarı Ahmet Sevgi’nin karıştırdığı gibi.

Ahmet Vefik Paşa (1823 – 1891); Osmanlının devlet adamıdır, diplomatı, çevirmen ve oyun yazarıdır. Türkçülük hareketinin öncüsüdür. Devlet adamlığının yanı sıra aynı zamanda 16 dil bilen bir bilim adamıdır. Bugün de vefat yıldönümüdür. (01 Nisan 1891) Allah rahmet eylesin. (Bu sayfada daha önceleri Ahmet Vefik Paşa’yı anlatmıştım.)

TDK Türkçe Sözlük

Benim elimdeki onuncu baskı olan ve 2005 basımı TDK Türkçe Sözlük ise tek cilt. TDK Türkçe Sözlük arkasındaki açıklamada; sözlükte yer alan ‘’söz, terim, deyim, ek ve anlamdan oluşan 104.481 söz varlığı’’ndan bahsediyor. Sözlükte bahsi geçen terim, deyim, ek ve anlamı düştüğünüzde kalan sözcüklere bakıyorsunuz, bu sözcüklerin neredeyse yarıdan fazlası yabancı kökenli kelime. Şimdi sözlükte geçen Farsça, Arapça, Rumca, Fransızca, İtalyanca ve diğer yabancı dil kökenli kelimeleri Türkçe mi sayacağız? Zaten TDK Türkçe sözlüğünde her bir sözün ardında kökeni yazıyor. Mesela TDK Türkçe sözlüğü açın, ‘’S’’ harfine bakın… Nerdeyse yarıya yakını Fransızca kökenli sözcükler... İleride yazacağım ama TDK’na bir eleştirim de bu: Bu yabancı sözcükler bu Türkçe sözcükten ayrılıp ‘’Yabancı Kelimeler Sözlüğü’’ olarak ayrılmalıydı. Bu Almanlarda da böyle (Fremdwörterbuch), İngilizlerde de böyle (Dictionary of Foreign Terms in English)…

Türkçe’deki yabancı sözcükler

Sorun Türkçenin yetersizliği değil, sorun yeni Türkçe sözcük üretilememesindedir. Dilimizde atılan yabancı sözcüğün yerine üretilmeyen ve Türkçede gereksiz yere duran yabancı sözcükler, Türkçelerinin ölümüne neden olmaktadır. Kimi kök sözcüklerin ölü kalması da pek çok yabancı sözcüğe karşılık bulunmasını engellemektedir. Yabancı tek bir sözcük için Türkçe bir kök sözcük ve bu kökten türetilebilecek yaklaşık 400¹² sözcük feda edilmektedir. Bu konuya ayrı bir yazımda değineceğim.

Türkçe sözcük geliştiremeyince, açık yabancı sözcüklerle kapatılmaya çalışılmıştır. Yabancı sözcüklerin varlığı da ulustan kopuk bir aydın kesim yaratılmasına yol açmıştır. Çünkü her yabancı sözcük geldiği dilin kültürel kodlarının taşıyıcısı olmaktadırlar.

Bir başka yönden de anlamı dışında gramer olarak de yabancı sözcükler, Türk Dili'nin ses yapısına aykırı olması nedeniyle Türk Dili'ndeki ünlü ile ünsüz uyumlarını bozarak ses çirkinliğine neden olmuşlardır. Yabancı sözcükler, dilbilgisinde aykırı durumlar yaratarak Türk Dili'nin kurallı yapısını güçsüz düşürmektedirler.

Geldiğimiz yer

Bunun neticesi ne mi olmuştur?

Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 71.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.

OECD'nin yürüttüğü ve her üç yılda bir yapılan PISA testinde 2015’te yapılan ve 6 Aralık 2016 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda  OECD üyesi 35 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 52., okuma becerilerinde 50., matematikte ise 49. sırada yer aldığı, Türkiye’nin, üç ders alanında da OECD ortalamasının bir hayli gerisinde kaldığı belirtildi. OECD’nin 35 ülkesi arasında ise 34. sıradayız. Bizden kötü tek bir ülke var; o da Meksika. Romanya, Arnavutluk ve Uruguay'ın bile gerisindeyiz. Böylesi bir sonucu başka nasıl izah edebiliriz ki?

Türkçe o kadar yoksullaştırılmış ki; yabancı dilden Almanca, İngilizce, Fransızca veya Arapça bir sözlük alın, rastgele herhangi bir yabancı sözcük seçin ve Türkçe anlamına bakın. Bu yabancı sözcüğün Türkçe anlamı olarak muhakkak ki birden fazla Türkçe sözcük bulacaksınızdır. Çünkü tam karşılığı bir Türkçe sözcük olmadığı için açıklama için birden fazla sözcük kullanılmaktadır. Dünyanın en zengin ve en güzel dilinin geldiği hale bakın.

Yine yapılan bir araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olması için kendi lisanında bilmesi gerek sözcük sayısı 40.000 adet.  Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40.000 farklı Almanca sözcük kullanmış. Bir kişinin yazar, politikacı olarak topluma yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısı 20.000 adet. Bir kişinin böyle bir iddiası yok da sadece çağını anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsa bilmesi gereken sözcük sayısı 10.000 adet. Yapılan bir diğer araştırmada ise Türk insanının günde 300 ila 500 sözcük kullandığını gösteriyor. Bu tespit karşısında başka bir yoruma gerek var mı?

İlkokulu bitirdiğinde akranlarının yedide biri kadar sözcükle karşılaşan, günlük hayatında olması gerekenin yirmi katı daha az sözcük kullanan insanların günümüzün karmaşık dünyasını kavrayışları ve algılayışları mümkün olur mu? Sözcüklerin cüceleştiği yerde düşünceler de cüceleşmez mi? Böyle insanların daracık ve küçücük dünyaları olmaz mı?

Sonuç

Ne yazık ki Türkçemizdeki yabancı dillerin hâkimiyeti nedeniyle ne Wilhelm von Humbolt’un ne de Ludwig Wittgenstein’in düşünceleri doğrultusunda gelişmeler olmuştur. Ne dilimiz gelişmiştir ne de kültürümüz.

Lisanımızı, Türkçemizi geliştiremedik... Ruhunuzu geliştiremedik... Hep yabancı kelimeler kattık içine... Dil sistematiğimizi bozduk, bozulan dil yoluyla düşünce sistematiğimizi bozduk… Hem edebiyatta hem sanatta hem eğitimde hem iç politikada hem dış politikada ve hem de stratejide muhakeme yeteneğimizi yitirdik, pusulamızı şaşırdık, yönümüzü kaybettik, kafamızı karıştırdık.

Wittgenstein’ı anımsarsak, ne diyordu Wittgenstein: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” Böylesine daracık dünyaları olan insanların Humboldt’un söylediği gibi ruhlarının kıvrımları, incelikleri ve zenginlikleri olur mu? Olmaz; çünkü ifade edilemez... Dil gelişmediği için kültürel gelişme de olmaz... Sosyal gelişme de olmaz… Politika da olmaz; politika üretilemez. Strateji de olmaz; üretilemez.

Benim burada uzun uzun anlattığım bu kısmı vaktiyle Çetin Altan bir yazısında bir cümleyle anlatmıştı: “Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız, Matisse’nin balıklarına bakmayın, anlamazsınız.” (Henri Matisse 1869 – 1954- 20. yüzyılın en önemli ressamlarındandır. Renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir. En önemli eserlerinden birisi de ‘’Red Fish’’ -Gold Fish- Kırmızı Balıklar’dır…)

Çetin Altan böyle demiş ama bugün için elimizin altında Ferit Devellioğlu’nun ‘’Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’’ (Aydın Kitabevi, 2009) veya Mehmet Kanar’ın ‘’Örnekli Etimolojik Osmanlı Türkçesi’’ (Derin Yayınları, 2003) yoksa eğer edebiyata, tarihe, felsefeye, tasavvufa yabancı kalıyoruz... Verâ nedir, masivâ nedir, maverâ nedir, elimiz böğrümüzde baka kalıyoruz... 

Derdi zaten Yahya Kemal Beyatlı bir dizesinde:

"Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"

Siz dizede geçen ‘’eski musiki’’yi, eski kelimelerimiz diye okuyun… Derdim de eski kelimeler değildir... Derdim kelimesizliktir benim... Oksijensiz kalmış Koronavirüs hastası gibi yoğun bakımlarda kelimesiz kalmış boğuluyorum… Kör kuyularda merdivensiz kalmış gibi, kör kuyularda kelimesiz kalmış debeleniyorum… Tarifi bir mümkünsüz, çaresi bir imkânsız derde düşmüş gibi kelimesiz kalıp derdimi anlatmak için çırpın çırpın çırpınıyorum…

Ve İncil’de geçen bir ayet:

‘‘Sorun; bu dünyada insan olmanın ne anlama geldiğini tanımlamaya yetmeyecek kadar az kelimeye sahip olmamızdır. Ve Dünyada en büyük trajedi, insanoğlunun uyanamadan ölecek olmasıdır.’’

Sorun burada da bitmiyor… Türkçe’nin en büyük sorunu Türkçe’deki ‘’nitelik’’ sorunudur… Onu da gelecek yazıya bırakayım…

Osman AYDOĞAN



Dil ve Türkçe üzerine - 4: 
Dil konusunda dil bilimcilerinin görüşleri…

01 Nisan 2020

Şimdiye kadar yazdığım üç yazıda Türkçe’de ye alan yabancı sözcüklerden bahsettim. Bu dördüncü yazımda da bundan sonra dil konusunda yazacaklarımın daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla dil konusunda dil bilimcilerinin görüşlerine kısaca yer vermek istiyorum... Dil bilimi alanında çalışma yapmış çok bilim adamı vardır. Ancak ben bunlardan ikisi Batı'dan birisi Doğu'dan üç dil bilimcinin görüşlerini anlatacağım… Gerçi her biri ayrı bir yazı konusu ama ben konuyu dağıtmamak için bu üç dil bilimcinin görüşlerini kısaca özetleyeceğim.

Wilhelm Von Humboldt

Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir.

Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984) isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. 

Bedia Akarsu, Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir;

İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı. 

Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir. Dil, gerçek etkinliğini de düşüncede gösterir.

Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir.

Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi (Lebensprinzip) ve insanda bulunan ruh gücü (Geisteskraft) dille birlikte düşünceyi de geliştirir. Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir. Dili insanın ruhu (Geist) meydana getirmiştir. Dile gelen insan ruhudur.

İnsanın konuşurken (ve de yazarken) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar. Dil konuşanın içini gösterir.

Bir ulusun ruhu da dilinde kendini açığa vurur. Dil aynı zamanda ulusun ruhunun dış görünüşüdür; ulusun dili ruhudur, ruhu da dili.

Bir ulusun dilinin, sözcüklerinin açık ve anlaşılır oluşu düşünce yaratmalarına götürür.

Uluslar dil ile bilinçlenmişler ve dilden bilgileri anlaşılır duruma getiren şeyler kazanmışlardır. Dil, insanları buna erişecek kadar entelektüel bir duruma getirince, insanların duyguları gelişerek, insanlar varlıklarını daha iyi duyumsamışlardır.

Dil tamamlanmamış bir şeydir, sürekli gelişir…

Humboldt’a göre isimlerin, kelimelerin, sözcüklerin bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.

'’Sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.'’ diyor Humboldt eserinde… Yine Alman filozof Martin Heidegger de Humbolt’u desteklercesine ‘’Dil varlığın evidir’’ derdi…

Humbolt’a göre ‘’dünyayı dil yoluyla kavrıyoruz’’. Bu düşünce felsefe tarihinde pek çok filozofta karşımıza çıkar. Örneğin; Humboldt’da olduğu gibi: “Dünyayı kavramlara dönüştürme”, Cassirer: “Dünyayı simgeleştirme”, Wittgenstein: “Dünyayı resimleme”, Weissgerber, “Dünyayı sözcüklendirme, adlandırma”dan söz ediyorlar.

Ludwig Wittgenstein

Dil ve kültür ilişkisi konusunda akla gelen ikinci düşünür Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır. (1889-1951)

Wittgenstein dili felsefenin merkezine oturtan 20’inci yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden tek filozoftur…

Wittgenstein’in hayatı boyunca yayınladığı tek kitap, 1921'de Cambridge'de Bertrand Russell'in gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanan Tractatus logico-philosophicus isimli eseridir. (Türkçede; Tractatus logico-philosophicus, çeviri: Oruç Aruoba, YKY Yayınları, İstanbul 1996) (Tractatus Logico-Philosophicus, Metis Yayınları, 2008)

Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirgeyen Wittgenstein'ın bu eserinin özetinde, dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme problemi vardır. Ona göre, dili kullanma, dili anlama, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan dokudur.

Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Wittgenstein’in dil üzerine diğer görüşleri de şu şekildedir;

Dil, yalnızca taşıt değil, aynı zamanda şofördür. Dil, yollardan oluşan bir dolambaçtır. Bir yönden geldiğinde yolunu bilmektesindir; aynı yere başka bir yönden geldiğindeyse yolunu kaybetmişsindir artık. Dil dünyayı resmeder. Tümcelerin toplamı dildir. Dil düşünceyi örter. Bütün felsefe dil eleştirisidir.

Bir de şunu söylerdi Wittgenstein; ''Düşünülebilir olan her şey olanaklıdır da!''

Selâme Mûsâ

Dil konusunda üçüncü olarak da Arap dünyasından Kıpti kökenli Mısırlı yazar ve dilbilimci Selâme Mûsâ akla gelir. Prof. Dr. Bedrettin Aytaç ‘’Selâme Mûsâ ve Arap Dili Üzerine Görüşleri’’ (Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, II, Ankara 2001, s. 120-128) isimli çalışmasında Mûsâ‘nın ‘‘El-Belâga’l-Asriyye ve’l-Luga’l-Arabiyye‘‘ isimli kitabında yer alan görüşlerini de şu şekilde verir:

‘‘Kelimelerine önem vermeyen, yenilemeyen ve yeni kelimeler türetmeyen bir millet, sahte paranın dolaşımına izin veren bir milletten daha kötü durumdadır. Çünkü biz maden ya da kâğıt paralarla bedenin, kelimelerle ise ruhun ihtiyaçlarını satın alırız. “

Selâme Mûsâ’ya göre, Arap diline ilişkin, günümüz Türkiye’si için dile getirilebilecek bir konu da yenilemenin olmamasından dolayı “fosilleşmiş” kelimelerin varlığıdır. Böyle kelimeler de çeşitli zararlara neden olmaktadır. Mûsâ, bu görüşlerini şöyle dile getirir: “Dildeki fosiller içinde Yukarı Mısır’ın bazı ilçelerinde kullanılan kan, öç, ırz kelimeleri vardır. Bu kelimeler, her yıl yaklaşık üç yüz kadın ve adamın öldürülmesine neden olmaktadır.”

Dili kültürün esası olarak gören Mûsâ’ya göre, kültürü geliştirmenin yolu da dili geliştirmekten geçmektedir: “Dilin temeli kültürdür. Çökmüş bir dille gelişmiş bir kültür ve donuk bir dille hareketli bir kültür yaratmak kesinlikle mümkün değildir.’’

Selâme Mûsâ’ya göre yenileşen dil düşünceyi de yenileştirecektir. Çünkü bireyin özgürce düşünmesi ve düşünceyi özgürce açıklaması için tek araç dildir.  Burada da Mûsâ, W. Von Humboldt’un dil-kültür ilişkisine dair görüşlerinin benzerini savunmaktadır.

Ülkemizdeki onca kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddetin sebebi üzerinde dil konusunu hiç düşündük mü acaba?

Dil konusunda dil bilimcilerin dile getirdikleri görüşler kısaca böyle.

Dil konusunda yazmaya devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN



Fransızca’dan Türkçe’ye geçen yeme içme yerleri isimleri hakkında

31 Mart 2020

Yabancı dillerden Türkçe’ye geçen kelimelerle ilgili bu üçüncü yazım. Bu yazımda ise Fransızcadan Türkçeye geçen kelimeleri anlatacağım. Ancak bu kelimelerin alanını daraltıp sadece ‘’yeme ve içme yerleri’’ni tanımlamada kullanılan Fransızca kelimeleri anlatacağım.

Kantin

Askerlerin ve okullarda öğrencilerin çok sevdikleri bir sözcük var: Kantin. Bu sözcük Fransızca kökenlidir ve Fransızca ‘’La Cantine’’den gelir. Oturarak yemek yenen yer anlamındadır. Lokanta da buradan gelir: La Cantine’den.

Lokanta

Ayrıca İtalyancada da hem yatılan hem de yemek yenen yer (han) anlamındaki ‘’locanda’’ diye bir sözcük var. Locanda’nın da kökeni latince ‘’localis’’den (yer, mekân) gelir. Günümüzde İtalya’da mütevazı otellere ‘’locanda’’ diyorlar. ‘’Lokanta’’nın buradan geldiğini söyleyenler de var… Belki de ikisi de doğrudur. Ne de olsa ikisi de Latin kökenli...

Restaurant, restoran

Restaurant da Fransızca kökenlidir. Fransızca "restaure" eden, tamir eden, onaran anlamına gelir. Çünkü insan yemek yerken kendini restore ettiği, tamir ettiği düşünülmektedir.

Yeme içme yerleri Fransa kültüründe bu kadar da değildir.

Brasserie

 ‘’Brasserie’’ de Fransız kültüründe bir yeme içme mekânıdır. Sözlük anlamı birahanedir. Eskiden bira imalatı yapan küçük işletmelere denirmiş. Biranın yanında meze servisi de yapılırmış. Ancak ''Brasserie'' sözcüğü Alman kökenlidir.

‘’Brasserie’’ Paris’te ilk olarak Alsace’tan (Alsace Lorraine) göç eden, Alman kültürüne aşina kişilerin 1870’lerde açtığı, genelde bira servisi yapılan, çay kahve de içilen ve ayaküstü yemek yenilen ‘’kahve-lokanta’’larına verilen isimmiş. Biranın yansıra Riesling, Sylvaner ve Gewürztraminer gibi Alsace yöresine ait şaraplar da servis ederlermiş. En yaygın yemekleri ise Sauerkraut (Almanca "ekşi" anlamına gelen "saur" ve "sebze, lahana" anlamlarına gelen "kraut" kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur) ve deniz ürünleriymiş.

Günümüz ‘’Brasserie’’lerinin biçimi ise biraz daha değişik olmuş. Hem çok yemek yemek isteyenlere hem de sırf iki tek atmak isteyenlere hitap eden gönlü geniş mekânlar haline gelmiş. Bir Fransız’ın her gün yemeğini yiyebileceği, lokanta tarzındaki bu yerler pahalı restoranlara göre daha ucuz. Bira ve şarap servisi vazgeçilmez.

Birçok Fransız restoranında genelde yemek servisi belli saatlerde yapılır. Yani öğle yemeği servisi yapıldıktan sonra bir süre yemek servisine ara veriliyor, sonra aksam yemeği servisi başlıyor. Ancak '’Brasserie’’lerde her an, her zaman ayaküstü yemek yenilir ama isteyen de bir bardak bira, bir fincan kahve de içerek saatlerce oturabilir. Brasserie’lerin iki tür müşterisi var: Acelesi olanlar ve olmayanlar. Acelesi olmayanlar saatlerce tek başına oturur, gazete, kitap okur veya dostu ile sohbet ederler.

Fransa, Belçika ve Hollanda’da eskiden çok sayıda Brasserie varmış. Bunların göze batan müşterileri de yazar-çizer-düşünür takımı imiş. Paris’ten bir Brasserie hatırlıyorum. ‘’Burada Sartre oturmuştu’’, ‘’Burada Camus oturmuştu’’ diye üzerinde levhası vardı.

Bistro

Fransız yemek yeme mekânlarından birisi de ‘’Bistro’’dur. Bistro ismine; 1812 yılında Fransa’yı işgal eden Rus askerlerinin, hızlı yemek yeme alışkanlıklarının buna sebep olduğu düşünülür. Çünkü ‘‘bystro’’ Rusça’da ‘’hızlı’’ anlamına gelmektedir. “Çabuk yap savaşıyoruz burada işimiz gücümüz var, bystro bystro” diyen Rus askerleri de böylece yemek sektörünün geleceğini etkilemişler!

Bistrolar günümüzde; orta düzeyde fiyatlara sahip, en çok tüketilen, en bilinen yemeklerin yapıldığı, bu yemeklerin her gün değişebildiği, haliyle hızla tüketildiği, içeri girmek için grand tuvalet giyinmek gibi bir zorunluluğu olmayan lokantalar olarak faaliyet gösteriyor. 

Patisserie

''Patisserie'' ise pastanenin Fransızcadaki birebir karşılığı. Zaten ''pastane'' sözcüğü de ''patisserie''den  geliyor... Oraya da İtalyancadan gelmiş... Patisserie günümüzde pastane tabelalarının son yıllardaki moda sıfatı olmuş.

Cafe

‘’Café’’ sözcüğü ise Arapça kökenli ‘’kahve’’den gelir. Arapçaya ise Etiyopya'nın Kaffa bölgesinden gelen kahve bitkisinden gelmiş. Bu sözcük Batı dillerine de Türkçeden geçmiş. İlginçtir ki "café’’ eski Fransızların Türkçe "kahve"den aldıkları, yeni Türklerin ise Fransızlardan ‘’cafe’’ olarak geri aldıkları bir sözcüktür.

Özenti sözcükleri

Son yıllarda ülkemizde yukarıda anlattığım isimlere sahip yeme içme yerlerinden bol miktarda bulunur hale geldi. Mutlaka bu yerlere gitmişliğiniz vardır.

Birebir Avrupa’daki, Fransa’daki gibi olsa gam yemeyeceğim. Brasserie diye gidiyorsunuz, bistro diye gidiyorsunuz; bildiğiniz lokanta. Bütün bu isimler (brasserie, patisserie, bistro) özenti esnafın müşteriye "ben entelim, ben elitim, ben kaliteliyim" vb. mesajları vermek için tabelalarına bilinçsizce eklediği görüntü kirliliğinden başka bir şey değildir aslında.

Değil garsonu o mekânların sahiplerini çağırıyorum soruyorum kendilerine; ''bu isim nereden geliyor, ne ifade ediyor?'' diye... Cevap olarak eveleme geveleme seslerinden başka bir şey duymuyorum...

Lokantanın da restoranın da yazdığım bu mekânların isimlerinin tamamının tam Türkçe karşılığı ise bildiğimiz ‘’aşevi’'dir. ''Aşevi'' ise ne yazık ki ülkemizde üvey evlat muamelesi görür. ''Aşevi'', belediyelerin açtıkları evsizlere, barksızlara, yoksullara yardım maksadıyla yemek verdikleri yerler dışında hiçbir yerde kullanılmaz. 

Edip Cansever ‘’Sonrası Kalır II’’ (YKY, 2015) kitabında yer alan ‘’Nerden nereye’’ başlıklı şiirinin bir yerinde şöyle derdi: 

"Göksu deresinin orada
köhne ahşap bir bina
üstünde bir yazı: Brasserie
sanırım işgal zamanlarından kalma"

Şimdi kendine lüks hava katıp o oranda da hesap çıkaran her özenti kahve, pastane ve aşevi; hadi ''lokanta'' ve ''restoran'' neyse de ‘’brasserie’’, ‘’bistro’’,  ‘’patisserie’’ ve ‘’café’’ adını tabelalarına koymuyorlar mı? Ben de soruyorum onlara: Bunlar işgal zamanlarından mı kalma yoksa Türkçe mi artık işgal altında?

Türkçedeki bu işgal sadece yeme içme alanında değil ki... Bakın etrafınıza toplum hayatının her alanında bu böyle...

Bu kelimeler, daha önce anlattığım gibi Türkçeyi zenginleştiren yabancı kelimeler değil Türkçeyi bozan özenti kelimelerdir. 

Hani günümüzde ''yerli ve milli'' politika diye kasım kasım kasılanlar var ya! Türkçe ''yerli'' ve ''milli'' bir lisan değil mi? Bu konuda samimiyseniz eğer, buyurun işte o zaman, buradan başlayın! Sözcükleri yerli olmayanların zihinleri de yerli olmaz, olamaz!

Bu yazımda hep Fransızca sözcüklerden bahsettim. O zaman yazımı da bir Fransız yazar ve diplomat olan Jean Giraudoux’un bir sözüyle bitireyim:

“Önce bir dil katledilir, ardından onu konuşanlar.”

Osman AYDOĞAN



Türkçe'deki yabancı kökenli kelimeler

30 Mart 2020

Dün Türkçeye Farsçadan geçen sözcüklerden bahsetmiştim. Türkçeye sadece Doğu dillerinden değil, Batı dillerinden de bol miktarda sözcük geçmiştir. Doğu dillerinden olduğu gibi Batı dillerinden de Rumcadan, İtalyancadan, Fransızcadan, İngilizceden, Almancadan ve diğer dillerden Türkçeye geçen sözcüklerin haddi hesabı yoktur.

Dün de yazdığım gibi ben ben bunu bir zenginlik olarak değerlendiriyorum… Yabancı sözcük diye şimdi bu kelimeleri atarsak ortada Türkçe diye bir şey kalmaz diye kıymetlendiriyorum. Örneğin; basit bir ifadeyle ‘’şampiyon Fenerbahçe’’ diye şarkı söylendiğinde bir tek Türkçe sözcük kullanılmamaktadır. Çünkü ‘’şampiyon’’ Fransızca kökenli, ‘’fener’’ Rumca kökenli, ‘’bahçe’’ ise Farsça kökenli sözcüklerdir. Eğer yabancı sözcük diye ‘’fener’’ ve ‘’bahçe’’ sözcükleri Türkçe’den atarsak ortada Türk edebiyatı kalmaz diye düşünüyorum.

Türkçe’ye Arapça’dan geçen kelimeler

Türkçe’ye Arapça’dan geçen sözcükleri yazmaya kalksam, dünkü Farsça’dan Türkçe’ye geçen sözcükleri yazdığım gibi sadece bu konu için ayrı bir yazı yazmam lazım. Ama ben kısaca bir örnekle anlatayım Arapça’dan Türkçe’ye geçen sözcükleri.

Örnek olarak Arapça'dan Türkçe’ye geçen ‘’M’’ harfindeki kelimelerden günlük olarak kullandığımız önemli bazı kelimeleri sunuyorum. Bunlar sadece ‘’M’’ harfindeki, günlük kullandığımız önemli kelimeler. Daha pek kullanmadığımız, fazla önemsemediğimiz ‘’M’’ harfindeki Arapça kelimeleri buraya yazmıyorum:

Mabet, maaş, maarif, maalesef, maazallah, macera, macun, madde, maddi, maden, mağara, mağaza, mağdur, mağlup, mağrur, mahal, mahalle, mahalli, maharet, mahcup, mahdut, mahfaza, mahfuz, mahir, mahiyet, mahkeme, mahkûm, mahlas, mahlûk, mahmuz, mahmur, mahpus, mahrem, mahrum, mahsul, mahsur, mahsus, mahşer, mahvetmek, mahzen, mahzun, mahzur, maişet, maiyet, makale, makam, makas, makat, makbul, makbuz, maksat, maktul, makul, mal, mali, malikâne, maliye,  maliyet, malum, malzeme, mamafih, mamul, mamur, mana, mancınık, mandal, manen, manevi, maneviyat, mangal, mani, mânia, manidar, mantık, manzara, manzum, manzume, maraz, marifet, maruf, masal, masraf, mastar, masum, maşallah, maşrapa, mat, matara, matbaa, matbu, matem, matkap, matrah, mayi, mecbur, meccani, meclis, mecmua, mecnun, mecra, meçhul, meddah, medeni, medeniyet, medet, medrese, mefhum, mefkûre, meftun, mehil, mekân, mekteb, mektup, melaike, melek, melik, melike, melül, melun, memat, memba, memleket, memnun, memur, mendil, menetmek, menfez, menfi, meni, mensup, menşe, menzil, mera, merak, meram, merasim, mercan, merci, merhaba, merhale, merhem, merhum, merkep, merkez, mermi, mersiye, mesafe, mesane, mescid, mesele, mesire, mesken, meslek, mesnevi,  mest, mesul, mesuliyet, mesut, meşakkat, meşale, meşgale, meşgul, meşhur, meşrubat, meşrutiyet, methetmek, methiye, metin, metruk, mevcut, mevduat, mevki, Mevlevi, mevlit, mevsim, mevzi, mevzu, meydan, meyil, mezar, mezbaha, mezbele, mezhep, meziyet, mezun, mısra, mızrak, mide, miğfer, mihnet, mihrap, mihver, miktar, mikyas, mil, milat, millet, milliyet, mimar, mimber, minare, minnet, miras, misafir, misak, misal, miskin, mizaç, mizah, molla, muaf, muahede, muallim, muamele, muasır, muavin, muayene, muayyen, mubah, mucit, mucize, mudi, muğlâk, muhabbet, muhabere, muhabir, muhacir, muhafaza, muhafazakâr, muhafız, muhakeme, muhakkak, muhalefet, muhalif, muhallebi, muharebe, muharip, muharrem, muharrir, muhasara, muhasebe, muhatap, muhayyer, muhayyile, muhbir, muhit, muhtaç, muhtar, muhtelif, muhtemel, muhterem, muhteşem, muhteva, muhtıra, mukabele, mukadderat, mukaddes, mukavele, mukavemet, mukavva, mukayese, muktedir, mumya, munis, muntazam, murakabe, murakıp, murat, musakka, musalla, musallat, Musevi, musibet, muska, musluk, mustarip, muşamba, mutaassıp, mutabakat, mutabık, mutasavvıf, muteber, mutedil, mutemet, mutena, mutfak, mutlak, mutlakıyet, muvaffak, muvafık, muvakkat, muvazene, muzaffer, muzip, mübadele, mübalağa, mübaşir, mübadele, mücahit, mücerret, mücevher, müdafaa, müdahale, müdür, müdüriyet, müebbet, müellif, müessese, müessir, müeyyide, müezzin, müfettiş, müflis, müfredat, müfreze, müftü, mühendis, mühim, mühür, mükâfat, mükellef, mükemmel, mükrim, müktesep, mülahaza, mülakat, mülayim, mülk, mülteci, mültefit, mümbit, mümessil, mümin, mümkün, mümtaz, münacat, münakaşa, münasebet, münazara, müneccim, münekkit, münhal, müphem, müracaat, mürekkep, mürettebat, mürettip, mürşit, müruruzaman, mürüvvet, müsaade,  müsabaka, müsait, müsamere, müsavi, müsekkin, müshil, Müslüman, müspet, müsrif, müstahak, müstahsil, müstakbel, müstebit, müstecir, müstehcen, müstehzi, müstemleke, müsterih, müstesna, müsteşar, müsvedde, müşahede, müşahhas, müşavere, müşavir, müşfik, müşkül, müşterek, müşteri, mütalaa, mütareke, müteahhit, müteakip, mütebessim, mütecaviz, müteessir, mütehassıs, mütekâmil, mütemadiyen, mütenasip, mütereddit, müteşebbis, mütevazı, müteveccih, mütevekkil, müthiş, müzakere, müzayede ve müzmin…

Siz okurken saymamışınızdır ama ben yazarken saydım: Tam 400 kelime… Arapça'dan Türkçe’ye geçen günlük olarak kullandığımız, önemli bazı ‘’M’’ harfindeki kelimelerden 400 tanesi… Daha önemsiz ve Türkçe’de pek kullanmadığımız M harfinden Arapça kelimeleri ve diğer harflerden geçenleri saymıyorum…

Türkçe’ye Rumca’dan geçen kelimeler

Yine başka bir örnek verecek olursam; Türkçe’ye Rumcadan geçen kelimelerden yine bir harfle, sadece ‘’A’’ harfinden örnek verecek olursam:

Abis, açelya, afyon, ahlat, ahtapot, akasya, akrobasi, akrobat, akrobatizm, akustik, alçı,  allegori, allegorik, allerji, allerjik,  amblem, amfibi,  amfitiyatro, amib, Anadolu, anadut, anafor, anagram, anahtar, analiz, analitik, anarşi, anarşist, anarşizm, anason, anektod, anemon, anestezi,  anfora, angarya, anonim, ansiklopedi, antibiyotik, antilop, antipati, antipatik, antitez, antoloji, antropolog, antropoloji, apostrof, aristokrasi, aristokratik,  aristokrat, aritmetik, arkeoloji, arkeolog, armoni,  aroma, arp,  arsenik, arşiv, arter, asbest, asfalt, asimetri, asimetrik,  astım,  astigmat, astrofizik, astroloji, astronom, astronomi, astronomik, astronot, ateist, ateizm, Atlantik, atlas, atlet, atletik, atletizm, atmosfer, atmosferik, atom, atomik, avlu, Avrupa, ayazma, aynaroz ve azot…

İşte bu sözcükler de Türkçe'de yer alan Rumca kökenli kelimeler… Daha Fransızca'dan, İngilizce'den İtalyanca'dan geçenleri saymaya kalksam bu sayfa değil, bu sitem yetmez.. Gelin isterseniz Rumca kökenli diye akasya, Anadolu, anahtar, atlas, atlet, avlu vb. kelimeleri Türkçeden atalım!... Ortada Türkçe kalır mı?

Türkçe’nin zenginliği

Türkçe’ye sadece Farsça'dan, Arapça'dan, Rumca'dan kelime geçmemiş… Orta Asya’dan Viyana’ya giderken her ulusdan, her milletten, her kavimden, her kültürden sözcük devşirmiş Türkçe.

Şimdi şöyle basit bir cümle kuralım:

‘’Bakkaldan aldığım somun içine peynir koyup sandviç yaptım balkonda oturup hanımın getirdiği çay ve su beraberinde afiyetle yedim.’’

Bu cümle içerisinde sadece ‘’sandviç’’ yabancı sözcük gibi gözüküyor değil mi?

Ancak kelimelerin kökeni incelendiğinde: Bakkal: Arapça, somun: Rumca, peynir: Farsça, Sandviç: İngilizce, balkon: Fransızca, hanım: Moğolca, çay: Çince, su: Çince, afiyet: Arapça, beraber: Farsça, yedim: Türkçe. Görüldüğü gibi bu basit cümlede sadece ‘’yedim’’ sözcüğü Türkçe…

Şimdi bu sözcükleri yabancı kökenli diye atalım mı? Bu sözcükleri Türkçe’den atarsak eğer ortada Türkçe ve Türk edebiyatı kalır mı?

Sorun Türkçe’de eski ve yabancı kelimelerin kullanılması değildir. Yazımın başında da ifade ettiğim gibi ben bunu bir zenginlik olarak değerlendiriyorum. Sorun Türkçe’nin yenilenmesi sorunudur. Konu basit değildir ve yanlış anlamaya müsait netameli bir konudur...

Madem bu karantina günlerinde daldık Türkçe‘ye... Sabrederseniz eğer  başka Türkçe yazıları ile konuya gelecek günlerde devam edeyim... 

Osman AYDOĞAN

Bir açıklama:

Daha önceki bir yazımda Oxford sözlüğünün tam tamına 171.000 kelime içerdiğini, bizim Türkçe sözlüklerinin ise 30.000 kelimeyi geçmediğinden bahsetmiştim. Bu rakamları bir önceki yazımda da verince bazı arkadaşlarım uyararak TDK sözlüğünde daha fazla kelime olduğunu söyledirler. Ben de inceleyip cevap yazacağım demiştim onlara.

Bahsettiğim Oxford sözlüğü 20 cilt. Benim elimdeki onuncu baskı olan ve 2005 basımı TDK Türkçe Sözlük ise tek cilt. Bu sözlüğün arkasındaki açıklamada sözlükte yer alan ‘’söz, terim, deyim, ek ve anlamdan oluşan 104.481 söz varlığı’’ndan bahsediyor. Sözlükte bahsi geçen terim, deyim, ek ve anlamı düştüğünüzde kalan sözcüklere bakıyorsunuz, bu sözcüklerin neredeyse yarıdan fazlası yabancı kökenli kelime. Dün yazdığım Farsça, bugün anlattığım Arapça, Rumca, Fransızca, İtalyanca ve diğer yabancı dil kökenli kelimeleri Türkçe mi sayacağız? Zaten TDK Türkçe sözlüğünde her bir sözün ardında kökeni yazıyor. Mesela TDK Türkçe sözlüğü açın, ‘’S’’ harfine bakın… Nerdeyse yarıya yakını Fransızca kökenli sözcükler... TDK’na bir başka eleştirim de bu: Bu yabancı sözcükler bu Türkçe sözcükten ayrılıp ‘’Yabancı Kelimeler Sözlüğü’’ olarak ayrılmalıydı. Bu Almanlarda da böyle (Fremdwörterbuch), İngilizlerde de böyle (Dictionary of Foreign Terms in English)… Hala iddiamda ısrarcıyım…



Türkçeye Farsçadan geçen sözcükler

29 Mart 2020

Şu ifadeyi çoğu yazılarımda kullanırım: Türkçemiz aziz bir dil… Başta Arapça ve Farsça olmak üzere her dilden Türkçemize sözcükler girmiş… Bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de ben bunu bir zenginlik olarak değerlendiriyorum…

Bu konu yanlış anlaşılmaya müsait bir konu… Çünkü ne zaman yazsam itirazlar yükselir… Ancak dil konusunda Humbolt’u, Wittgenstein’i okumuş, bu konuda yazılar yazmış, konferanslar vermiş birisi olarak kendimi yetkin hissediyorum. Neden Oxford Sözlüğünde 171.000 sözcük var da niye bizim TDK Sözlüğünde 30.000 sözcük var diye kendi kendime sorduğumda kimse bilmez ama benim zihnim, dimağım, yüreğim, içim cayır cayır yanar…

Daha önceki bir yazımda; günler, haftalar, aylar, mevsimleri, bir başka yazımda ise; yeme içme yerlerindeki yabancı sözcüklerden bahsederek dilimizdeki yabancı sözcükleri anlatmıştım. 

Bu yazımda ise sadece Farsçadan Türkçeye geçen sözcüklere yer vereceğim... 

Türkçedeki Farsça sözcüklerden örnekler

Tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler: Yek, du, se, cehar, penç, şeş. Ancak onlara Farsça ''Yedi'' nedir diye sorsam bilmezler. Onu da ben söyleyeyim, Farsça yedi: ''heft'' dir (veya hefte). Yedi günlük, ''hafta'' ismi de buradan gelir. 

Halen Türkçe'de kullandığımız Farsça gün isimlerini de yazmıştım ama kısaca tekrar edeyim:

Pazar: Ba (yemek), zar (yer), Bazar, Pazar. Pazartesi: Pazar'ın ertesi, Pazartesi.  Çarşamba: ‘’Cehar’’, ‘’dört’’ demek, ‘’şenbe’’ ise gün, Ceharşenbe (dördüncü gün), Çarşamba. Perşembe: Pençşenbe (beşinci gün), Perşembe. (Haftanın günleri Farsça ve Arapçada pazardan itibaren başlarlar),  

Bu örneklerden yola çıkarak Farsçadan Türkçeye geçen sözcüklerden bir kısmını açıklamak istiyorum:

Farsçada rüzgâr, hava anlamındaki ''bâd'' ile çıkış yeri demek olan ‘'cah'’ birleştirilerek ‘’Bâdcah'' (Baca),

Aynı şekilde Farsça ''bâd'' kelimesini aynı anlamdaki Arapça '’heva'’ ile yan yana getirip '’bâdheva'' (bedava),

Farsça ‘’dört’’ anlamına gelen '’cehar‘’ (çar) kelimesini 'kemer’' anlamına gelen '’tag'’ ile birleştirip '’çardak’’ (dört kemerli),

Yine aynı şekilde '’cehar‘’ (çar) kelimesini çivi anlamına gelen '’mıh’' ile birleştirip '’çarmıh’’ (dört çivili),   

Yine aynı şekilde '’cehar‘’ (çar) kelimesini ‘'köşe, duvar’' anlamına gelen ‘'su'’ ile birleştirip '’çarşı’',  

Yine aynı şekilde '’cehar‘’ (çar) kelimesini ‘'tek, bir’' anlamındaki ‘'yek’' ile birleştirip '’çaryek’’  (çeyrek, dörte bir),

Yine aynı şekilde '’cehar‘’ (çar) kelimesini ‘'sopa'’ anlamındaki '’çube’' ile birleştirip '’çerçeve’’ (dört sopalı),

'’Sol'’ anlamındaki ‘'çep'’ ve '’sağ’’ anlamındaki ‘'rast' birleştirilerek sol-sağ anlamındaki '’çapraz'’,

'’Çarşaf'’ın ‘'örtü'’ anlamındaki '’çadur'’ ve '’gece’' anlamındaki ‘'şeb'’ den '’çadurşeb’' (Çarşaf),  

‘’Şeb'’,‘’gece’’ anlamındaydı, buradan da '’gecenin nemi’' anlamındaki '’şebnem’’,

Farsça ‘’aynı’' anlamına gelen '’hem’' ile '’süt’' anlamındaki ‘'şir'’ birleştiğinde '’aynı sütü emen’' anlamındaki '’hemşire'’, (kız kardeşe hemşire dendiğini hatırlatırım) (Aynı şekilde ‘'hemşehri'’; '’aynı şehirli’', '’hemhal'’; ‘'aynı halde bulunan’', '’hemzemin’'; de '’aynı zeminde’' anlamında)

Farsça ‘’Ab’’; su, ‘’dest’’ ise el demek. ‘'Ab-u dest'’; '’el suyu, avuç suyu’'nun ''abdest'',  

Farsça ‘’erre’’; ‘’bıçkı’’, ‘’dest’’ el demekti, ''dest-erre'’; '’el bıçkısı’' anlamındaki ‘’testere’',

Farsça ‘'alu’'; ‘’erik’’ demek, '’şeft-alu'’; ‘’semiz erik’’, ‘'zerd-alu’' ise ‘’sarı erik’’,

'’Emir-ul ahr'’ padişah ahırının üst düzey görevlisi olan '’ahır emiri'’ anlamındaki ‘'İmrahor’',

Farsçada üç ayak demek olan ‘’Se-pa'’’nın dört ayaklı küçük masa; ''sehpa'',

'’Çorba’'nın da tuzlu '’şûr'’ ve yiyecek '’bâ'’dan ‘’şûrbâ’’ (çorba) olduğunu, türediğini söyleyebiliriz.

Türkçedeki Farsça kökenli dini sözcükler

Ayrıca İslam’ı İranlılar yoluyla kabul ettiğimiz için dini terimlerin çoğu da Farsça kökenlidir. ''Peygamber'' kelimesi Farsçadır, Arapçası ''resul'', Türkçesi ise ''elçi''dir. ''Namaz'' kelimesi Farsçadır (Farsçaya da Hint kökenli bir yoga türü olan ''Namas'' sözcüğünden geçmiştir), Arapçası ise ''Selah''dır. ''Bayram'' kelimesi Farsça kökenlidir; ''badram'', ''beyrem'' kelimelerinden dönüşmüştür.

İslam’ı yaşarken ve an­latırken kullandığımız temel söz­cüklerden; Huda, Rabbena, sahabe, Mevla, hoca, molla, derviş, pir, dergâh, çile, türbe-tür­bedar, ney, niyaz,  gü­nah-günahkâr, kâ­fir, dua, beddua, şakirt, külah, postnişin, keramet, tespih, kehribar, çarşaf, tülbent, kaftan, takke, muska, kalender, münzevi, hur­ma, ebru, güllaç, destur, rayiha, kerime, sancak, cihan, destan, kervan, hattat, aşk, meşk ve şa­dırvan sözcükleri Arapça değil Farsçadır… Ve daha niceleri…

Bu liste uzayabilir ama ben devam etmeyeyim. Sadece şunu söyleyeyim Türkçe’de İslam ile ilgili, din ile ilgili, ibadet ile ilgili peygamber gibi, namaz gibi, oruç gibi, abdest gibi, bayram gibi İslam’ı yaşarken ve an­latırken kullandığımız temel söz­cüklerin nerdeyse tamamı Arapça değil Farsça’dır!...

Türkçedeki Farsça kelime sonu ekleri

Sadece sözcükler değildir Farsçadan Türkçemize giren. Kelime sonlarına gelen Farsça bazı ekler vardır ki kelimelere başka anlamlar yüklerler. Bunlardan en çok kullandığımız üç tanesini örnek olarak vermek istiyorum.

‘’Kâr’’ eki…

Bunlardan birincisi Farsça ‘’kâr’’ ekidir.  Farsça ‘’kâr’’ eki isimleri sıfat yapar, ‘’eden, edici, yapan’’ anlamına gelir ve -li, -lı, -cı, -ci gibi eklerin de karşılığıdır. Hilekâr, sahtekâr, riyakâr, hizmetkâr, kanaatkâr, itaatkâr, tamahkâr vb. kelimeler işte bu şekilde türemiştir. 

‘’Baz’’ eki…

Bunlardan ikincisi Farsça ‘’baz’’ ekidir. “Baz” eki Farsça “oynayan” anlamına gelir. Farsça oynamak demek olan ‘’bâhten’’ fiilinden gellen “bâz”, hangi sözcüğün sonuna eklenirse ona ‘’oynayan’’ anlamı verir...

Türkçemizde sonu ''baz'' ile biten o kadar çok kelime var ki! Kumarbaz (Kumar oynayan), canbaz (canı ile oynayan), sihirbaz (sihir ile oynayan), hokkabaz (hokkalarla oynayan), madrabaz (insanları değeri düşük mal ile kandıran, aldatan ve çıkar sağlayan, hileci), dilbaz (dili ile oynayan, bir yığın lafa ebeliği yaparak tartışmalarda üste çıkan), dinbaz (din ile oynayan, dini siyasetine alet eden) vb. kelimeler bunlardan bazılarıdır. 

Düzenbaz!...

Ancak bu kural “Düzenbaz” sözcüğünde işe yaramaz. Bu sözcükteki ‘’baz’’; “düzen’’ ile oynayan anlamına gelmiyor. Çünkü Farsça “baz”ın önüne konacak sözcüğün de Farsça olması şart. Çünkü “düzen” Türkçe bir sözcük… Baz ise Türkçe değil, Farsça… Dolayısıyla bu sözcük Türkçe değil tamamen Farsça… O zaman bu ''düzenbaz'' sözcüğü nedir ki?

İşte Farsçadaki bu “dü-zen-baz” sözcüğünün açıklaması: “Dü” malum, “iki” demek. “Zen” ise “kadın” demek. “Baz” da “oynayan” anlamına geldiğine göre… Buradaki “düzenbaz”, “iki kadınla oynayan, oynaşan” demek! Yani hem karısı hem de metresi, sevgilisi olan demek… Veya birden fazla sevgilisi olan demek…

(Bunu açıklamışken şu sözcüğü de açıklayayım: ‘’Zen'’ kelimesi farsça ‘’kadın’’ demek olduğuna göre, buna '’koşan'’ anlamındaki '’bare'’ eklendiğinde kadın peşinde koşan anlamındaki  ‘'zambare’' (zampara) kelimesi ortaya çıkmaktadır. ) 

Başta da dedim ya Türkçemiz aziz bir dil… Bu anlam Farsçada böyle diye Türkçede de böyle olacak değil. Türkçede “düzenbaz” daha çok, siyasette her kesimden görüş sahiplerini idare eden, sahtekâr, hilebaz, madrabaz ve dilbaz anlamında kullanılır. İşte bu tipler Türk siyasetinde her devirde vardırlar. Ve bu tipler Turhan Selçuk’un çizgi roman kahramanı ‘’Abdülcanbaz’’ tiplemesindeki Gözlüklü Sami Bey’dirler. Şeytani bir zekâya ve süngülü bir bastona sahiptirler. İşrete, kadına düşkün, düzenbaz, hilebaz, madrabaz ve dilbaz bir adamdırlar. Sahtekardırlar, hilebazdırlar, madrabazdırlar, dilbazdırlar, yalancıdırlar, hırsızdırlar... Bunlar hazırlopçudurlar.. . Hem İsa’cı hem Yehuda’cıdırlar. Hem Musa’cı hem Firavun’cudurlar. Hem Nemrut’cu hem İbrahim’cidirler. Hem Sezar’dan yana, hem de Brütüs’ten yanadırlar… Onlar ''düzenbaz''dırlar...

’Dâr’’ eki…

Bu eklerden bahsetmek istediğim üçüncü ek ise ‘’dâr’’ ekidir. Farsça “dâşten” fiilinden gelen “dâr” eki de sonuna geldiği her ne ise onu ‘’sahiplenen’’i tanımlar. Örneğin: ‘’Mühürdar’’: Mühür sahibi. ‘’Alemdar’’: Bayrağı veya sancağı sahiplenen, (taşıyan). ''Serdar'': ''Ser'' kafa, baş demek, Serdar; kafayı, başı sahiplenen, yani askerin başı, başkomutan. ‘’Hükümdar’’: Hükmün sahibi, sultan, padişah. ‘’Dindar’’: Dine sahip olan, dine sahip çıkan, dini koruyan, dini hakkıyla yaşayan...

Dindar, dinbaz ve düzenbaz…

‘’Dindar’’ insanlar Allahü teâlânın öyle kullarıdır ki, halk onları bilemez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değildirler. Hulûs-u kalp ile boyun büker ümmet-i Muhammed'e dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar iyi insanlara. Onlar adsız şansız Allah dostlarıdırlar, onların bir seher vakti gözyaşıyla yaptıkları dua binlerce topun yapamadığını yapar, kralları, sultanlıkları yıkar, kaleleri paralar.

‘’Dinbaz’’ insanlar ise dini iyi bilirler ancak bu özelliklerini masivaya (dünya, kainat, Allah’tan başka her şey) tamah ve tenezzül doğrultusunda seferber ederler. ‘’Dinbaz’’ insanlarda din, amaç değil araçtır, özne değil nesnedir. ‘’Dinbaz’’, dini iyi bilse de onunla oynayan, onu oyuncak yapandır. Din, dindarın seciyesi ancak dinbazın sermayesidir. Dinbaz insanlar dini siyasete alet ederler, kutsal mekânları siyaset meydanına çevirirler. Bu insanlar Giordano Bruno’nun; "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" diye bahsettiği kötü insanlardır.

Ancak Türkçedeki ‘’Düzenbaz’’ kelimesi ile ‘’Dinbaz’’ kelimesi arasında bir anlam korelasyonu vardır: Bütün dinbazlar aynı zamanda da düzenbazdırlar… En başta da söyledim ya; Türkçemiz aziz bir dil…

Yazım içerisinde Türkçe’de İslam ile ilgili, din ile ilgili, ibadet ile ilgili İslam’ı yaşarken ve an­latırken kullandığımız temel söz­cüklerin neredeyse tamamının Arapça değil Farsça olduğunu örnekleriyle anlattım. Ancak İslam’ı yaşarken ve an­latırken Farsça yerine Türkçe sözcük kullansam dinbazlar hemen saldırırlar bana…

Daha yeni bu ortamda iki gün önce ‘’Kisrâ’’ başlıklı bir yazı yazdım. Yazımın özü şuydu: ‘’İslam’da şatafat, gösteriş ve lüks haramdır.’’ Osmanlıdan da örnek vermiş ve yazmıştım ki: ‘’Osmanlı devleti en kudretli olduğu zamanda bile mütevazı Topkapı Sarayından idare edilmiştir. Padişahların niteliği düştükçe Osmanlı saraylarının da şatafatı artmıştır.’’ Buna örnek olarak da Osmanlı çökerken inşa edilen ve şimdi valilik binası olarak kullanılan Bab-ı Âli binasından altın varaklarla kaplı bir salonunun fotoğrafını koymuştum. Aman Allah’ım, bana saldıran, küfreden, hakaret eden dinbazların haddi hesabı yok. Daha okuduğunu bile anlamamış dinbaz adam…

Anlıyorsunuz değil mi ‘’dindar’’ kim, ‘’dinbaz’’ kim, ‘’düzenbaz’’ kim? Son iki tanımdan etrafımızda o kadar çok var ki, açın TV’yi, bakın gazetelere, sosyal medyanıza bunlardan mebzul miktarda görürsünüz. Bunlar en çok hulûs-u kalp ile dua eden Allah dostu dindar insanlara ve dine zarar veriyorlar… Allah bu devleti, bu milleti ve bu kutsal dini; bu dinbaz ve bu düzenbazların şerrinden korusun. Amin!...

Türkçemiz aziz bir dil... Görüyorsunuz ya Farsçadan ne kadar da sözcük geçmiş dilimize değil mi?

Osman AYDOĞAN



Benim sadık yârim kara topraktır

29 Mart 2020

Takvimler 21 Mart 1973 yılını gösteriyordu… Lise birinci sınıfında idim. Hiç unutmam; Edebiyat öğretmenimiz Suphi Martağan derse girdiğinde ağlamaklı bir sesle haber vermişti bize; ‘'Türk halk edebiyatının son temsilcisi bu dünyadan göçtü'’ diye…

Âşık Veysel’in vefatını bu şekilde haber vermişti bize edebiyat öğretmenimiz… Âşık Veysel’in sadece adını bilirdik, onun edebiyat dünyamızdaki yerini, büyüklüğünü tam olarak bilmezdik. Âşık Veysel'in büyüklüğünü, halk müziğindeki yerini bize edebiyat öğretmenimiz anlatmıştı.  Edebiyat öğretmenimiz Âşık Veysel’i bize nasıl anlattı şimdi hatırlamıyorum… Ama öğretmenimizin bize halk edebiyatını ve Âşık Veysel’i sevdirdiği kesin… Kendisini rahmet ve minnetle anıyorum...

Âşık Veysel'i anlatan çok kitap yok aslında... Âşık Veysel'i en iyi anlatan Ümit Yaşar Oğuzcan’ın ''Âşık Veysel Şatıroğlu Dostlar Beni Hatırlasın'' (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1973) isimli kitabıdır.

Ümit Yaşar Oğuzcan’ın kitabından Âşık Veysel’i geçen sene bu sayfada anlatmıştım. Tekrarlamak istemiyorum.  Ancak geçen hafta Âşık Veysel’i anamayınca bugün anmak istedim…

Ancak bugün de Âşık Veysel’i bir türküsüyle anmak istedim: ‘’Benim sadık yârim kara topraktır:’’ Bu türkünün hem sözlerini hem de Âşık Veysel’in kendi sesinden bağlantısını yazımın sonunda vereceğim.

Yıllar yıllaaaar öncesiydi. Galatasay Lisesi öğrencileri okulun bahçesinde konser veriyorlardı. Öğrenciler Veysel'in bu türküsünü rock tarzında söylüyorlardı... Bu türkünün hayatımda dinlediğim en güzel yorumuydu...

Ancak bu türkünün bir yorumu var ki asıl bu yorumu vermek istiyorum.  Gülzade Rıskulova Kırgızistan’ın çok hoş sesli, güzel türküler söyleyen bir kadın sanatçısıdır. İşte bu sanatçının yorumunun bağlantısını da yazımın sonunda ilk olarak veriyorum..

Âşık Veysel’in son vasiyeti idi: '’Mezarıma taş koymayın, beton dökmeyin. Ben öldükten sonra üzerimde otlar bitsin, çiçekler açsın. Taş kapatır, çimento kapatır, hiç kimse istifade edemez. Benim toprağım da milletime hizmet etsin. Oradaki biten otlardan koyun yesin et olsun, kuzu yesin süt olsun, arı yesin bal olsun…''

‘’Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır.’’

Bizim neslin sadık yâri beton oldu ne yazık ki!

Âşık Veysel’in bir de  ''Dostlar beni hatırlasın'' diye türküsü vardı. Onun dostları olarak Veysel'i hatırlayalım istedim… Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.'' Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın...

Her şeyin kara toprağı hatırlattığı bu günlerde ben güzel günleri hatırlatması umuduyla sizlere güzel ve sağlıklı bir Pazar günü dilerim...

Osman AYDOĞAN

Gülzada Rıskulova - Kara toprak (Mümkünse ekranı tam ekran yaparak izleyin)
https://www.youtube.com/watch?v=suAz4EXS3cY&feature=youtu.be

Aşık Veysel - Kara Toprak 
https://www.youtube.com/watch?v=2cGANgDZPj8

Benim sadık yârim kara topraktır

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sâdık yârim kara topraktır

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sâdık yârim kara topraktır

Âdem'den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yedirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sâdık yârim kara topraktır

Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sâdık yârim kara topraktır

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yârim kara topraktır

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sâdık yârim kara topraktır

Dileğin varsa iste Allah'tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak'tan
Benim sâdık yârim kara topraktır

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah'a
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sâdık yârim kara topraktır

Bütün kusurumuzu toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarımı düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sâdık yârim kara topraktır

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır

Aşık Veysel Şatıroğlu



Koronavirüs

28 Mart 2020

Önce bir fıkra...

Papazın biri, uzun süredir ahbaplık ettiği hahama, “Bana Tevrat’ı öğretmenizi isterim” diye ricada bulunur. Haham, isteksizdir: “Sen Yahudi değilsin, kafan da Yahudi gibi çalışmaz. Tevrat’ın kelamını anlaman mümkün değil.” 

Papaz ısrar eder, sonunda da haham razı olur, ama hahamın bir koşulu vardır. “Soracağım soruya doğru yanıt verebilirsen, öğretirim” der. Papaz, ‘’Kabul’’ diye cevap verir. “Sor bakalım!” 

Ve haham sorar: “İki adam bir bacanın borusundan içine düşerler. Bacanın dibinden bunlardan birisi kirli, ötekisi tertemiz çıkarlar. Hangisi yıkanır?” 

Papaz, “Bundan kolay ne var?” diye cevap verir: “Kirlenen yıkanır, temiz kalan yıkanmaz.”

Hamam olmadı anlamında kafasını yana sallar, “Sana Tevrat’ın kelamını asla anlamayacağını söylemiştim! Doğrusu tam tersi: Temiz kalan adam ötekinin kirlendiğini görünce, kendisinin de kirlendiğini sanıp yıkanır. Kirlenen adam ise karşısındakini temiz gördüğü için kendisini de temiz sanıp yıkanmaya gerek duymaz.”

Papaz, kafasını kaşır: “Bak bu aklıma gelmemişti. Bir soru daha sorar mısın?” der.

Haham aynı soruyu yeniden sorar: “İki adam bir bacanın borusundan içine düşerler. Bacanın dibinden bunlardan birisi kirli, ötekisi tertemiz çıkarlar. Hangisi yıkanır?” 

Papaz, doğru yanıtı artık bildiğinden emindir. Hemen bastırır cevabı: “Temiz kalan ötekinin kirlendiğini görünce kendisinin de kirlendiğini sanıp, yıkanır. Kirlenen, ötekini temiz gördüğünden kendisini de temiz sanıp yıkanmaz!” 

Hamam, bu sefer de cık cık cık yapar: “Yine yanıldın! Sana söylemiştim, asla anlamayacağını. Temiz kalan adam aynaya bakar, temiz olduğunu görür, dolayısıyla yıkanmaz. Kirlenen aynaya bakıp kirlendiğini görünce, gider yıkanır.” 

Papaz itiraz eder: “Ayna nereden çıktı? Bana ayna var demedin ki?...” Haham, parmağını sallar: “Seni uyardım, bu kafayla Tevrat’ın kelamını kavrayamazsın. Tevrat’ı anlamak için her olasılığı düşünmelisin.” 

“Peki, peki” diye inler papaz. “İzin ver, bir kez daha şansımı deneyeyim. Başka bir soru sor!”

“Son kez soruyorum” der, haham: “İki adam bir bacanın borusundan içine düşerler. Bacanın dibinden bunlardan birisi kirli, ötekisi tertemiz çıkarlar. Hangisi yıkanır?” 

Papaz, “Artık her olasılığı biliyorum” deyip, bir solukta sıralar: “Eğer ayna yoksa, temiz kalan ötekini kirli görüp kendisinin de kirlendiğini düşünerek gider yıkanır. Kirlenen temize bakıp kirlenmediğini düşünerek, yıkanmaz. Eğer ayna varsa, temiz kalan aynaya bakıp temiz olduğunu görür, dolayısıyla yıkanmaz. Kirlenen aynaya bakıp kirini gördüğü için yıkanır!” 

Haham çenesini ileri uzatıp, gülümser: “N’ayır, sana söylemiştim, kafan Yahudi kafası değil, Tevrat’a basmaz! Söyle bana, aynı bacadan içeri düşen iki adamdan birinin kirlenip, ötekinin temiz çıkması mümkün müdür?”

Fıkra bu kadar…

Şimdi yazımın başlığındaki ‘’Koronavirüs’’e bakıp da bu fıkranın Koronavirüs ile ne ilgisi var diye soracaksınız değil mi? Bana kalırsa sormayın derim…

Şimdi söyleyin bana; aynı evde yaşayıp da birisinin dışarıda çalışıp diğerinin çalışmayıp evde kalan bu iki kişiden birinin mikrop bulaşıp, ötekinin temiz çıkması mümkün müdür?

Osman AYDOĞAN



Kisrâ

28 Mart 2020

Kisrâ konusuna girmeden önce kısaca Ebu Zer el-Gıfârî kimdir anlatmam gerekir.

Asıl adı Cündeb bin Cünâde bin Süfyân’dır.   Kısaca Ebu Zer el-Gıfârî diye bilinir. Ebu Zer lakabıdır. İslam'ı ilk kabul eden sahabilerdendir.  Doğum tarihi bilinmez… 652 yılında vefat eder…

Ebu Zer el-Gıfârî, ilk Müslümanlardandır. Hz. Peygamber (asm) ile birlikte Mekke’den Medine’ye hicret eder. Halis bir mümin, cesaretli, dürüst bir adam ve hatalı davranışlara çekinmeden karşı çıkan biri olarak bilinir. Hz. Peygamberin (asm) övgüsüne mazhar olmuş bir sahabedir.

Adıyaman ili Ziyaret köyünde bulunan türbenin Ebu Zer'e ait olduğu iddia edilir… Bu türbeyi Sultanı IV. Murat Bağdat Seferi dönüşünde inşa ettirir…

Bu girişten sonra gelelim tarihi bir vakaya:

Emevi Hanedanı'nın kurucusu Muaviye, kendisine Şam’da görkemli bir Saray inşa eder. Muaviye Ebu Zer el-Gıfârî’yi sarayına davet ederek, sarayını gezdirir ve sorar: “Sarayımı nasıl buldun?”

Ebu Zer el-Gıfârî, Muaviye'ye şu tarihi cevabı verir: “Ey Muaviye! Eğer bu sarayı kendi paranla yaptırdıysan israftır. Eğer halkın parasıyla yaptırdıysan ihanettir ve haramdır. Kul hakkına girer. Bunu ancak firavunlar yapar.”

Saray merakı sadece Muaviye’ye ait değildi. Tüm Emeviler döneminde İslam; saray, saltanat, taht, şaşaa, iktidar ve zenginlikle iç içe geçer...

Kisrâ, Arapların İran-Sasani krallarına atfen kullandıkları bir tabirdi. Bu nedenle de Muaviye, “Arap Kisrâsı” olarak da bilinir. “Saray İslamı” da İslam dünyasında ha bire Müslüman kisrâlar üretmiştir.

Hâlbuki Hz. Peygamber (asm) vefat ettiğinde evinde, elinde, üzerinde bu dünyaya ait hiçbir şey yoktu... Hiçbir şey… Dinciler Hz. Peygamber (asm)’e dair çok şey anlatırlar da Hz. Peygamber (asm)’in bu özelliğini anlatmazlar.

İslam dünyası Emevilerle beraber bu şekilde habire Müslüman kisrâlar üretirken Batı dünyası sarayların inşasına pek izin vermez. Çünkü Dünya tarihi, sarayların içindekilerle beraber çürürken toplumu da beraberinde çürüttüğünü göstermiştir… İşte bu nedenle de Rönesans ve onunla birlikte inancın karşısında doruklarına ulaşan '’eleştirel düşünce’’; sarayların değil, sadece özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebileceği zeminleri yaratmıştır.

Sarayları ve içindekilerin birbiriyle olan ilişkilerini anlatan Osmanlıca bir deyim var... Şimdilerde unuttuk gitti. Aslında tam da bugünler için söylenmiştir:

“Şeref-ül mekân, bi’l-mekîn”

Deyimde geçen ''mekîn''; mekânın içinde oturan kişi anlamındadır. Bu deyim “mekânın şerefi / büyüklüğü içinde oturanındandır” veya ‘’makamın şerefi; mekânı tutandan gelir’’ anlamında özlü bir sözdür. Bu söze uygun olarak Osmanlı devleti en kudretli olduğu zamanda bile mütevazı Topkapı Sarayından idare edilmiştir. Padişahların niteliği düştükçe Osmanlı saraylarının da şatafatı artmıştır. Ankara’nın Çankaya’sındaki sıradan bir bağ evi de Atatürk oturduğu için şerefliydi, büyüktü...

Ne yazık ki Osmanlıcanın bu ünlü sözü günümüzde “Şeref-ül mekîn, bi’l-mekân”a (Kişinin şerefi oturduğu mekânın şatafatındandır) dönüştürülmüştür.

Osmanlının bu deyimini (Şeref-ül mekân, bi’l-mekîn) teee bin yıl önceden Roma devlet adamı Cato bir başka ifadeyle basitçe formüle etmişti zaten:

“Ahmaklardır uygarlığı görkemli binalarda arayanlar.”

Aşağıdaki iki fotoğraf sosyal medyada dolaşınca bunlar aklıma geldi…

Günümüzde Muaviye’nin peşinden giden kisrâlardan başka ne beklenebilirdi ki…  

Osman AYDOĞAN

 



Çernobil 

26 Mart 2020

Güvenlik politikalarındaki dönüşüm ve yeni tehditler

Bu sitemde daha yeni 21 Mart 2020 tarihinde yazdığım ‘’Güvenlik politikalarındaki dönüşüm’’ başlıklı yazımda özetle;

- Günümüzdeki güvenlik paradigmalarının değiştiğini, günümüzde ülkeye yönelik güvenlik tehdidinin askerî yönden azaldığını ancak deprem, sel gibi doğal afet tehdidinin, salgın, saldırı veya sızıntı yoluyla biyolojik veya nükleer tehdidin sadece artmadığını, bir varsayım, bir ihtimal, muhtemel bir tehdit olmaktan çıkarak dünyadaki ve ülkemizdeki Koronavirüs salgını gibi artık fiilen var olduğunu,

- Bu nedenle devletin savunma güçlerinin de bu yeni tehdide göre acilen teşkil, teçhiz, eğitim ve organize olmasının gerektiğini,

- Devrin Kanal İstanbul gibi üretime dönük olmayan rant projelerine ülkenin kaynaklarını ve enerjisini harcama devri olmadığını, ülkenin bütün kaynak ve enerjisinin yeni güvenlik tehditlerine göre ülke savunmasının yeniden ve acilen kurgulanması gerektiğini yazmıştım.

Günümüzde dünyadaki ve ülkemizdeki Koronavirüs salgınının henüz nasıl bir şekil alacağı bilinmemektedir. Yaşanan Koronavirüs salgınının tüm dünya ekonomilerini tehdit ettiğini ve ekonomik bir felakete yol açacağına dair kaos teorileri ekranları ve sayfaları işgal etmektedir.

Hal böyleyken Kanal İstanbul Projesi kapsamında bir kısım işlerin bugün (26 Mart 2010) tarihinde ihaleye çıkarılması devlet katında bahsettiğim tehlikenin pek de ciddiye alınmadığı göstermiştir.

Hal böyle olunca günümüzde yaşanan biyolojik salgının bir benzeri olan geçmişte dünyanın ve Türkiye’nin yaşadığı bir nükleer radyasyon serpinti felaketini ve o günlerde yaşananları anmanın ve tehlikenin büyüklüğünü somut olarak hatırlatmanın gerekli olduğunu düşündüm.

Çernobil Nükleer Santral Kazası

Bahsettiğim bu felaket 26 Nisan 1986 tarihinde yaşanan Çernobil felaketi idi. Bu felaketi de bir TV dizisi üzerinden anlatmak istiyorum.

‘’Chernobyl’’ dizisi; HBO (Home Box Office) kanalında yayınlanmaktadır. HBO kanalı ABD'nin önde gelen, paralı televizyon kanal gruplarından birisidir. (Netflix gibi) Kablolu televizyondan ya da uydudan para ile abone olduktan sonra izlenebilmektedir.

‘’Chernobyl’’ dizisi; SSCB döneminde, 26 Nisan 1986 tarihinde, Çernobil Nükleer Santrali'nde yapılan bir deney esnasında meydana gelen nükleer kazayı ve ardından yaşanan felaketi anlatan beş bölümlük bir dizidir. (Santralin asıl adi Vladimir Lenin Nükleer Santrali’dir. Ancak Çernobil Nükleer Santrali olarak tanındığı için ben de bu ismi kullanacağım.) 

Çernobil Nükleer Santrali, Ukrayna’nın Kiev şehrine 130, Çernobil şehrine 15, Pripyat şehrine ise 3 Km uzaklıkta konuşlu olan RMBK-1000 tipi 4 nükleer reaktöre sahip bir santraldir. Santralde bulunan 1. ve 2. üniteler 1970 ve 1977 yıllarında inşa edilmiş, 3. ve 4. üniteler 1983 yılında tamamlanmıştır. Pripyat şehrinde 49,000 kişi ve Çernobil şehrine ise 12,500 kişi yaşamaktadır.

1980’li yıllarda İsrail’in Irak’taki Sovyet yapımı nükleer santrali vurması sonucu, Sovyetler bu tür saldırılara karşı tatbikatlar yapmaya başlar. Çernobil’deki test de olası saldırı sonrası reaktörlerin gücünün kısılması ve tekrar çalıştırılması üzerine bir testtir.

Kazanın oluş şekli

Tarih; 26 Nisan 1986. Saat; sabaha karşı 01.23. Çernobil nükleer santralindeki mühendisler işte bu test kapsamında, muhtemel bir elektrik kesintisi durumunda reaktörün nasıl kontrol altında tutulacağının bir provasını yapmak amacıyla 4 numaralı reaktörün elektriğini bilinçli olarak kesiyorlar. Ancak mühendislerin bilmediği şey, reaktör bu tatbikat öncesinde zaten dengesiz bir durumda olduğudur. 1975 yılında bu dengesizlik ve bunun sonucunda böyle bir kaza olabileceği raporlarda belirtiliyor.  Ancak Sovyet rejiminin üstünlük kaygısı nedeniyle bu raporlar sümenaltı ediliyor.

Güç kesintisi, reaktöre su taşıyan türbinleri yavaşlatır. Daha az suyun reaktöre pompalanmasıyla buharlaşma hızlanır ve içerideki buhar basıncı birikir. Jeneratörlerin devreye girmesi için geçen 40-50 saniye gibi bir süre boyunca su pompaları çalışmadığı için reaktör soğutulamaz. Vardiya Amiri Dyatlov reaktörü kapatmak yerine tekrar çalıştırılmasını emreder. Git gide gücü tekrar artan reaktörün sıcaklığı kontrol altına alınamaz… O zamanki teknolojide reaktörlerin sigortası olan kontrol çubuklarının ucu grafit kaplıdır. Kontrol odası çubukları indirdiğinde ucu grafit kaplı çubuklar reaksiyonu durdurmadan önce grafitle tepkimeye giren Uranyum 235 önce büyük bir ısı açığa çıkararak ilk patlama gerçekleştirir. Isınmaya devam eden reaktör ikinci patlamayı da gerçekleştirir ve 350 kiloluk koruma grafitleri yerinden uçar... Ardından çekirdek açığa çıkar… Bu şekilde reaktör atmosfere maruz kalır. Reaktörün havayla teması sonucu başlayan yangın 10 gün boyunca devam eder. Radyoaktif bulutlar, Avrupa'nın önemli bir bölümüne ve Türkiye’ye radyoaktif serpinti olarak dökülür.

‘’Chernobyl’’ dizisi

HBO, işte bugüne kadarki dünyanın en büyük nükleer felaketini bu beş bölümlük diziyle anlatmaya çalışmış. Ancak HBO Çernobil’i anlatırken çok sert bir sistem eleştirisi yapmış. Hep yazılarımda vurgularım ya ‘’hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… Bu yönüyle; gerek o dönemde Türkiye’de yaşanan nükleer serpinti, radyasyon tartışmaları ve gerekse de günümüzde Çernobil’deki nükleer santralı inşa eden Rosatom firmasının Akkuyu’daki nükleer santralı da inşa etmekte olması nedeniyle konu Türkiye’yi de çok yakından ilgilendirmekte ve bu diziden dersler çıkarılması gerekmektedir. 

Gorbaçov’un ifadesine göre Çernobil kazası Sovyetler’i maddi ve manevi yıkıma götürerek sonun başlangıcı olmuş, Perestroika, Glasnost derken Sovyetler çökerek tarihe karışmıştır…

HBO dizisi ‘’Chernobyl’’; senarist ve yönetmen Craig Mazin’in Sovyet Devlet raporlarına, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu raporlarına, tanık ifadelerine ve Doğu ve Batı Avrupalı bilim insanlarının araştırmalarına dayanılarak yaklaşık beş yıllık bir araştırmasının sonucu olarak yapılmış. "Sadelik, izahın görkemidir" diye bir söz vardır. HBO dizisi teknolojik olarak karmaşık bir konuyu sadelik içerisinde ancak görkemli bir şekilde izah etmiş…

İsveçli yönetmen Jonah Renck de dizinin görüntülerinde koyu renk kullanarak diziye belgesel atmosfer vermiş. Dizide Emily Watson’un canlandırdığı hayali karakter Dr. Ulana Khomyuk hariç gerçek kişiler canlandırılmış.  Dizideki karakterler de ayrıca gerçek karakterler olan Valeri Legasov, Boris Shcherbina, Anatoly Dyatlov, Lyudmilla Ignatenko ve Vasili Ignatenko’ya sima olarak makyajla birebir benzetilmiş…  Dizide olayı araştırmak ve gerektiğinde müdahale etmekle görevlendirilen Valeri Legasov ve Boris Shcherbina onlarca bilim insanından yardım almışlar. İşte dizide hayali karakter olan Dr. Ulana Khomyuk karakteri bu insanları temsil etmek, gerçeğe ve insanlığa olan bağlılıklarını ve hizmetlerini onurlandırmak için yaratılmış.

Dizide SSCB devlet aygıtı Çernobil’de yaşanan felaketin büyüklüğünü dünyadan saklamaya çalışsalar da mızrak çuvala sığmadığı için bir yerden sonra pes ederek bu felaketi kabul etmek zorunda kalmışlardır.

Ancak diziyi anlatmadan önce şunu vurgulamalıyım ki bu TV dizisi bir kurgu... Ancak kurgu gerçeğe çok yakın. Küçük bazı kusurlarıyla bu diziyi sanki belgeselmişçesine izleyebilirsiniz.

Mümkünse diziyi izlemeden önce 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in ‘’Çernobil Duası’’ (Kafka Yayınları, 2017) adlı kitabını okumanızı öneririm. Dizi o zaman daha iyi anlaşılıyor. Zaten dizide bu kitaptan oldukça istifade etmiş… Kitap, Çernobil faciasını yaşamış insanların yaşadıklarından, hatıralarından oluşuyor…

Tabii ki diziyi olduğu gibi anlatıp da merakınızı giderip sizin diziyi izlemenize engel olmak istemeyeceğim. Tam tersi çoğumuzun sadece ismen bildiği bu felaketi, her detayıyla insanlara anlatan bu dizinin tanıtımını yapıp, merakınızı artırıp mutlaka ama mutlaka bu diziyi izlemenizi isteyeceğim…

Bu dizi neleri anlatıyor? Bu dizi ne mesajlar veriyor? Günümüz için çıkarılan dersler ne? Dizi bu açıdan çok önemli. Bu dizi; bizim diziler gibi; haşin haşin bakan erkekler, melül melül bakan kadınlar, lüks, şatafat, tarihi saptıran, sanal bir tarih yaratan, insanları gerçeklerden ve gündemden uzaklaştıran dizilerden bir dizi değil… Bu dizi gerçekleri insanın yüzüne tokat gibi çarpan, soran, sorgulatan bir dizi…

Her şeyden önce nükleer radyasyon nedir? Radyoaktif kontaminasyon nedir? Bir nükleer reaktör nasıl çalışır? Radyoaktiviteye karşı nasıl korunma sağlanır? sorularına cevap veren, kamuoyuna bilgi veren, izleyenleri aydınlatan anlatan bir dizi…

Bu dizi; cehalet ve eğitimsizliğin, kendi bekasını her şeyin üstünde tutanların bir nasıl felaketlere yol açabileceğini insanlara net bir şekilde gösteren ve bu konuda farkındalık yaratan bir dizidir… Devletçi yapının, otoriter rejimlerin ne kadar tehlikeli olduğunu, böylesi yapılarda da devletin bir nasıl hayduda dönüştüğünü gösteren bir dizidir… Devletin, devlet büyüklerinin, amirlerin, hocaların vs. halkı, sıradan insanları nasıl gördüklerini anlatan bir dizidir… Bu dizi; Sovyet bürokrasinin, Sovyet üretim mantığının ve operatörlerin bütün güvenlik önlemlerini göz ardı ederek yapmış oldukları hatalar zinciri neticesinde devasa reaktörü düdüklü tencere gibi bir nasıl patlattıklarını anlatan bir dizidir.  

Bu dizi; hatalarını kabul etmeyip pisliklerini gizlemeye çalışan görevliler, kalın kafalı siyasetçiler, cesur geçinen aptal askerler, liyakat değil de sadakatin önemi, insan hayatının değersizliği, bürokrasinin hantallığı, yöneticilerin işinde uzman olanları zamanında dinlememesi, insanları bilgilendirmenin sisteme karşı suç olması, vb bizlere tanıdık gelen birçok konunun net bir şekilde anlatıldığı bir dizidir…

Sovyetler’de ortaya çıkan bu felaketin yine bu sistemin yetiştirdiği cefakâr ve fedakâr insanlar tarafından nasıl göğüslendiğini de gösteriyor bu dizi… Onlar olmasaydı belki de 10 kat daha büyük bir facia ve tüm dünyada buna bağlı daha fazla ölüm ve hastalık yaşanacaktı. Zaten film de "acı çeken ve fedakârlık yapanların anısına” diye başlıyor…

Bu dizi ülkedeki karar vericilerin kafasına vura vura izlettirilmesi gereken bir dizidir…

Çernobil felaketi, basit bir insan hatasından çok, 1975 yılında böyle bir kaza olabileceğinin ipuçları görülmesine karşın, hatalardan ders almak yerine üstünlük kaygısıyla üstü kapatılarak nasıl daha büyük felakete sebebiyet verildiği gösteriyor.

Belki İsveç’ten sızıntı fark edilmeseydi ya da ABD uzaydan görüntü almasaydı patlamayla ilgili Pribyat'taki insanlar kaderine terk edilip daha hızlı bir son onları bekliyor olacaktı. Belki de dünya da bu olup bitenlerden bihaber olacaktı.

Rüzgârın Almanya’ya doğru esmesinden dolayı Frankfurt’ta çocukların dışarıda oynamasına izin verilmezken patlamanın olduğu kentte hiçbir şeyden haberi olmayan aileler sanki güzel bir şey izliyormuş gibi nükleer santralın yanışını izliyorlar. Radyoaktif madde insanların üzerine yağarken Sovyet bürokratları halka "bir şey yok, sadece basit bir yangın" diye uyutuyorlar…

Santral yetkilileri ise doğru dürüst ölçüm yapmadan olayı mümkün olduğunca küçük göstermeye çalışıyorlar… Yerel yöneticiler şehri tahliye etmek yerine giriş çıkışları yasaklayıp, iletişim kanallarını kesiyorlar… Santral müdürü devlet başkan yardımcısı olay mahalline gelince ilk iş eline kendini kurtarmak için sorumlu listesi tutuşturuyor…

Dizinin son bölümünün adı "Vichnaya Pamyat"   ‘’Vichnaya Pamyat’’, Ortodoks Hristiyanların dini günlerde ve cenazelerde kullandığı bir terim olup ‘’sonsuz anısına" anlamına geliyor…

Dizide geçen bazı unutulmaz sahneler, konuşmalar var… Diziyi ve konuyu daha iyi anlayabilmemiz için bu sahnelerden ve konuşmalardan ve bizimle olan ilişkilerinden de bahsetmem gerekiyor…

Filmin girişinde asıl sorumlunun bir kişi kabul edilip 10 yıl hapis cezası almasından bahsediyor. Bu durum bizde de tren kazaları sonrası suçlu bulunan makinistleri akla getiriyor…

Nükleer fizikçi kadın Profesör ile Minsk’teki Komünist Parti yetkilisi arasında geçen ve profesörün olayın vahametini anlatmaya çalıştığı ancak bir sonuç alamadığı konuşma: Prof.: ‘’Ben nükleer fizikçiyim ve siz daha düne kadar ayakkabı fabrikasında çalışıyordunuz.’’ Komünist Parti yetkilisi: ‘’Ama yetkili kişi benim, yetki bende.’’ Adam ayakkabı tamircisiyken sekreter yardımcısı olmuş, kendisini bir bilim insanından daha değerli görüyor, kadına '’kendi fikirlerimi sizinkilere tercih ederim’' diyor. 

Bu anlamda kibirli ve iş bilmez insanlara yetki verildiği zaman ne gibi büyük yıkımlara sebep olunabileceğini gösteren bir konuşmadır bu konuşma… Bu konuşma ister istemez aklınıza Türkiye’yi ve TÜBİTAK'a ''Başkan'' olarak atanan hayvanat bahçesi müdürünü getiriyor…

Dizinin 3. Bölümünde Dr. Khomyuk'un nezaretten çıkmasıyla ilgili olarak KGB Başkanı Skarsgard, Legasov’a şöyle söylüyor:  ‘’Hayır, şaşırtıcı derecede iyi gitti, saf bir geri zekalı gibi davrandın… Saf geri zekalılar devlet için tehdit oluşturmazlar.!’’

Vay anasını be… Ömrüm bitti neredeyse, bu cümlenin ne anlama geldiğini yeni anlıyorum…

Dizinin 3. Bölümde bol bol madencilere yer verilmiş… Legaslov, madencilerle nasıl konuşması gerektiği konusunda Shcherbina’ya soruyor. Aldığı cevap şöyle: ''Onlara yalan söyleme, doğruyu söyle… Onlar karanlıkta çalışan insanlar… Anlarlar''.

Madencileri çağırmaya gelen Kömür Bakanına her madencinin bir el atmasıyla cici takım elbisesiyle Kömür Bakanı’nın üstünü kararttığı bir sahne var… Madencilerin Kömür Bakanı’nın ceketine, yüzüne ellerini vurduğu, sürdüğü sahne… Son olarak bir madenci Bakan’a şöyle söylüyor: ‘’İşte şimdi gerçekten kömür bakanına benzedin."

Madenciler bu şekilde Kömür Bakanı’na ayar verirken bizdeki Soma maden faciasındaki bizim Kömür Bakanı’nın sözleri aklıma geliyor: "İki gündür aynı gömleği giyiyorum." Bir de dizide Yusuf Yerkel karakterini göremiyorum…

Reaktörün çatısının temizlenmesi için Almanya’dan robot getiriliyor.. Ancak hala radyasyon seviyesi gizlendiği için düşük ölçekteki radyasyona dayanıklı robot gelir Almanya’dan. Bu robot da yüksek radyasyon nedeniyle anında bozulur. O zaman çözüm olarak ‘’Biorobot’’ (yani ‘’asker’’) önerirler. O zaman şu sözü söyler Shcherbina: "Dünyadaki tüm ordular genellikle malzeme eksiğini insanla kapatır." (Camus’nun ‘’Veba’’ isimli romanında geçerdi bu söz.)

Yine ''vay anasına be..’’ diye söyletiyor insanı bu söz… Yıllarca NATO’nun en kalabalık ordusuyuz diye övünürdük ya hani…

Gelelim final sahnesine… Finalde mahkeme kurulur. Suçlu aranmaktadır… Fakat Valeri Legasov mahkemede öyle açıklamalar yapar ki, yenilir, yutulur gibi değildir… Bu açıklamalardan birkaçı:

"Yalanların bedeli nedir? Cevap, onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Eğer yeterince yalan dinlersek, artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmektir asıl tehlike. Peki, o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikayelerle kendimizi mutlu etmekten başka ne kalır geriye? Bu hikâyelerde ise kahramanların kimler olduğunun hiçbir önemi yoktur. Bilmek istediğimiz tek şey, kimi suçlayacağımızdır."

"Gerçek rahatsız ettiğinde yalan üstüne yalan söyleriz, ta ki yalanın orda olduğunu hatırlayamayıncaya kadar. Fakat hala oradadır. Söylediğimiz her yalanla gerçeğe borçlanırız. Er ya da geç o borç ödenir. Çernobil yalanlarla patladı."

“Bilim adamı naif olmaktır. Gerçeği aramaya o kadar odaklandık ki gerçekte ne kadar az kişinin onu bulmamızı istediğini göremedik. Fakat görsek de görmesek de tercih etsek de etmesek de gerçek hep oradadır. Gerçek, ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi umursamaz. Hükümetlerimizi umursamaz. İdeolojilerimizi ve inançlarımızı umursamaz. Gerçek her zaman pusuda bekler. Bu, sonunda Çernobil’in hediyesi. Bir zamanlar gerçeğin bedelinden korkuyordum, şimdi ise şunu soruyorum yalanların bedeli nedir?"

Buradaki sorunun cevabı basit… Yalanların bedeli Çernobil faciasıdır. Ya ülkemizdeki, Türkiye’deki yalanların bedeli? Bunu hiç düşünen var mı? Ülkemiz deyince, dizide geçmiyor ama o günleri bir hatırlayalım isterseniz … Ama dizi ile ilgili son bir iki bilgi daha:

Dizinin ve olayın başkahramanı Valery Legasov, 1988'de geriye sadece ses kayıtlarını bırakarak intihar ediyor. O güne kadar dikkate alınmayan uyarıları, Sovyet nükleer endüstrisi içerisinde bir şok yaratıyor ve Çernobil’de kullanılan türden RMBK reaktörlerinin tasarımı iyileştiriliyor. Geriye bıraktığı ses kayıtlarının bir kısmı kasıtlı olarak siliniyor ve değiştiriliyor…. 

Pripyat hastanesinin bodrum katında halen o itfaiyecilerin kıyafetleri duruyor. Hem de ilk geldikleri haliyle. Ve dozimetre ile günümüzde ölçüm yapıldığında bile normal ölçümlerin 4 bin katına kadar radyoaktivite gözüküyor.

Yazımın girişinde bahsettiğim Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Svetlana Aleksiyeviç, 2015 yılında ödülü aldığı gün bir konuşma yapıyor ve o konuşmasındaki metin dizide de işleniyor.

Hem kitapta hem de dizide geçen itfaiyeci kocası ölen kadın… Kadın doğum yapıyor ve bebeği doğumdan dört saat sonra ölüyor… Tüm radyasyonu emen bebek annesini kurtarıyor. Kadının röportajı kitapta şöyle veriliyor:

''Çernobil Nükleer Santrali’nin yakınlarında yaşıyorduk. Ben büfede çalışıyordum, çörek pişiriyordum. Kocamsa itfaiyeciydi. Yeni evliydik, pazara bile el ele gidiyorduk. Reaktör patladığı gün, kocam nöbetçiydi. Çağrıya sırtlarında gömlekleriyle gittiler, ev giysileriyle. Nükleer santralde patlama olmuştu ve hiçbir özel kıyafet vermediler onlara. Böyleydi işte bizim hayatımız, biliyorsunuz. Bütün gece yangını söndürmeye uğraştılar ve hayatta kalmalarına imkân vermeyecek kadar çok radyasyona maruz kaldılar. Sabahında uçakla Moskova’ya götürdüler hepsini. Akut radyasyon hastalığı… İnsan ancak birkaç hafta yaşayabiliyor. Benimki güçlüydü, sporcuydu, en son o öldü.

Moskova’ya vardığımda bana ‘özel bir bölmede yatıyor’ dediler, ‘oraya kimseyi sokmuyorlar.’ ‘ben onu seviyorum’ diye yalvardım. ‘Askerler bakıyor oradakilere, sen nereye?’ dediler. ‘Seviyorum’ dedim, beni ikna etmeye çalıştılar; ‘o artık senin sevdiğin insan değil, zararsız hale getirilmesi gereken bir obje, anlıyor musun bunu?’ Bense hep aynı şeyi söyleyip duruyordum, ‘seviyorum, seviyorum’.

Geceleri yangın merdiveninden yanına çıkıyordum, ya da hasta bakıcılara para veriyordum beni içeri bıraksınlar diye. Bırakmadım onu, sonuna kadar yanındaydım.

O öldükten birkaç ay sonra, kızım dünyaya geldi. Sadece birkaç gün yaşadı. Onu ne çok beklemiştik… Bense öldürdüm onu. Kızım beni kurtardı. Tüm radyasyonu üzerine aldı. Minicik şey, yavrum… Ama ben onların ikisini de sevdim. Sevgiyle öldürmek mümkün mü ki? Neden bu kadar yakınlar, sevgi ve ölüm? Hep yan yanalar. Kim açıklayacak bana? Şimdi dizlerimin üstünde, mezarlarında sürünüyorum…''

Çernobil Nükleer Santral Kazasından sonra Türkiye’de yaşananlar

Gelelim yalnız ve güzel ülkeme… Sovyetlerde, tüm Avrupa’da bunlar olurken bizde neler oluyordu? Bir hatırlayalım mı? Önce kronolojik bir olay sırası vereyim:

01 Mayıs 1986: SSCB Büyükelçisi, Türk yetkilileri Karadeniz’de ölçüm yapmaları konusunda uyardı. Aynı gün TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre "olay mevzii bir olay; Türkiye’ye ulaşsa bile etkilemez" diye açıklamada bulundu…. 

03 Mayıs 1986: Radyoaktif bulutların Türkiye’ye ulaştığı ve oranın yedi kat arttığı açıklandı. Edirne'de yağan yağmurdan dolayı TRT su birikintilerinin kullanılmamasını ve hayvanların otlatılmaması uyarısında bulundu. 

03 Eylül 1986: Avrupa ülkeleri radyasyonlu olduğu gerekçesiyle Türkiye’den fındık alımını durdurdu. 

28 Kasım 1986: Hollanda sağlık bakanlığı Türk çayında yüksek oranda radyasyon var açıklamasında bulundu. 

29 Kasım 1986: ÇAYKUR Genel Müdürü "çayda radyasyon var" iddialarını "batı tezgâhı" olarak nitelendirdi. Müdürlük çay kaynatıldığında radyasyonun 5-6 kat düştüğünü iddia etti. 

02 Aralık 1986: Efsanevi (!) sanayi bakanı Cahit Aral çaydaki radyasyonun zararsız olduğunu ileri sürerek çay içti. Cahit Aral ayrıca şunları söyledi: ‘’Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir.’’ (Bu haberin gazete kupürünü yazımın sonuna ekliyorum.)

14 Aralık 1986: Federal Almanya, Türkiye’den alınan 13 ton çayı iade etti. 

Bu tarihler, bu açıklamalar bize dizide gördüğünüz insanı isyan ettiren her şeyin bizim de bire bir yaşadığımızı ve devlet eliyle zehirlendiğimizi gösteriyor… 

1986 yılında Türk devleti Çernobil faciasını müteakip aylar boyunca TV'de "radyasyonlu çayı içiyorum bak bir şey olmuyor… Türkiye’de radyasyon var diyen dinsizdir" diye şov yapan bakan Cahit Aral dışında açıklama yapılmasını, veri yayınlanmasını yasaklıyor. TAEK başkanı, bir de profesör sıfatlı adam Ahmed Yüksel Özemre göz göre göre bütün ülkeye yalan söylüyor ve atom profesörü olduğu için herkes onun sözüne güveniyor. TÜBİTAK, üniversiteler yayın yasağı yüzünden ağzını açamıyor… . 

Karadeniz’de Çernobil serpintisinin yağdığı yerlerde neredeyse her evde kanser vakasına rastlanıyor… Devlet bunun istatistiğini yapmamakta, hasır altı etmekte yıllarca ısrar ediyor. Çocuklarda lösemi vakaları korkunç oranlarda artıyor… Bir sürü ölü ve sakat doğum vakaları oluyor… Bunların raporları istatistikleri hala elimizde yok…

Türkiye’nin çok gerisinde olan Demirperde ülkeleri bile bütün taze gıda ürünlerini imha edip halkına kuru bakliyat, konserve yedirirken, Avrupa’da millet halk sağlığını korumak için inanılmaz önlemler alırken bizim devletimiz Avrupa’ya satamadığı radyasyonlu fındıkları ilkokul çocuklarına ve askerlere yediriyor… Sezyum 137, stronsiyum 90 içeren sütleri okullara bedava dağıtıyorlar… Türk halkına en büyük ihaneti kendi devleti yapıyor…

Yazımda adı geçen, olayın ve dizinin en önemli bir karakteri var: Anatoly Dyatlov. Anatoly Dyatlov olay gecesi Çernobil’in vardiya şefiydi. Dizide de hatasını kabul etmeyen, bıyıklı ve ilk bakışta kötü adam olduğunu anladığımız Dyatlov yalnızca 10 yıl hüküm yiyor… 

Gazeteci Mehmet Ali Birand olaydan yedi sene sonra Dyatlov’u bulup onunla bir röportaj yapıyor. Yedisene sonra… Bunun sebebi de yedi sene boyunca Çernobil kelimesinin Türkiye’de bir tabu haline gelmiş olmasıdır. Çünkü hükümet Çernobil veya radyasyon lafını ağzına alanı kötü adam, hain ilan ediyor… Sovyetler olayı ancak iki gün gizleyebilmişlerdi... Bizimkiler ise yedi yıl gizliyorlar…

Röportajda Dyatlov çekirdeğin patladığını fark ettiğini, hükumetten gizlemeye çalışmadığını ama hükümetin uluslararası itibarını zedelememek için bunu dünyadan ve dolaylı olarak kendi halkından gizlediğinden bahsediyor. Patlamanın sorumlusu olarak da o deneyi yapmalarını isteyen Moskova’yı ve santralin yapısını suçluyor.

Mehmet Ali Birand’ın bu röportajının bağlantısını da yazımın sonunda sunuyorum…

Sonuç

Dünyada 500 civarında aktif nükleer santral bulunuyor… Bunlardan sadece bir tanesi patlayınca tüm Sovyet kaynakları kullanılarak müdahale ediliyor ama yeterli olmuyor… Türkiye’ye 1500 km uzaklıkta olan Çernobil nükleer santralinin bir benzerinin günümüzde Iğdır’a sadece 15 km uzaklıkta bulunduğu da hatırlatmak istiyorum…

Çernobil’deki bu felaket için Sovyetleri geri sistem ve teknoloji ile suçlayanlar çıkabilir…  Ancak dünyanın en gelişmiş teknolojisine ve sistemine sahip olan Japonlar da daha sekiz yıl önce, 2011 yılında Fukushima'da benzer nükleer felaketi yaşıyorlar…

Çernobil’den sonra Fukushima felaketi de gelince, ABD’den Fransa’ya, Almanya’ya, Rusya'dan İngiltere’ye kadar pek çok ülke de nükleer enerji masaya yatırılıyor… Fukushima felaketinden sonra Almanya 1980'den önce kurulan yedi santralini hemen üç ay içinde kapatıyor… Almanya kalan 12 santrali ise 2040 yılına kadar aşama aşama kapatma kararı alıyor… Japonya ise ekonomik ömrü dolan santrallerini yenilemeyip onlar da aşama aşama kapatma kararı alıyor…Bu ülkelerin tamamı nükleer ve fosil kaynaklı enerjiden vazgeçip yenilebilir enerji kaynaklarına yöneliyorlar...

Tekrar diziye dönüyorum…

"Çernobil insanları öldürmedi, insanları liyakatsiz yöneticiler öldürdü.’’ Dizinin ana fikri bu…

Dizide liyakatsiz Sovyet komünist yetkilileri görüyorsunuz sonra dönüp günümüzde, evdeki piknik tüpünü nükleer reaktörün tehlikesi ile bir tutan zihniyete, Türkiye Cumhuriyeti yetkililerine, muktedirlere bakıyorsunuz… Ürperiyorsunuz… Mücrim (suçlu) gibi tir tir titriyorsunuz… Bütün bu yaşadıklarımızdan sonra yalnız ve güzel ülkemin Sovyetlerle bir nasıl ''yoldaş'' olmuş olduğunu görüyorsunuz. (*)

Dün tüm halkına radyasyonlu gıdalar yedirenler bugün de Rusya'dan tarım zararlısı, zirai ilaç kalıntısı var diye gümrüklerden dönen tonlarca domatesi, çileği, kirazı yediriyorlar... Siz bu dönen ürünlerin imhasını gördünüz mü hiç?

Daha dün ''Türkye'de radyasyon var diyen dinsizdir'' diye demeç veren siyasetçi güruhunun devamının bugün de ''partimize oy vermeyen dinsizdir'' diye şarladıklarını ve Diyanetin de buna sessiz kaldığını görüyorsunuz... Teknolojik olarak atağa kalkması gereken güzel ülkemin mistik bir eğitime yönelip her okulunun İmam Hatipe çevrildiğini görüyorsunuz...

Bütün bunların üstüne Çernobil’deki nükleer santralı inşa eden Rosatom firmasının Akkuyu’daki nükleer santralı da inşa etmekte olduğunu görüyorsunuz…

Bu dizi; cehaletle ve bilgisizlikle harman olmuş, yozlaşmış bir devletin, yozlaşmış bir zihniyetin, hangi ideoloji ile yoğrulursa yoğrulsun insanlarına ve insanlığa zarardan ve felaketten başka bir şey getirmeyeceğini bir kere daha anlatıyor ve hatırlatıyor…

Bu dizideki eleştiriyi, sadece Sovyet devleti için değil, Thomas Hobbes'in ''Leviathan''ındaki gibi tüm ‘’devlet’’ aygıtına yöneltip, bilgi, akıl ve hukuk süzgecinden geçirdiğinizde ancak aydınlanabiliyorsunuz…

Ve günümüzde Koronaviris salgınında, TV’deki bakan ve bakmayanların açıklamaları, açıklamamaları, alınan, alınmayan tedbirler ve yapılan ve yapılmayan ihaleler altında Çernobil kazasında yaşananları hatırlayınca ürpermek, tir tir titremek az geliyor... Çukurovanın eski zamanlarındaki insanları gibi sıtma nöbetleri geçiriyorsunuz...

Ve Nazım'ın bir şiirini hatırlıyorsunuz:

''Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş
                          ota, süte,ete
                          umuda, hürriyete
                          kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. 
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm.''

Son söz

Çernobil felaketi ve Koronaviris salgını göstermiştir ki sizi S-400, F-35 ve Patriot gibi füzeler, toplar, tüfekler, tanklar günümüz tehlikelerine karşı artık bir ülkeyi koruyamamaktadırlar. Günümüzün gerçek tehdidi deprem, sel, salgın, saldırılmış veya sızdırılmış biyolojik, kimyasal ve nükleer radyasyon tehlikeleridir. 18. yüzyıl düşünce kalıplarında kalmış bir zihniyetle günümüz tehlikelerine karşı ülkeler korunamaz.

Dolayısıyla askerî tehditleri de göz ardı etmeden ülkenin kaynakları ve savunması bu yeni tehditlere karşı acilen seferber edilerek yeniden bilimin ışığında teşkil, teçhiz ve organize edilmeli ve eğitilmelidir.  

Osman AYDOĞAN

(*) "Türkiye Nükleer Düzenleme Kurulunun çalışma usul ve esasları hakkında yönetmelik. Madde 11 – (1) Aksi kararlaştırılmadıkça, kurul toplantılarındaki görüşmeler gizlidir." (Neyi gizlemek için gizlidir?)

‘’Chrnobyl’’ dizisi tanıtım filmi:
https://www.youtube.com/watch?v=Rle1Bywi61M&feature=youtu.be

Mehmet Ali Birant, 32. Gün, Çernobil, Dyatlov le görüşme:
https://www.youtube.com/watch?v=yVBIDTB6S0M&feature=youtu.be

26 Nisan 1986 tarihinde, Çernobil faciasından sonra ülke radyasyondan kavrulurken gazete haberleri:



 



İlahi Komedya

26 Mart 2020

‘’İlahi Komedya’’; (La Divina Commedia), (Dante, Oğlak Yayınları) İtalyan ozan ve siyasetçi Dante Alighieri tarafından 14. yüzyılın ilk yarısında yazılan İtalyan ve dünya edebiyatının en meşhur epik konulu manzum başyapıtlarından birisidir. Ortaçağ ile Rönesans arasındaki geçiş döneminde yazılan bu şiir, hayal gücü ve alegorik tasavvuru, ölüm sonrası hayatı anlattığı öyküsü ile Hıristiyan Batı kiliseleri tarafından sahiplenilir.

Eserin orijinal adı "Komedya" olmakla birlikte daha sonra 1360 yılında Rönesans hümanizminin en önemli eseri olan ‘’Decameron’’un yazarı, İtalyan yazar ve şair Giovanni Boccaccio tarafından başına "İlahi" kelimesi eklenir.

‘’İlahi Komedya’’ Toscana lehçesi ile yazılmış olup günümüz İtalyanca‘sının babası sayılır…

Ortaçağda “Komedya", bizim şimdi kullandığımız ‘’komedi’’ anlamında kullanılmaz, Ortaçağda “Komedya"; "tragedya'nın" aksini ifade etmek amacıyla “sonu iyi biten hikâye’’ anlamında kullanılır.

Bu yazımda işte Dante’nin bu eserini anlatacağım ama eserin anlaşılması için üç ismi tanıtmam gerekiyor. Bu üç isimden ikisi kitapta geçer: Bunlardan birisi Roma İmparatorluğu'nun destanı olarak kabul edilen Aeneis'in de yazarı olan Romalı şair Publius Vergilius Maro, diğeri de Dante'nin dokuz yaşındayken Floransa’da tanışıp aşık olduğu sekiz yaşındaki küçük bir kız olan Beatrice. Üçüncü isim ise kitapta adı geçmeyen Şeyhü'l Ekber unvanı ile de bilinen İslam düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şair Muhyiddin İbnü'l-Arabî. Hemen Dante ile bunların ne ilgisi var demeyin, hele hele Muhyiddin İbnü'l-Arabî ile…

Publius Vergilius Maro 

Publius Vergilius Maro (MÖ 70 - MÖ 19) ünlü bir Romalı şairdir… Vergilius gençliğinde matematik, felsefe, tıp, fizik, Yunan ve Roma edebiyatı eğitimini alır.  Vergilius, aldığı bu eğitimler sonucu avukat ve siyaset adamı olmaz. Sadece şiirle uğraşır, şiir yazar ve şair olur. Roma İmparatorluğu’nun destanı olarak kabul edilen ‘’Aeneis’’i on yılda yazar. Yazdığı bu destansı eserin bazı bölümlerini incelemek için Yunanistan’a doğru yola çıktığında humma hastalığına yakalanarak yolda Brindisi’de vefat eder.

Vergilius, destanı ‘’Aeneis’’de Homeros'un İlyada destanının hemen ardından gelişen olayları anlatır. Yunanlılardan canlarını kurtaran Truvalılar, Aenas liderliğinde yeni Truva’yı bulmak için yola çıkarlar. Bu destansı yolculuğun sonunda günümüzde Roma olarak bilinen yere gelip, Roma imparatorluğunu kurarlar. Hatırlarsanız eğer Brad Pitt’in başrol oynadığı Troy (Truva) filminde filmin sonlarına doğru, halk şehirden kaçarken, Truva prensi Paris, Truva'nın kılıcını Aneas isimli bir gence veriyordu.

Bu efsane sadece Roma için geçerli değildir. Truva’nın yıkılmasından sonra rivayet çoktur. Truva’dan ayrılan bir aile gidip Londra’yı kurar, bir başka aile de gidip Almanya’yı kurar.

Yirminci Yüzyıl dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Avusturyalı Hermann Broch’un (1886 – 1951) "Vergilius'un Ölümü" (Der Tod des Vergil) (Çev: Ahmet Cemal, İthaki Yayınları, 2012) isimli bir kitabı vardır. Broch, kitabında ağır hasta olan Vergilius’un Brindisi limanına varışından ertesi günü öğleden sonra Augustus’un sarayında ölümüne kadar geçen on sekiz saat süren iç hesaplaşmasını anlatır… Kitapta bir tarafta Aeneis’i yetersiz bulduğu için yakmak isteyen Vergilius, diğer tarafta ise onu kurtarmak isteyen Roma İmparatoru Gaius Octavius Augustus’un bitmek tükenmek bilmeyen diyalogları vardır.

Beatrice

Beatrice, Dante'nin dokuz yaşındayken Floransa’da tanışıp âşık olduğu sekiz yaşındaki küçük kızdır. Yıllar sonra bir kez daha karşılaştıklarında Beatrice, Dante’ye selam vermiştir. Dante, bu kadar bir muhabbetle bile derin bir aşkla bağlanmıştır Beatrice’ye… Dante'nin ömrü boyunca büyük bir tutkuyla bağlandığı, düşünce dünyasını da yönlendiren bir kadındır Beatrice.  

Dante ve Beatrice başkalarıyla evlenseler bile Dante hep Beatrice'i sevmiştir. Hatta Dante'nin ''İlahi Komedya''da Beatrice'in dış görünüşünden hiç bahsetmemiş olması, onu melek gibi en üst düzey güzelliğin simgesi yapması onu ne kadar çok sevdiğini gösteriyor.

Beatrice öldüğünde ise Dante 25 yaşındadır. Dante sevdiği kadın Beatrice öldüğünde iyice içine kapanır ve ilk eseri olan ve Beatrice’ye aşkını anlattığı ölümsüz eseri ‘’Vita Nuova’’'yı (Yeni hayat) yazar. Dante, bu kitapta Beatrice’yi melekler statüsüne çıkarır…

‘’İlahi Komedya’’ ise Dante'nin Beatrice'ye duyduğu derin aşkın bir tezahürü olarak yazdığı ve şiir sanatının en üstü olarak adlandırılır. T. S. Eliot diye tanınan, ABD doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Thomas Stearns Eliot, Dante'yi Shakespeare ile bir tutar... 

Muhyiddin İbnü'l-Arabî

Tam adıyla Muhyiddin Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabî et-Tâî el-Hâtimî, ünlü İslam düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şairdir. Şeyhü'l Ekber unvanı ile de bilinir. Bu sitemde kendisini Türkiye’de olabilecek en iyi şekilde derli toplu tanıttığım için burada fazla yazmıyorum.

Bu üç isme ‘’İlahi Komedya’’da tekrar dönmek üzere burada veda edeyim…

İlahi Komedya

“İlahi Komedya”, İtalyan şair Dante Alighieri’nin, bir vecd anında kendini antik çağda yaşamış olan meslektaşı Vergilius’un düşsel rehberliğinde Cehennem`de başlayan, arada kalmışlığın mekânı Araf`ta devam eden ve nihayet günahsızların huzur bulduğu Cennet`te son bulan düşsel yolculuğunu anlattığı bir eserdir.

‘’İlahi Komedya’’ Vergilius'un ‘’Aeneis’’ destanını örnek alan onun gibi sıra dışı bir aşk mitoloji, tarih ve kutsal metinlere de temas eden, gerçeküstücü  konular ve kurmacalara dayanan, tarih ve felsefeden dilbilime, gökbilimden geometriye uzanan pek çok ansiklopedik bilgiler de veren bir eser olarak dikkati çeker.

İlahi Komedya'da Dante’nin hayal dünyasında canlandırdığı ölüm sonrasında sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennette geçen alağorik ve hayali bir yolculuk anlatılır..

Dante'nin ‘’İlahi Komedya’’sındaki gezi 1300 yılı 7 Nisan Perşembeyi 8 Nisan Cumaya bağlayan gece başlar ve 14 Nisan Perşembe günü sona erer.

Eser, sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennet olmak üzere üç bölümden oluşur. Cehennem ve Araf yolculuklarında Dante'ye Vergilius rehberlik ederken Cennet’te ise biricik aşkı Beatrice şaire rehberlik eder. Meryem Ana ve Azize Lucia'nın vasıtasıyla Tanrı’dan izin alan Beatrice, şairin ölmeden ahiret yolculuğuna çıkmasında başrol oynar.

“Yaşam yolumuzun ortasında, karanlık bir ormanda buldum kendimi, çünkü doğru yol yitmişti” dizeleriyle başlar kitaptaki yolculuk. Ve Dante, bu yolculuk boyunca Cicero, Öklid, Homer, İbn-i Rüşd, İbn-i Sina, Horace, Ovidius, Lucan, Aristo, Sokrates ve Selahaddin Eyyübi ile karşılaşır.

Cehennem (Inferno)

Cehennem, İlahi Komedya’nın ilk bölümünü oluşturur. Cehennem, dibe doğru inildikçe daralan bir çukurdur. Bu çukur, iç içe geçmiş dokuz  kattan oluşur. Dairelerin her biri günah derecelerine göre sıralanmıştır.  Aşağıya inildikçe cezalar ağırlaşır. İnsanlar yaşarken işledikleri  günahlara göre cehennemdeki katlara yerleşmişlerdir.

Cehennem, Kudüs kentinin altındadır. Cehennemin giriş bölümü kötülük de iyilik de yapmadan yaşamış olanların ruhlarına ayrılmıştır.  Cehennemin ilk akarsuyu Akheron da buranın sınırındadır. Cehennem’in ilk dairesi olan  Limbus’taki ruhlar Hıristiyanlıktan önce doğdukları için vaftizden yoksun kalmış ruhlardır. Daha sonra asıl cehennem başlar. İkinci dairede şehvet düşkünleri, üçüncü dairede oburlar, dördüncü dairede cimriler, savurganlar, beşinci dairede öfkeliler cezalandırılır. Beşinci daire ve altıncı daireyi ağır suçluların bulunduğu, içinde sonsuza dek ateş yanacak olan Dite katı yer alır... Altıncı dairede sapkınlar, yedinci dairede, Tanrı’ya  isyan ve hakaret edenler vardır. Sekizinci kata kadın satıcıları, sömürücüler, rüşvet yiyenler, hilekarlar, hırsızlar, simyacılar ve kalpazanlar atılmıştır. Dokuzuncu dairede kötülüklerin simgesi Lucifer de yarı beline dek buzlara gömülü olarak görürler.

Araf (Purgatario)

Dante’ye göre Araf, meleklerin yer aldığı; sık sık şarkı söylenen, Cehennem ve Cennet arasındaki bir köprüdür.

Bir melek, Araf’a gidecek olan ruhları Tevere ırmağının denize döküldüğü yerden Araf’ın bulunduğu adanın kumsalına taşımakla görevlidir. Kumsalda, kayalık bir bölüme geçilir. Burası Araf’ın girişidir. Ruhlar, Araf’a girmeden önce, ruhlarının ağırlığıyla doğru orantılı olarak bir süre burada bekletilmektedir. Araf’ın üst katlarına çıkıldıkça, günahın ağırlığı ve verilen ceza azalmaktadır. Cezanın amacı, ruhun eğitilmesi, günahlardan pişman olmanın sağlanmasıdır. İyilik kötülük karşıtlığının bir sonucu olarak Cennet-Cehennem ikilisine eklenen Araf bir değişim merkezidir...

Cennet (Paradiso)

İlahi Komedya’nın bu üçüncü bölümünü Dante ölümünden çok kısa bir süre önce tamamlar.. 

Vergilius ile birlikte Araf’a tırmanan Dante, yeryüzünde yıllardan beri görmediği Beatrice ile karşılaşır... Vergilius birden yok olur. Çünkü Vergilius Pagandır ve bu nedenle cennete giremez. Lethe ve Eunoe ırmaklarında arınan Dante, Beatrice ile birlikte Cennet yolculuğuna başlar...

Dante’nin bu bölümde tasvir ettiği Cennet, sürekli bir devinim içinde olan insan gözünün algılamakta zorlandığı ışığın egemen olduğu bir yerdir. 

Şimdi gelelim eserin Muhyiddin İbnü'l Arabî ile olan ilişkisine…

Fransız Matematikçi ve yazar René Guénon, Dante’nin ‘’İlahi Komedya’’da  adı geçen ‘’İnferno’’yu (cehennem) kaleme alırken İbnü'l-Arabî’nin ‘’Kitab el-İsra’’ (Gece Yolculuğu) kitabı ile ‘’Fütühat-ı Mekkiye’’ (Mekke İlhamları) adlı eserlerinden faydalandığını iddia eder. İbnü'l-Arabî’nin gerek ‘’Kitab el-İsra’’ ve gerekse de ‘’Fütühat-ı Mekkiye’’ adlı eserlerdeki simge ve semboller, özellikle Dante'nin cehennemi ile İslami cehennemin benzerliği, Hz. Muhammed'in Miraç'ı; cehennem ve cennetten sonra her iki eserde de başkarakterin nurani bir yoğunluktan (Tanrı) bahsetmesi bu iddiayı kanıtlar niteliktedir. René Guénon'un da kabul ettiği bu iddia, aslında kendisi de Endülüslü olan tarihçi Miguel Asin Palacios’a aittir. Miguel Asin Palacios, ‘’Dante ve İslam’’ (Okuyan Us Yayınları, 2010) isimli eserinde bu iddiayı dile getirir.

Bir değerlendirme

Dante bu eseri Beatrice’ye duyduğu aşkın etkisiyle insanlara doğru yolu göstermek amacıyla yazar.

Dante'nin eserin başında kaybolduğu karanlık orman, bir bilinçsizlik ve günahkârlık ortamını yani Avrupa'nın Ortaçağını simgeler…

Dante’nin eserinde Vergilius’a yer vermesi İtalya’da Papalığa karşı bir sistem olarak düşündüğü Roma İmparatorluğunun temel değerlerini bünyesinde barındıran epik Aeneas Destanı‘na yapılan bir atıftır.

Dante’nin bu yolculuk sonunda vardığı yer; Cennet ise, Avrupa halkının yeniden doğuşu olan Rönesans’ın ta kendisidir.

Sonuç

“İlahi Komedya”, İtalyan şair Dante’nin, bir vecd anında kendini antik çağda yaşamış olan meslektaşı Vergilius’un düşsel rehberliğinde Cehennem`de başlayan, arada kalmışlığın mekânı Araf`ta devam eden ve nihayet günahsızların huzur bulduğu Cennet`te son bulan düşsel yolculuğunu anlattığı bir eserdi.

Müzik ise Antikçağ Yunanlıların muhayyilesine göre, insanlığa peri kızlarının armağanı olan bir sanattı. ‘’Müzikteki 24 aralık, altının 'en saf' olan 24 ayar hâlinden mülhemdir!’’ (mülhem: esinlenmiş) diye bir veciz söz vardır.

İşte Dante'nin yolculuğu da, bu "en saf"ın arayışıdır bir nevi: İyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, aydınlığa…

Dante'nin yolculuğu hayatımızın merkezidir, kendisidir aslında…

Ve onun için derdi Cahit Sıtkı Tarancı “Otuz Beş Yaş” şiirinde:

“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün,
Delikanlı çağımızdaki cevher.
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.”

Ve hayat her şeyin, ama her şeyin ‘’en saf’’ halini aramakla geçer... Çorak vahalardaki kurumuş kör kuyularda su arar gibi debelenir durur insan... Ve hiçbir şeyin ‘’en saf’’ hali bulunmaz bir türlü… Beatrice ile sadece Cennet'te karşılaşılır...

Ve hayat dediğimiz şey aslında çocukluktan sonra kalan bu debelenmelerdir...

Osman AYDOĞAN



Gölge, Varlık ve Simülasyon

25 Mart 2020

Yıllar yıllaaaar öncesiydi. Daha yirmili yaşların başındaydım…  Kavramları, olguları ve kavramlar ve olgular arasındaki ilişkileri anlamaya çalışıyordum… Ben ki, daha o zaman nesneler, fiiller ve failler arasındaki ilişkiyi dahi kuramamışken kavramlar arasındaki ilişkiyi nasıl kuracaktım?

Bu sorunu aşmak için ilk denemem Orhan Hançerlioğlu’nun, “Düşünce Tarihi” (Remzi Kitapevi) isimli eseri oldu… Onu ardından yine Orhan Hançerlioğlu’nun dokuz ciltlik “Felsefe Ansiklopedisi’’ (Remzi Kitapevi) oldu... Toplam on ciltlik bu iki eserin neredeyse altını çizmediğim, notunu almadığım sayfası kalmadı…

Bu merakımı Almanya’ya gittiğimde de ‘’Atlas Philosophie’’ (Peter Kunzmann, dtv Verlagsgesellschaft) kitabı ile devam ettirdim. Almanya’dan ayrıldığımda da Almanların arkamdan söylediklerini de reklam olmasın diye yazmayayım!...

Gölge

Orhan Hançerlioğlu, bahsettiğim “Düşünce Tarihi” isimli eserinde; Platon’un Politeia adlı yapıtının VII. kitabında geçen ünlü mağara örneğini şöyle açıklamaya çalışır:

“…Şimdi bilgimizi ve bilgisizliğimizi şu anlatacaklarımla ölç, Glaukon. Yeraltında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor. Ama mağarada oturan insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış, sırtları da ışığa çevrilmiş. Öyle ki sadece karşılarındaki mağara duvarlarını görebiliyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan beri de burada böylece oturmaktalar. Düşün ki sırtlarının arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesneler geçiyor, Işık bu nesneleri mağaranın duvarına yansıtıyor. Şimdi bu adamlar mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler, o hayalleri meydana getiren gerçek nesneleri göremezler değil mi?

Demek ki bu adamlar birbirleri ile konuşabilselerdi duvarda gördükleri hayallere bir takım adlar vereceklerdi. Çünkü bu hayalleri gerçek sanmaktadırlar. Bu adamların gözünde gerçeklik asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden başka bir şey değildir. Şimdi bu adamlardan birinin zincirlerini çözüp ayağa kalkmasına ve başını gerçekliklere çevirmesine izin verelim. Gözleri bol ışıktan kamaşır ve asıl gerçekleri göremezdi değil mi?

Dahası kamaşan gözlerini yeniden duvara çevirirdi ve duvardaki hayallere rahatlıkla bakardı. Ama gözlerini yavaş yavaş alıştırarak asıl ışığın kaynağına da pekâlâ bakabilirdi. İşte o zaman arkadaşları ile gördüğü şeylerin birer hayalden ibaret olduğunu asıl gerçeklerin şimdi gördükleri olduğunu anlayacaktı.

İşte sevgili Glaukon gözümüzle gördüğümüz bu dünya o mağaranın duvarıdır, arkasındaki ışığa bakabilen insan da duyu gözünü us (akıl) gözüne çeviren bilgedir.”

Varlık

Çoook sonraları da tasavvufa merak saldım… Belki bu merakımı yazılarımdan da fark ediyorsunuzdur… Mevlana, Şems, Nesimî derken Arabî’nin ülkemizdeki en derli toplu anlatımını sanırım bu sitemde ben yaptım…

Ama bakmayın böyle yazdığıma… Bir büyüğüm editörlüğünü yaptığı bir dergide yayınlanmak üzere benden ‘’Hallac-ı Mansur’’ hakkında bir yazı yazmamı istemişti de bu sitemde bine yakın makale olmasına rağmen aylarca bocalamış, bocalamış, bocalamış ve sonunda da o büyüğüme bu yazıyı yazamayacağımı arz etmiştim. Çünkü bir türlü ‘’en-el Hak’’ sözünü açıklayamamıştım. Bu sözü açıklamaya kelimelerin yetersiz, söz dağarcığım kifayetsiz kalmıştı.

Neyse… Gelelim konumuza...

Hayal, tasavvufta Allah Teâlâ’dan gayrı her şeyin sıfatıdır. Allah Teâlâ’nın varlığı karşısında mükevvenatın (kâinat) gerçek varlığı bulunmamaktadır. Varlık âleminde görülen her şey aslında birer hayalden, gölgeden ibarettir. Olsa olsa Allah Teâlâ’nın aksi’nden nişane verirler. Esas olan Sevgili’nin zihindeki hayalidir. Tasavvufta buna “âlem-i hayal” denilir.

Âlem-i hayal, tabiat âlemini karşılar ve baştan sona bir vehimden ibarettir. Ruhlar âlemindeki (âlem-i ervah) birtakım cevherler, varlığın suver (görüntü) veya zilli (gölge) ile varlık bulmuştur… Varlık, göz yumup açıncaya kayboluveren bir hayalden ibarettir. İnsan var sandığı her şeyin aslında bir hayalden ibaret olduğunu zaman içerisinde anlar.

Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da, onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böyledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.

İbn’ül Arabî Hakk ve kâinat ilişkisini şöyle açıklar: “Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”

Bu mertebenin bir önceki mertebe ile olan farkı meselâ, bir adamın güneşin ışığından gölgesi yere yansır. İşte o yere düşen gölgeden adamın nasıl bir kimse olduğu anlaşılır. Bu adamın gölgesi asli mertebesi, yansımasını sağlayan güneş ise aslı asliyesi yani irâde-i külün kendisidir. Burada gölgenin sıfatlanması aslı, varlığı ise asl-ı aslı olan zâttır. Sonuçta bu âlem de Hakk’ın vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur.

Futuhat-ı Mekkiye’de Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn’ül Arabî’ bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) “gördüğünü” yazar. Kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbni Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Adem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbn’ül Arabi ona Hz. Adem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”

İbn’ül Arabî deyince onun sözleri ile devam edelim:

"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’

''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’

"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."

"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi."

"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları ademden vücüda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."

"...artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."

Hazreti Mevlânâ’nın ‘‘sureti hemi zillest’’ (Görünen her şey gölgedir) diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile gelir. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür o kadar.

Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bir düsturdur bu. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.

Levh-i Mahfûz, Arapça’da korunmuş levha anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kader kitabı da denir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır.

Kur'an'da geçen Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap ifadeleri Levhi mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.

Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir.(Buruc: 22) Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i mahfûz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. İsrâ Sûresi 58. ayetde de "Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen apaçık kitap Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.

Berât gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna "inzâl" denir. Kadir Gecesi'nde ise Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.

Simülasyon

Ve her zaman tabii ki bilimi de takip ettim.

2003 yılında Philosophical Quarterly adlı akademik bir dergide Nick Bostrom imzalı yayınlanan makalenin ilginç bir başlığı vardı. “Bir Bilgisayar Simülasyonunda mı Yaşıyorsunuz?”

Bu makaledeki varsayıma göre dünya, güneş sistemi, evren dediğimiz şeyin tamamı, bir başka gerçekliğin simülasyonudur. Eğer bizim yaşadığımız dünya bir simülasyon ise bu demektir ki bir başka uygarlık bizden daha ileri bir düzeye ulaşmıştır. Öyle ki acaba bu gelişmiş halimizden (mesela binlerce, milyonlarca yıl) önce atalarımız nasıl bir hayat yaşıyordu diye bir simülasyon ortamı yaratmışlardır. O ortam, bizim evren dediğimiz şey. O halde bu dünya, galaksi, evren; aslında o gelişmiş uygarlığın bir bilgisayar ortamı; başka bir şey değil. O halde bu simülasyonu yaratanlar gözlemekte oldukları simülasyon ortamını (bizim dünyamız) bir gün kapatmayı tercih edebilirler – yani kıyamet!

İnsanın aklına bu noktada NASA da bilim adamı olarak çalışan Dr. Rich Terrile, yaptığı araştırmalar sonucu ortaya attığı bir iddia geliyor. İddiasında gerçekliğimizin detaylı bir hologram olduğunu savunan Dr. Terille, bunun üst bir aklın sonucu olduğunu söylüyor.

Dr. Rich Terrile’nin açıklaması da şu şekilde:

‘’Şu anda bizler kozmik bir bilgisayar yazılımı içinde bir dünyada yaşıyoruz ve bu dünyada tek bir bilinci farklı şekillerde yaşıyoruz ölüm, diye bir şey yok, hayat sadece bir rüyadır. Bizler sadece kendilerimizin hayalleriyiz.’’

Aslında bu teori daha öncede ‘’simülasyon teorisi’’ adı ile ortaya atılmıştı. Dr. Terrile aynen Matrix gibi bir dünyada yaşadığımızı bunu da yeni yeni anlamaya başladığımız kuantum fiziği ile açıklayabileceğimizi belirtiyor. “Kuantum fiziğinde maddeyi oluşturan parçacıklar gözlenmedikleri sürece kendilerini tanımlamazlar. Öyle bir simülasyon dünyada yaşıyoruz ki neyi gördüğümüz neyi görmeye ihtiyacımız olduğu ile ilgilidir.” Ve Dr. Terille ekliyor; ‘’bir üst akıl bizim gerçekliğimiz ile oynuyor’’.

Rich Terrile, “Gelecekte dijital insanlar çoğalacaksa, neden biz de şimdiden öyle olmayalım?” diye soruyor. Görüşü destekleyenler ise insanların gelecekte yaşayan evrilmiş benliklerimiz, kendilerini ilerletmek gibi özel bir maksatla atalarının yaşayacağı farklı bir gerçekliği tasarlamış olabileceğini savunuyor.

Dr. Terlle’ye göre bizim tutarlı işleyen bir evrende yaşamamız, bu görüşü daha savunulabilir bir hale getiriyor. Ayrıca evrenin yapıtaşları atom altı parçacıklara bölünebiliyor ve bunlar da pikselleri çağrıştırıyor. Haliyle evrenin bu yapısı onu teoride programlanabilir kılıyor.

Birkaç paragraf önce anlattığım Levh-i Mahfuz bu anlamda neydi acaba?

Ve gelin Arabî’nin Futuhat-ı Mekkiye’de bir gece Mekke’de tavaf yaparken gördüğü kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söyleyen kişinin yedi bin sene önce yaşamış Hz. Adem sorusuna verdiği cevabını düşünelim: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”

Şehriyar

Ve kader beni, beni ben yapan, her şeyim, her şeyimi borçlu olduğum Şehriyar ile tanıştırmıştı...

Şehriyar’ın bana söylediklerini hiç unutmamıştım. Şehriyar’ın sözleri takılmış bir plak gibi zihnimde dönüp duruyordu zaten:

‘’Dünya benim tahayyülümün bir yansımasıdır…’’ derdi Şehriyar ve sonra devam ederdi; ‘’Hayat ne kadar uzun olursa olsun, sadece bir anlık bir düştür. Görünüşü gerçekmiş gibi kabul etmek keder vericidir ve bütün felaketlerin nedenidir.’’

Ve anlatırdı Şehriyar;

‘’Siz karmaşa içindesiniz, çünkü dünyanın içinde olduğunuza inanıyorsunuz, dünyanın sizin içinizde olduğuna değil… Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığınız dünyanın size değil, sizin tarafınızdan projekte edildiğini idrak ettiğinizde korkularınız sona erer. Siz sadece dış dünyanın gerçek olduğuna inandığınız sürece onun tutsağı olarak kalırsınız. Aslında ise ne beden ne de onu içeren bir dünya vardır; sadece zihinsel bir durum, rüyamsı bir hal vardır ki gerçekliği sorgulandığında kolayca dağılabilir. Biz sadece rüya görmekteyiz. Hatta bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilgisinden doğmuştur. Rüyalara gerçeklik atfettiğiniz sürece onların kölesisiniz. Rüyanızın rüya olduğunu idrak ettiğinizde uyanacaksınız. Dünya bir yansımadır. Ancak siz yansıma değilsiniz, yansımayı görensiniz.

Önce, dünyanızın sadece sizin kendi yansımanız olduğunu idrak edin ve bu yansımaya kusur bulmaktan vazgeçin. Kendinizle ilgilenin, zihinsel ve duygusal bakımdan kendinizi düzeltin. İmgelemeden (hayal kurmadan) bakmayı, çarpıtmadan dinlemeyi öğrenin, hepsi bu. Esasta isimsiz ve şekilsiz olana isimler ve şekiller atfetmeyi bırakın. Her idrak- algılama şeklinin öznel (enfüsi, sübjektif) olduğunu, görülen ya da işitilen, dokunulan ya da koklanan, hissedilen ya da düşünülen, umulan ya da hayal edilen her şeyin gerçekte değil zihinde olduğunu idrak edin!. Düşünüp hayal edilebilen hiçbir şeyin kendiniz olamayacağını bir kez anladığınızda, imgelemelerinizden kurtulmuş olursunuz. Olduğunuzu sandığınız şey sadece telkin ya da imgelemedir. Önce siz olduğunuzu sandığınız kişi olmadığınızı anlayın. İşte o zaman huzuru tadacak ve korkudan kurtulacaksınız. Dünyanın hiçbir kusuru yoktur. Kusuru olan sizin ona bakış tarzınızdır. Sizi yanıltan kendi imgelemenizdir. Olmak için hiç kimse olmalısınız. Kendinizi bir şey, bir kimse olarak düşünmek ölümdür ve cehennemdir.’’

Keşke

Keşke filozof olsaydım, keşke düşünür olsaydım, keşke teolog olsaydım ve keşke elim de kalem tutsaydı da bir virüs belasından korkup evlere tıkılıp tıkılıp kaldığımız bu günlerde düşündüklerimi düzgün düzgün yazabilseydim de bu kadar dağıtıp, eveleyip, geveleyip karmaşık hale getirmeseydim…

Keşke bu kadar uzun ve karmaşık beş sayfalık yazımı Şehriyar'ın şu beş kelimesi ile özetleyebilseydim: ''Dünya benim tahayyülümün bir yansımasıdır…''

Osman AYDOĞAN



Otuz kuş hikâyesi

24 Mart 2020

Dünkü yazımda 10. yüzyılda yaşamış Horasanlı mutasavvıf, şair, hekim ve eczacı Ferîdüddîn-i Attâr’ın ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’ (Ravza Yayınları, 2011) kitabından bir hikâye anlatınca yine bu kitapta geçen bir başka hikâyeyi de anlatmadan geçmek istemedim.

Hikâyeyi yazan tasavvuf bilgini olduğuna göre hikâyenin daha iyi anlaşılması için hikâyede ve tasavvufta geçen ''Kaf Dağı'', ‘’Sîmurg’’ ve ‘’Hüdhüd'' hakkında önce kısa bir bilgi vermem gerekiyor.

Kaf Dağı

Kaf Dağı; masallarda yer alan, genellikle eski doğu ve daha çok İran mitolojisinde sözü edilen, aşılması güç olup dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten yapılmış bir dağdır. Kaf Dağı'nın Kafkasya’da olduğu rivayet edilir ama nerede olduğu bilinmez. Masallarda oraya gidilir ama oraya varılmaz.

Kaf Dağı zihinlerde bir ‘’öte’’ imgesi yaratır. Kaybolmuşların, kavuşamayanların, yurt özlemi içinde yaşayanların, sürgünlerin, sürülmüşlerin rüyasıdır Kaf Dağı… Bu nedenle Kaf Dağı ‘’âlem-i misal’’ de görülebilen bir dağdır. Âlem-i misal ise tasavvufta uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal bir âlemdir. Simgeler, yansımalar âlemidir âlem-i misal. Mistik ve tasavvufi inanışlarda âlemin, evrenin dünya ile arasındaki geçit yeridir âlem-i misal. İlahi âlemden maddi âleme yani dünyaya geçerken, ruhların geçiş yoludur âlem-i misal… Platon (Eflatun)'un ‘’idealar dünyası’'nın hemen hemen aynısıdır, kısmen de olsa karşılığıdır âlem-i misal…

Kaf Dağı sadece masallarda değil, masalımsı şiirlerde de yar alır. Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk şiirine kazandırdığı bir şaheser olan ‘’Mehlika Sultan’’da da geçer Kaf Dağı. (‘’Mehlika Sultan’’ı bu sayfada daha önceleri anlatmıştım.)

Sîmurg

İran mitolojisine ait Zümrüd-ü Anka kuşu da Kaf Dağı'nda yaşar. Zümrüd-ü Anka'ya İranlılar ‘’Sîmurg’’ diye de adlandırır. Bu kuşun, dağın tepesinde köşke benzer bir yuvada yaşadığı, insanlar gibi düşünüp konuştuğu, çok geniş bir bilgi ve hünere sahip olduğu, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yaptığına inanılır.

Hüdhüd

Arapça olan Hüdhüd, bizim bildiğimiz ibibik kuşudur, bir diğer adıyla çavuş kuşudur… Yuvasını genellikle ağaç kovuklarına, duvar deliklerine ve kaya oyuklarına yapar.

Hüdhüd kuşu Doğu, İslam ve tasavvuf edebiyatında apayrı bir simgedir. İslâmî literatürde Hüdhüd kuşunun "ebü'l-ahbâr’’, ‘’ebü'r-rebî'’’, ‘’ebû ibâd’’ ve ‘’ebû seccâd" gibi birçok künyesi vardır. Hüdhüd kuşunun belli başlı özellikleri şunlardır: Toprağın altındaki suyu görür. Eşine çok bağlıdır, eşi ölünce yeni bir eş aramaz. Anne babasına karşı çok hürmetkârdır; onlar yaşlandıklarında yiyeceklerini temin eder. Annesi öldüğünde uygun bir yer buluncaya kadar onu başında taşıdığı için mükâfat olarak güzel bir tepelikle donatılmıştır.

Hüdhüd, Kur’an’da Neml Suresi’nde (Neml 27/16-35) ''Murg-i Süleyman'' olarak karşımıza çıkar. Neml Suresi’nde Hazret-i Süleyman ile Sabâ Melikesi Belkıs arasında haber götürüp getiren kuşun adıdır hüdhüd…

Bir İran efsanesine göre ise hüdhüd evli bir kadındır. Ayna karşısında yarı çıplak bir durumda saçlarını taramakta iken kayınpederi habersizce odasına girer. O anda durumundan utanıp korkuya kapılarak kuş olur ve uçar, tarağı da başında kalır. Bundan dolayı hüdhüdün Farsça'daki bir adı da "şâne-ser" dir (tarak başlı).

Tasavvufî mânası dışında hüdhüd, İran edebiyatında daha çok sevgiliden haber getiren bir kuş olarak da yer alır…

Otuz kuş hikâyesi

Şimdi gelelim Ferîdüddîn-i Attâr’ın girişte bahsettiğim kitabında geçen ‘’Otuz Kuş’’ hikâyesine. Tasavvuftaki kesret-vahdet, zuhur-taayyün düşüncelerine dayanan bu sembolik hikâye İran ve Türk edebiyatlarında defalarca işlenmiştir.

Bahsi geçen hikâye şu şekildedir:

Kuşlar kendi aralarında toplanıp hiçbir ülkenin padişahsız olmadığını, padişahsız ülkede nizam ve intizam kurulamayacağını belirtirler. Aralarında bulunan ve mürşidi temsil eden, Süleyman peygamberin mahremi ve postacısı hüdhüd bu konuda onlara yol göstereceğini söyler. Kendilerine bir hükümdar seçmek için toplanan kuşlara hüdhüd kılavuzluk ederek Kafdağı'nda sîmurgu aramaya karar verirler.

Fakat yolun uzak ve sıkıntılı olduğunu anlayınca bülbül, papağan, tavus, kaz, keklik, hümâ, doğan, balıkçıl, baykuş ve diğer bazı kuşlar birer mazeret ileri sürerek yolculuktan vazgeçmek isterler. Hüdhüd kuşların hepsine cevap vererek onları ikna eder.

Sonunda bütün kuşlar hüdhüdün kılavuzluğunda yola çıkarlar. Yolculuk esnasında bitkin ve yorgun düşen binlerce kuş hüdhüdden şüphelerinin giderilmesini ister.

Hüdhüd her birinin soru ve itirazlarına cevaplar verir; önlerinde “talep, aşk, mârifet, istiğna, tevhid, hayret, fakru fenâ” denilen yedi vadinin bulunduğunu, bunları geçince padişahları olan sîmurga ulaşacaklarını anlatır.

Tekrar yola koyulan kuşlardan sadece otuzu hasta ve yorgun durumda bu vadileri aşıp Kaf dağındaki yüce bir dergâhın önüne ulaşır.

Burada bir postacı gelip onların sîmurgu sorduklarını anlayınca önlerine birer kâğıt parçası koyarak okumalarını söyler. Kâğıtları okuyan kuşlar bütün yaptıklarının yazılı olduğunu görüp şaşırırlar. Bu sırada sîmurg da tecelli eder.

Fakat gördükleri sîmurg kendilerinden başka bir varlık değildir. Sîmurgda kendilerini, kendilerinde sîmurgu görüp hayretler içinde kalırlar.

Bu arada bir ses duyulur: “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz; daha fazla veya daha eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz; burası bir aynadır”.

Neticede hepsi sîmurgda fâni olur… Artık ne yol ne yolcu ne de kılavuz vardır. Gölge güneşte kaybolur. Menzil-i maksûda vâsıl olan otuz kuş aradıkları sîmurgun kendileri olduğunu anlarlar.

Hikâye bu kadardır…

Hikâyede hüdhüd başında hakikat tacı (Korona!) taşıyan bir kuş olarak gösterilmiştir. Kuşların yolculuğu ise tasavvufta ruhun Allah'ı arayışının mistik seferini sembolize eder.

Zaten hikâyenin yazarı Ferîdüddîn-i Attâr da bir şiirinde sanki bu hikâyeyi özetlercesine şöyle derdi:

“Sırlar âlemine uçan kuş idim,
Alçaktan yükseğe çıkmak istedim.
Sırra mahrem kimseyi bulamayınca,
Girdiğim kapıdan ben yine çıktım.”

Hüdhüd, Nedîm'in belirttiği gibi bazan da herkesin göremediği şeye nüfuz etmenin mazmunu olur:

"Hüdhüd gibi bînâ gerek onu arayanlar
 Vîrânede bûm olmağıla genc bulunmaz."

(Bînâ: Göz, gören, görücü. Bûm: Baykuş. Genc: Define, hazine)

Osman AYDOĞAN



Bu da geçer yâ hû

23 Mart 2020

Türkçemiz aziz bir dil… Türkçemiz başta Farsça ve Arapça olmak üzere diğer dillerden oldukça etkilenmiş… Bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de ben bunu bir zenginlik olarak değerlendiriyorum… Bu zenginliğe Osmanlıca bir deyimden bahsederek örnek vermek istiyorum... 

‘’Bu da geçer yâ hû’’.

‘’Bu da geçer yâ hû’’ sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman ‘‘Bu da geçer’’ mânâsına gelen ‘‘k’afto ta perasi’’ derlermiş. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘’in niz beguzered’’ olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘’bu da geçer’’ haline getirilir. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna ‘’yâ Allah’’ mânâsına gelen bir ‘’yâ hû’’ ilave edilip ‘‘Bu da geçer yâ hû’’ haline gelir.  (Arapça da ‘’hû’’ ‘’O’’ anlamındadır ve Allah’ı kasteder. Mezar taşlarında yazan ‘’Hû-vel Baki’’ sözü ‘’O -Allah- kalıcıdır, biz öldük, bu cihandan geçtik, gittik lakin Allah kalıcıdır'' anlamındadır.)

‘’Bu da geçer yâ hû’’ sözü her şeyin fani olduğuna dair özlü bir sözdür. Bu söz; üzüntünün, gamın, kederin, derdin, tasanın, bela ve musibetin; şansın, sevincin, hazzın, talihin, ikbalin, mevkiin ve makamın hep geçici olduğu anlamında kullanılır.

Bu söz işgal altındaki İstanbul’da halkın arasında gizli bir slogan olarak da kullanılır. İstanbul 1918 yılında işgal edilip düşman savaş gemileri Boğaziçi'ni doldurunca, hattat İsmail Hakkı Altunbezer bir kâğıda '’Bu da geçer yâ hû’' yazıp atölyesine asar. Kısa sürede işyerleri, kahvehaneler, vapurlar, bu yazıyla donatılır. Halkın işgale karşı tepkisini dile getirmek üzere her yere astığı bu yazı o acı günlerin, mütareke döneminin bir simgesi haline gelir.  

Bugün müze olarak kullanılan Atatürk'ün Çankaya'daki konutuna da astığı tek hat yazısı da "Bu da geçer yâ hû" sözüdür.

Tarihçi yazar Cengiz Özakıncı'ya göre, ABD Başkanı Abraham Lincoln, Wisconsin'de yaptığı bir konuşmada bu söze duyduğu hayranlığı şöyle dile getirmiş: "Doğu'da bir padişah, danışmanlarından, her okunduğunda bulunulan durumu tüm gerçekliğiyle anlatacak bir söz bulmalarını istemiş. Bulmuşlar; 'Bu da geçer!' Öyle anlamlı bir sözdür ki bu, hem böbürlenmeyi dizginler; hem acılara dayanma gücü verir!"

Burada ABD Başkanı Abraham Lincoln’ün bahsettiği ‘’Doğudaki Padişah’’ konusu; Horasanın en önemli dört şehrinden biri olan Nişabur´da doğan ve Moğollar tarafından şehid edilen mutasavvıf, şair, hekim ve eczacı Ferîdüddîn-i Attâr’ın (1120 – 1229) ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’’ (Ravza Yayınları, 2011) adlı eserinde geçen hikâyeye dayanır.

Bu kitapta geçen hikâye şu şekildedir:

Uzun bir yolculuktan sonra çok yorulan bir derviş, geldiği köyün zenginlerinden biri olan Şakir isimli evsahibinin çiftliğinde misafir olur. Köydeki diğer bir zenginin ismi Haddad´dır. Çok iyi karşılanıan ve misafir edilen derviş tekrar yola koyuacağı zaman Şakir´e “Böyle zengin olduğun için hep şükr et.” der. Şakir şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir.''

Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı köye düşer. Şakir´i aramak ister, ama Şakir'in iyice fakirleştiğini ve bu yüzden Haddad´ın yanında çalıştığını öğrenir. Ailesi ile birlikte üç yıldır Haddad´ın hizmetkârı olan Şakir´i bulur derviş, bu sefer oldukça mütevazı olan evinde ve sofrasında misafirdir. Derviş Şakir´e başına gelenlerden duyduğu üzüntüyü ifade edince Şakir: “Üzülme!’’ der, “Unutma, bu da geçer…”

Tekrar yola düşen derviş yedi yıl sonra yolu yine o köyden geçmektedir. Bu yedi yıl içinde Haddad ölmüş, ailesi olmadığı için zengin mirasını, hayvanlarını, arazilerini ve tabi konağını da Şakir´e bırakmıştır. Derviş mutlulukla ne kadar sevindiğini söyler Şakir´e ama cevap aynıdır: “Bu da geçer…”

Derken bir zaman sonra yine köye uğrayan derviş eski dostunu bir tepede bulur. Şakir ölmüştür. Mezar taşında şu yazmaktadır: “Bu da geçer…” “Ölümün nesi geçecek?” diye düşünen derviş köyden ayrılır.

Bir sonraki yıl mezar ziyareti için yeniden gelir. Bakar ki ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel sonucunda Şakir´den geriye hiç bir iz dahi kalmamıştır.

O sırada ülkenin sultanının, umudunu tazeleyecek, mutluluğun tembelliğine kaptırmasını engelleyecek bir yüzük yaptırmak istediği konuşulmaktadır. Hiç kimse Sultanı tatmin edecek o yüzüğü yapamayınca bizim dervişi bulurlar. Derviş, Sultanın kuyumcusuna bir mektup yazar ve ulaştırır.

Sonrasında son derece sade bir yüzük Sultan´a sunulur. Yüzüğün üzerinde “Bu da geçer” yazmaktadır.

Hikaye bu kadardır.

Ancak anlı şanlı köşe yazarları, kendisine edebiyatçı payesini veren kimi yazarlar ise bu hikâyeyi Sultan II. Mahmut’a yakıştırırlar... Zülfü Livaneli de ‘’Leyla'nın Evi’’ (Doğan Kitap, 2012) isimli kitabında ‘’Bu da geçer yâ hû’’ ifadesinin hikâyesini detaylıca anlatır. Ancak yukarıda anlattığım gibi hikâyenin kaynağı Ferîdüddîn-i Attâr’ın ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’’ isimli kitabıdır.

Neyse biz dönelim konumuza..

‘’Bu da geçer yâ hû’’; görüldüğü gibi anlayana ‘’sehl-i mumteni’’ harikası bir sözdür... Katre içinde bir ummandır... (Sehl-i mumteni: kolay görünen, ancak benzeri söylenmeye kalkılınca zor olduğu anlaşılan, derin anlamlı özlü söz söyleme sanatıdır. Katre ise damla demektir. ‘’Umman’’ın da okyanus olduğu malum!)

Günümüz tasavvuf bilimcisi Lütfi Filiz’in çok güzel dört ciltlik bir kitabı var: "Noktanın Sonsuzluğu" (Pan Yayıncılık, 2000) Bu kitap tasavvufun temel kavramlarını, derinlemesine açıklayan bir kaynak kitaptır.

Ve bu kitapta kendisi için ‘’Fâni’’ mahlasını kullanan Litfi Filiz’e ait bir şiir yer alır:

Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hû...
Cemâliyle âyan olsa, bu da geçer de yâ hû...

Bî karardır felek, daim döner durmaz bir an,
dursa bir an, ne yer kalır ne gök kalır be yâ hû...

Kâh-ı zulmet, kâh-ı envâr birbir ardın devreder,
kâh-ı lütuf, kâh-ı kahır, ondan olur be yâ hû...

İmtihan için oluptur daima neş'e, azâb
sen, "sen"i bilmek içindir, kahrı lütfu be yâ hû...

Fâniya vird-i daim et bu sözü her zaman,
gece gündüz hatırından hiç çıkmasın be yâ hû

Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hû...
Cemâliyle âyan olsa, bu da geçer de yâ hû...

Evet… Fâni'nin şiirinin son iki dizesini zihnimizde takılmış bir plak gibi hep tekrar edelim: 

Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hû...
Cemâliyle âyan olsa, bu da geçer de yâ hû...

Osman AYDOĞAN



Yabancı

22 Mart 2020

İki gün önce Albert Camus’nün ‘’Veba’’ adlı romanını tanıtırken kısaca Albert Camus’den de bahsetmiş ve onun ‘’Yabancı’’ adlı romanını da çok kısa olarak şu cümlelerle tanıtmıştım:

Camus denilince, edebiyat alanında ilk akla gelen yapıt, 1942 yılında yayınlanan “Yabancı”dır. Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz.

Camus bu kitabında Fransız adaletini ince bir şekilde eleştirir ve Fransız adaleti ile inceden inceye dalga geçer. Camus’un ‘’Yabancı’’sı ile Kafka’nın ‘’Dava’’sı arasında büyük benzerlikler vardır. Camus, Kafka’dan etkilendiğini bizzat kendisi ifade eder. Bilindiği gibi Dava’nın kahramanı Joseph K., tutuklanma ve ölüm cezasına çarptırılma nedenini hiçbir zaman öğrenemeyecektir.

Konu Albert Camus ve onun dünyanın tüm kitapları arasında en beğendiğim kitabı ‘’Yabancı’’ olunca tanıtımı burada bırakmak istemedim ve bu çok sevdiğim romanı hakkıyla tanıtmak istedim. Çünkü ‘’Yabancı’’ Albert Camus’nün bu kadar sade ve basit bir dille bir nasıl bu kadar çok şey anlatılabileceğini gösteren muhteşem bir romanıdır…

Roman ötekileştirilmenin bir kitabıdır. Meursault’un yargılanma sebebi, sebep olduğu olayın faili olduğundan değil, sahip olduğu fikirlerden, yaşam tarzından ve tercihlerinden dolayıdır. Roman topluma "yabancı" olan bir adamın düşündüren, çarpan, sarsan bir hikâyesidir.

Camus, kitabında basit bir dille insanın karmaşıklığını, bir insanın kendine ve hayata yabancılaşmasını ve toplumun uzağında kalmış bir insanın başına neler gelebileceğini basit bir insanın üzerine yıkarak anlatır...

Camus kitabında yabancılığın aslında toplumsal bir yaratım olduğunu, hiçbirimizin toplum içinde doğal yaratılmış halimizle yaşamadığımızı, sadece görünüş olarak değil, davranış olarak da kendi özümüzün dışında yaşadığımızı anlatır. Roman kahramanı Meursault bunları bize çarpıcı bir şekilde adeta bir ayna gibi gösterir...

Kitapta ilerledikçe insan Meursault'nun bakış açısını benimsiyor, toplumun davranışları gittikçe daha garip gelmeye başlıyor ve kendisine sormaya başlıyor insan asıl yabancı Meursault mu yoksa kendine yabancılaşmış toplumun parçası olan bizler miyiz diye?

Ve kitap ilerledikçe kendinizi tehdit altındaymış gibi hissediyorsunuz, hayatta önem verdiğiniz şeylerin, aslında ne kadar önemsiz olabileceğini düşünüyorsunuz. Hayatın kendisi bile eskisi kadar ciddi görünmüyor artık.

’’Yabancı’’ varoluşçu felsefenin roman olarak yansıtıldığı sıra dışı bir eserdir… Camus, bu romanında Paul Sartre'ın ‘’Varlık ve Hiçlik’’ (İthaki Yayınları, 2009) kitabında bahsettiği, varoluş felsefesinin özü olan ‘‘İnsan ne ise o değildir ne değilse o’dur’’ sözüne bu kitabıyla ‘’insan ne ise, o olmayı reddeden tek yaratıktır’’ diyerek cevap veriyor. Zira romandaki Meursault karakteri kendisine yabancı olmasının yanında toplumuna, kültürlere ve insanlığa da yabancıdır. Çünkü Meursault romanda sanki bambaşka bir dünyadan getirilip bu dünyaya bırakılmış gibi ne yapacağını, nasıl hissedeceğini bilemeden hareket eder. Burada da Camus, Alman filozof Martin Heidegger’in ‘’Varlık ve Zaman’’ (Agora Kitaplığı, 2011) (Sein und Zeit) isimli eserinde verdiği mesajı anımsatır. Bu eserinde şu iddiayı getiriyordu Heidegger; ‘’İnsan; bir varlık olarak (Dasein) evrene atılmış ve bu dünyaya öylece bırakılmıştır…’’

Camus’nün kitapta verdiği mesaj yaşamın kendisinin absürt olduğudur. Yaşamın içinde anlam aramak da saçmadır, ama bunla baş etmenin tek yolu yaşıyor olma halinin devam edişidir.

Meursault, temel değerlerini yok saydığı toplum tarafından idam edilirken verdiği, dünyaya kardeş, huzura ermiş insan görüntüsünü elbet yine kendi içinde kurduğu o absürd, o “saçma” hayat felsefesine borçludur.

Roman absürdizmin zirvesidir. Romanda hayata yabancı bu karakter, işlediği cinayetten değil de bu yabancılığından dolayı yargılanıp, ölüme mahkûm edilir.  Meursault, kendi ölüm kararı alınırken bile yabancılığından sıyrılamaz. Meursault, kendi varlığına anlam yükleyemediği gibi ölümüne de bir anlam yükleyemez. Meursault, ölmesiyle yaşaması arasında bir fark görmez. Bu anlamda kitap dünyanın ve yaşamın anlamsızlığının bir özeti gibidir.

Ben kitapları okurken beğendiğim cümlelerin altını çizerek okurum. ‘’Yabancı’’yı bir daha elime aldığımda fark ettim ki neredeyse kitapta çizilmemiş cümle kalmamış...

Biraz uzun da olsa kitaptan altını çizdiğim cümlelerin bir kısmını burada paylaşmak istedim.

Camus, ‘’Yabancı’’sına şu cümle ile giriş yapar: "Bugün annem ölmüş. Emin değilim dün de olabilir.’’

Marie, Meursault’un kız arkadaşıdır. Sırf Marie ve Meursault’un ilişkileri için kitap okunmaya değer:

“Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. ‘Bence bir, ama istersen evleniriz’ dedim. O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Bir Başka sefer de söylediğim gibi: ‘Bunun bir anlamı yok ama, her halde sevmiyorumdur’ diye cevap verdim. Bunun hiçbir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. Zaten isteyen kendisiydi, ben sadece evet demekle yetiniyordum. O zaman, Marie ‘evlilik ciddi bir şeydir’ dedi. Ben de ‘değildir’ diye cevap verdim. Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı. Sonra yine konuştu: ‘Aynı şekilde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı teklifi yapsa kabul eder miydin, onu öğrenmek istiyordum’ dedi. ‘Elbette ederdim’ dedim. O zaman ‘ben seni seviyor muyum acaba’ diye sordu. Ben de ‘bu hususta hiçbir fikrim yok’ diye cevap verdim. Yine sustuktan sonra, ne kadar tuhaf bir adam olduğumu, beni muhakkak ki bunun için sevdiğini, ama belki günün birinde yine aynı sebeplerden benden nefret edebileceğini mırıldandı. Bunlara ekleyeceğim bir sözüm olmadığı için susuyordum. Gülümseyerek kolumu tuttu, ‘seninle evlenmek istiyorum’ dedi. Ben de ‘ne zaman istersen evleniriz’ diye cevap verdim.”

"İnsan yavaş gitse güneş çarpar, hızlı gitse kan ter içinde kalır, sonra kilisede soğuk alır, şifayı bulur."

"Yaz göklerinde uzanıp giden o bildik yollar insanı günahsız uykulara da zindanlara da götürebiliyormuş demek."  

Meursault idam ile yargılanmaktadır:

‘‘Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’’

Meursault cezaevinde hücresinde idamını beklemektedir:

"Herkes bilir ki, hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim; çünkü her iki halde de başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası bundan daha açık bir şey yoktu. Şimdi yahut yirmi yıl sonra olsun, ölecek olan hep bendim. O anda yapmakta olduğum muhakemede beni bir parça rahatsız eden şey, yirmi yıl daha yaşamak düşüncesiyle içimde duymakta olduğum o korkunç hamleydi. Fakat bu hamleyi yatıştırmak için de, nihayet o gün gelip çatınca düşüncelerimin neler olacağını tahayyül etmekten başka yapacak işim yoktu. İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu."

‘’Az bir zaman sonra Maria bana mektup yazdı. İşte, o andan sonra hiçbir zaman sözünü etmek istemediğim şeyler başladı. Herhalde hiçbir şeyi gereğinden fazla büyütmemeli insan. Ama bu şeyler, başkalarına oranla benim için çok daha zararsız oldu. Tutukluluğumun başlarında, bana en ağır gelen şey, özgür bir insan gibi düşünmemdi. Örneğin, içimden kumsalda olmak, denize doğru yürümek geliveriyordu. İlk dalgaların sesini tabanlarımın altında duymayı, bedenimin suya girişini ve bundaki ferahlığı hayal edince, hücre duvarlarının birbirine çok yakın olduğunu hissediyordum. Ama bu, ancak birkaç ay sürdü. Sonraları, sadece hükümlüler gibi düşünür oldum. Artık avluda yaptığım günlük gezintiyi, ya da avukatımın gelmesini beklemeye başladım. Vaktimin geri kalan kısmını gayet iyi idare ediyordum. O zaman sık sık düşünüyor ve içimden: Beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum. Buracakta nasıl avukatımın o acayip boyunbağını gözlüyor ve bir başka dünyada Maria'nın gelmesini cumartesilere kadar sabırla bekliyorsam, orada da kuşların geçişini, bulutların karşılaşmalarını beklerdim herhalde. Oysa kuru bir ağaç kovuğunda değildim. Benden daha bahtsızlar da vardı. Zaten anacığım da böyle düşünür ve sık sık insan eninde sonunda her şeye alışır der dururdu.’’

‘’Bu sıkıntılar dışında pek de mutsuz sayılmazdım. Yine bütün sorun vakit öldürmekti. Anılarımı gözümün önünde canlandırmayı öğrendim öğreneli artık sıkılmıyordum. Kimi zaman odamı düşünmeye koyuluyor, düşümde, bir köşeden kalkıyor, yolum üzerindeki eşyaları bir bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyordum.   İlk zamanlar bu gezi çabucak bitiveriyordu. Ama her tekrarlayışımda daha uzun sürüyordu. Çünkü, her eşyayı, her birinin üzerindeki nesneleri, sonra bunları, bunların ayrıntılarını, her ayrıntıda örneğin bir çatlağı, kakmayı, onun yenik kenarını, renklerini ya da pürüzlerini bir bir gözümün önüne getiriyordum. Aynı zamanda sayılarını unutmamaya, hepsini tam tamına saymaya çalışıyordum. Öyle ki, birkaç hafta sonunda, sadece odamdaki eşyaları bir bir saymakla saatlerimi eşeledikçe, iyi tanımadığım, unuttuğum şeyleri de bulup çıkarıyordum. O zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. Canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. Bir bakıma bu da bir kazançtı.’’

‘’Bir gün gardiyan bana ‘Beş aydır buradasın’, deyince sözüne inandım ama bunu aklım almadı. Benim için sanki bu, hücremde yuvarlanıp giden aynı gündü ve ben aynı işi yapıp duruyordum. O gün gardiyan gittikten sonra yemek kabımda yüzümü seyrettim. Bana öyle geldi ki, gülümsemeye çalıştığım halde, görüntüm ciddi duruyordu. Kabı oynattım. Yeniden gülümsedim ama görüntüm hep o aynı ciddi, o aynı üzgün halini bırakmadı, Gün sona eriyordu. Vakit, cezaevinin bütün katlarından, akşam gürültülerinin büyük bir sessizlik alayı halinde yükseldiği, sözünü etmek istemediğim o adsız saatti. Tepe penceresine yaklaştım, günün son ışığında bir daha görüntüme baktım. Yine ciddiydi. Bunda şaşılacak ne vardı! O anda ben de öyleydim. Ama aynı zamanda, aylardır, ilk kez kendi sesimi açık açık duydum. Bu ses ne zamandır kulaklarımda çınlayan sese benziyordu. O vakit anladım ki, bütün bu zaman içinde, kendi kendim konuşmuşum. O vakit, anacığımın cenazesinde hastabakıcı kadının söylediklerini anımsadım. Hayır, çıkar yol yoktu ve kimse hapisteki akşamların ne olduğunu aklının köşesinden geçiremezdi.’’

“Saçma, yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir. Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu kesmek düşüncesiyle kalamaz insan. Çünkü her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını söylemek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak demektir. Ama yaşamak bile kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer verilmesi söz konusudur.”

''Bu amansız mekanizmadan kurtulmuş, idamdan önce kaybolmuş, polis kordonunu yarmış idam mahkûmları var mıdır diye kim bilir kaç defa sordum kendi kendime. O zaman idam hikâyelerine yeter derecede dikkat etmemiş olduğum için hayıflanıyordum. İnsan bu konularla her zaman ilgilenmeli. İnsanın başına ne geleceği hiç belli olmaz.''

''Babam bir katilin idamını seyretmeye gitmiş. Böyle bir şeyi seyretmeye gitme düşüncesi onu hasta ediyormuş. Ama yine de gitmiş ve dönüşte öğleye kadar kusmuş.'' 

Meursault idamından önce kendisine telkine gelen papazın yakasına yapışır...

"Ne kadar da söylediklerinden emin görünüyor değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan çok daha emindim. Yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. Evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. Ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim."

Sonuç:

‘’Yabancı’’ 20. yüzyılda yazılmış en iyi kitaplardan birisidir. Bir kereden fazla okunması gereken bir romandır. Bu Corona günlerinde, bu karantina günlerinde raflardan indirilip tekrar okunmalı, daha önce okunmamışsa da ilk fırsatta alınıp okunmalıdır diye düşünüyorum.

Osman AYDOĞAN

Bir not: Bu kitabı ilk 1981 yılında okumuştum… Bana kitabı tanıtan da kardeşim kadar çok sevdiğim arkadaşım Zihni Erderen idi… Zihni bana daha başka kitapları da tanıtmıştı. Ama Zihni’ye bu kitabı kimin, nerede, nasıl ve hangi koşullarda tanıttığı da ‘’Yabancı’’ gibi roman olacak kadar ayrı bir yazı konusu idi…  

 



Veba ve Albert Camus

20 Mart 2020

Günümüzde yaşadığımız Coronavirüs salgını bana geçmişte yaşaşan gerçek bir veba salgınının romanı ''Veba''yı ve onun yazarı Albert Camus'ü hatırlattı...

Veba

Veba (Orijinali: La Peste) (Say Yayınları, 1982), Albert Camus’un İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1947'de, gerçek bir veba salgını üzerine yazdığı insanın acizliğini ve çaresizliğini gözler önüne serdiği bir romandır...

Romanın konusu kısaca şöyledir: Cezayir’in Oran şehrinde fareler yavaş yavaş lağımlardan sokaklara taşınıp burada ölmeye başlarlar. Fareler öldükten sonra da bölgedeki insanlar da büyük acılarla ölmeye başlarlar. Böylece şehirde korkunç bir salgın hastalık baş gösterir.

Romanda veba salgınına maruz kalan şehrin hapsolan insanlarını anlatılır. Ancak Camus romanında insanlığa karşı karamsardır. Camus romanında insanlığın zayıflıklarını, kötülüğünü, çürümüşlüğünü ve bencilliğini anlatır.  Romanın daha ilk sayfalarında Oran şehri "çirkin" bir şehir olarak tanımlanır ve ilerleyen sayfalarda bu çirkinlik karabasana döner. Romanda veba hastalığı karşısında insanın acısı, yalnızlığı, zavallılığı ve hümanizmin veba karsısında acizliği anlatılır.

Albert Camus romanda gerçek bir veba salgınını anlatsa da romanın aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra 1947'de yazılmış olması Camus’un romanında aslında insanoğlunun yayılan faşizm karşısındaki acizliğini anlattığı yorumu yapılır. Bu yoruma neden de Camus’un kitabında bir veba salgını üzerinden bir toplumun nasıl dönüştüğünü anlatmasıdır.

Bir başka değerlendirmeye göre de Camus, Portekizli yazar Jose Saramago’nun ‘’Körlük’’ romanında anlattığı modern toplumun bir anda zor bir durumla karşılaşması ve buna vereceği tepkileri benzer şekilde veba üzerinden anlatmıştır.

Veba’da geçen bazı ifadeler:

"Ah, keşke bir deprem olsaydı! Tam bir sarsıntı... Ve bu iş biterdi. Ölüler, diriler sayılır ve oyun biterdi. Ama şu domuz hastalık! Hastalığa yakalanmamış olanlar bile onu içlerinde taşıyorlar."

"Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir.’’

"İnsanın umutsuzluğa alışması, umutsuzluktan da beterdir."

Veba romanı askeriye ile ilgili güzel bir tespit barındırır: "Dünyadaki tüm ordularda genellikle malzeme eksiğini insanla kapatırlar."

Albert Camus

Madem söz Albert Camus’den açıldı. Camus’u kısaca tanıtmadan geçersem sanki ona haksızlık etmiş olurum.

Albert Camus Fransız yazar ve filozoftur. 07 Kasım 1913'te Cezayir'de doğar. Varoluşçuluk ile ilgilenir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır. 1957 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanır. İngiliz yazar ve şair Rudyard Kipling`den sonra bu ödülü kazanan en genç yazardır. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybeder. (04 Ocak 1960)

Yoksulluk ve acılarla dolu bir hayat sürer. Denemelerinden oluşan, 1963' de yayımlanan "Tersi ve Yüzü" isimli kitabında yoksulluk ve acılarla dolu bu döneminde yaşadıklarını anlatır. Cezayir Üniversitesi'nde felsefe öğrenimi görür. İlk romanı "Yabancı" 1942'de, anlattığım ikinci romanı "Veba" 1947'de basılır. Yukarıda anlattığım "Veba" Camus'un düşüncelerinin temelini yansıtan en önemli ve en iyi eseridir...

2'nci Dünya Savaşı'ndan sonra yalnız Fransa'da değil, Avrupa ve tüm dünyada kendi kuşağının sözcüsü, sonraki kuşakların yol göstericisi olur. Özellikle insanın kendisine yabancı bir evrendeki yalnızlığı, bireyin kendisine yabancılaşması, kötülük, her şeyin ölümle sona ereceğini bilmenin yarattığı bunalım gibi duyguları ele alır.

Savaş sonrasında aydınların içine düştüğü yabancılaşma ve düş kırıklıklarını tüm ayrıntılarıyla yansıtır. Çağdaşlarının nihilizme kapılmasını anlar ve onlara hak verir ama doğruluk, ılımlılık, adalet gibi değerleri savunmanın gerekli olduğunu da belirtir. Hem Hıristiyanlığın hem de Marksizmin katı yönlerini reddeden liberal bir insancılığın temellerini çizer.

1957'de ‘’Sisifos Söyleni’’ isimli kitabıyla Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığı törende Camus şu konuşmayı yapar;

"…Her nesil, şüphesiz, kendisini dünyayı değiştirmekle yükümlü hisseder. Benim neslim bunu yapamayacağını biliyor, ama benim neslimin belki de daha büyük bir görevi var. Bu görev, dünyanın kendi kendisini yok etmesini önlemek…"

Kendisi reddetse de Jean Paul Sartre ile Varoluşçuluk akımında paralel düşüncede olduğu söylenir. Camus varoluşçuluğu hakkında şunları söyler;

"Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı ‘Sisifos Söyleni’dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur."

Sisifos Söyleni

‘’Sisifos Söyleni,’’ Albert Camus`nün II. Dünya Savaşı ortasında yayımlanan deneme kitabıdır. 1942 yılında Fransa`da ‘’Le Mythe de Sisyphe’’ adıyla basılmıştır.

Ülkemizde bu kitap Can yayınlarından Tahsin Yücel’in çevirisiyle ‘’Sisifos Söyleni’’ ismiyle 1997 Yılında yayınlanır. Kitap, adını Yunan mitolojisinden alır ve yaşamı ve intiharı sorgularken, saçmayı başka bir deyişle uyumsuzu anlatır. Kitap; "Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar." cümlesiyle başlar.

Sisifos Söyleni’nde, “dünyanın saçmalığı” ve “yaşamın anlamsızlığı” gibi intihara varan yaşantılar, tarih ve edebiyatın belirli kişilikleri üstünden incelenir. Sisifos, Homeros`a göre ölümlülerin en bilgesiydi. Tanrıların, hep yeniden aşağıya yuvarlanacak taşı tepeye çıkarmakla cezalandırdığı Sisifos’un en önemli özelliği, cezasını bilinçli olarak kabullenmesidir. Camus’ye göre, dünyanın saçmalığını, yenilginin sonu gelmeyeceğini bile bile kötülüklere karşı çıkmak, yaşamaya anlam katmaktır. İnsanlığa gerçek boyutlarını ancak başkaldırı kazandırabilir. ‘’Sisifos Söyleni’’, çağdaş felsefenin en önemli yapıtlarından birisi olarak kabul edilmektedir.

Yabancı

Camus denilince, edebiyat alanında ilk akla gelen yapıt, 1942 yılında yayınlanan “Yabancı”dır. Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz.

Camus bu kitabında Fransız adaletini ince bir şekilde eleştirir ve Fransız adaleti ile inceden inceye dalga geçer. Camus’un ‘’Yabancı’’sı ile Kafka’nın ‘’Dava’’sı arasında büyük benzerlikler vardır. Camus, Kafka’dan etkilendiğini bizzat kendisi ifade eder. Bilindiği gibi Dava’nın kahramanı Joseph K., tutuklanma ve ölüm cezasına çarptırılma nedenini hiçbir zaman öğrenemeyecektir.

Ve yine Camus

Albert Camus’u henüz okumayanlar için; ‘‘Yabancı’’, ‘’Veba’’ ve ‘‘Düşüş’’ mutlaka okunmalı diye değerlendiriyorum.

Alber Camus yazılarında; gecelerin sonsuz olmadığını, adalet olmadan düzen olmadığını ve basın hürriyetinin, belki hürriyet fikrinin giderek aşağılanmasından en çok acı çekmiş olan hürriyet olduğunu ifade eder.

Albert Camus 04 Ocak 1960'ta yayıncısı Gallimard ile birlikte, daha önce '’ölmenin en absürd yolu'’ diye nitelemiş olduğu şekilde Paris’e dönerken araba kazasında ölür. Paris’e arabayla dönmeye Gallimard ikna etmişti onu. Kazadan sonra ceketinin cebinde Paris’e dönüş için tren bileti bulunur.

Hani bir söz vardı ya; ‘’kimsesizlerin kimsesi’’ diye. İşte Albert Camus da kendisini yalnız hissedenlerin, kendisini marjinal hissedenlerin, kendisini absürd hissedenlerin, kendisini dışlanmış hissedenlerin ve kendisini kimsesiz hissedenlerin yazarıdır.

Albert Camus okunmalı ki, Camus’un söylediği gibi ‘’gecelerin sonsuz olmadığını’’, ‘’adalet olmadan düzenin olmayacağını’’ ve ‘’basın hürriyetinin, hürriyet fikrinin giderek aşağılanmasından en çok acı çekmiş olan hürriyet olduğunu’’ bir kez daha anlayalım, idrak edelim…

Albert Camus’un akıllarda kalan sözleri:

* Her şeye katlanabilirim, yeter ki içimde o yoğun ve coşkun yanımı duyayım.

* İnsan söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle insanlaşır.

* Hayat aslında anlamsız bir bulanıklıktır ama ona anlam katabilmek gerekir. Mutlaka bir tercihiniz olmalı ona dayanmalı onun için mücadele etmelisiniz. Tercihliksiz de bir tercih.

* Önümden gitme seni takip edemeyebilirim. Arkamdan gelme sana yol gösteremeyebilirim. Yanımda yürü ve yalnızca dostum kal.

* Ateşten ve yiyecekten yoksun bir insan için özgürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür.

* Üstünde durduğumuz sıkıntı bütün bir çağın sıkıntısıdır. Biz, kendi tarihimiz içinde düşünmek ve yaşamak istiyoruz. Biz inanıyoruz ki, bu hayatın gerçeğine ancak herkesin kendi dramını sonuna kadar yaşamasıyla erişilebilir.

* İnsan ne ise, o olmayı reddeden tek yaratıktır.

(Burada Jean Paul Sartre’nin ‘’Varlık ve Hiçlik’’ kitabında bahsettiği; ‘‘İnsan ne ise o değildir ne değilse o’dur.’’ tespitine çok yakın bir benzerlik vardır.)

* Bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydir.

* Önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak, felsefenin temel sorununa bir yanıt vermektir….

* Hayat bir şey değildir, itinayla yaşayınız.

* İdam cezasını kaldırmayacak bir devrim için ölmeye değmez.

* Her katil öldürürken ölümlerin en fecisini göze alır, onu öldürenler ise terfiden başka hiçbir şeyi göze almaz.

* Büyük tarihsel bunalımların ertesinde, insan kendini ipin ucunu kaçırdığı bir gecenin sabahında olduğu gibi hoşnutsuz ve hasta hissediyor. Ama tarihsel akşamdan kalmalar için aspirin yok…

* İnsanın evreni kavrayabilmesi olanaksızdır. Bir başka deyişle, evren insan için saçmadır, uyumsuzdur. Dolayısıyla insan da evren için uyumsuzdur. Ama insanla evrenin karşılaşmasından doğan bu uyumsuzluğun bilincine varmak bir son değil, bir başlangıçtır sadece. En kati gerçekler bile, bu gerçekleri kararlı olarak tanıdığımız ve kabul ettiğimiz zaman birdenbire üzerimizdeki güçlerini yitirirler. Her türlü felakete karşın yaşama dört elle sarılıp uyumsuza direnmeli.

* Mademki, yaşıyoruz, yaşadığımız süre­ce mutlu olmaya, sağımızda solumuzda mutluluk yarat­maya bakmalıyız. Mutluluk, bir yerde ve her yerde, hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir.

* Hayatımın kusurlu yanlarını saklamak zorunda oluşum bana soğuk bir hava veriyordu, bu soğukluğu da erdemle karıştırıyorlardı.

* Dostlarım, şimdi ben size büyük bir şey söyleyeceğim. Sakın kıyametin kopmasını beklemeyin, o her gün kopmaktadır.

* Sabredenin her şey ayağına gelir.

* İnsanın eninde sonunda alışamayacağı bir düşünce yoktur.

* Merhamet faydasız olunca, insan ondan bıkar usanır.

* Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak köpekçe yaşamaktır.

* Aşk, akıllı, aptal demeden, bütün insanlara bulaşan bir hastalıktır.

* Çekip gidene her şey mizah, kalıp bekleyene her şey şiirdir.

* Yaşamaya değer olan şey için, ölmeye de değer.

* En büyük mutsuzluk sevilmemiş olmak değil, sevmemektir.

* Gecenin kokuları, toprak ve tuz kokuları şakaklarımı serinletiyordu. İşaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede kendimi ilk kez olarak, dünyanın kayıtsızlığına açıyordum. Dünyayı kendime bu kadar eş, böylesine kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim, hatta hala da mutluyum.

* Ağın ilmiklerine takılmış bir balık gibi çırpınıyorum.

* Alçalmak, yükselmekten çok daha kolaydır.

* Başardığımız her iş bizi köleleştirir, çünkü daha iyisini yapmaya zorlar.

* Başarı kolay elde edilir, zor olan başarıyı hak etmektir.

* Ben dilimin sınırlarında nöbet beklerim.

* Bazılarının, sadece normal olmak için ne büyük çaba sarf ettiğini kimse fark etmiyor.

* Bu dünyada en büyük suç, insanların taşıdıklarından kaçmak değilse nedir?

* Büyük olmanın yolu da, deha gibi çalışma ve alın terinden geçer.

* Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı.

* Dünyada her kötülük, hemen her zaman cehaletten gelir.

* Sanatçı yalanla ve kötülükle uzlaşamaz.

* Sanatçı tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna girmez.

* Resmi tarih oldum olası büyük katillerin tarihidir. Kabil, Habil'i bugün öldürmüş değil, ama bugün Kabil, Habil'i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor.

* Haklı olma ihtiyacı, sıradan insanlara özgüdür.

* Geceler sonsuz değildir.

* Adalet olmadan düzen olmaz.

* Basın hürriyeti, belki hürriyet fikrinin giderek aşağılanmasından en çok acı çekmiş olan hürriyettir.

Camus, Veba romanında gerçek bir veba salgınını anlatırken aslında Avrupa’da yükselen faşizmi ve faşizmin toplumu nasıl şekillendirdiğini anlatmıştı. Günümüzdeki Coranavirüs salgınını acaba hangi edebiyatçı romana dökecek ve bu salgının şahsında hangi izmin toplumu bir nasıl şekillendirdiğini anlatacaktır.

Ancak boşuna da beklemeyelim. Çünkü dünyanın yaşadığı en büyük felaket ne veba ne de Coronavirüs salgınıdır. Dünyanın yaşadığı en büyük felaket topluma ayna tutacak Albert Camus gibi yazarların kalmamış olmasıdır...

Günümüzü anlamak için bu gönüllü karantina günlerinde Veba romanı raflardan indirilip bir daha okunmalı veya henüz okunmamışsa ilk kitapçıdan alınıp okunmalıdır diye düşünüyorum...  

''Geceler sonsuz değildir...''

Osman AYDOĞAN

Bir not: Veba'yı Varlık Yayınlarından veya Say Yayınlarından okuyun. Can Yayınlarının çevirisi pek iyi yapılmamış. En iyisi Oktay Akbal'ın çevirisi. Daha iyisi orijinal Fransızcasından okumak tabii ki. 

 

 

Güvenlik politikalarındaki dönüşüm

21 Mart 2020

İnsanların ve toplumların güvenlik ihtiyacı ilkel insandan beri var olagelmiş ancak bu güvenlik ihtiyacı teknolojik, ekonomik, sosyal, siyasal ve toplumsal değişimlere de paralel olarak süregelen bir dönüşüm içinde olmuştur. Bu yazıda bu dönüşüm çok özet olarak günümüze kadar incelenmiş ve sonunda da yeni güvenlik ihtiyaçları ortaya konmuştur. 

İlkel insanın güvenlik ihtiyacı

İnsanların güvenlik ihtiyacı Maslow'un gereksinimler hiyerarşisi içerisinde Fizyolojik gereksinimler (nefes alma, besin, yemek, su, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma, boşaltım) den sonra ikinci sırada yer alır.

Bu ihtiyacı gidermek için ilk insanlar vahşi hayvanlardan korunmak maksadıyla su üzerine ev yapmış ve korunma ihtiyacını bu şekilde gidermişlerdir.

Zamanla sosyalleşen, gruplaşan, kabilelere, dinlere ve mezheplere bölünen insanlar bu ihtiyaçlarını diğer grup, kabilelere ve dinlere karşı korunmak üzere surlar, kaleler, fiziki diğer engeller yaparak ve asker besleyerek sağlamışlardır. Tarihte insanoğlu savunmasını ve güvenlik ihtiyacını 16. yüzyıla kadar bu şekilde sağlamıştır.

İnsanoğlunun bu şekildeki savunma anlayışı 17. yüzyıldan itibaren değişime başlamıştır.

Vestfalya Anlaşması

Avrupa’da 1618-1648 yılları arasında yaşanan 30 Yıl Savaşları (ki mezhep savaşlarıdır) Westphalia (Vestfalya) Anlaşması ile sona ermiş ve bu anlaşma ile uluslararası ilişkilerin paradigması değişmiştir.

Vestfalya Anlaşması Avrupa’ya; Devletlerin egemenliği ve siyasal Self Determinasyon (Geleceklik Hakkı) esasları prensibini, devletlerarası (yasal) eşitlik prensibini ve bir devletin iç işlerine başka bir devletin karışmaması prensibi getirmiştir. Revizyonistler, bu antlaşmanın Avrupa’da statükoyu sürdürmeye hizmet ettiğini savunurlar.

Vestfalya Barışı; Avrupa’da artık devletlerin daha seküler (dünyevi) bir düzlemde pozisyon aldığını ve dini devletin tekeline alarak toprakları üzerinde devletin mutlak egemen olmasını sağladılar.

Dolaysıyla Vestfalya Anlaşması ile devletlerin güvenlik anlayışında da esaslı değişiklikler olur. Güvenlik demek artık; seküler dünya düzeni, egemenlik ve eşitlik demektir.

1815 Viyana Kongresi

1789 Fransız İhtlali, 1815 Waterloo Savaşı ve 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da gerçek anlamda bir statüko oluşturulur. 1853-1856 Kırım Harbinde Avrupa Osmanlı yanında yer alarak bu statükonun Rusya lehine bozulmasına izin vermezler.

Ancak 1789 Fransız İhtilalinin yağdığı fikir akımları, Sanayi Devrimi, devletlerin Pazar ve hammadde arayışları ve rekabet devletler arası bloklaşmaları beraberinde getirir.

1870 Sedan Muharebesi ile 1648 Vestfalya Anlaşması ile engel olunan Alman birliği ve İtalyan birliği kurulur. Böylece 1815 Viyana Kongresi ile Avrupa’da kurulan statüko bozulur.

Dünya Savaşına doğru

Bu tarihten sonra dünya iki bloka ayrılır. Bir tarafta İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Sırbistan, Karadağ, Belçika, Yunanistan, Japonya, Romanya ve ABD’nin oluşturduğu İtilaf devletleri, diğer tarafta ise Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı devletinin oluşturduğu İttifak devletleri.

İtilaf devletleri Fransız İhtilalinin doğurduğu; ‘’özgürlük’’, ‘’eşitlik’’ ve ‘’kardeşlik’’ fikirlerini savunurken, İttifak devletleri ise Prusya’nın başını çektiği; ‘’düzen’’, ‘’şeref’’, ‘’itaat’’ ve ‘’milli duygular’’ fikirlerini savunurlar.

Dönemin Güvenlik Anlayışı ve teorisyenleri

Bu dönemde güvenlik anlayışı da ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulur. Bu dönemin fikir babalarını ve teorisyenliğini: "Heartland theory" (yani coğrafyayı, doğu Avrupa’yı Kalpgah’ı, özyurtu) kim yönetirse dünyaya o hükmeder fikri ile İngiliz Mackinder, ‘’hayat sahası’’ fikri ile siyasi coğrafyanın babası olan Friedrich Ratzel,  ‘’deniz gücü’’ fikri ile Alfred Mahan, yine ‘’coğrafya’’ fikri ile Hitler’in fikir babası Karl Haushofer, ‘’askerî güç’’ fikri ile Machiavelli ve savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz oluşturur…

Bütün bu teorisyenlerin ortak özelliği belli bir bölge, arazi ve coğrafyayı askeri bir güç ile ele geçirerek güvenlik sağlamak olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu

Avrupa’yı burada bırakıp Osmanlı İmparatorluğuna kısaca bir göz atalım:

1299 kuruluş, 1453 İstanbul’un fethi ve 1529 Viyana kuşatması ile 16. yüzyılda üç kıtaya hükmeder. 1606 Zitvatorok Anlaşması ile prestij kaybeder. 1683’de Viyana önlerinde yenilir, 1699 Karlofça Anlaşması ile gerilemeye başlar. 1718 Pasarofça Anlaşması ile toprak kaybeder, 1792 Yaş Anlaşması ile çöküş sürecine girer. 19. yüzyılda Avrupa’nın hasta adamıdır. 1828-1908 yılları Osmanlının ıstıraplı en uzun yüzyılıdır. 1839 Baltalimanı Anlaşması ile Kapütülasyonlar ile mali çöküş başlar. 1839 Tanzimat hareketi ile cumhuriyet fikri doğar, 1876 I. Meşrutiyet ile anayasal yönetime geçilir. Askeriyede, mülkiyede ve tıbbiyede yenilikler ve reformlar yapılır. 20 yüzyıl başında eğitimin, yeniliklerin ve Avrupa’daki fikir hareketlerinin zemin bulduğu Osmanlının anayurdu olan Balkanlar kaybedilir ve 1. Dünya savaşının sonunda da 1918’de Sevr Anlaşması ile Osmanlı devleti sona erer.

18. yüzyılda üç ülke yenilenme hareketinin içine girdi. Rusya, Büyük Petro ile, Japonya Meiji Restorasyonu ile bunu başardı. Ancak Osmanlının bütün yenileşme hareketleri hüsranla sonuçlandı, başaramadı.

Osmanlı İmparatorluğunun çöküş sebepleri:

Osmanlı İmparatorluğunun yenilenme hareketinde başarısızlığının ve çöküşünün sebeplerini kısaca öyle sıralayabiliriz:

1. Devlet yönetimimin Doğu Roma geleneği olan fetih – vergi - baskı sistemi üzerine oluşması,

2. Timur istilasının Anadolu şehirlerini birer kasabaya dönüştürmesi, Haçlı serelerinin şehirleri kıyılardan uzak iç bölgeler taşıması ve bu iki konunun yarattığı travma nedeniyle insanların mistik yöne sığınması,

3. Gazali etkisinin Fatih’ten sonra devlet yönetimine egemen olması, bilimi dışlaması (1453 ‘de sur önlerinde top dökebilen teknolojiden, 1529’da Viyana önlerine sürüyerek öküzlerle top taşınması),

4. Abbasi aydınlanmasını takip edememesi,

5. Avrupa Rönesansını görememesi,

6. Sanayi devrimini kaçırması,

7. Tarım ve din toplumu olarak kalması.

Bu liste uzayabilir. İbn-i Haldun’un ‘’Akletmek Müslümanlık tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler’’ sözü aslında Osmanlının neden battığının en açık ifadesidir.

Türkiye Cumhuriyeti

1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün derin tarih bilinci ve dehasıyla genç Cumhuriyet güvenlik kurgusunu Batı Roma ve Selçuklu geleneği üzerine oturtarak ‘’arazi’ ile değil ‘’ittifak’’larla güvenlik sağladı. Bu maksatla Türkiye’yi çevreleyen Balkan ülkeleriyle Balkan Paktı (Türkiye, Yunanistan, Romanya, Arnavutluk, Bulgaristan ve Yugoslavya ile 1934), Ortadoğu ülkeleriyle Sadabat Paktı (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan, 1937) ve Sovyetlerle Dostluk ve İşbirliği Anlaşması (1921) imzaladı. Bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti güvenliğini komşularıyla yaptığı ittifaklarda buldu.

Dışarıda güvenliği bu şekilde sağlayan genç Türkiye Cumhuriyeti İbn-i Rüşt’ün manevi öğrencisi sayılan Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bütün enerjisini içeride devrimlerin yerleşmesine, sanayileşmesine, bilime ve aydınlanma hareketine ayırdı.

Bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında atları ve katırları için içeride yapamadığı nal mıhını İsveç’ten ithal ederken 1937 yılında Danimarka, Hollanda ve Polonya’ya yerli savaş uçağı ihraç eder hale gelmiştir.

Soğuk Savaş dönemi

Bir ve ikinci dünya savaşları aslında tek dünya savaşıdır. Birinci savaşta hesaplaşamayan devletler kozlarını 1939-1945 yılları arasında tekrar paylaştılar. Savaş sonunda dünya iki kutba ayrılır: Batı (NATO) ve Doğu (Varşova)

Türkiye NATO’da ve ABD güdümünde

Türkiye 1952 yılında NATO’ya girdi. Türkiye NATO’ya girmesiyle kendi uçak, top, tüfek, silah ve teçhizat üretim hattını ve fabrikalarını kapatarak ABD’den silah ve teçhizat aldı. Alman yazar Jehuda Wallach’ın bir kitabında (Bir Askerî Yardımın Anatomisi: Türkiye’de Prusya-Alman Askeri Heyetleri, Genelkurmay Başkanlığı Yayınları, 1985) şu tezi öne sürerdi ‘’askerî yardım politik bağımlılık getirir.’’

Bu şekilde Türkiye Mustafa Kemal Atatürk’ün kurguladığı güvenlik politikasından uzaklaşarak komşularına sırtını dönüp güvenlik için teee uzaklardaki ABD’nin bacaklarına sarıldı. Türkiye kendinin (milli) olmayan ABD’nin güvenlik politikalarının bir aracı haline geldi. Küba krizi, Kıbrıs krizi, Yeşil Kuşak projesi, bizim oğlanlar, sol hareketler üzerine baskı bu politikaların sonucu idi.

Küreselleşme

20 yüzyılın sonlarına doğru 1989 yılında Sovyetler Birliği dağıldı. Tek kutuplu dünyaya döndük. Küreselleşme başladı.

90’lı yılların güvenlik kuramları

1994 yılında iki kitap yayınlanıyor. Bunlardan birisi: ‘’ Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri’’ (The Rise and Fall of the Great Powers) (Paul Kennedy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). Paul Kennedy, bu kitabında son beş yüzyılın imparatorlukları üzerine araştırma yapıp şu tezi ileri sürüyor: ‘’Bir devlet gücünün zirvesine ulaştığında bu gücü korumak için daha fazla askerî güç kullanıyor. Bu fazla askerî güç de devleti ekonomik olarak çökertiyor.’’

Diğer kitap ise ‘’Medeniyetler Çatışması’’ (Samuel P. Huntington, Vadi Yayınları) Huntington bu kitabında tez olarak şu fikri ileri sürer: 1648’ de imzalanan ve modern uluslararası sistemin başlangıcı olarak kabul edilen Vestfalya Barışı’ndan itibaren sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında meydana gelen mücadeleler; uluslararası politikanın odak noktası haline gelmiştir. Bütün bu mücadelelerin ardından; şimdi sıra medeniyetler arasındaki mücadeleye gelmiştir. Huntington’a göre, demokratik Batı ile komünist Doğu’nun siyasi çatışması olarak nitelenen Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde sorunların ve çatışmaların temel kaynağı ideoloji ve siyasi görüşler değil; din ve kültürdeki farklılıklar oluşturacaktır.

Jeoekonomi ve Jeokültür

Ve 1990’lı yılların ortalarında iki kavram doğar: Jeoekonomi ve Jeokültür. Bu tezlere göre dünya siyasetinde Hard Power faktörler (sert güçler; coğrafya, boğazlar, arazi, silah, silahlı güçler) ağırlığını ve önemini yitirmiştir. Dünya siyasetinde yükselen güç Soft Power faktörler (ekonomik ve kültürel güç)  güç ve ağırlık kazanmıştır.

1990’ların sonlarına doğru artık dünya, devletler dünyasından toplumlar ve ekonomi dünyasına dönüşmüştür. Burada bahsedilen Soft Power faktörler içerisinde de devletlerarası kuruluşlar; IMF, Dünya Bankası, BM, NATO, AP, Medya kuruluşları, Sosyal medya, CNN, Google, Microsoft, Eccon ve NGO’lar oluşturmaktadır. 1909 tarihinde 176 olan NGO’lar 2019 yılında 20.000 üzerine çıkmıştır.

1648 Vestfalya Anlaşması ile başlayan dönemde güvenlik kurgusunun ‘’Bölge – Arazi – Coğrafya’’ zemininde yoğunlaşarak vücut bulduğunu, bu dönemin fikir babalarından ve teorisyenlerinden birisinin de savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gören Clausewitz olduğunu yazmıştım.

Yine 1990’larda İngiliz Kraliyet Akademisinden John Keegan bir kitap yayınlar ‘’Die Kultur des Kerieges’’ (Savaşın Kültürü) Bu kitabında John Keegan, Clausewitz’in aksine şu tezi ileri sürer: ‘’Savaş, toplumun kültürü tarafından şekillendirilmektedir. Çatışma kültürünün hâkim olduğu toplumlarda savaş kaçınılmazdır.’’

Bu çerçevede ‘’Jeokültür’’ kavramının içeriği şu olgular oluşturmaktadır: Hukuk (Evrensel-laik hukuk), insan hakları, kadın hakları, özgürlükler, demokrasi, azınlık hakları, çevre sorunları, sanat, edebiyat, felsefe ve dil. Bu içerik sabit olmayıp günün koşullarına ve ihtiyaçlarına göre genişletilebilir.

Burada ‘’Jeokültür’’ kavramı içinde geçen her bir olgu ayrı ayrı açıklanmalıdır anacak ben en sonda geçen ‘’dil’’ olgusunu bir örnek olarak açıklamak istiyorum…

Dil…

Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir. Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984)

Bedia Akarsu Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir; İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı. Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir. Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir. Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir. 

Dil ve kültür ilişkisi konusunda akla gelen ikinci düşünür Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır. (1889-1951) Wittgenstein dili felsefenin merkezine oturtan 20’inci yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden tek filozoftur… Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir.  1890’da 12 cilt halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içermektedir. Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz veya yerine koyamadıklarımız; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...

Bunun neticesi ne mi olmuştur?

Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 71.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.

OECD'nin yürüttüğü ve her üç yılda bir yapılan PISA testinde 2015’te yapılan ve 6 Aralık 2016 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda  OECD üyesi 35 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 52., okuma becerilerinde 50., matematikte ise 49. sırada yer aldığı, Türkiye’nin, üç ders alanında da OECD ortalamasının bir hayli gerisinde kaldığı belirtildi. OECD’nin 35 ülkesi arasında ise 34. sıradayız. Bizden kötü tek bir ülke var; o da Meksika. Romanya, Arnavutluk ve Uruguay'ın bile gerisindeyiz. Böylesi bir sonucu başka nasıl izah edebiliriz ki?

Yine yapılan bir araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olması için kendi lisanında bilmesi gerek sözcük 40.000 adetmiş.  Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40.000 farklı Almanca sözcük kullanmış. Bir kişinin yazar, politikacı olarak topluma yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısı 20.000 adetmiş. Bir kişinin böyle bir iddiası yok da sadece çağını anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsa bilmesi gereken sözcük sayısı 10.000 adetmiş. Yapılan bir diğer araştırmada ise Türk insanının günde 300 ila 500 sözcük kullandığını gösteriyor. Bu tespit karşısında başka bir yoruma gerek var mı?

Çetin Altan bir yazısında ‘’Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız Henry Matisse’nin balıklarına (Red Fish) bakmayınız, anlamazsınız’’ diye yazardı… Bu kadar kelime haznesiyle William Shakespeare’i okusanız da anlayamazsınız zaten.

Bu kadar az kelimeyle siyaset yapamazsınız, strateji oluşturamazsınız, güvenlik politikaları kurgulayamazsınız, sanat, edebiyat yapamazsınız, kültür oluşturamazsınız, ittifak yapamazsınız, çağın güvenlik ihtiyaçlarına cevap veremezsiniz… Vazgeçtim tüm bunları çağınızı kavrayamazsınız…

Değişen güvenlik paradigmaları

Tarihte güvenlik paradigmaları ilk olarak 1648’de ikinci olarak da 1990’lı yıllarda değişmiştir. Değişen güvenlik paradigmalarına göre güvenliğinizi kurgulayamazsanız, ona uygun araç ve gereç ile teçhiz edemezseniz sonunuz hüsran olur

Günümüzde Almanya’nın bir tane milli kolordusu vardır: IV. Kolordu. Almanların hepsi kolordu olmak üzere; bir Almanya- ABD, bir ABD-Almanya, bir Fransa-Almanya ve bir de Almanya-Polonya-Danimarka Kolordusu vardır. Almanya’nın da en büyük partneri Rusya’dır. Ve Almanya’nın etrafında kavgalı kimsesi yoktur.

Günümüzde Fransa’nın en büyük güvenlik endişesi Almanya’dan veya Rusya’dan gelecek zırhlı birlikler değildir. Günümüzde Fransa’nın en büyük güvenlik endişesi iki tane mikrobiyologdur, iki tane bilgisayar hackeridir, Afrika’dan gelecek mültecilerdir, halkın refahında olabilecek kayıplardır (Sarı yelekliler!)

Gelelim Türkiye’ye…

Günümüzde Rusya’nın, Yunanistan’ın veya bir başka ülkenin yarın Türkiye’ye saldırma ihtimali yoktur. Bu ihtimal bir hafta sonra da yoktur, bir ay sonrada yoktur, bir yıl, on yıl sonra da yoktur.

Ancak bu yazımı okuduktan bir dakika sonra, beş dakika sonra, beş saat sonra, beş gün sonra veya beş yıl sonra büyük bir depreme maruz kalma ihtimaliniz çok çok yüksektir.

Veya şimdi olduğu gibi bütün ülkenin boydan boya Coranavirüs gibi bir salgın hastalık, bir epidemi ile karşılaşması çok büyük bir ihtimaldir. İhtimal de değildir bizzat vakadır artık.

Veya ülkenin bir yerinde bir kimya tesisinde bir sızıntı olması, kontrol edilemeyen bir yangın olması da her zaman mümkündür…

Veya bu konularda ülkenin, biyolojik, kimyasal veya nükleer bir saldırıya maruz kalması da her zaman mümkündür.

Ülkede büyük bir deprem olduğunda, Allah korusun İstanbul depremle yerle bir olduğunda, köprüler, tüneller yıkıldığında hayatı normale S-400’ler mi döndürecek yoksa F-35’ler mi, yoksa çok öğündüğümüz Altaylar, Fırtınalar, Panterler mi?

İstanbul’da deprem yardımına ailesi de eşi, çocukları da yıkıntı altına kalmış itfaiye personeli mi koşacak?

İstanbul’a ulaşmak için yıkılan viyadüklerin yerlerine S-400’ün füzelerini mi viyadük ayağı yapacaksınız? Nehir üzerinde yıkılan köprülerin işlevini nasıl sağlayacaksınız?

İşte fiilen yaşıyoruz Coronavirüs salgınını… Daha ne olacağı, salgının ne kadar yayılacağı belli değil… Milyar dolarları döktüğünüz o kocaman kocaman AVM’ler mi size hastane olacak? Nerede sizin askerî hastaneleriniz? Nerde o askerî hastanelerin sahra hastaneleri? Askerî hastaneleri kapatırken aklınızı peynir ekmekle mi yediniz siz?

Nerede NBC birlikleriniz, nerede sizin dekontaminasyon birlikleriniz?

Dört milyon sığınmacınız var. Bu sığınmacılar ülkenin sosyal dokusunu, demografik yapısını tehdit etmiyor mu? Sığınmacılar Fransa’nın, Almanya’nın güvenliğine tehdit de sizin güvenliğinize tehdit değil midir?

Yeni güvenlik paradigmaları ve yeni ordu

Bu sorular çoğaltılabilir. Ordunun mutlaka yeni tehditlere göre şekillenmesi, teşkilatlanması ve teçhiz edilmesi gerekmektedir çatışma kültürünün yoğun olduğu bir coğrafyada yaşadığımızı da unutmadan... Devir Kanal İstanbul ile, üretime dönük olmayan rant projeleri ile ülkenin kaynaklarını ve enerjisini harcama devri değildir.

Günümüzde anlattığım gibi güvenlik paradigmaları değişmiştir. Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği artık gelişmiş silahlarla sağlanmamaktadır.

Günümüzde bir ülkenin birliği, dirliği ve güvenliği iki yönlü olarak sağlanmaktadır.

Bir yandan güvenlik politikaları deprem, sel, salgın hastalık vb. doğal afetlere karşı ordunun yeniden teşkil, teçhiz, eğitimi ve diğer kamu kuruluşlarıyla işbirliğini gereksindirmektedir.

Diğer yandan da günümüz güvenlik politikaları halkın refahı ile sağlanmaktadır, evrensel hukuk ile sağlanmaktadır, adalet ile sağlanmaktadır, kültür ile sanat ile edebiyat ile sağlanmaktadır, sosyal adalet, sosyal ve siyasal barış ile sağlanmaktadır, demokrasi, insan hakları, özgürlükler ile sağlanmaktadır, güçlü ittifaklarla, güçlü ekonomiyle, güçlü şirketlerle, güçlü toplumla, güçlü bireylerle sağlanmaktadır. (‘’Güçlü ordu, güçlü Türkiye’’ ile değil)…

Dilinizdeki kelime, sözcük sayısı ülkenin korunmasında ve güvenliğinde depolarınızdaki mermi sayısından daha etkilidir. Doğru güvenlik kurgulamaları doğru stratejilerle, doğru stratejiler de ülkeyi, dünyayı ve çağı algılayan doğru ve yeterli kelimelerle yapılır.

Hukuk güvenliği olmayan bir ülkeyi artık günümüzde hiçbir gelişmiş silah koruyamaz hale gelmiştir... Ülkenin güvenliğini, birliğini ve dirliğini de hiçbir silah, hiçbir füze, hiçbir uçak, hiçbir ordu ‘’adalet’’ gibi, refah gibi sağlayamaz hale gelmiştir…  

Siyaset, güç kullanmadan sorunları çözme sanatıdır. Dış siyaset dost edinme sanatıdır. Edebiyatsız, sanatsız, felsefesiz, kültürsüz, derinliksiz de siyaset yapamazsınız… Siyaset yapamadığınız yerde, siyasetinizin iflas ettiği yerde, siyasetinizin tükendiği yerde elbette ki güce başvurursunuz… 

Ordu demek mutlaka silah, top, tüfek, füze, uçak, gemi demek değildir. Afet ordunuz nerededir? Sağlık ordunuz nerededir? Kültür ordunuz nerededir? Eğitim ordunuz nerededir? Bilim ordunuz nerededir?…

Tarih baba şunu göstermiştir: Bütün silahlar kötülük kaynağıdır.

Osman AYDOĞAN

 



Bir dalda iki kiraz

19 Mart 2020

Önceki gün ‘’Çanakkale Türküsü’’nü anlatırken ‘’Çanakkale Türküsü’’’nün sadece Kastamonu'nun, Çanakkale’nin değil Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e bu coğrafyanın bir türküsü olduğunu yazmıştım. Bu türkünün sadece 1915 yılının değil, son bin yılın türküsü olduğunu, bu türkünün bir milli mutabakat türküsü olduğunu yazmıştım. Anadolu insanının, Anadolu coğrafyasının kaderinin türküsü olduğunu, cepheden cepheye sürülen gencecik insanlarımızın, Mehmetçiğin türküsü olduğunu yazmıştım…

İşte bu nedenle bu türkünün Rumcasının olduğunu, Makedoncasının, Arnavutçasının olduğunu yazmıştım…  Ve bu türkünün ‘’Bir dalda iki kiraz’’ türküsü gibi Osmanlı tebaalarının ortak feryadı ve ortak kültürü olarak yakın coğrafyada yaşamış her millet tarafından sahiplenildiğini, her milletin kendi acısını, harplere gidip de dönmeyen evladının üzüntüsünü bu türkünün bir feryat, bir figan müziğine döktüğünü yazmıştım…

Böyle yazınca ve ismen de zikredince ‘’Bir dalda iki kiraz’’ türküsünü de artık anlatmasam olmazdı…

‘’Bir dalda iki kiraz’’ diye başlar türkü, ‘’eğer beni seversen, mektubunu sıkça yaz’’ diye yalvarılır sevgiliye. Devam eder sonra da ‘’aramız derya deniz, ne bet kaldı ne beniz’’ diye kaderden de şikâyet edilir. Türkünün sonunda da ‘’Kurban olduğum Allah, canım al yârim alma’’ diye Allah’a dua edilir…

Ve nakaratlarda da hep mendilin sallanması istenir. Çünkü o zamanlar gurbete ya da uzun yolculuğa uğurlarken sevgiliye hep mendil sallanır...  Zira o zamanlar dokunmak, sarılıp öpüşmek, koklaşmak ayıptır!

Türkünün sözlerinden de anlıyoruz ki, aranın derya-deniz oluşu, sevgiliye mendil sallanması, ne bet ne beniz kalması vb. bu türkü bu coğrafyanın bir yazgısı olan bir ayrılık türküsüdür…

Eski Yeşilçam filmlerinin bir kısmı bir türkü üzerine kurgulanır veya en azından film içinde bir türküye de yer verilirdi. Başrollerini Emel Sayın ve Engin Çağlar'ın oynadığı ''Hasret'' adlı filmde kötü kadın Suzan Avcı'nın ardından Münir Özkul mandolin eşliğinde ağlaya ağlaya bu türküyü söylerdi.  ‘’Ah nerede’’ filminde ise Adile Naşit evde temizlik yaparken söylerdi kaderine ah, vah ederek… İsmini hatırlayamadığım dizilerde de yer almıştı bu türkü…

Bu türkü aslen ‘’saba’’ makamında bir İstanbul türküsüdür… Ancak!... Hani 1990’lı yıllarda sıkça (ve de çokta erken!) kullandığımız bir deyim vardı ya ‘’Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar'' diye… İşte bu türkü de Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar her toplumun, her milletin dilinde gönlünde yer etmiş, bu bölge insanlarının gönül telini titretmiş bir türküdür. Bu türkü Arnavutlarda var, Yunanlarda var, Kırım Türkünde var, Ermenilerde var, Azerilerde var, İranlılarda var, Türkmenlerde var, Özbeklerde var, herkes de var... Gerçi Anadolu Türklerinde de vardı da onu da bizler unuttuk galiba... Değil mi?

Kırım Tatarlarında; "eki çeşme yan yana, su içtim qana qana, seni doğuran ana, olsun maña qaynana" diye söylenir. Bu Kırım Tatar türküsü söyleyen Susana Memetova ve Leniye İzmaylova'nın türkülerinin bağlantısını yazımın sonunda vereceğim. İran da ‘’naki naki’’ diye, Yunanlarda da ‘’sala sala’’ diye söylenir bu türkü… Farsça ve Yunanca bağlantısını da yine yazımın sonunda vereceğim... Bu bağlantılardaki türkü yorumlarını dinlemenizi isterim…

İşte görüyorsunuz ya; Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar olan bölgede çizilen sınırlar ne kadar da yapay çizgiler değil mi? Mevcut yapay sınırları oluşturanlar da ırk, din, etnisite ve mezhepler değil midir? Öyleyse bu coğrafyada hâlâ neden bir ırkın, bir dinin, bir etnisitenin ve bir mezheplerin peşinden körü körüne gidilir ki? Yoksa emperyalizm böyle emrediyor, böyle istiyor diye mi?

Yazılarımda sürekli vurgu yaparım ya; ''bu coğrafya bizim, bu topraklar bizim, bu ürünler, bu mahsul bizim, bu edebiyat, bu şiirler bizim, bu şarkılar, bu türküler bizim, bu kader bizim…'' diye... Ait olduğumuz bu coğrafyada niye birlik olamayız ki? Bu coğrafyada birlik olamayıp da emperyalizmin teşvikiyle, cehaletin kışkırtmasıyla bir ırkın, bir dinin, bir mezhebin ve bir etnisitenin peşine takılırsak eğer paramparaça olup emperyalizme işte o zaman yem olmaz mıyız? Tıpkı şimdi coğrafyası kan, şehirleri viran, insanları darmadağın olan Ortadoğu'nun yem olduğu gibi! Emperyalizmin eşbaşkanlığında Irak'ın, Libya'nın, Suriye'nin parçalanmasında başrolü oynayanlar neye hizmet ettiklerinin farkındalar mı? 

Neyse, bu konular beni aşar, biz dönelim türkümüze...

Bu türküyü diğer dillerde dinlediğimde dikkatimi çeken bir şey var. O da şudur: Bu türkü bir ayrılık türküsüdür. Bu tüürkü bir ağıt, bir feryâd, bir figân türküsüdür... Neşeli bir türkü değildir. Bu Kırım Tatar türküsünde de böyle, Yunan türküsünde de böyle… Ancak bizler bu türküyü tavernalarda, eğlence mekânlarında, düğünlerde oyun havası olarak, göbek atarak söylüyoruz, dinliyoruz...

Önce şaşırıyorsunuz ‘’niye böyle’’ diye… Sonra düşününce yaptığımıza hak veriyorsunuz!... Zaten ağlanacak her halimize hep gülmüyor muyuz ki bu feryâd, figân, ağıt türküsüne de gülmeyelim, oynamayalım!..

Zaten bu türkünün "Kurban olduğum Allah, canım al yârim alma’’ kısmını da ‘’Kurban olduğum Allah, yârim al canım alma’’ diye de değiştirmedik mi? Artık dualarımız da böyle değil mi?

Toplum olarak bir felaket mutasyona uğradık biz... Mutasyona uğramış Coronavirüs veya diğer adıyla Covid-19 da ne ki bizim uğradığımız bu mutasyonun yanında?

Allah sonumuzu hayretsin! Ne bet kaldı ne beniz...

Osman AYDOĞAN

Safiye Ayla'nın yorumuyla ‘’Bir dalda iki kiraz’’:
https://www.youtube.com/watch?v=4qCow8On1Eg

Kırımlı sanatçı Susana Memetova’nın yorumuyla ''Eki çeşme'' (Bir dalda iki kiraz):
http://www.youtube.com/watch?v=qbzlepjldy8

Yine Kırımlı sanatçı Leniye İzmaylova'nın pop yorumuyla '’Eki çeşme’’:
https://www.youtube.com/watch?v=pUgk8pzc6GY

Bir Yunan şarkıcının yorumuyla ‘’Sala sala'':
https://www.youtube.com/watch?v=Gr_lKHseyUY

Hoş, bu şarkıyı bizim gibi tavernada kullanan Yunanlılar da var:
https://www.youtube.com/watch?v=9iq-exMIqkE

İran’da da bu türkü ‘’Naki, naki’’ diye söylenir:
https://www.youtube.com/watch?v=g4BlWVM3qAg

Ermeni sanatçı John Bilezikjian tarafından söylenen ‘’Bir dalda iki kiraz’’:
https://www.youtube.com/watch?v=CUQzmlsO0B0

Ve türkünün sözleri:

Bir dalda iki kiraz

Bir dalda iki kiraz
Biri al biri beyaz
Eğer beni seversen
Mektubunu sıkça yaz

Sallasana sallasana mendilini
Akşam oldu göndersene sevdiğimi
Sallasana sallasana saçlarını
Akşam olsun söyleyeyim suçlarını

Bir dalda iki ceviz
Aramız derya deniz
Sen orada ben burda
Ne bet kaldı ne beniz

Sallasana sallasana mendilini
Akşam oldu göndersene sevdiğimi
Sallasana sallasana saçlarını
Akşam olsun söyleyeyim suçlarını

Bir dalda iki elma
Birin al birin alma
Kurban olduğum Allah
Canım al yârim alma

Sallasana sallasana mendilini
Akşam oldu göndersene sevdiğimi
Sallasana sallasana saçlarını
Akşam olsun söyleyeyim suçlarını

 

 

Çanakkale... Ah! Çanakkale.

18 Mart 2020

Çanakkale Muharebeleri

Çanakkale Muharebeleri, I. Dünya Savaşı sırasında 1915-1916 yılları arasında (3 Kasım 1914 – 9 Ocak 1916 ) Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir.

18 Mart 1915 tarihi İngiliz ve Fransız filolarının Çanakkale Boğazını denizden geçmek için yaptıkları saldırılarda mevcudiyetlerinin %35’ni kaybedip geri çekilmek zorunda kaldıkları gündür.

Müteakiben İtilaf devletleri 25 Nisan 1915 tarihinde kara harekâtına başlarlar. Bu taarruzları da Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk)’ün emrindeki birlikleri etkin ve dâhiyane kullanması sonucu 09 Ocak 1916’da hüsranla sona erer.

18 Mart Deniz Zaferi ve içimizdeki Danimarkalılar

Bu muharebelerde İtilaf devletlerinin denizde yenildikleri ve bizim zafer kazandığımız gün olan 18 Mart günü 2002 yılına kadar ''18 Mart Deniz Zaferi Günü'' olarak kutlanırken, bu gün, 27 Haziran 2002 tarihinde 4768 sayılı kanunla ''18 Mart Şehitler Günü'' olarak düzenlenmiş ve o şekilde anılması istenmiştir.

Ancak bu düzenleme ile bu cefakâr millete hak ettiği bir zaferi kutlamak çok görülmüştür. Bu düzenleme ile Çanakkale Zaferi, bu zaferin kahramanları ve özellikle Gazi Mustafa Kemal Atatürk gölgede bırakılmak, unutturulmak istenmiştir. Bu düzenleme ile sanki bugün hüzün ve matem günü haline getirilmiştir.

18 Mart 1915, zamanın en güçlü donanmalarına sahip olan İngiltere ve Fransa donanmalarının en yenilmez, en bükülmez, en eğilmez, en heybetli, ateş gücü en yüksek başta Queen Elizabeth olmak üzere, Agamennon, Lord Nelson, Inlfexible, Ocean, Irressistible, Albion, Vengeance, Majastic, Canapus, Cornwalls, Swiftsure vb. isimli gemilerinin Çanakkale Boğazı’nda Türk Ordusunun, Türk askerinin karşısında kiminin boğazın dibini boyladığı, kimisinin de yaralanıp mağlup olup çekildikleri gündür…

18 Mart 1915 bir zafer günüdür. Bu hususu özellikle belirtiyorum ki 18 Mart’ı ‘’Şehitler Günü’’ diye matem tutmayalım, bu zafer gününü gururla hatırlayalım, gururla analım ve gururla kutlayalım diye…

Zaferin nedenleri

Bu muharebelerin zaferle sonuçlanmasında şu üç unsurun olmazsa olmaz katkıları olmuştur.

Birinci sırada; tabii ki Mustafa Kemal Atatürk’ün bu muharebede harp yönetiminde, harbin sevk ve idaresinde ve zaferde olan tartışılmaz katkısı ve askerî dehası…

İkinci sırada; hırsı ve tecrübesizliği ile tüm bir harbin kaybedilmesine ve bir imparatorluğun batmasına sebebiyet vermesine rağmen Balkan bozgunundan sonra Osmanlı Ordusunu yeniden eğiten ve donatan Enver Paşa…

Üçüncü sırada ise; eserleriyle, özellikle Türk edebiyatının sahnelenen ilk tiyatro eseri olan "Vatan Yahut Silistre" eseriyle Türk insanına yurtseverlik, hürriyet, millet kavramlarını aşılayan Namık Kemal olmuştur. İşte bu nedenledir ki üniversite talebeleri, lise talebeleri bu savaşa gönüllü olarak katılmışlardır. 

Çanakkale Muharebelerinin sonuçları

Çanakkale Muharebeleri her savaş gibi ardında kan, ölüm ve gözyaşı bıraktı. En iyimser rakamlarla 213.000 Türk şehit oldu.  İtilaf kuvvetinden de 215.000 asker öldü. Bu savaştaki toplam insan kaybı 428.000 kişidir.

Türk ordusunun Balkan Savaşı’nda zedelenen ve hatta yok olmaya yüz tutan prestiji kurtarıldı. Ordu ve millet, bu zaferin getirdiği moralle kurtuluş savaşına girebildi.

Çanakkale Muharebeleri, Mustafa Kemal (Atatürk) gibi askerî bir dâhiyi yarattı, Birinci Dünya Harbi’nin bitiminden hemen sonra başlayacak olan Milli Mücadele’nin bu eşsiz liderini Türk ulusuna kazandırdı.

Çanakkale Savaşları sonucunda batılılar müttefikleri Rusya’ya yardım edemediler. Böylece mahsur kalan Çarlık Rusyası, içerden çöktü, kanlı bir rejim değişikliği oldu.

Anzak asker ve komutanları, Çanakkale’de yiğitçe döğüşen Türklerin hem asker, hem de insancıl yönlerini yakından izleme fırsatını buldular. O günlerde oluşan bu dostluk atmosferi hala sürmekte.

Çanakkale’de Türk ulusu, binlerce okumuş ve aydınını da kaybetti. Kesin olmayan tahmini rakamlara göre, 100.000’den fazla öğretmen, mülkiyeli, tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar yitirildi.

Bu kayıpların olumsuz etkileri, savaş sırasında olduğu kadar, daha sonra da fazlasıyla hissedildi. Nitekim, 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün başlattığı devrimler ve bunların paralelinde girişilen reformların kitlelere yaygınlaştırılıp mal edilmesinde, hayli sıkıntılar çekildi.

İki fotoğrafın düzeltilmesi

Yeri gelmişken iki konuya açıklık getirmeden geçmek istemedim:

İnternette ve sosyal medyada yıllardır dolaşan iki fotoğraf var. Birinci fotoğraf; Çanakkale savaşında olduğu iddia edilen pejmürde kıyafetli iki Türk askerinin fotoğrafıdır. Bu fotoğraf doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır... Bu fotoğraf sahra çöllerinde bir İngiliz esir kampında çekilen iki Türk askerinin fotoğrafıdır. Türk askeri Çanakkale Savaşında daha önce hiçbir harpte olmadığı kadar iyi teçhiz edilmiştir.

İkinci fotoğraf ise yine Çanakkale Savaşı’nda 43. Alay’ın 1917 yılına ait ‘’Yemek Listesi’’ veya ‘’Yemek Menüsü’’ olduğunu gösteren fotoğraftır. Sanki buradaki menü olmayan bir yemeğin menüsüdür. Bu fotoğraf da doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Şöyle ki: Bir kere 43. Alay Çanakkale’de görev almamıştır. 43. Alay Çanakkale Cephesi’nde değil Irak Cephesi’nde görev almıştır. Çanakkale Savaşı da zaten 1917 yılında çoktan sona ermiştir. Ayrıca Çanakkale Cephesi’nde Osmanlı Ordusu hiçbir şekilde açlık çekmemiş ve erzaksız kalmamıştır. Bütün bunları ise Osmanlı Ordusu anlattığım gibi Enver Paşa’ya borçludur.

Geride kalanlar, anneler, babalar, eşler, nişanlılar, yavuklular, çocuklar…

Çanakkale Muharebelerinde en çok sıkıntıyı cepheye asker gönderen ve onların cepheden dönmelerini bekleyen anneler, babalar, henüz duvağını çıkarmış gelinler, çocuklar, nişanlılar çekti.

Kendisinde tarih bilinci gelişmemiş bizden bir zat ‘’Gallipoli’’ isimli bir film yapar. Bu filminde Yeni Zelanda ve Avustralyalı anneleri, gelinleri, çocukları anlatır, bizim Mehmetçiklerin bir tanesinin dahi geride bıraktıkları annesine, yavuklusuna, eşine, çocuğuna yer vermeden. Filmi izleyince hayıflanıyor insan, neden yurdumuzu işgale gelen Yeni Zelanda ve Avustralyalı askerlere karşı yurdumuzu kahramanca savunduk diye. Hani söz vardı ya; ‘ben sana filmci olamazsın demedim, adam olamazsın dedim’’ diye…

Bu yazıda Çanakkale Muharebelerinde cephede savaşan askerlere ve bu kahraman askerlerin geride bıraktıkları nişanlılarının, henüz duvağını çıkarmış eşlerinin, annelerinin, babalarının ve yavrularının hikâyelerine yer verilmiştir.

Unutkan toplumuz ya biz; bu çilekeş insanları unutmayalım diye… Bu yurdun, bu vatanın, bu özgürlüğün, bu bağımsızlığın kolay kazanılmadığını her daim aklımızda tutalım diye… Bu isimsiz, adsız kahramanları unutmayalım diye…

Sonuç

18 Mart, resmi olarak ''18 Mart Şehitler Günü''... Bir zafer gününün şehitler günü diye matem havası içinde anılması akıl alacak şey değildir.  Sanırım içimizdeki Danimarkalılar İngilizlerin rencide olmasından üzüntü duymuştur. Ancak gerçekte bugün ''18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi'' günüdür... Bu zaferi bu millete armağan eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere aziz şehitlerimizi rahmetle ve şükranla anıyorum.

Osman AYDOĞAN

Aşağıda yer verilen hikâyeler Balıkesir’li araştırmacı Aydın Ayhan’ın '‘Çanakkale... Ah! Çanakkale’' isimli araştırmasından alınmıştır. Aydın Ayhan Balıkesirli olduğu için hikâyelerin hepsi Balıkesir'e ait... Çünkü Balıkesir cepheye en yakın il olduğu için cepheye de en fazla askeri Balıkesir göndermiştir... Keşke her ilden Aydın Ayhan gibi bir araştırmacı çıksaydı da o ilin kahramanlarının hikâyelerini gün ışığına çıkarsaydı... Hikâyelerin her birisi ayrı bir değer... Her birisi içselleştirilerek okunmalı diye düşünüyorum… Coronavirüs nedeniyle evdeyseniz eğer yaşanmış bu gerçek hikâyeleri kaçırmayın, okuyun, okutun isterim, bu kahramanlar, bu aziz, bu cefakâr insanlar unutulmasın diye. 

Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Yaşanmayan Bayramlar

Bir gün Seyit İlşekerci’nin eczahanesinde oturuyordum. Beyi ile ilaç alan bir hanım: “Hocam ben sizin bir konuşmanızı izledim. Size nenemi anlatayım. Onun babası da. Çanakkale’ye gitmiş.” dedi.

Merakla dinlemeye başladım.

“Babası Çanakkale’ye gittiğinde, nenemiz henüz kundakta bebekmiş. Gitmiş ve bir daha hiç haber alınamamış. Ama annesi her bayram geldiğinde, nenemizi süsler giydirir ve sokağa yollamazmış. ‘Baban gelecek... Elinden tutacak... Seni bayram yerine o götürecek... Çıkma sokağa bekle..

Her bayram…Her bayram ‘Baban gelecek, elinden tutacak. Seni bayram yerine götürecek…

Nenemiz hala sağ. Ve hala her bayram giyiniyor, süslenip bekliyor. ‘Babam gelecek elimden tutacak. Beni bayram yerine götürecek...’

Edremit’te bir evde hala her bayram... Her bayram yaşanmamış çocukluk günlerinin bayramları yaşanıyor.. Aradan doksan sene geçti. Ama gelecek olan baba bekleniyor. Hayatı boyunca bayram yerinin nasıl olduğunu göremeyen insanların hatıraları yaşanıyor.

Akderenin karası
Kaşlarının arası
Ne olunmaz dert imiş
Çanakkale yarası

Ali Kadir Amca

Bir Ali Kadir Amcamız vardı. Beş, altı yıl önce vefat etti. Sık sık buluşur. konuşurduk.

“Babam Çanakkale’de kaldığında çok küçükmüşüm. Rahmetliyi hiç hatırlayamıyorum. Ama evde hep ondan bahsedilir, hep o anlatılırdı. Belki o zaman adet değildi, evde fotoğrafı da yok. Ama anamın geceleri sabahlara kadar süren sessiz iç çekişlerini, hıçkırıklarını hep hatırlarım. Ben kendimi bildim bileli sokaktan veya mektepten eve her geldiğimde annem işini gücünü bırakır koşar gelir, önümde diz çöker “şehidimin armağanı” diye ellerimi öper, beni okşar severdi. Evde anam adımı pek söylemezdi. “şehidimin oğlu, şehidimin armağanı...” diye seslenirdi. Ben onun için o idim.

Bayramlar bilirsin hep sevinçli geçer. Ama bizde değil. Halam ve amcamlarım gelir. Önce anamın elini öperler sonra eğilirler: “Şehidimizin armağanı” diye diye, benim ellerimi öperlerdi. Hep onu anarlar, hep gözyaşı dolu olurdu bizim bayramlarımız.

Ondan mıdır neden bilmem, ben hala her bayram hüzün dolu olurum.

Evlendiğim zaman, hanımın annesi, kayın validem, öpmem için elini uzattı. Birden şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim. Çünkü o zamana kadar ben evde hiç el öpmemiştim... Hep elim öpülmüştü...

Mukaddes Hatıralar

Bir sıhhiye çavuşu anlatmıştı: Süngü muharebeleri birkaç saat sürüyor. Öğleden sonra ikide üçte ya da ikindiye doğru ne bizde, ne onlarda takat kalıyor, muharebe kendiliğinden sona eriyordu. O vakit beyaz bayraklar çıkıyor, yaralıları  taşıyorduk. Bu arada rastladığımız düşman sıhhiyeleriyle de birbirimizi anlamasak da ayak üstü yarenlik ediyor karşılıklı cıgara veriyorduk.

Bir seferinde, iki Fransız sıhhiye bana seslendiler. Gittim işaretle birini gösterdiler. Bir Fransız askeriydi. Pek yakışıklı biriydi. Elini işaret ettiler. Eğilip baktım. Bir fotoğraf tutuyordu, Genç bir kadın fotoğrafıydı. Belli ki ölmeden önce fotoğrafı çıkarmış, resimdeki kadına baka baka ölmüştü... Bir tuhaf oldum.

Az ötede cesetlerin arasında bir şehidin cesedi de dikkatimi çekti. Oturmuş, başı yana öyle ölmüştü. Yüzünden Karadenizli olduğu anlaşılıyordu. Yüzü adeta güler gibiydi.

Baktım Mehmet de elinde bir şeyler tutuyor. Ona doğru gittim. Avucunda işlemeli mendil tutuyordu. Kolundan akan kan mendile kadar gelmiş, mendili kana bulamıştı. Mendili avucundan yavaşça bırakıverdi. İçini açtım, baktım. Yeni doğmuş bir bebeğin altın gibi sapsarı saçları vardı. Mendili ve saçları şehidin koynuna soktum. Onu alıp o mukaddes hatıralarıyla beraber gömdüm…

İngiliz teyyaresi
Tepemizde dolandı
Verdiğin beyaz mendil
Al kanlara boyandı.

Kuru Fasulye   

1999 Mart’ında pek çok kitap yazmış, ilginç bir köy imamı ile ilgili araştırma yapmak için Edremit’e gittim.

Üniversitede okumuş, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışmış, Çanakkale, Filistin cepheleri, kurtuluş savaşı derken yıllar sonra Edremit’e dönmüş, binlerce kitabını Edremit kütüphanesine bağışlamış birisi.

Onun ile ilgili çalışırken söz Çanakkale’ye gelince masada oturanlardan birisi söze karıştı.

“Dedem Çanakkale’den dönmüş ama babası kalmış.” dedi. Biraz anlatmasını, konuyu açmasını istedim. Dedesinin babası Halil Çavuş Çanakkale savaşları başladığında kırk yedi, kırk sekiz yaşlarındadır. Oğlu Ali on dokuz - yirmi yaşlarındadır. Ali, Çanakkale’ye gider. Bir gün Halil Bey’in hanımı dükkana gelir: “Bey, eve iki asker geldi. Seni sordular. Hemen askerlik şubesine gidecekmişsin... Acaba Ali’mize bir şey mi oldu? Yüreğime bir kor düştü…”

‘Tamam hanım, olur. Ben şimdi gider öğrenirim, gelirim. Canım çekti, sen akşama ocağa bir kuru fasulye vur da yiyelim.

Dükkanı toparlar, askerlik şubesine gelir, kendini tanıtır. Komutan ayağa kalkar: “Sen nerde kaldın? Yürü Edremitliler Çanakkale’ye gidiyor. Koş, yetiş.” “Aman bey, varıp eve haber vereyim, helalleşeyim.” “Mümkün değil. Kafileden kopma. Koş.. Eve biz haber veririz..” Gerçekten de hemen eve koşup. “Kocanızı Çanakkale’ye yolladık’ diye haber vermişler.

Aradan hayli zaman geçer. Kurtuluş savaşı sonunda Ali geri döner.. Halil Çavuştan bir daha hiçbir haber alınamaz..

“Ben o Ali’nin torunuyum hocam.. Ama nenem hayatı boyunca her akşam kuru fasulye pişirdi. Kendisi ağzına o yemekten tek bir lokma koymadı. Hep bize yedirirdi... Bir şey daha söyleyeyim. Belki inanmazsınız… Bizim evde hala her akşam kuru fasulye pişiyor. Çocuklar bıktık diye mırın kırın ediyorlar ama.. hala pişiyor...”

Şu dünyanın işine
Zehir koydum aşıma
Yarim Çanakkale’de
Şehit yazdım taşıma

Boş Tabak

Beklemek! Bir ömür boyu beklemek... Yıllarca geçen zamanı, geçmeyen zamanı beklemek.

Beklemek bulutların geçişinden, kuşların uçuşundan, böceklerin ötüşünden, rüzgarın esişinden umut bularak beklemek. Bin bir türlü rüyayı hayra yorarak beklemek.

Bir konuşmam esnasında: Çanakkale beklemelerinden bahsetmiştim. Dipdiri, capcanlı. gözlerinin içi güle güle seferberliğe, harbe yolladıkları oğulların, kocaların, ölecekleri bir türlü akla sığamadığından, beklemek bizim kadınlarımızın çilesi olduğunu söylemiştim.

Bir arkadaş geldi yanıma. Gözleri yaşlı elimi tuttu. “Hocam, ben bilirim Çanakkale beklemelerini, asker beklemelerini, şehit beklemelerini bilirim. Benim nenem hayatı boyunca sofraya bir boş tabak koydu. Çatalı kaşığı yanında hazır bu boş tabak dedemizin tabağıydı. “Gelirse hemen koyuvereyim yemeğini... Acıkmıştır... Özlemiştir... Hemen koyuvereyim diye nenem boş tabağı hep sofrada tuttu. Ölüm döşeğinde bile. Dedenizin tabağı... Dedenizin tabağını koyun.’ diyordu. Ben Çanakkale beklemelerini bilirim hocam...”

Tarhanam yerde kaldı
Göz yaşım serde kaldı
Çanakkale’ye giden
Gül yarim nerde kaldı?

Hala

Berber Hayri Ağabeyin halasıydı. Balıkesir’de “Yedi bekarlar” derlermiş. Evlenmemiş kız kuruları. Hiç evlenmemişler öylece ölmüşler.

Ben tanıdığımda çok yaşlı idi. Kulakları az duyuyordu. Sandığından çıkar çeyizlerini gösterdiler. Bin bir çeşit çiçekle, baharla, sevgiyle, sevinçle işlenmiş bezler kim bilir ne yürek yangınlıkları, ne iyi niyetlerle hazırlanmış el emekleri, göz nurlarıydı.

Bir gün öldüğü haberi geldi. Çok az insan vardı cenazede. Sadece birkaç akraba.

Gömüldü. Tam mezara toprak atacaklarken ‘aman unutmayalım vasiyeti var’ dediler. Mezara bir kese dolusu diş bıraktılar. Arkasından birkaç torba saç koydu sonra gömüldü.

“Bunlar ne?” diye sordum. Çünkü bizde böyle mezara bir şey koyma adeti yoktu.

“Halamızın yavuklusu, nikahtan hemen sonra daha düğün yapılmadan Çanakkale’ye gitmiş. Bir daha dönmemiş.. Gençliğinde çok güzelmiş halamız. Çok isteyenler olmuş, kimselerle evlenmemiş. Bekar öldü.     

Diş ve saçlara gelince: “Yarın mahşer yerinde huzur-u ilahide kocamla karşılaşırsak “Bu ağızdan senin adından başka erkeğin adı çıkmadı” diyebilmem için ağzımdan dökülen bütün dişlerimi biriktirdim, koyun mezarıma. Huzur-u ilahide kocama “başıma, saçıma yaban eli değmedi” diyebilmek için tarağıma takılan bütün saçlarımı topladım Torbaya koydum. Saçlarım şahidim olacak vasiyetimdir. Saçlarımı da benimle beraber gömün! Koyun mezarıma!’ diye vasiyet etmişti. Vasiyetini yerine getirdik.

Kavakta yeller oldu
Gül yarim eller oldu
Çanakkale denince
Göz yaşım seller oldu

Cevdet Amca

Balıkesir’de Ali Şuuri İlkokulu karşısındaki boşlukta, beş altı yıl öncesine kadar, eski ayakkabı tamircisi vardı. İkinci aralık, ikinci dükkanda kır, pala bıyıklı bir ihtiyar çalışırdı: Cevdet Dede (Alkalp).

Bir akşam üstü dükkanın önünde çay içerken konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. “Rahmetli babam Hafız Ali, Çanakkale’de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım.. Bir fotoğrafı bile yoktu.

O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayi Milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş.. Yokluk.. Kıtlık.. Sıkıntı.. Çocukluğumuz hep ekmek peşinde sıkıntıyla geçti.

Ama anam (Adeviye) benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta her bir yere gidişte yanıma gelir.

-Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben mevlide gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!

Annem babamı bekledi durdu. Büyüdüm, dükkan açtım. Annem gene her bir yere gidişte dükkana gelir, gideceği yeri söyler; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye eklerdi.

Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı. Gene hep değneğini kakarak yanıma gelir; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye tembihlerdi.

Günü geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helallaştı: Bana iyi baktınız. Hakkınızı helal edin. Bana döndü yavaşça: “Baban gelirse, ona “Annem hep seni bekledi, de.” dedi:. Birden irkilerek doğruldu kapıya doğru gülümseyerek; “Hoş geldin... Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti...

Şemsi Nene

1954 yılında, babamın memuriyeti dolayısıyla, Sındırgıdan Balıkesir’e geldik. Babam daha önce gelmiş, bir evin üst katını bize kiralamıştı. Alt katta ev sahibi yaşlı bir kadın oturuyordu. Aksi ve huysuz bir hanımdı. Biz çocuktuk. Oynarken gürültü yaptık mı bize çekişir dururdu.

16 yaşında evlenmiş, kısa bir süre evli kalmış, seferberlikte eşi ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak askere alınıp, Çanakkale’ye gönderilmiş.

Eşinin Çanakkale’den yolladığı mektupları ve zarflarını evinin içeriye bakan pencerelerine yapıştırmıştı. Hatta o zamanlar bende pul biriktirme merakı vardı. Cama yapışık zarflardan birinin üzerindeki pulu yırtıp, almak istemiştim de, nene bana kızmıştı.

Kim bilir neler yazıyordu o mektuplarda? Ama nene her sabah namazdan sonra her mektubu ayrı ayrı okur, her mektubu okuduktan sonra, şehit kocasına fatihalar okur, günlük işlerine başlamadan önce de, bir gün önce bıraktığı yerden başlayarak, kocasının ruhuna hatim indirmeye çalışırdı.

Nenenin ziyaretçileri çok olurdu. Kocaları, oğulları Çanakkale’de ve diğer cephelerde şehit olan hanımlar gelir, bitmez tükenmez dualarla, hatimlerle onları anarlardı.

Şemsi Nine yakmacılık denilen bir usul ile çıbanları iyileştirir, geçimini böyle sağlardı. Geleni gideni çok olmasına rağmen, Şemsi Nene hiç sokağa çıkmazdı.

“Nasıl çıkarım, beyim Çanakkale’ye giderken dış kapının arkasından ellerimi tuttu, gözlerimin içine bakarak ‘Karıcığım.. Gençsin, güzelsin.. Gözüm arkada kalmasın... Ne olur söz ver bana! Ben gelinceye kadar sokağa çıkma’ dedi. İşte orda şu kapının arkasında ona söz verdim. Nasıl sokağa çıkabilirim?

İşlerini, alışverişlerini hep konu komşu yapıyordu. Çünkü söz vermişti. Sözden dönülmezdi.

Onun köşede, küçük tek bir pencere ile koridora bakan merdivenin dibinde, karanlık bir odası vardı. Bir akşam üstü, babamla eve çıkarken neneyi o odanın köşesinde bir gelinlik giymiş, ayakta, ellerini göğsüne kavuşturmuş beklerken gördük. Boynunda iri taneli uzun inci gerdanlık vardı.

Babam şaka olsun diye takıldı. “Nene hayrola, bugün pek süslüsün ya... Ne var... Bir şey mi oldu?” Nene gözlerini yerden ayırmadan kısık, çok derinlerden gelen bir sesle cevap verdi:

“Oğlum ben bugün evlendim. Bak, kocam yüz görümlüğümü de taktı. Kocamı bekliyorum..”

Babam hiçbir şey demeden gözlerinde yaşlarla, kaçarmış gibi yukarı çıktı.

Neneyi orada bütün gece o yalnızlığıyla baş başa bıraktık. Gürültü olur diye bizi erken yatırdılar. Soba bile yakmadık.

Ertesi gün, günlük hayat eskisi gibi devam etti. Öğrendik ki; hayatı boyunca evlendikleri gün nene süslenip, hep kocasını beklermiş.

Nenenin hiç çıkmadığı evden yıllar sonra cenazesi çıktı. Ev uzun süre boş kaldı. Hep evin fotoğrafını çekmek veya çektirmek istedim. Bir türlü fırsat bulamadım. Birkaç yıl önce o binlerce gözyaşıyla, acıyla beklemenin yaşandığı ev yıkıldı. Şimdi yeri bomboş...

Esme rüzgâr kal artık
Gözüm yaşı sel artık
Çanakkale’de kaldın
Çok bekletme gel artık.

Cigaraya Nasıl Başlanır

Üniversitemiz genel sekreteri Faiz Türkan anlattı: Bir gün Çanakkale’ye gene gönüllü toplanmaktadır. Bir çavuş Balya’nın Turplu köyüne gelir, gençleri cami önüne toplar. Vücutça gözüne kestirebildiklerini ayırır.

-Kaç yaşındasın?
- On yedi..
 -Tut kaldır şu tüfeği... Tamam Çanakkale’ye..

Böylece yirmi iki genç ayırır. O sırada bir çocuk daha gelir. Çavuşa: “Ağabeyim gidiyor. Ben de geleyim..

-Yaşın kaç?
-On üç.
-Daha çok küçüksün. Bu çocuktan başka ailede evlat var mı?
-Yok.
-Öyle ise bu kalsın da nesli devam ettirsin.

Faiz Bey: “İşte ben o kalsın, nesli devam ettirsin denilen torunuyum.” Ve giderler... Dualar edilir... Sular dökülür... Giderler...

Ama anne ile baba her sabah kalkan bir kese tütün alır, köyün yolu tepesi vardır, oraya çıkarlar. Başlarlar yola bakmağa; “Oğlumuz buradan gitti, buradan gelecek.” Bekle, bekle, belde. “Yak bir cigara sar bir cigara daha.”

“Oğlumuz bu yoldan gittiydi. Buradan gelecek...’’ ”Çok uzaklardan biri gözükür köye yaklaşmaktadır. “Acaba oğlumuz mu? Sar bir cıgara daha” Gelenler selam verip geçip gitmektedir. ‘’Oğlumuz bu yoldan gelecek...’’

Yıllar yılları kovalar. Kar, yağmur, çamur, fırtına, rüzgar, güneş, sıcak… Hiçbiri engel olamaz o tepenin üzerinde sabahtan akşama kadar bütün gün iki ihtiyar bazen soğuktan titreyerek, bazen sıcaktan bunalarak oğullarını beklemektedir.

Giden oğullar hep beklenir. O köyden, seferberlik için yirmi iki genç askere alınmış sade iki kişi geri dönebilmiştir.

Nene, ömrünün sonlarında adeta yarı meczup ölmüştür. Çünkü gece gündüz ağzından sadece sadece bir kelime dökülmektedir: “Oğlum... Oğlum...”

Tespih gibi çektim seni
Gelir gelir gelir diye

Yaralılar

Bu savaşlara katılıp yaralanmayan yok gibidir. Çok ağır yaralar alınmadıkça cephe terk edilmemektedir. Sargı yerlerine ancak ağır yaralılar getirilmekte, hafif yaralar siperlerde sarılmakta, kanamayı önlemek için tütün konmakta, toprak basılmakta, ot veya çaput depilmekte, kanama dindirilince çarpışmaya devam edilmektedir.

Hani “vücudu yaralardan kalbur gibi” diye bir tabir vardır ya, hiç abartma değildir. Yedi, sekiz yara Çanakkale gazilerinde olağan sayılmaktadır, gerçekten vücudu delik deşik hatta uzuvlarından bir kaçını kaybetmiş birçok gaziye rastladım.

1953’te Balıkesir’e geldiğimizde mahallemizdeki bir çıkmaz sokakta penceresinin önünde oturarak hiç durmadan “Çanakkale içinde vurdular beni” türküsünü söyleyen bir vardı. Bir bacağı dizinden, diğeri bileğinden kopmuş, sol kolu omzundan yok, sağ elinde sadece üç parmak vardı ve iki gözü kördü. Yirmi yaşında askere alınmış, ilk safta önünde patlayan bomba ile harp dışı kalmıştı: O muhteşem gaziye anası ve kendisini ona adayan bir kız kardeşi bakıyordu. Unutuldu gitti.

Bu gazilerin hepsi cepheden cepheye koştular. Çanakkale’den düşman çekilince İran cephesine, Kafkas cephesine gönderildiler. Hemen ardından Milli Mücadelenin şanlı ordusunda yer aldılar.

Yaralı gazilerin çoğu ömürleri boyunca yaralarının acılarını çekenler oldu. Hiçbiri hiç yakınmadan başında, karnında, göğsünde, sırtında, bacaklarında çıkarılmayan kurşun ve şarapnel parçalarını şerefiyle yaşadılar.

Bel kemiğine saplanmış bir bomba parçası yüzünden hayatı boyunca sırt üstü yatamayan, kolları altına koyduğu yastıklarla uyuyabilenler, alt çene kemiği parçalandığı için ağzının olduğu yerdeki korkunç boşluktan özel bir huni ile sadece sıvı yiyecek alabilenler, takma kol veya bacağını ancak askıya atarak uyuyabilenler, zamanla yaşlanıp göçüp gittiler. Unutuldular...

Bu yüzyılın başında civan birer delikanlı olan bu şanlı gazileri anmak, hatıralarını unutmamak, ders olsun diye genç nesillere aktarmak bir vicdan borcudur.

Balıkesirli İbrahim Çavuş

Balıkesir’in “Yavaşça” ailesindendir. Askerlik çağı gelince, askere alınmış, Yemen’e gönderilmiştir. Tam dokuz yıl çöllerde sıcakla, akrepler, yılanlarla ve düşmanla çarpıştıktan sonra terhis edilince, Balıkesir’e gelmişti. Üç parmağını Yemen’de bırakmıştı.

Ağabeyi, Balıkesirli Şevket Çavuş Çanakkale’ye gönderilmişti. Eve geldiğinin tam onuncu günü, İbrahim Çavuş da Çanakkale’ye gönderildi.

Her fırsatta ağabeyini aradı. Sora sora, birlik numaralarına göre ağabeyini buldu.

Şevket Çavuş nerde diye sorunca işaret ettiler. Ağabeyinin atı bir müsademe de yaralanmış, O da atın altına girmiş atın yarasını tımar etmektedir. İbrahim Çavuş ağabeyine seslenince çıkar gelir. Bakar, görür ki ağabeyi çok hastadır. Yorucu müsademeler, bakımsızlık, yorgunluk bitirmiştir. Ağabeyini (onu) yılların hasretini, birkaç sigara içimine sığdırırlar. Ayrılmaları gerekince, sarılır ağabeyi ile helalleşirler. Burası öyle bir yerdir ki belki bu son görüşmeleri olacaktır. Helalleşirler... Sarılırlar, sarılırlar, ağlarlar...

Şevket Çavuşun hastalığı iyice artınca doktorlar tebdil hava (hava değişimi) ile memlekete yollarlar. Şevket Çavuş bin bir meşakkat (zahmet, zorlukla) Balıkesir’e gelebilir. Evine gelir.. Ev halkı sevinçle karşılamaya çıkar... Ve tam evin kapısından girer. Oracıkta vefat eder.

İbrahim Çavuş, Çanakkale’den sonra Kafkas Cephesi’ne gönderilir. Ancak Milli Mücadeleden sonra Balıkesir’e eve dönebilir.

Bir gün oğlu “Baba giden gitmeyen alıyor, sen neden madalya almıyorsun diye sorar. İbrahim Çavuş: “Oğlum, zahmetli iş.. Önce yazı yazdırmak lazım.., Dilekçe vermek lazım.. Ve birden öfkelenir: “Hadi madalya aldık. Ama maaş ne oluyor.” Bir tokat vurur oğluna. “Ben Allah için, vatan için, bayrak için, millet için savaştım... Madalya için, para için değil!”

Doğrudur; Onlar’ın madalyaları vücutlarında bin bir dövüşten kalan yaralardır...

Onlar isimsiz kahramanlardı. Kalan ömürlerinde sessizce yaşadılar... Sessizce öldüler.

Bigadiçli Mehmet Çavuş

İsmail oğlu Mehmet Çavuş, Bigadiç’in İskele bucağının, Budaklar köyündendir. Oğlu olduğunda adet üzerine ona babasının adını vermiştir. Balkan Savaşı çıkınca askere alınmış, terhis olmadan Çanakkale’ye gönderilmiştir.

Oğlu İsmail’de boylu poslu olduğundan askere alınmış, o da Çanakkale’ye gönderilmiştir.

Bir hücum günü sırası gelen tabur toplanma yerinden ayrılmakta, birincisi hat siperlerine doğru gitmektedir. Mehmet Çavuş alay sancaktarı olduğundan en öndedir. Balıkesirlilerin olduğu alay geçerken sorar: “İçinizde İsmail Çavuş var mı?” Oğlu babasının sesini tanır. Bağırır: “Baba! Ben burdayım !“

Birden şaşırır. Kaç yıldır görmediği oğlu İsmail burdadır. Ama alayın beklemeye zamanı yoktur. Yürüyüş başlamıştır.

“İsmail’im ... Siperde kal ... Ben gelir seni bulurum...” Yürür giderler.

Birinci Hafta gelir gelmez savaşa tutuşurlar. O gün Mehmet Çavuş başka türlü duygularla savaşır. Siperlere dönüldüğünde oğlu ile beraber gelen hemşehrilerinden birisi: “Mehmet Dayı, oğlun İsmail seni çağırıyor” der. Mehmet Çavuş hemen İsmail’i bulmaya gider. Bakar, İsmail’i yerde yatmaktadır. İlk süngü muharebesinde şehit olmuştur.

Diz çöker şehidinin önüne, alır oğlunun başını dizine... Yavrusu büyümüş de bir de asker mi olmuştur be... Ne kadar da büyümüş görmeyeli... Mendilini çıkarır siler oğlunun yüzündeki kanları... Breh... breh... breh ... Amma da delikanlı olmuştur yavrusu.. Bıyıkları da yeni çıkıyor galiba... Ne de güzel olmuş kaplan yavrusu... Öper, öper, öper yüzünü, çocukluğundan beri koklayamadığı başını tekrar tekrar koklar... Sarılır oğluna... Sever... Öper... Konuşur yavrusuyla...

Neden sonra artık sargı mahalline götürmesi gerektiğinin farkına varır... Alır kucağına, taşır oğlunu tepelerin ardındaki sargı mahalline...Yatırır bir yere, gözyaşlarını akıta akıta geri döner... Akşama doğru bir kere daha görmek ister Işmail’ini... Sargı mahalline gider... Bir de bakar ki her yer sıra dağlar gibi yatan binlerce Ismail’le dolu... Hepsi birbirine benzemekte.

Hiç olmazsa gömülmelerine yardım edeyim... İsmail’lerini tek tek kucaklar, taşır açılan toplu mezara götürür yatırır..İsmailleri artık vatan toprağının kucağındadır.

O kadar dolu ki toprağın şanla
Bir değil sanki bin vatan gibisin
Yüce dağlarına düşen dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin

Adile Teyzenin Hasan’ı

1930’lu 40’lı yıllarda Balıkesir’de bir Adile Teyze yaşardı. Ben, çok yaşlılığını tanıdım. Bağıra bağıra konuşur, her fırsatta ağlardı. Adeta yarı meczup yaşardı.

Seferberlik başlar başlamaz, kocası askere çağrılmış, Çanakkale’ye gönderilmiş. Tek evladı olan Hasan’la yapa yalnız kalakalmıştı. Hasan, on yedisindeydi ve başkasının dükkanında çalışıyor, geçinip gidiyorlardı.       

Çanakkale’den gelen yaralıların, şehitlerin haberleri duyulmaya başlamıştı. Bir gün eve gelen bir kırmızı mektupta “Babanın” şehit haberi öğrenildi. Sadece birliği ve şehit olduğu gün yazılıydı. Göz yaşları sel oldu.

Ana oğul daha sıkı kenetlendiler birbirlerine. Günler geçmek bilmiyordu. Fatihalar... Hatimler... Mevlitler... Acıyı azaltmıyordu.

Bir gün, gene davullar dövülmeye başlandı Balıkesir’de. Gene gönüllü toplanıyordu. Askerlik şubesi önü kalabalık. Davullar zurnalar “Ey Gaziler”i çalıyordu. Yüksekçe bir yere çıkmış bir çavuş, elinde koca bir bayrak sallıyordu durmadan.

Hasan, davul sesini duyunca, dükkanı kapayıp, oraya doğru gitmiş, askerlik şubesinin önünde kendiliğinden sıraya girmişti. Gelenler sıra ile kaydediliyor, hemen içeri alınıp asker elbiseleri giydiriliyor, yan tarafta sıraya sokuluyor, çavuşlar yeni askerlere durmadan öğütler veriyordu.

Gönüllüler aynı gün yola çıkacaklardı. Bir adet vardı! Davullar önde, sancağın arkasında gönüllüler, sokak sokak dolaşırken, tanıdıklarıyla, akrabalarıyla, aileleriyle helalleşirler, dualarını alırlar, cepheye öyle giderlerdi.

Davullar sokaklarda dolaşmaya başlayınca, bütün Balıkesirliler kapılara, pencerelere çıkmış “acaba kimi son defa göreceğiz? Kim Çanakkale’ye gidiyor? Kimin çocuğuyla helalleşeceğiz?” diye merakla bakarlardı. Herkes göz yaşlarıyla helalleşir, onlardan önce Çanakkale’ye gitmiş olan kendi çocuklarına selam yollarlardı.

Davulları duyar duymaz, Adile Teyze’de kapıya çıkmış, gönüllerin gelmesini beklemeye başlamıştı. Kolay değildi... O da kocasını bu şekilde davullarla cepheye uğurlamıştı. Davullar vuruyor uzaktan sancağın ardı sıra bir asker yaklaşıyordu.

Birden en önde gülümseyerek kendisine bakan bir askere takıldı gözleri. Tek yavrusuydu... Hasan’ıydı.

- Yavrum. Evladım. Gözümün nuru Hasanım, Hayrola?
- Ana ben Çanakkale’ye gidiyorum. Babamın yanına.
- Yavrum. Aslanım. Sütüm sana helal olsun. Uykusuz gecelerim helal olsun. Analık hakkım helal olsun. Ama Çanakkale’de düşmana sırtını dönersen, babanı utandırırsan haram olsun...

Adile Teyze feryat eder. ''Komşular kına yetiştirin. Koç yiğidimi vatanıma kurban gönderiyorum. Kına yetiştirin.'' Adet olduğu gibi hemen kına getirilir. ''Oğlum, uzat tetik parmağını kınanı yakayım. Onu kullanırken bizi hatırla.'' Kına yakılır. ''Oğlum bir saniye bekle... içeri girer. Sandığı açar. Duvağını çıkarır getirir. ''Yavrum, bu duvağı baban almıştı. Çanakkale’ye git. Babanın mezarını bul. Bu duvağı onun üzerine ört.'' ''Olur ana... der duvağı sarık gibi fesine dolar.''

Eller öpülür. Sarılır, kucaklaşırlar, ağlaşırlar, uğurlanır. Arkasından sular dökülür... Gidenler sokağın ucundan marş söyleye söyleye kaybolurlar.

Emekli bir postacı anlatmıştı:

“Aradan on beş gün, bir ay geçmeden eve bir kırmızı mektup daha getirdim. Kapıyı çaldım. Adile Teyze elimde mektubu görür görmez…

Anladım postacı, anladım. Ne olur sen oku. Ana yüreğidir dayanmaz. Sen oku.. Okumaya başladım. Mektup “Anne” diye başlıyordu.

‘Anne, ben oğlunun bölük kumandanıyım. Babasının mezarını bulmak maalesef mümkün olmadı. Biz şehitleri toplu gömeriz. Ama vasiyet etmişti, duvağını oğlunun üzerine örttüm.

İçerden bir feryat duyulur. ‘’Elhamdülillah... Elhamdülillah oğlumuz bizi utandırmadı.”

Şehidimin haberi
Mevla’m versin sabırı
Oğlum Çanakkale’de
Bilinmiyor kabiri

Yedi Madalya

Behlül Dal, ünlü bir film yapımcısıdır. Özellikle titiz çalışan, kılı kırk yaran, belgesel filmlerde tam gerçeği yakalayan, montaj masasında harikalar yaratan biri. Sinema dünyasında dev bir isim. Bir doruk noktası.

Balıkesir’de Milli Mücadele ile ilgili bir film çekiminde kısa bir süre birlikte bulunduk. Çekim sırasında birden heyecanlanıverdi: “Benim babam Çanakkale gazisidir. Hayatı boyunca eğilmeden yaşadı. Kimseye minnet etmedi. Halinden kimseye şikayet etmedi. En büyük gurur kaynağı göğsünde şerefle taşıdığı yedi harp madalyasıydı. Yedi süngü yarası... Hatta göğsünü delip dışarı çıkmış bir süngü yarası, öyle derin işlemişti ki parmağını soktu mu içinde kaybolurdu.

Sadece onlarla övünürdü. Öldüğünde mezara indim... Tam gömerken, açtım göğsünü onun bize şeref hatırasını bıraktığı o madalyalarını bir bir öptüm... Öyle gömdüm.”

Behlül Bey ağlıyordu... Biz de ağlıyorduk…

Göklerde yazılı destan gibisin.

Karakaşlı Ömer

Annesinin tek oğluydu. Kaşlarından dolayı annesi onu Karakaşlı Ömerim” diye çağırır severdi.

Bir gün sıra ona da geldi “Anasının kara gülünü” Çanakkale’ye çağırdılar. Gitti. Çok geçmeden bir mektubu geldi. Herkese selam ediyor, adeta vedalaşıyordu. Yaralanmış, yarası ağır ve karnındaymış herkesle helallaşıyordu mektubunda, anasıyla, babasıyla, akrabalarıyla, arkadaşlarla, komşularla helallaşıyordu. En çok da öleceğine değil anasının üzüleceğine yanıyordu. Mektubunun sonunda o zamanlar çok söylenen bir halk türküsünden alınmış şu sözleri yazmıştı.

“Sıhhiyeler sağaltmadı yaramı / Yoldayım ağlatmayın anamı”

Ömer’in bu son isteği üzerine anasına hep, “Ömer gelecek.. yoldadır… Gelecek” denilmiştir.

Ömer gelecekti, yoldaydı gidenler bir gün gelmiyor muydu. Elbet Ömer de gelecekti.

06 Şubat 1923’te Atatürk Balıkesir’e ilk defa geldi. “Evet Gazi Paşa gelmişti. O Anafartalar da onun kumandanı değil miydi? O bilmeyecek de kim bilecekti? Gazi Paşaya sormalıydı. Ömer’ini sormalıydı. O gün Atatürk’ün kaldığı evin arka kapısında pek kimsenin farkında olmadığı bir olay yaşanıyordu. Ömer’in anası kapıya gelmiş ille de “Gazi ile görüşmek istiyordu. Atatürk’ün yaverleri “Olmaz!” dediler. “Hiç Gazi Paşa ile öyle paldır küldür her önüne gelen görüşebilir miydı?

Meseleyi bilenler yaverlere Ömer’in vasiyetini fısıldarlar. “Yolda, gelecek” denmesini, anasının ağlatılmamasını istemişlerdir.

Çanakkale denince akan sular durur Çünkü Atatürk’ün yaverleri Çanakkale’den beri yanındadırlar. Çanakkale’de şehit düşmüş birinin vasiyeti elbette yerine getirilir. Girerler içeri, durumunu anlatırlar Atatürk’e “Gelsin“ der. Getiriler. Latife Hanımla birlikte oturmaktadırlar:

“Buyur kadın bir şey mi istiyorsun?” ‘’Yok Gazi Paşam, yok... Sağlığını isterim... Ama Ömer’imi gördün mü? Çanakkale’de Kara kaşlı Ömer’imi gördün mü?’’  “Yoldadır... Gelir.” “Sağ ol Paşa Hazretleri...” der ayrılır kadın.

“Yoldadır elbet...” koskoca Gazi Paşa der, o yalan mı söyler hiç... Gelecek tabi... Ömer’im gelecek!”

Artık gelene, geçene, hanlarda, istasyonlarda uzaklardan gelen askerlere, esaretten Dönenlere hep Ömer sorulur... “Gördünüz mü? “Kara kaşlı Ömerimi gördünüz mü? “Kara kaşlı Ömer’im kara gülleri severdi.” diye evinin bahçesine kara güller doldurur. Her bahar güller açtığında bir başka türlü sevinir. “Bahar geldi, Ömer’im de gelecek”

Yıllar bir biri ardına devrilmektedir. Artık her sabah açan her gül tomurcuğunu “Ömer’im... Ömer’im” diye sevmeye başlar... Gül açar, solar, dökülür... Ama olsun diğer tomurcuk açacak ya... Bahar gelecek ya...

Öldüğünde mezarının üzerine kara güller dikildiğini söylediler... Vasiyetiymiş.

Nerede açmış koyu renkli bir gül görsem, kara kaşlı Ömer’in anası gelir hüzünlenirim.

Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet
Balam nenni oğlum neni

Üçpınarlı Ali

Hattat oğlu Mustafa Efendi anlatıyor:

Bir gün bizim birliğe takviye Balıkesir gönüllüleri geldi denildi. Gittim. 120 kişiydiler. Hemen hemen hepsi tanıdıktı. Sarıldık, hasret giderdik. Başlarında da o zamanların Balıkesir’in ünlü kabadayısı Üçpınarlı Ali vardı. Ali sancaktar olmuş. Tüfeği çapraz asmış, sancağın üzerine de sırma ile “Karesi Gönüllüleri” yazdırmıştı. Kabadayılığı gene elden bırakmamış, askerlikte pek hoş olmamasına rağmen belinde kamasını sallandırmıştı.

Beni görür görmez yanıma geldi: “Kumandan Efendi. Biz buraya beklemeye gelmedik. Hadi düşmanı basalım’’ ‘’Burada her şey emirle olur. Hücuma sadece biz geçersek, kendimizi gereksiz kıldırırız. Her şeyin zamanı var’’ dedim.

‘’Peki öyleyse hücuma geçmeden yarım saat önce bize söyle de şu sırt çantalarını  emniyetli bir yere koyalım. Söyle rahat rahat, doyasıya dövüşelim...’’

Ali haklıydı. Sırt çantaları askerin en kıymetli şeylerini taşırdı. Çamaşırları, paraları, mektupları, usturası, sigarası, tütünü hep sırt çantalarında olurdu. Çantaları kaybolduğunda  asker sıkıntı çekerdi. Çok hareketli zamanlarda çanta sırtta muharebeye girilirdi.

Hücuma yarım saat kala Ali’ye haber verdim. Balıkesirlileri aldı, siperlerin gerisinde bir vadide kayboldu...

Hemen gelirler sandım. Beklerim gelmezler, beklerim gelmezler. Bir çavuşa; “Şu bizim hemşehrilere bir bak bakalım. dedim. Gitti. Biraz sonra önde Üçpınarlı Ali arkada arkadaşları çıktılar geldiler. Şaşırdım hepsi süslenmişler, hanımlarının, nişanlıların verdikleri ayrılık mendillerini kimi boynuna dolamış, kimi alnına çatmış kimi bileğine dolamıştı. Çoğu yakalarına artık kurumuş gül veya karanfil takmıştı. Ali’ye sordum: “Neden geç kaldınız?”

‘’Komutan Bey, biraz sonra Cenab-ı Rabbül Aleminin huzuruna çıkacağız. Temiz çıkalım dedik. Ola ki bir pislik bulaşmıştır diye çamaşırlarımızı değiştirdik. Abdest aldık. Biz buraya oynamaya değil, düğüne geldik, bayrama geldik. Bugün bizim bayramımız onun için süslendik. Ayrılık hediyelerini taktık. Birazdan bayramımız var. Aman sen bize hücumdan beş dakika önce gene haber ver...”

Sonra büyük bir sessizlik oldu... Herkes kendi dünyasına dönmüş dua ediyordu. Gözler yumulu avuçlar açılmış sadece dudaklar kıpırdıyordu. Saatime baktım. Ali’ye beş dakika kaldığını bildirdim. Birden bire ortalık kaynayıverdi. Hepsi birbirlerine sarılıyor, öpüşüyor, helallaşıyorlardı.

‘’Dendi ha... Utandırmayın ha... İyi dövüşün ha... Gün bugündür.. Anamız bizi bugün için doğurdu... Hakkınızı helal edin...’’

Kısa süre sonra, dişler kenetli, süngülerini takmış, tüfeklerinin dipçiklerine parmaklarını geçirircesine yapışmış bölük hücuma hazırdı. Ölüme hazırdı.

“Hücum” deyince sanki siper sarsılıverdi. Hepsi, “Allah... Allah!” diye düşmanın içi ne bir hançer gibi daldılar... Dövüştük... Dövüştük...

Akşama doğru savaş durdu. Ateş kesildi. Her iki taraf yaralı ve cesetleri topluyordu.

Yanıma birisi geldi. “Komutan Efendi Üçpınarlı Ali sancağı vermiyor...” dedi. Gittim baktım.

O yüz yirmi kişiden o gün on üç kişi sağ kalmış. Ali de şehitler arasında idi. Ama sancağı öyle bir kavramış ki parmakları kenetlenmişti. Çekeyim dedim olmadı. Orada, Anafartalar’da çam ağaçlarının altında nice memleket evladı, koç yiğitler yatıyor…

Hücum demiş Kemal Paşa Zabiti
Yavrumun kefeni asker kaputu
Salına girmeğe yoktu tabutu
Yoksa yavrum seni vurdular mola
Yuvadan mezara koydular mola…

 

Çanakkale Türküsü

17 Mart 2020

Bir gün sonra Çanakkale Zaferi'nin ve şehitlerinin anma günü... Bugüne mahsus severek dinlediğimiz bir türkü var: Çanakkale Türküsü... Bu türküyü severek dinleriz, severek mırıldanırız da ancak bu türkü hakkında çok az şey biliriz...

‘’Çanakkale içinde aynalı çarşı, ana ben gidiyom düşmana karşı, of gençliğim eyvah’’ diye başlayan bu Çanakkale Türküsü sanılanın aksine bir Çanakkale türküsü değildir... ''Adana'nın yolları taştan'' türküsünün bir Çankırı türküsü, ''Şen olasın Ürgüp'' türküsünün bir Antalya türküsü olduğu gibi bu türkü de her ne kadar adı Çanakkale Türküsü de olsa bir Kastamonu türküsüdür. 

Savaş öncesi İnebolu limanından binlerce askerimiz deniz yoluyla gemilerle İnebolu'dan Çanakkale'ye sevk edilir. Bu nedenle de Kastamonu bu savaşta en çok şehit veren illerimizden birisidir. Bu türkü de Çanakkale’ye sevk edilen ve orada da şehit olan Kastamonulu bir asker adına yazılmıştır.

Bu türkünün doğuş zamanının harp öncesine ait olduğu düşünülmektedir. Çünkü daha Çanakkale Savaşı başlamadan önce Çanakkale‛de harbe hazırlanan Kastamonulu askerler tarafından bu Çanakkale Türküsü'nün söylendiği bilinmektedir. Şöyle ki;

Araştırmacı yazar Emrullah Nutku’nun ‘’Çanakkale Şanlı Tarihine bir Bakış’’ isimli eserinde bir mektup yer almaktadır. Mektubu yazan Emrullah Nutku’nun kardeşi Seyfullah’tır. 1903 doğumlu olan Seyfullah savaşın arifesinde Çanakkale Sultanisi (lisesi) 1. sınıf öğrencisidir. Seyfullah, Çanakkale‛den gönderdiği ve üzerinde 29 Eylül 1914 tarihi yazılı olan mektubunda şöyle der:

‘’Sevgili Anneciğim,

Canımıza tak diyen iki yıllık gurbet hayatından artık kurtuluyoruz. Sana ve aileme kavuşacağım için seviniyorum. Mektebimizi alıyorlar, hastane olacakmış, bizi de İstanbul’daki mekteplere dağıtacaklarmış. Hocalarımızın çoğu da askerlik hizmetine gidiyorlar, büyük sınıflar da gönüllü yazılacaklarmış. Bugün Türkçe hocamız sınıfa geldi, ama çok kalmadı, bize veda etti. Bize; 'Zamanı gelince cephede yapılacak vatan hizmetinin mektepte yapılan hizmetten kutsi olduğunu' söyledi. Birkaç günden beri Çanakkale sokaklarından askerler geçiyor. 'Çanakkale içinde Aynalıçarşı, Anne ben gidiyorum düşmana karşı' şarkısını söylüyorlar. At üstünde zabitler, top arabaları, mekkare ve deve kervanları sokağımızı doldurdu. Harp olacakmış. İngiliz ve Fransız harp filoları boğazın dışında dolaşıyormuş. Buraları bombardıman edeceklermiş. Bu bombardımanı görmek isterdim, ama yakında Çanakkaleden ayrılacağız. Ama size kavuşacağım ben. Beybabamın, sizin ellerinizi öper kardeşlerime selam ederim.

Oğlunuz Seyfullah.’’

Mektupta da görüldüğü gibi daha savaş başlamadan bu türküden bahsedilmektedir. Ancak savaştan sonra da bazı dizelerin eklendiği düşünülmektedir, ''Çanakkale'den çıktım başım selamet, Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet'' dizesi gibi...

‘’Ana ben gidiyom düşmana karşı’’ deyişi henüz gençliğe adım atmış, henüz çocukluğunu atlatmamışların deyişidir… Onların kimisi nişanlı kimisi evlidir… Bu gidişten analar babalar umudu kesmiştir… Ölmeden mezara koymuşlardır… Çünkü yaralanan ancak iyileşme şansı olmayan ya da içinde bulunulan koşullar itibari ile bakılamayacak, iyileştirilemeyecek Mehmetlerin acı çekmemeleri için daha ölmedikleri halde gömülmelerini (mecazi anlamda) anlatmaktadır… Çünkü cepheden cepheye sürülen Mehmetlerin ciğerleri çürümüştür kan kusa kusa…

Çanakkale Türküsü, sadece Kastamonu'nun, Çanakkale’nin değil Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e bu coğrafyanın bir türküsüdür. Çanakkale Türküsü sadece 1915 yılının değil son bin yılın türküsüdür. Çanakkale Türküsü bir milli mutabakat türküsüdür. Anadolu insanının, Anadolu coğrafyasının kaderinin türküsüdür... Cepheden cepheye sürülen gencecik insanlarımızın, Mehmetçiğin türküsüdür...

İşte bu nedenle öyle bir türkü ki bu türkü; bu türkünün Rumcası vardır, bu türkünün Makedoncası vardır, bu türkünün Arnavutçası vardır… Bu türkü ‘’Kâtibim’’ türküsü gibi, ‘’Bir dalda iki kiraz’’ türküsü gibi Osmanlı tebaalarının ortak feryadı ve ortak kültürü olarak yakın coğrafyada yaşamış her millet tarafından sahiplenilmiş, her millet kendi acısını, harplere gidip de dönmeyen evladının üzüntüsünü bu türkünün bir feryat, bir figan müziğine dökmüştür…

Aşağıda bu türkünün hem Türkçe hem de diğer dillerden değişik yorumlarını veriyorum... Türkünün bu yorumlarının hepsini dinleyin! Hatta defalarca dinleyin... Bu güzel türküyü dinlerken gözlerinizi kapatın, melodisini içinizi sızlatırken sözlerine odaklanın… 

Sonra da gidin... Gidin işte, Çanakkale'ye gidin... Çanakkale içinde sıra söğütler altında yatan aslan yiğitlere gidin…  O zamana, o alana, o muharebeye gidin ve o gencecik insanların neler yaşadıklarını, neler düşündüklerini hissedin... Sonra da hepsine dualarla teşekkür edin yürekten... Sonra da sarılın toprağınıza, sarılın vatanınıza, sarılın hürriyetinize…

Daha sonra da; yurduna geri gelmeyenlerin, evine, barkına geri dönmeyenlerin, anasına, babasına, yavuklusuna kavuşamayanların hikâyelerini anımsayın, onları bir sonsuza kadar bekleyen anaları, babaları, çocukları, yavukluları, sevgilileri, eşleri hatırlayın (ki bu hikâyeleri de yarın anlatacağım)... Sonra da bu türküyü dinlerken elinize bir mendil alın, ister hüngür hüngür ağlayın, ister usul usul ağlayın, ister için için ağlayın... Sonra da hepsine dualarla teşekkür edin yürekten... Sonra da sarılın toprağınıza, sarılın vatanınıza, sarılın hürriyetinize…

Çanakkale kahramanlarımıza, başta Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına ve tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum…

''Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of gençliğim eyvah''

Osman AYDOĞAN

Ruhu Su’nun yorumunda ‘’ ‘’Çanakkale Türküsü’’:
https://www.youtube.com/watch?v=SxVLCZhbaPA

Çanakkale 1915 Filmi’nde ‘’Çanakkale Türküsü’’:
https://www.youtube.com/watch?v=L-OFxAuAj7s

Arnavut sanatçı Rifat Berisha’nın yorumu ‘’Çanakkale Türküsü’’ (Qanë Kalaja)
https://www.youtube.com/watch?v=Nwsxd_72KBs

Bugüne kadarki kaydedilmiş en eski yorumu ise 1923'te Amerika’da Marika Papagika adlı bir Rum göçmen şarkıcı tarafından seslendirilmiş. Hasan Saltık bu plağı Amerika’da bulmuş.1890 Kos doğumlu olan Marika Papagika ailesi ile göç ettiği Mısır’da solistliğe başlamış. 1915'de Amerika’ya göçmüş. Kocası Kostas ile işlettikleri bir kulüpleri varmış. 1929'daki ekonomik krizde gece kulübünü kaybeden karı kocanın yokluğa düştüğü ve Marika'nın 1943'de düş kırıklığı içinde hayata veda ettiği söylenir. Marika Papagika bu türküyü Türkçe seslendirir:
https://www.youtube.com/watch?v=kpCPmsSHaHg

Değişik Yunan sanatçılar tarafından seslendirilen ‘’Çanakkale Türküsü’’:
https://www.youtube.com/watch?v=zA6yLbwZHyI&feature=related

Bir not: Türküde Çanakkale içinde ismi geçen bir çarşı var: Aynalı çarşı... Çanakkale merkezindeki Aynalı Çarşı’nın yapımı ile ilgili kesin bilgiler olmamakla beraber II. Abdülhamid döneminde, 1889’da Çanakkale’nin önde gelen Yahudi ailelerinden Halyo tarafından yaptırıldığı bilinmektedir. Bir başka iddia da çok daha önceden yaptırılmış olan bu çarşıyı Halyo onarmıştır. Bu çarşının İstanbul’daki Mısır Çarşısı’nın küçük bir minyatür örneği olduğu bilinmektedir. Çarşıda sanılanın aksine evlerde kullanılan aynalar değil atlara takılan ve at gözlüğü denilen aynalar satılmaktaydı. Gelibolu çıkarması sırasında Quenn Elizabeth zırhlısının Çanakkale çevresindeki Türk tabyalarını bombaladığı sırada bu çarşı yıkıldığı daha sonra da onarıldığı bilinmektedir. Ancak restorasyondan sonra çarşı girişlerine büyük boy aynalar koymuşlar! 

Bir not daha: Çanakkale Türküsü'nün kaynak kişisi İhsan Ozanoğlu, derleyeni ve notaya alanı da Muzaffer Sarısözen’dir.

Bir not daha: Çoğunlukla bu türkü okunurken kısaltarak okunduğu için türkünün tamamı pek bilinmez. Bu nedenle aşağıda bu türkünün sözlerinin tamamını veriyorum..

Çanakkale Türküsü

Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı kimimiz evli
Of gençliğim eyvah

Çanakkale üstünü duman bürüdü
On üçüncü fırka harbe yürüdü
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde toplar kuruldu
Vay bizim uşaklar orda vuruldu
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of gençliğim eyvah

Çanakkale köprüsü dardır geçilmez
Al kan olmuş suları bir tas içilmez
Of gençliğim eyvah

Çanakkale'den çıktım yan basa basa
Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde sıra söğütler
Altında yatıyor aslan yiğitler
Of gençliğim eyvah

Çanakkale'den çıktım başım selamet
Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet
Of gençliğim eyvah 

 

 

Touch Me (Dokun Bana)

16 Mart 2020

''Dokunmak'' konusunu ve bu konudaki bir şarkıyı (Touch Me) anlatmadan önce yakın zamanda yaşadığım iki hatıramı anlatmak istiyorum...

***

Üç yıl önceki kış ayları idi… Hava soğuk mu soğuktu… Doğalgaz kartına yükleme yapmak için PTT şubesine gittim... Kalabalıktı... Sıra numarası aldım, beklemeye başladım…

Beklerken gözüme ilk koltuklarda mağmum ve mahzun oturan birisi kadın birisi erkek iki yaşlı insan dikkatimi çekti… Herkesler kabanlar, montlar, çizmeler, botlar içindeyken yaşlı kadın üzerinde sadece bir hırka ve bir atkı, ayağında ise lastik bir ayakkabı vardı. Yaşlı adamın hafif bir sakalı ve üzerinde ise bir ceket vardı… Yakınlarında olduğum için kadın bana bir kâğıt uzattı… Sonra bir şeyler söyledi ama anlamadım… Kâğıdı aldım. Bir elektrik faturası idi… Üzerinde de 178 TL yazıyordu. Önce kadının bu faturayı okumam için bana verdiğini zannettim... ‘’Hanımefendi’’ dedim ‘’178 TL’’ dedim. Sonra kadının anlaşılması zor olan konuşmasından kadının benden bu faturayı ödememi istediğini anladım… ‘’Ama Hanımefendi’’ dedim… ‘’Ben bu faturayı ödeyemem ki!’’ dedim ve faturayı kadına teslim ettim... Kadın boynunu büktü… Hiç ses etmedi…

Kadın benden sonra birkaç kişiye daha kâğıdı gösterdiyse de kimse ilgilenmedi...

Sonra huzursuz oldum… İçim içimi kemirmeye başladı... Nefessiz kaldığımı hissettim…178 TL o zamalar bir elektrik faturası için oldukça yüksek bir meblağ idi… Sonra kadından faturayı istedim... Faturayı aldım, gişeye yöneldim, sırada işlem gören kişiden izin isteyerek memura faturayı uzatarak bu faturanın ne olduğunu sordum… Gişedeki memur kontrol ettikten sonra faturanın üç aylık ödenmemiş elektrik faturası olduğunu, muhtemelen bu ödenmemiş borçlardan dolayı da elektriğin kesilmiş olduğunu  söyledi…

Bu bilgiyi aldıktan sonra sıra bekleyen insanlara döndüm… Hatırladığım kadarı ile 10-15 kişi varlardı… Cebimde de ödeyeceğim doğalgaz parası dışında sadece 20 TL vardı. O 20 TL’yi cüzdanımdan çıkarıp bir elime aldım, diğer elime de faturayı aldım ve ‘’arkadaşlar’’ dedim ‘’beni bir dakika dinler misiniz?’’… Herkes sustu ve bana baktılar… ‘’Burada elektrik faturasını ödeyemeyen bir insanınız var… 178 TL. Ben hepsini ödeyemiyorum... Yanımda ancak 20 TL var. Eğer sizler de yardım ederseniz bu insanımızın elektrik faturasını ödeyebiliriz…’’

Önce bir sessizlik oldu… Bir kişi söz aldı…‘’Dün de buradalardı bunlar, sahtekârlar, dileniyorlar’’ dedi… ‘’Eğer dün kendilerine kimse yardımcı olmamış ise bugün de burada olmaları doğal değil mi?’’ dedim… Bir başkası söz aldı hemen: ’’178 TL elektrik faturası mı olur?.. O fatura sahtedir’’ dedi…’’Gişedeki memur beye kontrol ettirdim... Üç aylık fatura... Memur gerçek olduğunu söyledi’’ dedim…

Kısa bir sessizlik oldu… Önce bir kadın cüzdanını çıkardı bir 20 TL de o verdi... Sonra da bu kadını diğer insanlar takip etti. 5, 10, 20 TL derken kısa zamanda topladığım paralar 180 TL oldu…

Gişede sıradaki vatandaşın işi bitince, sıradaki kişiden izin alarak 178 TL elektrik faturasını ödedim. Sonra faturayı, ödeme makbuzunu ve artan 2 TL’yi kadına teslim ettim... Sonra da döndüm insanlara teşekkür ettim…

***

İki yıl önce… Bu sefer de bir yaz günü... Tam da öyle vakti, hava sıcak mı sıcak, otomobille yoldayım… Sol tarafımda, yol kenarında son anda ufacık, minnacık bir serçe kuşu fark ettim… Kuşu ezmemek içim direksiyonu kırdım… Dikiz aynasından takip ediyorum, kuşu ezmedim ama kuş da kaçmadı... En azından arabanın rüzgârından etkilenip kaçması gerekirdi… Kuş kaçmadığı gibi hareket de etmedi. Ben yoluma devam ettim...

Devam ettim ama huzursuz da oldum… Kuş hareket etmediğine göre muhakkak ki bir sıkıntısı vardı. Ben son anda fark edip kuşu ezmedim ama ya fark edemeyen birisi olursa... Ya o kişi kuşu ezerse… Bu düşüncelerle epey bir yol gittim… Göğüs kafesim daraldı, kalbim sıkıştı, nefes alamaz oldum... Sonra ilk kavşakta geri döndüm… Kuşun olduğu yere geldim ama karşı yoldayım, tam yerini de bilmiyorum… Arada yüksek bir refüj var, bu taraftan da kuşu göremiyorum... Yine epey bir yol gittikten sonra yine ilk kavşaktan bir daha geri döndüm… Kuşu ilk gördüğüm yere geldiğimde yavaş yavaş ilerlemeye başladım… Kuş hala aynı yerde duruyordu… Arabayı sağa çekip dörtlüleri yakıp arabadan indim.. Kuşun yanına gittim… Yavru bir serçe kuşu… Elime aldım… Sıcaktan perişan halde, gözleri kapalı, neredeyse baygındı… Muhtemel ki yuvadan düşmüş... Ancak orada bulunan ağaçta da yuva gözükmüyordu…

Yerini bildiğim bir veteriner vardı. Veterinere gittim… Kuşu gösterdim. Olayı anlattım… Önce bana ‘’benim yapabileceğim bir şey yok, siz evde bakın’’ dedi… ‘’Ben sadece önüne su koyar, yem veririm… Başka bir şey yapamam. Kuş sağlıklı değil. Siz veterinersiniz. Kuşun tedaviye ihtiyacı var’’ dedim… Bunun üzerine veteriner itiraz etmedi. ‘’Yan tarafta bir Pet Shop var.. Oradan biraz kuşyemi alın getirin’’ dedi… Pet Shop’a gittim… Sahibine olayı anlattım. Bana bir poşet içinde epeyce bir kuşyemi verdi. Ücretini sordum… Söylemedi, para da almadı. Yemi veterinere verdim… ‘’Can candır. Elimden geleni yapacağım’’ dedi...

***

Dokunmak!

Kelimelerin anlatmaya yetmediği bir duygudur dokunmak. Sevginin ve iyiliğin en güzel, en saf halidir dokunmak. İçine işlemek, etkilemektir dokunmak. Tanrı’nın insana bahşettiği en etkileyici bir sihirdir, bir duyudur, bir duygudur, bir eylemdir dokunmak.

Gözle dokunur insan, sözle dokunur insan, ruhla dokunur insan, eylemle dokunur insan, küçük bir ten temasıyla dokunur insan… En çok da bir başka insanın ruhuna dokunur insan. İnsan olmanın gereklerinden birisidir dokunmak… Hangi çeşidiyle olursa olsun dünyanın en sihirli bir iyileştirme yöntemidir dokunmak.

İşte bu nedenle insanlar ve canlılar söz ve davranışlarıyla, mimikleriyle, hisleriyle, düşünceleriyle, gözleriyle ‘’dokun bana’’ (Touch me!) diye sessizce haykırırlar; ‘’Dokun bana!’’ (Touch me!)

İnsanlar bu duygularını en çok şarkılarda dile getirmişlerdir. 

Müzikle ilgilenenler bilirler ‘’Dokun bana!’’ (Touch me!) şarkısı deyince aklımıza bu isimle farklı şarkıları seslendiren çok şarkıcı gelir. Nedense ‘’Touch me’’ diye başlayan şarkıların hepsi de güzel şarkılardır… Anlattığım gibi adından mıdır nedir?

Bunlardan biri İngiliz şarkıcı ve model Samantha Fox’un şarkısıdır. Diğeri Portekizli sanatçı Rui da Silva’nın şarkısıdır. Bir diğeri de Amerikan rock grubu The Doors’un içinde yine Amerikan gitarist ve şarkıcı Robbie Krieger’ın seslendirdiği şarkıdır. Bu şarkıyı İsveçli sanatçı Weeping Willows, Fransız sanatçı Martin Solveig de seslendirmişlerdir. Farklı besteleri, farklı sözleri de olsa şarkılarının adı hep aynıdır: ‘’Touch me’’

Fakat benim anlatmak istediğim tamamen farklı bir ‘’Touch me’’ şarkısı var…

Bu şarkıyı anlatmadan ve şarkının bağlantısını vermeden önce bir bilgi vermek istiyorum…

Fehiman Uğurdemir…

Unuttuk gitti değil mi? Meydan liboş sözde sanatçılara kalınca gerçek sanatçıları unuttuk gitti… Sadece unutsak neyse de bir de ülkede de barındıramadık gitti...

Fehiman Uğurdemir 70'li yıllarda Türk Anadolu rock sanatında önemli yeri olan bir müzisyen gitaristtir. Cem Karaca, Ersen ve Selda ile Dadaşlar, Barış Manço ile Kurtalan Ekspres gruplarında çalışır. 1980 yılında Cem Karacayla birlikte Almanya'ya gider ve Almanya’da 1986 yılına kadar Cem Karaca ile beraber sahneye çıkarlar. Fehiman Uğurdemir o günden beridir Almanya’nın Köln şehrinde yaşamaktadır. 1995 yılında ben Köln'de iken kendisiyle tanışmak istemişsem de kısmet olmadı. 

1989 yılında Fehiman Uğurdemir içinde Almanların ve Türklerin de bulunduğu ''Fay Sahara'' isminde bir grup kurar: Bu grup 1990 yılında da içinde Doğu ezgilerine yer verdiği bir albüm çıkarır. İşte bu albümün içinde de bestesi ve sözleri Fehiman Uğurdemir’e ait bir şarkı yer alır: ‘’Touch me’’

İşte benim bahsettiğim şarkı bu şarkıdır…

İşte sizlere bağlantısını vereceğim bu şarkı doksanlı yıllarda meşhur olan ve insanın içini burkan, yüreğini yakan, kalbine, gönlüne, ruhuna dokunan bir şarkıdır. İnsanı alıp sahranın çöllerine götüren bir şarkıdır. İnsanı güneşin altına bırakılmış bir kar gibi ılgıt ılgıt eriten bir şarkıdır.

İşte bu şarkı her ne kadar sözleri bir aşk şarkısı olsa da bir kenarda sessiz sessiz, mağmum ve mahzun oturanların şarkısıdır... Bu şarkı güneşin altında, yol kenarında, yuvadan düşmüş, yaralı bir serçe kuşunun şarkısıdır…

Dinleyin bu şarkıyı… Bir daha bir daha dinleyin. Defalarca dinleyin. Şarkıcının şarkıdaki ‘’Touch me’’ (dokun bana) derken ki feryâdını, figânını, hicranını, davetini, çağrısını hiç ama hiç unutmayın!...

Ve görün ki etrafınızda bu feryâdı, bu figânı, bu hicranı, bu daveti, bu çağrıyı sessizce yapan nice nice insanlar, nice nice canlılar vardır…

‘’Touch me’’ diyorlar onlar; dokun bana, dokun bana, dokun bana...

Osman AYDOĞAN

Fay Sahara, Touch me:
https://www.youtube.com/watch?v=aFwwjnWi7Ko

Touch Me

How many years have passed away (kaç yıl geçti aradan)
How many times I've called your name in my dreams (kaç kere rüyamda senin ismini sayıkladım)
every night, every day (her gece her gün)
How many times have I sat alone (kaç kere tek başıma oturdum )

Everyday day you left me on my own inside the tears for (her gün beni gözyaşları içinde tek başıma bıraktın)
I need to say (söylemeye ihtiyacım var)
Touch me... In the silence of the night (dokun bana gecenin sessizliğinde)
Tell me... with the passion in your eyes to my face and my soul and (söyle ruhuma ve yüzüme gözlerindeki sevgiyle)
Touch me... like you never did before (dokun bana önceden hiç dokunmadığın gibi)
Embrace me... take the session of my soul (kucakla beni al ruhumu)

Hold me close by your side once more (beni bir kere daha yakınında tut)
As time passes by I begin to wonder why (zaman geçtikçe neden diye merak etmeye başladım)
The road was hard, the path was wide (yol zordu patika genişti)

The illusions lie (hayaller yalancıdır)
True devotion is rare (gerçek bağlılıklar zor bulunur) 

Icy castles in the air far away and deep inside, the part of me dies (durgun suların altı derin olur ve benim bir bölümüm olur)
Touch me.. like you never did before 

Embrace me.. take my session of my soul 
Hold me close by your side
Touch me.. in the silence of the night

And tell me with the passion in your eyes to my face in my soul 
Touch me
Touch me (dokun bana)
Hold me (sarıl bana)
Embrace me (kucakla beni)
Touch me
Touch me

 

 

Malèna

15 Mart 2020

Senaryosunu İtalyan senarist Luciano Vincenzoni'nin yazdığı, Sicilyalı yönetmen Giuseppe Tornatore’nun yönettiği, İtalyan müzisyen Ennio Morricone'nin film müziğini yaptığı ve başrolünü de Monica Belluci’nin oynadığı 2000 yılı İtalyan-Alman ortak yapımı olan, aynı yıl Oscar’a aday gösterilen bir sinema filmi var: Malèna.

Bu film,1999 yılında Sicilya adasındaki Castelcuto sahilinde çekilir...

Film kısaca; İkinci Dünya Savaşı sırasında Sicilya’nın küçük bir kasabasında savaşın dul bıraktığı bir kadını, toplumun bu kadına bakışını ve ergenlik cağındaki bir çocuğun da bu kadına olan platonik aşkını ve bu kadın hakkındaki hayallerini anlatır. Dul kadın, savaş şartlarında kasabanın baskısı, dedikodusu, riyası, fitnesi ve iftirası sonucu aç kalmamak için nihayetinde kötü yola düşer. Sonunda da Maria Magdalena'nın (*) akıbetine uğrar... Zaten filmde Monica Belluci’nin canlandırdığı kadının da gerçek adı Magdalena'dır. Fakat köyde Malèna olarak bilinir, söylenir.  

Filmin arka fonunda ise İtalyan faşizminin sosyal ilişkileri ve yıkılışı anlatılır… Başka bir deyimle film dönemin, 1940 ve 1950’li yılların İtalya’sını anlatır. Naziler işbirlikçisi İtalya’nın üzerinden silindir gibi geçer. Fatura da kasabaca Nazilere peşkeş çekilen Malèna’ya kesilir. 

Bu yönüyle bizden örnek verecek olursak bu film; tolumun değer yargıları açısından biraz Halide Edip Adıvar‘ın eserinden Türk sinemasında beyaz perdeye 1949, 1964 ve 1973 yıllarında üç kez aktarılan ‘’Vurun Kahpeye’’ isimli filminde geçen Aliye’yi ve bir ergen çocuğun gözünden anlatılan Ahmet Muhip Dranas'ın şiirinden uyarlanan Müjde Ar’ın canlandırdığı ‘’Fahriye Abla’’’ filmindeki Fahriye Abla’yı anlatır…

Filmin konusu kısaca bu şekilde ama filmin verdiği mesaj çok daha uzun ve derinliklidir... Öncelikle film; kadın, namus, ahlak, din ve siyaset konularında toplumun ikiyüzlülüğünü ve toplumun bu konularda yerlerde sürünen değer yargılarını eleştirir... Film, İtalyan halkının hiç de Bella Ciao şarkısında geçen İtalyan halkı olmadığını gözler önüne serer... 

Filmin görüntü yönetimi çok güzeldir. Filmde bolca güzel sokaklar, güzel evler, hoş renkler sergilenir. Hemen hemen tüm sahneler pastel renklerin hâkim olduğu birer sanat eseri gibidir. 20. yüzyılın en tanınmış ve takdir görmüş İtalyan film müzisyenlerinden Ennio Morricone’nun yaptığı filmin müziği de bu esere uygun güzelliktedir.

Ancak filmi film yapan, insana sadece onun için bu film izlenir dedirten bir unsur vardır: O da filmin başrol oyuncusu Malèna rolündeki ve bu filmi ile tanınan İtalyan sinema oyuncusu Monica Belluci’dir… Monica Belluci film boyunca birkaç cümle hariç hemen hemen hiç konuşmaz ancak Monica Belluci, mükemmel yüzü ve fiziği ile filmi sadece bedeni üzerinden mükemmel bir şekilde canlandırır… Monica Belluci’nin filmde caddelerden endamıyla bir sülün gibi süzüle süzüle yürüyüşleri akıllarda kalır. Monica Belluci bu filmde bir kadının nasıl yürümesi gerektiği konusunda sanki ders verir…

Filmin sonuna doğru Malèna’nın savaşta öldü sanılan kocası Nino döner. Kısa bir süre önce bu sayfada Alman yazar Wolfgang Borchert‘in ‘’Kapıların Dışında’’ isimli oyunundan bahsetmiştim. Wolfgang Borchert bu oyununda yine İkinci Dünya Savaşından dönen Beckmann’ın hikâyesini anlatırdı. Beckmann ölülerin diyarından tesadüfen geri dönmüştür. Döndüğü yerde ne eşi ne evi ne de ülkesi bıraktığı gibidir. Bu filmde de Beckmann gibi Malèna’nın savaşta öldü sanılan kocası Nino döndüğünde de ne eşi ne evi ne de ülkesi bıraktığı gibidir. İşte filmin bundan sonrasında içinizi bir acı kaplar, burnunuzun direği sızlar, yüreğiniz burkulur, gözleriniz yaşarır…

Aslında filmden sonra içiniz daha bir acır, burnunuzun direği daha bir sızlar, yüreğiniz daha bir burkulur, gözleriniz daha bir yaşarır... Yazımın başında filmin; kadın, namus, ahlak, din ve siyaset konularında toplumun ikiyüzlülüğünü ve yerlerde sürünen değer yargıları ile dönemin İtalya’sını anlattığını söylemiştim ya… İçinizi daha bir acıtan, burnunuzun direğini daha bir sızlatan, yüreğinizi daha bir burkan, gözlerinizi daha bir yaşartan şey filmin aslında bu yönleriyle de günümüz Türkiye’sini birebir anlatıyor olmasıdır...

Hani daha geçen hafta ‘’08 Mart Dünya Kadınlar Günü’’ idi ya… Hani böyük böyük, kelli felli adamlar kadınlar hakkında cicili bicili konuşmuşlar, gazetelerde kadınlar için çiçekli böcekli ilanlar vermişlerdi, yazılar, makaleler yazmışlardı ya… Bakmayın, kanmayın siz onlara, o söylenen koca koca laflara, o basılan cicili bicili yazılara… Doğulusu Batılısı fark etmiyor toplumun bizatihi kendisinin ‘’kadın’’ konusunda ne kadar çirkef, ne kadar ikiyüzlü, ne kadar acımasız, ne kadar sahtekâr ve ne kadar riyakâr olduğunu, toplumun kutsal diye bildiği dini de bu çirkinliklerini ve kötülüklerini maskelemek için bir nasıl kullandığını bu film gözler önüne seriyor.

Filmin eleştirilecek tek yanı varsa o da filmin içinde fazlaca yer alan cinsellik diye düşünüyorum. Film hem görsel olarak güzel hem de Ennio Morricone’nin Malèna'nın film boyunca yüzünde taşıdığı hüzün neşidelerinin gizli çığlıklarına uygun içinde ince ince bir hüzün çığlığı barındıran film müziği çok güzel... Filmin hüzünlü konusu gibi biraz da bu hüzün müziği yaralıyor insanı... Ennio Morricone filmde sanatını konuşturmuş.

Bu hafta sonu şimdi boş verin her şeyin üstünü örten labaratuvarda üretilmiş Covid-19’u, köpürtülmüş Koronavirüsü, gamı, kederi, kasveti, ekonomik krizi, yedi lirayı geçen Euro'yu, Şam’ı, şekeri, Suriye’yi, İdlib’i, İdlib'de ne uğruna verildiği belli olmayan şehitleri, Putin’i, bekleme salonunu, bugün başlayacak olan M-4 Karayolu etrafındaki Ruslarla müşterek yapılacak devriyeyi, hakkı, hukuku, adaleti... Zaten kapalı yerler, kalabalık yerler tehlikeli diyorlar… Zaten havalar da soğuyor... Evde kalın bu filmi izleyin derim...

Sizlere güzel mi güzel, pırıl pırıl bir hafta sonu dilerim...

Osman AYDOĞAN

‘’Malèna’’, Ennio Morricone’nin müziği ile beş dakikalık tanıtım videosu:
https://www.youtube.com/watch?v=W-YD2Y8ojYE

(*) Mecdelli Meryem veya Magdalalı Meryem olarak da adlandırılır. Maria Magdalena ya da Mecdelli Meryem hakkındaki inanışa göre, İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Meryem'e Hz. İsa yardım eder. Hz. İsa, kadını linç etmek için toplanan kalabalığa ‘’hiç günahım yok diyen devam etsin’’  der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır. Daha sonra Meryem tövbe ederek Hıristiyanlığı benimser ve bir azize olur.

İlginçtir Monica Bellucci, 2004'de Mel Gibson'ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği ''The Passion of the Christ'' filminde Maria Magdelene karakterini canlandırır...

Malèna filminin afişi:

 

 

14 Mart Tıp Bayramı

14 Mart 2020

Sultan II. Mahmut yozlaşan Yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurar (Asakir-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni ordunun ise hekimlere ve cerrahlara ihtiyacı vardır.  21 yaşında iken hekimbaşılığını yapan Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a bir dilekçe ile müracaat ederek bir tıp okulu kurmak istediğini söyler ve Padişah’tan onayını alır.

Bu onayla II. Mahmut döneminde, 14 Mart 1827'de, Hekimbaşı Mustafa Behçet'in önerisiyle Şehzadebaşı'ndaki Tulumbacıbaşı Konağı'nda ''Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire'' adıyla ilk tıp okulu kurulur. Bu okulun kurulduğu gün (14 Mart 1827) Türkiye'de modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilir. Okulun kuruluş günü olan 14 Mart da ülkemizde "Tıp Bayramı" olarak kutlanır. 

İlk kutlama da, 1919 yılının 14 Mart'ında işgal altındaki İstanbul'da gerçekleşir. O gün, Tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Hikmet Efendi’nin (Hikmet Boran) önderliğinde tıp okulu öğrencileri işgali protesto için toplanırlar ve onlara Dr. Fevzi Paşa, Dr. Besim Ömer Paşa, Dr. Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da destek verirler… Böylece Tıp Bayramı, tıp mesleği mensuplarının yurt savunma hareketi olarak başlar…

Olayın ayrıntıları ise şu şekildedir:

1919 Mart ayında İstanbul'da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (nam-ı diğer Gülhane Askerî Tıp Akademisi) İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Tıbbiye öğrencileri okulu kurtarmanın yollarını ararlar. İşgalcileri işkillendirmeyecek bir yol bulmaları gerekmektedir. Bu nedenle topluca okulun kuruluş yıldönümü olan 14 Mart’ı kutlamaya karar verirler. Ama asıl maksat işgali protestodur. Ve o gün Tıbbiyeli Hikmet Efendi önderliğinde büyük bir gösteri yapılır. Okulun iki kulesi arasına koca bir Türk bayrağı asılır. Bunu gören işgal kuvvetleri olaya direk müdahale ederler fakat durduramazlar. Tıbbiyelilerin temsilci olarak seçtikleri Tıbbiyeli Hikmet Efendi tutuklanmamak için İstanbul’dan kaçar ve daha sonra da Sivas Kongresine katılır.

Tıbbiyeli Hikmet Efendi Tıbbiyelilerin temsilcisi olarak katıldığı Sivas Kongresi’nde yaptığı manda karşıtı konuşması ile tanınır. 

Mazhar Müfit Kansu anılarında (''Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber'', Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2009) Sivas Kongresindeki Tıbbiyeli Hikmet Efendi’nin konuşmasını şöyle anlatır:

7 Eylül 1919’da yapılan ikinci celsede verilen önergede Hikmet Beyin de imzası vardır. Kongrenin 9 Eylül 1919 gecesi, mandacılık tartışmasında bu konuyla ilgili olarak Atatürk’e hitaben yaptığı konuşmada Tıbbiyeli Hikmet Efendi şöyle der:

‘’Paşam, murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz. Farz-ı mahal (örnek olarak), manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz)’’

Bu konuşmayı Mustafa Kemal şu sözleriyle değerlendirir:

‘’Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır..,"

Mustafa Kemal sonra Hikmet Bey’e dönerek: "Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!’’ der… 

Mustafa Kemal'in bu sözleri üzerine Hikmet Bey de yerinden fırlayarak: "Var ol Paşam!.." diyerek Mustafa Kemal’in elini öper…

Metin Özata, ‘’Atatürk ve Tıbbiyeliler’’ (Umay Yayınları, 2007) kitabında (ki bu kitabı da bana yine bir Askerî Tıbbiye mezunu olan ancak Şırnak dağlarında komando subayı gibi görev yapan Tabip Üsteğmen Tayfun Özdem hediye etmişti) Mustafa Kemal Atatürk’ün Sivas Kongresi'nde Hikmet Beyi alnından öperek Hikmet Bey’i ‘’Daima ilerici ve devrimci fikirlere alemdarlık etmiş olan Tıbbiyenin mümessili olan genç" diye tanıttığını ve milli meselelerde askerî tıp öğrencilerinin öncü olduğu kanaatini çeşitli zamanlarda dile getirdiğini yazar…

Hikmet Bey daha sonra Kurtuluş Savaşı’na katılır… Savaştan sonra genel cerrah olarak görev yapar… Aslen Balıkesir Savaştepe’lidir. Gazeteci ve sanatçı Orhan Boran'ın babasıdır.

Hikmet Boran’ı anlatan B. Suat Çağlayan’ın ‘’Tıbbiyeli Hikmet, Ya İstiklal Ya Ölüm" (Bilgi Yayınevi, 2019) isminde güzel bir de kitabı var. Tıbbiyeli Hikmet’i tanımak için bu kitap okunmalı diye düşünüyorum… Aslında bütün tıbbiyeliler okumalı bu kitabı…

Görüldüğü gibi ‘’14 Mart Tıp Bayramı’’;  ''Anneler Günü’’, ‘’Babalar Günü’’, ‘’Sevgililer Günü’’ vb. gibi dış kaynaklı, tüketim ekonomisini kalkındıracak uyduruk enternasyonel bayramlardan değildir.  14 Mart, özbeöz Türk’ün, Türk tabiplerinin 1919 Mart'ında İstanbul’un İngiliz işgaline karşı özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini başlattığı gündür... 14 Mart, sıradan bir meslek örgütünün kuruluş yıldönümü de değildir… 14 Mart, tıp camiasının emperyalist güçlerin karşısına fiilen ve resmen çıkışının yıl dönümüdür... 14 Mart, sadece bize özgü bir bayramdır.

1976'dan beri sadece 14 Mart günü değil, 14 Mart'ı içine alan hafta boyunca kutlama yapılmakta ve bu hafta ‘’Tıp Haftası’’ olarak kabul edilmektedir. Gerçi bu haftayı ‘’Sağlık Haftası’’ olarak kutlayanlar da vardır.

Dünyada benzer kutlamalar, farklı tarihlerde yapılmaktadır. Örneğin ABD'de ameliyatlarda genel anestezinin ilk defa kullanıldığı 30 Mart 1842 tarihinin yıldönümü; Hindistan'da ünlü Doktor Bidhan Chandra Roy'un doğum (ve aynı zamanda ölüm) yıldönümü olan 1 Temmuz günü "Doktorlar Günü" olarak kutlanır.

Geçmiş böyleydi... Günümüzde ise; mevkii ve makam sahibi olup da yetkili ve sorumlu olanlar bugün ''Tıp Bayramı'' diye iyilik perisi kesilerek doktorlarımıza, tabiplerimize gün boyu methiyeler düzecekler... Ancak bu methiyeler onların sorumluluklarını ortadan kaldırmayacaktır. 

Ülkemizde hiçbir kurum görevini yapmaz kabak dönüp dolaşıp doktorların başına patlar…

Nasıl mı? Bakın anlatayım:

Karayolları Genel Müdürlüğü ve Trafik Hizmetleri görevlerini yapmazlar… Yollarda sağa dönüş, sola dönüş cepleri yoktur, yollarda dönüş yaptıktan sonra hızlanma şeridi, dönmeden önce yavaşlama şeridi yoktur… Yolların kalitesi yoktur, tuzak çukurlar doludur… Belediye otobüslerinin, dolmuşların, taksilerin duracağı cepler yoktur… Araçlar denetimsizdir… Şoförler eğitimsizdir… Bütün bunlar kazalara yol açar... Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

Tarım Bakanlığı ülkede sağlıklı ve yeterli ürünler üretmez, üretilenleri denetlemez, insanlarımız GDO’lu, NBŞ’li (Nişaşta Bazlı Şeker), ilaç kalıntılı ürünleri yer, yetersiz ve sağlıksız beslenmeden hasta olurlar… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

Eğitim Bakanlığı koruyucu hekimlik, sağlıklı beslenme, beden eğitimi ve ilk yardım konularında eğitim vermez… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

Belediyeler doğru dürüst çalışmaz, içtiğiniz su kirlidir, nefes aldığınız hava kirlidir, dışarıda yediğiniz gıdalar sağlıksızdır… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı önce çevreyi sonra da şehri katleder, sağlıksız çevre ve sağlıksız şehir sunar, şehirlerde insanların nefes alacakları parkları, bahçeleri yoktur… Bu çevre, bu şehir insanları hasta eder… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

TV’lerde seyrettiğiniz her şey ve her kişi, gazetelerde okuduğunuz her haber psikolojinizi bozar… Sonra da ‘’yetiş doktor!’’

Sağlıksız hastaneler, toplumda olmayan hijyen, Koronavirüs... Sonra da ''yetiş doktor!''

Bu liste uzayabilir…

Doktor her şeye rağmen yine de yetişir de bu sefer de darp ederler…

Sağlık Bakanlığı bile kendi sağlık çalışanlarını korumaz, sağlıksız sağlık sistemi, fazla iş yükü, kötü koşullar, stres, performans baskısı ile kendi doktorlarını hasta eder… Doktora kim yetişecek?

Askerî tıbbiye okulu öğrencilerinin başlattığı bu ‘’Tıp Bayramı’’nı askerî tıp okulu olmaksızın, ülkenin askeri askerî hekim ve ülkenin ordusu askerî hastanesi olmaksızın da kutlamak ayrı bir ironi ya! Neyse ama biz yine de kutlayalım…

Dünyanın en zor ve en fedakâr mesleğini icra eden sağlık emekçilerinin hak ettikleri koşullarda görev yapabilmeleri dileği ile Tıp Bayramının tüm sağlık emekçilerine kutlu olmasını dilerim.

Ancak kutlamanın en güzelini de biliyorsunuz kim söylemişti:

‘’Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.’’

Osman AYDOĞAN

 

''1283''... İçimizde!!!

13 Mart 2020

Mustafa Kemal Atatürk tam 121 yıl önce bugün 13 Mart 1899  (1 Mart 1315)  tarihinde, Mekteb-i Harbiye'ye (Harp Okulu'na) 1283 apolet numarası ile girişi (duhulü) (kaydı) yapılır.   "Harbiyeli Mustafa Kemal", buradaki "1315 Duhullülere Mahsus Künye Defteri" ne "Selanik'te Koca Kasım Paşa Mahalleli Gümrük Memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi'nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96" olarak kaydı yapılır.

Bu nedenle Harbiye’de (Kara Harp Okulunda) her yıl 13 Mart günü Mustafa Kemal Atatürk’ün Harbiye’ye girişi törenlerle anılır… Bu törenler esnasında bir de yoklama yapılır… Yoklama apolet numarasına göre yapılır... Numarası okunan öğrenci ayağa kalkarak ‘’Burada’’ diye yüksek sesle cevap verir… Ancak Kara Harp Okulu'nda Mustafa Kemal Atatürk'ün apolet numarası olan ''1283'' numarası hiçbir öğrenciye verilmez. Sıra 1283’e (Harbiyeli Mustafa Kemal’in apolet numarası) gelince bütün öğrenciler ayağa kalkarak ve hançereleri yırtılırcasına ‘’İçimizde!’’ diye haykırırlar…

Bu bilgiyi burada bırakalım… Kısa bir edebiyat turu yapalım....

Samuel Barclay Beckett (1906 -1989) İrlandalı yazar, oyun yazarı, eleştirmen ve şairdir. Beckett ayrıca "Absürt Tiyatro" olarak adlandırılan akımın en önemli yazarı sayılır.

Beckett'in eserlerinin sade ve temel olarak minimalist olduğu söylenir. Bazı yorumlara göre, çağdaş insanın durumu hakkında oldukça kötümser eserler vermiştir. Beckett, bu kötümserliği kara mizah yoluyla anlatır. Beckett’in modern insanın yoksunluğu ve kayıtsızlığı üzerine kurguladığı en bilinen eseri ‘’Godot'yu Beklerken'’dir. (Kabalcı Yayınları, 2012)

''Godot'yu Beklerken'' isimli zaman kavramı olmayan oyunda oyunun varoluş sancıları çeken kahramanları Vladimir ve Estragon, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışırlar ve Godot diye birini beklerler. Ancak bu sonuçsuz bir bekleme eylemidir. Gelmeyeceğini bildikleri halde Godot'yu beklerler. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek, işlevini yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar.

Bu şekilde eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ne olduğunu bilinmeyen bir kimseyi veya "şeyi" beklemelerini konu alan absürt tiyatronun en önemli eserlerinden birisidir ‘’Godot’yu Beklerken’’.

Oyun, varoluşçuluk felsefesini çok çarpıcı bir biçimde işler. Bu da oyundaki iki ana karakterin “yarına kalmamız için bir nedenimiz olmalı” fikriyle paralel olarak gelişen hareketleriyle anlaşılır. Vladimir ve Estragon, insanın doğumu ile ölümü arasındaki serüveni anlatır. Oyun aynı biçimde başlar ve aynı biçimde sonlanır. Beckett, anlamsız bir varoluşun sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen sürecinden bir kesit sunar.

Oyun karakterlerinin oyunda geçen bazı sözlerini buraya almak istiyorum:

‘’Bana öğrettiğin kelimeleri kullanıyorum. Artık hiç bir anlama gelmiyorlarsa, bana başkalarını öğret. Ya da bırak susayım.’’

‘’Bir kişiye gerektiğinden fazla değer verirsen, ya onu kaybedersin ya da kendini mahvedersin.’’

‘’Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; herşey söylenmemiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.’’

‘’Hepimiz deli doğuyoruz. Bazıları böyle kalıyor.’’

‘’Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi.’’

‘’Herkes çarmıhını kendi sırtında taşır.’’

‘’İşte karşınızda tüm yönleriyle insan, suçlu kendi ayağıyken ayakkabısına kızıyor.’’ 

‘’Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.’’

Vladimir ve Estragon’un oyun içinde diyalogları vardır. Bunlardan birkaçı:

Estragon: Gidelim.
Vladimir: Gidemeyiz.
Estragon: Neden?
Vladimir: Godot'yu bekliyoruz.

İşte bu nedenle, ‘’Godot’yu Beklerken’’; gitmek isteyip gidemeyişin, kalmak isteyip kalamayışın kitabıdır. Alışkanlıklarına hapsolmuş insanların kitabıdır. Arafta kalanların kitabıdır.

Estragon: Haklarımızı kaybettik ha?
Vladimir: Haklarımızdan kurtulduk.

İşte bu nedenle, ‘’Godot’yu Beklerken’;’ hiç mücadele vermeden sahip oldukları haklarından kurtulanların kitabıdır.

Estragon: Hiç terk ettim mi seni?
Vladimir: Gitmeme izin verdin.

İşte bu nedenle, ‘’Godot’yu Beklerken’’; çağdaşlığın, uygarlığın, aydınlığın, ışığın, refahın, huzurun, kişiliğin, onurun, gururun gitmesine izin verenlerin kitabıdır.

Hayatta istediklerine ulaşmak için çaba göstermeyen ancak sadece zamanın getirmesini bekleyen insanların kitabıdır ‘’Godot’yu Beklerken’’. Kitaptaki karakterler kendilerinin de bir şeyler yapabileceklerini düşünmezler bile. Godot'nun onları bulacağına inanırlar, beklerken de yapacakları tüm şeyleri, tüm eylemleri ertelerler... Bu bekleyişin sonu hüsrandır tabi...  Tıpkı bizlerin de, her 13 Mart’da yapılan yoklamada sıra ‘’1283’’e gelince candan, gönülden, yürekten, içten hançeremizi yırtarak ‘’içimizde’’ diye haykırdığımızdan, 1283’ün zaten içimizde, zaten bizimle olduğu samimi algısından dolayı yapacağımız tüm şeyleri, tüm eylemleri erteleyerek içimizden birinin yapmasını beklediğimiz gibi… Tıpkı ''Atatürk ölmedi!!'' sloganlarının algılamasıyla nasıl olsa ölmemiş Atatürk, o varken bizlerin yapacak hiçbir şeyi yok yanılsaması gibi... ‘’Sarı Saçlı’’, ‘’Mavi Gözlü’’ kahramanımızı tıpkı oyun karakterlerinde olduğu gibi karamsar, yoksun ve kayıtsızca hiçbir şey yapmadan aynı şekilde ''Godot'yu beklercesine beklediğimiz gibi… 

Bu hüsranın sonucu Vlademir kendisini asmak için kemerini çıkarır. O an pantolonu düşer. Seyirci de tam üzülecekken boş bulunup güler. Tıpkı bizlerin olan biteni, hatta oyundaki gibi çağdaş bir Cumhuriyet'in intihar sahnesini bir tiyatro seyircisi gibi izlerken boş bulunup güldüğümüz gibi…

Eğer derde devâ olacaksa, eğer bir çare olacaksa, eğer bir teselli olacaksa yine hiçbir şey yapmadan yine hançeremizi yırtarcasına haykıralım; ''1283 İçimizde!'' Her sene olduğu gibi...

Osman AYDOĞAN

 

''O Belde''nin güzel, ince, sâf ve leylî kadınları...

12 Mart 2018

19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’nin (1821-1867) bir sözü vardı. Derdi ki Baudelaire; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir.’’ 

20. yüzyılın en büyük Fransız şairlerinden Paul Valery (1871 - 1945) de ‘’çeviri şiiri öldürür’’ derdi... Ben de bu nedenle hep şiirleri kendi lisanından okumak isterim. Almancam nedeniyle Alman şairlerinden bu konuda sıkıntım yok.  Arapçam nedeniyle de Osmanlıca yazılmış şiirlerde de Divan edebiyatında da bir sıkıntım yok...  Ancak sırf Baudelaire’ni anlamak için Fransızca öğrenmek isterdim... 

Neyse.. ''08 Mart Dünya Kadınlar Günü'' nedeniyle üst üste ''kadın'' üzerine yazınca bugün de konuya devam ederek ''kadın'' üzerine yazmak ve dün de  Attila İlhan'ın ''Ne kadınlar sevdim zaten yoktular'' dizeleriyle başlayan ''Böyle bir sevmek'' isimli şiirini anlatınca sizleri bugün de aç, -pardon- şiirsiz bırakmak istemedim... Bugün de sizlere Attila İlhan'ın bu şiiriyle hemen hemen aynı konuyu işeleyen, aynı anlamı veren bir başka şairimizin ve benim çok ama çok sevdiğim bir başka şiirini anlatmak istiyorum.

Charles Baudelaire Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairidir. Baudelaire’nin  "Uzak İklimlerin Kokusu" isimli bir şiiri var. Baudelaire bu şiirinde kendi melankolik dünyasını anlatırcasına; "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir..." der... Bu şiirden alınmış bir dörtlük:

"Doğanın bahşettiği görülmemiş ağaçlar
Ve tatlı meyvelerle bu bir uyuşuk ada
 ince, güçlü kuvvetli erkekler var orada
Temiz kalpliliğiyle şaşırtıcı kadınlar"

Baudelaire bu şiirinde temiz kalpli kadınlarla dolu ütopik bir adadan bahseder…

Kendisi de Baudelaire gibi melankolik olan, yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları hiç eksik olmayan Ahmet Haşim ise Türk şiirinde bir şaheser olan "O Belde" isimli şiirinde de Baudelaire’nin temiz kalpli kadınlarla dolu adası gibi temiz kalpli kadınların olduğu ‘’O Belde’’yi anlatır. ‘’O Belde’’de; o belde, kadın ve şair anlatılır.... ‘’O Belde’’de; hüzün, akşam ve kadın vardır… ‘’O Belde’’ de Baudelaire’nin adası gibi ütopyadır, hayaldir. Bu hayal ürünü beldede masum, ince, huzur veren kadınlar vurgulanır. “O Belde” kadınları güzel, ince, saf ve leylîdir. Hepsinin gözlerinde hüzün ve sükûn vardır.

''Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!''

Hepsi de kız kardeş ya da sevgilidir, annedir. Şair daha yedi yaşında çocukken annesini Bağdat’ta kaybetmiştir. Şiirde geçen akşamlar ile Bağdat’ta Dicle kenarındaki akşamlar arasında benzerlikler vardır.

Şair yaşadığı hayattan mutlu değildir ve ‘’O Belde’’de hayale sığınmaktadır. “O Belde” ile daha mutlu olacağı, düşsel bir dünya kurar şair. ‘’O Belde’’de her şey yerli yerindedir, insan daha mutludur. ‘’O Belde’’ ideal bir liman, eşsiz bir sığınaktır.  Ama ‘’O Belde’’de yine de bir hüzün vardır. Kadınların leylî olması, kamerin hüzünlü, denizin hasta olması şairin iç dünyasını da yansıtır. Deniz için kullanılan “hasta” sıfatı üzüntü hâlini göstermektedir.

Şiirde akşam, çirkinliklerden, ikiyüzlülüklerden ve kötülüklerden arınmış bir dünyanın başlangıcıdır. Bu nedenle "O Belde"de şair de kadın da özlemle akşam ufuklarına bakarlar.  

Şiirde kadın güzeldir. Ancak bu güzellik maddi değildir. Kadın güzeldir; akşam ufuklarına özlemle bakabilen gözleri vardır. Kadın güzeldir; çünkü yüreğinin en hassas yerinde ince bir hüzün taşımaktadır.

''Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var.''

Şiirde akşamla kadın bütünleşir, özdeşleşir. Bu bütünleşmenin, bu özdeşleşmenin bir sonucu olarak akşam, kadının güzelliğinde toplanır.

Akşamın ilerleyen saatlerinde, acılara sığınak olan, düşüncelere liman olan mavi bir deniz, sevimli yüzünü bize gösterir.

Ancak bütün bu kavramlar; kadın, akşam, deniz ve şair, hüzünden anlamayan, yalnızca maddeyle ilgilenen insana yabancıdır:

“Melali anlamayan nesle âşinâ değiliz.”

Çünkü bu tür insanlar, şairi böyle hayallenmeleri için "budala", kadını ise yalnızca genç bir kadın olarak, maddi olarak değerlendirir. Oysa anlam gözlüğünden bakıldığında, kadın gençliği için değil, içinde taşıdığı hüzün için güzeldir:

“Sana yalnız bir ince taze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer
Bu sefil iştihâ, bu kirli nazar
Bulamaz sende bende bir mânâ” 

Deniz ve akşamın da bir ruhu vardır. Onlar da insan gibi acı çeker, kıskanır ve gücenir. Onlardaki bu duygulanmayı, ancak hüzünden anlayanlar bilebilir. Somut hayat görüşü taşıyan insanlar, ne denizde, ne akşamda, ne kadında, ne de şairde bir anlam bulabilir. Akşamdaki hüznü, denizdeki gücenikliği ve isteksizliği ise hiç göremez.

Şair ve kadın için, akşamla başlayan ve mavi gölgeli bu beldeden uzak ve ayrı yaşamak bir gurbettir. Bu ideal beldeye ulaşmak mümkün değildir. Hayal edilen bu belde, dünya üzerinde olmayan bir yerdir. O beldenin yanı başında duran deniz ruhlara sürgit huzur verir.

''Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.''

Oradaki kadınlar hep güzeldir. Çünkü geceye aittirler. Akşam, yüzümüzdeki bütün ayrıntıları ortadan kaldırdığı için, akşamla birlikte her şey güzeldir. Geceye karışan, geceyle bütünleşen bütün kadınlar da o beldede güzeldir. Çünkü hepsinin gözlerinde hüzün bulunmaktadır.

Hissetmesini bilen kadın güzeldir.

Dün sizlere Attila İlhan'ın ''Böyle bir sevmek görülmemiştir'' isimli şiirini anlatmıştım.. Bu şiirde Attila İlhan ''Ne kadınlar sevdim zaten yoktular'' diyerek hayalindeki kadını aradığını söylemiştim. ''O Belde'' isimli bu şiirinde de Ahmet Haşim hayalindeki ülkeyi ve bu hayal ülkesinde hayalindeki kadınları arar, ancak bu arayışın sonu yine hüsrandır. Sonunda şair, gerçeğe teslim olur. Ve bizi, bizleri, hepimizi, kaderimizi anlatır:

“Ve mâi gölgeli bir beldeden cüda kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz.”

(Ve uzak mavi bir ülkeden ayrı kalarak
bu yerde bu sürgün ve hasrete ebediyen mahkûmuz.)

Evet...

Eyyyy ''O Belde''nin hissetmesini bilen, yüreğinin en hassas yerinde ince bir hüzün taşıyan, güzel, ince, sâf ve leylî kadınları! Bizler, bizler, bizler bu yerde, bu sürgün ve hasrete ebediyen mahkûmuz! 

Gerçek hayat karanlık, mağmum, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Aşk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken ''O Belde''de ve ''O Belde''nin gözlerinde hüzün ve sükûn olan, güzel, ince, sâf, leylî kadınlarının özlemi içinde sonsuz bir melankoliyle ezilip kalır insan... 

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz... 

Anlıyor musunuz? 

Osman AYDOĞAN

Şiirin aslını vermeden önce genç arkadaşlarım için küçük bir sözlük ve sonra da şiirin aslını ve Mehmet Fuat'ın düzeltmesiyle günümüz Türkçesini veriyorum:

Melâl-i hasret ü gurbet: Hasret ve gurbet üzüntüsü
Ufk-ı şâm: Akşam ufku
Mesâ: Akşam
Âlâm-ı fikir: Acılı, hüzünlü düşünceler
Mersi: Liman, sığınak
Melal: Hüzün, keder
Âşinâ: Tanık
Gam-ı nermîn: Hafif üzüntü
Muğber: Gücenmek
Lerze-î Istitâr: Gizli dalgalanma
Menâtık-ı dûşîze-yi tahayyül: El değmemiş hayal bölgeleri
Ârâm: Durmak, dinlenmek
Sükûn-ı menâm: Uykusuz gece
Nefy ü hicre: Sürgün ve ayrılık


İşte şimdi Türk şiirinde bir şaheser olan ‘’O Belde’’

Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...

O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...

O belde
Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz... 

Mehmet Fuat’ın Türkçesi ile ‘’O Belde’’

denizlerden
esen bu ince rüzgar saçlarınla eğlensin.
bilsen
özlem ve gurbet sıkıntısıyla akşam ufkuna bakan
bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne güzelsin!
ne sen
ne ben,
ne de güzelliğinde toplanan bu akşam,
ne de düşünce acılarına bir liman
olan bu mavi deniz
iç sıkıntısını anlamayan kuşağa yakın değiliz.
sana yalnız bir ince genç kadın,
bana yalnızca eski bir budala
diyen bugünkü insan,
bu düşük açlık, bu kirli bakış,
bulamaz sende bende bir anlam,
ne bu akşamda ince bir kaygı,
ne de durgun denizde bir gücenik
içine kapanma ve isteksizlik titreyişi.

sen ve ben
ve deniz
ve bu akşam ki, titreyişsiz, sesiz,
topluyor ruhunun kokusunu sanki,
uzak
ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkumuz...

o belde?
durur el değmemiş hayal bölgelerinde;
mavi bir akşam
hep dinlenir üstünde;
eteklenir deniz
döker ruhlara bir uyku durgunluğunu.
kadınlar orada güzel, ince, temiz, geceye bağlıdır,
hepsinin gözlerinde hüznün var,
hepsi kızkardeştir veya sevgili;
gönüldeki üzüntüleri yatıştırmayı bilir
dudaklarındaki ağlayan öpücükler, yahut,
o gözlerindeki çivit rengi soru sessizliği.
onların ruhu gücenik akşamdan
yoğunlaşmış menekşelerdir ki
durmadan durgunluk ve susmayı arar;
ayın hüznünün ışıksız alevi
sığınmış sanki yalnız ellerine.
o kadar çelimsiz ki, ah, onlar.
onların dilsiz ve ortak hüzünleri,
sonra dalgın akşam, o hasta deniz
hepsi benzer o yerde birbirine...

o belde
hangi bir hayal anakarasında?
hangi bir uzak ırmak ile çevrili?
bir yalan yer midir, veya var olan,
ama bulunmayacak bir hayal sığınağı mı?
bilmem ... yalnız,
bildiğim sen ve ben ve mavi deniz
ve bu akşam ki uzun uzun titretiyor
bende hüzün ve ilham tellerini.

uzak
ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak
bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...

 

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular...

11 Mart 2020

''Kadınlar Günü'' nedeniyle üst üste üç gündür ''kadın'' üzerine yazınca bugün de ''kadın'' üzerine yazılan bir şiiri anlatayım istedim...

‘’Böyle Bir Sevmek’’ Attilâ İlhan'ın sekizinci şiir kitabının adıdır.  (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016) ‘’Böyle Bir Sevmek’’ şiiri ise kitaba ismini veren Attila İlhan’ın en güzel şiirlerinden birisidir.

Bu şiiri Attilâ İlhan Ankara’da yaşarken yazar ve kitabının ‘’Kavaklıdere Baladları’’ adlı bölümde yer verir. İlk kez ‘’Varlık Dergisi’’nde yayımlanır, sonra Rauf Mutluay 4 Mayıs 1975'te Cumhuriyet gazetesinde yayımlar... 

Daha önceleri bu sayfada sizlere Murathan Mungan’ı tanıtırken onun bir sözüne yer vermiştim. Murathan Mungan ‘’Türkçe’yi çok iyi kullanan bir yazardır, şairdir’’ demiştim. Ve ‘’bu özelliğini de şöyle anlatır’’ diye devam etmiştim: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin. "

İşte Attilâ İlhan da Murathan Mungan’ın tarif ettiği Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen üç-beş yazardan birisiydi. Attilâ İlhan içimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan bir şairdi.

‘’Hiçbir dil insanın hissettiklerini anlatmaya muktedir değildir derler’’ ama sanırım bu ifade Murathan Mungan ve Attila İlhan gibi şairler için geçerli değildir.

Attila İlhan'ın gönüllere girmiş, dillere sinmiş, okuyan herkes için adeta içselleşmiş şiirlerinden birisidir "Böyle bir sevmek".

Türk edebiyat tarihinde bir erkeğin ağzından, gönlünden, ruhundan ve kalbinden çıkabilecek en içten sözcüklerle bir aşk, bir sevda yakarışıdır ‘’Böyle bir sevmek’’.

‘’Böyle bir sevmek’’, "şöyle bir sevmek" değildir.

‘’Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir’’

Bir kadın nasıl bu kadar güzel, nasıl bu kadar hoş, nasıl bu kadar tatlı ve nasıl bu kadar masum ifade edilebilir, bir şiir nasıl bu kadar insanın ruhuna dokunabilir, insanın gözlerini nemlendirebilir, bu dizeler nasıl bu kadar güzel olabilir?

Bu şiir; bizlere, aşkın; karşı taraftan ziyade kendi içimizde yaşadığımız, büyüttüğümüz, putlaştırdığımız bir duygu olduğunu, içten bir dille izah eder. Âşık olduğumuz "şey" aslında çoğu zaman da bir hayalden ibarettir... 

Halil Cibran derdi zaten; ‘’Her erkek iki kadına âşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.’’

Bu duygudan, yüzyıllar önce Nedim bir gazelinde dem vururdu:

"Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim 
bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana"

Dostoyevski’nin ‘’Beyaz Geceler’’ kitabında da şöyle bir bölüm geçerdi: "Âşık mı oldunuz? Kime?'' ''Hiç kimseye. Bir ideale. Düşüme giren kadınlara…"

Yine Dostoyevski’nin ‘’Yeraltından Notlar’’ isimli kitabında da şöyle bir ifade vardı: ‘’Hayal dünyamda bu ‘güzel ve yüce şeylere’ sığınarak ne aşklar yaşadım… Gerçek hiçbir varlıkla ilgisi olmayan, bütünüyle hayal ürünü bu aşklar sayesinde ruhum öylesine cömertçe doyuyordu ki, sonradan gerçek bir aşka ihtiyaç bile duymuyordum. Gerçek birini sevmek benim için gereksiz bir lüks olurdu.’’  

William Shakespeare'in ‘’Othello’’ isimli oyununda da geçerdi; ‘’Beğendiğimiz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, aşk sanıyorsunuz!’’

Ama bu duygunun en güzelini de Attilâ İlhan kendisi anlatırdı:

"Yokluğum fazla uzayabilir, zaman zaman, dediklerimi dinleyerek saptarsın ki: hayatta kimse kimseyi anlayamaz, kimse kimsenin yerini tutamaz; aşk dediğimiz, ya vahim bir yanlış anlaşılmadır, ya kötü bir hayal kurma tarzı: İki kişinin ikisi de, öbürünün yerine hayal kurmaya kalkıştığından, sukut-u hayaller eksik olmaz! Sen dediğime kulak ver, kendimizden başkasını sevemiyoruz; sevdiğimiz, şahsiyetimizin dışlaştırılmış, bir başkasının üzerinde somutlaştırılmış hayali; o başkası da kendisini üçüncü bir şahıs üzerinde dışlaştırır, somutlaştırır: Arada ahenk kurulamaz, nasıl kurulsun, sevdiğimizle sandığımız farklı!

Muvaffak bir çift, yalnızlığa tahammülü yüksek iki insan manasını taşır: Çift demek, yanyana iki yalnızlık demek, beraber bile olamamış, kesişmesi bile zor! Onun için böyle bir hayatı, içine girip kurbanı olmadan yaşayacaksın, yani uzaktan. Uzaktaki, soyut, hemen hemen yok bir şahsı sevmekten güzelini tasavvur edemiyorum. Yakında olmayan sevgili tahayyülde yaşatılır, hayalde yaşamak az evvel açıkladığım kaideye uygun olarak, onu kendine benzetmektir; yanında bulunmayacağından, o buna ne itiraz edebilir, ne müdahale: Sevdiğini hayalinde değiştirdikçe, kendine benzettikçe daha çok seversin, böylece denge korunmuş olur.

Sevmek! Sevmek esasında alıp başını gitmektir, sevgiliden uzaklaşan mutlak aşka yaklaşır, sevdiğini gönlünde kendi bildiğince yeniden yaratarak..”

Hani derlerdi ya ''uzaktan sevmek aşkların en güzelidir'' diye... Attilâ İlhan da hem yazısında hem de şiirinde bunu söylüyor işte...

Yine Attila İlhan ''Böyle bir sevmek'' şiirinde de bu düşüncesini en net şekliyle ifade ediyordu: ''Ne kadınlar sevdim zaten yoktular...''

Şiir uzun. Aşağıda verdim. Ancak bu şiiri bir kadın yazsaydı eğer muhtemel ki bu kadar uzun uzun yazmazdı diye düşünüyorum... Uzatmadan bir dizede anlatırdı anlatacaklarını:

''Ne erkekler sevdim zaten bo....tular...''

Bu ilkbahar günü ülke gündeminden, gamdan, kederden, kasvetten, Korona'dan, Suriye'den, Şam'dan, şekerden, İdlib'den, Soçi'den, Putin'den, bizimkinden uzaklaşmak istiyorsanız eğer, içinizi ve ruhunuzu ısıtmak için bu şiiri okuyun derim.

Osman AYDOĞAN

Böyle Bir Sevmek

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular 
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir 
Azıcık okşasam sanki çocuktular 
Bıraksam korkudan gözleri sislenir. 

Ne kadınlar gördüm zaten yoktular 
Böyle bir sevmek görülmemiştir   
Hayır sanmayın ki beni unuttular 
Hala arasıra mektupları gelir 
Gerçek değildiler birer umuttular 
Eski bir şarkı belki bir şiir 

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular 
Böyle bir sevmek görülmemiştir   
Yalnızlıklarımda elimden tuttular 
Uzak fısıltıları içimi ürpertir 
Sanki gökyüzünde bir buluttular 
Nereye kayboldular şimdi kimbilir 

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular 
Böyle bir sevmek görülmemiştir.  

Attila İlhan

 

Kadının adı

09 Mart 2020

‘’08 Mart  Dünya Kadınlar Günü’’ hakkındaki yazımda Müslümanlıktan önceki Türk devletlerinde kadın-erkek eşitliğinin olduğu, kadının bir statüsünün olduğunu ve Yavuz Sultan Selim’den sonra tamamen Arap kültürünün egemen olduğu Osmanlı İmparatorluğunda ise kadının sosyal hayattan tamamen dışlanarak toplumda bir statüsünün kalmadığını anlatmıştım…

Arap kültürü ile Türk kültürü arasında sadece kadının statü farkı yoktur.  Arap kültüründe kadının kendisi de yoktur, ‘’adı’’ da yoktur. Kastım Arap kadınını küçümsemek değildir... Kadın her kültürde kadındır ve en üstün saygıyı hak etmektedir. Kastettiğim kültürdür... Çünkü Arap kültüründe kadın numaralanır, sıralanır, sıfatlandırılır.  

Araplarda kadınlara ad; genellikle doğum sırasına göre numaralanarak veya fizyolojik görünümlerine göre sıfatlandırılarak verilir.

Doğum sırasına göre örnekler:

Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder. Dolayısıyla ilk doğan kız çocuğuna verilen addır. Ancak Araplarda fazla kullanılmaz, daha çok Anadolu'da kullanılır. Bu nedenle Araplarda her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz, Bazen de Ayşe adını konur, (eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konulur), bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konuşulur. Bazen da ilk doğan kıza ‘’Vahide’’ adı verilir. Vahide: Arap rakamlarında ''bir'' anlamındadır. Vahid kelimesi ''ilk'' olmaktan ziyade ''tek'' anlamındadır. Erkeklerde de ''Vahid'' olarak kullanılır.

Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir (Eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'sultan Mahmut-u Sani. Yani ikinci Mahmut')

Tilte: Telat veya selaseden türemedir Türkçede üçüncü demektir. Ailede üçüncü sırada doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Bu isim Anadolu’da pek görülmez ama Harran’da Araplarda çok bulunur.

Raba: Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir. Dördüncü sırada doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Anadolu’da yaygın bir addır, aynı zamanda geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının da adıdır.

Hamse: Arapça beş demektir. Beşinci doğan kız çocuğuna verilen isimdir. Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadolu’da pek bulunmaz.

Sitte: Arapça altı demektir. Altıncı doğan kız çocuğuna verilir. Harran’da yaygın bir isimdir.

Sabe: Arapça yedi demektir, bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha (Sabuha) olmuştur. Yedinci doğan kız çocuğuna verilen isimdir. 

Araplarda kız çocuklarına bu şekilde isim verilirken Arap kültüründen din adına etkilenen Anadolu insanı ise bu isimleri bilinçsizce kullanır. Zaman olur ilk doğan kız çocuğuna da ''Rabia'' ismini verirler. 

Fizyolojik görünümlerine göre örnekler:

Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir. Hadice Arapçada erken doğmuş prematüre kız anlamına gelir. Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir, fatm Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir. Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir. Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir, iyice beyaz ise Beyza adı verilir.

Kezzibân: İslam âleminde çok sevilen bir sure olan Rahman suresinde hemen hemen bütün ayetlerin sonunda geçen “Febieyyi âlâi rabbikumâ tukezzibân” sözünden esinlenerek çocuklara verilmektedir. Bu ayetin manası ise şöyledir: ”O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” Bu ayette geçen Keziban kelimesi yalanlayan, yalancı manasındadır. Bu nedenle bu hakikati bilmeyen birçok samimi Müslüman işin tam manasını bilmeden bu isim Kuran’da geçiyor o halde manası güzeldir diyerek kız çocuklarına bu ismi vermektedirler. Ayetin manasını bilen Araplar da doğal olarak bu ismi kullanmamaktadırlar. Ayrıca Kezban isminin Farsçadaki ''ev hanımı'' manasına gelen ''Kedban'' isminden de türediği de söyleyen dilbilimcileri de vardır. Bunlara göre ''Kezban'' ismi Rahman suresinden alınmamış, Farsça ''Kedban'' isminden türemiştir.

Türk kültüründe ise kadın numaralandırılmaz ve sıfatla adlandırılmaz, Türklerde ve Anadolu’da kadın bir varlıktır, bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir.

Türk kadını ‘’Hanım’’dır, ‘’Hanım ağa’’dır, ‘’Hanım efendi’’dir, ‘’Hatun’’dur. Türk kadını ''Deniz''dir, ''Derya''dır; ''Engin''lere açılır. Türk kadını ''Nergiz''dir, ''Çiğdem''dir, ''Çiçek''tir, ''Gül''dür, ''Gülseren''dir; ''Doğa''ya ''Serpil''ir. Türk kadını ''Sevim''dir, ''Sevigen''dir, ''Sevgi''dir; ''Sevda''dalarda ''Sevil’’ir... Türk kadını ''Sevinç''tir, ''Sevin''dir, ''Neşe''dir, insanları, toplumu, hayatı ''Gül''dürür... Türk kadını ''Canan''dır, ''Candan''dır, çevresine, sevdiklerine ''Can'' verir... Türk kadını ''Gönül''dür, gönle girer. Türk kadını ''Mine''dir, çiçektir, nakıştır...

Mitolojide sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.

Kadına sıra numarası vererek veya fizyolojik görünümüne göre sıfatlandırarak ona isim veren bir kültür doğal olarak kadını bir nesne gibi görür, onu sıradanlaştırır, onu yok sayar, onu kullanır ve onun üzerinde egemenlik kurar…

İçine tekrar tepe taklak ve bilinçsizce yuvarlanmakta olduğumuz Arap kültürü sanıldığından daha karmaşık ve daha tehlikelidir... Bu toplum gitgide Araplaşan kültürüyle kendi kendisini hasta eden bir toplum haline gelmektedir.

Gözünüzü açın, görün artık…

Osman AYDOĞAN

 

 

Yansıtma

06 Mart 2020

TV pek izlemem… Nedeni de basit… Ne zaman TV’yi açsam iktidarıyla, muhalefetiyle haber kanallarında, siyaset kürsülerinde, açık oturumlarda bir şiddet, bir celâl, ağıza alınamayacak sözler, hakaretler, aşağılamalar diz boyu… Kötü ve sert tondaki sözler, çirkin ifadeler, çatık kaşlar, şiddet ve celal bulunduğum ortamı zehirliyor… Kötü ve sert tondaki sözler, çirkin ifadeler, çatık kaşlar, şiddet ve celal sokak sokak, cadde cadde, köy köy bütün yurda dalga dalga yayılıyor... Çünkü duygular bulaçıcıdır. Coranavirüs tebbiri olarak kullanılan el yıkamak, maske kullanmak da kar etmiyor.  Tek çözüm bu kötü sözleri duymamak. Ben de hemen TV’yi kapatıyorum… Yoksa ben de zehirleneceğim…Geçen yılın son aylarında yaşanan ıspanaktan zehirlenme vakaları bu zehirlenmenin yanında gayet masum kalır…

Bir Çin atasözü şöyle derdi: ''Kelimeler doğanın titreşimidir; güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.'' Çevrenizde gördüğünüz her türlü pisliğin ve her türlü şiddetin kaynağı kötü kelimeler ve şiddet kullanan kürsülerdeki, ekranlardaki, salonlardaki hatiplerdir. 

Haber kanallarındaki, siyaset kürsülerindeki, açık oturumlardaki bu şiddet, bu celâl, ağıza alınamayacak bu sözler, bu hakaretler, bu aşağılamalar bana Psikolog Filiz Alev’in ''Yansıtma'' başlıklı bir yazısını hatırlatır…

Psikolog Filiz Alev, bloğundaki 09.04.2011 tarihli yazısında psikolojideki ‘’Yansıtma’’ kavramını özetle şöyle anlatıyordu:

‘’Yansıtma, psikopatolojide paranoya le birlikte anılan bir savunma mekanizmasıdır. Bir tür davranış bozukluğu ve ruhsal rahatsızlıktır. İnsanda duygu, düşünce, algı ve karar verme yetisinin sağlıksızlaşmasıyla ortaya çıkar.

Aslında toplumsal koşullarda, hele de içinde bulunduğumuz çağda, çoğu insanın sırf kendini korumak ve savunmak için başvurduğu çok doğal ve masum bir davranış olarak düşünülür, ancak derinliğine incelendiğinde hiç de öyle olmayıp, çok ciddi, önemli ve hatta tehlikeli bir rahatsızlık olduğu görülür.

Tipik özelliği, bu kişilerin asıl kendisine söylemesi gerekenleri karşısındakine söylemesidir; Ya da, kendine yakıştıramadıklarını, başkalarına yakıştırmasıdır.

Bireyin kendine ait kusur ve yanlışlarını karşısındakine mal edip, kendini karşısındakine yansıtmasıdır. Rahatsızlık, ‘yansıtma’ adını zaten bu özellikten alır.

Kişi makbul olmayan kendine at özellikleri ve davranışları, direk karşısındaki kişiye yansıtıp, bunlar sanki karşısındaki kişinin özellikleri ve davranışları imiş gibi, ona yükler, onu yanlışlar.

Bir anlamda da bu, kişinin ayna karşısında kendine söyleyeceklerini başkalarına söylemesi gibidir. Zaten böyle bir bozukluk en kesin o zaman gözlemlenir.

Başkalarına ayna tutmak üzere bir şeyler söylerken fark edersiniz ki, eleştirdiği o şeyler tam da o anda bile bizzat kendisi yapmaktadır.

Ve yine asıl kendi yapmakta olduğu bazı makbul olmayan davranışları, sanki siz yapmışsınız gibi, size mal edip, sizi eleştirmesiyle de son derece belirgindir.

Genellikle kişilik zafiyetinden ve aşağılık kompleksi ile paranoyanın da eşlik ettiği ego kaygısından kaynaklanır. Kişi bilinç düzeyinde, aslında ‘bilmeme’nin egoda yarattığı belirsizlik ve sapma le yanılgıya düşer ve ‘zan’lar üretir.

Yansıtma, bunların tümünün birden sonucu ve hepsini kapsayan bir bozukluktur.

Kendi eksikliklerini ve aç olduğu erdemler ödünlemek adına, hele de o erdemler bir başkasında görürse, tıpkı aç bir hayvanın açlık dürtüsüyle avına saldırdığı gibi, kendi önemseme ve önemsetme açlığından dolayı, tamamen ilkel bir içgüdüyle, yani aslında yaptığının da pek bilincinde olmayarak, o kişiye ve aç olduğu o erdemlere saldırır.

Kendi hatalarını ya da makbul olmayan davranışları karşısındakine yakıştırıp, asıl kendi yapmaması gerekenler karşısındaki sanki öyleymiş veya öyle yapıyormuş gibi bir kabulle ciddi bir yanılsama ve yanılgıya düşer.

Bu arada kendinde olmayan özellikleri de kendine mal edip, karşısındakinde öyle özellikler yokmuş gibi davranır. Ve bunları çoğunlukla alay eder ve dalga geçer tarzda yapması, karşısındakini küçük düşürücü, aşağılayıcı, saygısız, zaten haksız ve yersiz hatta hakaret edici ve hiç olmadık tarzda veya hiç gerekmediği halde anlamsız ve mantıksız veya aykırı bir şekilde yapması da dikkat çekicidir.

Bu nitelik ve böyle bir bozukluğun kesinlikle ciddiye alınmasını şarttır. Zira bu rahatsızlığa sahip kişilerin kendileri zaten huzursuz olduklarından huzur bozucudurlar ve hem kendileri hem de başkaları için bulundukları ortamda da sorun, haksızlık, saygısızlık ve zarar kaynağıdırlar.’’

Psikolog Filiz Alev, bloğundaki yazısında böyle diyordu… Ama yeni nesil psikologlar işte böyle uzun uzun anlatıyorlar. Hâlbuki Halil Cibran kısaca bir cümleyle özetlemişti konuyu: ‘’İnsanlar aynaya bakarak, aynada gördüklerini başkaları hakkında söylerler.’’

Halil Cibran’ın sözünden sonra bana söyleyecek söz kalmıyor ama yine de bir cümle de ben söylemeden edemeyeceğim. Ama söyleyeceğim söz de Halil Cibran’ı başka kelimelerle tekrarlamaktan başka bir şey değil:

‘’İnsanların ağızlarından çıkan sözler, başkalarına ait suçlamalar ve ithamları sadece ve sadece kendilerini anlatır.’’

Eğer inanmıyorsanız TV’deki, medyadaki ve meydanlardaki hatiplere iyi bakın, onları iyi dinleyin. Sonra da ülkemizde yaşanan son on yılı bir bir hatırlayın, anımsayın, gözden geçirin. İşte o zaman Psikolog Filiz Alev’in uzun uzun bilimsel olarak anlatmak istediğini, Cibran’ın bir cümle ile ne demek istediğini bir çırpıda anlarsınız. İsterseniz yazıyı bu gözle bir daha okuyun... İşte o zaman daha iyi anlarsınız...

Derdi zaten tarihin imbiğinden geçmiş, güngörmüş olan eskiler; ‘’üslub-u beyan, ayniyle insan’’ yani; "bir insanın ifade tarzı kendisini anlatır", yani: "insan ne ise öyle konuşur"...

Ama uzun söze ne hacet... Zaten atalarımız bütün bu yukarıda demek istediklerimizi dört kelimede özetlemişler:

''Kem söz sahibine aittir.''

Osman AYDOĞAN

 

Olgunluğa erişmemiş siyaset

05 Mart 2020

Ajanslarda, gazetelerde hiç bitmeyen şehit haberleri veriliyor… Sanki nesne gibi, sanki eşya gibi, sanki elma, armut gibi….İki adet şehit, üç adet şehit… Ve devamı gelir; beş şehit, sekiz şehit, 34 şehit gibi.... Eğer sayı tek ise haber bile verilmiyor.  Veya sanki olay Patagonya'da olmuşcasına, en alt sayfalarda umursamadan veriliyor; ''Bir şehit'' gibi... Veya 34 şehit haberi, daha cenazeleri kalkmadan, daha şehitler kara toprağa emanet edilmeden tebessümle, gülerek, esprilerle, alkışlarla veriliyor. TV'lerde; vur patlasın çal oynasın programları, toplum gerçeklği dışındaki, toplumu şiddete yönelten diziler sunuluyor...

Ertesi gün de gazetelerde şehit ilanları… Fidan gibi gencecik aslan fotoğrafları, altına isim, rütbe, tertip yazıları, bazen doğum tarihi, şehit tarihi... Kimisi nişanlı, kimisi evli... Kimisinin bebeği yolda, kimisininki daha yeni kucakta... Kimisinin terhisi gelmiş, kimisinin daha yeni tayini çıkmış, kimisi daha yeni göreve başlamış... Onlarca genç insan... Her birisinin, ciğerleri sızlatan daha nice hikâyesi... Eline diken battığında yüreği yanan anaların bir anlatılamaz evlat acısı… Gece üşüdü mü diye onlarca defa kalkıp evladının üstünü örten annelere ''oğlunuz şehit'' diye gelen bir anlatılmaz felaket haberi…

Ve genellikle artık okuyana hiçbir anlam ifade etmeyen, şehit ailesine hiçbir katkı sağlamayan sıradanlaşmış ibareler, ifadeler; ‘’… Silah arkadaşlarımızı kaybetmiş olmanın üzüntüsü içindeyiz. Merhuma Tanrı’dan rahmet, kederli ailesine ve silah arkadaşlarımıza başsağlığı dileriz...” Ve genellikle de altına şu yazılır: “Kara Kuvvetleri Komutanlığı personeli” veya  ‘’Jandarma Genel Komutanlığı personeli’’…

Aslında şehidi en iyi tanımlayan Mehmet Âkif idi: “Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor” diyerek ve ''Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber'' diye bitirdiği o meşhur ‘’Çanakkale Şehitlerine’’ isimli şiirinde... O şiirde, o ruhta ve o günlerde şehidin bir değeri vardı, bir anlamı vardı, bir kıymeti harbiyesi vardı, toplumda bir ağırlığı vardı, toplumun şehit karşısında bir mahcubiyeti vardı... Şimdi şehit naaşı önünde siyaset yapılıyor… Şehit naaşı önünde selfiler çekiliyor…

Neyse geçelim bu faslı… Nazım bir şiirinde söylerdi zaten; ‘’geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.’’

Şehit vatan savunması için verilir. Gündeme getirilen Bakara Suresi'nin 154. ayeti "Allah yolunda öldürülenler’’den bahseder… Müslüman bir ülkenin rejimini değiştirmek hangi hükme göre Allah yolu oluyor? Cumhurbaşkanı bahsi geçen sureyi kastederek ‘’emri ilahisinin manasını kavrayabilmek için önce sağlam bir imana ihtiyaç olduğunu’’ söylüyor.  Bir vakitler oy uğruna sözde çözüm sürecinde ‘’analar ağlamasın, artık şehitler gelmesin’’ diyenlerin bahsi geçen ‘’sağlam imanı’’ neredeydi acaba?

Arif Nihat Asya’nın ‘’Şehitler tepesi boş değil’’ diye başlayan "Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor" şiiri de şairin 1940 yılında Adana'nın düşman işgalinden kurtuluşunun kutlandığı tören için yazdığı bir şiirdir. Yani bu şiir vatan savunması için yazılan bir şiirdir. Bu şiir Emevi Camiinde namaz kılmak için yazılmamıştır.  

Neyse… Bu faslı da geçelim… Yine Nazım’ın dediği gibi; ’’geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı’’.

Ancak asıl anlatmak istediğim konu fidan gibi gencecik aslanların nasıl şehit oldukları da değil, şehidin, şehadetin anlamı da değil. Çürümüş bir toplumun, askere gitmemek için hep ''çürük'' raporu alan sapasağlam sahtekâr insanları da değil... Bu sapasağlam insanlara ''çürük'' raporu veren veya parası olana askerlik yaptırtmayan çürümüş sistem de değil... Çürümüş bir medyanın ve çürümüş bir siyasetin umursamazlığı da değil... Yıllardan beridir onuru çiğnenerek, gururu çiğnenerek, genetiği bozularak, disiplini darmadağın edilerek, kurumları yağmalanarak bir hallaç pamuğu gibi atılan, düzeni darmadağın edilen bir ordunun, askerlerini bir başka ülke topraklarına hava savunmasız savaşa gönderebilecek kadar içler acısı hali de değil...

Asıl anlatmak istediğim siyaset ve zihniyet…

Amerikalı yazar Jerome David Salinger’in Amerikan edebiyatının klasiklerinden olan ‘’The Catcher in the Rye" (Ülkemizde ‘’Gönülçelen’’ ve ‘’Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’’ adıyla yayınlandı) isimli kitabında bir cümle geçerdi: (Gönülçelen, Sayfa 204)

“Olgunluğa erişmemiş kafanın özelliği, bir dava uğruna seve seve can vermektir; olgun kafanın özelliği ise, bu dava uğruna seve seve yaşamaktır.” 

Aslında bu sözü şöyle de okuyabiliriz:

“Olgunluğa erişmemiş siyasetin özelliği, bir dava uğruna insanlarını seve seve can vermeye sevk etmektir. Olgun siyasetin özelliği ise, bu dava uğruna insanlarını seve seve yaşatmaktır.” 

Zaten siyaset sorunları güç kullanmadan çözme sanatı değil miydi? Gücü kullandığınız noktada siyasetiniz iflas etmiş demektir… İflas etmiş siyasetten ne olgunluğu beklenir ki?

Osman AYDOĞAN

 

Alman edebiyatında Doğu etkisi

04 Mart 2020 

Geçen haftaki bir yazımda ünlü Alman şairi Heinrich Heine'nin ünlü Fars şairi Firdevsî üzerine yazdığı şiirini anlatınca ''Alman edebiyatında Doğu etkisi'' diye bir yazıyı kalame almamın farz olduğunu düşündüm. Çünkü Alman edebiyatında Doğu ile ilgilenen sadece Heinrich Heine değildi...

Alman edebiyatının Doğu ile ilgilenmesi öncelikle Haçlı seferleri ile olur. İspanya’da kurulan Endülüs Emevi Devleti, İbn-i Rüşt, İbn-i Sina ve Osmanlı İmparatorluğunun yükselişi Alman edebiyatçılarının Doğu’ya yönelmesine ve Doğu edebiyatından etkilenmesine yol açar...

Bu yazımda Doğu edebiyatından etkilenen Alman edebiyatçılardan örnekler vererek kısaca bahsetmek istiyorum. Bu yazıma daha önce anlattığım Heinrich Heine'yi de dâhil ettim. Alman müziğine Doğu'nun etkisini de bir başka yazımda kaleme alacağım. 

Johann Wolfgang von Goethe

Doğu edebiyatından en çok etkilenen Alman edebiyatçıları arasında büyük Alman şairi Johann Wolfgang von Goethe’nin (1749-1832) en başta geldiği değerlendirilir..

Johann Wolfgang von Goethe daha küçücükken annesinden ve büyükannesinden dinlediği ''Binbir Gece Masalları'' ile hayal dünyası şekillenir. Üniversite eğitimi esnasında da Arap şiirine, Kuran’a, Fars ve Türk kültürü ve edebiyatına ilgi duyar. Goethe, Doğu’yu şiirin asıl vatanı olarak görür. Goethe, 1814’te Hammer’ın Hâfız Divanı tercümesi ve etkisiyle yaşlılık döneminde ‘’Doğu Batı Divanı’’nı (West–östlicher Diwan) kaleme alır. Divan; Almancanın söyleniş olarak alabileceği gelmiş geçmiş en melodik ve yumuşak eserlerden birisi olarak kabul edilir.

Doğu Batı Divanı’ı on iki kitaptan oluşur ve 250 şiir yer alır. Divan’da şarkılar, Hâfız, aşk, murakabe, sıkıntı, hikmetler, Timur, Züleyha, Sâki, mecazlar, Persler ve cennet adlı bölümler yer alır… Goethe, Divan’da yer alan şiirlerinin bir kısmını Kur’an’dan ilham alır.

Goethe, Divan’ında Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislamı ve fetvacısı Ebussud Efendi’nin Hâfız Divanı hakkında verdiği fetvaya ve 1693 yılında devrin Şeyhülislamının Niyazi Mısrî’nin şiirine verdiği fetvaya da yer verir.

Goethe Divan’da ‘’üç yüzük’’ hikayesine de yer verir ve sonucunu şöyle bağlar; "O halde dramın esas fikri her üç dinin de kıymetli ve hak dini olduğu ve asıl meselenin ahlaki irade ve iyilik hislerinde mündemiç bulunduğudur."

Wer sich selbst und andere kennt,
wird auch hier erkennen:
Orient und Okzident
sind nicht mehr zu trennen.

Kendini ve başkalarını tanıyan
gayrı inkâr edemez ki
doğu ve batı
artık ayrılmazlar.

Goethe bu divanı ile Doğu ile Batı arasında bir köprü kurmak ister...

Bahsettiğim gibi ‘’Batı - Doğu Dîvânı’’nde ‘’Buch Süleika’’ isminde bir bölüm var. Bu bölümünde ''Süleika'' diye anlatılan hikâye bizim bildiğimiz ‘’Züleyhâ’’ hikâyesidir.  Goethe, Batı - Doğu Divânı üzerinde çalışırken âşık olduğu Marianne von Willemer’i ‘’Züleyhâ’’ya  benzeterek en güzel şiirlerini ''Süleika'' (Züleyhâ) ismiyle Marianna için yazar…

Goethe, ‘’Batı - Doğu Dîvânı’nı, 1814 yılında -altmış beş yaşındayken- Avusturyalı Tarihçi Hammer Purgstall’ın 1812 yılında yaptığı ‘’Hafız Divanı’’ çevirisini okuduktan sonra bu divandan etkilenerek yazar….

Goethe’nin 1814 yılında yazdığı ve Batı – Doğu Dîvânı’nın temel taşı olan ‘’Buch Süleika’’ (Züleyhâ Kitabı) Yavuz Sultan Selim’in şu dörtlüğü ile başlar:

‘’Ich gedachte in der Nacht                   (Gece düşünüyordum
Dass ich den Mond sähe im Schlaf:     Uykuda ayı görebilsem diye
Als ich aber erwachte;                          Uyandığımda;
Ging unvermutet die Sonne auf.’’          Aniden güneş doğmuştu.)

Şiirin özgün Farsça hali şu şekildedir:

Fikr mî-kerdem şebî k’ân-mâ-râ bînem be-h’âb
Men der’în bûdem ki nâgeh şod tulû’-ı âftâb

(Bir gece o mâhı rüyâda göreyim diye tefekkür ediyordum. Ben bu fikirde iken ansızın âftâb tulû’ etdi.)

Günümüz Türkçesiyle:

‘’Gece ay gibi güzeli rüyada görebilsem diye düşünüyordum. Bu düşüncedeyken ben ansızın güneş doğuvermez mi?’’

Jakop Willemer, Goethe’nin büyük aşkı Marianne’yi 1800 yılında evine alır ancak Willemer, Marianne ile 1814 yılında aniden evlenir. Goethe ve Marianne birbirilerine âşıktırlar ve birbirleriyle ilgilenmeye başlarlar. Willemer’in, Marianne ile bu ani evliliğinin sebebi olarak Willemer’in bu ilişkiyi sezmesi üzerine olduğu rivayet edilir. Willemer dürüst, çalışkan ve zengin birisidir tıpkı Züleyhâ’nın kocası Potifar (Kitfir)  gibi.

Goethe, Batı – Doğu Dîvânı’nın ‘’Süleika Buch’’ bölümünde şiirlerinde Yusuf yerine ‘’Hatem’’ ismini kullanır ve Hatem ile Süleika karşılıklı olarak şiirleşirler. 

Goethe, Dîvân’ında Süleika (Züleyhâ) şiirinin bir yerinde şöyle der

‘’Süsses Dichten, lautre Wahrheit          (Nefis şiirlerden, gürültülü hakikatle
Fesselt mich in Sympathie!                     Zincirlerle bağlar beni gönlüme!
Rein verkörpert Liebesklarheit                Aşk bu, ete kemiğe bürünüp de
In Gewand der Poesie.’’                         Çıkar şiir kılığında önüme)

Ve bu uzun destanımsı şiir ilahi aşka vurgu yapılarak şöyle biter:

‘’Und wenn ich Allahs Namenhundert nenne,
Mit jedem klingt ein Name nach für dich.’’

(Ve ben Allah’ın adını yüz kez ansam
Her çınlayan bir isimle sana yaklaştırır.)

Doğu kültürüne büyük ilgi duyan Goethe ‘’Batı - Doğu Dîvânı’’’ni yazdıktan sonra yıllarca üzerinde çalıştığı ikinci büyük eseri ‘’Faust’’a yönelir.. . Faust’ta da doğunun en meşhur masalı ‘’1001 Gece Masalları’’nın izleri ve etkisi bulunur. Sadece Faust’ta değil Goethe’nin bütün eserlerinde yer alan insanlar, figürler ve mekânlar hep Doğu’dandır. Goethe’nin ‘’Genç Werther’in Acıları’’ (bu eseri sayfamda daha önce anlatmıştım) ve ‘’Ruh Yakınlıkları’’ isimli eserlerinde de ‘’Binbir Gece Masalları’’’nın izleri görünür. Ayrıca Goethe’nin ‘’Faust’’ kitabındaki Faust karakteriyle ‘’Hafız Divanı’’ arasında büyük benzerlikler vardır.

Goethe, sadece Doğu kültürüne değil İslam dinine de büyük ilgi duyar. Goethe, “Götz von Berlichen” oyununda, Kuran’dan bir sureyi alıntılar.  

Goethe bir şiirinde Allah'ı şöyle tanımlar: 

''Gottes ist der Orient!
Gottes ist der Occident!
Nord- und südliches Gelände
Ruht im Frieden seiner Hände!

Er, der einzige Gerechte,
Will für jedermann das Rechte.
Sei von seinen hundert Namen
Dieser hochgelobet! Amen.''

(Doğu da Allah'ındır!
Batı da Allah'ın!
Kuzeyi ve Güney sahası
Sulh içindedir O'nun kudretiyle

O, tek "Âdil" olan,
Hak olanı istiyor herkes için
O'nun yüz isminden biri de "el-Adl"
Bu yüce isim çok yüceltilsin! Amin.)

Hammer Purgstall

Aslında Doğu edebiyatı ile ilgilenen sadece Goethe değildi… Bahsettiğim gibi Goethe’, ‘’Batı - Doğu Dîvânı’nı, 1814 yılında -altmış beş yaşındayken- Avusturyalı Tarihçi Hammer Purgstall’ın 1812 yılında yaptığı ‘’Hafız Divanı’’ çevirisini okuduktan sonra yazar...

Avusturyalı Tarihçi Hammer Purgstall (1774-1856) bir diplomat, bir tarihçi ve bir tercümandır. Tarihçiler arasında ‘’Hammer’’ diye bilinir.  Hammer, ‘’Binbir Gece Masalları’’nı, Evliya Çelebi’nin ‘’Seyahatnamesi’ ve ve Katip Çelebi'nin ''Cihannüma''sının bazı bölümlerini ve ‘’Hafız’'ın ‘’Divan’’ını Almancaya çevirir. Bahsettiğim gibi Hafız’ın bu ‘’Divan’’ı Goethe’nin ‘’’West–östlicher Diwan’’ına ilham verir.  ‘’Hammer Tarihi’’ olarak bilinen 10 ciltlik yapıtı ‘’Geschichte des osmanischen Reiches'’i (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi) 1827-1832 yıllarında yayınlar…

Hammer’in Oryantalizm hakkındaki görüşleri ise kısaca şöyledir: “Bizim heyecanlı çalışmalarımızın ışığı doğudan yükselmiştir.’’

Hammer, Türkçe, Arapça ve Farsçanın yanı sıra İtalyanca, Fransızca, Yunanca ve Latince dillerine de hâkimdir… Hammer, Batılıların Türklere ve İslam’a duyduğu önyargıya verdiği tepki sebebiyle ismini zaman zaman "Yusuf Hammer" olarak değiştirir ve bazen de imzasını bu isimle atar.

Hammer, ölmeden önce mezar taşını hazırlatır. Hammer, vefat ettiğinde vasiyeti üzerine, Hristiyan olmasına rağmen İslami usullere göre defnedilir. Hammer’in alaturka usullerle yapılmış olan kabri halen Viyana’nın kuzeyindeki Klosterneuburg semtindeki Ölosternburg mezarlığında bulunmaktadır. Ve Hammer’in mezar taşında Kur'an ayetlerinin yanı sıra Arapça, Farsça ve Türkçe beyitler yazılıdır.  Bu yazılardan birisi de şu kitabedir: "Hüve'l bâkî, rahman olan Allah’ın merhametine sığınan üç dilin mütercimi Yûsuf Hammer."

Hammer'in mezarının fotoğraflarını yazımın sonunda veriyorum... 

Friedrich Rückert

Hammer’in, şair, doğu bilimci ve filozof olan bir Alman öğrencisi var: Friedrich Rückert. (1788-1866) Rückert, Osmanlı tarihçisi Hammer-Purgstall’den Arapça, Farsça ve Türkçe öğrendikten sonra Doğu edebiyatı ile ilgilenir ve doğunun klasik şairlerinden Sadi, Hafız, Cami ve Mevlana’dan çeviriler yapar. Rückert, özellikle Mevlana’ya büyük hayranlık duyar ve çalışmalarını Mevlana üzerine yoğunlaştırır... Rückert, Mevlana için övgü gazelleri yazar hem de gazeli şiirlerinde özgün “vezin” ölçüsüne göre tam olarak Almanca kullanarak… Rückert, Mevlana’yı şu şekilde tanımlar:

‘’Mewlana nennt sich das Licht im Osten,
 Dessen Widereschein euch zeiget mein Gedicht’’

(Mevlana doğuda bir ışıktır, deniyor
Onun yansımasını benim şiirim gösteriyor.)

Rückert, Mevlana’nın düşüncelerini dizelere de döker:

"Mecusi, Brahman, Hırıstiyan ve Müslümanım,
Sen de benim güvencemsin, gel uzaklaşma Hint tapınaklannda,
Camilerde ve Kilisede yöneldiğim,
Sadece senin yiizündür, gel uzaklaşma"

Rückert, her üç dine olan yakınlığını şöyle anlatır:

‘’Ich war im Garten, als das Paar darinnen war,
Und als hinein die Schlange kroch, ich liebe lang.
Als Pharao verschlungen ward vom rothen Meer,
Hielt ich die Hände Mosis hoch, ich liebe lang.
Mit Noe in der Arch’, im Brunnen mit Joseph,
Im Himmel war ich mit Henoch, ich liebe lang.
Als Mohammed durch alle Höh’n der Himmel fuhr,
Fand er im siebenten mich hoch, ich liebe lang.’’

(Ben de cennette idim, o ünlü çift oradayken,
Yılan oraya sızmıştı ya, o zaman; Sevgim yücedir benim!
Firavun kızıl denize gömüldüğünde, Musa’nın ellerini havaya ben kaldırdım; Sevgim yücedir benim! Gemide Nuh ile, çeşmede Yusuf ile
Gökyüzünde İsa ile birlikteydim. Sevgim yücedir benim!
Muhammed gökyüzünün katlarını dolaştığında,
Yedinci katta beni gördü, Sevgim yücedir benim!’’

Gotthold Ephraim Lessing

Alman dünyasında Doğu edebiyatı ile ilgi ilk olarak Aydınlanma Çağı'nın önde gelen temsilcilerinden olan Alman yazar, filozof, gazeteci ve Alman Edebiyatının ilk önemli eleştirmeni Gotthold Ephraim Lessing (1729-1781) ile başlar. Lessing, ‘’Bilge Nathan’’ (Nathan der Weise) (Elips Kitap, 2010) adlı eserinde mekân olarak üç ilahi dinin (İslamiyet, Musevilik, Hristiyanlık) kesiştiği nokta olan Kudüs’ü seçer. Zaman olarak da Haçlı Seferleri’nin yaşandığı dönemi ele alır. Aynı zamanda esere de adını veren hikâye kahramanı Nathan varlıklı bir Yahudi tüccardır. Lessing’in eserinin merkezine Sultan Selahattin’i alır. Lessing’in eserinde; tek tanrılı dünya dinleri kısmen farklılıklar taşısalar da tek tanrılı dinlerin esasta insanları Tanrı’ya ideal bir kul olmayı hedeflediği ve düşmanlığı değil kardeşliği simgelediği mesajını verir.

Christoph Martin Wieland

Almanya’da klasisizm ve romantizm akımlarının öncüsü sayılan, şair, çevirmen ve Aydınlanma Döneminden bir yayımcı olan Christoph Martin Wieland (1773-1813) da masallarında Doğu motiflerine yer verir.  Wieland, “Cinistan” (Dschinnistan) adını taşıyan 19 adet öyküler koleksiyonunda zarif peri ve hayalet masallarına yer verir. Bu masallarda da Wieland, Doğu motiflerini kullanarak Eski Mısır ve Türk masallarından alıntılar yapar. ‘’Cinistan’’da geçen cin figürü de ‘’Binbir Gece Masalları’’nda sıklıkla karşılaştığımız bir figürdür.  Christoph Martin Wieland, aynı zamanda Johann Gottfried Herder, Johann Wolfgang von Goethe ve Friedrich Schiller'den oluşan Klassizmin ‘’Dört  Beyni’'nin en yaşlısıdır.

Christian Johann Heinrich Heine 

Doğu kültüründen etkilenen bir diğer Alman şair de Christian Johann Heinrich Heine (1797 - 1856)dir. Heinrich Heine, 19. yüzyılın en ünlü ve romantizm ve realizm akımları arasındaki geçiş döneminde siyasal şiirin öncüsü olan Alman şairidir. 

Gazneli Mahmut, eski İran efsaneleri üzerine kurulu manzum destanı olan ‘’Şehnâme’’yi Firdevsî'ye yazdırır ama Firdevsî’ye söz verdiği ödemeyi yapmaz, şairi küstürür. Bu ödeme konusunda değişik rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisi de Heinrich Heine'ye aittir. Heinrich Heine bu ödeme konusuna, ‘’Der Dichter Firdusi’’ (Şair Firdevsî) isimli üç bölümlük çok güzel bir şiirinde yer verir. Heine şiirinde; Firdevsî’den Firdusi, Şehnâme’’den Schach Nameh, Firdevsî’nin şehri olan Tus şehrini de Thus olarak bahseder. 

Şiir şu dize ile başlar:

‘’Goldne Menschen, Silbermenschen!
Spricht ein Lump von einem Toman,
Ist die Rede nur von Silber,
Ist gemeint ein Silbertoman.’’

(Firdevsî ve Heinrich Heine’yi yine bu sayfamda daha önce anlatmış ve şiirin tamamını da bu yazımda vermiştim.)

Heine'nin şiirinde özetle şu hikâye anlatılır:

Şehnâme’nin yazılışından yıllar geçmiştir. Bir gün aklına gelir Sultan Mahmut’un; Firdevsî’yi sorar nerede diye? Aslında çok yoksul çevreden olan büyük şair kendi şehrinde (Tus) eski ağır koşullarında yaşayıp gidiyordur. Sultan hemen büyük bir kervan düzülmesini emreder. Develere en güzel ipekliler, nice değerli altın, gümüş, fildişi araç gereçler, paha biçilmez nesneler yüklenir... Sultanın kervanı sekiz günlük bir yolculuktan sonra şaşa ile Firdevsî’nin yaşadığı bir dağın yamacına kurulmuş şehre giriyordur ki, aynı şehrin karşı kapısından küçük, yoksul bir cemaatin omuzlarındaki tabutta mezarlığa götürülen Firdevsî’nin cenazesi vardır!

Novalis

Erken Alman romantizminin söz ustası, filozofu Novalis (1772-1801)’in, (Gerçek ismi "Georg Philipp Friedrich Freiherr von Hardenberg") “Heinrich von Ofterdingen” (Doğu Batı Yayınları, 2014) isimli romanında Şark’ı “Şiirin ve Romantizmin Ülkesi” olarak tanımlar…

Diğerleri

Alman edebiyatında Doğu’ya öykünen edebiyatçılar bu isimlerle de sınırlı değildir. Wilhelm von Humbold, Friedrich Schlegel, August Wilhelm Schlegel ve Graf von Platen gibi edebiyatçılar Doğu’nun büyülü atmosferinden etkilenerek Doğu’yu bütün dinlerin, dillerin, şiirin ve romatizmin ülkesi olarak telakki ederler...

Son söz

Ne hazin değil mi? Zamanın ünlü Alman edebiyatçıları Şark'a öykünürken, Şark'ı ‘’şiirin ve romantizmin ülkesi’’ olarak anarlarken, şimdi ise Şark ‘’Despotizmin, bağnazlığın, sefaletin ve savaşların ülkesi’’ olarak tanımlanmaktadır… Ne olmuştu da Şark bu hallere düşmüştür? Düşünenlerin ve siyasilerin üzerinde düşünmesi gereken bir konudur...

Osman AYDOĞAN

Hammer’im alaturka usullerle yapılmış olan, Viyana’nın kuzeyindeki Klosterneuburg semtindeki Ölosternburg mezarlığında bulunan kabri: 

 

 

 

Çığlık…

03 Mart 2020

‘’İki arkadaşımla yürüyordum
Güneş batıyordu
Melankolinin nefesini hissettim
Birden gökyüzü kan kırmızısına döndü
Durdum ve korkuluğa yaslandım
Ölümüne yorgundum
Alev almış bulutlara bakıyordum
Kan ve bıcak gibi, derin mavi fiyort ve şehrin üzerinde asılı
Arkadaşlarım yürümeye devam etti
Endişeden tir tir titreyerek orada durdum
Evrenden gelen muazzam ve sonsuz çığlığı duydum.’’

Edvard Munch

''Çığlık'' veya orijinal ismiyle ''Skrik'', Norveçli ressam Edvard Munch’un 1893 tarihli bir tablosudur. Sanat Tarihi'nde orijinal adı ''Boğuntu'’dur. Birçok eleştirmene göre bu tablo, Munch'un en önemli çalışması olup Leonardo da Vinci’nin ‘’Mona Lisa’’sının ardından sanat tarihinin ikinci en ünlü eseri kabul edilir…

Aslında Edvard Munch’un yaptığı dört tane ‘’Çığlık’’ tablosu vardır. 1893’te yaptığı bu tablo yağlı boya ilk versiyonudur. Bu tablo Oslo’daki Ulusal Galeri’de, Munch’un aynı tarihte yaptığı pastel versiyonu ile 1910’daki diğer yağlı boya versiyonları yine Oslo’da Munch Müzesi’nde sergilenmektedir.

Munch ayrıca 1895’te yaptığı aynı isimde bir başka pastel tablo daha vardır. Bu tablo özel şahıs elinde bulunan tek pastel tablodur... Bu tablo 2012’de ABD’de 120 milyon Dolara satılarak en pahalı sanat eseri unvanını alır…

Resim orijinali 84 cm x 66 cm boyutlarındadır. Resimde ön planda ıstırap çeker gibi görünen bir figür, arka planda ise Ekeberg tepesinden Oslofjord'un görünümü yer alır; Oslofjord göğü kan kırmızısı rengindedir.

Yukarıdaki dizelerde Edvard Munch tabloyu nasıl yaptığını anlatır: Ressam günlüğünde anlattığına göre iki arkadaşıyla yürümektedir, bu sırada ise güneş batmaktadır ve kan kırmızısı rengindedir. Ressam kendini yorgun hissetmiş ve trabzanlara yaslanmıştır. İki arkadaşı ise yürümeye devam etmiştir. Ressam bu sırada ‘’doğanın çığlığını’’ hissettiğini günlüğünde dile getirir. Gerçekten de resmin Almanca orijinal adı bu durumu yansıtmaktadır: “Der Schrei der Natur” (Doğanın Çığlığı) Bu isim tablonun ilk ismidir... Ressam bu resmi yaparken hastadır ve bu yorgunluğunun oradan geldiği düşünülür. Çığlık tablosunun kahramanının, ressamın kendi portresi olduğu söylenir…

Munch, bu tabloyu çizgisiyle, duygusuyla var olan tüm korkuların bir temsili adına yapar… Munch’un bu ekspresyonist tablosu sadece görsel değildir, sadece göze hitap etmez, bir çaresizliğin feryadı olarak ruhunuzda fırtınalar koparır, çığlıklar attırır, kimseler duymaz feryadınızı, çığlık çığlığa sanki bu evrende yapayalnızsınız duygusunu verir. Bu haliyle Munch’un ‘’Çığlık’’ tablosu bir çaresizliğin feryadıdır; ağzı bir karış açık, kendi çığlığını duymamak için kulaklarını kapamış, kolu kanadı kırık bir çaresizliğin, sadece bu dünyada değil, sanki tüm bu evrende bir tek başınalığın ve çaresizliğin feryadıdır...

Munch’un tablosundaki ön planda ıstırap çeker gibi görünen figür sanki biziz ve figürün çığlığı sanki bizlerin çığlığıdır…

Bu ekonomik girdapta aşsız, işsiz kalanların çığlığıdır...

Suriye köylerinde, Libya çöllerinde harcanan Anadolu evladının çığlığıdır…

Ülke sorumlularının esprilerden, gülücüklerden, tebessümlerden, alkışlardan salonları çın çın çınlattığı esnada evlatlarını kara toprağa verirken feryatları arşı alayı saran anaların, babaların, bacıların, evlatların çığlığıdır…

Gel deyip kapıları sonuna kadar açıp, sonra da küffarla pazarlık için bir çuval moloz gibi sınır kapılarına bırakılan, Akdeniz’in, Ege’nin dalgalarının, Yunan’ın, Bulgar’ın insafına terk edilen Suriyeli anaların, babaların, bebelerin çığlığıdır…

Depremlerde çürük binaların, denetimsiz maden ocaklarının altında canlı canlı kara toprağa gömülen insanların, çocuklarının, ana babaların çığlığıdır...

Denetimsiz, güvenliksiz yurtlarda cayır cayır, diri diri yanan kızlarımızın, yavrularımızın, analarının, babalarının çığlığıdır...

Tecavüzcüsü ile evlendirilmek istenen kızlarımızın, şiddet gören, ihmal edilen, katledilen kadınlarımızın çığlığıdır…

Kesilen ağaçların, işkence gören hayvanların, kurutulan derelerin, kirletilen havanın, denizin, suyun çığlığıdır…

Hodbinliğe, kabalığa, bilgisizliğe, görgüsüzlüğe, kurnazlığa, ilgisizliğe, vefasızlığa ve sevgisizliğe karşı çaresiz kalan bir naifliğin, bir zarafetin, bir inceliğin çığlığıdır...

Sanırsınız ki tablodaki arka planda görülen kara dumanlar; insanlarımızın kara bahtıdır, bir yangın yerine dönen ocaklardan çıkan kara dumanlardır, ''Aydın!'' karanlığında alev alev yanan ülkemden semalara, arşı alaya yükselen kara dumanlardır...

Şair Orhan Veli ‘’Sabaha Kadar’’ isimli şiirinde şöyle derdi:

‘’Şeytan diyor ki: ‘Aç pencereyi;
Bağır, bağır, bağır; sabaha kadar.’ ‘’

Şiirdeki gibi pencereyi açıp içimizden sabahlara kadar çaresizce, umutsuzca ama sessizce çığlık çığlığa çırpınasımız, bir feryat, bir figan halinde bağır, bağır, bağır, bağırasımız geliyor... 

Ve bu çaresizliği resmedecek, tarihe bir kanıt olarak sunacak Edvard Munch gibi sanatçılarımız da yoktur…

Osman AYDOĞAN

Edvard Munch, ''Çığlık'' veya orijinal ismiyle ''Skrik'':

 

 

Fareli Köyün Kavalcısı

02 Mart 2020

Fareli Köyün Kavalcısı (Almanca: Rattenfänger von Hameln), Ortaçağ'da Almanya’nın Aşağı-Saksonya bölgesinde Hannover'in hemen güneyinde yer alan Hameln kasabasında pek çok çocuğun evden ayrılmasıyla ilgili bir hikâye konusudur.

Almanya’da ‘’Märchenstraße’’ diye bir sözcük var. Orta Almanya’da Frankfurt yakınlarındaki Hanau'dan başlatıp kuzey Almanya’da Bremen’de biten bir yol, bir cadde; adı da; ‘’Masal Caddesi’’dir... 600 km uzunluğundadır. Alman kültürüne ait bildiğimiz bütün masallar bu 600 km’lik yol güzergâhında geçer. En son Bremen’de ‘’Bremen Mızıkacıları’’ masalı ile sona erer… Evimde Almanya’dan getirdiğim en güzel kitaplardan birisidir: ‘’Die Deutsche Märchenstraße: Eine sagenhafte Reise vom Main zum Meer’’ (Alman Masal Caddesi: Main’den Denize Masalımsı Bir Seyahat)

Kuzey Almanya, kışın gece, karanlık zamanı bazen 18 saate kadar çıkar. Ortaçağ dünyası. Elektrik yok, ışık yok.. Bu uzun süren karanlıkta kültür sürekli masallar üretmiştir. İşte bunlardan birisi de ‘’Fareli Köyün Kavalcısı’’dır.

Bizler hikâyeyi şöyle biliriz:

Bir gün Hamelin köyünü fareler basar. Her yerde fareler vardır ve halkın bütün yiyeceğini tüketmektedirler. Halk bu durumda ne yapacağını bilemez ve köy ''Fareli Köy'' olarak anılmaya başlar. Bir gün bu köye bir adam gelir. Kendisine bir torba altın verirlerse köyü farelerden kurtaracağını söyler. Köylüler o kadar çaresizdirler ki hemen aralarında gerekli parayı toplayıp köyün muhtarına verirler.

Adam kavalını çıkarır ve o kadar güzel bir melodi çalar ki bütün fareler onu takip ederler. Adam onları köyün yakınındaki bir nehre götürür. Kavalcı nehirden yürüyerek geçer fakat ardından gelen fareler suda boğulurlar. Köy farelerden kurtulmuş olur.

Adam köye altınlarını almak için döndüğünde muhtar nasılsa köyde fare kalmadığı için adama ödeme yapmak istemez ve altınları ona vermez. Bunun üzerine kavalcı tekrar kavalını çalarak yürümeye başlar.

Bu sefer 130 tane çocuk onun peşinden gelir. Kavalcı onları yakındaki bir ormana götürür. Fakat kavalcı uyurken çocuklardan köyün yerini bilen biri kavalcının kavalını alır ve bütün çocukları tekrar köye götürür. Çocuklarının kaybolmasından çok endişelenen köylüler çocukları geri dönünce çok mutlu olurlar ve gerçeği öğrenince de köy muhtarına çok kızarlar. Sonunda kavalcıya altınlarını verirler.

Masalın farklı bir sürümünde de kavalcı çocukları ormana götürürken en arkadan gelen üç çocuktan bahsedilir. Bu çocuklardan biri sakattır ve diğerleri kadar hızlı yürüyemediği için arkada kalmıştır. Bir diğeri kördür ve nereye gittiklerini göremediği için kavalın sesini takip ederken yavaş ilerlemektedir. Sonuncusu ise sağırdır ve kavalın sesini hiç duyamadığı halde diğerlerini meraktan takip etmiştir. Daha sonra bu üç çocuk ormana gitmeyip köye dönmüş ve bütün köyü çocukların nerede olduğu konusunda uyarmıştır.

Hikâyenin bu sürümü daha sonraki yıllar içerisinde bir masal gibi yayılır. Hikâye bu haliyle Johann Wolfgang von Goethe, Grimm Kardeşler ve Robert Browning'in eserlerinde yer alır.

İşte bu masalı bizler böyle mutlu sonla biter şekliyle biliriz. Bu hikâyeyi masallaştıran gerçek aslından çok başkadır. Bilinen şudur ve tekdir: Almanya’nın Hameln kentine 1284 yılında rengârenk elbiseli, kaval çalan bir adam, bir sebeple arkasında 130 çocuğu da götürerek ortadan kaybolur. Gidiş o gidiş ve bir daha dönmezler. 

İşte masal bu gerçeğin ardından, bundan sonra başlıyor. Bu çocuklar nereye, nasıl gittiler, ne oldular?

Bu ünlü masal, bizim bildiğimiz şekilde mutlu sonla bitse de, gerçek Hameln şehrini yüzyıllar boyunca derin bir travmayla yaşamak zorunda bırakan karanlık bir sona sahiptir.

1284 yılında yaşanmış bu gerçek olayla ilgili en eski yazılı belge, şehir tarihçesinde yer alan 1384 tarihli Latince kayıttır: ‘’Çocuklarımız ayrılalı on yıl oldu.’’

Bu kaydın anlamı üzerine çok değişik tezler üretilmiş, ama kesin bir sonuca ulaşılması bugüne kadar mümkün olmamıştır.

Olayın yaşandığına dair en eski kanıt ise 1300’lü yılların başında yapılan bir vitraydır. Şehrin kilisesinde bulunduğu bilinen bu vitray, yine kayıtlara göre 1660 yılında parçalanmıştır.

Tarihçi Hans Dobbertin tarafından kayıtlardaki açıklamalar esas alınarak yeniden yapılan vitrayda, kaval çalan adam renkli, çocuklar ise beyaz kıyafetler içerisinde betimlenmektedir. Bu vitrayın, şehrin tarihindeki trajik bir olayın anısını canlı tutmak amacıyla bu masalı İngiliz şair ve yazar Robert Browning şiir olarak yorumlamış, kitap 1888'de Londra'da yayımlanmıştır.

Eserdeki resimlerinse çocuk kitapları yazarı ve çizeri Catherine Greenaway'e ait olduğu sanılmaktadır. Söylencenin en önemli ögelerinden farelerse vitrayda yer almamaktadır; çünkü onların hikâyeye dâhil oluşu ancak 1559’dadır.

Willy Krogmann'un, ‘’Fareli Köyün Kavalcısı: Efsanenin Oluşumu Üzerine Bir İnceleme’’ adlı eserinde belirttiğine göre, 14'üncü yüzyılda şehirde yaşamış Lude isimli bir din adamının elinde, içinde kilise şarkıları bulunan bir kitap vardı. Büyükannesi tarafından kitabın içine olayın tanığı olduğuna dair bir dize yazılmıştı. Fakat bu kitabın 17’nci yüzyıldan bu yana izine rastlanmamış, dolayısıyla bu tanıklığın izini sürmek de mümkün olmamıştır.

Bu konudaki elde mevcut ilk Almanca yazılı kayıt ise 1440-1450 arasına tarihlenen ‘’Lüneburg Yazması’’dır. Burada olay kısa bir şiirle anlatılmaktadır: ‘’1284 yılında Aziz John ve Aziz Paul günü 26 Haziran'da Hameln’de doğmuş 130 çocuk alındı rengârenk elbiseler içinde bir kavalcı tarafından ve kayboldular tepenin yakınında bir yerlerde.’’

Günümüzde ''Lüneburg Yazması'' temel alınarak konuyu açıklamaya yönelik pek çok tez ortaya atılmıştır. Araştırmacı-yazar David Wallechinsky'ye göre, 1212 yılında gerçekleşen ve başlarında Nicholas isimli bir Alman gencinin bulunduğu 20 bin kişilik çocuk Haçlı Seferi için Hameln’den de 130 çocuk alınmış olabilir. Kaval çalan kişinin ise bir asker toplama görevlisi olabileceğini düşünülmektedir. Ortaçağ da o dönem asker toplamaya gelen görevlilerin kaval benzeri bir müzik aleti çaldıkları da göz önüne alınırsa bu doğru da olabilir.

İkinci rivayet ise oldukça korkunçtur: Amerikalı tarihçi William Manchester ‘’Sadece Ateşle Aydınlanan Bir Dünya’’ adlı yapıtında, kavalcının aslında psikopat bir sapık olduğunu öne sürüyor. 20 Haziran 1284'de Hameln’den 130 çocuğu renkli kıyafeti ve kavalıyla kandırarak kaçırmış ve çocuklara akla hayale gelmeyecek şeyler yaptıktan sonra bir kısmını öldürmüş, bir kısmını ağaçlara asmış; öldürmediklerini ise kendilerini bilmez şekilde ormanın içinde bırakıp gitmiştir.. Ancak bunu destekleyen herhangi bir yazılı kanıt bulunmamaktadır.

Bir başka görüş ise çocukların doğal bir sebeple ölmüş olmalarıdır. Bu durumda kavalcı ise gerçek bir kişi değil ölümün kişileştirilmiş halidir. Ortaçağ da ölüm sıklıkla renkli, alacalı kıyafetli bir adam olarak betimlendiğinden bu da akla yatkın bir rivayet.

Hameln şehrinin resmi web sitesine göre, akla en yatkın olarak kabul edilen bir rivayet de şöyledir: Hameln çocukları o günlerde Batı Prusya, Pomerania, Töton Bölgesi ve Moravia'ya yerleşebilmek için toprak sahipleri tarafından kayıt altına alınan göçe istekli Almanlardan sadece birkaçıydı. Geçmiş dönemlerde de aynen bugün olduğu gibi bir şehrin sakinlerine o şehrin çocukları denmesinin adetten olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, Hameln çocuklarının da bildiğimiz anlamda çocuk değil, en azından bir yerleşim birimi kuracak güçte ve yaşta gençler ya da yetişkinler oldukları anlaşılır. Çocukların Hameln’den ayrılışı daha sonra Avrupa’nın ortak belası haline gelen fare istilası ile birleştirilip tek bir efsaneye dönüşmüş olmalıdır. 

Johann Wolfgang Goethe, 1813’de masalı Almanca olarak şiirleştirmiş, hemen ardından bu şiir, Hugo Wolf tarafından bestelenmiştir. 1816'da ise Grimm Kardeşler, Alman söylencelerini topladıkları ünlü eserleri ‘’Alman Efsaneleri’’nde bu olaya ‘’Hameln’in Çocukları’’ adıyla yer vermişlerdir.

Kavalcı’nın heykeli bugün Hameln şehir meydanındadır. Hameln'de kaldırım taşları arasında da fare figürleri yer alır. Bu olaydan sonra Hameln’de bir sokağa ‘’Bungelose Gasse’’ ismi verilir, yani ‘’Davul Çalmanın Yasak Olduğu Sokak’’. Kaybolan çocukların anısına bu sokakta uzun yıllar gürültü yapmak, şarkı söylemek ya da dans etmek yasaklanır. Hameln’in hemen dışında çocukların kaybolduğu yere ise Poppenberg ismi verilir. Burada da haç şeklinde taştan iki anıt dikilidir. 

Bütün bu iddia ve tezlere ve rivayetlere rağmen tüm dünyada bilinen Fareli Köyün Kavalcısı masalı henüz tam anlamıyla açığa çıkarılamayan geçmişiyle her geçen gün daha fazla merak uyandırmaktadır. Tabii günümüz Hameln şehri de her yıl düzenlediği festival ve ağırladığı binlerce turistle bu gizemin sağladığı faydalardan yararlanmaya da devam etmektedir.

Hikâyenin bilinen bütün detaylarını anlattım. Bu kıssadan bir hisse çıkaracak olursak eğer, o da şudur ki; gördüğünüz gibi sakın ola anlatılan her renkli masala inanmayın, güzel melodi çalan yalancı, sahtekâr bir kavalcının peşine düşüp de mutlu sona kavuşacağınızı zannetmeyin ve arkasından gittiğiniz yalancı ve sahtekâr bir kavalcının sizi götüreceği korkunç akıbeti araştırın!

Osman AYDOĞAN

 

 

Nima, yüreğindeki gamı söyle de bir yabancı gibi ağlayayım

01 Mart 2020

Çocukluğumda memleketimde mahallede eceliyle bile olsa bir ölse, bir cenaze olsa varsa düğün ertelenirdi. Zaten televizyon yoktu. Evde radyolar kapatılırdı.  Haber bile dinlenecek olsa radyonun sesi iyice kılırdı… Bu durum günlerce sürerdi. Bu ölüye olan saygıydı...

Tabii ki devir değişti, zaman değişti, kültür değişti… Aynı hassasiyeti beklemek günümüzde haksızlık olur.

Neyse geçmişi bırakayım, günümüze geleyim…

27 Şubat 2020 akşam saatlerinde İdlib’de hava saldırısı sonucu 36 askerimiz şehit oldu. Tüm Türkiye’de matem var. 83 milyon tek yürek, kan ağlıyor...Daha şehit cenazeleri yeni yeni kaldırılıyor…

Bu olaydan iki gün sonra, 29 Şubat 2020 günü ... Aynı anda TV’de canlı yayın esnasında…Bir tarafta şehit cenazeleri, bir tarafta Cumhurbaşkanı konuşuyor… Tüm TV’ler canlı veriyor…

Cumhurbaşkanı, İstanbul'da AKP milletvekilleri ile buluşmasında yaptığı konuşmada şehit sayısının 36'ya çıktığını söylüyor… ABD Başkanı Donald Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı görüşmeleri gülerek, gülümseyerek, espri yaparak anlatıyor… Seyreden bakanları da sırıta sırıta gülüyorlar... Şen şakrak espriyi alkışlıyorlar…

Cumhurbaşkanı geçmişte salonlarda Arap Rabia için, Arap Esma için elinde mendil gözyaşlarını siliyordu…

Bu tarafta espriler, gülmeler, gülümsemeler, şen şakrak alkışlar salonun kubbesini çınlatırken, öbür tarafta, uzaklarda ocaklarına daha yeni ateş düşmüş, kor düşmüş şehit evlerinde şehit cenazeleri daha yeni yeni kaldırılıyor… Oralarda bir feryâd bir figân anneler ağlıyordu, babalar ağlıyordu, eşler, nişanlılar, bebeler ağlıyordu… Burada ise espriler, gülüşmeler, alkışlar salonu çın çın çınlatıyordu…

Ve benim aklıma Nesimi Çimen’in ‘’Şifa İstemem’’ isimli sitem türküsü geliyor… Kulaklarımda bir sitem olarak inim inim bu türkü inliyor…

Cumhurbaşkanının konuşması esnasında Nesimi Çimen'in aklıma gelen bu türküsü de halk müziği içerisindeki en güzel bir sitem türküsüydü. Bu türkü insanın içini sızlatan, yüreğini burkan, kalbini titreten, gözlerini dolduran, dünya tarihinde eşi benzeri görülemeyen naif bir sitem türküsüydü. Sitemin bile naif, sitemin bile kibar, sitemin bile nazik olabileceğini gösteren bir türküydü…Bu türkü kadri, kıymeti, vefayı bilmeyenlere, sevgisizlere, duygusuzlara, duyarsızlara, nobranlara atfedilmiş bir türküydü…

Türkünün aşağıda bağlantısını verdiğim yorumu dinleyin, bir daha, bir daha, bir daha dinleyin. Gün boyu dinleyin, gece boyu dinleyin… Şehitlere bir ağıt, vefasızlara, duygusuzlara, duyarsızlara bir sitem olarak dinleyin… Sonra da başkaları şen şakrak gülerken, (sitemde ''Bir Sabiyyenin Gözyaşları'' adıyla kendisini anlattığım) İhsan Raif Hanım’ın ’’Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime, titrerim mücrim (suçlu) gibi baktıkça istikbalime’’ dizelerini hatırlayıp, bir muhannet güruhunun eline düşmüş yalnız ve güzel ülkenin haline bakıp, şiirlerinde ‘’Şehriyar’’ mahlasını kullanan Azeri şair Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın "Nima, yüreğindeki gamı söyle de bir yabancı gibi ağlayayım’’ dediği gibi, erkeğim demeyin, askerim demeyin, ben ağlamam demeyin, aydın yüreğinizdeki birikmiş gamı, kederi, tasayı, kaygıyı ortaya döküp bir yabancı gibi ağlayın…

Ağlayın ancak salondaki o fotoğrafları, o gülüşmeleri, o alkışları da asla unutmayın…

Ben yine de sizlere güzel bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Bu türküyü çok sanatçı söyler. Ama bu türküyü Grup Abdal’ın ‘’Ozanca’’ isimli albümünde hakkıyla yorumlanır. 

Grup Abdal, ‘’Ozanca’’ albümünden ‘’Şifa İstemem’’
https://www.youtube.com/watch?v=SBDj5RQ82xA

Şifa İstemem

Şifa istemem balından
Bırak beni bu halımdan
Razıyım açan gülünden
Yeter dikenin batmasın

Gece gündüz o hizmetin
Şefaatin kerametin
Senin olsun hoş sohbetin
Yeter huzurum gitmesin

Taşa değmesin ayağın
Lale sümbül açsın bağın
İstemem metheylediğin
Yeter arkamdan atmasın

Kolay mı gerçeğe ermek
Dost bağından güller dermek
Orda kalsın değer vermek
Yeter ucuza satmasın

Sonu yoktur bu virdimin
Dermanı yoktur derdimin
İstemem ilaç yardımın
Yeter yakamdan tutmasın

Nesimi'yim vay başıma
Kanlar karıştı yaşıma
Yağın gerekmez aşıma
Yeter zehirin katmasın

Nesimi Çimen

Ortaçağdan kalma karanlık bir güruhun 02 Temmuz 1993 günü Sivas'ta, Madımak Oteli'nde 35 insanımızı cayır cayır yaktıkları Sivas Кatliamı'nda bu türkünün söz ve bestesinin sahibi Nesimi Çimen de cayır cayır yakılarak katledilmişti.

 



Gözlem Noktaları

29 Şubat 2020

Türkiye’nin Astana anlaşması Soçi süreci diye Suriye’de İdlib’in güneyi ve doğusunda 12 adet ‘’Gözlem Noktaları’’nda 03 Şubat 2020’de topçu ateşiyle sekiz askerimiz, 10 Şubat 2020’de hava saldırısıyla beş askerimiz son olarak 27 Şubat 2020’de yine hava saldırısıyla 33 askerimiz daha şehit oluyor. Böylece sadece son bir ayda İdlib’de Gözlem Noktalarında elliye yakın şehit veriyoruz.

Sürekli adı geçen bu ‘’Gözlem Noktaları’’ nedir, anlamaya çalışıyorum...

Anlamak için aklıma bir fıkra geliyor… Ancak gülmek için değil bu pespaye, bu rezil, bu sefil, bu hesapsız-kitapsız harekâtımızı anlamak ve sonra da oturup hüngür hüngür ağlamak için…

Bir genç adam, lise yıllarında bir yaz tatilinde sırtında çantası ile seyahat etmektedir. Bir sahil kasabasına gelir. Bu kasabada bir gece kalıp ertesi günü kasabadan ayrılacaktır. O hafta ise o sahil kasabasında bir festival vardır. Bu nedenle de bütün oteller, bütün pansiyonlar doludur... Kapı kapı dolaşır ancak yatacak bir yer bulamaz… Parklarda da gecelemek istemez… Otel görevlilerine yaptığı ‘’Lobide, şu koltukta kıvrılıp uyuyayım, sabah da çeker giderim’’ teklifi de kabul görmez.

Nihayetinde anlayışlı bir otel görevlisi şöyle bir teklifte bulunur: Otelin çatı katında ayyaş, sarhoş birisi yatmaktadır. Burası ayyaşın, sarhoşun devamlı ikamet ettiği bir yerdir. Arzu ederse sadece bu gece için yanına kıvrılıp yatabilir. Ancak çatı katında banyo, tuvalet, lavabo yoktur. Bir de çatıya çıkan merdiven ancak sabah yerine konmaktadır. Genç çaresiz bu teklifi kabul eder. Hemen merdiven kurulur, genç çatı katına çıkar. Gerçekten de orada buram buram içki kokan sarhoş birisi bir şiltede horul horul uyumaktadır. Yanına kıvrılır yatar.

Genç adamın gece yarısı büyük tuvaleti gelir. O katta tuvalet olmadığını, çıktığı merdivenin de kaldırılıp ancak sabah tekrar yerine konacağını acı bir şekilde hatırlar. Biraz sabreder ama artık kendisini tutamayacak haldedir. Çatı katında tuvaletini yapacağı bir yer de bulamaz. Bir saksı da yoktur çatı katında! Gözüne hala horul horul uyuyan sarhoş takılır. Aklına şeytani bir fikir gelir. Sarhoşun pijamasını poposundan biraz indirir, sarhoşun poposuna tuvaletini yapar ve sarhoşun pijamasını tekrar yerine yerleştirir.  Sabah olup merdiven konulunca da inip aşağıya kahvaltı bile yapmadan kasabayı terk eder…

Aradan yıllaaaar yıllar geçer. Genç adam üniversiteyi bitirmiş, bir şirkette iyi bir yere gelmiştir. Bir gün iş için kendisini bu kasabaya gönderirler. Makam arabasıyla kasabaya gelir. On yıl önce bir çatı katında gecelediği otelin kral dairesine yerleşir. Aklına on yıl önceki çatı katında kalan sarhoş adam gelir.  Otel görevlilerine bu sarhoş adamı sorar ancak kimse bu sarhoş adamı hatırlamamaktadırlar. Nihayetinde otelin en eski bir çalışanı sarhoşu hatırlar. ‘’Evet’’ der, ‘’eskiden bu otelin çatı katında bir sarhoş yaşıyordu. Ancak şimdi o sarhoş akıl hastanesinde yatıyor.’’ Genç adam; ‘’ne oldu ki?’’ diye sorar. Otel çalışanı cevap verir; ‘’vallahi beyim kimse bilmiyor, yaklaşık on yıl önceydi, bu sarhoş bir gün uyanır, gece altına yaptığını fark eder, başlangıçta ‘olur, insanlık halidir, altıma kaçırmış olabilirim’ diye düşünür. Ancak ‘nasıl olur da ben, donum ile pijamam arasına yaparım?’ diye düşünmekten kafayı yer.’’

Fıkra bu kadar… Gülmek için değil tabii… Bu ''Gözlem Noktaları'' fikrinin nasıl bir b...ktan durum yarattığını anlamak için...

Suriye’de İdlib’de bizim kurduğumuz bu on iki adet olan ‘’Gözlem Noktaları’’ ülkemizi terörist sızmalarından korumak için teröristlerle sınırımız arasında değil de İdlib’in güney ve doğusunda, İdlib’deki teröristlerle Suriye Ordusu arasında kurulmuş ya…

İster istemez kafama takılıyor… Bir komşu ülkede sınırımıza dünyanın en azılı, en gaddar, en vahşi teröristleri yığılıyor… Ve nasıl oluyor da biz, ülkemizi bu teröristlerden korumak için askerlerimizi teröristlerle sınırımız arasına konuşlandırmak, mevzilendirmek yerine, askerlerimizi, teröristlerle komşu ülkenin askerleri arasında yerleştiriyoruz, konuşlandırıyoruz? 

Madem ‘’Gözlem Noktası’’ diye askerlerimizi teröristlerle Suriye’nin askerleri arasına konuşlandırdın, burada on yıldır dünyanın en vahşi, en gaddar iç savaşı yaşanıyor, belli ki risk çok büyük, buranın hava sahası kontrolü da Rusların elinde, Ruslardan izinsiz İHA bile uçuramıyorsun orada, o zaman neden bu askerlerimizi hava desteği, hava koruması olmadan oraya gönderdin? Tam da fıkradaki gibi b..klu bir durum...

03 Şubat 2020 tarihinde İdlib’de sekiz askerimiz şehit olduğundan beridir fıkrada bahsettiğim sarhoş gibiyim... Hatta bu sarhoştan da farklı olarak bu konuda o kadar tahsil görmüşem, o kadar mektep bitirmişem, o kadar mürekkep yalamışam, yurt içinde, yurt dışında okumadığım mektep, okumadığım akademi kalmamış, zaten mesleğim de bu, ayrıca meslek hayatımın üçte birisi Doğunun dağlarında terörle mücadeleyle geçmiş, bu nedenle, bu bilgimle, bu tecrübemle, bu aklımla; gece donum ile pijamam arasına işesem buna bir çözüm bulurdum da bu soruya bir türlü cevap bulamıyorum. Bunu düşünmekten de kafayı yiyeceğim!…

Depremde müteahhit çürük bina yaptı diye hesap soruyorsunuz da bu çürük hesabı kim yaptı diye niye hesap sormuyorsunuz? Yoksa kadıyı kime mi şikâyet edeceğiz?

Hani yıllar önce pop şarkıcısı Fatih Erkoç söylerdi ya: ‘’Oynatmaya az kaldı, doktorum nerde?’’ diye. Aynen ben de öyleyim: Oynatmama az kaldı!...

Tanrı, bu ülke insanlarını zihin sağlığından korusun! 

Osman AYDOĞAN

 

Yandı ciğerim de canan buna ne çare?

29 Şubat 2020

Erol Toy'un çok güzel bir kitabı vardı iki ciltlik: ''Toprak Acıkınca'' (Yaz Yayınları, 1998) Kurtuluş savaşını anlatırdı… Bu kitapta bir hikâyecik hatırlıyorum torun ile nine arasında geçen...

- ''Nine ölüm nedir?''
- ''Ölüm neye benzer biliyor musun Hasan?''
- ''Neye nine''
- ''Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Belirli bir süre içinde acıkır. O zaman sürmek gerekir onu. Ekmek gerekir. Doyduysa ne âlâ. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. Oda yetmez Hasan'ım. Gayrı alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır. ''  Susar nine... Bir süre düşünür sonra yeniden devam eder:
-''İşte ölüm, insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzer.''

Terörden bir tohum gibi toprağa düşen gencecik askerlerin, polislerin, insanların haberleri gelince hep bu nineyi anımsarım... İhmalden, ilgisizlikten, bilgisizlikten, para hırsından çöken maden ocaklarında bir tohum gibi canlı canlı toprağa gömülen, tutuşan, yanan yurtlarda diri diri yanan, işgüvenliği eksikliğinden, bilgisizlikten, kuralsızlıktan iş kazasından, trafik kazasından yiten, katledilen insanlarımızın haberleri gelince yine bu nineyi hatırlarım...  Düşünür, sorgularım... Nasıl bir açlıkmış bu böyle? Bu toprakların ne doymak bilmez, ne bitmek bilmez bir iştihasıymış bu?

1’nci Dünya Savaşı'nda, Enver Paşa, Galiçya'ya da asker göndermeye karar verince; birliklerde talimler yoğunlaşmış... Bazı onbaşılar da, acemi eratı yetiştirmeye çalışıyormuş... Bir onbaşı, askere yeni gelmiş bir neferi çekmiş önüne; ''Sol yanın doğu, sağ yanın batı, önün güney; söyle bakalım, demiş, arkanda ne kaldı?'' Nefer boynunu bükmüş: ''Arkamda'', demiş, ''arkamda genç bir kadınla, iki küçük çocuk kaldı...''

Kimisi nişanlı, kimisi evli... Kimisinin bebeği yolda, kimisininki daha yeni kucakta... Kimisinin terhisi gelmiş, kimisinin daha yeni tayini çıkmış, kimisi daha yeni göreve başlamış…. Her birisinin, ciğerleri sızlatan daha nice hikâyesi... Eline diken battığında yüreği yanan anaların bir anlatılamaz evlat acısı…Onlarca genç insan…

Necip Fazıl’ın ‘’Akşam’’ isimli güzel bir şiiri vardı:

‘’Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.’’

Şiirde olduğu gibi Güneş çekilip dağların ardından batarken bir renk akşamı doğar ve dağlar külsüz, dumansız bir kor gibi alev alev yanar ya, işte ben her şehit haberinde, her felaket haberinde, her bir tohum gibi toprağa düşen can haberinde öyle yanarım... Bir alev topu gibi alaz alaz yanarım, bir kor gibi için için yanarım, tutuşmuş bir çıra gibi usul usul yanarım... Böylesi günler, bütün günlerimin içime denk akşamıdır. Böylesi günlerde bütün dünyanın ormanları içimde tutuşmuş gibi alev alev yanarım...

Erzurum yöresinden Muharrem Akkuş ile Yücel Paşmakçı’nın derledikleri bir türkü vardı, askere gidip de dönmeyen evlat acısını anlatan;

‘’Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte canan bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Yandı ciğerim de canan buna ne çare

Bir güzel simadır aklımı alan
Aşkın sevdasını canan serime salan
Bizi kınamasın ehl-i din olan
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Yandı ciğerim de canan buna ne çare''

Kore Savaşından sonra bu türküye bir dörtlük daha eklenir..

''Kore dağlarında ot kucak kucak
Ne bilsin analar (oy oy) böyle olacak
Rahmet yerine kurşun yağacak
Gtti de gelmedi canan buna ne çare"

Türkünün derleme tarihi 1966. Türkünün TRT repertuvar kurulu tarafından “inceleme” tarihi ise 1977. Bu türkü yaklaşık on yıl sonra TRT repertuarına alınır. (!) Türkü içinde geçmekte olan Kore Savaşına dair dörtlük ise TRT arşivlerinde bizim böyük müttefikimiz (!) ABD hatırına bilerek çıkartılmıştır. Halen TRT repertuarında türkünün Kore ile ilgili kısmı yoktur!

Burada genç arkadaşlarıma ‘’höllük’’ nedir açıklamam gerek ki ağıt daha bir anlaşılsın. Höllük; şimdilerde allanarak pullanarak reklamı yapılan bir kullanımlık çocuk bezlerinin yerine kullanılan çamurlaşmayan bir çeşit topraktı. Bu toprak çocuğun altına bağlanan bir bezle ısıtılarak kullanılırdı. Ancak şimdiki çocuk bezleri gibi bir kullanımlık değildi… Kullanıldıktan sonra elene elene tekrar kullanılırdı. Şimdi böyle zahmetlerle anneler evladını büyütüp yetiştirsin, askere yollasın sonra da o asker gidip de gelmesin!  Ciğeri yanmasın da annelerin daha nesi yansın?

Bugün artık Kore'nin dağlarında kucak kucak otlar yanmıyor ama bugün tüm bir milletin Suriye çöllerinde alev alev ciğeri yanıyor...

Gitti de gelmedi canan buna ne çare?
Yandı ciğerim de canan buna ne çare?

Osman AYDOĞAN

Bu türkü çok sanatçı tarafından seslendirilmiştir. Ancak türkünün Serenad Bağcan tarafından bir jenerikte kullanılan yorumu çok güzeldir. 

Seranad Bağcan, ‘’Eledim eledim höllük eledim’’:
https://soundcloud.com/salih-lsal/serenad-bagcan-eledim-eledim-ben-anadoluyum-jenerik

 

 

Döndüm baktım sol yanıma Mehemmedim can veriyor

28 Şubat 2020

Dün ajanslar bir felaket haberi haber veriyorlardı: Suriye’de İdlib’te 33 şehit. Daha yeni iki hafta önce (03 Şubat -10 Şubat 2020)  yine İdlib’te 13 şehidimiz vardı.

Önce biraz geriye gidelim

Mart 2015

Mart 2015 tarihinde, Suriye iç savaşı devam ederken Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan'ın organizasyonuyla oluşturulan '’Fetih Ordusu’'nun yönettiği harekâtla İdlib cihatçıların kontrolüne geçiyor. İdlib’in cihatçıların eline geçmesi Suriye'deki güç dengeleri önemli oranda değiştiriyor. İdlib’de ‘'Fetih Ordusu'’nun içerisindeki cihatçı yapılar (el Kaide biatlı Nusra ve Ahrar Şam Heyeti) arasında ciddi ayrışmalar yaşanıyor ve Tahrir Şam Heyeti İdlib’e hâkim oluyor…

Suriye rejimi ülkesine hâkim oldukça Suriye’deki dünyanın her ülkesinden gelen cihatçı militanlar İdlib’te toplanmaya başlıyorlar… Bu cihatçı militanların sayısının 50 bini geçtiği, bunlardan 20 bininin, halen İdlib'i kontrol eden Heyet Tahrir El Şam'ın (eski adı El Nusra) komutasında olduğu tahmin ediliyor.

Suriye ordusu Yamuk'tan sonra Hama ve Humus'taki cihatçı cepleri de arındırdıktan sonra İdlib'e taarruz etmesi bekleniyor.

Eylül 2017

Suriye ordusu ile İdlib’teki bu cihatçı örgütler arasındaki gerginliği azaltmak maksadıyla 2017'de Astana'da Türkiye, İran ve Rusya ile bir anlaşmaya varıyorlar. Astana anlaşması kapsamında Türkiye ile Rusya arasında ise 17 Eylül 2017 tarihinde Soçi şehrinde bir mutabakat muhtırası imzalanıyor.

Ekim 2017

İmzalanan bu Soçi Mutabakat Muhtırasına kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından 12 Ekim 2017'de ‘’İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’’ndeki ateşkes rejiminin takibi için gözlem noktaları oluşturmaya başlanıyor. Bu gözlem noktaları, İdlib'de silahlı cihatçı örgütlerin kontrolündeki sınır şeridinin silahlardan arındırılmasının denetlemesi planlanıyor. Yani Türkiye İdlib'de silahlı cihatçı örgütlerin silahtan arındırılması görevini üslenmiş oluyor.

Türkiye Suriye Ordusu ile İdlib’deki cihatçı örgütler arasındaki ateşkesin uygulanması için kuzeyden güneye doğru saptanan gerginliği azaltma şeridi boyunca 12 gözlem noktası kurmakla mükellef oluyor. En son kurulan 9 gözlem noktası Türkiye sınırlarından 88 kilometre güneyde Morin mevkiinde bulunuyor. Bu 9 gözlem noktası veya karakol, cihatçılar ile Suriye birliklerini birbirinden ayırıyor.

15-20 kilometre derinliğinde ve 250 kilometre uzunluğundaki silahsızlandırma şeridinin silahlı örgütlerin kontrol ettiği bölgeden geçmesi planlanıyor.

Soçi mutabakatı ve oluşturulan bu ‘’İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’ üzerine Rusya destekli Suriye ordusu, bir süredir planlamakta olduğu İdlib operasyonunu erteliyor.

Ocak 2020

Ancak Soçi mutabakatının üzerinden iki yıldan fazla zaman geçmesine rağmen Ocak 2020 tarihine kadar Türkiye’nin söz verdiği gibi İdlib’deki ılımlı muhalifler ile silahlı cihatçı gruplar ayrıştırılmadığı gibi İdlib’deki silahlı cihatçı gruplar da silahsızlandırılamıyor ve bunlardan da HTŞ gittikçe İdlib’e hakim olmaya başlıyor… 

Şubat 2020

Suriye ordusu ileri harekâtını devam ettirerek nerdeyse İdlib'i çember içine alıyor... Türkiye'nin gözlem noktaları da neredeyse bütünüyle Suriye birlikleri arasında kalıyor...

Şubat 2020 tarihine dönmek üzere şimdi kısaca tekrar geriye gidelim:

Bu iki yıl içinde neler oluyor?

7 Ağustos 2019 tarihinde Türkiye, Fırat’ın doğusunda bir güvenli bölge tesis edilmesi konusunda ABD’yle anlaşıldığını duyuruyor. Bu maksatla da Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesinde Türkiye-ABD Müşterek Harekât Merkezi’nin kuruluyor. Yani Türkiye Suriye’de Fırat’ın doğusu için ABD ile anlaşmaya varıyor.

Bunun üzerine de 15 Ağustos 2019 tarihinde Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova şu açıklamayı yapıyor: ‘’Suriye’nin kuzeydoğusunu izole etmeye yönelik girişimler endişe vermektedir.’’

9 Ekim 2019 tarihinde Türkiye Suriye’ye karşı ‘’Barış Pınarı Harekâtı’’nı icra ediyor. ABD ve Türkiye'nin 17 Ekim 2019'da ilan ettikleri 120 saatlik ateşkes ile harekât sona eriyor. 

Bu süre zarfında Türkiye tarafından Soçi mutabakatında söz verildiği gibi İdlib’de cihatçı teröristler silahtan arındırılamıyor. Cihatçı teröristler silahtan arındırılamadığı gibi İdlib’de hem bunların sayısı artıyor hem de bunlardan HTŞ İdlib’e hakim oluyor…

03 Şubat 2020

Cumhurbaşkanı Erdoğan 03 Şubat 2020 tarihinde Ukrayna’ya resmi bir ziyarette bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan Ukrayna ziyareti sırasında Kiev'de resmi törenle karşılanırken tören kıtasını "Slava Ukraine" (Şan olsun Ukrayna'ya) sözleriyle selamlıyor. Bu selam ise Rusya'da büyük yankı uyandırıyor. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği bu selam, 2018 yılında dönemin Ukrayna Cumhurbaşkanı Petro Poroşenko tarafından resmileştirilen Rusya karşıtı propagandalarda Ukrayna tarafından kullanılan bir selam oluyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu ziyareti esnasında sekizincisi toplanan Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey Toplantısı'nda yaptığı konuşmada Ukrayna’yı "Stratejik ortağımız, komşumuz ve dostumuz" şeklinde tanımlayarak şu konuşmayı yapıyor: "Türkiye olarak Kırım'ın (Rusya tarafından) yasa dışı ilhakını tanımadığımızın altını bir kez daha çizmek istiyorum. Ukrayna'nın egemenliğine ve Kırım dâhil toprak bütünlüğüne desteğimizin aynı şekilde süreceğini de teyit etmek istiyorum. Ülkenin doğusundaki durumun Ukrayna'nın toprak bütünlüğü ve uluslararası hukuk temelinde barışçı ve diplomatik yöntemlerle en kısa sürede çözülmesini umuyoruz."

Bu ziyaret esnasında Ukrayna’nın Türkiye Büyükelçisi Andrey Sibiga, Ukrayna medyasına yaptığı açıklamada "Bu ziyaret sırasında imzalanacak anlaşmaya göre, Türkiye tarafı Ukrayna ordusunun ihtiyaçları, özellikle silah alımı için 200 milyon TL finansal yardım sunacak.’’ diye duyuruyor…

Şimdi yazımın en başına dönüyorum:

03 Şubat 2020

İdlib’te, Suriye (Rusya demek daha uygun olur) topçu ateşiyle sekiz askerimiz şehit oluyor.

10 Şubat 2020

Yine İdlib’te, Suriye (Rusya demek daha uygun olur) hava saldırısıyla hava sahası Türkiye’ye kapalı İdlib’te beş askerimiz daha şehit oluyor.

27 Şubat 2020

Yine İdlib’te, Suriye (Rusya demek daha uygun olur) hava saldırısıyla hava sahası Türkiye’ye kapalı İdlib’te 33 askerimiz daha şehit oluyor.

Şimdi biraz yakına geliyorum:

15 Ağustos 2019

15 Ağustos 2019 tarihinde Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova ne demişti: ‘’Suriye’nin kuzeydoğusunu izole etmeye yönelik girişimler endişe vermektedir.’’

03, 10, ve 27 Şubat 2010

Rusya’nın bu endişesi de eyleme dönüşüyor… Ve Türkiye Kıbrıs Barış Harekâtından sonra bir başka ülke topraklarında ilk defa bir ay içerisinde elliye yakın şehit veriyor…

Hatalar ve yanlış politikalar

Hatalar

Hava sahası kontrolü, hava hakimiyeti veya hava üstünlüğü ve yakın hava desteği sağlanmadan kara birliklerinin muharebe sahasına sürülmesi,

Soçi Mutabakatındaki ‘’Gözlem Noktaları’’ tanımı dışında aşırı büyüklükte birliklerin sahaya yığılması,

Bu nedenle de bu büyük hacimli birliklerin ‘’Gözlem Noktaları’’ dışında konuşlandırılmaları,

Sahaya sürülen birliklerin envanterinde uygun hava savunma silahlarının bulunmaması,

Sahaya sürülen birliklerin muharebe deneyimlerinin eksikliği,

Karşı gücün elinde en son teknoloji tanksavar silahları varken sahaya sürülen zırhlı birliklerin; zırh koruması, hareket kabiliyeti, atış kontrol ve stabilizasyon sistemleri ve ateş gücü açısından demode durumda olması,

Arazinin açık arazi ve meskûn mahal olup zırhlı birlik harekâtına uygun olmaması…

Yanlış Politikalar

AKP iktidarının, ayı (Rusya) ile dans ederken Kovboy (ABD) ile aynı zamanda flört edebileceğini zannetmesi,

AKP iktidarının Rus politikasını okuyamaması: (3-10 Şubat 2020 tarihlerde birliklerimiz yapılan hava saldırıları ve sonucunda verilen 13 şehit bize verilen ‘’bu bölgeden çekilin’’ mesajını AKP yönetimini okuyamaması)

AKP iktidarının, hiç de üstümüze vazife değilken Soçi Mutabakatı ile İdlib'deki cihatçı, selefi grupların garantörlüğünün ve korumasının üstlenmesi, (Bunun bedelini, Suriye rejimine karşı bu silahlı cihatçı gruplara kalkan yaptıkları Mehmetçiğin canı ile ödüyor…)

AKP iktidarının, “Şam’daki Emevi Camii’nde Cuma namazı kılacağız” hevesi ve inadı, (Bu uğurda AKP Türk askerini Arap çöllerinde hesapsızca harcıyor…)

AKP iktidarının, İhvan aşkına Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına sürüklemesi,

AKP iktidarının, stratejik sığ dış siyaseti, (Bu siyasetin faturasını Türk askerinin kanı ve canıyla ödüyor…)

Sonuç

Yukarıda verdiğim tarihler Türkye'nin adım adım Suriye'de bir nasıl bataklığa sürüklendiğini gösteriyor... Hala Türkiye'nin İdlib'teki gözlem noktalarını geri çekmesininin dışındaki her bir hareket tarzı Türkiye'yi felakete götürecek gibi gözüküyor...

Suriye'de Esad'siz bir çözüm mümkünsüz gözüküyor...

Şehit haberleri gelince de bana da bir Çorum türküsünü hatırlamak kalıyor:

‘’El veriyor el veriyor
Orta direk bel veriyor
Döndüm baktım sol yanıma
Mehemmedim can veriyor.’’

Bu türkü şehitlerimize yakılan bir ağıt olarak kulaklarımda yankılanıyor:

‘’Döndüm baktım sol yanıma Mehemmedim can veriyor.’’

Osman AYDOĞAN

Kardeş Türküler, solist Feryal Öney:
https://www.youtube.com/watch?v=yTvJdsUyokM 

Hem okudum hem de yazdım

Hem okudum hem de yazdım
Yalan dünya senden bezdim
Dağlar koyağını gezdim
Yiten yavru bulunmuyor

Kurşun gelir sine sine
Merhem koyun yaresine
Öldürmüşler Mehemmed'i
Haber verin annesine

Seni vuran dağlı mıydı
Kurşunları yağlı mıydı
Düşman seni vurur iken
Senin kolun bağlı mıydı

El yazıya el yazıya
Duman çökmüş Gölyazı'ya
Kurban olam kurban olam
Beşikte yatan kuzuya

El veriyor el veriyor
Orta direk bel veriyor
Döndüm baktım sol yanıma
Mehemmedim can veriyor

Atalardan aldım öğüt
Derelere diktim söğüt
Hep kırılsın Avşar eli
Mehmet gitti babayiğit

Karalı bayrak kaldırdım
Çifte davullar dövdürdüm
Kınamayın komşular
Kademsiz gelin getirdim

 

 

Heinrich Heine ve Firdevsî

27 Şubat 2020

Evvelsi gün bu sayfada sizlere ünlü Alman şairi Heinrich Heine (1797 - 1856)'yi tanıtmış ve dün de onun Loreley  isimli şiirini anlatmıştım. Firdevsî (940-1020) ise en önemli Fars şairidir. Şimdi yazının başlığına bakarak diyeceksiniz ki Almanların bu en büyük şairi Heine ile Heine'den yaklaşık sekiz yüzyıl önce yaşamış Farsların bu en büyük şairi Firdevsî'nin ne ilgisi var? Olmaz olur mu!

Ama önce sizlere Firdevsî'yi anlatmam lazım... 

Hafız, Ömer Hayyam, Sadî Şirazî, Feridüdin Attar ve Molla Camî gibi büyük şairler İran edebiyatını dünya edebiyatına taşıyan önemli isimleridir. Türk edebiyatını özellikle Divan Edebiyatını da yakından etkileyen bu şairlere ilave edebileceğimiz bir isim de Samanîler ve Gazneliler dönemleri İran edebiyatının önde gelen şairi Firdevsî’dir (940-1020). Künyesi; “Ebu’l-Kâsım Mansur”, lakabı; “Fahruddîn”, mahlası ise “Firdevsî”dir. Aslında adı İran’da da telaffuz edildiği üzere "Ferdusi"dir. Anlamı "cennete ait, cennetle ilgili" demektir.

Firdevsî, aynı zamanda Gazneli Mahmut'un fikirler aldığı bilginlerden de bir tanesidir. Firdevsî Turanlılar ile İranlıların eski İran hükümdarlarından Tur ve İr'in soyundan geldiklerini söyleyerek bu iki halkı kardeş sayar.

"Bilgili olan güçlü olur" ve "akıllı bir adam, senin can düşmanın olsa bile, cahil dosttan iyidir" sözlerinin de sahibidir Firdevsî…

Firdevsî'nin en bilinen eseri Farsçayı Farsça yapan Şehnâme'dir. Firdevsî Şehnâme'yi; Türkler'in İran'a göçleri ve hakim olmaları sonrasında İranlılar'ı onore etmek için Gazneli Mahmud'un teşviki ve sunduğu imkânları ile ancak İranlılar'ın Turanlılar'la (Türkler) olan mücadelelerini İranlı hissiyatı ve tarafgirliği ile yazar. 

Şehnâme; Firdevsî'nin eski İran efsaneleri üzerine kurulu manzum destanıdır. İran edebiyatının en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilir. 60.000 beyitten oluşur ve İran tarihini anlatır. Şehnâme için Firdevsî ömrünün otuz yılını harcar, tüm İran destanlarını toplayarak manzum Şehnâme'yi yaratır. Şehnâme’nin önsözünde "gerçi otuz yıl uğraştım, ama sonunda Farsça dilinden İran milletini yarattım" der. 

Şehnâme, tarih öncesi zamanlardan başlayıp Sasani İmparatorluğu sonuna dek tüm eski İran krallarını inceler. Ancak ana tema Zabulistan prensi efsanevi kahramanı Rüstem, Esfandiār ve Afrāsiab gibi kahramanları içerir.

Eserde geçen olaylar çoğunlukla İranlı Rüstem ile Turan kralı Efrasiyab arasındaki epik çekişmeler şeklindedir. Şehnâme'de Efrasiyab İranlıların düşmanı olarak tasvir edilir. Şeytani güçleri olan Turan kralı Efrasiyab aslında gerçek bir tarihi kişilik olan Alper Tunga'dır. Şehnâme’de İranlı Rüstem bilek gücü ile yenemediği Türk Alper Tunga’yı tuzak kurup pusuya düşürerek öldürür. Türkçedeki ‘’Tongaya düşmek’’ deyimi de (Alper Tunga’nın tuzağa, pusuya düşmesi) bu hikâyeden gelir.

Şehnâme bitince Gazneli Mahmut destanda geçen hikâyeleri sarayın duvarlarına resmettirir. 

Burada trajik olan ise şudur: Bir Türk kralının içinde Farsların yüceltildiği bir Fars destanını bir Farslıya kaleme aldırması ve daha sonra da sarayını bu hikâyeyi içeren resimlerle donatmasıdır. Bu iş orada ve o zamanda da bitmez. Türk edebiyatında, Arapça ve Farsça kökenli hikâyeler anlatan meddah tipindeki hikâyecilere Firdevsî'nin Şehnâme'sinden hareketle "Şehnâme-hân’’ (Şehnâme anlatıcısı) denirdi. Yani Anadolu’da, Türk yurdunda, Türk Şehnâme-hânlar asırlarca Türklere Farsın yüceltildiği hikâyeler anlatmışlardır. Evliya Çelebi de, Seyehatnâme'sinde Şehnâme'nin Bursa içindeki kahvelerde meddahlar tarafından ezberden okunduğunu anlatır. Demek ki Türk’ün kendisini değil de başka bir milleti yüceltme sevdası yeni değildir, atalardan kalma yadigâr genetik bir mirastır! Türklerin bu Fars sevgisi daha sonra da Arap sevgisine dönüşecektir! 

Firdevsî, iyi bir Müslüman’dır. Hazreti Muhammed'e ve sahabelere övgü­leri, sevgisi derindir. Ancak Firdevsî daha iyi bir Fars milliyetçisidir. Bu yüzden Şehnâme'de eski Fars töre ve inançları ile İslâm ruhunu çelişme ve çatışmaya sokturmadan kaynaştırmaya dikkat eder. Ama bu büyük Fars milliyetçisi şairin, yurdunu üç - dört yüz sene işgal etmiş olan Araplara kız­gınlığı ve hıncı sonsuzdur. Sırası geldikçe onları hicvetmekten geri durmaz. Nite­kim Firdevsî Şehnâme’de bir yerde şöyle yazar:

"Bir zamanlar çölde deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki, Key'lerin (eski Pars hükümdarları Keykubat, Keykâvus, Keyhusrev vb.) taçlarını istemeye başladılar. Tuu, senin yüzüne ey kahbe felek tuuu!"

Firdevsî, Şehnâme’de manzum bir destan olarak olayları ve kahramanları anlatırken uygun yerlerde öğütler de verir. Buna bir örnek:

''İyiliğe yönel ve kimseyi incitmemeye çalış.
Kurtuluşun yolu sadece bundan ibaret çünkü.
Sonunda gideceğin yer toprak olacağına göre¸
İyilik tohumundan başka bir şey ekmemelisin.

İyiliğe karşılık niçin kötülük yapayım?
Kötülük yaparsam kendime yapmış olurum.
İyilik yaparsan iyilik;
Kötülük yaparsan kötülük görürsün.''

Hala ünlü Alman şairi Heinrich Heine'nin Firdevsî ile olan ilgisini bekliyorsunuz değil mi? O zaman gelelim sadete!

Gazneli Mahmut anlattığım gibi Şehnâmeyi Firdevsî'ye yazdırır ama Firdevsî’ye söz verdiği ödemeyi yapmaz, şairi küstürür. Bu ödeme konusunda değişik rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisi de 19. yüzyılın en ünlü Alman şairlerinden birisi olan Heinrich Heine'ye (1797-1856) aittir. Heinrich Heine bu ödeme konusuna, ülkemizde edebiyatçılarımızın dâhil kimseciklerin pek bilmediği ‘’Der Dichter Firdusi’’ (Şair Firdevsî) isimli üç bölümlük çok güzel bir şiirinde yer verir. Heine şiirinde; Firdevsî’den Firdusi, Şehnâme’’den Schach Nameh, Firdevsî’nin şehri olan Tus şehrini de Thus olarak bahseder. 

Şiirde özetle şu hikâye anlatılır:

Şehnâme’nin yazılışından yıllar geçmiştir. Bir gün aklına gelir Sultan Mahmut’un; Firdevsî’yi sorar ''nerede?'' diye... Aslında çok yoksul çevreden olan büyük şair kendi şehrinde (Tus) eski ağır koşullarında yaşayıp gidiyordur. Sultan hemen büyük bir kervan düzülmesini emreder. Develere en güzel ipekliler, nice değerli altın, gümüş, fildişi araç gereçler, paha biçilmez nesneler yüklenir... 

Sultanın kervanı sekiz günlük bir yolculuktan sonra şaşa ile Firdevsî’nin yaşadığı bir dağın yamacına kurulmuş şehre giriyordur ki, aynı şehrin karşı kapısından küçük, yoksul bir cemaatin omuzlarındaki tabutta mezarlığa götürülen Firdevsî’nin cenazesi vardır!

İşte bu noktada benim boğazım düğümlenir, o uzun uzun yazılarımda kullandığım kelimelerim yetersiz, sözcük dağarcığım kifayetsiz kalır, yazımı hitama erdirecek bir sözcük bulamam, bir cümle kuramam... Ancak büyük Alman filozofu Immanuel Kant’ın şu sözünü hatırlarım; ‘’Yeryüzünde hiçbir şey başkasının hakkından daha kutsal değildir.’’

Eyyyy hak yiyenler!... Eyyyyy hukuk çiğneyenler!... Eyyyyy muktedirler! Anlıyor musunuz?

Osman AYDOĞAN

Heinrich Heine’in yazımda bahsi geçen ‘’Der Dichter Firdusi’’ isimli şiirin tamamını orijinal haliyle Almanca bilen arkadaşlarımın istifade edebilmesi için aşağıda sunuyorum…Mükemmel bir şiirdir... 

Der Dichter Firdusi

1

Goldne Menschen, Silbermenschen!
Spricht ein Lump von einem Toman,
Ist die Rede nur von Silber,
Ist gemeint ein Silbertoman.

Doch im Munde eines Fürsten,
Eines Schaches, ist ein Toman
Gülden stets; ein Schach empfängt
Und er gibt nur goldne Toman.

Also denken brave Leute,
Also dachte auch Firdusi,
Der Verfasser des berühmten
Und vergötterten »Schach Nameh«.

Dieses große Heldenlied
Schrieb er auf Geheiß des Schaches,
Der für jeden seiner Verse
Einen Toman ihm versprochen.

Siebzehnmal die Rose blühte,
Siebzehnmal ist sie verwelket,
Und die Nachtigall besang sie
Und verstummte siebzehnmal -

Unterdessen saß der Dichter
An dem Webstuhl des Gedankens,
Tag und Nacht, und webte emsig
Seines Liedes Riesenteppich -

Riesenteppich, wo der Dichter
Wunderbar hineingewebt
Seiner Heimat Fabelchronik,
Farsistans uralte Kön'ge,

Lieblingshelden seines Volkes,
Rittertaten, Aventüren,
Zauberwesen und Dämonen,
Keck umrankt von Märchenblumen -

Alles blühend und lebendig,
Farbenglänzend, glühend, brennend,
Und wie himmlisch angestrahlt
Von dem heil'gen Lichte Irans,

Von dem göttlich reinen Urlicht,
Dessen letzter Feuertempel,
Trotz dem Koran und dem Mufti,
In des Dichters Herzen flammte.

Als vollendet war das Lied,
Überschickte seinem Gönner
Der Poet das Manuskript,
Zweimalhunderttausend Verse.

In der Badestube war es,
In der Badestub' zu Gasna,
Wo des Schaches schwarze Boten
Den Firdusi angetroffen -

Jeder schleppte einen Geldsack,
Den er zu des Dichters Füßen
Kniend legte, als den hohen
Ehrensold für seine Dichtung.

Der Poet riß auf die Säcke
Hastig, um am lang entbehrten
Goldesanblick sich zu laben -
Da gewahrt' er mit Bestürzung,

Daß der Inhalt dieser Säcke
Bleiches Silber, Silbertomans,
Zweimalhunderttausend etwa -
Und der Dichter lachte bitter.

Bitter lachend hat er jene
Summe abgeteilt in drei
Gleiche Teile, und jedwedem
Von den beiden schwarzen Boten

Schenkte er als Botenlohn
Solch ein Drittel, und das dritte
Gab er einem Badeknechte,
Der sein Bad besorgt, als Trinkgeld.

Seinen Wanderstab ergriff er
Jetzo und verließ die Hauptstadt;
Vor dem Tor hat er den Staub
Abgefegt von seinen Schuhen.

2

»Hätt er menschlich ordinär
Nicht gehalten, was versprochen,
Hätt er nur sein Wort gebrochen,
Zürnen wollt ich nimmermehr.

Aber unverzeihlich ist,
Daß er mich getäuscht so schnöde
Durch den Doppelsinn der Rede
Und des Schweigens größre List.

Stattlich war er, würdevoll
Von Gestalt und von Gebärden,
Wen'ge glichen ihm auf Erden,
War ein König jeder Zoll.

Wie die Sonn' am Himmelsbogen,
Feuerblicks, sah er mich an,
Er, der Wahrheit stolzer Mann -
Und er hat mich doch belogen.«

3

Schach Mahomet hat gut gespeist,
Und gut gelaunet ist sein Geist.

Im dämmernden Garten, auf purpurnem Pfühl,
Am Springbrunn sitzt er. Das plätschert so kühl!

Die Diener stehen mit Ehrfurchtsmienen;
Sein Liebling Ansari ist unter ihnen.

Aus Marmorvasen quillt hervor
Ein üppig brennender Blumenflor.

Gleich Odalisken anmutiglich
Die schlanken Palmen fächern sich.

Es stehen regungslos die Zypressen,
Wie himmelträumend, wie weltvergessen.

Doch plötzlich erklingt bei Lautenklang
Ein sanft geheimnisvoller Gesang.

Der Schach fährt auf, als wie behext -
»Von wem ist dieses Liedes Text?«

Ansari, an welchen die Frage gerichtet,
Gab Antwort: »Das hat Firdusi gedichtet.«

»Firdusi?« - rief der Fürst betreten -
»Wo ist er? Wie geht es dem großen Poeten?«

Ansari gab Antwort: »In Dürftigkeit
Und Elend lebt er seit langer Zeit

Zu Thus, des Dichters Vaterstadt,
Wo er ein kleines Gärtchen hat.«

Schach Mahomet schwieg, eine gute Weile,
Dann sprach er: »Ansari, mein Auftrag hat Eile -

Geh nach meinen Ställen und erwähle
Dort hundert Maultiere und funfzig Kamele.

Die sollst du belasten mit allen Schätzen,
Die eines Menschen Herz ergötzen,

Mit Herrlichkeiten und Raritäten,
Kostbaren Kleidern und Hausgeräten

Von Sandelholz, von Elfenbein,
Mit güldnen und silbernen Schnurrpfeiferein,

Kannen und Kelchen, zierlich gehenkelt,
Lepardenfellen, groß gesprenkelt,

Mit Teppichen, Schals und reichen Brokaten,
Die fabriziert in meinen Staaten -

Vergiß nicht, auch hinzuzupacken
Glänzende Waffen und Schabracken,

Nicht minder Getränke jeder Art
Und Speisen, die man in Töpfen bewahrt,

Auch Konfitüren und Mandeltorten,
Und Pfefferkuchen von allen Sorten.

Füge hinzu ein Dutzend Gäule,
Arabischer Zucht, geschwind wie Pfeile,

Und schwarze Sklaven gleichfalls ein Dutzend,
Leiber von Erz, strapazentrutzend.

Ansari, mit diesen schönen Sachen
Sollst du dich gleich auf die Reise machen.

Du sollst sie bringen nebst meinem Gruß
Dem großen Dichter Firdusi zu Thus.«

Ansari erfüllte des Herrschers Befehle,
Belud die Mäuler und Kamele

Mit Ehrengeschenken, die wohl den Zins
Gekostet von einer ganzen Provinz.

Nach dreien Tagen verließ er schon
Die Residenz, und in eigner Person,

Mit einer roten Führerfahne,
Ritt er voran der Karawane.

Am achten Tage erreichten sie Thus;
Die Stadt liegt an des Berges Fuß.

Wohl durch das Westtor zog herein
Die Karawane mit Lärmen und Schrein.

Die Trommel scholl, das Kuhhorn klang,
Und lautaufjubelt Triumphgesang.

»La Illa Il Allah!« aus voller Kehle
Jauchzten die Treiber der Kamele.

Doch durch das Osttor, am andern End'
Von Thus, zog in demselben Moment

Zur Stadt hinaus der Leichenzug,
Der den toten Firdusi zu Grabe trug.

Heinrich Heine 

 

 

Heinrich Heine ve Lorelei

26 Şubat 2020

Dün 19. yüzyılın romantizm ve realizm akımları arasındaki geçiş döneminde siyasal şiirin öncüsü olan en ünlü lirik Alman şairi Christian Johann Heinrich Heine’yi anlatmış ve bu yazımda Heine’nin ‘’Lorelei’’ (Loreley) adlı şiirinin şarkılar, çeviriler sayesinde dilden dile aktarıldığını yazmıştım. Bu kadar bahsettikten sonra Heine’nin işte bu Lorelei şiirini de anlatmasam olmazdı!

Lorelei, aslında Alman dağ köylerinde çobanların uzak mesafelerden birbirine seslenme biçimidir ve gırtlaktan çıkan kendine özgü bir tonu vardır.

(Bir ara not: Lorelei; Birinci Dünya Savaşı öncesinde Balkanlar’da çıkan isyanlar sırasında Yunan isyancıların Selanik’e dayanmaları sonucu, Selanik’te sürgünde bulunan devrik Padişah İkinci Abdülhamid'in bindirilerek apar topar İstanbul’a getirildiği Alman gemisinin adıdır aynı zamanda.)

Mekân olarak Lorelei bir dünya mirası olarak kabul edilen Yukarı Orta Ren Vadisinde (Welterbe Oberes Mittelrheintal) yer alan Tal der Lorelei (Loreley vadisi) yaklaşık 132 m yüksekliğinde dik eğimli kayalıklardır. Lorelei, Rhein nehrinin en darlaştığı kısımda bulunur.

Lorelei’de Rhein nehri 25 m derinliğe ve 113 m genişliğe sahiptir. Bu darlığı ve derinliği nedeniyle, bugün bile nehrin en tehlikeli noktası sayılmaktadır. Halen bu bölgede karşılıklı gelen gemilerin olası kazalarını önlemek için bütün bölgede Wahrschau olarak adlandırılan ışık sinyali sistemi vasıtasıyla Ren gemilerine yol gösterilir.

Lorelei Ortaçağda tehlikeli oyukları yanı sıra, Rhein’in en tehlikeli noktası olması ve burada gemicilerin ve ormancıların yaşadığı pek çok trajediler nedeniyle ünlenir.

1801 yılında, Alman yazar ve şair Clemens Brentano’nun Lorelei adlı romantik balatı yayınlanır. Bu balatta, Bacharach bölgesinden, sevgilisi tarafından aldatıldığı için canına kıymak isteyen çok güzel bir kadın vardır. Piskopos, kadının güzelliği ve zarafetine hayran kalır ve onu manastıra gönderir. Yolculuk sırasında kadın, sevgilisinin sarayına son bir kez dönüp bakmak için kayalıklarda durur. Bu şekilde sevgilisinin de kendisinden uzaklaştığını gördüğüne inanan kadın, çaresizlik içinde kendini Rhein nehrinin dalgalarına atar. Rhein hikâyelerinde, Brentano konuyu mutsuz Bayan Lurley’in kayalıklara oturup, uzun sarı saçlarını taraması ve gemicileri felaketlere sürüklemesi olarak değiştirir.

Bundan sonra da Lorelei Alman efsanesinin sarı uzun saçlı bir kadın kahramanı olarak anılır…

Efsaneye göre Lorelei, Almanya’da Rhein nehri kıyısında yaşadığına inanılan su perilerinin en güzelidir. Lorelei, bir balıkçıya âşık olmuş ama balıkçı onu aldatmış, o da denizcilerden öç almak için Rhein nehrine bakan yüksek kayalıklarda oturmuş ve altın rengi saçlarını tararken şarkılar söylemiş. Lorelei’ın büyüsüne kendini kaptıran gemiciler, gözlerini ve kulaklarını ondan alamazlarmış ve biraz daha yaklaşırlarmış kayalara... Ve Lorelei'ın büyüsü denizcilere Rhein nehrinin o bölgesinin ne kadar tehlikeli olduğunu unutturur ve gemileri kayalıklara çarpıp parçalanırmış ve ölüme götürürmüş denizcileri... 

Lorelei’in tam karşısında yer alan St. Goar şehri de bu şekilde hasarlı gemileri kurtarma ve bakımını yapmada ünlenir ve bu nedenle de kutsal Goar olarak adlandırılır.

Fırsat bulur da Almanya'ya giderseniz mutlaka Rhein nehri üzerinde bir tekne gezintisi yapınız. Gezi tekneniz Rhein nehri üzerinde bu bölgeye geldiğinde rehberiniz size bu hikâyeyi anlatacaktır. Bu esnada fona hüzünlü bir müzik çalacaktır... Ve tekneniz bu esnada bu bölgeden oldukça yavaş geçecektir. Bu yavaş geçişten maksat Lorelei’i anmak ve sizin fotoğraf çekmenizi sağlamaktan ziyade Rhein nehrinin bu en dar ve kayalık kısımdan dikkatlice geçerek daha önceki gemiciler gibi kayalara çarpmamaktır...

İşte bu hikâye üzerine yazar Heinrich Heine ‘’Lorelei’’ isimli şiirini… Şiir üzerine yapılan bir şarkıyı ve  şiirin önce Almancasını sonra da Türkçesini ve Lorelei’in fotoğraflarını yazımın sonunda veriyorum…

Hani demek o ki; siz siz olun, anlattığım bu Alman efsanesindeki gibi dar geçitlerden, keskin virajlardan geçerken bütün dikkatinizi dümeninize veriniz, uzun sarı saçlı bir kadının tatlı melodisine kanıp kafanızı kaldırıp da yukarılara melül melül bakmayasınız. Yoksa gemiler soluğu St. Goar tersanelerinde alıyor…

Osman AYDOĞAN

Heine’nin Lorelei şiiri üzerine çok şarkı bestelenmiştir. Ancak benim en beğendiğim İspanyol asıllı Fransız sanatçı Mireille Mathieu'nun Almanca olarak söylediği Lorelei şarkısıdır:
https://www.youtube.com/watch?v=P-F3prcPC78

Lorelei

Ich weiß nicht, was soll es bedeuten,
Daß ich so traurig bin;
Ein Märchen aus alten Zeiten,
Das kommt mir nicht aus dem Sinn.

Die Luft ist kühl und es dunkelt,
Und ruhig fließt der Rhein;
Der Gipfel des Berges funkelt
Im Abendsonnenschein.

Die schönste Jungfrau sitzet
Dort oben wunderbar,
Ihr goldnes Geschmeide blitzet,
Sie kämmt ihr goldnes Haar.

Sie kämmt es mit goldnem Kamme,
Und singt ein Lied dabey;
Das hat eine wundersame,
Gewaltige Melodey.

Den Schiffer, im kleinen Schiffe,
Ergreift es mit wildem Weh;
Er schaut nicht die Felsenriffe,
Er schaut nur hinauf in die Höh'.

Ich glaube, die Wellen verschlingen
Am Ende Schiffer und Kahn;
Und das hat mit ihrem Singen
Die Loreley getan.

Loreley

Bilmiyorum ne manası var 
bu kadar üzülmemin
eski zamanlardan bir masal
çıkmıyor aklımdan

Hava serin ve karanlık
ve sessizce akıyor ren nehri;
dağin zirvesi parıldıyor
akşam güneşinin ışığında. 

En güzel bakire oturuyor
iste orada harika;
altın kolyesi yıldırım gibi pırıldamakta,
altın saclarını tarıyor.

Saçını altın bir tarakla tarıyor o
ve bir şarkı söylüyor bunun yanında;
olağanüstü, güçlü
bir melodisi var şarkının.

Küçük gemideki gemici
yabani bir acıyla kavrıyor bu müziği;
kayalıklara değil
yalnızca yukarı yükseklere doğru bakıyor.

Sanırım, dalgalar yutuyor
sonunda gemici ve gemiciği;
ve bunu o şarkısıyla
Loreley yaptı.

 

 

Heinrich Heine

25 Şubat 2020

Dünkü yazımda Alman lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden birisi olan Reiner Marie Rilke’nin bir şiirinden bahsedince bugün de aklıma bir başka lirik Alman şairi geldi: Christian Johann Heinrich Heine (1797 - 1856)

Heine, 19. yüzyılın romantizm ve realizm akımları arasındaki geçiş döneminde siyasal şiirin öncüsü olan en ünlü Alman şairidir. Genelde lirik şiirler yazar.. Göttingen, Bonn ve Humbolt üniversitelerinde hukuk okur ancak edebiyata hukuktan daha fazla ilgilidir.

Yahudi kökenlidir. Ancak1825'de dinini değiştirerek, Protestanlığı seçer. Bu, Alman devletinde hür bir birey olabilmek için gereklidir. Aksi takdirde birçok Yahudi gibi hakları kısıtlanacaktır. O zaman Almanya’da Yahudilerin üniversitede profesör de olması yasaktır. Heine'ın ise en büyük tutkularından birisidir üniversitede profesör olmak.

Heine sanat yaşamına "Gedichte" (Şiirler) adlı eseriyle 1821'de başlar. Heine'ın kuzenleri olan Amelie ve Therese'e olan tek taraflı aşkı daha sonra onu aşk temalı şiirler yazmaya sevk eder. "Buch der Lieder" (Şarkıların Kitabı) adlı eseri onun en kapsamlı şiir derlemesidir. Heine'nın birçok şiiri besteciler tarafından şarkı hâline getirilir.

Kendine has dillere destan bir içe dönüklüğü vardır. Düşünceleri Fransız devriminden etkilenmiştir. Nietzsche, Heine'den bahsederken ''en yüce lirik şair'' ifadesini kullanır.

Değerinin farkındadır. Bir şiirinde söyle tanımlar kendisini:

''Ich bin ein deutscher Dichter,
Bekannt im deutschen Land.
Nennt man die besten Namen,
So wird auch der meine genannt.''

''Ben bir Alman şairi
Bütün Almanya’da bilinir
En iyi isimler söylenince
Benimki de öyle söylenir.''

Heine, 1831 yılında Almanya'dan ayrılır ve Paris'e gider. Orada ütopist sosyalistler ile arkadaşlıklar kurar. Ve Heine yaşamının geri kalan kısmını Paris'te geçirir.

Heine din değiştirmiştir. Her iki dini de çok iyi tanır. Paris’te Fransız arkadaşlarına dinler konusunda şu kanaatini söyler: "Bütün dinler aynıdır. Bazıları müşterilerinin derilerini kafalarından, bazıları ise ayaklarından başlayarak yüzerler."

Pariste okuma yazması olmayan Crescentia adli bir Fransız kadınla evlenir. Heine kadının adını fazla egzotik bulduğu için bu ismi Mathilde olarak değiştirir. Okuma yazması olmayan karısı, Heine'nin ne kadar önemli bir şair olduğundan bihaberdir ve şairin değerini arkadaşlarına sorar. Mathilde, Dumas'ın eserlerini okumak istediğinden, yine Heine tarafından kendisine okuma-yazma öğretilir. Mathilde kocasının şiirleri için değil de Dumas eserleri için okuma-yazma öğrenmek ister!... Belki de bu nedenle Heine ölmeden önce mirasını karısına bırakır ve karısının tekrar evlenmesine şart koşar. Neden olarak da kendisi için en azından bir adamın üzüleceğini söyler!...

Heinrich Heine’nin bu evliliği biraz da Rus yazar Puşkin’in evliliğine benzer. Puşkin, bir baloda Natalya Gonçarova ile karşılaşır ve büyüleyici güzellikteki bu genç kıza âşık olur. Puşkin’in mutsuzluğuna, talihsizliğine ve çok genç yaşta ölümüne giden yolun başlangıcı olur bu karşılaşma. Natalya edebiyatla hiçbir ilgisi olmayan, Puşkin’i bir şair olarak umursamayan, aklı fikri kendine rahat bir yaşam sağlayacak bir koca bulmakta olan sıradan biridir ve ailesinin de ondan pek bir farkı yoktur. Uzun çekişmelerden sonra Natalya ile evlenir Puşkin. Natalya evliliği süresince de kayıtsız kalır Puşkin’e. Yaşamını çekilmez kılan bir kayınvalidesi ve kusursuz ama yapay bir çiçek olan eşi vardır artık Puşkin’in tıpkı Heinrich Heine’nin karısı Mathilde gibi…

Heine’nin Alman politikası ve toplumunu eleştirdiği "Deutschland. Ein Wintermärchen" (Almanya. Bir Kış Masalı) adlı eserini 1844'te yazar ve arkadaşı Karl Marx bu eserini sahibi olduğu gazetede makaleler hâlinde yayımlar.

Heine’nin Loreley (Lorelei) adlı şiiri şarkılar, çeviriler sayesinde dilden dile aktarılır ve bu sayede büyük bir ün kazanır.

Heine ‘’Laß die heilgen Parabolen’’ isimli şiirinin son kıtasını şöyle bititir:

''Also fragen wir beständig,
Bis man uns mit einer Handvoll
Erde endlich stopft die Mäuler -
Aber ist das eine Antwort?''

"Durmaksızın soruyoruz
Ta ki bir avuç toprak
ağzımızı kapatana kadar.
Peki ama bu mudur cevap?"

1821 yılında kitaplarından biri  Almanya’da yakılınca Heinrich Heine tarihte defalarca kanıtlanmış ve kanıtlanacak şu sözünü söyler:  "Eğer bir yerde kitapları yakıyorlarsa, orada eninde sonunda insanları da yakacaklardır."

Ölüm döşeğinde iken; "Tabii ki Tanrı beni affedecektir, bu onun işi." der…

Unutulmayacak bir söz daha Heinrich Heine'den: "Tutunacak bir dalın olup olmadığını düşmeden göremezsin.."  

Eserleri Alman otoriteleri tarafından her dikta rejiminde olduğu gibi yasaklandığında her şair gibi kendisi de Almanya için kaygılanır:

"Denk ich an Deutschland in der nacht,
dann bin ich um den schlaf gebracht"

(Geceleyin Almanya’yı düşündüğümde uykularım kaçıyor.)

Ben de artık son zamanlarda bu dizeleri zihnimde takılmış bir plak gibi şöyle mırıldayorum:

"Denk ich an die Türkei in der nacht,
dann bin ich um den schlaf gebracht"

Osman AYDOĞAN

 

 

Kasım Süleymani 15 Temmuz'da ne yaptı?

19 Şubat 2020

Geçtiğimiz günlerde ajanslardan gözlerden kaçan, kimsenin üzerinde durmadığı bir haber geçti…

TV5 televizyonunda 07 Ocak 2020 tarihinde saat 18.00’de ‘’Buluşma Noktası’’ programına katılan Kudüs TV Genel Yayın Yönetmeni Nureddin Şirin, İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'nin ABD tarafından öldürülmesine ilişkin açıklamalarda bulunarak ‘’Süleymani'nin 15 Temmuz sürecinde Türkiye'ye destek verdiğini ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bunu bildiğini’’ söyledi.

Nureddin Şirin ayrıca Erdoğan'ın yaptığı değerlendirmede Kasım Süleymani'nin kendisi için ne anlama geldiğini anlattığını ifade ederek "Çünkü, biliyor tanıyor. Onun üstünde zaten bir kişi var, rehberdir. Böyle bir kişinin öldürülmesi elbette İran'da karşılıksız kalmayacaktır." dedi.

Nureddin Şirin'in TV5 televizyonunda ‘’Buluşma Noktası’’ programında yaptığı o açıklaması:

"15 Temmuz darbe girişimin akamete uğratılması için kim ne yaptıysa ondan daha fazlasını yapan kişinin adı Kasım Süleymani'dir. Türkiye'de Amerika ve İsrail projeleri gerçekleşmesin diye, çiftçisinden resi cumhuruna, vatan savunması önce kime düşer, yani İran'ın Kirmanlısına mı düşer, Ankaralısına Konyalısına mı düşer. Ama ne yaptı Kirmanlı Süleyman, benim göğsümü ezip geçmedikçe, Türkiye'de bu amacına ulaşamayacaksın. Bunlar İslam dünyasının üç aylığına on yıllığına olan hadiseleri değil. Hak batıl savaşında tarihin dönüm noktalarıdır. 15 Temmuz bu anlamda bir yevmullahdır bizim için, darbe girişimin püskürtülmesi, başarısızlığa uğratılması anlamında.

Diyorum ki, bu ülkenin en vatanseveri apoletlisinden kıravatlısına, 80 milyona soru soruyorum, sizin vatanseverliğinin Türkiye'nin korunması için Amerika ve İsrail karşısında siyonist, emperyal saldırılar karşısında sizin vatanseverliğiniz Kasım Süleymani kadar var mıdır? Yoktur, hayal dahi kuramazsın, böyle bir denklem kuramazsın. Ne dediğimin, sözlerimin nereye gittiğini bilerek söylüyorum. Bu sözlerimin hangi mahvillerde kayda alındığını bilerek söylüyorum. Kasım Süleymani İran için şunu yaptı bunu yaptı demiyorum. Türkiye için... Bakınız sayın Erdoğan, yaptığı değerlendirmede onun ne anlama geldiğini kendisi anlattı. Çünkü, biliyor tanıyor. Onun üstünde zaten bir kişi var, rehberdir. Böyle bir kişinin öldürülmesi elbette İran'da karşılıksız kalmayacaktır."

Şimdi bu açıklamayı ben yapsam ülkenin bütün savcıları peşime düşer… İnsan ister istemez soruyor, Irak ve Suriye iç savaşında bulunmuş bir İran milisi, 15 Temmuz darbe girişimin akamete uğratılması için Türkiye’de kim ne yaptıysa ondan daha fazlası olarak ne yapmış olabilir? Ve bu milisin de 15 Temmuz için ne yaptığını da Cumhurbaşkanı bilecek?

Adamın söyledikleri öyle basit, yenilir, yutulur şeyle değildir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir milis devlet değil de bir hukuk devleti ise Cumhuriyet savcılarının adamın yakasına yapışıp sormaları gerekir ‘’15 Temmuz darbe girişimin akamete uğratılması için Türkiye’de kim ne yaptıysa ondan daha fazlası olarak bu milis ne yapmıştır?’’ diye…

Ve benim aklıma bu milisin 15 Temmuz darbe girişimin akamete uğratılması için Türkiye’de kim ne yaptıysa ondan daha fazlası olarak ne yaptığına dair bir yığın muzur sorular geliyor... 

Dünkü yazımda dedim ya Filozof Ludwig Wittgenstein’ın bir sözüne atıfta bulunarak: ’’Tanrı beni zihin sağlığından korusun!’'

Osman AYDOĞAN

Bu adamın TV5 televizyonunda yaptığı konuşmasının tamamının bağlantısını veriyorum. Adamın bahsi geçen açıklamalarını, konuşmasının bütünü içinde Süleymani’yi konumlandırdığı misyonu ile değerlendirmenizi arzu ederim:
https://www.youtube.com/watch?v=yPUSX5B_tmk

 

 

Ya El Yelil

18 Şubat 2020

Son günlerde ülkemizde akla ziyan iki tartışma yaşanıyor. Bunlardan birisi ''FETÖ'nün siyasi ayağı'' konusu diğeri de ''Darbe söylentileri''. Sanki bu iki konu da AKP'nin İdlib'de düştüğü çıkmazın, açmazın üstünü örtmek, dikkati başka yöne çekmek için kasıtlı çıkarılmış gibi gelse de ben yine de bu iki konuya bir açıklık getirmek (!) istedim... 

FETÖ’nün siyasi ayağı

Son günlerde ‘’FETÖ’nün siyasi ayağı’’ tartışması yoğunlaştı ya… Ben de balık hafızalı olmama rağmen arşivlere bir bakıyorum, arşivler hatırlatıyor... Ancak arşivde yer alan FETÖ -AKP ilişkilerini bir daha yazmıyorum... Kısa bir süre önce yazmıştım…

Hal böyleyken bir AKP’li adam kalkmış ‘’Bizim partimizde heç FETÖ’cü yok. Hepsini temizledik’’ diyor ya… Benim de aklıma bir fıkra geliyor… Sonra da aklıma sözlerinin hiçbir anlamı olmayan bir Arap mezdeke şarkısı ‘’Ya El Yelil’’ geliyor… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

Gelelim fıkramıza:

Ekranlarda arzı endam eden profesörlerden birisi bir inceleme gezisi için Afrika’ya gitmiş… Afrika’nın en ücra köşesindeki bir kabileye de misafir olmuş... Kabile reisi de adamın hem profesör olmasından hem de ekranlarda fazlaca arzı endam etmesinden dolayı profesörün onuruna bir akşam yemeği vermiş.

Sofralar kurulmuş, kabile reisi bizim profesörü yanına başköşeye oturtmuş, ateşler yakılmış, tamtamlar çalmaya, danslar yapılmaya başlamış, sonra da yemeğe geçmişler… Kuzular, kızartmalar, çevirmeler, içkiler, elvan türlü mükellef bir ziyafet…

Afrika sorunları, dünya siyaseti, ülke siyaseti, FETÖ’nün siyasi ayağı, Koronavirüs, Brexit, İdlib, Suriye, Ukrayna, Kırım vb. derken sohbet koyulaşmıııış… Ne de olsa bizim profesör herbokog..

Sohbet esnasında nereden aklına geldiyse bizim profesör reise bir soru sormuş:

‘’Reis'' demiş Profesör ''sizin buralarda hala yamyam var mı?’’

Bu soru üzerine reisin yüzü allak bullak olmuş. Reis çatalını, bıçağını, kaşığını sertçe masaya bırakmış. Bu hareket üzerine birdenbire tamtamlar susmuş, danslar durmuş, konuşmalar kesilmiş. Herkes yüzünü reise çevirmiş.

Reisin yüzü kızgınlıktan kıpkırmızı ve yüzünde sert bir ifadeyle olarak ayağa kalkmış ve bizim profesöre dönerek başlamış hiddetle konuşamaya:

‘’Beyim’’ demiş… ‘’Biz de seni adam sandık, onuruna ziyafet vermeye kalktık. Bir de profesör olacaksın. Sorduğun soruya bak. Sen Afrika’yı hangi yüzyılda kaldı sanıyorsun?’’

Bizim profesör mosmor tabii… Sorduğuna soracağına bin pişman…Profesörün yüzünde soğuk soğuk terler boşanmaya başlamış…

Ve devam etmiş reis: ''Afrika sizin kafanızdaki Afrika değil artık. Biz çağ atladık...''

Reis yavaş yavaş yerine otururken de yavaşça mırıldanarak sözlerini tamamlamış:

‘‘’Üç tane vardı’... Ancak geçen hafta onları da yedik, artık kalmadı…’’

AKP’li adam demiyor mu ‘’Bizim partimizde heç FETÖ’cü yok. Hepsini temizledik!’’  Benim de aklıma işte bu fıkra geliyor…

Sonra aklıma bu Arap mezdeke şarkısı ‘’Ya El Yelil’’ geliyor… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

Darbe söylentileri

Amerikan hükümetine bağlı düşünce kuruluşu RAND Corporation 2020 yılı raporunu yayınlıyor…

276 sayfalık bu raporunun 14. sayfasında “Türkiye’nin Milliyetçi Eğilimi” bölümünde yer alan “Orta kademe subaylarda bir rahatsızlık var... Orta vadede darbe olabilir” ifadesi yeni darbe tartışmalarına zemin hazırlıyor.

Yandaş basın ve geçmişte FETÖ destekçisi olanlar hemen pası kapıp “Avrasyacı Kemalistler darbe yapacak” yaygarasına başlıyorlar. Bunlardan Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan daha net konuşuyor; ‘’darbeyi laikçi ve Kemalistler yapacak’’ diyor…

Bu tartışmalar bana daha yeni açık açık yaşanan bir darbe planı çalışmasını hatırlatıyor:

19-20 Aralık 2019 tarihinde İstanbul'da ASSAM (Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi Derneği) ve Üsküdar Üniversitesinin iş birliğiyle ‘’ASRİKA (ASYA-AFRİKA = ASRİKA (İngilizcede ASIA-AFRICA = ASRICA)  ‘’3. Uluslararası ASSAM İslam Birliği Kongresi’’ düzenleniyor. Bu kongreye SADAT'ın kurucularından ve Cumhurbaşkanı askerî danışmanı Adnan Tanrıverdi katılıyor ve sponsorluğunu ise kamu kuruluşları yapıyor.

İşte bu kongrede ayrı bir anayasası, yönetim şekli, askeri gücü, yargısı, başkenti, bayrağı, dili olan “İslam Devletler Birliği” kurulması öneriliyor.

Bu devletin başkenti İstanbul, resmi dili Arapça olarak ifade ediliyor. Bayrak ise, “şekli kanunla belirlenen kırmızı-yeşil zemin üzerine beyaz ay ve milli devlet sayısı kadar yıldızlı bayrak” olarak ifade ediliyor.

Bu kongrede açık açık darbe planı yapılarak açıkça Anayasa tağyir, tebdil ve ilga ediliyor. Ama hiçbir Cumhuriyet savcısının ve hiçbir siyasetçinin kılı kıpırdamıyor… Ancak RAND Corporation şöyle yazdı diye darbe goygoyculuğu yapılıyor…

Aklıma yine aynı şarkıyı geliyor: ‘’Ya El Yelil’’… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

Yine aklıma bir fıkra geliyor…

Tarih öğretmeni çocuğa sormuş: "Oğlum, Kartaca Savaşı'nı kim yaptı?" Çocuk: "Valla billâ ben yapmadım hocam." deyince tarih hocası sinirlenmiş, sınıfın kapısını çarparak çıkmış...

Tarih öğretmeni koridorda Matematik hocasıyla burun buruna gelmiş... Matematik hocası: "Hayrola hocam? Bu ne sinir?" "Sorma!" demiş tarih hocası. "Çocuğa Kartaca Savaşı’nı kim yaptı dedim?" "Valla billâ ben yapmadım hocam" dedi. Nasıl sinirlenmeyeyim?"

Matematik hocası: "Bunlar böyledir hocam. Hem yaparlar, hem de inkâr ederler." deyince, tarih hocası sinirden düşer, bayılır.

Müdür odasında kolonyayla kendine getirilince müdür sorar: "Hayrola hocam? Ne oldu ki fenalaştınız?" "Sormayın müdürüm" der tarihçi:

"Derste çocuğa "Kartaca Savaşı’nı kimler yaptı?" dedim. "Valla billâ ben yapmadım demez mi?" Sinirle sınıftan çıkarken matematik hocamız sordu. Durumu anlatınca: "Bunlar böyledir, hem yaparlar, bir de yapmadım derler." deyince bayılmışım.

"Hocam, şu üzüldüğün şeye bak." der müdür. "İki satır yazı yazarım Milli Eğitim Bakanlığı'na, kimin yaptığını hemen ortaya çıkartırım."

Tarih hocası hastanelik olur. 15 gün hastanede yatıp tedavi görerek, bir ay raporlu olarak taburcu edilir.

Evinde dinlenirken postacı sarı bir zarf getirir. Tarih hocası merakla açar zarfı. Milli Eğitim Bakanlığı'ndan gelmiştir resmi yazı.

Yazıda: "Bu yıl, gerekli tahsisat olmadığından, Kartaca Savaşları yapılamayacaktır. Bilgilerinize..." yazmaktadır.

Darbe tartışmasına katılanlara ‘’2020 yılında ödenek tahsis edilmediği için bu sene darbe yapılmayacaktır. Müsterih olun… Eğer çok çok merak ediyorsanız bakanlığa bir soruverin’’ diyesim geliyor ancak aklıma da yine aynı şarkıyı geliyor: ‘’Ya El Yelil’’… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

TTC

Avusturyalı Filozof Ludwig Wittgenstein’ın bir sözü vardı: ’’Tanrı beni zihin sağlığından korusun!’' diye. Ben de diyorum ki: ‘’Tanrı düşünen insanları zihin sağlığından korusun! Çünkü bu ülke zihin sağlığına sahip insanların yaşayabileceği bir ülke olmaktan çoktaaaaan çıkmıştır.’’

Ülkede bütün bu yaşananlar bana Uğur Mumcu'nun 1980 öncesi ve sonrası ülkenin içine düştüğü siyasal, toplumsal bunalımları anlatırken kullandığı bir tanımlamasını hatırlatıyor: “Burası Türkiye Tımarhane Cumhuriyeti” (TTC)dir. 

Korkuyorum, gidişatın buraya doğru olmasından korkuyorum…

Ve aklıma da yine aynı şarkıyı geliyor: ‘’Ya El Yelil’’… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

 Osman AYDOĞAN

Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülmek ve rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum: Ya El Yelil:
https://www.youtube.com/watch?v=ll_KbDwD4eE

 

 

Mayrig

17 Şubat 2020

Djivan (Civan) Gasparyan (D. 1928) Ermenistan’ın ilk ve tek "halk sanatçısı" unvanını taşıyan bir Duduk ustasıdır. (Düdük değil, ‘’duduk’’. Duduk; ney enstrümanın kayısı ağacından yapılmışı olanıdır) Gasparyan'ın "I will not be sad in this world" isimli albümü Ermenistan dışında yayınlanan ilk albümüdür. Gasparyan bu albümden sonra dünyanın en ünlü senfonik orkestralarıyla çalışır. Ronin ve Gladyatör gibi pek çok filmde müziklerinin yapımında katkı sağlar. Bizden Erkan Oğur ile ortak bir de albüm çalışması vardır.

 Gasparyan duduğuna hüzün üfler… Gasparyan’ın müziğinde hep naif bir hüzün vardır, feryâd vardır, figân vardır. Gasparyan’ın müziğindeki bu hüzün, bu feryâd, bu figân atalarının yaşadığı topraklardan, yaşadığı coğrafyadan ileri gelir… "Gaspar" Muş’un eski isimlerinden birisidir. Yani Civan Gasparyan’ın aslı Muş’ludur. Bu toprakların sesidir.

Gasparyan’ın Erkan Oğur ile beraber 2001 yılında çıkardıkları ‘’Fuad’’ isimli albümde ‘’Mayrig’’ isimli bir eser yer alır. ’’Mayrig’’, Ermenice ‘’ana’’ demek, ‘’anneciğim’’ demek… Bu eserin bağlantısını yazımın sonunda veriyorum… Annenizi mi özlediniz? Bu parçayı sözlerinizi anlamasanız da gözleriniz nemlenerek dinleyin… Mahzun mahzun dinleyin… Garip garip dinleyin… İçiniz sızlaya sızlaya dinleyin… Bu parçayı anlamak için Ermenice bilmeye gerek yok ki! Gasparyan ‘’Mayrig’’ dedikçe içinizi dökün ağlayın, için için ağlayın, gizli gizli ağlayın, hazin hazin ağlayın…

Mayrig, bir anneye yakılmış dünyanın en hüzünlü bir şarkısıdır…

Zaten vakit de hüznün vaktidir…

Osman AYDOĞAN

Djivan Gasparyan & Erkan Oğur: ‘’Mayrig’’:
https://www.youtube.com/watch?v=x9HmixP1Hvw

 

 

Hamlet’ten ve Machbeth’ten günümüze arta kalanlar…

17 Şubat 2020

Bu sayfalarda yakın zamanlarda William Shakespeare’in ‘’Julius Caesar’’, ‘’King Lear’’ (Kral Lear), ‘’Hamlet’’, ‘’Machbeth’’ ve ‘’66. Sone’’ ve‘’Othello’’ isimli eserlerini anlatmış ve neden ısrarla Shakespeare’in eserlerine yer verdiğimi de şu cümleyle açıklamaya çalışmıştım:

‘’Çünkü Shakespeare’in bütün eserlerinde siyaset vardır, siyasetin şifreleri vardır, sınıflı toplumların güç ilişkilerinin, çatışmalarının ana kodları vardır… Shakespeare’i anladığımızda bugün ülke içindeki siyasetin kodlarını, güç ve çıkar ilişkilerini, güç ve etkinlik kavgalarını, entrikaları, kumpasları, çatışmaları daha iyi kavrayabiliriz...''

Bu yazımda ise daha önce anlattığım Shakespeare’in ‘’Hamlet’’ ve ‘’Machbeth’’ isimli iki oyununa tekrar geri dönmek istiyorum. Çünkü bu iki oyunu sadece anlatmanın yeterli olmadığını, bu iki oyunun da mukayesesinin ve bir değerlendirmesinin yapılarak bu oyunlardan bazı çıkarımlar yapmak gerektiğini düşünüyorum... Ancak bu yazımı daha iyi anlayabilmek için sayfanın sağ üstünde yer alan arama motorunu kullanarak ’Hamlet’’ ve ‘’Machbeth'' yazılarımı bularak (bir daha) okumanızı arzu ederim.

Hamlet’den Machbeth’e karakter değişimi

William Shakespeare tarafından 1599 ile 1601 yılları arasında yazılan ‘’Hamlet’’ karakteri ile 1606 yılında yazılan ‘’Machbeth’’ karakterleri arasında büyük farklar vardır. Shakespeare'in bu oyun karakterlerinde yıllar geçtikçe naiflikten kabalığa, doğruluktan despotluğa ve iyimserlikten kötümserliğe kayan bir özellik görülmektedir.

Hamlet karakteri

Hamlet, bir Rönesans insanı olarak oyun boyunca hep düşünür, düşünür, düşünür. Ancak bir türlü harekete geçip babasının katili olan amcasını katledemez. Çünkü yozlaşan bir iktidara karşı da bir Rönesans aydını kafasıyla savaşım vermeye çalışır. Ancak böyle bir savaşımın verilemeyeceğinin de farkındadır. Çünkü Almanya’dan, Martin Luther’in üniversitesi olan Wittenberg Üniversitesinde okuyup da geri döndüğü ülkesi Danimarka’da iktidara egemen olan anlayış henüz Ortaçağın karanlıkları içindedir.

Hamlet’in çok düşünmesi ve kendini dinlemesi eyleme geçmeyi engeller. Bir sahnede Hamlet: "Bilinç insanı ödlekleştirir" derdi. Bu anlamda da oyun aslında eylem karşısında aydın kararsızlığının da bir simgesi halindedir.

Hamlet, yaşadığı feodal dünyaya yakışır şekilde; güç gösterisinde bulunup, kaba kuvvet göstererek, asıp kesip intikamını alan acımasız bir prens olarak davranması gerekirken, entelektüel birikime sahip, naif, duygusal, eylemden önce düşünen, ait olmadığı bir dünyada tutunmaya çalışan biri olarak sıkışıp kalır. Bu nedenle de krallığa hükmedemez.

Bu nedenle de oyunun sonunda bileğinin ve askerlerinin gücüyle saraya giriş yapan asker olan ama sonradan görme, kaba saba bir kasap olmaktan başka bir özelliği olmayan Norveç Prensi Fortinbras Danimarka krallığını Hamlet’in elinden alır. Fortinbras o feodal toplum için Hamlet'te olmayan her şeyin vücut bulmuş halidir. Tencere yuvarlanmış ve kapağını bulmuştur!…  

Macbeth karakteri

Bunun bir benzeri Macbeth'de de görülür. Macbeth'i öldüren bir İskoç asilzadesi olan Baron Macduff, Macbeth'in aksine erdemden şaşmayan, öldüreceği için değil öldüremeyeceği için rahatsız olan birisidir. Macbeth ise yaptığı kötülüklerin farkında olarak, kötü olduğunu bilerek vicdan azabı çeker.

Machbeth’te; insandaki vicdan ve ihtiras mücadelesi anlatılır. Güç düşkünlüğü, arkadaşlara ihanet, iyinin kötü, kötünün de iyi olabileceği, insanların hırslarının onların nasıl sonlarını getirdiği verilir. İyi eğitilmiş kötülüğün bütün incelikleri verilerek  iktidar hırsının insana neler yaptırabileceği ve sonuçları ortaya konulur… Sonuçta oyunda iki zalim karakter başı çeker ve onlardan daha az zalim olan kahraman olur…

Macbeth, genellikle mutlakiyetçi devlet ideolojisini savunan bir eser olarak bilinir. Buna göre Macbeth mutlak devleti temsil eden kralı öldürdüğü için İskoçya’yı kaosa sürükler ve oyunun temel izleği, kötü olanı sergilemek ve bunun sonuçlarını göstermektir.

Macbeth'i değerlendirmeden önce, devletin haklı ve yasal saydığı şiddet ile saymadığı şiddet arasında dikkatli bir ayrım yapmak gerekir: Macbeth kral Duncan'ı öldürdüğünde hain bir katildir, ama isyancı güçlerin lideri olan Macdonwald'ı çok daha korkunç bir şekilde öldürdüğünde ise şanına layık bir kahramandır ve herkesin övgüsünü alır. Yani hâkim gücün hizmetinde şiddet kullanması iyi, bu gücü yıkmaya çalışması kötüdür...

Shakespeare, sadece Hamlet ve Machbeth’de değil diğer eserleri olan III. Richard, Kral Lear, Coriolanus ve Tempest gibi trajedilerinde hep tiranları ve onların küstahlıklarını, acımasızlıklarını ve deliliklerini anlatır.  

Bu iki oyundan günümüze dair çok hayati olan üç ders vardır.

Birincisi:

Yozlaşan ve feodal zihniyetteki bir iktidara karşı bir Rönesans aydını kafasıyla savaşım vermek hemen hemen imkânsızdır. Bilinç insanı ödlekleştirmektedir. İktidarlar yozlaştıkça aydın da ödlekleşmektedir… Eylem karşısında aydın kararsız kalmaktadır…

İkincisi:

Hamlet’deki “Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…” söylemi, o iklimlerde  bir siyasi uyarı ifadesidir. O da şudur: Şatolar ve saraylar içindekilerle beraber çürür… Bu nedenle aradan geçen beş yüz yıllık süreçte Batı siyasi düşüncesi, yeni Elsinore saraylarının inşasına izin vermez. Çünkü Dünya tarihi, şatoların ve sarayların içindekilerle beraber çürürken toplumu da beraberinde çürüttüğünü göstermiştir… İşte bu nedenle de Rönesans ve onunla birlikte inancın karşısında doruklarına ulaşan '’eleştirel düşünce’’, sarayların değil, sadece özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebileceği zeminleri yaratmıştır.

Üçüncüsü:

Machbeth oyununda iki zalim karakter başı çeker ve oyun sonunda onlardan daha az zalim olan kahraman olur! Feodal toplumlarda kahramanlar zalimlerden çıkmaktadır. Feodal kültürlerde hâkim gücün hizmetindeki şiddeti kullanması da her zaman için kutsanmıştır! 

Türkiye feodaliteden, tarım ve din toplumu formundan henüz tam manasıyla sıyrılmış mıdır? Cevabınız ‘’hayır’’ ise bu yazım üzerine düşünmenizi arzu ederim... 

Hamlet’ten ve Machbeth’ten günümüze arta kalanlar işte bunlardır. Siyaset ile ilgilenenlerin anlaması dileği ile!

Osman AYDOĞAN

 

 

Adieu Mon Pays (Hoşçakal Ülkem)

16 Şubat 2020

Gaston Ghrenassia’yı, (D. 1938), ‘’Cezayir doğumlu, Yahudi kökenli Fransız bir şarkıcıdır’’ diye tanıtsam bu şarkıcıyı tanımayacaksınız. Hemen pes etmeyin öyle… Aslında tanıyorsunuz bu şarkıcıyı… Bakın anlatayım önce...

1961 yılında, Cezayir Bağımsızlık Savaşı kızışırken, Cezayir’deki Yahudi ve Avrupa kökenliler Fransa'nın yanını tutarlar... Bu nedenle de Cezayir direnişçilerinin hedefi haline gelirler. 22 Haziran 1961'de Gaston Ghrenassia’nın kayınbabası Cheikh Raymond Leyris bağımsızlığa karşı olduğu ve Fransa'nın yanını tuttuğu için öldürülür. Bunun üzerine Gaston Ghrenassia da 29 Temmuz 1961'de, karısı Suzy ile Cezayir'den ayrılıp Fransa'ya, Paris’e gider. O zamandan beridir de bir daha Cezayir'e dönmesine izin verilmez.

Gaston Ghrenassia’nın asıl mesleği öğretmenliktir. Ancak babası Arap-Endülüs müziği türü olan Maluf kemancısı olması, 15 yaşındayken daha sonra kayınbabası olacak olan Cheikh Raymond Leyris'in orkestrasında gitar çalması nedeniyle Gaston Ghrenassia, geldiği Paris'te yaşamını müzik yaparak sürdürür. Genel olarak Fransa'da Arap-Endülüs ve Arap-Musevi müziğinin bir yorumcusu olarak tanınır.

1962 Yılında Cezayir'den Fransa'ya gelirken gemide bestelediği "Adieu mon pays" (Hoşçakal ülkem) adlı parçayı yayınlar. Parçayı TV'de seslendirmesi parçanın bir günde Fransa'da tanınmasını sağlar. Şarkıları daha çok Fransızca konuşulan ülkelerde ve eski Fransız sömürgelerinde tutulur. Şarkılarının geniş kitlelerce tutulmasının sebebinin farklı kültürlerin (Yahudi, Cezayir, Fransız) müziğini bir potada eritmesi olduğu değerlendirilir...

Gaston Ghrenassia'nın Türkiye'de de tanınması Fransa ile eşzamanlıdır. 1962 yılında Erkan Özerman'ın her pazar günü Fransızca şarkıları sunduğu Ankara Radyosu'nun ''Eyfel'den Müzik'' adlı programında Gaston Ghrenassia'nın  "Adieu mon pays" şarkısı çalınır. Daha sonra Ankara Radyosu'nı İstanbul, İzmir ve diğer yerel radyolar takip eder... Türkiye'de de bu şekilde tanınan şarkıcının diğer birçok şarkısı Türk şarkıcılarca Türkçe seslendirilir. Ajda Pekkan’dan (ki Olympia’da şarkıcı ile beraber konser vermişlerdir), Kamuran Akkor'a, Selçuk Ural’dan Tanju Okan’a birçok Türk popçusunun seslendirdiği şarkılar Gaston Ghrenassia’na aittir. Aklımızda kalan ve bilinen en güzel şarkısı ‘’Zingarella Zingarella’’ şarkısıdır.

Gaston Ghrenassia, şarkılarının Fransa’da ve dünyada tanınmaya başladığı dönemde adını işte hepimizin bildiği ‘’'Enrico Macias'’’ (Enriko Masyas) olarak değiştirir.

Ancak Enrico Macias’ın hayatı hiç de kolay olmaz. Her göçmen gibi hep arafta kalır. Enrico Macias, kimilerine göre ‘’sömürgeci’’dir, kimilerine göre ‘’Siyonist’’tir, kimilerine göre Fransa’yı istila eden ‘’pis Araplar’’dan birisidir. Ancak gerçek olan bir şey varsa da o da Enrico Macias'ın Paris’te hep bir yabancı olarak kaldığıdır. 

Aslında ben Gaston Ghrenassia’ı, pardon Enrico Macias’ı anlatmayacaktım. Yazımın başlığında da olduğu gibi onun 1961 yılında Cezayir'den Fransa'ya gelirken gemide bestelediği "Adieu mon pays" (Hoşçakal ülkem) adlı şarkısını anlatacaktım.

Öyleyse gelelim bu şarkıya.

Enrico Macias, Sezen Cumhur Önal’a verdiği bir röportajda memleketinden ayrılırken memleketine (Cezayir) duyduğu özlem nedeniyle bu şarkıyı yaptığını anlatır.

Şarkı güzel bir gitar solosu ile başlar. Gitarın melodisiyle sözlerinin hüznü mükemmel uyum sağlar. Sözleri; memleket hasreti ve memlekette kalan sevgilinin mavi gözlerini hatırlatan denizden, limandan ayrılan gemiden bahseder.

‘’Adieu mon pays’’ (elveda ülkem) diye başlar şarkı… Ve devam eder hazin hazin: ‘’Ülkemi terk ettim, evimi terk ettim, güneşimi terk ettim, terk ettim mavi denizimi… ( J’ai quittè mon pays, j’ai quittè ma maison. J’ai quittè mon soleil, j’ai quittè ma mer bleue.) Bir arkadaşı terk ettim, hala görürüm gözlerini, yağmurdan, veda yağmurundan ıslanan gözlerini, gülüşünü...''  (je vois encore ses yeux. Ses yeus mouillès de pluie, de la pluie de l’adieu. Je revois son sourire...) 

Adam, Yahudi, Arap ve Fransız kültüründen harmanlayarak Avrupa çapında bir şarkı üretiyor da biz neden Türk, Kürt, Arap, Laz, Abaza, Arnavut, Çerkez, Rum, Ermeni, Yahudi kültürünü harmanlayarak dünya çapında bir şarkı üretmeyiz de gidip de bir Müslim’e, bir İbo’ya hapsolup kalırız, akıl alır gibi değil!... Müzikte somutlaşmış halini gördüğümüz bu kısır döngümüz, bu halimiz, bu ahvalimiz ülkemizin en temel sorunudur aslında!...

Bu şarkının bağlantısını aşağıda veriyorum… Şarkıcının en meşhur şarkısı olan ‘’Zingarella, Zingarella’’ şarkısını da siz İnternetten bulup dinleyin artık…

Bir yazımda bahsettiğim ''rüyamdaki bütün seyahatlerimde bana eşlik etti'' diye yazdığım şarkı işte bu şarkıydı...

Bugün Pazar... Hava da ülkem gibi kapalı, kasvetli, karlı, yağmurlu ve soğuk... Tüm aklınızdan geçenleri bir araya toplayın; Suriye'yi, Şam'ı, şekeri, Arap'ı, İdlib'i, Kanalı, kananı, geçimi, Dolar'ı, dolmayanı, kadın cinayetlerini, siyasetteki öfkeyi, şiddeti, sığlığı, yasa tanımamazlığı, kuralsızlığı, hukuksuzluğu, kabalığı, kabadayılığı, yok olan eğitimi.... Ondan sonra bu şarkıyı dinleyin... Hazin hazin dinleyin, mahzun mahzun dinleyin, melül melül dinleyin, meyus meyus dinleyin... Ne yazık ki neşeli bir şarkı değildir bu şarkı... Tam da havaya, ülkeye ve gündeme uygun bir şarkıdır diye düşünüyorum: Adieu Mon Pays (elveda ülkem)

Ben yine de sizlere sıcacık, sımsıcacık, mutlu, musmutlu (!) güzel bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Enrico Macias; Adieu Mon Pays)
https://www.youtube.com/watch?v=qaSVOa9aqQA

1978 Cezayir doğumlu, Kanadalı şarkıcı, söz yazarı, güzel sesli kadın;
Lynda Thalie da ''Adieu Mon Pays''ı çok güzel yorumlamış:
https://www.youtube.com/watch?v=ZEtmA0plPBY

Şarkının sözleri

J’ai quittè mon pays,
Yurdumdan ayrıldım...
j’ai quittè ma maison
Evimden ayrıldım...

Ma vie, ma triste vie
Hayatım, hüzünlü hayatım
Se traîne sans raison
Sürünüp gidiyor sebepsiz...

J’ai quittè mon soleil,
Güneşimi terk ettim...
j’ai quittè ma mer bleue
Terk ettim mavi denizimi...

Leurs souvenirs se reveillent,
Hatıralar canlanıyor...
Bien aprës mon adieu
Elveda dedikten çok sonra ben...

Soleil, soleil de mon pays perdu
Güneş... Kaybolan ülkemin güneşi...
Des villes blanches que j’aimais,
Sevdiğim beyaz şehirleri...

Des filles que j’ai jadis connu
Bir zamanlar tanıdığım kızlar...
J’ai quittè une amie,
Kız arkadaşımı terk ettim,

je vois encore ses yeux
Hala gözlerini görüyorum onun...
Ses yeus mouillès de pluie, de la pluie de l’adieu
Yağmur ve vedanın çiselemesiyle ıslanmış gözlerini... 

Je revois son sourire...
Gülümsemesini görüyorum yeniden...
Si prës de mon visage
Yüzüme bu kadar yakın...

Il faisait resplendir
Işıldatırdı...
Les soirs de mon village
Köyümün akşamlarını...

Mais du bord du bateau, qui m’èloignait du quai
Fakat beni rıhtımdan uzaklaştıran geminin güvertesinde...
Une chaîne dans l’eau
Bir zincir...
a claquè comme un fou
Çılgın gibi şıngırdadı suyun içinde...

J’ai longtemps regardè
Uzun süre bakakaldım...
Ses yeux bleus qui fouillent
Gittikçe uzaklaşan mavi gözlerine...

La mer les a noyè
Deniz boğdu gözlerini...
Dans le flot du regret
Pişmanlığın ve hüznün dalgasında...

 

 

 

Sevgililer Günü’ne dair

14 Şubat 2020

Evlilik...

Zig Ziglar kişisel gelişim uzmanı Amerikalı bir yazardır. Asıl adı Hilary Hinton Ziglar’dır. Yazarın Sistem Yayıncılık’tan çıkan ‘’Hayat Boyu Flört’’ (Aura Yayınevi, 2015) isimli bir kitabı var.

Hayat Boyu Flört'’ün ilk sayfası şöyle başlar: ''Birkaç yıl önce bir uçak yolculuğu sırasında yanımdaki koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark ettim. O anda yorum yapmaktan kendimi alamadım. 'Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız dedim ' Adam bunun üzerine bana dönerek; 'Yanlış kadınla evlendim de ondan' diye karşılık verdi.’’

Sonra şu tespiti yapar Ziglar; ‘’Doğru insan olmak, doğru insanla evlenmekten daha önemlidir.’’

Yazar kitabında eş seçimi konusunda şu tespiti yapıyor; ‘'Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olursunuz. Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız kesinlikle yanlış bir evlilik yapmışsınızdır. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha önemlidir. Kısacası evlenmek için doğru mu yoksa yanlış eş mi seçtiğiniz asıl olarak size bağlıdır.''

Güneş doğdu...

Bir gece sevdiğim içeri girdi. Yerimden öyle bir fırlamışım ki elbisemin eteği mumu söndürdü. Güzelliği ile karanlığı dağıtan sevgilim sordu: "Ben gelince neden ışığı söndürdün?'' Dedim ki: ''Güneş doğdu zannettim.''

Şeyh Sâdi Şîrâzî

Aşkın gücü...

Fırat’ın bir yakasında yaşayan bir delikanlı ile öbür yakasında yaşayan güzel bir kız varmış. Birbirlerine âşık olmuşlar. Delikanlı, her gece Fırat’ın sularında yüzerek karşı yakaya geçer, sevgilisine ulaşırmış. Bir süre sonra da sevgilisiyle vedalaşıp Fırat’ın azgın sularına girip öbür yakaya geçermiş. Bu günlerce böyle sürüp gitmiş.

Yine bir gece delikanlı Fırat’ı geçip sevgilisinin yanına gitmiş. Dönüşünde delikanlı sevgilisiyle vedalaşırken kıza dikkatle bakarak, ”Senin bir gözün kör müydü? ” demiş. Kız o zaman delikanlıya dönerek; ”Sen sen ol, sakın ola bugün Fırat’a girme!” diye tembihlemiş.

Delikanlı kızdan ayrılmış, Fırat’a girmiş ve yüzme bilmediğinden boğularak ölmüş.

Bizim delikanlı gerçekte yüzme bilmiyormuş; kıza duyduğu aşkın gücü sayesinde Fırat’ı geçermiş!

Gerçek sevgi...

Âşık Veysel'i akrabalarından birisi olan Esma ile evlendirmişti babası. Veysel eşini çok sever fakat bu sevgi beraberinde körlüğünün de etkisiyle kıskançlığı da getirir. Esma artık bu durumdan usanır, dayanamaz hale gelir ve sekiz yıl evli kaldıktan sonra Hüseyin adlı yanaşmalarından bir delikanlıyla beraber kaçar. 

Gece vakti evinden gizlice kaçan Esma, Hüseyin'le buluşur ve uzunca bir yolu hiç durmadan çoğunlukla koşarak kat ederler. Bir çeşme başında soluklanmak için durduklarında Esma, "cebimde bir şey var ağırlık yapıp duruyor" diyerek cebini açar: Ağzı el ile dikilmiş cebinde bir tomar para vardır.

Veysel meğerse her şeyden haberdarmış, kör olan sadece gözleriymiş, hisleri, gönlü, kalbi değil. Veysel karısını o kadar çok seviyormuş ki, karısı yaban ellerde rezil olmasın, ele güne muhtaç olmasın diye ne kadar parası varsa cebinin içine iliştirivermiş. 

Gerçek sevgi tek taraflıdır… Karşılıklı sevgiler bir beklenti üzerine kurulmuştur; ‘’sen beni seversen!‘’ ‘‘O’’ sevmeden sevmek, o bilmeden sevmek ve her hal ve şartta onun mutlu olması için çalışmaktır gerçek sevgi… 

Gerçek sevgi; sevgiliyi bir beyaz güvercin gibi avuçlarına alıp okşamak ve yüreğine bastırıp korumaktır. Ama sevgiliyi daha güzel ufuklar bekliyorsa onu salıvermek, onun uçsuz, bucaksız gökyüzünde kanat çırpışlarından sonsuz haz duymaktır. Onun kendisinden uzaklaşmasına üzülmek değil, gerçeğe uçmasına, hakikate yaklaşmasına sevinmektir gerçek sevgi. ‘’Beni bırakıp nereye gidiyorsun?’’ demek değil, ‘’gittiğin yerlerde dualarımla seni koruyacağım!’’ diyebilmektir gerçek sevgi. 

Gerçek sevgi sevgiliyi sahiplenmek değil, sevgiyi sevgiliye karşılıksız vermektir.

Sıra dışı bir edebiyatçı ve düşünür olan Portekizli yazar José Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırmıştı zaten; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’ 

(Âşık Veysel hakkında anlattığım hikâye bir rivayet. Konunun uzmanları bu hikâyenin gerçek olmadığını söylüyor. Ancak bu hikâyenin gerçek olmaması anlamını değiştirmiyor.)

Aşklar da bakım İstiyor...

Günümüzde kadına şiddetten bahsediliyor ya! Zannediliyor ki kırsaldaki, varoşlardaki eğitimsiz, kaba, saba insanlar kadına şiddet uyguluyorlar. Psikologlar ‘’ihmal’’in ‘’şiddet’’ten daha tahripkâr olduğunu söylüyorlar. Zannedildiğinin aksine kadına şiddeti; kırsaldaki, varoşlardaki eğitimsiz, kaba, saba insanlar değil, bilakis şehrin en lüks semtlerinde, gayet düzgün, eğitimli, kariyerli, kelli, felli insanlar ‘’ihmal’’ yoluyla en uç biçimiyle uygulamaktadırlar. Bıçaklarla bedenler, ihmal ile de ruhlar delil deşik edilir...

Amerikalı karikatürist Jules Feiffer’in bir karikatüründe kahramanı şöyle diyor: “Harika bir kızla tanıştım. Bütün dostlarıma ve çalışma arkadaşlarıma kendisinden söz ettim. Sokaktaki yabancılara bile kızdan bahsettim. Hemen herkese anlattım. Tabii kendisinden başka! Ona bu avantajı neden vereyim ki?”

Çizerini hatırlamadığım bir başka karikatürde ise, orta yaşın üzerinde bir kadın kocasına soruyordu; ‘’Kocacığım, hatırlıyor musun, bana en son ‘seni seviyorum’ dediğinde tam on yıl önceydi.’’ Erkek istifini bozmadan, okuduğu gazeteden kafasını kaldırmadan cevap veriyordu; ‘’Düşüncemde bir değişiklik olursa sana söylerim.’’ Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İnsanlar sevdiklerini söylemekte hep kıskanç ve cimri davranırlar...

Jacques Salome ve Sylvie Galland isimli iki Fransız yazarın “Ah Kendime Bir Kulak Versem” (Sistem Yayıncılık, 2002) ismini verdikleri kitaplarında “ilişki terörü” diye bir kavramdan bahsederler. Bu terörde kanlı bıçaklı olmaya gerek yoktur, ikili ilişkilerde, evliliklerde pek mutat olduğu üzere ‘’surat asmak’’ bile terörün en uç noktasıdır.

Fransız felsefeci Roland Barthes’in de güzel bir kitabı vardı: ‘’Bir Aşk Söyleminden Parçalar’’ (Metis Yayıncılık / Tarih Toplum Felsefe Dizisi, İstanbul, 2010) Barthes kitabında; ‘’Âşık olduğumuzda kullandığımız dil, her zaman konuştuğumuz dilden çok farklıdır’’ der ve ''bir kere ilk mesajı verip, 'seni seviyorum' dedikten sonra sözlerinizle, davranışlarınızla içinizdeki duyguyu karşı tarafa sonsuz bir akış şeklinde tekrarlamalı, ilişkiyi derinleştirmelisiniz’’ diye yazar.

Zaten söylerdi Cemal Süreyya bir şiirinde:

‘’Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git
Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti’’

***

Anlıyorsunuz değil mi? Uzun uzun anlattım ama anlatmak istediğimi iki kelimeyle de özetleyebilirdim:

‘’Sevgi emektir!’’

Sevgili için ayrıca güne ve hediyeye gerek yok ki... Hediye kapitalist tüketim toplumunun tüketim artsın diye icatlarından bir tanesidir.  

Sevgiliye verilecek en büyük hediye emektir... Ancak ''emek'' bir gün değil bir ömür ister... Emeğin en güzeli de tatlı bir söz, ses tonu ve gözlerdir... 

Her daim ses tonunuz yumaşak, kadife gibi değilse, her daim gözleriniz gülmüyorsa, her daim sevgiyi beslemiyorsanız, aşkı bakımsız bırakıyorsanız sevgili edinmeyiniz. Size yazık olmuş ya, ona da yazık edersiniz...

Sevgililer gününüz kutlu olsun…

Osman AYDOĞAN

 

 

Her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

13 Şubat 2020

Toplum olarak tanım ve kavramlarla pek bir ilgimiz yoktur. Bir kavramın, bir konunun adını biliriz de bu konu veya kavramı tanımlamaya gelince doğru bir tanım yapamayız. Bu zaman da kavram karışıklığı ortaya çıkar ki kimse kimseyi anlayamaz. Bu nedenle her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

Örneğin ''demokrasi'' kavramı... Bu kavramı sürekli, hayatımızın her aşamasında kullanırız. Ancak bir ''demokrasi'' tanımı yapmak istediğimizde ''demokrasi'' hariç her şeyi anlatırız. Tıpkı körlerin dokunarak bir fili tarif etmeleri gibi...

Fazlaca duyduğumuz, günlük hayat içinde de fazlaca kullandığımız ama toplum ve siyaset içindeki işlevini çok da net algılayamadığımız, anlayamadığımız, dolaysıyla da tanımlayamadığımız bir başka kavram da ‘’faşizm’’dir. ''Faşizm'' yenir mi, içilir mi bunu da pek bilmeyiz. Basit bir tanımla  ‘’faşizm’’; genel olarak aşırı milliyetçi ve ırkçı, otoriter ve baskıcı bir yönetimi ifade eder. Ancak bu tanım sabit olmayıp genişletilebilir bir tanımdır. Ancak ''faşizm'' bu basit tanım kadar basit değildir. 

Faşizmi detaylıca inceleyen, Umberto Eco, Samir Amin, Bertolt Brecht, Pierre Milza ve William I. Robinson’ın yazılarını içeren  ‘’Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları’’ (Ütopya Yayınevi, 2016) isimli bir kitap var. Bu kitapta XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve ‘’şeytan üçgeni’’ olarak tanımlanan ‘’faşizm’’, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’ayrımcılık’’ konusu işlenir.

Kitaptaki yazısında Umberto Eco şöyle der; “Özgürlük ve kurtuluş asla sonu gelmeyecek bir görevdir. Sloganımız şu olsun: ‘Unutmayın!’ ” Umberto Eco bu tembihinden sonra bu tam tanımlanamayan kavram için “faşizmin maskesini düşürmek ve ona her an dikkatli olmak” vurgusunu yapar…

Umberto Eco ayrıca yazısında ‘’kök faşizm’’ kavramını dile getirerek şöyle yazar: ‘’Kök faşizm ya da ebedi faşizm diye adlandıracağım olgunun bir dizi tipik özelliğini ortaya koymanın olanaklı olduğunu düşünüyorum. Bu özellikler bir sistem oluşturmaz; çoğu birbiriyle çelişir ve başka despotluk ya da fanatizm biçimlerinde de görülür. Ancak herhangi birinin varlığı, bir faşizm gölgesinin oluşması için yeterlidir.’’ Umberto Eco yazısında ‘’kök faşizm’’i on dört madde altında tanımını yapar.

Kitapta ''faşizm'' genel olarak şöyle tanımlanır:

‘’Faşizm yalnızca şiddet değildir; sermayenin saldırgan politikalarının toplamıdır; faşist yasalar, faşist eğitim, faşist yönetmelik, faşist ekonomi politikalar ve benzeridir. Ve tekelci dönemde kapitalist devlet(ler)in gittikçe otoriter bir biçim aldığı görülmelidir. Parlamentoların öneminin azalması ile yürütmenin gittikçe güç kazanması, biçimsel dahi olsa hukuki düzenlemelere riayet etmeyen hükümetler ve sosyal hakların kapsamının gittikçe daralması istisna olmaktan çıkan bu devlet biçiminin bazı özellikleridir.’’

Kitapta ‘’Ancak otoriterliğin de olduğu yerde durması mümkün değildi; yani otoriter olanının totalitere yönelmesi bir zarurettir’’ tanımlaması yapılarak bu zaruretin “önlenebilir” olduğu iddia edilir. İşte bu kitapta yer alan makaleler, bu zarureti ve bu zaruretin “önlenebilirliği” tartışılır...

Faşizm konusuna daha net bir tanım getiren bir siyaset bilimci daha var. Bu siyaset bilimci Amerikalı siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt’dir. Dr. Lawrence Britt 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler'in Almanya'sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Franco'nun İspanya'sı, Suharto'nun Endonezya'sı, Pinochet'nin Şili'si) inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit ederek bu tespitlerini bir makalede birleştirir… Dr. Lawrence Britt'in makalesi Umberto Eco'nun ‘’Ancak herhangi birinin varlığı, bir faşizm gölgesinin oluşması için yeterlidir’’ dediği 14 maddelik faşizm tanımına çok benzer.

Dr. Lawrence Britt'in ‘’Free Inquiry Magazine’’ dergisinin ilkbahar 2003 tarihli 23/2 sayısında ‘’Faşizmin 14 Karakteristiği’’ başlıklı makalesinde yer alan bu 14 başlıkta verilen karakterler şu şekildedir:

1. Güçlü ve sürekli milliyetçilik. 
2. İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi. 
3. Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması. 
4. Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi. 
5. Cinsel ayrımcılığın şahlanışı. 
6. Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması. 
7. Ulusal güvenlik takıntısı.. 
8. Din ve yönetimin içiçe geçmesi. 
9. Özel sermayenin gücünün korunması. 
10. Emek gücünün baskı altına alınması. 
11. Aydınların ve sanatın küçümsenmesi. 
12. Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma. 
13. Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama. 
14. Hileli seçimler.

Çok şükür ki ileri demokrasiye sahip yalnız ve güzel ülkemizin bu tanımlarla, bu tanımlardan bir tanesi ile bile uzaktan yakından heç bir ilgi ve alakası yohtur. Zaten başta da anlattığım gibi bu tanımlar Dr. Lawrence Britt tarafından 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler'in Almanya'sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Franco'nun İspanya'sı, Suharto'nun Endonezya'sı, Pinochet'nin Şili'si) inceleyerek elde edilmiştir. 

Her şey tanımla başlar, araçlarla yola devam eder…

Osman AYDOĞAN

Dr. Lawrence Britt'in makalesinin orijinalinin özetini de aşağıda veriyorum.. Orijinal makalede bu 14 maddenin geniş geniş tanımları yapılmaktadır

The 14 Characteristics of Fascism

Political scientist Dr. Lawrence Britt recently wrote an article about fascism ("Fascism Anyone?," Free Inquiry, Spring 2003, page 20). Studying the fascist regimes of Hitler (Germany), Mussolini (Italy), Franco (Spain), Suharto (Indonesia), and Pinochet (Chile), Dr. Britt found they all had 14 elements in common. He calls these the identifying characteristics of fascism. The excerpt is in accordance with the magazine's policy.

The 14 characteristics are:

Powerful and Continuing Nationalism 
Fascist regimes tend to make constant use of patriotic mottos, slogans, symbols, songs, and other paraphernalia. Flags are seen everywhere, as are flag symbols on clothing and in public displays. 

Disdain for the Recognition of Human Rights 
Because of fear of enemies and the need for security, the people in fascist regimes are persuaded that human rights can be ignored in certain cases because of "need." The people tend to look the other way or even approve of torture, summary executions, assassinations, long incarcerations of prisoners, etc. 

Identification of Enemies/Scapegoats as a Unifying Cause 
The people are rallied into a unifying patriotic frenzy over the need to eliminate a perceived common threat or foe: racial , ethnic or religious minorities; liberals; communists; socialists, terrorists, etc. 

Supremacy of the Military 
Even when there are widespread domestic problems, the military is given a disproportionate amount of government funding, and the domestic agenda is neglected. Soldiers and military service are glamorized. 

Rampant Sexism 
The governments of fascist nations tend to be almost exclusively male-dominated. Under fascist regimes, traditional gender roles are made more rigid. Opposition to abortion is high, as is homophobia and anti-gay legislation and national policy. 

Controlled Mass Media 
Sometimes to media is directly controlled by the government, but in other cases, the media is indirectly controlled by government regulation, or sympathetic media spokespeople and executives. Censorship, especially in war time, is very common. 

Obsession with National Security 
Fear is used as a motivational tool by the government over the masses. 

Religion and Government are Intertwined 
Governments in fascist nations tend to use the most common religion in the nation as a tool to manipulate public opinion. Religious rhetoric and terminology is common from government leaders, even when the major tenets of the religion are diametrically opposed to the government's policies or actions. 

Corporate Power is Protected 
The industrial and business aristocracy of a fascist nation often are the ones who put the government leaders into power, creating a mutually beneficial business/government relationship and power elite. 

Labor Power is Suppressed 
Because the organizing power of labor is the only real threat to a fascist government, labor unions are either eliminated entirely, or are severely suppressed . 

Disdain for Intellectuals and the Arts 
Fascist nations tend to promote and tolerate open hostility to higher education, and academia. It is not uncommon for professors and other academics to be censored or even arrested. Free expression in the arts is openly attacked, and governments often refuse to fund the arts. 

Obsession with Crime and Punishment 
Under fascist regimes, the police are given almost limitless power to enforce laws. The people are often willing to overlook police abuses and even forego civil liberties in the name of patriotism. There is often a national police force with virtually unlimited power in fascist nations. 

Rampant Cronyism and Corruption 
Fascist regimes almost always are governed by groups of friends and associates who appoint each other to government positions and use governmental power and authority to protect their friends from accountability. It is not uncommon in fascist regimes for national resources and even treasures to be appropriated or even outright stolen by government leaders. 

Fraudulent Elections 
Sometimes elections in fascist nations are a complete sham. Other times elections are manipulated by smear campaigns against or even assassination of opposition candidates, use of legislation to control voting numbers or political district boundaries, and manipulation of the media. Fascist nations also typically use their judiciaries to manipulate or control elections.

Free Inquiry Magazine Spring 2003, 23/2

 

 

Kızıroğlu Mustafa Bey

13 Şubat 2020

Son günlerde sanki Suriye'yi, İdlib'i unutturmak içinmiş gibi yoğun bir şekilde yaşanan FETÖ'nün siyasi ayağı tartışmaları bana bir türküyü anımsattı: ''Kızıroğlu Mustafa Bey''. Türkü uzun ama nakarat kısmı şöyle:

''Ağam kim, paşam kim? Hanım kim, nigâr kim, kim, kim, kim, kim?
Kızıroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu 
Zor Bey'in oğlu.''

Kızır, Kızır dağlarının geniş eteklerine kurulu Kars'ın Susuz kazasına bağlı bir köy. Kızır, yörede "muhtar" demek. Kızıroğlu da muhtarın oğlu. Kızıroğlu bu köyde yaşamış ve burada efsaneleşmiş. Uzun hikâye ama zamanla da Köroğlu ile karşılaşmış. Ardından türküler yakılmış. Kaynağı konusunda değişik rivayetler var ama TRT kayıtlarına göre türkü Kars yöresinin, kaynak Âşık Durun Cevlani, derleyen ve notaya alan Muzaffer Sarısözen…

Türkü de konusu da uzun... Neyse türküyü şimdilik burada bırakalım…

Kadına yönelik şiddet ve hayvanlara yapılan kötü muamele başta olmak üzere suçu seyretmek bizim en büyük toplumsal hastalığımızdır. Bir işyerinde rüşvetçiyi, hırsızı, arsızı, namussuzu herkes bilir ama seyrederler… Toplumsal hastalığımızın tam da uç noktası işte burasıdır: Suçu seyretmek! Ancak suçu seyredenlerin suçu işleyenlerden daha fazla suçlu olduklarını düşünüyorum...

Anlatmak istediğimi bir örnekle de açıklamak istiyorum:

ABD’li sinema sanatçısı Jodie Foster'ın (pek kimse bilmez; Jodie Foster’ın asıl adı da Alicia Christian Foster’dir) başrolünü oynadığı, Sarah Tobias rolüyle en iyi kadın oyuncu dalında Oscar ve Golden Globe  ödülü aldığı ve gerçek bir hikâye üzerine kurulu ‘’Sanık’’ isminde (Orijinal ismi: The Accused) 1988 yapımı bir filmi var. Filmin Almancasını izlemiştim ‘’Angeklagt’’ ismiyle. Tabii filmin adına neden ‘’Sanık’’ dendiği de anlamak zor. Çünkü filmdeki kadın sanık değil, davacıdır. Ayrıca filmde de tek bir sanık yok birçok sanık vardır.

Filmde Sarah bir barda üç kişinin tecavüzüne uğrar. Ancak kalabalıkça bir grup da tecavüze engel olmadıkları gibi, seyretmekle yetinmeyip bir de tezahürat yaparlar. Konu mahkemeye intikal eder. Tecavüz eden bu üç kişi ceza alır. Sarah karara itiraz eder. Seyredenlerin de ceza alması gerektiğini iddia eder. Ancak mahkeme kabul etmez. Sarah bu seyredenler için avukat tutar bir başka dava açar.

Sonuçta mahkeme bu seyredenlere tecavüz suçundan daha ağır ceza verir. Mahkeme başkanı final konuşmasında bu tecavüzü seyredenler için der ki; ‘’Tecavüze engel olma imkânları vardı, olmadılar, tecavüze engel olmadıkları gibi bir de alkışladılar, tecavüzcülerden daha da ağır ceza almaları haktır.’’

Sinema ve tiyatro gibi sanat dalları topluma ayna tutarlar, toplumun kendisiyle yüzleşme araçlarıdır. Bu anlamda filmin aslında topluma esas vermek istediği mesaj; ‘’bir suç karşısında sessiz kalanların aslında daha büyük bir suç işledikleridir.’’

Şimdi bu filmi burada bırakalım! Bir başka konuya geçelim. Çok değil, birazcık geriye gidelim:

Malum FETÖ’nün tezgâhladığı kumpas davaları vardı; Balyoz, Ergenekon, Amirallere Suikast, Casusluk vb. Bu davalarla TSK’nın kırk yılda yetiştirdiği pırıl pırıl, aydın, aydınlık generaller ve general olacak subaylar zindanlara tıkıldı, yıllarca zindanlarda çürütüldüler ve tasfiye edildiler…

(Bir not: Kamuoyu sadece bu tasfiyeyi biliyor… Bu görünür tasfiyeden önce bir görünmez tasfiye daha yaptılar. 2010 yılındaki YAŞ toplantısında pırıl pırıl bu generallerden terfi sırasında olanlar davaları devam ettiği için yasa gereği terfi edemediler, TSK de bu personeli emekli etmeyip koruma bahanesiyle tamamının görev sürelerini uzattı. TSK’da general sayısı sabit olduğu için bu grubun dışında kalan terfi sırasındaki aydın, Atatürkçü generallerin tamamını da emekli ettiler. O dönem terfi ettirdikleri az sayıda generalin çoğunu da 15 Temmuz’dan sonra darbeci diye tutukladılar!… Bir yıl sonraki 2011 YAŞ toplantısında da tutuklu generallerin tamamını emekli ettiler. Bu şekilde boşalan kadrolara da terfi ettirdikleri generallerin neredeyse de tamamını 15 Temmuz'dan sonra darbeci diye tutukladılar.)

Şimdi gelelim bu kumpas davalarının işbirlikçilerine;

O zamanki Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Manisa’da FETÖ’ya seslenerek şunları söylüyordu (Gazeteler, 22 Mart 2014): ''.... biz yıllardır sizinle birlikte sizin menfaatinize sizin hizmetlerinizi sevdiğimiz için her zaman sizin hizmetinizde olduk. Siz ne derseniz yaptık. .... sizi kollarımızın altında koruduk.''

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ne demek istiyordu? Arınç’ın söylediklerinin tercümesi şu: ''Biz bu FETÖ’nün hizmetinde olduk, bu FETÖ ne demişse yaptık, biz bu FETÖ’yü kollarımızın arasında koruduk. Bu FETÖ Ordu'ya kumpas kurarken biz de sadece seyretmedik, üstelik detekleyicisi, yardımcısı olduk.''

Bir dönem AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Dengir Mir Mehmet Fırat “Cemaat’i, Emniyet’e, Asker’e ve MİT’e karşı biz yerleştirdik” diyordu. (Gazeteler, 21 Temmuz 2016)

Cumhurbaşkanı da şöyle söylüyordu (3 Ağustos 2016, Olağanüstü Din Şûrası) (Özetle):

‘’Milletimiz meşrebi ne olursa olsun Allah diyen peygamber diyen en azından böyle gözüken herkesi desteklemiştir. Rahmetli Özal, Demirel, Ecevit, hatta biz bu yapıya destek olduk. Ben de katılmadığım pek çok yönleri olmasına rağmen bunlara yardımcı oldum.  Yurtdışında yürüttükleri eğitim faaliyetlerinin hatırına bunlara müsamaha gösterdik. Hatta ve hatta Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Her şeye rağmen, bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmanın üzüntüsü içerisindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.’’

Ama aynı Cumhurbaşkanı 2008 yılı 15 Temmuz’unda AKP grup toplantısı esnasında bu kumpas davasının aynı zamanda savcısı olduğunu söylüyordu. 

Şimdi gelelim yine başta verdiğim Jodie Foster'ın ‘’Sanık’’ isimli filmine… Filmde ikinci davada tecavüzcülerden daha ağır ceza alan suçlular tecavüz olayını alkış tutarak sadece seyretmişlerdi…

TSK‘ne FETÖ tarafından tecavüz edilirken ise o zamanki hükümet sadece seyretmedi, yeri geldi FETÖ'nün istediği yasal düzenlemeleri yaparak, yeri geldi FETÖ'nün kumpas davalarında savcı olarak,  yeri geldi FETÖ savcılarına dokunulmazlık kazandırarak, yeri geldi FETÖ savcılarının altlarına zırhlı araçlar vererek TSK’nin elini ayağını tutarak FETÖ’nün TSK’ne daha kolay tecavüz etmelerini sağladılar… TSK’da yaptıkları tasfiyelerle 15 Temmuz’a giden yolu hazırladılar, bu yola granitten kaymak gibi taşlar döşediler…

Hoş, bunların tecavüzüne maruz kalan sadece TSK değildi… Adalet’e de, hukuka da, miili eğitime ve devletin bütün kurumlarına da tecavüz ettiler. Adalet, bu tecavüz sonucu kötü yola öyle bir düştü ki sonunda hâkimi tutuklayan hâkimi de tutuklayan hâkimin tutuklandığı bir adalet haline geldi. (Gazeteler, 08 Mayıs 2017) Sanki şaka gibi, sanki tekerleme gibi…

Şimdi de hesabı hukuka değil de Allah’a vermeye kalkıyorlar, hukuktan değil de Allah’tan af diliyorlar…

Sadece bu kadar mıydı? Şimdi gelin 15 Temmuz 2016’dan sonrası gazetelerde ve TV’lerde yer alan itirafları bir daha hatırlayın… Şimdi de gelin bu safları, aldatılanları, müsamahakârları, bu FOTÖ denen soysuzu zamanında alkışlayanları, yanında boy boy arz-ı endam edenleri, teee ABD’ye kadar gidip el etek öpenleri, ABD’ye gidenlerle selam gönderenleri, arkasından salya sümük ağlayanları, savunanları, aklayanları, bu hırsız ve din istismarcısı güruhun peşinde gidip beraber yürüyenleri, bu terör örgütünün savcılığını yapanları, bu güruhun adamlarını özenle ve itina ile devletin en önemli makamlarına yerleştirenleri ard arda bir sıralayın sonra da ''Sanık'' filminin son sahnesindeki mahkeme başkanının final konuşmasını bir hatırlayın:

‘’Tecavüze engel olma imkânları vardı, olmadılar, tecavüze engel olmadıkları gibi bir de alkışladılar, tecavüzcülerden daha da ağır ceza almaları haktır.’’

FETÖ; TSK’ne, adalete, hukuka, milli eğitime devletin bütün kurumlarına tecavüz ederken bunlar sadece seyretmediler, engel olmak bir tarafa; TSK’nin, adaletin, hukukun elini ayağını tutarak FETÖ’nün tecavüzüne yardımcı oldular.

Sakın ABD yargısı sizi yanıltmasın, çünkü bu yargı çağdaş bir hukuk sisteminde geçerlidir. Kabile toplumlarda olayı Allah’a havale edersiniz olur biter. Gerçi onlarda bile kenar-ı Dicle'de bir kurt kapsa bir koyunu, gelir de adl-i ilâhi Ömer'den sorar onu!

Daha dün, itiraf ettikleri gibi, FETÖ ile kol kola olanlar, FETÖ ile ''beraber yürüdük biz bu yollarda'' diye şarkı söyleyenler, FETÖ ile bir olup TSK'nin, hakkın, hukukun, adaletin ırzına geçenler, sözde ''barış'' diye diye PKK ile kol kola olanlar, ülkeye Habur rezaletini yaşatanlar, Oslo'da PKK ile görüşenler, valilere PKK'ya karşı operasyon yapmayın diye talimat verenler, İranlı bir yeni yetme bir zibidi devletin üst makamlarına milyonlarca EURO, milyonlarca Dolar tutarında rüşvet dağıtırken seyredenler; bugün bu suçları eleştirenleri FETÖ ile PKK ile beraber olmakla suçluyorlar... Hiç de komik olmayan mizah gibi, şaka gibi değil mi? 

Bu yazı uzadı.. Konudan konuya geçtim. Bu yazıdan asıl amacım siyasi bir yazı yazmak değildi. Hele hele bir filmi bahane ederek bir siyasi partinin FETÖ ile olan ilişkisi hiç değildi. Çünkü yazımda da bahsettiğim gibi bu konu Allah'a havale edilerek kapanmıştır! Tekrar tekrar açıp da terbiyesizlik etmenin bir manası da yoktur! Değil mi?

Bu yazıdan asıl amacım toplumsal hastalığımızın tam da uç noktası olan ‘’suçu seyretmek’’ konusunu anlatmak ve suçu seyredenlerin suçu işleyenlerden daha fazla suçlu olduklarını vurgulamak...

Aslında benim bu kadar uzun uzun anlatmak istediklerimi Albert Einstein bir cümleyle ifade etmişti: ‘’Dünya yaşamak için tehlikeli bir yer; kötülük yapanlar yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden.’’

Şimdi bırakın FETÖ’yü, METÖ’yü, FETÖ’nün siyasi ayağını, kırk ayağını… FETÖ bu suçları işlerken seyredenler, alkış tutanlar kim? FETÖ tecavüzünü daha kolay yapsın diye TSK’nın, devletin kurumlarının ellerini, kollarını bağlayanlar kim? Bu maksatla FETÖ'nün istediği yasaları meclisten geçirenler kim? FETÖ’nün kumpas davalarının savcısı kim? Kumpas savcısına zırhlı araçlar tahsis edenler kim? Kim, kim, kim?

Sonra insanın aklına girişte de verdiğim gibi ''Kızıroğlu Mustafa Bey'' türküsünü geliyor ve takılmış bir plak gibi zihnimde dönüüüüüp duruyor:

''Ağam kim, paşam kim? Hanım kim, nigâr kim, kim, kim, kim, kim?
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu 
Zor Bey'in oğlu.''

Osman AYDOĞAN

 

Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak

11 Şubat 2020

İki gün önce Ahmet Arif’in ‘’Karanfil Sokağı’’ isimli şiirini anlatmıştım. Şiirde bir dize geçerdi: ‘’Vatanım boylu boyunca kar altındadır.’’

Gerçekten de öyledir… Bugünlerde vatanım boylu boyunca kar altındadır.

Karlı bir gece vaktidir. Dışarıda hava soğuktur, zemheri soğuğudur... Kar yağışı bitmiş, kesilmiş ama soğuğu kalmıştır... Böyle anlarda vücudunuz belki sıcak bir çay, çorba içerek veya bir soba veya kalorifer karşısında ısınabilir… Ancak bu soğuklar karşısında ruhunuz nasıl ısınacak?

Ruhunuzun nasıl ısınacağını anlatmadan önce başka şeyler anlatayım sizlere…

Genç yazarlardan Burhan Sönmez’in (1965) güzel bir kitabı var: ‘’Labirent’’ (İletişim Yayınları, 2018) Kitabın tanıtım sayfasında şunlar yazar: ‘’İntihar etmek isteyen genç bir müzisyen, gözünü hastanede açar. Hiçbir şey anımsamaz, şarkılarını bile. Toplumsal bellek ile kişisel belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği yerde, kuşku duymadığı tek gerçek vardır: Kaburgası kırık bedeni. Kendisine benzeyen bir kentte, unutmanın lanet mi yoksa lütuf mu olduğunu bilmeden, çıkış arar. Saatler, aynalar, deniz fenerleri. Labirent, yüzeyde hüzünle akan, derinde keskin akıntılara kapılan bir yeniçağ romanı.’’

Ve kitapta şöyle bir cümle geçer: ‘’Genç bir adam ormanda kaybolmuş. Günler sonra yaşlı birine rastlamış. Yaşlı adam da uzun zamandır ormanda kayıpmış ve genç adama çıkış yolunu birlikte aramayı önermiş. ‘Olmaz’, demiş genç adam, ‘seninle zaman yitiremem, çıkış yolunu bilseydin şimdiye kadar bulurdun’. ‘Ama’ demiş yaşlı adam, ‘ben çıkmayan yolları öğrendim’.”

İşte böyle… Bir dost size ‘’çıkış yolunu’’ göstermese bile en azından ‘’çıkmayan yolları’’ size gösterir…

Bu nedenle bir dost arar insan… En bunalımlı, en zor zamanlarda, yalnızlığın derin ve güçlü kıskacı altındayken, zifiri gecenin bir anında, yollar karla kaplıyken, insan ruhunu ısıtacak bir dosta gitmek ister, gidemese de bir dost sesi duymak ister insan… Bu nedenle de gider karlı bir gece vakti bir dostu uyandırır…

Karlı bir gece vaktidir. Dışarıda hava soğuktur, zemheri soğuğudur... Dışarısı karlıdır, kar yağışı bitmiş, kesilmiş ama soğuğu kalmıştır... Ruhunu ısıtmak ister insan… İşte bu zaman insan büyük ırmaklardan bile heyecanlı olarak karlı bu gece vakti bir dostu uyandırmak ister. Uyandırmaya kıyamadığında da İsmet Özel’in ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ şiirini zihninde takılmış bir plak gibi tekrar tekrar terennüm eder…

‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ şiiri İsmet Özel'in hayat, yalnızlık, ölüm, hüzün ve dostluk üzerine kurulu en güzel, en etkileyici nefis bir şiiridir. Şüphesiz, ruha dokunan, insanın ruhunu ısıtan bir şiiridir. Ruhu olanların bildiği, onlara hitap eden bir şiiridir. İsmet Özel'in gerçekten özel bir şiiridir. Özel bir dostu olanların şiiridir. Her dizesi insanı ayrı ayrı yaralayan bir masal şiiridir. Şiir sesinin ne kadar kuvvetli olduğunu bariz hissettiren şiirlerdendir. Ve aynı zamanda da İsmet Özel’in en iyi okuduğu şiirlerinden biridir: ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’

Her bir mısrası ruhu naif olanları yaralayan bir şiirdir: ''Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı.’’

Şiirin samimiyeti her mısrada masum bir çocuk gibi sarılmıştır:  "Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olsaydım."

İnsanın ruhuna batan bir şiirdir: "Hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı."

“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan" diyerek, Necm Süresi’nin 57. ayetini (Yaklaşmakta olan –kıyamet- yaklaştı) anımsatır. 

Şiir ilk olarak 1972’de yayınlanır…

İsmet Özel’in şiirde bahsettiği kişinin, karlı bir gece vakti uyandırmak istediği dostunun, bir zamanlar çok sıkı "kardeşi", ‘’kankası’’ olduğu ve birlikte ‘’Halkın Dostları’’ dergisini kurduğu ve yönettiği Ataol Behramoğlu olduğu ve şiiri de ona ithaf ettiği rivayet edilir.  

İsmet Özel, 1974 yılına kadar sol politik çizgide kalır. Bir sorgulama döneminin ardından son ulaştığı noktada Türkiye’deki solun “güdük bir kalkınma ideolojisinin yedeğinde, hiçbir tarihi birikimi esas almaya yönelmemiş ve Batı aydınlanmasının temel taşlarından nasibini almamış bir sol” olduğu sonucuna varır.

Aslında İsmet Özel'in eleştirdiği Türk Solu’nun durumu sadece Türkiye'ye özgü bir durum da değildir. Uzun yıllardır Avrupa solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı da bocalamaktadır... Schröder’ler, Blair’ler, adları sol da olsa iktidarları boyunca hep neo liberal politikalar uyguladılar. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett çıkmadı, İngiltere’den bir daha Oscar Wilde, William Shakespeare, Thomas More çıkamadı... Türk solu bu süreci Avrupa'dan çok daha önce yaşadı.

Ancak Türk sağı ise daha kötüydü... Körü körüne bir ABD yandaşlığı ve jandarmalığı dışında ellerinde hiçbir şey yoktu... Ellerinde sadece içeriğini bilmedikleri ve meta haline getirip ticaretini yaptıkları bir kutsal kitap, Arap hayranlığı, ne olduğunu bile bilmeden peşine sürüklendikleri kuru bir milliyetçilik ve taklit bir liberallik vardı.  

Günümüzde bile dinin en yüksek temsilcisi Diyanet İşleri Başkanı Ortaçağ’da Papa’nın cennetten toprak satması gibi kur’an kurslarına yardım edenlere Hz. Peygamber’in bile vaat etmediği cenneti vadediyor. (Gazeteler, 10.02.2020) Din tacirinin içine düştüğü sefalete bakar mısınız!

Mustafa Kemal Atatürk'ten sonraki iktidarlar ülkeyi, İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni T.S. Eliot’un (Thomas Stearns Eliot) ‘’The Waste Land’’ (Çorak Ülke) ismindeki şiirindeki gibi hiçbir kökün kavramadığı, hiçbir dalın büyümediği bir taş döküntü, çorak bir ülke haline getirdiler… (What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish? Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?)… 

Ülkenin en meşhur şairleri bile Fransız şairler Baudelaire’nin, Mallarme’nin, Verlaine’nin taklidinden öte gitmediler…

Günümüzde de küreselleşmenin dayatmasına insanlık etnik-dini bir yeniden ‘’kavimleşmeyle’’, ‘’ümmetleşmeyle’’, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’popülizmle’’ yanıt verdi. Sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi aldı. Sanayi kapitalizminin yapısı çöktü. İşçi sınıfı kalmadı. Sendikacılık tükendi. Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı. Gerek Avrupa’da ve gerekse de Türkiye’de bu değişimi anlayamayan, algılayamayan ve bu değişime göre politika belirleyemeyen ve çözüm getiremeyen düşünceler, sol ve sosyal demokrat içerikli partiler bocaladılar, sürekli oy kaybettiler. Meydan kavimleşmeye, ümmetleşmeye, ırkçılığa ve popülizme kaldı…

Yıllardır ülkede sağıyla, soluyla insanlarımızın zihni önyargılar ve duygularla beslenerek, semboller, kült ve idoller tarafından işgal edildi…  İnsanlarımızın okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekeleri engellendi… İnsanlarımız, sağı ile solu ile hamasetten bilgi seviyesine gelemedi, rasyonel, metodik ve analitik düşünceye sahip olamadılar…  

Bir demecinde ‘’yalnızlığı’’ şöyle tanımlar İsmet Özel: “Yalnızlar Allah’ın kendilerine, kendilerini unutturduğu insanlardır… Türkiye’de insanların çektiği yalnızlık ise iki katlı cehaletin baskısını duymaktan doğar. Kişi hem Batılı gibi ‘birey’ haline dönüşememiştir hem de Batılının elden düşme işporta malı kültürün tasallutu altındadır… Benim yalnızlıktan kurtuluşum birinci aşamada emperyalizmin beni mahkûm ettiği cehaleti reddetmekle başladı…. Türkiye’de yaşayan insanın kendi mevcudiyetini tanıma hususunda emperyalizmin sunduklarını reddedip kendine özgü temeller aramaya başlaması zorla itildiği yalnızlık kabuğunu kırmasıdır.”

İşte böylesine bir yalnızlıktan kurtulmak için, böylesine bir kabuğu kırmak için, bu soğuklarda, ruhunu ısıtmak için böylesi karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak ister insan…

İsmet Özel’in bu şiiri işte tam da bu zamanların şiiridir:

"Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar
ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa
gövdem açık bir hedef kılındı belâlara."

ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi.

Yazık, İsmet Özel’in şiirinde söylediği gibi keşke şairler kadar cesur olsaydık!

Yazımın girişinde bahsettiğim Burhan Sönmez’in kitabında söylediği gibi; toplumsal bellek ile kişisel belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği bu yerde, bu zamanda şiirin her bir dizesi üzerinde tüm bu anlattığım çerçevede düşüne düşüne okuyun derim…

Aslında bir yüz yıllık yalnızlığımızı anlatır şiir… Bu yalnızlıktan kurtulmak için şimdiye kadar ‘’çıkış yolunu’’ bulamadık… Ama en azından hangi yolların ‘’çıkmaz yol’’ olduğunu öğrendik…

Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!…

Osman AYDOĞAN

Fonda Azeri sanatçı Nermin Memedova’nın ‘’Ay ışığında’’ isimli bestesi eşliğinde İsmet Özel'in kendi sesinden ‘’Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak’’:
https://www.youtube.com/watch?v=WydtrAMhdus

Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak

Benim adım insanların hizasına yazılmıştır. 
Her gün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu.

Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olmasaydım 
Ölüm ve acılar çatsaydı beni 
Düşüncem yapma çiçekler kadar gösterişli ve parlak 
Sözlerim ihanete varacak doğrulukta olsaydı. 
Anmaya gücüm yetseydi de konuşsaydım 
Diri-gergin kasları konuşsaydım 
“Kardeşler! ” deseydim “Kardeşlerim! ” 
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan'' 
Bakın yaklaşıyor...” 
Yazık, şairler kadar cesur değilim 
Çocukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan 
Gövdem kuduz yarasalarla birazcık yatışıyor.

Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı 
Öyle bir çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım 
Bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında 
Çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların 
İnanmazdım dosyalara sığacağına 
Gittikçe ışıldardım dükkânlar kararırken 
Hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı.

Benim adım bilinen cevapların üstüne mühürlenmiş 
Ellerim tütsülenmiş 
Evlerin yeni yıkanmış serin taşlıklarında 
Dirgenler, bakraçlar, tornavidalar 
Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar 
Ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa 
Gövdem açık bir hedef kılındı belâlara. 
Ve bu yüzden yakışıksız oluyor 
İnsanları hummalı baharlar olarak tanımlamak 
Ve bu yüzden göğsümde dakikalar 
İnce parmaklar halinde geziniyor 
Konvoylar geçiyor meşelikler arasından 
Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına 
Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak 
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun 
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı 
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.

İsmet Özel, 1972

 

 

Döndüm baktım sol yanıma Mehemmedim can veriyor

28 Şubat 2020

Dün ajanslar bir felaket haberi haber veriyorlardı: Suriye’de İdlib’te 33 şehit. Daha yeni iki hafta önce (03 Şubat -10 Şubat 2020)  yine İdlib’te 13 şehidimiz vardı.

Önce biraz geriye gidelim

Mart 2015

Mart 2015 tarihinde, Suriye iç savaşı devam ederken Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan'ın organizasyonuyla oluşturulan '’Fetih Ordusu’'nun yönettiği harekâtla İdlib cihatçıların kontrolüne geçiyor. İdlib’in cihatçıların eline geçmesi Suriye'deki güç dengeleri önemli oranda değiştiriyor. İdlib’de ‘'Fetih Ordusu'’nun içerisindeki cihatçı yapılar (el Kaide biatlı Nusra ve Ahrar Şam Heyeti) arasında ciddi ayrışmalar yaşanıyor ve Tahrir Şam Heyeti İdlib’e hâkim oluyor…

Suriye rejimi ülkesine hâkim oldukça Suriye’deki dünyanın her ülkesinden gelen cihatçı militanlar İdlib’te toplanmaya başlıyorlar… Bu cihatçı militanların sayısının 50 bini geçtiği, bunlardan 20 bininin, halen İdlib'i kontrol eden Heyet Tahrir El Şam'ın (eski adı El Nusra) komutasında olduğu tahmin ediliyor.

Suriye ordusu Yamuk'tan sonra Hama ve Humus'taki cihatçı cepleri de arındırdıktan sonra İdlib'e taarruz etmesi bekleniyor.

Eylül 2017

Suriye ordusu ile İdlib’teki bu cihatçı örgütler arasındaki gerginliği azaltmak maksadıyla 2017'de Astana'da Türkiye, İran ve Rusya ile bir anlaşmaya varıyorlar. Astana anlaşması kapsamında Türkiye ile Rusya arasında ise 17 Eylül 2017 tarihinde Soçi şehrinde bir mutabakat muhtırası imzalanıyor.

Ekim 2017

İmzalanan bu Soçi Mutabakat Muhtırasına kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından 12 Ekim 2017'de ‘’İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’’ndeki ateşkes rejiminin takibi için gözlem noktaları oluşturmaya başlanıyor. Bu gözlem noktaları, İdlib'de silahlı cihatçı örgütlerin kontrolündeki sınır şeridinin silahlardan arındırılmasının denetlemesi planlanıyor. Yani Türkiye İdlib'de silahlı cihatçı örgütlerin silahtan arındırılması görevini üslenmiş oluyor.

Türkiye Suriye Ordusu ile İdlib’deki cihatçı örgütler arasındaki ateşkesin uygulanması için kuzeyden güneye doğru saptanan gerginliği azaltma şeridi boyunca 12 gözlem noktası kurmakla mükellef oluyor. En son kurulan 9 gözlem noktası Türkiye sınırlarından 88 kilometre güneyde Morin mevkiinde bulunuyor. Bu 9 gözlem noktası veya karakol, cihatçılar ile Suriye birliklerini birbirinden ayırıyor.

15-20 kilometre derinliğinde ve 250 kilometre uzunluğundaki silahsızlandırma şeridinin silahlı örgütlerin kontrol ettiği bölgeden geçmesi planlanıyor.

Soçi mutabakatı ve oluşturulan bu ‘’İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’ üzerine Rusya destekli Suriye ordusu, bir süredir planlamakta olduğu İdlib operasyonunu erteliyor.

Ocak 2020

Ancak Soçi mutabakatının üzerinden iki yıldan fazla zaman geçmesine rağmen Ocak 2020 tarihine kadar Türkiye’nin söz verdiği gibi İdlib’deki ılımlı muhalifler ile silahlı cihatçı gruplar ayrıştırılmadığı gibi İdlib’deki silahlı cihatçı gruplar da silahsızlandırılamıyor ve bunlardan da HTŞ gittikçe İdlib’e hakim olmaya başlıyor… 

Şubat 2020

Suriye ordusu ileri harekâtını devam ettirerek nerdeyse İdlib'i çember içine alıyor... Türkiye'nin gözlem noktaları da neredeyse bütünüyle Suriye birlikleri arasında kalıyor...

Şubat 2020 tarihine dönmek üzere şimdi kısaca tekrar geriye gidelim:

Bu iki yıl içinde neler oluyor?

7 Ağustos 2019 tarihinde Türkiye, Fırat’ın doğusunda bir güvenli bölge tesis edilmesi konusunda ABD’yle anlaşıldığını duyuruyor. Bu maksatla da Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesinde Türkiye-ABD Müşterek Harekât Merkezi’nin kuruluyor. Yani Türkiye Suriye’de Fırat’ın doğusu için ABD ile anlaşmaya varıyor.

Bunun üzerine de 15 Ağustos 2019 tarihinde Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova şu açıklamayı yapıyor: ‘’Suriye’nin kuzeydoğusunu izole etmeye yönelik girişimler endişe vermektedir.’’

9 Ekim 2019 tarihinde Türkiye Suriye’ye karşı ‘’Barış Pınarı Harekâtı’’nı icra ediyor. ABD ve Türkiye'nin 17 Ekim 2019'da ilan ettikleri 120 saatlik ateşkes ile harekât sona eriyor. 

Bu süre zarfında Türkiye tarafından Soçi mutabakatında söz verildiği gibi İdlib’de cihatçı teröristler silahtan arındırılamıyor. Cihatçı teröristler silahtan arındırılamadığı gibi İdlib’de hem bunların sayısı artıyor hem de bunlardan HTŞ İdlib’e hakim oluyor…

03 Şubat 2020

Cumhurbaşkanı Erdoğan 03 Şubat 2020 tarihinde Ukrayna’ya resmi bir ziyarette bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan Ukrayna ziyareti sırasında Kiev'de resmi törenle karşılanırken tören kıtasını "Slava Ukraine" (Şan olsun Ukrayna'ya) sözleriyle selamlıyor. Bu selam ise Rusya'da büyük yankı uyandırıyor. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği bu selam, 2018 yılında dönemin Ukrayna Cumhurbaşkanı Petro Poroşenko tarafından resmileştirilen Rusya karşıtı propagandalarda Ukrayna tarafından kullanılan bir selam oluyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu ziyareti esnasında sekizincisi toplanan Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey Toplantısı'nda yaptığı konuşmada Ukrayna’yı "Stratejik ortağımız, komşumuz ve dostumuz" şeklinde tanımlayarak şu konuşmayı yapıyor: "Türkiye olarak Kırım'ın (Rusya tarafından) yasa dışı ilhakını tanımadığımızın altını bir kez daha çizmek istiyorum. Ukrayna'nın egemenliğine ve Kırım dâhil toprak bütünlüğüne desteğimizin aynı şekilde süreceğini de teyit etmek istiyorum. Ülkenin doğusundaki durumun Ukrayna'nın toprak bütünlüğü ve uluslararası hukuk temelinde barışçı ve diplomatik yöntemlerle en kısa sürede çözülmesini umuyoruz."

Bu ziyaret esnasında Ukrayna’nın Türkiye Büyükelçisi Andrey Sibiga, Ukrayna medyasına yaptığı açıklamada "Bu ziyaret sırasında imzalanacak anlaşmaya göre, Türkiye tarafı Ukrayna ordusunun ihtiyaçları, özellikle silah alımı için 200 milyon TL finansal yardım sunacak.’’ diye duyuruyor…

Şimdi yazımın en başına dönüyorum:

03 Şubat 2020

İdlib’te, Suriye (Rusya demek daha uygun olur) topçu ateşiyle sekiz askerimiz şehit oluyor.

10 Şubat 2020

Yine İdlib’te, Suriye (Rusya demek daha uygun olur) hava saldırısıyla hava sahası Türkiye’ye kapalı İdlib’te beş askerimiz daha şehit oluyor.

27 Şubat 2020

Yine İdlib’te, Suriye (Rusya demek daha uygun olur) hava saldırısıyla hava sahası Türkiye’ye kapalı İdlib’te 33 askerimiz daha şehit oluyor.

Şimdi biraz yakına geliyorum:

15 Ağustos 2019

15 Ağustos 2019 tarihinde Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova ne demişti: ‘’Suriye’nin kuzeydoğusunu izole etmeye yönelik girişimler endişe vermektedir.’’

03, 10, ve 27 Şubat 2010

Rusya’nın bu endişesi de eyleme dönüşüyor… Ve Türkiye Kıbrıs Barış Harekâtından sonra bir başka ülke topraklarında ilk defa bir ay içerisinde elliye yakın şehit veriyor…

Hatalar ve yanlış politikalar

Hatalar

Hava sahası kontrolü, hava hakimiyeti veya hava üstünlüğü ve yakın hava desteği sağlanmadan kara birliklerinin muharebe sahasına sürülmesi,

Soçi Mutabakatındaki ‘’Gözlem Noktaları’’ tanımı dışında aşırı büyüklükte birliklerin sahaya yığılması,

Bu nedenle de bu büyük hacimli birliklerin ‘’Gözlem Noktaları’’ dışında konuşlandırılmaları,

Sahaya sürülen birliklerin envanterinde uygun hava savunma silahlarının bulunmaması,

Sahaya sürülen birliklerin muharebe deneyimlerinin eksikliği,

Karşı gücün elinde en son teknoloji tanksavar silahları varken sahaya sürülen zırhlı birliklerin; zırh koruması, hareket kabiliyeti, atış kontrol ve stabilizasyon sistemleri ve ateş gücü açısından demode durumda olması,

Arazinin açık arazi ve meskûn mahal olup zırhlı birlik harekâtına uygun olmaması…

Yanlış Politikalar

AKP iktidarının, ayı (Rusya) ile dans ederken Kovboy (ABD) ile aynı zamanda flört edebileceğini zannetmesi,

AKP iktidarının Rus politikasını okuyamaması: (3-10 Şubat 2020 tarihlerde birliklerimiz yapılan hava saldırıları ve sonucunda verilen 13 şehit bize verilen ‘’bu bölgeden çekilin’’ mesajını AKP yönetimini okuyamaması)

AKP iktidarının, hiç de üstümüze vazife değilken Soçi Mutabakatı ile İdlib'deki cihatçı, selefi grupların garantörlüğünün ve korumasının üstlenmesi, (Bunun bedelini, Suriye rejimine karşı bu silahlı cihatçı gruplara kalkan yaptıkları Mehmetçiğin canı ile ödüyor…)

AKP iktidarının, “Şam’daki Emevi Camii’nde Cuma namazı kılacağız” hevesi ve inadı, (Bu uğurda AKP Türk askerini Arap çöllerinde hesapsızca harcıyor…)

AKP iktidarının, İhvan aşkına Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına sürüklemesi,

AKP iktidarının, stratejik sığ dış siyaseti, (Bu siyasetin faturasını Türk askerinin kanı ve canıyla ödüyor…)

Sonuç

Yukarıda verdiğim tarihler Türkye'nin adım adım Suriye'de bir nasıl bataklığa sürüklendiğini gösteriyor... Hala Türkiye'nin İdlib'teki gözlem noktalarını geri çekmesininin dışındaki her bir hareket tarzı Türkiye'yi felakete götürecek gibi gözüküyor...

Suriye'de Esad'siz bir çözüm mümkünsüz gözüküyor...

Şehit haberleri gelince de bana da bir Çorum türküsünü hatırlamak kalıyor:

‘’El veriyor el veriyor
Orta direk bel veriyor
Döndüm baktım sol yanıma
Mehemmedim can veriyor.’’

Bu türkü şehitlerimize yakılan bir ağıt olarak kulaklarımda yankılanıyor:

‘’Döndüm baktım sol yanıma Mehemmedim can veriyor.’’

Osman AYDOĞAN

Kardeş Türküler, solist Feryal Öney:
https://www.youtube.com/watch?v=yTvJdsUyokM 

Hem okudum hem de yazdım

Hem okudum hem de yazdım
Yalan dünya senden bezdim
Dağlar koyağını gezdim
Yiten yavru bulunmuyor

Kurşun gelir sine sine
Merhem koyun yaresine
Öldürmüşler Mehemmed'i
Haber verin annesine

Seni vuran dağlı mıydı
Kurşunları yağlı mıydı
Düşman seni vurur iken
Senin kolun bağlı mıydı

El yazıya el yazıya
Duman çökmüş Gölyazı'ya
Kurban olam kurban olam
Beşikte yatan kuzuya

El veriyor el veriyor
Orta direk bel veriyor
Döndüm baktım sol yanıma
Mehemmedim can veriyor

Atalardan aldım öğüt
Derelere diktim söğüt
Hep kırılsın Avşar eli
Mehmet gitti babayiğit

Karalı bayrak kaldırdım
Çifte davullar dövdürdüm
Kınamayın komşular
Kademsiz gelin getirdim

 

 

Vatanım boylu boyunca kar altındadır.

09 Şubat 2020

19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’nin (1821-1867) bir sözü vardı. Derdi ki Baudelaire; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir.’’ 

Ben de fark ettim ki uzun süredir şiirlerden uzak kaldım. Meteoroloji de bütün bir hafta boyu vatanımı kar altında gösterince ve Ankara'ya da kar yağınca aklıma Ahmed Arif’in ‘’Karanfil Sokağı’’ isimli şiiri geldi.

‘’Karanfil Sokağı’’ Ahmed Arif’in muhteşem şiirlerinden bir tanesidir... Bu şiir Ahmet Arif'in ilk ve tek şiir kitabı olan ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' (Metis Yayıncılık, 2008) kitabında yer alır. Şiir şu dizelerle başlar:

‘’Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.’’

Şiir uzundur ama bu uzunluğu sanki şiirin son kıtası için yazılmıştır. Karanfil Sokağında bir kafede dal gibi, fidan gibi güzel bir kız oturmaktadır. Ancak bu kız oralı değildir; Altındağ’dan ya da İncesu’dandır… Yanakları al aldır, şarkısı bir yangın şarkısıdır:

‘’Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.’’

Yılmaz Erdoğan, ‘’Ankara'ya Öyle Yakışırdı ki Kar’’ şiirinde Ahmed Arif’e ve bu şiire bir nazire yapar. Şiir uzun ama son bölümü şu şekildedir:

‘’Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.... 
Ha sonra belki Ahmed Arif’in aklına 
Hiçbir şairin aklına gelmeyecek 
-çünkü hiç kimse bir daha Ankara'yı 
O'nun kadar sevemeyecek -bir şiir islenir: 
Kar altındadır varoşlar 
Hasretim, nazlıdır Ankara..... 
Ustam yine sen bilirsin ama 
Hangi aralıkta bir şair ölmüşse 
İşte o, en netameli aydır bence. 
Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar... 
Asfaltlar ışıldar... 
Yalanlar... 
Şimdi ve sonra ne zaman Ankara’ya kar yağsa 
Elim gönlüm, çocukluğum buz tutar.’’

İşte şimdi şiir vaktidir, çünkü; yedi iklim, beş kıta kar altındadır... Vatanım boylu boyunca kar altındadır... Kalbim, bu zulümlü sevda, kar altındadır... Ciğerleri küçük, elleri büyük, nefesleri yetmez avuçlarına -daha yirmili yaşlardadır henüz- kenar çocukları kar altındadır... Depremzedeler Elazığ'da çadırlarında kar altındadır... Köylüm, askerim, insanım Van'da çığ altındadır... Ankara’ya kar ne kadar çok yakışsa da (ki yağmıyor artık) memleketin makus talihinden memleketin istikbali ''sis'' altındadır... Bu sisten elim gönlüm, kalbim, ruhum, zihnim, bilincim kar altındadır...

Bir buluşma yeridir şimdi şiirlerimiz, türkülerimiz, hüzünlerimiz...
Şimdi hepimiz kar altındayız...

Ben "mucip sebebin" bilirim ve "kâfi delil" ortadadır...

Osman AYDOĞAN

Ahmed Arif’in sesinden ‘’Karanfil Sokağı’’:
https://www.youtube.com/watch?v=kLPe-peNcLg

İşte o muhteşem şiir:

Karanfil Sokağı

Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.

Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-toros ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler          
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.

Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.

Şarkılar bilirim çığ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca'nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie'nin
Kar altındadır.

Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.

Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.

Hatıp Çay'ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir'de
Karanfil Sokağında gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
"mucip sebebin" bilirim
Ve "kâfi delil" ortada...

Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.

Ahmed ARİF

 

 

Buruk Acı

09 Şubat 2020

‘’Buruk Acı’’ deyince hemen aklımıza Türkan Şoray’ın başrolü oynadığı, Tanju Gürsu, Aliye Rona, Ali Şen ve Muzaffer Tema’nın rol aldığı, Nejat Saydam’ın yönettiği 1969 yılı yapımı aynı isimli filmde geçen ''Buruk Acı'' şarkısı gelir.

''Buruk Acı'' filmi ve şarkısı

Şarkıyı vermeden önce içinde bu şarkının yer aldığı filmi kısaca anlatayım. Filmin konusu şöyleydi:

Bir taşra şehrinde yaşayan Ülker (Türkan Şoray) liseyi başarıyla bitirdikten sonra hep hayalini kurduğu doktor olmak ister. Fakat üvey annesi bu isteğine engel olmakta, yoluna sürekli taş koymaktadır. Bir gün bir toplantıda bir doktorla tanıştıktan sonra evden kaçar, İstanbul'a gelir. İstanbul'a gelince geçici olarak bir otele yerleşir. Kaldığı otelde kör bir besteci olan Mahmut (Ali Şen) ile tanışır. Daha sonra  hayatına İlhan (Tanju Gürsu) ve annesi Fehiman (Aliye Rona) girer. . Ülker’i artık bundan sonra sıkıntılı, acılı günler beklemektedir.

Film, ‘’Yeni İstanbul’’ gazetesinde tefrika edilen, daha sonra kitap haline getirilen ve yazarı olarak Türkan Şoray belirtilen ‘’Buruk Acı’’ isimli romandan uyarlanır.

''Buruk Acı'' filminin afişinde de senaryo ve hikâye yazarı olarak Türkan Şoray geçer.

Filmde Belkıs Özener'in seslendirdiği, bestesi Teoman Alpay’a ait olan "Buruk Acı" şarkısı Yeşilçam'ın gelmiş geçmiş en bilinen ve en güzel şarkılarından birisi olur. Filmi izlememiş olsak bile bu şarkıyı mutlaka dinlemişizdir:

''Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı
Hayat öyle bir han ki, acı içinde hancı.
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı,
Hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı.

Yıllar yılı gönlümde, bir gün sabah olmadı
Bu ne bitmez çileymiş, neden hâlâ dolmadı.
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı,
Hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı.

Ruhumda bir yara var, için için kanıyor,
Kalbimde buruk acı, alev alev yanıyor.
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı.''

‘’Buruk Acı’’ romanından başka, ''Buğulu Gözler'' ve ‘’Dönüş’’ isimli romanların yazarı olarak ve bu romandan uyarlanan filmlerin senaryo yazarı olarak afişlerinde hep Türkan Şoray ismi verilir.

Ancak gerçek farklıdır…

‘’Buruk Acı’’, ''Buğulu Gözler'' ve ‘’Dönüş’’ isimli kitapların yazarı Türkan Şoray değildir. Bu kitapların yazarı Adnan Özyalçıner'dir. ''Buruk Acı'' kitabında geçen ‘’Buruk Acı’’ isimdeki şarkının güftesi de sanıldığı gibi Türkan Şoray’a değil Sennur Sezer'e aittir.

‘’Buruk Acı’’, ''Buğulu Gözler'' ve ‘’Dönüş’’; Kemal Uzan'a ait olan ‘’Yeni İstanbul’’ gazetesinin tirajını arttırmak amacı ile yazar Adnan Özyalçıner'e yazdırılan ancak Türkan Şoray ismiyle tefrika edilen romanların isimleridir...

Yazar Adnan Özyalçıner, ''Kitaplık'' dergisinin 2004 yılı Mayıs sayısında o günleri şöyle anlatır:

‘’Erol Dallı ile ‘Yeni İstanbul’un yazı işleri müdürlüğünü yapan Kayhan Sağlamer, bir gün bana geldi ve ‘Brigitte Bardot roman yazsa nasıl olur?’ diye sordu. Ben de ‘iyi olur’ dedim. ‘Peki, Türkan Şoray roman yazsa nasıl olur?’ diye devam etti. Benim yanıtım ‘o da iyi olur’ oldu. ‘Ama Türkan Şoray'ın romanını sen yazacaksın’ dedi. ‘Ne?.. Nasıl?.. Neden?..’ dediğimi hatırlıyorum.. ‘Valla gazetenin tirajını arttıracağız, onun için böyle bir kampanyaya giriyoruz, ben Rüçhan Adlı ile görüştüm’ dedi…

Benim tek muhatabım yazı işleriydi. Romanı yazıp verdim... Ardından da Türkan Şoray adıyla yayınlandı. Romanın akışı içinde ‘Buruk Acı’ adlı bir şarkının sözleri vardı... Romanı yazıyordum fakat şiir yazamadığım için arkadaşım Sennur Sezer'den (daha sonra eşi oldu, 7 Ekim 2015 tarihinde de vefat etti) rica ettim ve o da sağ olsun beni kırmadı ve bilinen ’Buruk Acı’ şarkısının sözleri ortaya çıktı... Yani yalnız roman değil, herkesin bildiği ’Buruk Acı’ şarkısı da Türkan Şoray'ın değildir…

'Buruk Acı' romanının ardından 'Buğulu Gözler' romanı geldi. O da, Türkan Şoray’ınmış gibi yayınlandı. Parasını Rüçhan Adlı ödedi. 'Buğulu Gözler' de 1970’de film oldu. Sonradan benim yazmadığım Türkan Şoray imzalı başka romanlar da çıktı. Sonra Rüçhan Adlı tekrar görüşmeye çağırdı. Yönetmenliğini Türkan Şoray’ın yapacağı bir hikâye istiyordu. 'Dönüş'ü yazdım. O da 1972 yılında 'Öykü ve yönetmen: Türkan Şoray' imzasıyla gösterildi.’’

''Buruk Acı'' filminin ve şarkısının hikâyesi işte böyledir. Atilla Dorsay da anılarında konuyu böyle anlatır.

Buruk acı… Bu bir nasıl gönül sızısıysa artık; hem buruk, hem de acı… Bu bir nasıl ikilemse artık; sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı. Ve bu bir nasıl yalın gerçekse artık: çalınan her kapının ardında buruk acı.

''Ruhumda bir yara var, için için kanıyor,
Kalbimde buruk acı, alev alev yanıyor.
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı.''

Şimdi, günün, gündüzün, gecenin bu vakti demeyin, aşağıda bağlantısını verdiğim bu şarkıyı açın, gidin eskiye, eskilere, çoook eskilere, eskiyi yâd edin, hüzünle dinleyin, hüzün bizlere mutluluk verir, gözleriniz derinlere dalarak, nemlenerek dinleyin... .

Buruk acı… Bu nasıl bir gönül sızısıysa artık; hem buruk, hem de acı…

Zaten günlerimiz de öyle geçmiyor mu? Hem buruk hem de acı...

Ben yine de sizlere güzel mi güzel, sıcacık, sımsıcak mutlu ve huzurlu bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Gönül Yazar’ın sesinden ‘’Buruk Acı’’ şarkısı:
https://www.youtube.com/watch?v=RvFrlzi03bw

‘’Buruk Acı’’ filmi: (Vaktiniz varsa izleyin derim... Filmde ''Buruk Acı'' şarkısını Belkıs Özener seslendiriyor.)
https://www.youtube.com/watch?v=QrFg4IBykK0

 

 

Şehitlerimize ithaf edilmiştir

03 Şubat 2020

Malatyalı Fahri Kayahan'ın günümüzde artık kimseciklerin bilmediği güzel bir gazeli var: ''Yolum Düştü Suriye'ye Halep’e’’ diye… Bu türküyü kendi sesinden vermeden geçemedim... Bu türküde öyle bir ''Halep'' deyişi vardır ki Malatyalı Fahri'nin - siz yine de ‘’Halep’’e yerine Halep yolu üzerindeki ‘’İdlib''e’’ diye bir mersiye olarak dinleyin - ve ‘’gitti de gelmedi canan’’ diye feryat eden içlerine ateş düşmüş ocakları düşünün. O zaman zaten kafesine hapsedilmiş yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınır kalbiniz...

Milletimizin başı sağolsun…

‘’Yolum düştü Suriye’ye Halep’e…
Kervanım yolda kaldı neyleyeyim…’’

Osman AYDOĞAN

Fahri Kayahan; ’Yolum düştü Suriye’ye Halep’e
https://www.youtube.com/watch?v=auGtc6e7Nb8

 

 

Othello

03 Şubat 2020

Bu sayfalarda yakın zamanlarda William Shakespeare’in ‘’Julius Caesar’’, ‘’King Lear’’ (Kral Lear), ‘’Hamlet’’, ‘’Machbeth’’ ve ‘’66. Sone’’ isimli eserlerini anlatmıştım. Mademki bu yıla Shakespeare ile başladık, bugün de onun bir başka oyununu ile devam edeyim o zaman: ‘’Othello’’ (Remzi Kitabevi, 2013)

Neden Shakespeare?

Othello’yu anlatmadan önce Shakespeare eserleri hakkındaki bir düşüncemi paylaşmak istiyorum.

Bir ütopya ya; ben Milli Eğitim Bakanı olsam liseyi bitirmeden tüm öğrencilerin Shakespeare’in bütün eserlerini anlayacak ve içselleştirecek şekilde okumalarını sağlardım. Çünkü Shakespeare’in bütün eserlerinde siyaset vardır, siyasetin şifreleri vardır, sınıflı toplumların güç ilişkilerinin, çatışmalarının ana kodları vardır… Shakespeare’i anladığımızda bugün Ortadoğu’yu daha iyi anlayabiliriz... Shakespeare’i anladığımızda bugün ülke içindeki siyasetin kodlarını, güç ve çıkar ilişkilerini, güç ve etkinlik kavgalarını, entrikaları, kumpasları, çatışmaları daha iyi kavrayabiliriz... 

Şimdi daha iyi anlıyorsunuz değil mi neden ısrarla Shakespeare’in eserlerini anlatıyorum!

Şimdi gelelim oyuna: Othello

Othello (The Tragedy of Othello, the Moor of Venice), William Shakespeare'in yazdığı en önemli trajedilerden biridir. Othello ise oyunun baş erkek kahramanıdır. Shakespeare'in bu oyunu, takma adı Cinthio olan İtalyan romancı ve şair Giovanni Battista Giraldi (1504 - 1573) tarafından yazılan "Moor of Venice" adlı kısa hikâyesine dayanarak, yaklaşık 1603 yılında yazdığı sanılıyor.  William Shakespeare, Mina Urgan’un deyimiyle aslında metelik etmeyen bir İtalyan öyküsünü bir başyapıta dönüştürüyor. Othello; öyküsü tamamen insana ait bir Shakespeare şaheseridir. 

Oyundaki karakterler:

Oyun dört ana karakter etrafında döner: Othello, karısı Desdemona, muhafız komutanı Cassio ve güvendiği akıl hocası İago. Othello Kıbrıs'taki Venedik koloni ordusunun Osmanlılarla savaştığı dönemde başarılı ve saygı duyulan Mağrip kökenli zenci bir komutandır.

Oyunun ismi ve başkarakteri Othello’dur ancak oyundaki en ilginç karakter ise İago’dur. Bunun nedeni ise kendine güveni olmayan, kompleks sahibi, tilki kadar kurnaz, sanki Machiavelli'nin ‘’Prens’’ adlı eserinden yararlanmış bir insan olan İago’nun tüm karakterleri adeta birbirine düşürmesi ve tam bir kaosa sebebiyet vermesidir. İago aktif olara kötülük yapmaz, insanların içinde var olan kötülüğü kışkırtıp, sonra da kenara çekilerek olayların trajediye dönüşmesini izler.

Oyun Othello ile İago arasında geçen sanki iki kişilik bir strateji oyunudur. Othello oyunu; Shakespeare’in, İago'da topladığı kötülük, kurnazlık, yükselme hırsı, şüpheye dayanarak yargıya varma, insanların kaderlerine hükmetme isteği gibi özellikler ile Othello'ya yüklediği dürüstlük, hayata tutunabilmek için çabalama isteği ve insani duyguların en yoğunu ile karşı karşıya kalmak çelişkisini çarpıştırıp bir insanlık tragedyası yarattığı bir oyundur. Oyun sanki dürüstlüğün yalanlara yenilgisini, olumsuzluklara rağmen sevginin korunmaya çalışılmasını anlatan bir trajedidir...

Oyundaki hikâye kısaca şu şekildedir:

Halk ve ileri gelenler tarafından çok sevilen bu Berberî komutan, şehrin ileri gelenlerinden Venedikli bir soylunun kızı olan Desdemona'ya aşık olur. Desdemona da Othello'yu sevmektedir. Önceleri saygı duyulan bu Mağribi zenci Othello'nun bir beyaz ile evliliği sonucu birçok dedikodu çıkar. Her şeye rağmen evlenen Othello ve Desdemona'nın mutlulukları halkın dedikoduları ve İago'nun kötülükleriyle bir trajediye döner. 

Aşk, kıskançlık, ihanet ve ırkçılık konularına değinen Shakespeare’in Othello eseri İşte bu trajediyi anlatır. Bu trajedinin en güçlü teması da “kıskançlık”tır. Ömrü savaşlarda geçmiş, ölümcül tehlikeler atlatmış cesur ve güçlü komutan Othello, karısı hakkında kulağına fısıldanan bir iki yalan sözle bir anda perişan olur. İçine kuşku ve kıskançlık ateşi girdikten sonra Othello, çok acı çeker. Çektiği acının şiddetli olması, karısına duyduğu sevginin büyüklüğündendir. 

Bu trajedinin temelinde ise aslında Othello'nun kıskançlığı değil Desdemona'ya olan güveni yatar. Rus yazar Puşkin de böyle söyler: "Otello kıskanç değil, güvenen bir insandır." Bu nedenle de oyunu izleyen veya kitabını okuyan kadınlar kendilerini Desdemona ile özdeşleştirip Othello gibi erkekleri ararlar... Aslında her Türk erkeğinin okuması, izlemesi ve içselleştirmesi gereken bir oyundur!

Othello, 1930'lu ve 1940'lı yıllarda Türkiye'de taşra şehir ve kasabalarında gezgin çadır ve halk tiyatrolarında yaygın olarak ‘’Arabın İntikamı’’ adıyla temsil edilir.

Yıllanan şarap gibi günümüzde de daha anlamlı hâle gelen oyunda geçen bazı tratlar:

"İnsanlar göründükleri gibi olmalıdır. Eğer değillerse hiç görünmesinler daha iyi."

"Eskiden kalpler el uzatırdı, şimdilerde el uzatılıyor, kalp yok."

"Ne kadar da fakirdir sabrı olmayanlar."

"Anladığım sözlerindeki öfkedir, sözlerin değil."

"Bir kez fırsat verdin mi kuşkuya, karara da vardın demektir."

"En kara günahları işletecekleri zaman şeytanlar, önce ilahi bir kılıfa sokmakla işe başlarlar."

"En büyük kaygısı vicdanlarının, günah işlememek değil, gizlemektir günahlarını."

''Yaşayıp durduğun şu ortamda öyle şatafatlı elbise giyip böbürlenme; kibir ve gurur bütün saltanatları devirir. Alçakgönüllü ol, köhne cüppeni üstüne at!”

Ve oyunda geçen en önemli ifade ise şudur:

‘’Beğendiğimiz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, aşk sanıyorsunuz!’’

 Bu sözdeki trajediyi dünyada yaşamayan yok gibidir...

Sonuç:

Dört yüz küsur yıllık bir hikâyedir Othello. Ancak günümüzde de değişen hiçbir şey yoktur!... Günümüzde de insan (Othello, Desdemona) aynı insan, pislik (İago) aynı pisliktir... Toplum da aynı toplumdur.

Hep söylüyorum ya; tarih, edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır diye! Ve anlıyorsunuz beni değil mi neden hep Shakespeare'i anlatıyorum diye...

Sizlere güzel bir hafta dilerim...

Osman AYDOĞAN

 

 

La Cucaracha

02 Şubat 2020

Bu sayfalarda geçtiğimiz yıllarda Meksika şarkılarından örnekler vermiş ve Gypsy Kings ve Los Machucambos gruplarının seslendirdiği şarkıları paylaşmıştım.

Genç arkadaşlarım bugün kusuruma bakmasınlar… Bugün yine çoook eskilere gideceğim… Gençliğimde severek dinlediğim ‘’La Cucaracha’’ isimli bir şarkı vardı. Bugün de bu şarkıyı anlatacağım…

Önce şarkının sözleri:

‘’La Cucaracha’’ İspanyolca ‘’hamam böceği’’ anlamına gelir… Sözleri şu şekildedir:

''La cucaracha, la cucaracha
Ya no puede caminar
Porque no tiene, porque le falta
Marijuana que fumar.''

(Hamamböceği, hamamböceği
Artık yürüyemiyor
Çünkü hiç yok, çünkü ihtiyacı var,
esrar içmeye)

Şarkıdaki bu dörtlük nakarat olarak devam eder. Araya giren dörtlükler şarkıyı yorumlayan sanatçılara ve yörelere göre değişmektedir.

Ancak şarkıda ‘’Marijuana’’ (esrar) geçtiği için çocukların yanında şarkı "marijuana que fumar" yerine "Limonada que tomar" (limonata içmeye..) koymak şeklinde sansürlenerek söylenir…  

Şimdi gelelim şarkının hikâyesine:

Meksika'da devrim yaşandığı 1910-1920 yıllarında birçok politik içerikli kinayeli şarkılar icad edilir... Bu şarkılardan birisi de ‘’La Cucaracha’’ şarkısıdır. ‘’La Cucaracha’’ şarkısı 1910'da başlayan bu Meksika devrim hareketlerinin ateşlediği kültürel değişim dalgasının sonrasında ünlenen bir Meksika halk şarkısıdır.

Bu şarkının ne anlama geldiği ve kime hitaben yazıldığı ile ilgili çeşitli görüşler mevcuttur.

Bunlardan biri 1913-1914 yılları arasında hüküm süren diktatör Victoriano Huerta için yazıldığı görüşüdür. Çünkü Huerta bir alkolik ve marijuana bağımlısı olarak bilinir ve düşmanları arasında onun bu özelliği alay konusu olur. .

Bir diğer görüş ise General Pancho Villa'nın durmadan bozulan arabası için kendi askerleri tarafından yazıldığıdır. Ki bu şarkının melodisi eski Amerikan arabalarında korna sesi olarak kullanılır.  Bu korna sesini de yazımın sonunda veriyorum.

Bu şarkıdan Ernest Hemingway bazı öykülerinin toplandığı ‘’Klimanjaro'nun Karları’’ (Bilgi Yayınevi, 2018) kitabında da bahseder. Hemingway kitabında bu şarkı hakkında; uğrunda pek çok insanın ölüme gittiği uğursuzluğu anlatan bir şarkı olarak bahseder…

Şarkının yorumları:

Bu şarkıyı James Last, Gypsy Kings ve Los Machucambos gibi gruplar ve Louis Armstrong gibi sanatçılar yorumlamışlardır. Ancak ben en iyi yorum olarak Gabriella Ferri’nin yorumunu seviyorum…

Gabriella Ferri, Roma doğumlu bir İtalyan şarkıcıdır… Gabriella Ferri, kariyerine 1963'te Milano'nun bir gece kulübünde şarkı söyleyerek başlar… 1965'te popüler Roma şarkıları söyleyerek şarkı dünyasına atılır…

Bugün soğuk, somsoğuk bir Pazar günü… Bu şarkı umarım içinizi ısıtır...

Sizlere sıcacık, sımsıcak güzel bir Pazar günü diliyorum…

Şarkının bu nakarat bölümünü zihninizde takılmış bir plak gibi gün boyu, hafta boyu, ay boyu, yıl boyu tekrarlayın durun:

''Hamamböceği, hamamböceği
Artık yürüyemiyor
Çünkü hiç yok, çünkü ihtiyacı var,
esrar içmeye...''

Osman AYDOĞAN

Gabriella Ferri, La Cucaracha:
https://www.youtube.com/watch?v=s_YE79HpcAU

Eski Amerikan arabalarında korna sesi olarak La Cucaracha
https://www.youtube.com/watch?v=mRRzTZh-z_8

 

 

66. Sone

01 Şubat 2020

Madem haftaya Shakespeare ile başladık, Shakespeare devam edelim o zaman… Bu sefer de Shakespeare’in bir şiirini vereceğim… Ama önce kısa bir bilgi:

Sone, Batı edebiyatında kullanılan iki dörtlük ve iki üçlükten oluşan 14 dizelik bir nazım şeklidir. Türk edebiyatında ise ilk olarak Servet-i Fünun’cular kullanır. Edebiyatımızda ilk örneği Cenap Şahabettin'in, "Şi'r-i Na-Nüvişte" (Yazılmamış Şiir) adlı şiiridir. Sonede devrik cümleler kullanılır. Doğu edebiyatındaki sonelerde aşk konusu işlenir. Son dize, duygu yönünden en baskın dizedir.

İngilizce dilinde yazan en büyük yazar olarak kabul edilen William Shakespeare’in (1564-1616) bir sonesi var: 66. Sone

Alman ekolünden olduğum için ezberimde Almanca şiirler var. Bertolt Brecht'in en güzel şiirlerinden birisi olan ‘’Erinnerung an die Marie A. (Marie A.'nın Anısına) şiiri teee lise yıllarımdan beridir ezberimdedir. Niye ezberledim? Kim çevirirse çevirsin şiirin hiçbir çeviri Türkçesi şiirin Almancası kadar bana ne tat veriyor ne de anlam veriyor da ondan. Bu noktada şunu söyleyebilirim ki şiir çevrilemiyor, çevrileceği dilde yeniden yaratılıyor, o dile adapte ediliyor…

Bu yargım her şiir için geçerli ama sanırım en çok da Shakespeare’in 66. Sone’si için geçerlidir. Bu şiiri çok kişi çevirmiştir. Ancak ben size bu konuda yetkin iki kişiden iki çevriyi vereceğim; önce Can Yücel’in çevirisi, sonra da Talât Sait Halman’ın çevirisi…

Eleştirmen, yazar Memet Fuat, Can Yücel'in çevirisini çok aşırı bulur ve der ki: "Açıkça görülüyor ki, Can Yücel en yakın olduğu zaman bile Shakespeare’in dediğini demiyor; ama en uzak olduğu zaman bile onun anlattığını anlatıyor." Aslında Can Yücel'in çeviri adı altında yeni bir şiir yazdığı söylenebilir.  Sanki Can Yücel, çevirisinde kendi söylemek istediklerini Shakespeare’i bahane edip de söylemiş gibi.

Neyse, konumuz şiir çevirisi değil, şiirin kendisi… Gelelim şiirimize:

Bu şiir (66. Sone); aradan yüzyıllar geçmiş olsa da aynı cümleleri hala kurmak zorunda kaldığımızı, hiçbir şeyin değişmediğini gösteren bir şiirdir. Muhtemelen gelecek yüzyıllarda da aynı anlamıyla terennüm edeceğimiz bir şiirdir. Her devri olduğu gibi günümüzü de anlatan bir şiirdir…

Bu şiir; sözlerin kılıç gibi keskin olduğu zamanlardan, sözlerin çamur gibi cıvık cıvık olduğu, sözlerin artık bir anlamının kalmadığı, sözlerin içinin boşaldığı günlere, günümüze kalmış bir şiirdir…

Aslında bu sone Doğu edebiyatındaki Mersiye gibidir. Yok olup giden iyiliğin, güzelliğin, insanlığın ardından yakılan bir ağıt, bir figân, bir feryâd gibidir.

''Gerici Sol'' (Çağdaş Yayınları, 1970) isimli kitabın yazarı, yazar ve senarist Jérôme Deshusses'in güzel bir sözü vardı. Hani ''Günün Sözü'' derler ya, sanırım bu söz de ''Bin Yılın Sözü'' olsa gerek: “İnsanlık var olduğundan beri, ne ideal sahipleri iktidar olabilmiştir ne de iktidarlar ideal sahibi...” İşte bu şiir; bu söze tanıklık eden bir şiirdir...

Bu şiir müziğe de uyarlanır. Almanya’nın en meşhur tiyatrolarından birisi olan Berliner Ensemble tarafından bu şiirin değişik müzikal yorumları yapılır. Bizde ise Ezginin Günlüğü grubu ‘’Vazgeçtim’’ ismiyle müziğe uyarlar…

Bu şiiri önce Can Yücel’in çevirisi ile sonra Talât Sait Halman’ın çevirisi ile en sonra da orijinal İngilizcesi ile veriyorum. İngilizcesinden okumanızı öneririm. Görün bakın bu şiir, yaşadığımız günleri, ülkeyi, dünyayı dört yüzyıl önceden bir nasıl birebir anlatır!

Osman AYDOĞAN

Ezginin Günlüğü – Vazgeçtim:
https://www.youtube.com/watch?v=ydX4WqErn3E

66. Sone (Can Yücel’in çevirisi)

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e 
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

66. Sone (Talât Sait Halman’ın çevirisi)

Bıktım artık dünyadan, bari ölüp kurtulsam:
Bakın, gönlü ganiler sokakta dileniyor.
İşte kırtıpillerde bir süs, bir giyim kuşam,
İşte en temiz inanç kalleşçe çiğneniyor,
İşte utanmazlıkla post kapmış yaldızlı şan,
İşte zorla satmışlar kızoğlankız namusu,
İşte gadre uğradı dört başı mamur olan,
İşte kuvvet kör-topal, devrilmiş boyu bosu,
İşte zorba, sanatın ağzına tıkaç tıkmış.
İşte hüküm sürüyor çılgınlık bilgiçlikle,
İşte en saf gerçeğin adı saflığa çıkmış,
İşte kötü bey olmuş, iyi kötüye köle;
Bıktım artık dünyadan, ben kalıcı değilim,
Gel gör ki ölüp gitsem yalnız kalır sevgilim.

Sonnet 66

Tired with all these for restful death I cry:
As to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimmed in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And gilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly, doctor-like, controlling skill,
And simple truth miscalled simplicity,
And captive good attending captain ill;
Tired with all these, from these would be I gone,
Save that, to die, I leave my love alone.

 



Dilayla

29 OCAK 2020

Bugünkü yazımda ABD’nin dün akşam açıkladığı sözde ‘’Yüzyılın Anlaşması’’nı anlatırken tarihte yaklaşık üç bin yıl geriye giderek ‘’kimse üç bin yıl öncekini unutmuyor’’ diye Bâbil hükümdarı Nemrut Buhtunnasır’ı, Yahudileri ve  Kudüs’ü  anlatmıştım. 

Yaklaşık üç bin yıldan beridir Kudüs’ün başkent olması Yahudilerin hedefi idi… Ve bunu yaklaşık üç bin yıl sonra Yahudiler başardılar…

Nasıl başardıklarını yazımda anlatmıştım. Nesilden nesile bu ideal nasıl aktarılmıştı? Bu defa da yazımın devamı olarak buna bir başka örnek vermek istiyorum. Bir ‘’kök bilgi’’nin nasıl da filizlenerek devasa bir ormana dönüştüğünün küçük örneklerinden bir tanesidir anlatacağım.

Anlatacağım örnek; bir hikâyenin, bir kök bilginin müzikle nasıl nesilden nesillere aktarıldığının bilgisidir.

Hikâye yine üç bin yıl öncesine dayanıyor… Hikâye üç bin yıl önce Kudüs’te geçiyor…

Bu yazımı daha önce de yayınlamıştım... Okumayan veya unutan arkadaşlarım için..

Samson ve Dilayla’nın hikâyesi:

Anlatacağım bu hikâyenin konusu Eski Ahit'de ve İncil'de geçiyor.. Bu hikâyenin arka planında son yüzyılda Filistinlilere sistematik olarak saldıran, katleden Yahudi krallığının 3 000 yıl önce, yaklaşık olarak Milattan önce 12’nci yüzyılın sonunda Filistinlilerin esareti altında iken çektikleri acılar yer alıyor. Hikâyede İsrail halkı, Filistin krallığı tarafından zulme uğratılmaktadır.

Hikâyenin ön planında ise müthiş bir aşk hikâyesi vardır. Aslında bir aşk öyküsü olmaktan çok bir hırs, ihtiras, zaaf ve intikam öyküsüdür. Hikâyede adı geçen Samson İsrailli, Delilah (Okunuşu: Dilayla) ise Filistinlidir.

Hikâyede adı geçen Samson, İsrailoğullarının Filistinlilere karşı direnişinde etkin bir rol oynayan bir kahramandır. Ve Herkül gibi gücüyle ünlüdür. Elleriyle aslan öldürecek kadar da kudretlidir. Bir defasında bir eşek çenesi kemiği ile binlerce Filistinliyi öldürmüştür. Bir başka ünü de Filistin kadınlarına olan düşkünlüğüdür. Delilah işte bu kadınlardan biridir. Delilah ve Samson büyük bir aşkla severler birbirlerini. Fakat Samson Delilah’ın kız kardeşi Semadar'a âşık olur ve Delilah’ın öfkesini üstüne çeker. Delilah, bir eşek çenesi kemiği ile binlerce Filistinliyi öldüren Samson’un gücünün nereden geldiğini öğrenmeye karar verir. Türlü hileyle, bütün cazibesi ve ‘’femme fatale’’ karakteriyle Samson’dan gücünün saçlarında gizli olduğunu öğrenir. Samson’u koynunda uyutarak saçlarını kazıtır ve onu Filistinlilere teslim eder.

Samson’u Filistinlilere teslim ederken bir damla kanının akıtılmayacağı sözünü alır. Ama Filistinliler tarafından gözlerine mil çekilerek kör edilip bir değirmende değirmen taşını çevirmek için prangaya vurulur. Filistinliler tarafından bu büyük gücün küçük düşürülmesini halkına göstermek için Karnak Tapınağı’na getirilir. Bütün Filistin halkı tapınaktadır. Gözleri görmeyen Samson’a türlü işkenceler yapılır. Cüceler tarafından üstüne ağ atılır, yere düşürülür. Sonra da cüceler ellerindeki çene kemikleriyle vücudunda yaralar açarlar. Bu eziyete daha fazla dayanamayan Delilah, Samson’un yanına gelir, pişman olduğunu ve hâlâ Samson’u sevdiğini söyler. Delilah, Samson’u cücelerin elinden kurtarıp tapınağın ayaklarına getirir. Bu sırada Samson Tanrı’dan son bir defa eski gücüne kavuşmasını diler. Saçları biraz uzayan Samson’a Tanrı’dan eski gücü tekrar verilir.

Samson, Delilah’a kendisini tapınağı tutan iki sütunun arasına getirmesini ister. Delilah’ın da tapınağı terk etmesini söyler. Fakat Delilah onu terk etmez ve onu hüzünle seyreder. Samson bu iki sütunu ellerini dayayarak itmeye başlar. Filistin halkı bu duruma kahkahalarla gülerler. Fakat sütunlar Filistinlilerin şaşkın bakışları arasında çatırdayarak bütün Tapınak yerle bir olur. Bütün Filistin halkı Samson ve Delilah da dâhil bu yıkıntıların altında kalarak yok olurlar.

Hikâye bu kadardır.

Samson ve Dilayla’nın hikâyesinin günümüzdeki yansımaları:

Bu hikâyeden yola çıkarak Delilah çoğu zaman ‘’fettan kadın’’, ''femme fatale'', aldatan, kötü kadın anlamında kullanılan bir sıfat haline gelir...

‘’Samson ve Delilah’’ hikâyesi tarihte ünlü ressamlar tarafından da resmedilir. Bu resimlerde genellikle Samson'un gücünün kaynağı olan saçları kesilirken tasvir edilir. Bu resimlerden iki örneğe yazımın sonunda yer veriyorum. 

Hikâye birçok defalar filme de alınır. Bu filmler sinemalarda önemli bir yere sahip olurlar. Bunlardan ilki hikâyeyi filme alan zamanın büyük rejisörlerinden Celil B. de Mille'nin başarılı yönetimi filmin yıldızlarından Victor Matur, Hedy Lamarr, George Sanders ve Angela Lansbury'nin oyunlarıyla birçok ödüller kazanmış bir film olarak Hollywood tarihine altın harflerle yazılır. 1949 yapımı ''Samson and Delilah'' isimli bu filmde ikiliyi Hedy Lamarr ve Victor Mature canlandırır. 

Bu filmin müzikleri de pek güzeldir. Bu filmin film müziği olan "Delilah Delilah" isimli şarkısı tüm dünyada ve ülkemizde de defalarca yorumlanır ve sevilir. Örneğin Coşkun Sabah’ın içinde "Samson, herşeyim Samson, canım sevgilim" sözleri geçen şarkısı buradan gelir.

Sadece sinemada değil müzik dünyası da bu öyküye kayıtsız kalmaz.

Leonard Cohen'in ‘’Hallelujah’’ adlı olağanüstü bestesi ve Regina Spector’ın ‘’Samson’’ adlı şarkısı bu hikâyeye değinir. 1989'da İrlanda'da kurulan bir rock grubu olan ‘’The Cranberries’’ grubu da bu hikâyenin müziğini yapar.

Tom Jones ve Dilayla

Ancak bu hikâyeyi konu alan en bilinen müzik parçası Galli şarkıcı Tom Jones'un 1968 tarihli unutulmaz şarkısı olan ‘’Delilah’’ şarkısıdır. Les Reed ve Barry Mason tarafından bestelenen ve sözleri Whittingham Mason tarafından yazılan bu meşhur şarkı yayınlandığı dönemde İsviçre ve Almanya gibi birçok ülkede müzik listelerinde 1 numaraya yükselir.  Ayrıca bu şarkı aynı yıl ‘’İvor Novello’’ ödülünün de sahibi olur. Farklı türlerde ve dillerde defalarca yorumlanan şarkı, halen daha önemli bir klasiktir. Şarkının ‘’la nostra favola’’ adlı İtalyanca bir versiyonu da vardır. Ayrıca ‘’Romance and Cigarettes'' ve ‘’Amerikan Hustle’’ gibi filmlerde de bu şarkı kullanılır.

Tom Jones'un meşhur ettiği bu şarkıda Tom Jones’in sesi kulaklarınızda çın çın çınlar:

‘'My, my, my, Delilah
Why, why, why, Delilah''

Tom Jones’un bu şarkısı ülkemizde döneminin en muhteşem filmlerinden biri olan Kartal Tibet ve  Hülya Koçyiğit’in başrolleri oynadığı 1968 yapımı ‘’Sarmaşık Gülleri’’ adlı Türk filminde de kullanılır. Ertan Anapa'nın ‘’Aşkım dillere destan’’ olarak söylediği şarkı da Tom Jones’in bu ‘’Dalilah’’ şarkısıdır.

Tom Jones’in aşağıda bağlantısını verdiğim bu ‘’Delilah’’ şarkısını dinlediğinizde belki de hikâyesini bilmeden nasıl bir şarkıyı sevdiğinize şaşıp kalacaksınız!...

Lay, lay, lom geçip giden hayatımız

El âlem basit bir pop şarkısında bile üç bin yıl geriye giderek bir tarihi derinlik sunuyor… Bu tarihi derinlikte de geçmişini, geçmişinde çektiği sıkıntıları, eziyetleri unutmuyor, unutturmuyor. 

Bizler her ne kadar mitinglerde milletin gazını almak için ‘’ey, ey, ey İsrail!’’ diye günü geçiştirsek de el âlem basit bir pop şarkısında bile ‘’why, why, why, Delilah'' diye tarihi bir figüre atıfta bulunarak üç bin yıllık geçmişini unutmuyor, unutturmuyor...

Bizim günlük siyasal, toplumsal ve kültürel yaşayışımız ise tıpkı kendi pop şarkılarımızın sözlerinde olduğu gibi lay lay lom geçip gidiyor…

Osman AYDOĞAN

Tom Jones, Delilah:
https://www.youtube.com/watch?v=Bq1Hv1UXlXU

 ‘’Amerikan Hustle’’ filminde ‘’Dalilah’’:
https://www.youtube.com/watch?v=yEygBvQ8HAk

Aşağıdaki bağlantıyı hoşgörünüze sığınarak veriyorum. Ancak bir açıklama yapmam gerekiyor. Bu bağlantının görüntüleri uygunsuz gibi gelse de şarkının sözlerini birebir anlatır ve bir de zamanla fettan kadın, ''femme fatale'', aldatan kadın, kötü kadın anlamında kullanılan bir sıfat haline gelen Dalilah’ı anlatır… Unutmayın ki Dalilah Filistinlidir. Anlıyorsunuz değil mi? Şarkının sözlerini önce İngilizce sonra da Türkçesini yazımın en sonunda veriyorum.

‘’Romance and Cigarettes’’ filminde ‘’Dalilah’’:
https://www.youtube.com/watch?v=yZ_wgNOEiv0

‘’Samson ve Delilah’’ hikâyesi ünlü ressamlar tarafından da resmedilmiştir. Bu resimlerde genellikle Samson'un gücünün kaynağı olan saçları kesilirken tasvir edilir. Bunlardan biri bugünün Belçikalısı sayılan 17. Yüzyıl Barok resminin önemli isimlerinden birisi olan Flaman ressam Anthony van Dyck’dır.  Bu önemli isim, 21 yaşındayken İncil’de geçen Samson ve Delilah‘ın hikâyesini resmeder. Hikâyeyle aynı adı taşıyan tablo bugün İngiltere’deki Dulwich Resim Galerisi’nde sergilenmektedir.

“Samson ve Deliılah” hikâyesini resmeden bir diğer ressam da Barok tarzın önde gelen isimlerinden olan Flaman ressam Peter Paul Rubens (1577, Siegen – 1640, Anvers) dir. Tablo halen Londra’da Natonal Gallery de sergilenmektedir.

Delilah

I saw the light on the night that I passed by her window
I saw the flickering shadows of love on her blind
She was my woman
As she decieved me I watched and went out of my mind

My, my, my, Delilah
Why, why, why, Delilah

I could see that girl was no good for me
But I was lost like a slave that no man could free
At break of day when that man drove away, I was waiting
I cross the street to her house and she opened the door
She stood there laughing
I felt the knife in my hand and she laughed no more

My, my, my Delilah
Why, why, why Delilah

So before they come to break down the door
Forgive me Delilah I just couldn't take any more
(insert trumpet solo here)
She stood there laughing
I felt the knife in my hand and she laughed no more

My, my, my, Delilah
Why, why, why, Delilah

So before they come to break down the door
Forgive me Delilah I just couldn't take any more
Forgive me Delilah I just couldn't take any more

Dilayla

Penceresinin yanından geçtiğim gece ışığı gördüm
Jaluzisinde aşkın alevlenen gölgelerini gördüm
O benim kadınımdı
Bana ihanet ettiğinde izledim ve delirdim

Benim, benim, benim Delilah’m
Neden, neden, neden Delilah

O kızın benim için hayırlı olmadığını fark edebilmiştim
Ama hiç kimsenin serbest bırakamayacağı bir köle gibi kaybettim
Şafakta o adam arabayla uzaklaştığında, bekliyordum
Evine doğru caddenin karşısına gittim ve kapıyı açtı
Gülerek dikeliyordu orda
Elimdeki bıçağı yokladım ve artık gülmüyordu

Benim, benim, benim Delilah’m
Neden, neden, neden Delilah

Yani onlar kapıyı kırmak için gelmeden önce
Affet beni Delilah, sadece daha fazla katlanamadım
Gülerek duruyordu orda
Elimdeki bıçağı yokladım ve artık gülmüyordu

Benim, benim, benim Delilah’m
Neden, neden, neden Delilah

Yani onlar kapıyı kırmak için gelmeden önce
Affet beni Delilah, sadece fazla tahammül edemedim
Bağışla beni Delilah, sadece daha fazla katlanamadım



Yüzyılın Anlaşması…

29 Ocak 2020

28 Ocak 2020 günü akşam saat 20.30 civarında haber ajansları bir haberle çalkalandı: ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, düzenledikleri ortak basın toplantısında '’Yüzyılın Anlaşması'’ adlı tek taraflı planı açıkladılar. Bu açıklamada Trump, "Kudüs bölünmeden İsrail’in başkenti olacak" dedi.

Bu açıklamada iki yanlış vardır. Birincisi: Bu bir ‘’anlaşma’’ değil, ‘’tek taraflı bir irade beyanı’’dır. İkincisi: Bu sözde anlaşma Trump’ın açıkladığı gibi ‘’Yüzyılın Anlaşması’’ değil, ‘’Üç Bin Yılın Anlaşması’’dır.

Nasıl mı ‘’Üç Bin Yılın Anlaşması’’dır?

Üç bin yıl geriye gidelim o zaman…

Buhtunnasır

Çoğumuzun anımsamadığı '‘garip’' akımında yer alan ve gerçekten de döneminde garip kalan ve nev'i şahsına münhasır, unutulan çok önemli bir şairimiz var; Asaf Hâled Çelebi…

Şiirlerinden birisinin adı da; İbrâhîm

ibrâhîm

içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim

(Asaf Hâled Çelebi tüm şiirlerinde hep küçük harf kullandığı için şiirde de hep küçük harf kullanılmıştır.)

Eserleriyle geçmiş ve gelecekle, hikâyeler, efsaneler ve masal âlemi arasında bağ kuran Asaf Hâled Çelebi’nin "İbrahim" şiirinde putları kıran Hz. İbrahim aracılığı ile Divan Edebiyatındaki sevgiliye, kadir kıymet bilmeyene, anlamayana, unutana, düşünmeyene, vefasıza, hayırsıza, namerde, muhannete ve haksızlık edene ve zalime gönderme yapılarak "gönlü put sanıp da kırandan" şikâyet edilir;

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

İbrahim
gönlümü put sanıp da kıran kim

Söz konusu şiirde söz edilen Hz. İbrahim, Bâbil'de puthaneye giderek en büyüğü dışındaki bütün putları kırar. Putları kırdığı baltayı da büyük putun bileğine asar. Bu Bâbil’in en büyük tanrısı Marduk, yani Güneş Tanrısıdır. Kavmi döndüğünde durumu görünce onu sorgular. İbrahim, büyük putun diğerlerini kırdığını, bunu ona sormaları gerektiğini söyler. Kavmin ileri gelenleri, putların konuşamayacağını belirtmesi üzerine onlara, konuşamayan o nesnelere niye taptıklarını sorar. Cezalandırılmak için ateşe atılan İbrahim, ateşte yanmaz, ateş gül bahçesine döner.

Bu olay Kutsal Kitap Kuran’da Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol." (Enbiya Suresi, 69-71)

Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Bâbil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. Birinci Nemrut, Hz. Nûh’un oğlu Hâm’ın soyundandır. Babil şehrini kurdu.  Bilinen bir diğer Babil kralı Nemrut Hammurabi’dir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçelerle tanınan bir başka Bâbil hükümdarı da Nemrut Buhtunnasır’dır. Buhtunnasır’ın bir diğer adı da Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur. (M.Ö. 605-562).

Şiirde bahsi geçen ve Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Bâbil'in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir.

Söylentiye göre Nebukadnezar, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Söylentiye göre Mezopotamya’nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis'in asma bahçeleri olarak da anılır. Bâbil'in asma bahçelerinin günümüze gelen kesin izleri yoktur. Fakat bölgede araştırma yapan arkeologlar, Bâbil'deki sarayın kuzeydoğusunda görünüşü garip olan temel ve tonozlar buldular. Bunların Bâbil'in asma bahçelerine ait olduğu düşünülmektedir. Irak işgalinde bu asma bahçelerden kalan son kalıntılar da Amerikan tanklarının paletleri altında yok edilmiştir…

Asaf Hâled Çelebi’nin "İbrahim" şiirinde mitolojiden faydalanılarak "zamansız bahçeleri kucaklamak" ifadesiyle Hz. İbrahim'in cezalandırılmak için atıldığı ateşin dönüştüğü gül ve Buhtunnasır'ın yaptırdığı asma bahçelere gönderme yapılır. Söz konusu yerler maddîdir ve yok olmuştur. Burada şairin öteki âlemde mevcut sonsuz ve sınırsız bahçelerde yaşama arzusu dile getirilir.

Şiirde ismi geçen Bâbil hükümdarı Buhtunnasır (Nebukadnezar - Nabucco) karısının hatırına Bâbil'in asma bahçelerini inşa ettirmesinin yanı sıra özellikle tapınaklar, yollar, sulama kanalları yaptırmıştır.

Rivayete göre Nebukadnezar, bir rüya görür ve kâhinlerini çağırıp rüyasını tabir ettirmek ister ancak rüyasını hatırlamamaktadır. Kâhinler hem Nebukadnezar’in ne rüya gördüğünü bilip hem de tabir edecekler veya bunu yapamazlarsa öleceklerdir. Semâvî dinlerin tümünde peygamber olarak kabul gören, İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerden olan Hz. Danyâl (Batı kaynaklarda adı "Daniel" olarak geçer, mezarı Kerkük'te Cami avlusundadır), bu imkânsız görünen işi yapar ve kâhinleri kurtarır.

Hz. Danyâl Buhtunnasır’a der ki; ‘’Yerde ve gökte olan her şeyi bilen bir Allah var. O bana rüyanızı söyledi.’’ Buhtunnasır rüyasında beş katlı bir heykel görmüştür. Sonra heykel yuvarlanarak yıkılmış ve parçalanmıştır. Hz. Danyal bu rüyayı şöyle yorumlar: ‘’Bütün bölgeyi (Orta Doğu) egemenliğiniz altına alacak ve tek bir devlet oluşturacaksınız. Ancak sizden sonra gelenler bu ülkeyi bir daha bir arada tutamayacaklar ve ülkeniz parçalanacak ve halkınız ıstırap çekecek, kan ve gözyaşı dökecek, sürekli birbiriyle savaşacak ancak ülken bir daha asla bir araya gelemeyecek ve senin ve halkının Tanrı'lık (büyüklük) iddiasındaki liderlerinin akıbeti de hiç de iyi bir sonla bitmeyecek.’’

Ki daha sonra Buhtunnasır Kudüs’ü ele geçirerek (MÖ 587) Kudüs’ün devlet adamı, yazar ve sanatçı gibi ileri gelenlerini tutsak edip Babil’e götürmüş, Yahudi devletini ortadan kaldırıp Kudüs´teki Hazreti Süleyman Mabedi’ni yıkarak Babil Devleti’ni Suriye’den Mısır’a kadar genişletmiştir.  Böylece Buhtunnasır, tüm Orta Doğu’yu -ilk, tek ve son olarak- birleştirmiştir. O zamanki Kudüs’ten Bâbil’e yapılan bu sürgünden dolayı bugün hala Irak’ta Yahudi asıllı Arap ve Kürtler vardır. Günümüzde de İsrail bu Yahudilerden kalanları aramaktadır.

Bizler genellikle pek dikkat etmeyiz ama çağımız semboller çağıdır; başlı başına Yahudiliği anlatan meşhur Hollywood filmi Matrix Reloaded, tıpkı birinci Matrix filmi gibi baştan sona kadar sembollerle donatılmış bir filmdir. İçinde saklanmış semboller, fark edilmeden ve bunların tekabül ettiği şeyler düşünülmeden seyredilirse, ancak bir sürü saçmalıkla doldurulmuş Hong Kong malı kung-fu filmlerinden bir tanesi daha seyredilmiş gibi olur. Öte yandan semboller tespit edilip, üzerlerinde kafa yorulmaya başlanırsa, filmin aslında anlatmaya çalıştığı pek çok şey olduğu fark edilecektir.

Matrix, işte Nebukadnezar'ın bu rüyası üzerine kurgulanmıştır. Filmin kadın oyuncusu Trinity vurulunca dehşetle uyanan Neo, bunun bir rüya olduğunu anlar. Uykudan uyanan Neo’nun filmde bindiği geminin adı da Nebukadnezar'dır. Seçilmiş kişi (the one) aslında rüyasında gelecekte olacakları görüyor. Filmin sonunda gemi (ismi Nebukadnazer'di) patlatılarak batırılır. Bu bir bakıma Yahudilerin Bâbil'den ve Nebukadnazer'den aldıkları sanal bir intikamıdır.

Tevrat’da 97 kez Nabukadnezar’ın ismi geçer. Yahudiler Nebukadnezar'ı asla unutmadıkları gibi, Bâbil'den intikam almaktan da asla vazgeçmediler. Bu umutlarını şiir ve edebiyatlarına da yansıttılar. İşte bunlardan biri;

‘’Bâbil'in nehirlerinin kenarında oturduk ve Sion'u andıkça ağladık.
Oradaki söğütlerin dallarına çalgımızı astık.
Çünkü orada bizi sürgün edenler bizden şarkılar istemişti.
Ve bize acı verenler, azap edenler bizden eğlence istemişti.
Sion şarkılarından birini okuyun bize demişlerdi.
Bâbil topraklarında Tanrı'nın şarkıları nasıl okunur ki?
Eğer unutursam seni ey Yeruşalim sağ elim çalmayı unutsun.
Eğer seni anmazsam,
Eğer Yeruşalim'i en büyük sevincimden üstün tutmazsam.
Dilim kurusun, damağıma yapışsın.
Onu temeline kadar yıkın, yıkın diyen Edomoğullarına karşı,
Hatırla Yeruşalim gününü Ey Tanrım.
Ey sen harap olası Bâbil kızı, bize karşı yaptığın,
Karşılığını sana verecek olana ne mutlu,
Senin yavrularını tutup da, kayaya çarpacak olana ne mutlu.’’

Bu şiirde bahsi geçen Sion, Kudüs'ün eski adıdır, Siyonizm de bu kelimeden gelir. Aynı zamanda Kudüs’te Yahudilerin kurduğu ilk kaledir. Tevrat’ta ise Kudüs’ün doğu tepesine verilen addır. Matrix filminde de insanlığın son kalesinin ismi olması da tesadüf değildir.

Bu şiirde bahsi geçen Yeruşalim; Batı’daki ismiyle Jarusalem, Doğu’daki ismiyle Kudüs’tür, Kudüs'ün İbranice'deki karşılığıdır, dindar Yahudiler, Kudüs’ten bu şekilde bahsederler. Yine şiirde bahsi geçen Edomoğulları ile ilk Hıristiyanlar kastedilmektedir.

Bizlere Irak savaşından da tanıdık gelecektir bu Nabukadnezar ismi. Saddam'ın tugaylarından birinin adı da Nebukadnezar'dı. Diğer bir tümenin adı da Hammurabi tümenidir. Saddam'sa kendini Bâbil ve Nabukadnezar ile bağdaştırıyordu.  Tüm Ortadoğu'da tek devlet düşüncesindeydi. Sonunda Saddam Hüseyin iktidara geldiğinde, 2590 yıl sonra, ne tesadüf; Abraham (!) tankları, Nebukadnezar ve Hammurabi tümenlerini savaşmadan bozguna uğratır. Eski Bâbil toprakları işgal edilir. İlk, Bâbil Kızları dedikleri Müslüman kadınlar öldürülür, evleri bombalanır, onlara tecavüz edilir, katliamlar yapılır. ‘‘Öldürme’’ diyen on emirden biri olan emir Yahudilerin kendi aralarındaki bir düzenlemedir. Yoksa Tevrat’da kendilerinden olmayan kadın, çocuk demeden çok sayıda gerektiğinde öldürme, katliam yapma emirleri vardır.

19. yüzyıl İtalyan operası ekolünden gelen en ünlü İtalyan besteci  Giusepper Verdi (1813-1931) ilk büyük başarısını elde ettiği bestesi Nabucco adlı eserinde işte Yahudiler’in Bâbil’e bu sürgün edilmelerini konu alır. 

Biz de sözde Orta Asya’dan gelip ülkemizden geçerek Avrupa’ya gidecek doğal gaz boru hattına balıklama atlayarak Nabucco ismini veririz; güya anlaşmanın yapıldığı günün akşamı ilgili ülkelerin enerji bakanları Verdi’nin Nabucco Operasını dinledikleri içinmiş!!!

Yoksa Nabucco Doğalgaz Boru Hattı Projesi Nabocco’nun ülkesinin doğalgazını Batı’ya ulaştıracaktı da bunun için mi bu ad verildi? Öyle ya, Nabucco’nun ülkesinin milyonlarca metreküp tutan doğal gazı Batı’ya nasıl taşınacaktı ki??? Orta Asya gazının Nabucco ile ne ilgisi vardı ki???

Neyse… Gelelim Buhtunnasır’ın akıbetine:

Bir rivayete göre Tanrı'lık iddiasındaki Buhtunnasır’ın burnuna bir sinek kaçar ve beynine kadar ilerler ve sinek orada dönmeye başlar. O andan itibaren Buhtunnasır’da müthiş bir baş ağrısı başlar. Buhtunnasır baş ağrısına çare olarak başını tokmaklattırmakta bulur. Her tokmakta sinek hareketini keser, böylece baş ağrısı durur. Buhtunnasır başına tokmağın her inişinde daha hızlı vurun diye talimat verir. Böylece tanrılık (büyüklük) iddiasındaki Buhtunnasır başına inen tokmaklarla çırpına çırpına can verir.

Buhtunnasır’ın rüyasını Hz. Danyâl Peygamberin tabirinde olduğu gibi; işte o günden bugüne Orta Doğu'nun halkı bir daha  bir araya gelememişlerdir. İşte o günden bu güne Orta Doğu'nun halkı etnik, dini, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısı ile birbiriyle kavga etmişlerdir. Orta Doğu'nun halkı halen de birbirlerinin kuyusunu kazmakla ve birbirlerinin boğazını kesmekle meşguldürler.  

Ders olarak Tarih

İşte o günden bugüne Orta Doğu'nun Tanrı'lık iddiasındaki liderlerinin akıbeti de Buhtunnasır'ın akıbetinden öteye geçememiştir. Günümüzde bile Saddam’ın, Kaddafi’nin, Nasır’ın, Mübarek’in akıbetleri Buhtunnasır’dan farklı olmamıştır.

Einstein; ‘'Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir'’ derdi…

Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ der. Görüldüğü gibi kimse üç bin yıl öncesini unutmuyor ama vazgeçtim üç bin yılı, üç yüz yılı, son yüzyılı, son yılı, biz dünü unuttuk dünü…

Binlerce değil, yüzlerce değil, hatta onlarca bile değil, hatta uzak da değil şöyle kısa bir geçmişe gidelim... Düne gidelim düne!

Tarihi kararlar öyle durduk yerde alınmaz. Hesaplanır, kitaplanır, ortamı hazırlanır, karara menfi edecek hususlar ortadan kaldırılır ve zamanı gelince de alınır... Bu kararlar bazen onlarca, bazen de yüzlerce, bazen de anlattığım gibi binlerce yıl sürebilir…

İsrail’in ve ABD’nin bu cüreti nereden geliyor?

Daha dün, evet dün İsrail’in baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçisi Saddam’lı Irak idi… Hatırlarsınız değil mi Körfez Savaşında Saddam Hüseyin’in İsral’e Scud füzeleri gönderdiğini… ABD Saddam’ı ve Irak’ı yok ederken yani ABD İsrail’in baş düşmanını ve dünyadaki Filistin’in en büyük destekçisini ortadan kaldırırken ABD’ye en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu...

Daha dün, evet dün İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu Kaddafi’li Libya idi… ABD tarafından Kaddafi’li Libya yani İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu ortadan kaldırılırken ABD’ye yine en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu…

Daha dün, evet dün İsrail’in yine en büyük üçüncü düşmanı Suriye idi. Suriye’ye karşı İsrail’in bile cesaret edemediği düşmanlığı yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler yapıyordu…

Kısaca 21’inci yüzyıldaki İslam dünyasına yapılan ABD öncülüğündeki modern Haçlı seferlerine en büyük desteği yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu... (‘’Haçlı seferi’’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, pardon Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemişti.)

Daha dün, evet dün ABD, tüm Ortadoğu’yu parçalayıp da sınırlarını değiştirirken, ABD tüm Ortadoğu’yu bir ateş topuna çevirirken ve İsrail’e bulunduğu bölgede dikensiz bir gül bahçesi sunulurken onun müttefiki ve eşbaşkanları Türkiye’den Suudilere Müslüman devletlerdi...

ABD biliyor ki;

* Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan ederken (06 Aralık 2017),

* ABD, Büyükelçiliğini Kudüs'e taşırken (14 Mayıs 2018),

* ABD İsrail’in 1967 yılında işgal, 1981 yılında ilhak ettiği Golan tepeleri üzerindeki egemenliğini tanırken (25 Mart 2019) ve

* ABD, tek taraflı açıkladığı '’Yüzyılın Anlaşması'’nda (ki anlattığım gibi bana göre ‘’Üç Bin Yılın Anlaşması’’) Kudüs’ü bölünmeden İsrail’in başkenti olarak ilan ederken aldıkları bu kararlara karşı duracak artık bölgede hiçbir güç kalmamıştır. 

ABD yine biliyor ki; bu kararlara karşı çıkan sesler ise etkisi, müeyyidesi olmayan sadece iç politikaya dönük, anlamsız kuru gürültüden ibarettir.

Timsah Gözyaşları

Bu kararlar karşısında en çok şikâyet edenler, en çok tepki gösterenler, en çok feryâd edenler ise bu kararlara en çok çanak tutanlar olmaktadır!

İslam dünyası tarih boyunca hiç bu kadar zelil duruma düşmemişti...

Eğer gerçekten Kudüs sevdalısı, Filistin destekçisi iseniz ve hâlâ BOP eşbaşkanı değilseniz eğer derhal barışın Suriye ile, Mısır ile, Irak ile ve bırakın Libya’ya asker göndermeyi, ABD’nin bu Siyonist, bu emperyalist planına karşı birleşin bölge ülkeleri ile! Tüm enerjinizi, gücünüzü ve dikkatinizi Kudüs’e yöneltin.

Eğer bunu yapmayacaksanız döktüğünüz timsah gözyaşlarına bile yazık!

Kabus

Üç bin yıl geçti üstünden! Ne rüyan varmış be Buhtunnasır?

Osman AYDOĞAN

 




Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…

28 OCAK 2020

William Shakespeare (1564-1616)’in 1601 yılında yazdığı ‘’Hamlet’’ (Remzi Kitapevi, 2015) oyunu İngiliz edebiyatının en ünlü trajedilerinden birisidir.

Fransız besteci, yazar ve müzik eleştirmeni Louis Hector Berlioz (1803-1869) bir makalesinde; ‘’Eğer bir insan Hamlet’i okumadan yaşamını tamamlıyorsa, o kişi ömrünü bir kömür madeninin dibinde geçirmiş demektir" diye anlatır Hamlet'i...

‘’Hamlet’’ oyunun en belirgin teması “intikam”dır. Bu açıdan bakıldığında eser çok güzel bir intikam başyapıtıdır.

Oyunun başlıca karakterleri:

Hamlet: Eski kralın oğlu yeni kralın yeğeni,
Claudius: Danimarka Kralı ve Hamlet'in amcası,
Gertrude: Danimarka Kraliçesi ve Hamlet'in annesi,
Horatio: Hamlet'in gerçek dostu,
Marcellus: Subay

Oyunda geçen hikâye de özetle şöyledir:

Zamanın Almanya’sında, Wittenberg Üniversitesini bitiren Danimarka Prensi Hamlet, ülkesine geri döner. Wittenberg, Martin Luther’in üniversitesidir. Dolayısıyla Hamlet, bir ayağı ile Rönesans’ta ve Luther’in Reform hareketinin içerisindedir.

Hamlet ülkesine döndüğünde şunu görür: Amcası, kendisinin öz kardeşi olan Hamlet’in babasını öldürerek tahta geçmiş ve Hamlet’in annesiyle evlenmiştir. Danimarka’daki Elsinore Şatosu da bu olup bitenlerin geçtiği sahnedir.

İşte Danimarka'da geçen bu oyunda; Prens Hamlet'in, kral olan babasını öldürdükten sonra tahta geçen ve annesi Gertrude ile evlenen amcası Claudius 'tan nasıl intikam aldığını anlatılır.

Ancak oyun esnasında eline birçok fırsata geçmesine rağmen Hamlet babasının öcünü almayı sürekli erteler. Bu anlamda oyun ayrıca eylemsizliğin destansı bir anlatımıdır.

Oyundaki bu eylemsizlik şu mesajı verir: Çok düşünmek ve kendini dinlemek eyleme geçmeyi engeller. Dolayısıyla gerçekleşen eylemler düşünülmeden yapılan eylemlerdir. Bir sahnede Hamlet: "Bilinç insanı ödlekleştirir" der. Bu anlamda da oyun aslında eylem karşısında aydın kararsızlığının da bir simgesidir.

Hamlet, anlatıldığı gibi bir kararsızlığın, bir eylemsizliğin tragedyası olarak bilinse de Hamlet’ in kafası hızlı ve gereğinden çok çalışır ve böyle bir iktidar yozlaşmasına karşı bir Rönesans aydını kafasıyla savaşım verilemeyeceğinin de farkındadır. Çünkü geri döndüğü ülkesi Danimarka’da iktidar mekanizmasına egemen olan anlayış, henüz Ortaçağın sınırlarını aşamamıştır.

Oyunda verilmek istenilen mesaj:

Bu yüzden “Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…” söylemi, o iklimlerde bir siyasi uyarı ifadesidir. O da şudur: Şatolar ve saraylar içindekilerle beraber çürür… Bu nedenle aradan geçen beş yüz yıllık süreçte Batı siyasi düşüncesi, yeni Elsinore saraylarının inşasına izin vermez. Çünkü Dünya tarihi, şatoların ve sarayların içindekilerle beraber çürürken toplumu da beraberinde çürüttüğünü göstermiştir… İşte bu nedenle de Rönesans ve onunla birlikte inancın karşısında doruklarına ulaşan '’eleştirel düşünce’’, sarayların değil, sadece özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebileceği zeminleri yaratmıştır.

Oyunda geçen bazı tiradlar:

‘’Olur ya, doğruluğun gücü güzelliği kendine benzetinceye kadar, güzelliğin gücü doğruluğu bir kahpeye çevirebilir. Olmayacak bir şeydi bu eskiden, ama şimdiki zamanda oluyor, görüyoruz.’’

‘’Öyle çarpık bir dünyada yaşıyoruz ki, namus günahtan özür dilemek zorunda kalıyor, eğilip izin istiyor ona yardım etmek için.’’

"Pisliğin ortalığı sardığı bu zamanda, iyiliğin af dilemesi gerekiyor kötülükten."

"Kötü işler gömülse de yerin dibine çıkar bir gün insanların gözü önüne.''

‘’Büyüklerin cinneti başıboş bırakılmaya gelmez…’’

 ''İnanma gerçeğin gerçekliğine!''

"Bu dünyada namuslu olmak on binde bir olmaktır."

"Yeryüzünde de gökyüzünde de felsefenizin tasarladığından daha çok şey var Horatio.."

‘’Kavgaya girmekten sakın, fakat içinde bulunduğun bir kavgada karşı taraf senden sakınsın…''

‘’Herkesi sev, birkaçına güven, hiçbirine yanlış yapma.’’

 ‘’İyi ve kötü diye bir şey yoktur, düşünce onu öyle yapar.’’

Hamlet, Selim ve gerçek tragedya:

Shakespeare'in ''Hamlet''i bana bizden bir roman kahramanını hatırlatır. Hamlet bana bu sayfalarda çooook önceleri yazdığım Oğuz Atay'ın ''Tutunamayanlar'' (İletişim Yayınları, 2016) isimli romanının kahramanı Selim'i hatırlatır. Selim gibi Hamlet de tutunamaz bu dünyaya...

Shakespeare'in ''Hamlet'' oyunu bir tragedyadır. Ancak ''Hamlet'’in bir tragedya oluşu oyun içindeki cinayetler serisi değildir. Oyunda bundan daha farklı, daha derin, daha anlamlı bir şey vardır oyunun tragedya olmasında. O da asil ruhlu bir insanın, Hamlet'in mahvoluşudur, yok oluşudur, per perişan oluşudur, Selim gibi tutunamamasıdır... İşte gerçek trajedi budur.

‘’Olmak ya da olmamak, budur işte bütün mesele…’’

Oyundaki tiratlardan birisi “olmak ya da olmamak, budur işte bütün mesele” ("to be, or not to be, that is the question) diye başlıyordu. O zaman da bu zaman da geçerli bir sözdür bu söz: "Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!'' 

“Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…”

Oyunun ilk perdesinin dördüncü sahnesinin sonunda, Horatio’nun: “Nereye varacak bunların sonu?” sorusuna Marcellus, şu yanıtı verirdi: “Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…”

Oyun biterken ise Can Yücel’in ''Shakespeare'' ile ilgili iki kısa şiiri çın çın çınlıyordu benim kulağımda:

Shakespeare Üzre 

‘’Türkiye'nin Manimarkası'nda birşeyler kokuyor
Kimine göre tuz, kimine göre et,
Hamlet!
Hamleeeeet!’’

Türkiye'de Shakespeare

''Hamlet'in tiradı başlamadan bitti:
Bundan böyle to be or not to be
Not to be or not to be...''

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Aşağıda verdiğim yazımda bahsi geçen bu tiratın tamamını üzerine basa basa, her bir söz üzerinde düşünerek okumanızı isterim!

Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin.
Şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz.
Yarına kalacaksa, bugün olmaz.
Bütün mesele hazır olmakta.
Madem hiçbir insan bırakıp gideceği şeyin gerçekten sahibi olmamış,
erken bırakmış ne çıkar.

Evet, tabiatından ya da bahtından gelen
bir tek kusurla damgalandı mı insan
başka değerleriyle bir melek olsa,
bir insanın olabileceği kadar büyük olsa,
yalnız o kusurundan ötürü
düşer insanların gözünden.

Olmak ya da olmamak, işte bütün sorun bu! 
Düşüncemizin katlanması mı güzel 
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına 
Yoksa diretip bela denizlerine karşı 
Dur, yeter demesi mi?

Ölmek, uyumak sadece! 
Düşünün ki uyumakla yalnız 
Bitebilir bütün acıları yüreğin, 
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun. 
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü. 
Çünkü, o ölüm uykularında 
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından 
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu. 
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.

Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına? 
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine 
Sevgisinin kepaze edilmesine 
Kanunların bu kadar yavaş 
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine 
Kötülere kul olmasına iyi insanın

Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken? 
Kim ister bütün bunlara katlanmak 
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek 
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa 
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya 
Ürkütmese yüreğini?

Bilmediğimiz belalara atılmaktansa 
Çektiklerine razı etmese insanları? 
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: 
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor 
Yürekten gelenin doğal rengini. 
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar 
Yollarını değiştirip bu yüzden 
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.




Elazığ Depremine Ağıt

27 Ocak 2020

Daha önce bu sayfalarda müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet Güreli’nin sözleri Ömer Hayyam’ın üç ayrı rubaisinden alınan bir şarkısından bahsetmiştim: ‘’Kimse bilmez’’

Ömer Hayyam’ın rubailerinden faydalanarak şarkı yapan sadece Mehmet Güreli değil tabii ki…

1992 yılında kurulan İranlı bir müzik grubu var: “Axiom of Choice” Bu grup İranlı müzisyen Ramin Tolkian ve Mammad Mohsenzadeh tarafından kurulur. Mamak Khadem grubun vokalistidir… Grubun müzik stili Persian klasik müziği ile batı müziklerinden bir sentezinden oluşmaktadır. Grup neo-etnik bir müzik grubudur.

İşte bu grubun seslendirdiği ‘’Color of Dreams’’ adlı bir şarkıları var. Şarkının sözleri de Ömer Hayyam’ın rubailerinden oluşan bir derlemeden ibaret. Şarkı grubun “Unfolding” isimli albümünde yer alıyor…

Şarkıdaki müzik, ses, feryâd, figân, ağıt bize ait… Bizim kültürümüze ait… Şarkıyı 41 vatandaşımızı yitirdiğimiz 24 Ocak 2020 Elazığ depremine, depremde hayatını kaybeden, depremde yakınlarını kaybeden ve depreme maruz kalan vatandaşlarımıza bir ağıt olarak sunuyorum…

''İçinde şaşkın kaldığımız şu çarkıfelek,
biliriz ki hayal fânusu ondan bir örnek.
Güneşi çerağ bil, âlemi de fânus. ,
içinde dönmekteyiz şekil şekil, benek benek..''

Osman AYDOĞAN

Axiom of Choice, ‘’Color of Dreams’’:
https://www.youtube.com/watch?v=lB0uFXobU6Y

Şarkıda Farsça geçen rubailerin Türkçesi:

Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp
Bir sevgilinin bem beyaz eliydi.

İçinde şaşkın kaldığımız şu çarkıfelek,
biliriz ki hayal fânusu ondan bir örnek.
Güneşi çerağ bil, âlemi de fânus. ,
içinde dönmekteyiz şekil şekil, benek benek
aslında şaşkın bir şekilde.

Ey kalbim,
Ey aşığın yüreği,
Ey kalbin fedaisi…




İki ayrı depremin ardından!

26 Ocak 2020

24 Ocak 2020 günü saat 20.55'de Elazığ Sivrice'de 6,8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Elazığ'da 5, Malatya'da 25 bina yıkıldı. AFAD, depremde 39 kişinin yaşamını yitirdiğini, 1031 yaralı olduğunu ve deprem sonrasında 680 artçı deprem meydana geldiği bildirdi.

Depremin ardından TV'lerde, medyada ve sosyal medyada yapılan tartışmaları izleyince bu tarışmalar beni 17 Temmuz 1999 Marmara depremine götürdü. O zaman da ebedi sorumsuz yetkililer şimdiki gibi ‘’….ceeek!   …..caaaak!’’lı konuşmuşlar ve yine TV’lerde çıkan herbokologlar akla ziyan abuk ve sabuk bir şekilde tartışmışlardı... Sonra da verilen sözler havada uçuşmuş ancak vergileri kalmıştı...

İsterseniz sizi 1999 Marmara depreminden sonra yapılan tartışmalara götüreyim… Sonra da bir depremden sonra nasıl bir tartışma yaşandığını göstermek açısından tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan ve ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ diye anılan 1755 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen depremi ve ardından yaşanılan tartışmaları ve sonuçlarını anlatayım… Sonra da iki tartışmayı bir mukayese edin ve bizler hangi çağda yaşıyoruz bir anlayın!..

Gerçi bu yazımı daha önce yurdumuzda eksik olmayan bir depremin ardından da yazmıştım... İşte şimdi güncelleyerek tekrar yazıyorum... 

1999 Marmara depremi ve deprem nedeniyle yapılan tartışmalar.

17 Ağustos 1999 günü gece saat 03.02'de Türkiye’ni kuzey batısında 7.4 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Neredeyse bütün Türkiye sallandı. Bir dakikaya yakın süren inanılmaz şiddetteki bu deprem ağırlıklı olarak Marmara'yı vurdu. İzmit, Yalova, Gölcük, Adapazarı ve İstanbul'un bazı bölümleri yerle bir oldu. Bu depremde resmi olarak 17.480, resmi olmayan rakamlara göre de 40-50 bin arası insanın öldüğü söylendi.

Bu depremden sonra çok tartışma yapıldı... Belki çok şey unutuldu ama aklımda gazete demeye bin şahit gerek olan sözde basında yer alan bazı iddialar kaldı. Bu iddiaları basında dile getirenler sözde Müslüman idiler… Allah’tan bile korkmayarak bu iddiaları dile getirdiler…

Bunların iddiasına göre: ''Ölenler faizcidirler, o gece zina yapıyorlardır, hatta bazılarının cesetleri birbirine bitişiktir.'' Depremde Gölcük donanma üssü ve orduevi de çökmüş, yüzlerce asker ve subayımız can vermişti. Onlar için de aynı şeyleri yazdılar: ''Gece içki içmişlerdi, subaylar zina yapıyordu, Allah onların cezasını verdi.''

Sonra üniversite kapısına sevk ettikleri türbanlı bir militan kadına pankart açtırırlar: ‘‘7.4 yetmedi mi?’’ Gazeteci Fatih Altaylı, Radyo D'de Bab-ı Ali isimli programda bu kadına "fahişe" dedi diye tazminat öder... Ancak bu kadına arka çıkanlar Fatih Altaylı'ya olmadık hakaretler yağdırırlar... Hatta Hasan Karakaya, Fatih Altaylı'ya küfür ve hakaretler içeren bir yazısında resmen ''or... çocuğu'' (Ayna, 10 Ekiim 1999) diye hitap eder. Hatta 28 Şubat süreci nedeniyle TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu tarafından ifadesi alınan Fatih Altaylı bu komisyona sarf ettiği bu ''fahişe'' sözü nedeniyle açıklama yapmak zorunda kalır!...

Ancak en vahimini ise Nazlı Ilıcak'ın depremden yıllar sonra 31 Ocak 2013 tarihinde katıldığı ‘’Medya Mahallesi’ ismindeki bir TV bir programında ima ettiği şu sözleri olur:  "Güven Erkaya'nın liderlik ettiği Gölcük’e konuşlu donanma, 28 Şubat’ta Müslümanlara zulüm etti. Hemen ardından da Marmara depremi Gölcük’ü vurarak Allah bunları cezalandırmış oldu."

Bu sözde Müslümanlar depremde ölen her kesimden, her görüşten insanımızın ve ayrıca Mehmetçiklerin ruhlarını sızlattılar. Sonra benim aklıma Azeri Şair Mirze Elekber Sâbir’in bir şiiri gelir: ‘’Harda (nerede) Müselman görürem gorhuram…’’

17 Ağustos 1999 depreminden sonra ülkemizde depremin sebep ve sonuçları pek tartışılmadı. Sadece birkaç müteahhit suçlandı, göstermelik olarak tutuklandılar sonra da serbest bırakılırdılar. Bu depremin toplumumuzun düşün dünyasına bir etkisini de olmadı… Ve deprem fıtrattır denildi, kaderdir denildi, takdiri ilahidir denildi ve geçildi… Ve ülkemizde gerçek anlamda depreme dair bir tartışma da yaşanmadı…

1755 Büyük Lizbon Depremi

Bir depremden sonra nasıl bir tartışma yaşandığını göstermek açısından tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan ve ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ diye anılan 1755 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen depremi anlatmak istiyorum…

1 Kasım 1755 günü saat 9.40'ta Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen ve tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan bu deprem esnasında 60.000 ile 100.000 arasında tahmin edilen insan ölür. Depremi bir de tsunami ve kentin pek çok yerinde başlayan yangınlar takip eder. O dönemde Avrupa'nın en büyük dördüncü şehri olan Lizbon'un neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılmaz hale gelir. Bu deprem tarihte ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ olarak anılır. Bu deprem İspanya ve Fas’ı da büyük ölçüde tahrip eder.

Bu deprem Portekiz'i son derece olumsuz bir şekilde etkiler. Portekiz'de politik tansiyon yükselir, ekonomi çöker ve zaten gerileyen koloni imparatorluğunun 18. yüzyılda büyük ölçüde yıkılmasına yol açar. Jeologlar, Büyük Lizbon Depremi’nin Atlas Okyanusu'nda Cabo de São Vicente'den 200 km batıda meydana gelmiş 9 Richter ölçeğinde olduğunu tahmin etmektedirler.

1755 Büyük Lizbon Depremi'nden sonra yapılan tartışmalar ve düşün dünyasına etkileri

Büyük Lizbon Depremi; yol açtığı bu maddi yıkımının yanında, Avrupa tarihinde hem teolojik hem felsefi hem de doğa bilimleri açısından bir dönüm noktasını da ifade eder. Rene Descartes ve Baruch Spinoza ile beraber rasyonalizmin 17. yüzyıldaki en büyük savunucularından biri olan Alman matematikçi ve filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’in iddia ettiği ‘’dünyanın yaşanılacak en güzel yer olduğu’’, ‘’Tanrı’nın bütün kötülüklere rağmen en iyi Tanrı olduğu’’ ve ‘’dünyada ki her şey olanaklı olanın en iyisi''  inancı (Leibniz’in optimizmi) büyük yara alır. Çünkü bu deprem, fazlasıyla Katolik’in yaşadığı Lizbon’da, dini bir bayramın yaşandığı gün gerçekleşmiştir. Portekizli ilahiyatçılar Tanrısal öfkenin nedenini araştırmak için bir kurul bile toplarlar ve sonuçta bu deprem için “Takdir-i İlahidir’’ derler. Ve devam ederler; “Bunlar itikadımızı sınamak için… Eğer bunca acıya rağmen inancımızı yitirmezsek, ahrette mükafatımız büyük olacak.”

Voltaire mahlasını kullanan, Fransız devrimi ve Aydınlanma hareketine büyük katkısı olan Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet yaşanan felaket sonrası yaşanan acılara kutsal kılıflar dikilmemesini söyleyerek bu fikirleri absürd olarak gördüğünü açıklar... Ve der ki Voltaire: "Bu yaşadıklarımızın tanrısal adaletle bir ilgisi yoktur. Yaşadığımız tamamen bir doğa olayıdır." Bu açıklama, tutucu çevreleri ayağa kaldırır her zaman ve her devirde olduğu gibi… Voltaire dinci tepkilere rağmen, inançla savunur depremin fiziksel nedenlerini... 

Bu fikirler Avrupa'nın düşünce yapısını derinden etkileyerek Avrupa düşünce tarihini kökten değiştirir. Eğer depremler Tanrı tarafından gönderilen cezalar değilseler, onları araştırmak, incelemek ve hatta anlamak mümkün olabilirdi. Bu nedenle Lizbon depreminin araştırılması girişimi yer bilimlerinin doğuşu olarak kabul edilir…

Voltaire bu Büyük Lizbon Depremi için bir de şiir yazar: "Poeme sur le desastre de Lisbonne" (Lizbon Felaketi Şiiri) Ve bu şiir; Voltaire’nin, Leibnitz’in felsefesini eleştirdiği ‘’Candide’’ (Oda Yayınları, 2010) isimli eserinin girişi diye adlandırılır…

Konu dışı ama Candide’’de bizimle ilgili şöyle bir bölüm vardır: Romanın kahramanı çıktığı uzun yolculuğun son demlerinde İstanbul'a varır ve bilge bir dervişe hayatın anlamını sorar. Şu cevabı alır dervişten: "Sana ne be adam? Bu senin işin mi ki?" Roman kahramanız pes etmez, üsteler: "Ama efendim… Dünyada bu kadar acı ve sefalet var. Bütün bunlar neden oluyor?" Ancak bilge dervişin cevabı bize umut vermez: "İyilik olmuş, kötülük olmuş, bundan ne çıkar? Padişahımız Mısır'a bir gemi yolladığı zaman içindeki sıçanların rahatını düşünüyor mu?" Bizde de zaten hep böyle olmuştur. En uzak tarihten en yakın tarihe kadar, Padişahımız ne zaman Mısır'a kutsal amaçla bir gemi yollasa içindeki sıçanların rahatını hiç mi hiç düşünmemiştir! Doğu siyasetinin özüdür bu söz aslında…

Neyse, konuyu dağıtmadan gelelim Voltaire’nin ‘’Lizbon Felaketi Şiiri’’ne: (şiir uzun ama burada bir bölümü)

“Bu kurban yığınını,
kanlar içinde yatan bu çocukları 
gördüğünüzde şöyle diyecek misiniz:
‘Tanrı cezalandırdı.
Ölmeleri, suçlarının bedelidir.’
Bu çocuklar hangi suçu işlemiştir?”

Tartışmaya sürekli Voltaire’e laf yetiştiren Fransız filozofu Jean Jacques Rousseau da katılır ve Voltaire’e bir mektup yazarak şunu söyler: “Tanrı’nın iyiliğine inanmak gerek. İnsanın çektiği acılar, kendi hatalarının neticesidir.”

Jean Jacques Rousseau daha da ileri giderek şunu söyler: "Yaşadığımız acıların nedeni sadece jeolojik değildir. İnsanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor". Çünkü depremde ölenler sadece yoksullardı. Varlıklıların binalarına bir şey olmadığına, onların canı daha iyi korunduğuna, tedavileri daha çabuk yapıldığına, buna karşın depremin gazabı sadece yıkık dökük evlerde perişan yaşayanları vurduğuna göre acıların nedeni başka bir şey olmalıydı. İşte o "başka şey", insanlar arasındaki eşitsizlikti. Jean Jacques Rousseau’ya göre sebep gibi çare de ne teolojide ne jeolojideydi. Sebep de çare de "Sosyoloji"de aranmalıydı. 

İşte böyle ortaya çıkar Jean-Jacques Rousseau’nun ‘’İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma’’ (Say Yayınları / Düşünce Dizisi, 2001) isimli kitabı…

Rousseau'nun; insanlar arasındaki eşitsizliğin doğal bir olgu olup olmadığını, uygarlaşmanın bir insan topluluğu için zorunlu olup olmadığını sorguladığı ve ilkel topluluklardan devletli topluluklara, hukuk düzenine geçişi ve dolayısıyla insanlar arasında ortaya çıkmış olan eşitsizliğin kaynağı üzerine önemli fikirler içeren bir uygarlık eleştirisi olarak da kabul edilen bu kitabı doğuştan edindiğimiz zekâ ve beden eşitsizliğinin ötesinde, sonradan edindiğimiz eşitsizlikleri de tartışmaya açar.

Rousseau bu kitabında; insanlığın altın çağını yerleşik düzene geçmesiyle, toprak ve madenleri işlemesini öğrenmesiyle yitirdiğini, "iş bölümü" ve "özel mülkiyet"in uygarlaşma sürecini daha başından sakatladığını ve bütün bunların insanlar arasındaki eşitsizliğin temeli olduğunu iddia eder.  Rousseau’ya göre uygarlık alanında atılan her adım, eşitsizlik alanında atılan bir adımdır. Ona göre uygarlık gelişir, uygarlığın gelişmesine paralel olarak mülkiyet anlayışı değişir. Mülkiyet anlayışının değişimi, insanların doğal durumdan kopmasına neden olur ve neticesinde eşitsizlik doğar.

Rousseau’ya göre insanlar arasında var olan iki tür eşitsizlik söz konusuydu: Birincisi, doğuştan gelen yaş, sağlık, beden gücü, zekâ ve ruh nitelikleri arasındaki farklılıklar. Diğeri ise siyasetin doğurduğu eşitsizlik. Rousseau, eşitsizliğin ortaya çıkışında, doğal durumdan uygar topluma geçişte kaybedilen bazı değerlerden bahseder. Bu değerler; acıma duygusu ve merhamettir. Uygarlığın öne sürdüğü akıl yürütmenin, bu değerleri yok ettiğini vurgular.

Eşitsizliğin en büyük nedeni olarak öne sürdüğü özel mülkiyet kavramına gelince; Rousseau, özel mülkiyetin ortaya çıkışını, geleneklerin ve alışkanlıkların çeşitliliğine bağlı olarak gerçekleştiğini söyler. Özel mülkiyet, toplumdaki ahlaksal çöküntünün başlıca nedenidir. Bu çöküntüye mülkiyet edinme hırsı neden olmuştur. Bu hırs ve tutkunun körüklediği yozlaşmanın, yoksulun zengine bağımlı hale getirerek onu köleleştirdiğini savunur.

Jean Jacques Rousseau, ‘’Toplum Sözleşmesi’’ (Bulut yayınları, 2007) adlı kitabında bu kitabına oranla bu düşüncelerini biraz daha yumuşak bir şekilde ifade etmeyi tercih eder. Özgürlükten vazgeçmenin, insan olmaktan çıkmak anlamına geldiğini vurgulayan Rousseau, ‘’Toplum Sözleşmesi’’ adlı kitabında insanın ancak toplum içinde özgür olabileceğini savunur.

Rousseau’ya göre her şeyden önce insan Thomas Hobbes’un tam aksine (zira Hobbes’a göre insan doğuştan bencil bir varlık olarak doğmuştur) doğuştan iyi bir birey olarak doğmuştur. Rousseau’ya göre, insan doğa durumunda kötü değildir. Toplumsal hayata geçiş ve bu geçişin beraberinde getirdiği kötü yönetimlerin insanı kötüleştirdiğini savunur. Rousseau’ya göre kötülük toplumun kurumsallaşmasının bir sonucudur.

Rousseau bu kitabında ayrıca şunları da söylüyordu:

‘’İnsanın içinde var olan ve hiçbir zaman doyuramadığı ‘yalnızlık’ hissidir.  O yalnızlık hissi ki, kimilerinde din algısını yaratır. Bir tanrının kanaati altında olduğunu düşünüp güvende hisseder insanoğlu. O yalnızlık hissi ki, aile mevhumunu yaratır. Bir ömür sürmesi planlanan imzaları atar ve herkesin de atmasını bekler, toplumsal ahlak anlayışı oturur, baskı doğar. O yalnızlık hissi ki, kapitalizmi körükler. Parçası olamadığı toplumda hükümdar olmak ister insan. Kendini özel, önemli hissetmek için kapitalistleşir, kapitalist sistemde ahlak sadece kitlesel bir sakinleştiricidir. Eşitsizliklerin kaynağı, insanın içindeki yalnızlık, ölümlülük, önemsizlik hissidir. Çünkü insan ruhu, var olanların hem en güzeli hem de en çirkinidir.’’

Rousseau bu kitabın bir başka bölümünde ise şöyle yazar:

‘’İnsanların ormanda yaşadıkları ilkel zamanlarda, mağazalarda alışveriş yapmadıkları ve gazete okumadıkları dönemlerde önemli bir fırsatı vardı insanlığın: kendini dinleyebiliyor ve bu yüzden tatminkâr bir yaşamın en temel gereklerini karşılama şansını elinde tutuyordu.'’ (Dikkat edin yıl 1700'lü yıllardır. Rousseau 1712-1778)

Rousseau'ya göre tatminkâr bir yaşamın en temel gerekleri ise; aile sevgisi, doğaya saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan hazdı.

Rousseau kitabında, bizlerin her ne kadar bağımsız akıllara sahip olduğumuzu düşünsek de aslında kendi ihtiyaçlarımızın neler olduğunu anlamak konusunda sefil bir durumda olduğumuzu, aklımızın, bize tatmin olabilmek için neye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyen dış seslerin tesiri altında olduğunu iddia eder. Ben de dışarıdan güdülenen hırsın, isteğin, arzunun sonu yoktur diye düşünürüm; insan vazgeçebildiği oranda zengindir diye bilirim...

Zaten Voltaire de bu kitabı okuduktan sonra Rousseau ile olan mutat atışmalarının bir parçası olarak Rousseau’ya yolladığı mektubunda kitapla ilgili olarak şu ifadeleri kullanır: ‘’Bizi yeniden hayvan yapmayı istemek için bunca zekâ şimdiye kadar hiç kullanılmamıştı; eserinizi okuyup bitirince insanın içinden dört ayak üzerinde yürümek isteği geliyor.’’

Ve sonuç…

Biraz uzun yazdım ama şunu göstermek istedim: 17 Ağustos 1999'da meydana gelen depremin ardından ülkemizde yaşanan tartışmalar, 1755 yılındaki Lizbon’da yaşanan depremden sonra yapılan tartışmaların bile çok mu çok gerisinde kalmıştır...

Merak etmeyin 24 Ocak 2020 tarihinde Elaziğ depreminden sonra da TV’lerde 1999 Marmara depremine benzer tartışmalar yapılacak, fıtrattan, kaderden, her şeyi devletten beklememeden bahsedilecek, ölenlere mevlit okutulacak, deprem için alınan vergiler ilgisiz yerlere harcanmaya devam edilecek ve deprem fikri unutulmaya bırakılacaktır. İnanmıyorsanız 1999 Marmara depreminden sonra konuşulan ve tartışılan konulara ve yapılanlara bir bakın.

Gerçekten de ülkemizde 17 Ağustos Marmara Depremi'nin ardından yaşanan tartışmaları ve yapılmayanları hatırlayınca Voltaire'nin de dediği gibi insanın içinden dört ayak üzerinde yürümek isteği geliyor...

Osman AYDOĞAN




Dorian Gray'in Portresi

24 Ocak 2020

‘’Dorian Gray'in Portresi’’ (Can Yayınları, 2016), İrlandalı oyun yazarı, romancı ve şair Oscar Wilde'ın Nisan 1891'de yayımlanmış olan tek romanıdır.

Oscar Wilde bu romanda çıkış noktası olarak, antik Yunan’da geçen bir efsaneyi konu alır. Roma imparatorluğunun "Beş İyi İmparator'’un üçüncüsü olan Hadrianus’un saltanatının sendeleyen bir başlangıcı, şanlı bir ortası ve trajik bir sonu vardır. İşte bu İmparator Hadrianus, güzelliği ile nam salan, genç yağız bir delikanlı olan Yunanlı gözdesi Antinous ile aşk yaşar (!) Rivayete göre gözde Antinous yaşlanmakta olan ve yaşlanmaktan korkan Hadrianus için kendini Nil Nehri'nin azgın sularına bırakarak, kalan ömrünü sevgilisine armağan eder. İşte Oscar Wilde'ın bu romanın çıkış noktası antik Yunan’da geçen bu efsaneye dayanır.

Romanın kahramanı Dorian Gray çok yakışıklı genç bir adamdır. Dorian Gray'ın hayranı olan ressam Basil Hallward, onun güzelliğinden çok etkilenir ve sanatında yeni bir akım oluşturduğuna inanır. Basil'in evinin bahçesinde, Dorian Gray, Basil'in arkadaşı Lord Henry Wotton ile tanışır ve onun dünya görüşünden adeta büyülenir.

Lord Henry, hayatta en önemli değerlerin zevk ve güzellik olduğunu düşünür ve ‘’Hazcılık’’ üzerine kurulu bu düşüncelerini Dorian Gray'a anlatır. Dorian Gray bunun üstüne güzelliğini bir gün yitireceğini fark eder ve ağlayarak onun yerine Basil'in çizdiği resminin yaşlanmasını ne kadar çok istediğini dile getirir. Bu isteğini şöyle seslendirir Dorian Gray; "Keşke tersi olabilseydi! Keşke her zaman genç kalacak olan ben olsaydım da portrem yaşlansaydı! Bunun için... Bunun için her şeyi verirdim!"

Dorian Gray'ın bu dileği gerçekleşir. Portresi işlediği her günahın izini taşımak üzere işaretlenir ve bu günahların her biri portresinde kusur veya yaşlanma belirtisi olarak yer alır. Dorian Gray, sansasyonlarla dolu bir hayat yaşar ama bir türlü yaşlanmaz. Ancak Dorian Gray’ın kalan dış güzelliği yanında iç dünyasının çirkinleşmesi bu resimde canlandırılır.

Romanda; başlangıçta olağanüstü güzellikte ve saf bir ruha sahip olan Dorian Gray'in güzellik ve gençlik uğruna ve çekiciliğinden aldığı güçle zaman içinde yozlaşmasını ve şeytani bir ruha bürünmesi anlatılır. Dorian Gray'in isteği (daima genç ve güzel olmak) gerçekleşir ama her şeyin bir bedeli vardır ve bu bedel bazen ağır bir biçimde ve geç bir dönemde ödenir. Romanın başında masum Dorian Gray vardır. Sonrasında ise Dorian Gray''ın ruhu ilmek ilmek karanlıkla işlenir. Dorian Gray'in saf ve güzel portresi ise Dorian Gray'in şeytani ruha bürünmesi ile zamanla çirkinleşip şeytani bir hal alır...

Oscar Wilde romanının ilerleyen sayfalarında Dorian Gray’in şahsında insan ruhunun derinliklerinde ne menem bir karanlığın bulunduğunu oldukça etkileyici bir şekilde ortaya koyar. Dorian Gray bu karanlığı kontrol edemez. Çünkü manik depresif- psikotik örüntüleri onu şehvet, güç ve haz dolu kaotik bir evrene hapseder.  

Romanın da özünü sanırım şu iki dize çok net bir şekilde anlatır: "Bir hüznün resmi gibi / kalbi olmayan bir yüz."

Sonuç olarak Dorian Gray’in dileği gerçekleşmiş, zevk peşinde koşarak geçen sefih hayatına karşın hep genç ve yakışıklı kalmıştır. Fakat bu arada portresi geçen zamanın ve bu genç adamın yaşadığı sefih hayatın izleriyle giderek yaşlanıp çirkinleşmiştir. 

Portreye odaklanan, sonsuz gençlik karşısında ruhunu satan ve ruhunun ölmüş olmasından korkan Dorian için kurtuluş yoktur. Sonunda Dorian Gray bu çirkin tabloyu ortadan kaldırmaya karar verir ve tabloyu bıçakla parçalar. Ancak tabloyu ortadan kaldırmak için onu bıçaklayıp parçalayan Dorian Gray’ın bıçakla parçalayıp öldürdüğü aslında kendisidir... 

Cinayet yerine gelenlerin orada gördükleri ise yaşlı ve çirkin bir adamın cesediyle genç ve yakışıklı bir adam portresidir…

''Dorian Gray’in Portresi'' romanını Oscar Wilde, “bir ruhun hikâyesi'' diye tanımlar ve ''herkes Dorian Gray'da kendi günahını görecektir'' der. Günümüzde de halen aramızda yaşayan nice Dorian Gray’ler, nice Dorian Gray'lerin ruhları ve bu ruhların nice hikâyeleri ve nice günahları vardır. Ve Oscar Wilde'ın dediği gibi, herkes Dorian Gray'da kendi günahını görecektir. Bu Dorian Gray'ler portrelerle tersini göstermeye ne kadar çalışsalar da ruhlarını şeytana sattıklarını gizleyemezler.

Tabii bütün Dorian Gray’ler kendisini kaybedip savrulmuyor. Ruhları karanlığa boyansa da şehvetin, gücün, kibrin, hırsın ve nefretin özgürce vals ettiği bu ruhlardan bazıları tutkularının aleviyle halen yanmaya ve yakmaya devam ediyor. Doymak ya da had bilmek onlar için günahın ta kendisi ama hayat denen oyunu usturuplu şekilde oynamasını da biliyorlar.

Ancak; Oscar Wilde'nin ''Dorian Gray’in Portresi'' romanı için ilham aldığı antik Yunan efsanesindeki Roma imparatoru Hadrianus'ta olduğu gibi her Dorian Gray'ın saltanatının sendeleyen bir başlangıcı, şanlı bir ortası ve trajik bir sonu vardır. 

Allah onlara kapılanların yar ve yardımcısı olsun... 

İbn-i Haldun o muazzam eseri Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi...

‘’Edebiyat’’ kelimesi ise; Arapça ‘’edep’’ kelime kökünden gelir ve görgü, terbiye, yaşam tarzına ilişkin hikâye ve gözlemler anlamlarına gelen bu ‘’edep’’ kelimesinin çoğuludur. Platon, ‘’Devlet’’ isimli eserinde edebiyatı genel anlamı ile hayatın yansıması olarak tanımlar… Çünkü tarih, edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır.

Bakmayın siz böyle uzun uzun anlattığıma… Gündemi mi takip edeceksiniz? Algı yaratmak için manipüle edilmiş haberlerin arasında kaybolmayın. Gerçeği mi görmek istiyorsunuz? Tarihe, debiyata, sanata sığının… Neden ben hemen hemen her gün tarihten, edebiyattan, şiirden, sanattan bahsediyorum zannediyorsunuz ki?

Zaten ne varsa tarihte, edebiyatta, şiirde ve sanatta vardır…Gerçeği orada görürsünüz…. 

Osman AYDOĞAN




Eğer tarifi bir mümkünsüz özlem içindeyseniz!

20 Ocak 2020

Üst üste türkülerimizden bahsedince, burada durmayayım devam edeyim istedim… Bugün de Âşık Gülabi’nin en meşhur bir türküsünü vereyim.

Âşık Gülabi (Gülabi Gültekin), 1 Ocak 1950 yılında Çorum'un Sungurlu ilçesinin Çayan köyünde doğar. 7-8 yaşından sonra saz çalmaya başlar. Saz bilgi ve öğrenimi çocukluk yıllarında Anadolu köylerinde yaygın olarak yerel ozanlarının köy köy gezip köy odalarında dinletiler verdiği döneme denk gelir. Gülabi de Çayan köyüne gelip köy odalarında saz çalan aşıklara ilgi duyar ve saza başlar... 

Âşık Gülabi’nin en meşhur türküsü ‘’Döngel bir tanem’’dir. En güzel de Selda Bağcan seslendirir. Bu türkü Selda Bağcan’ın 2002 yılında çıkardığı ‘’Ben geldim / Sivas’ın yollarına’’ albümünde yer alır.

Eğer bir gurbetteyseniz! Eğer bir hasretteyseniz! Eğer tarifi bir mümkünsüz, anlatılası bir imkânsız özlem içindeyseniz! Eğer bir gidenin ardından bir umutla bekleyenseniz! Gecenin bu vakti demeyin okuyun ve dinleyin derim….

Çünkü; ‘’Döngel bir tanem’’, bir yakarıştır... Çünkü; ‘’Döngel bir tanem’’, kafesindeki bir bülbül gibi feryat, figan halinde gidene bir haykırıştır. Çünkü; ‘’Döngel bir tanem’’, bir sevgilinin, bir gidenin; su dibinde mahi gibi, sahralarda ahu gibi, Abdal olup Ya Hu gibi, Yunus olup Mevla gibi çağrılışıdır. 

Çünkü; ‘’Döngel bir tanem’’, Âşık Mahzuni Şerif'in ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsündeki işte o ''Çeşm-i Siyah''ın; işte o cenneti bırakıp da viran ellere gidenin dönmesi için iki çeşm ile ağlayışıdır...

Âşık Gülabi'nin soy ismindeki ''Gülabi'' Farsça bir kelimedir... ''Gül'' ve ''Ab'' kelimelerinden meydana gelmiştir. Gül; ''gül''dür, ''ab'' ise su... Gülabi; ''Gülsuyu'' demektir...  İşte ‘’Döngel bir tanem’’, bülbülün güle çatlarcasına bir seher vakti gözyaşı dökmesidir. Ve dökülen gözyaşlarının gülsuyu olup bir öylesine sel olup akıp gitmesidir...

Öz ağlamazsa göz ağlamazmış derler… Ancak bu türküde gözlerin yanında öz de ağlıyor…

‘’Döngel bir tanem’’; sadece giden sevgilinin değil, yitip giden iyiliğin, güzelliğin, asaletin, nezaketin, zarafetin, iyi atların, iyi insanların ardından yakılan bir ağıttır, bir feryattır, bir figandır…

Aşık Gülabi, halen İstanbul’da yaşamaktadır... Âşık Gülabi (Gülabi Gültekin)’e Allah’tan sağlıklı ve uzun ömür diliyorum…

Osman AYDOĞAN

Selda Bağcan, ‘’Döngel bir tanem’’:
https://www.youtube.com/watch?v=i_a1L-3Pdi8

Döngel bir tanem 

Güneşe, yıldızlara sorar seni ararım 
Yağmura, bulutlara sorar seni ararım

Yorgunum aramaktan, gördüğüme sormaktan
Dön gel bir tanem dön gel

Asırlık şu çınara su içtiğim pınara 
Havadaki turnaya sorar seni ararım

Ağaçlar çiçek açtı, ayrılanlar kavuştu
Dön gel bir tanem dön gel

Şehirde varoşlara, caddeye sokaklara 
Mecnun misali sana sorar seni ararım

Gözlerim yaşla doldu, sen yine de gelmedin
Dön gel bir tanem dön gel

Gülabi'yi gurbette ağlattın hasretinle 
Nerdesin şimdi nerde sorar seni anarım

Dön gel bir tanem dön gel, nedir ki sana engel
Dön gel bir tanem dön gel




Uyan Sunam Uyan

19 Ocak 2020

Dünkü yazımda Malatyalı Fahri Kayahan'ın ''Yolum Düştü Suriye'ye'' isimli gazelini kendi sesinden vermiştim… Söz Malatyalı Fahri Kayahan'dan açılmışken ve hazır günlerden de Pazar iken Fahri Kayahan ile özdeşleşen hepimizin bildiği ancak yanlış bildiği bir türküyü anlatayım istedim: ‘’Uyan Sunam Uyan’’ 

Bu türkünün söz yazarı ve bestesi Malatyalı sanatçı Fahri Kayahan olarak bilinir. Ancak gerçek öyle değildir. Türkü Fahri Kayahan ile tanındığı ve anlatacağım olayla özdeşleştiği için sanki söz yazarı ve bestesi Fahri Kayahan’ınmış gibi anılır olmuştur.

Bu türkü TRT kayıtlarına göre 3163 repertuar numaralı, Erzurum yöresinden Haydar Telhüner’e aittir. Derleyen ve notaya alan Ali Canlı’dır.  Hüseyni makamında ‘’aşk sevda’’ türküsüdür. Bir başka rivayete göre yöre olarak Sivas ve kaynak kişi olarak Halil Sarıoğlu olduğu da söylenir...

Şimdi gelelim Fahri Kayahan'ın hikâyesine…. Hikâyeyi okuyunca türkünün sözlerinin ve bestesinin de neden Fahri Kayahan ile anıldığını daha iyi anlayacaksınız.

Fahri Kayahan’ın hayatı muammalarla doludur, bu nedenle hakkında anlatılanlar zaman içinde birer efsaneye dönüşür. Kısıtlı bilgiler etrafında oluşturulan senaryolar Fahri Kayahan’ın gerçek hayat hikâyesine ulaşmayı imkânsız kılar. Bu yüzden Fahri Kayahan hakkında bahsedilenler çoğunlukla rivayetten ibaret kalır…

Fahri Kayahan 1918 yılında Malatya’da doğar, orta ve lise tahsilini Malatya’da tamamlar. Babası Malatya’nın en büyük manifatura dükkânına sahip olduğu için genç Fahri bu dükkânda çalışır. Bu nedenle de çok şık giyinir.

Fahri’nin gözü müziktedir. Her zaman bir enstrüman çalmak, türkü söylemek ister. İlk önce bağlama çalmaya heves eder ve bir süre bağlama çalar. Daha sonra Karaköylü Reşat Dayı’dan tambur dersleri alır. Fahri Kayahan’ın müzik yaşamındaki en önemli olaylardan biri de bağlamayı bırakıp tambur çalmasıdır.

Genç Malatyalı Fahri, katıldığı bir düğün sırasında Fahriye isminde genç ve güzel bir kızla tanışır. Malatya’nın ileri gelen ailelerinden olan Hamikoğulları’ndan Hacı Ağa’nın kızı Fahriye ile 1933 yılında evlenir.

Hacı Ağa konağına iç güveyi giden Fahri kısa zamanda bu konakta yapılan müzik toplantılarının tanınmış simaları arasına girmeyi başarır. Konakta keman, piyano, ud, tambur gibi enstrümanlar bulunmaktadır. Hacı Ağa keman çalmakta, damadı Fahri de ona tamburu ve sesi ile eşlik etmektedir. O yıllar Malatya’nın büyük konaklarında düzenli olarak müzikli ziyafetler olur, müzik halkın yaşamında önemli bir yer tutar ve bir çok insan enstrüman çalmayı bilir... Bu gelenek o zamanlar sadece Malatya’da değil, Yozgat’tan Kayseri’ye bütün bir Anadolu şehirlerinde vardı… Bir de şimdiki Anadolu’nun şehirlerinin çorak halini düşünün. Örneğin Yozgat 1915 öncesi 70 evde piyano olan bir yerdi, şimdiyse milletvekili olarak Bekir Bozdağ çıkıyor. (Murathan Mungan) Nereden nerelere geldik?

Bir süre sonra Fahriye Hanım hamile kalır ve 1934 yılında Suade ismini verdikleri bir çocukları olur. Fahriye ve Fahri Kayahan çifti mutluluk içinde yaşamlarını sürdürmektedir.

1936 yılının Ocak ayının son gününde, 30 Ocak’ı 31 Ocak’a bağlayan gecede, Fahri Kayahan’ın sonraki yaşamında derin izler bırakacak ve onu her zaman acı çekmeye mahkûm edecek bir olay yaşanır. Bu olay hakkında anlatılan birçok hikâye mevcuttur. Hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu bilinmemektedir. Fahri Kayahan’ın hayatını değiştiren bu talihsiz olay ile ilgili en çok anlatılan rivayet şöyledir;

Devir, o zamanın Malatya’sı… O dönemin kadınlarının en büyük eğlencesidir, haftada bir yapılan hamam sefaları… Kendilerine ayrılan günde toplanıp hamama gider mahallenin tüm kadınları… İşte o hamam sefalarından birinde Fahriye'nin sırtında bulunan ve normal şartlarda kıyafetinden asla görünme ihtimali olmayan bir ben dikkatini çeker hamamda bulunan ve Fahriye’nin yakın arkadaşı olan Neriman Hanım’ın… Neriman Hanım, akşam eve geldiğinde laf arasında eşi Mustafa Bey’e, Fahriye’nin sırtında ben olduğunu anlatır…

Aradan zaman geçer… Fahri Kayahan bir gün evlerinin yakınında bulunan kahvede Mustafa Bey ile karşılaşır… Aralarındaki sohbet belli bir süre sonra tartışmaya dönüşür ve olay karşılıklı hakarete kadar gider… Fahri Kayahan hiddetle cevap verir Mustafa Bey’e: “Bir daha karşıma çıkma, seni el âleme rezil ederim.” Bu söylem karşısında sinirlerine hâkim olamayan ve sırf Fahri Kayahan’ı yaralamak gayesiyle hareket eden Mustafa Bey’in dudaklarından şu sözler dökülüverir: “Sen benimle uğraşacağına kendi karına sahip çık, ben senin karının sırtındaki beni bile bilirim.”

Fahri Kayhan beyninden vurulmuşa döner… Evet, inanamaz biricik Fahriye’sinin kendisine ihanet ettiğine, ama bu başına gelen neyin nesidir? Elin adamı, Fahriye’nin sırtındaki beni nerden bilecektir? Bu sorular kafasında iken eve varır, dayanamaz ve karşısına alıp Fahriye’ye durumu anlatır… Fahriye iki gözü iki çeşme yeminler eder Fahri Kayhan’a: “Aman beyim etme” der, “Bakar mıyım senden bir başkasına?” O gece konuşurlar, konuşurlar… Fahri Kayhan eşine sarılır ve ikna olduğunu söyleyip bir daha hiç açmamacasına konuyu kapatır…

Lakin durum hiç de öyle olmamıştır… O günden sonra istemeden de olsa aklında hep o şüphe, Fahri Bey karısına kötü davranır… Yine bir akşam yemekte sudan bir sebeple çıkan tartışma sonrasında Fahri Kayahan ceketini alır ve başlar Malatya sokaklarında dolaşmaya…

Eve geldiğinde neredeyse güneş doğmak üzeredir… Eve girer ve gördüğü manzara karşısında dona kalır… Biricik karısı Fahriye, kendini asmıştır… Sallanan ayağının dibinde elinden düşmüş bir mektup durmaktadır. O mektupta Fahriye son sözlerinde şunları yazmıştır: “Kusura bakma beyim, ama günlerdir kafandaki soru işaretlerinin sebebini bilmekteyim… Kendimi temize çıkarmak için başka yol göremedim. Şunu bil ki, ben sana hiç ihanet etmedim…“ Fahri Kayahan gözyaşları içinde eşinin cansız bedenini yağlı urgandan ayırır, yere yatırır… Islak gözlerini silerken bir bakar ki hava aydınlanmıştır… İçindeki yangın öyle büyüktür ki artık söz bitmiş, kelimeleri tükenmiştir.

Bir başka rivayete göre de Fahri Kayahan bu dedikoduları kaldıramaz ve Fahriye’yi öldürür. Ailesinin şikâyetçi olmaması ve Fahri’nin de bir karıncayı dahi incitmeyecek bir yapıda olması bu rivayeti çürütür...

Bunlara benzer birçok rivayet vardır ancak hangisinin gerçek olduğu bilinmemektedir. Fahriye hanım intihar mı etti yoksa Fahri Kayahan mı vurdu veya bir kaza kurşununa mı kurban gitti, hâlâ anlaşılamamıştır.

Fahriye hanımın hayatını kaybetmesinin acısı Fahri Kayahan’da bir daha silinemeyecek etkiler bırakır. Fahri Kayahan bir daha Malatya’ya dönmemek üzere iki yaşındaki kızını da alır İstanbul’a gider. İçine kapanır. Bir nebze de olsa teselliyi müzikte bulur. İstanbul’a gelince ünlü müzisyenlerle tanışır. Bu isimler arasında Selahattin Pınar, Artaki Candan gibi isimler de vardır. 1937 yılında Almanya’ya giderek Polydor Plak firmasına 7 adet plak doldurur. Yurda döndüğünde sesinin ve bestelerinin güzelliği kısa süre de duyulmaya başlar. Birçok önemli bestesini de bu dönemde yapar. 1940’lı 1950’li yıllarda elde edeceği şöhretin temellerini bu dönemde atar. 

1937 yılında Atatürk’ün huzuruna çıkıp şarkı söyler Fahri Kayahan. Atatürk’ün daha önce duyduğu ve diline dolandığı Fahri Kayahan şarkısı “Sarı Kurdelem”ı Ata’nın huzurunda söyleyince Atatürk de Fahri Kayahan’a “Ben olsam kaymak ile beslerim” diyerek latife de bulunur.

1940’lı yıllarda Müzeyyen Senar ile “Kerem ile Aslı” Suzan Yakar ile “Saz ve Caz” isimli filmlerde oynar. Bazı filmlerde ise sadece tamburu ve sesi ile film müzikleri yapar. Bunların yanında 60 film senaryosu yazar. Bunlardan bazıları; Sarı Kordela, Şirvan ile Abuzer, Ezo Gelin, Bülbül, Öldüren Yumruk, Gümüş Kırbaç, Perçemli Aslan, Yıldızlardan Gelen Dilber, Sokak Rakkasesi…

Dost meclislerindeki Fahri Kayahan sakin, duygulu, samimi kişiliğiyle tanınır. 

Hayatının son döneminde yaşadığı bir talihsiz olay daha vardır ki bu olay Fahri Kayahan’ın dayanma gücünü yitirmesine sebep olur. 1969 yılında, gece yarısı evine döndüğünde evinin soyulduğunu görür. Bütün Plakları, elbiseleri, kıymetli özel eşyaları ve en önemlisi birçok bestesi çalınır. Olay karşısında şok geçiren Kayahan hastaneye kaldırılır. Çilelerle ve sıkıntılarla dolu bir yaşamın ardından yaşanan bu olay karşısında vücudu ve gönlü dirençsiz kalır. Yaklaşık bir ay hastanede yatar. Doktorların tüm çabalarına rağmen kurtarılamayarak 22 Nisan 1969 Salı günü yaşama veda eder. Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilir.

Malatya maalesef Fahri Kayahan için hayatı boyunca acının bir simgesi haline gelir. Yıllar sonra trenle Malatya’dan geçen Fahri Kayahan Malatya’ya bakar ve “gözlerimi bağlayın ne Malatya beni görsün ne ben Malatya’yı” der.

Zor bir hayatın ardından Malatyalı Fahri geride birbirinden değerli besteler ve patenti kendisine ait olan bir enstrüman yani “cümbüş”ü bırakır Klasik Türk Müziği ile halk müziğini birbirine yaklaştıran bir tarzı vardı. Bugün Fahri Kayahan’ın yaşamı, kimliği unutulmaya yüz tutmuştur. Ama besteleri hala sevilmektedir, yaşamaktadır ve yaşamaya devam edecektir. Allah rahmet eylesin, nûr içinde yatsın...

‘’Suna’’ erkek ördeğe verilen bir isimdir. Görünüşündeki zarafet sebebiyle kadın ismi olarak kullanılır. Boyu posu düzgün, ince, güzel ve endamlı kadın anlamında kullanılır. ‘’Suna boylu’’ ismi buradan gelir.

Türkü kime ait olursa olsun, ister Erzurum yöresinden Haydar Telhüner’e ait olsun, ister Malatya yöresinde Fahri Kayahan’a, ister Sivas yöresinden Halil Sarıoğlu’na ait olsun. Ama gerçek olan şu ki bu türkü Anadolu’nun, bozkır yaylalarının, garip, mahzun, mağmum insanlarının türküsüdür.

“Uyan Sunam Uyan” türküsünü dinlerken her bir dizede yüreğiniz sızlar... İçiniz burkulur… İçinizden siz de tekrarlarsınız dizeleri içiniz sızlaya sızlaya: ‘’Hiç kimse bilmez halinden’’… ‘’Bunca diyar gezdim gözlerin için’’…. ‘’Çektiğim gönül elinden’’… Bu türkü bu dünyada söylenmiş en naif bedduayı da içerir: "Dilerim Allah’tan sızlasın için''…

Ve demez mi en sonunda; ‘’Uyan sunam uyan derin uykudan’’… 

Bakmayın siz böylesine gamlı, kederli, mahzun ve mağmum bir türkü seçtiğime... Ne yapayım ülke gündemi böyle... Ben yine de sizlere güzel mi güzel, pırıl pırıl, sıcacık bir Pazar günü dilerim...

Osman AYDOĞAN

Şükriye Tutkun: “Uyan Sunam Uyan”
https://www.youtube.com/watch?v=L7epuTkWBDo

Uyan Sunam Uyan

Şafak söktü gine sunam uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım sunam sesim duyulmaz
Uyan sunam uyan derin uykudan

Çektiğim gönül elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halinden
Uyan sunam uyan derin uykudan

Bunca diyar gezdim gözlerin için
Niye küstün bana el sözü için
Dilerim Allah'tan sızlasın için
Uyan sunam uyan derin uykudan

Çektiğim gönül elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halinden
Uyan sunam uyan derin uykudan

Fahri Kayahan’ın hakkındaki bilgiler  ‘’Malatya Günlüğü’’ adlı İnternet sitesinden faydalanarak hazırlanmıştır. 




Yolum düştü Suriye’ye Afrin’e…

17 Ocak 2020

Erol Toy'un çok güzel bir kitabı vardı iki ciltlik: ''Toprak Acıkınca'' (Yaz Yayınları, 1998) Kurtuluş savaşını anlatırdı… Bu kitapta bir hikâyecik hatırlıyorum torun ile nine arasında geçen...

''Nine ölüm nedir?'' ''Ölüm neye benzer biliyor musun Hasan?'' ''Neye nine'' ''Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Belirli bir süre içinde acıkır. O zaman sürmek gerekir onu. Ekmek gerekir. Doyduysa ne âlâ. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. Oda yetmez Hasan'ım. Gayrı alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır.''  Susar nine... Bir süre düşünür sonra yeniden devam eder: ''İşte ölüm, insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzer.''

Bir tohum gibi toprağa düşen gencecik askerlerin haberleri gelince hep bu nineyi anımsarım.  Düşünür, sorgularım... Nasıl bir açlıkmış bu böyle? Bu toprakların ne doymak bilmez ne bitmek bilmez bir iştihasıymış bu?

1’nci Dünya Savaşı'nda, Enver Paşa, Galiçya'ya da asker göndermeye karar verince; birliklerde talimler yoğunlaşmış... Bazı onbaşılar da acemi eratı yetiştirmeye çalışıyormuş... Bir onbaşı, askere yeni gelmiş bir neferi çekmiş önüne; ''Sol yanın doğu, sağ yanın batı, önün güney; söyle bakalım, demiş, arkanda ne kaldı?'' Nefer boynunu bükmüş: ''Arkamda'', demiş, ''arkamda genç bir kadınla, iki küçük çocuk kaldı...''

Kimisi nişanlı, kimisi evli... Kimisinin bebeği yolda, kimisininki daha yeni kucakta… Kimisinin terhisi gelmiş, kimisinin daha yeni tayini çıkmış, kimisi daha yeni göreve başlamış… Her birisinin, ciğerleri sızlatan daha nice hikâyesi... Eline diken battığında yüreği yanan anaların bir anlatılamaz evlat acısı…

Erzurum yöresinden Muharrem Akkuş ile Yücel Paşmakçı’nın derledikleri bir türkü vardı, askere gidip de dönmeyen evlat acısını anlatan;

‘’Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte canan bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi canan buna ne çare
Yandı ciğerim de canan buna ne çare’’

Daha sonra bu türküye Kore Savaşı nedeniyle bir dörtlük de eklenmişti;

"Kore dağlarında ot kucak kucak
ne bilsin analar (oy oy) böyle olacak
rahmet yerine kurşun yağacak
gitti de gelmedi canan buna ne çare"

Bugün artık Kore'nin dağlarında kucak kucak otlar yanmıyor ama bugün tüm bir milletin bir mezhep uğruna Suriye’den gelen şehitlerine ciğeri yanıyor. 

Gitti de gelmedi canan buna ne çare?
Yandı ciğerim de canan buna ne çare?

Malatyalı Fahri Kayahan'ın günümüzde artık kimseciklerin bilmediği güzel bir türküsü var: ''Yolum Düştü Suriye'ye Halep’e’’ diye… Bu türküyü kendi sesinden vermeden geçemedim... Bu türküde öyle bir ''Halep'' deyişi vardır ki Malatyalı Fahri'nin - siz yine de ‘’Halep’’e yerine Halep yolu üzerindeki ‘’Afrin’e’’ diye dinleyin - ve ‘’gitti de gelmedi canan’’ diye feryat eden içlerine ateş düşmüş ocakları düşünün. O zaman zaten kafesine hapsedilmiş yabani kuşlar gibi çırpın çırpın çırpınır kalbiniz...

Milletimizin başı sağolsun…

Osman AYDOĞAN

https://www.youtube.com/watch?v=auGtc6e7Nb8




Ruhlarımız Geride Kalıyor

16 Ocak 2020

İtalyan sineması denilince ilk akla gelen İtalyan film yönetmeni Michelangelo Antonioni'nin 1995 yapımı "Par-delà les Nuages" (Bulutların Ötesinde) adlı bir filmi var. Michelangelo Antonioni İtalya'ya ve Fransa'yı gezer. Oralarda dört aşk hikâyesine tanık olur, bir araya getirerek film yapar. Hikâyelerin ortak noktası merkezlerinde bir kadının olmasıdır.

Michelangelo Antonioni filmi çekerken yaşlı ve felçli birisi olarak tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğundan film çekiminde kendisine Alman film yönetmeni, oyun yazarı, fotoğraf sanatçısı ve yapımcı Wim Wenders yardımcı olur.  

Bu film 1995 yılında Venice Film Festivali'nde Michelangelo Antonioni ve Wim Wenders'e ‘’Fipresci Ödülü’’ (*)nü kazandırır.

İşte bu filmde hoş bir sahne ve hoş bir hikâye vardır. Genç kız bir kafede gizemli bir erkekle tanışıyor ve adam ona şu hikâyeyi anlatıyor:

''Bir zamanlar Afrika'da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile zor doğa koşullarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş.

Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı birden durmuşlar. Taşıdıkları yükleri yere indirmişler ve hiç konuşmadan beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekliyorlarmış. Bu anlaşılmaz durumu yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra şu şekilde ifade etmeye çalışmış: 'Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.' ''

Modern şehir hayatının ve çağımızın getirdiği en büyük sorunlardan biri bu; "hızla ve sonu bir türlü gelmeyecek olan hedeflere doğru çılgınca koşuşturmak" ve koşuştururken etraftaki ayrıntıları, manzaraları, küçük mutlulukları, kısaca hayata dair pek çok yaşanası güzelliği görememek ve kaçırmak... Ya da yaşanan yığınla drama, saçmalığa ve ilkelliğe seyirci kalmak, duyarsızca sadece bakıp geçmek ve gitmek... Artık kimse güneşin doğuşunu veya batışını, bulutların hareketini, gökyüzünü, yıldızları izlemiyor, bir böceğin vızıltısını, bir ağacın hışırtısını, bir rüzgârın uğutusunu dinlemiyor...

Montaigne, denemelerinde şöyle derdi: ‘’Herkes önüne bakar, ben içime bakarım; benim işim yalnız kendimledir. Hep kendimi gözden geçiririm, kendimi yoklarım, kendimi tadarım… Bir şey öğretmem, sadece anlatırım…’’

Yeter artık değil mi? Çok hızlı gidiyoruz! Biraz durup, mola vermeli, orada ruhlarımızı beklemeli, her günün bitiminde yatağa uzanıp Montaigne gibi kendi içimize doğru bakmalıyız. Güneşin doğuşunu ve batışını, gökyüzünü, bulutları, yıldızları izlemeli, böceklerin vızıltılarını, ağaçların hışırtılarını ve rüzgârın uğultusunu dinlemeliyiz... Huzur, gerçek ve bütünlük oradadır…

Osman AYDOĞAN

(*) Fipresci (veya Fipresci Ödülü), uluslararası bir sinema yazarları örgütü ve bu örgütün dağıttığı ödülün adıdır. Açılımı Fransızca ''Fíédíération Internationale de la Presse Ciníématographique'' şeklinde olan bu örgütün (ödülün) İngilizce adı ise ''International Federation of Film Critics'' 'tir. Türkçe'ye ''Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu'' (Ödülü) olarak çevrilebilir. 




Justinianus ve onun Roma imparatorluğunu diriltme çabaları ve sonuçları

12 Ocak 2020

Bir böğürtlen çalısı olarak tarih

Son yıllardaki Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki gelişmeler; ABD'nin Ortadoğu'da bitmeyen müdahaleleri, Irak, İran ve Suriye’deki olaylar, Türkiye’nin Suriye’ye askerî harekâtı ve Libya’ya asker göndermesi, 3. İstanbul Havaalanı, Kanal İstanbul, Yeni Osmanlıcılık söylemleri ve politikaları bana, benim geç keşfettiğim bir Fransız tarihçi Fernand Braudel’i ve Doğu Roma İmparatoru Justianianus'u ve ve onun Roma imparatorluğunu  yeniden diriltme çabalarını hatırlattı.

Fernand Braudel (1902– 1985) bir coğrafyacı olmasına rağmen, tarih biliminde neredeyse devrim yaratan bir ekolün, en ünlü temsilcilerinden birisidir. Braudel’e göre zamanın hızı gerek mekândan mekâna gerekse hangi zaman türünden bahsedildiğiyle ilgili olarak farklılık gösterir.  Braudel’in kastettiği mekân Akdeniz’dir… Özellikle Doğu Akdeniz’dir…  (Braudel, ‘’Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ’’ Metis Yayıncılık - Tarih Toplum Felsefe Dizisi, 2016) Braudel’in anlattığı Doğu Akdeniz’de sabit bir zaman sınırı da yoktur. Braudel’e göre dünyanın bir başka mekânı bir başka tarihi yaşarken Doğu Akdeniz Ortaçağ’ı yaşıyor olabilir.

Braudel’in bu görüşünü Alev Alatlı hiç Braudel ismini zikretmeksizin basitçe şu şekilde formüle eder: ‘’Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e ‘zıpçıktı astrolog’ diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Ey, Oğul! Bir şeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır.’’

Braudel’in fikrinden, Alatlı’nin örneğinden yola çıkarak bir ‘’Böğürtlen Çalısı’’nı, Doğu Roma İmparatoru Justianianus'u ve onun Roma imparatorluğunu dirilme çabalarını ve sonuçlarını anlatmak istiyorum… Hani ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler ya. Hani, ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler ya… Hani ‘’Tarih sadece geçmişte olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’ derler ya…

Bakalım üzerinde yaşadığımız bu coğrafya ve onun tarihi bize bu sefer neler söyler?

Uzun bir giriş oldu ama neyse gelelim Justianianus'a ve onun Roma imparatorluğunu dirilme çabalarına… Justinianus ile beraber Justinianus'un zeki ve güzel karısı Theodora'yı da anlatacağım... Tabii ki anlatımımın arka planında hep İstanbul, o zamanki ismiyle Konstantinopolis vardır, bu kadim şehrin tarihi mekânları vardır...

Ama Justianianus'tan önce çok kısa olarak Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu...

Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu

MÖ 1. yüzyılda kurulan Roma İmparatorluğu, Akdeniz’de hüküm süren dünyanın en büyük imparatorlukları arasında yerini alır. Ancak MS 375 yılına gelince Kavimler Göçü ile yaşadığı büyük karmaşanın ardından MS 395 yılında Doğu Roma ve Batı Roma adı altında iki ayrı devlete bölünür.

Batı Roma İmparatorluğu 476 yılındaki Germen saldırısı sonucu yıkılır. Doğu Roma İmparatorluğu ise 1453 yılında Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle birlikte Doğu Roma İmparatorluğu da sona erer.

Justinianus

Doğu Roma İmparatorluğunun, 6. yüzyılda imparatorluk yapmış, imparatorluğa yaptıkları ile damgasını vurmuş ve adından en çok söz ettiren bir imparatoru vardır: I. Justinianus (Jüstinyen)  

Justinianus 482 yılında Makedonya'da Üsküp yakınlarındaki Tauresium adlı bir köyde dünyaya gelir. Asıl adı: Flavius Petrus Sabbatius'dur. Justinianus olarak bilinen adını sonradan alır. Bu ad dayısı olan imparator Justinus tarafından evlat olarak kabul edildiğini gösterir. Justinus’un çocuğu olmadığı için kendine varis olarak yeğeni Petrus’u (Peter) seçer, evlat edinir ve ismini Justinianus olarak değiştirir. Justinus yeğenini Konstantinopolis'e yanına getirtir. Onun iyi bir eğitim almasını sağlar. Bu nedenle Justinianus hukuk, ilahiyat ve Roma tarihi konularında çok iyi bir eğitim alır.

Doğu Roma İmparatoru I. Anastasius 518'de öldüğü zaman, Justinianus’un dayısı Justın Doğu Roma İmparatoru olur. Justin'ın saltanat döneminde Justinianus dayısının en yakın sırdaşı ve yardımcısı olur. Justinianus devlet idaresine büyük bir yetenek gösterir. İmparator Justin yaşlandıkça ve saltanatının son yıllarını yaşamakta iken bunaklaşmaya başlar ve Justinianus imparatorluğun gerçek "de facto" hükümdarı haline gelir... 521'de Justinianus "Roma Konsülü" görevine getirilir ve sonra da doğudaki imparatorluk orduların başkomutanı olarak görevlendirilir. Bu ordu başkomutanlığı görevi ismendi; çünkü Justinianus'un herhangi bir askerlik tecrübesi yoktur. Justinianus 1 Ağustos 527'de öldüğü zaman o vakte kadar zaten ortak imparator olan Justinianus tek egemen imparator olarak kalır. Justinianus’un bir özelliği Latinceyi anadili olarak konuşan son Doğu Roma İmparatoru olmasıdır. İmparator unvanına rağmen tarihçisi Procopius (Prokopius) tarafından Justinianus her zaman yaklaşılabilir ve dostane tavırlarla konuşulabilir karakterli kişi olarak tavsif edilir.

525'te o zamanın toplumsal anlayışı içerisinde bir oyuncu kız olarak toplumun en aşağı kesiminden gelen Theodora adlı gerçekten zeki ve güzel bir kadınla evlenir. O zamana kadar yürürlükte olan Roma kanunlarına göre senatör sınıfından olan birinin böyle alt tabakadan olan bir kadınla evlenmesi yasaktı. Justinianus'un bu evliği yapmasına dayısının karısı itiraz eder. Fakat o ölünce dayısı olan İmparator Justinus yeni bir kanun çıkartarak sosyal sınıflar arasında yapılacak evlenmeleri hukuksal hale getirir. Böylece Justinianus ile Theodora'nın resmen evlenebilmesi mümkün olur. Evlenme ayin törenleri eski Ayasofya Kilisesi'nde Patrik tarafından yapılır.

527 yılında imparatoriçelik tacı giyen Teodora 527-550 yılları arasında İmparator Justinyen ile birlikte hüküm sürerek, tarihteki en güçlü, en akıllı ve bunun yanında her güçlü ve akıllı kadına yapılageldiği gibi en çok iftira edilen kadınlarından biri haline gelir… Theodora, Justinianus’un hâkimiyetinin en önemli destekçisidir. Justinianus karısı Theodora ile birlikte ülkeye düzen ve birlik getirir.

Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu (renovatio imperii)

Justinianus, saltanat döneminde imparatorluğun eski büyüklüğünü tekrar geri getirmeye ve Antik Roma İmparatorluğu'nun elden çıkmış olan Batı kısımlarını kendi topraklarına katmak için büyük gayretler sarf eder. Justinianus bu amaç için çok çaba harcar. Sadece bu amaç için değil hükümdar olarak Justinianus görevinde o kadar yüksek gayet sarf eder ki kendisi "hiçbir zaman uyumayan İmparator" olarak adlandırılır.

Justinianus'un saltanatı dönemindeki gelişmelerin temel taşı Justinianus'un "Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu" (renovatio imperii) tutkunluğudur.  Justinianus'un bu tutkunluğu yaptığı savaşlarla eski Batı Roma İmparatorluğu yönetimi altında bulunmuş olan batıdaki arazilerin çoğunu kendi imparatorluğu sınırları içine alması ile gerçekleşir. Justinianus'un bu "imparatorluk restorasyon" tutkunluğu dolayısıyla Justinianus'u modern tarihçiler "son Roma imparatoru" olarak anılır.

Justinianus adam seçmek ve görevlendirmek konusunda çok mahirdir. Narses ve Belisarius gibi yetenekli komutanları orduların başına geçirir. General Belisarius tarafından Vandallar Savaşı ile kuzey Afrika; General Belisarius ve General Narses’in Gotlar Savaşı (535-554) ile Dalmaçya, İtalya ve Vali Liberius'un İber Savaşı ve Hispania ile güney İberik yarımadası bölgelerini almaları ve Fas Savaşı ile Kuzey Afrika’yı eline almaşı ile Justinianus'un bu tutkunluğu kısmen gerçekleşir. Bu askerî harekâtlar ile Doğu Roma İmparatorluğu'nun batı Akdeniz bölgesinde kontrolü sağlamlaşır.

Justinianus’un aldığı eğitimler arasında dini eğitim de vardır. Justinianus aldığı bu dini eğitim nedeniyle Hristiyanlığı imparatorluğunun dayandığı bir temel öğreti haline getirir. Bu maksatla sadece ibadet için değil aynı zamanda dini eğitim veren kiliseler açar, Hristiyanlık üzerine makaleler, ilahiler yazar, kilise toplantıları düzenler, bütün Hristiyanları Ortodoks mezhebinde tek bir çatı altında toplamaya çalışır.  

Justinianus adam seçmek ve görevlendirmek konusunda sadece askerî alanda mahir değildir. Ünlü hukukçu Tribonianus’ü, Kapadokyalı Yuannis ve Peter Barsymes gibi maliyecileri de yanına alır.

Justinianus, sadece Çin’de üretilen ipeğin kozalarını kullanarak Suriye’de ve Anadolu’nun bazı bazı bölgelerinde ipek üretimi yaptırır.

Codex Justinianus

Justinianus, tahta çıktığında ilk iş olarak tarihin gördüğü en kapsamlı yasama işine girişir. Yüzlerce yıldır yürürlüğe girmiş tüm Roma kanunlarını derleyerek ‘’Codex Justinianus’’ adıyla on ciltlik bir eserde toplar.  Justinianus’un ilerleyen yıllardaki emekleri ortaya modern dünyada okutulan bir hukuk kitabı olan ‘’Institutiones’’ı çıkarır. Roma halkı Yunanca konuştuğu için ‘’Codex Iustinianus’’u Yunanca yayınlanır ancak asırlardır hukukçuların temel kitabı olan bu külliyatın teorik kısmı olan ‘’Institutiones’’ Latince yayınlanır. Tüm bu metinler Batı dünyası tarafından benimsenen yurttaşlık yasası olan ‘’Corpus Juris Civilis’’ adı verilen bir kanunlar külliyatı içinde toplanır.

Bu konuya daha dikkatlice bakarsak bugün tüm dünyada uygulanan laik hukuk sisteminin bu topraklarda hazırlandığını ve Konstantinople'dan yani İstanbul'dan bütün dünyaya yayıldığını görürüz.

İmar

Justinianus döneminde Doğu Roma İmparatorluğunu birçok önemli mimari yapı, kiliseler, kaleler, köprüler ve hastanelerle donatır. Hiç şüphesiz bunlardan en önemlisi birçok yüzyıl Konstantinopolis'e gelen herkesin güzelliğine ve yüksek ve geniş kubbesinin haşmetli eşsizliğine hayran kaldığı Doğu Ortodoks Hristiyan mezhebinin merkez kilisesi olarak yapılan Ayasofya’dır.

Ayasofya’nın tarihi aslında 4. yüzyıla kadar uzanır. İlk Ayasofya I. Konstantinos zamanında yapılır. Ancak ahşap çatılı olan yapı, bir ayaklanma neticesinde yanar ve yapıdan geriye hiçbir kalıntı kalmaz. Ardından imparator II. Theododius Ayasofya’yı ikinci defa yaptırarak 415’te ibadete açar. Bazilika planlı bu yapı da 532’de Nika isyanı sırasında yanar. Bunun üzerine İmparator Justinianus ilk iki Ayasofya’dan daha büyük bir kilise yaptırmaya karar verir.

Çağın ünlü mimarları Miletli İsidoros ile Aydınlı Anthemios’un eseri Ayasofya’nın yapılmasına rivayete göre Justinianus’un gördüğü bir rüya sonucunda karar verilir. Rüyasında Hz. İsa’nın kendisi için bir mabet yapmasını istediği Justinianus, önündeki ekmekten bir parça alarak uzaklara uçan arının yaptığı petekte Ayasofya’nın figürünü görür ve hemen anıtın yapımına başlanılır. 532 yılında yapımına başlanan Ayasofya beş sene gibi kısa bir sürede bitirilerek şu an bile unvanını koruyan '’Dünya'nın en hızlı inşa edilen katedrali'’ unvanına sahip olur.

Binanın adındaki "Sofya" kelimesi eski Yunanca’da "Bilgelik" anlamındaki "Sophos" sözcüğünden gelmektedir. Dolayısıyla "Aya Sofya" adı "Kutsal Bilgelik" ya da "İlahi Bilgelik" anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır.

İmparatorların taç giydiği ve Doğu Kilisesi’nin merkezi olan Ayasofya, Osmanlı İmparatorluğu için de büyük öneme sahipti. İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya camiiye dönüştürülür. İlk cuma hutbesini Fatih’in hocası Akşemseddin okur. Osmanlı padişahları tahta çıktıklarında ilk namaz burada kılınırdı. Ayasofya’da birçok sultan da türbe yaptırır. Nur-u Banu Valide Sultan ve Safiye Sultan’ın türbeleri  buradadır... Cumhuriyetin ilanından sonra restore edilerek 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilir.

Ayasofya’nın dışında, Aya İrini gibi büyük kiliseler, Yerebatan Sarnıcı gibi şehrin en büyük sarnıcı Justinianus döneminde inşa edilir.

Felakatler

Justinianus’un başarılarla dolu gözüken hükümdarlık yılları, yaşı ilerledikçe felaketlerle sarsılır.

532'de at yarışı için taraf tutucu iki grup olarak görünen ama gerçekte iki siyasi parti olan "Maviler" ve "Yeşiller"'in Konstantinopolis'te Hipodrom'da İmparatora ve devlete karşı birleşip "Nika!, Nika!" (Bu kelimenin Yunanca anlamı "Belki kazanırsın" şeklindedir. Ancak burada bir mecaz vardır, bu kelimeyle imparatora, "Hiç şansın yok!" denilmektedir) diye bağırıp alkış tutmalarından adlandırılan Nika ayaklanması sırasında isyancı halk güruhu şehri yakıp yıkar, Doğu Roma devletini kökünden sarsar ama sonunda ancak gayet kanlı bir şekilde bastırılır.

532 yılında çıkan, şehrin gördüğü bu en büyük ayaklanmayı Justinianus hipodromun hemen yanında bulunan büyük saraydan izler. Günler boyunca süren ayaklanmada isyancılar kısmen saraya girmiş olsa da amaçlarına yani Justinianus’a ulaşamazlar. Birçok tarihçi Justinianus’un tüm ayaklanma boyunca gayet rahat ve sakin olduğunu belirtir. İsyancıları, generalleri Belisarius ve Narses’in yardımıyla, hipodromda tuzağa düşüren Justinianus kırk bine yakın isyancıyı hipodromda yani şimdiki Sultanahmet Meydanı’nda toplatıp hepsini acımasızca katlettirir.

Justinianus’un bu isyan sırasında tahtı bırakıp kaçmayı düşündüğü, ancak karısı Teodora’nın kararlı tutumu neticesinde Nika isyanını bastırdığı da rivayet edilir.

Justinianus'un İtalya'yı tekrar Doğu İmparatorluğu'na katma amacı ile açtığı ve bu süreçte Ostrogot Krallığıni yıkılması ve Ostrogotların İtalya'dan atılmalarına neden olan Gotik Savaşı da İtalya'nın yıkılıp yakılmasına neden olur.  

Daha sonra ülkede başlayan ve ‘’Justinianus Veba Salgını’’ adı verilen büyük veba salgını ortaya çıkar. 542 ilkbaharında Etiyopya’da çıkan bir veba salgını, Mısır üzerinden gelen ticaret gemileri ile Konstantinopolis’e sıçrar. Bu veba salgını başkent Konstantinopolis'in ve ülkenin tümünün nüfusunu kırıp geçirir. Justinianus da vebaya yakalananlar arasındadır fakat karısı Theodora sayesinde ölümden kurtulur. Devlet arşivine giren kayıtlara göre, 500 bin olduğu tahmin edilen Konstantinople nüfusunun 230 bini bu veba salgınında yok olur. Bütün imparatorlukta kaybın birkaç milyonu aştığı tahmin edilir. Bu, o zamana kadar vebanın yaptığı en büyük tahribattır. Şehir nüfusu kontrolsüz bir şekilde azalınca kaynaklar da tükenir.

Bu salgından büyük nüfus kaybeden Doğu Roma İmparatorluğu ekonomisi ve sosyal hayatı büyük bir gerileme içine girer. Felaketler 550’de Theodora’nın da ölümüyle doruğa çıkar…

551'de Beyrut’ta 30 bin kişinin ölümüne neden olan bir deprem gerçekleşir. Bu gerileme ülkenin de arazi kaybetmesine neden olur ve gerileme ancak 9. yüzyıl başında durdurabilir.

Yeniden Theodora

Justinianus’u anlatırken yer yer Theodora’dan bahsettim ama burada Theodora’ya ayrı bir bölüm açmam gerektiğine inanıyorum.

Bilindiği kadarıyla babası bir deniz subayı, annesi ise pagan rahibesidir. 13 yaşında iken babası vefat eder, annesi bir başkasıyla evlenir ve üvey babası çocuklardan para kazanmalarını ister. Theodora bu şekilde sirklerde çalışmaya başlar. Bazı Romalı tarihçilere göre fahişelik yapar. O tarihlerde Konstantinopolis'te fahişelerin, dansçıların ve eğlence merkezlerinin bulunduğu sokaklara ‘’Pornai’’ denir… ‘’Porno’’ kelimesi de buradan gelir.

Justinianus kendisinden 14 yaş küçük Theodora ile evlendiğinde aristokratların nefretini ve öfkesini kazanır. Çünkü artık törenlerde, hor gördükleri bu aşağı tabakadan kadının ayaklarını öpmeleri gerekecektir… Theodora ise alt sınıf bir insanın aksine çok kısa sürede saray hayatına uyum sağlayarak, asilzadelerden farksız bir şekilde saray protokolünü benimser…

Theodora, gençliğinde yaşadığı zorluklar nedeniyle kadınlara ve yoksullara her daim sahip çıkar. Kadınlara ayrıcalıklar tanır, yetim çocuklara sahip çıkar, yoksulları doyurması için kocası Justinianus’u sürekli teşvik eder. Hatta Justinianus’un kendisine verdiği malikâneyi bir manastıra çevirir ve kötü yola düşmüş kadınlara burada sahip çıkar.. Zorla fahişelik yaptırmayı yasaklayan bir yasa çıkartır ve hatta bu niyetle satılan kızları satın alıp, özgür bırakarak onlara yeni bir hayat sunar. Genelevleri kapatarak, kadın pazarlamayı yasaklar, tecavüz için ölüm cezası getirir. Aynı zamanda boşanma ve mülk sahibi olma konularında kadın haklarını geliştirir. Bu şekilde Theodora, Doğu Roma’da kadın haklarının geliştirilmesinde büyük rol oynar.

Theodora devlet işlerinde her zaman Justinianus’un yanında olur, devlet konseylerine katılır. Bu nedenle Justinianus Theodora’dan “müzakere ortağım” diye bahseder. Theodora’nın kendi sarayı, kendi özel muhiti ve kendi imparatorluk mührü vardır.

Nika isyanı sırasında isyancılar, eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius’u yeni imparator ilan ederler. Kalabalığı durduramayan Justinianus kaçmak için hazırlıklara başlar.

Bu esnada Theodora inisiyatifi eline alır. Hükümet meclisi toplantısında, Theodora saraydan kaçma fikrine karşı, sürgünde ya da kaçarak yaşamaktansa hükümdar olarak ölmenin önemini vurgulayarak “erguvan rengi pelerinim, en asil kefendir” (Doğru Roma’da imparatorları erguvan renkli bir pelerin giyerlerdi) sözünü söyleyerek Justinianus’un pes edip kaçmasına engel olur.

Theodora, Hükümet Meclisi toplantısında şu ünlü konuşmasını yapar:

"Buraya gelmeden önce çok düşündüm, Biliyorum, bu ölçüde tehlikeli bir durum erkeklerin kendi aralarında konuşup karara varacakları bir husustur. İtiraf etmeliyim ki, olayların bu duruma gelmesi bize şu veya bu şekilde hareket edebilmemiz için fazla alternatif de bırakmamaktadır. Mevcut durum bize, hayatımızı kurtarmak için kaçmaktan başka bir alternatif bırakmasa da bunun düşünülmesi gereken en son husus olduğu kanısındayım. Soğukkanlı ve sağduyu ile düşünürsek, bir adamın ölümden kurtulmak için gördüğü tek ışık bu olsa bile, bir suçlu gibi kaçmak, bir imparator için katlanılamaz bir durumdur. Bana gelince, ben bu erguvan rengi giysim olmadan hiçbir zaman var olmak istemediğim gibi benimle karşılaşan kişilerin bana imparatoriçem diye hitap etmedikleri günü görmek bile istemiyorum."

Theodora, bundan sonra Justinianus'e doğru dönerek şöyle devam eder:

"Bir insan dünyaya geldikten sonra elbet bir gün ölecektir. İmparatorum, kendinizi kurtarmayı düşünüyorsanız, zaten bu zor değil. İşte deniz orada, geminiz orada, hazineniz orada. Ama kaçışınız size ölüm kadar şeref getirmeyecektir... Eskilerin deyimiyle son olarak ben derim ki; erguvan rengi pelerinim, bana en iyi kefen olacaktır...'' (Doğu Roma'da filozoflar gri, doktorlar mavi elbise giyerlerdi. Erguvan rengi oldukça ender bulunan ve pahalı bir renk olduğu için İmparator Diokletianus (244-313) tarafından sadece imparatorluk ailesinin kullanılmasına izin verilmişti. Halktan birisinin bu rengi giymesinin cezası ölümdü.)

Theodora’nın bu kararlı konuşması, Justinianus dâhil herkesi ikna eder. Sonuç olarak Justinianus, generalleri Narses ve Belisarius önderliğindeki kraliyet askerlerini isyancıları bastırarak kırk bine yakın isyancıyı hipodromda yani şimdiki Sultanahmet Meydanı’nda toplatıp hepsini acımasızca katlettirir. Kendi isteğiyle İmparator ilan edilmemiş olmasına rağmen isyancılarca imparator ilan edilen eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius da Theodora’nın ısrarı üzerine öldürülür.

Bu şekilde Justinianus, Theodora sayesinde tahtını kurtarır. Bu olay Theodora’nın saray nezdinde gücünü pekiştirir.

Saray tarihçisi Procopius ise bahsettiğim gibi ‘’Gizli tarih’’ kitabında - Theodora'nın aleyhine olacak şekilde-, Theodora'nın huzuruna çıkacakları saatlerce beklettiğini ve zindanları kendisine muhalif insanlarla doldurduğunu iddia eder. 

Theodora 548 yılında 48 yaşında iken vefat eder. Naaşı Havariyyun Kilisesi'ne gömülür. İstanbul'un Fethi'nden sonra kilise yıkılarak yerine Fatih Camii yapılır. Fatih Camii inşaasından önce Havariyyun Kilisesi'nden çıkarılan lahitler bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. Ancak bu lahitler içinde Theodora'nın lahiti yoktur. Theodora'nın lahiti kayıptır.

Justinianus, Theodora’nın ölümünden sonra bir daha kimseyle evlenmez…

Theodora, kimi Romalı tarihçiler tarafından cinselliğin ve ihtirasın simgesi olarak görülürken; kimileri tarafından da muhteşem bir var olma mücadelesinin güçlü simgesi olarak tanımlanır. Theodora, Justinyen ile birlikte hüküm sürerken tarihteki en güçlü, en akıllı ve bunun yanında her güçlü ve akıllı kadına yapılageldiği gibi en çok iftira edilen kadınlarından biri haline gelir…

Justinianus'un sonu

Justinianus, 565 yılının 14 Kasım'ında 83 yaşında iken hayata gözlerini yumar. Doğu Ortodoks Hristiyan Kilisesi tarafından bir "aziz" olarak kabul edilen Justinianus'un bu ölüm günü "aziz yortu günü" olarak ilan edilir.  

Justinianus Doğu Roma  İmparatorluğu’nu görünüşte tüm Akdeniz’e hâkim dev bir imparatorluk haline getirdikten sonra öldüğünde arkasında uçsuz bucaksız, fakat bir o kadar da parçalanmaya hazır bir imparatorluk bırakır. Justinianus’un diriltmek istediği Roma İmparatorluk projesi gerçekleşmediği gibi ondan sonra Doğu Roma İmparatorluğu İspanya, İtalya ve Sicilya’daki topraklarını hızla kaybeder.

Justinianus "Antik Roma İmparatorluğu'nun restorasyonu" (renovatio imperii) tutkunluğu peşinde koşarken bu idealini gerçekleştirmek için halktan ağır vergiler alır. Justinianus öldüğünde geriye görünüşte gücünün doruğunda ancak gerçekte ise tüm kaynakları tüketilmiş, bitirilmiş, çöküşe hazır, yoksul ve aç bir imparatorluk bırakır. 

Sonuç

Justinianus’tan ve Theodora'dan alınacak çooook dersler vardır. Tarihin çöplüğü, Roma İmparatorluğu gibi ölmüş, bitmiş, tarih sahnesinden silinip gitmiş bir imparatorluğu; Justinianus gibi, onu yeniden diriltmek, yeniden inşa etmek, canlandırmak isteyen ancak hesapsız, kitapsız, plansız, programsız, kifayetsiz, muhteris, gücü ile arzuları orantısız ve mevcut gücü ihtiraslarını karşılayamayan imparatorların, hükümdarların, kralların elinde, Doğu Roma İmparatorluğu gibi bitmiş, tükenmiş, çökmüş ve yok olmuş imparatorluklar, krallıklar ve devletlerle doludur. Yani, bu imparatorlar, bu krallar, bu toprakların, binlerce yıllık süren bir tarihin imbiğinden süzerek, damıtarak, tecrübe ederek oluşturdukları atasözünde olduğu gibi Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuşlardır. 

Justinianus’u ve kısmen mirasına sahip olduğumuz Doğu Roma İmparatorluğunu bilmeden, tanımadan ve anlamadan ne günümüz dünyasını tanımak ve anlamak mümkündür ne de gittikçe vahşileşen bu dünyada var olmak ve hayatta kalmak mümkündür.

Ah tarih ahhhh... Sen ne çok şeyler söylersin sen.... 

Osman AYDOĞAN

Kaynaklar

Filistin kökenli, ancak Kayseri doğumlu, Justinianus döneminde yapılan savaşlarda General Belisarius'a eşlik etmiş ve antik dünyanın son büyük tarihçisi olarak anılan bir tarihçi vardır: Procopius (Prokopius). Procopius'un yazmaları, İmparator Justinianus’un hükümdarlığının ana bilgi kaynaklarıdır. Procopius, Justinianus'un yaptığı savaşları anlatan methiye şeklinde sekiz tarih kitabı ve Justinianus'un İmparatorluk'ta yaptıklarını anlattığı ‘’Gizli Tarih’’ (Yunanca: Anekdota) isimli bir kitabı vardır. Bu kitapta Procopius, yazdığı "resmi tarih"e dâhil edemediği skandalları anlatır. Procopius, bu eserde daha önce yazdıklarının aksine Justinianus’u gaddar, kendini beğenmiş ve becerisiz bir yönetici olarak gösterir ve Justinian ve Theodora hakkında yazdıkları resmi tarihinin tam tersi iddialarla bulunur.

İlginç olan Türkçeye Procopius’in Justinianus'un yaptığı savaşları anlatan sekiz tarih kitabının değil de Justinianus'un İmparatorluk'ta yaptıklarını anlattığı ‘’Gizli Tarih’’ kitabının çevrilmiş olmasıdır. (Prokopius, Bizans’ın Gizli Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017, Çev. Orhan Duru)

Aynı dönemde yaşamış olan Efesli İoannes'in tarih eseri günümüze kadar gelmemiştir ama yazma nüshaları kaybolmadan önce daha sonraki kronikçi-tarihçiler için birçok ek ayrıntı sağladığı için Justinianus dönemi için önemli bir kaynak oluşturur.  Justinianus dönemi için diğer birincil tarih kaynakları "Agathias Tarihi", "Menander Protector Tarihi", "İohannes Malalas Tarihi", "Paschal Kronikleri", "Marcellinus Comes Kronikleri" ve "Tunnunalı Victor Kronikleri"dir. Bu eserlerin ne yazık ki hiçbirisi Türkçeye çevrilmemiştir.

Justinianus’un bu dönemini anlayabilmek için Türkçe yazılmış iki kitabı önerebilirim. Bu iki kitabın yazarı da Bizans uzmanı Raci Dikici’dir. Raci Dikici’nin Bizans konusunda bu güne kadar sekiz kitabı yayınlanmıştır. Bunlardan benim önereceğim iki kitabından birinci kitabı “Bizans İmparatorluğu Tarihi’’ (Remzi Kitabevi, 2013) diğeri ise “Theodora” (Remzi Kitabevi, 2016) isimli kitabıdır. Bu iki kitabın ayrıca İngilizce baskıları da yapılmıştır.

Ünlü İngiliz tarihçisi Edward Gibbon'un (1713-1794) başyapıtı olan beş ciltlik  "Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi" isimli kitabı bu konudaki en temel eserdir. Bu kitabın ilk üç cildi Batı Roma İmparatorluğu’nu (BFS Yayınları, 1987-1988), son iki cildi de Doğu Roma İmparatorluğu’nu (Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 1995) anlatır. Ancak bu kitapların yeni baskısı uzun süredir yapılmamıştır. Eski baskıları da ne yazık ki sahaflarda dahi bulunmamaktadır.

Justinianus ve Theodara hakkında yazılan kitaplar konusunda ilginç bir durum vardır. Gerek Türkiye’de ve gerekse de Avrupa’da Theodora hakkında yazılan kitap sayısı Justinianus hakkında yazılanlardan daha fazladır. Bunun nedeni ise Theodora’nın ilginç hayat hikâyesi ve kişiliğidir.




Şifa istemem

12 Ocak 2020

Nesimi Çimen, halk ozanıdır. 1931 yılı Adana Saimbeyli doğumludur. Gençliğinde tüm ailesiyle birlikte Sarız’a (Kayseri) yerleşir ve bir köy ağasının yanında maraba olarak çalışır. Ağanın kızına âşık olunca, birlikte Kayseri’den kaçıp Elbistan'ın Sevdili Köyü'ne yerleşir. Burada uzun süre kaldıktan sonra İstanbul'a taşınır. Buradan da ailesiyle beraber Osmaniye'nin Кadiɾli ilçesine göç eder. Orada bulduğu işten altılınca ailesinin geçimini sağlamak için ozanlığa başlar.

Küçük yaştan beri türküler derleyen Nesimi, Hatayi, Piɾ Sultan Abdal ve diğer usta ozanların nefeslerini söyleyerek kendisini tanıtır. Türkülerini bağlama yerine göğsünde taşıdığı cuɾa eşliğinde söyler.

İşte bu ozanımızın söz ve müziği kendisine ait güzel bir türküsü var: ‘’Şifa İstemem’’

Türküye geçmeden kısa bir bilgi vermek istiyorum. Ozan geleneğinde ''sevda türküleri'' olduğu kadar ''sitem türküleri'' de sıkça kullanılır. Sitem türkülerine örnek olarak  ''Muhannet'' başlığı ile bu sitemde daha önceleri bir Erzincan türküsü olan ''Kadir Mevlâm senden bir dileğim var, beni muhannete muhtaç eyleme'' türküsü ile anlatmıştım. Dîvan şiirinde de ''sitem'' konusu sıkça işlenir. Yine kısa bir süre önce sitemde iki kez anlattığım Nev'î'nin ''Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur, gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur'' beyti Dîvan edebiyatının bu ''sitem'' geleneğine en güzel örnektir. 

İşte Nesimi Çimen'in bu bahsettiğim ''Şifa İstemem'' türküsü de halk müziği içerisindeki en güzel bir sitem türküsüdür. Bu türkü insanın içini sızlatan, yüreğini burkan, kalbini titreten, gözlerini dolduran, dünya tarihinde eşi benzeri görülemeyen bir sitem türküsüdür. Bu türkü dünyadaki en naif bir sitem türküsüdür. Sitemin bile naif, sitemin bile kibar, sitemin bile nazik, sitemin bile dua gibi olabileceğini gösteren bir türküdür:

‘’Şifa istemem balından
Bırak beni bu halımdan
Razıyım açan gülünden
Yeter dikenin batmasın.’’

Bu türkü kadri, kıymeti, vefayı bilmeyenlere, sevgisizlere, duygusuzlara, duyarsızlara atfedilmiş bir türküdür:

‘’Gece gündüz o hizmetin
Şefaatin kerametin
Senin olsun hoş sohbetin
Yeter huzurum gitmesin.’’

Bu türkü sevdiği kişiden zarar gördüğü halde ona hiçbir kötü dilekte bulunmayan, kibarca ve sitemkâr bir şekilde ona tüm güzellikler senin olsun diyen bir türküdür:

‘’Taşa değmesin ayağın
Lale sümbül açsın bağın
İstemem metheylediğin
Yeter arkamdan atmasın.’’

Bu türkü aynı zamanda dar zamanlarda, zor zamanlarda, güç zamanlarda başı dik tutmanın, onurlu bir duruşun türküsüdür:

‘’Sonu yoktur bu virdimin
Dermanı yoktur derdimin
İstemem ilaç yardımın
Yeter yakamdan tutmasın’’

Bu türkü dostlukların kolay edinilmediğini ve kolayca ve de ucuzca harcanmaması gerektiğini anlatan bir türküdür:

‘’Kolay mı gerçeğe ermek
Dost bağından güller dermek
Orda kalsın değer vermek
Yeter ucuza satmasın.’’

Bu türkü aynı zamanda yürek yangını bir türküdür. Çünkü bu türküyü yazan yanmıştır, bu türküyü derleyen yanmıştır, bu türküyü okuyan yanmıştır. Ozanının akibetini öğrenince bu türküyü dinleyenin de yanması mukadderdir. Çünkü ortaçağdan kalma karanlık bir güruhun 02 Temmuz 1993 günü Sivas'ta, Madımak Oteli'nde 35 insanımızı cayır cayır yaktıkları Sivas Кatliamı'nda bu türkünün söz ve bestesinin sahibi Nesimi Çimen de cayır cayır yakılarak katledilmiştir. İşte bu nedenle türkünün son kıtası daha bir anlamlıdır:

‘’Nesimi'yim vay başıma
Kanlar karıştı yaşıma
Yağın gerekmez aşıma
Yeter zehirin katmasın.’’

Bu türküyü çok sanatçı söyler. Ama bu türküyü Grup Abdal’ın ‘’Ozanca’’ isimli albümünde hakkıyla yorumlanır. İlkay Akkaya, Aynur Haşhaş ve Gonca Akyar da çok güzel yorumlar.

Aşağıda bağlantılarını verdiğim bu yorumların hepsini dinleyin, bir daha, bir daha, bir daha dinleyin. Gün boyu dinleyin, gece boyu dinleyin… Sonra da (sitemde ''Bir Sabiyyenin Gözyaşları'' adıyla kendisini anlattığım) İhsan Raif Hanım’ın ’’Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime, titrerim mücrim (suçlu) gibi baktıkça istikbalime’’ dizelerini hatırlayıp, bir muhannet güruhunun eline düşmüş yalnız ve güzel ülkenin haline bakıp, şiirlerinde ‘’Şehriyar’’ mahlasını kullanan Azeri şair Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın "Nima, yüreğindeki gamı söyle de bir yabancı gibi ağlayayım’’ dediği gibi, erkeğim demeyin, askerim demeyin, ben ağlamam demeyin, aydın yüreğinizdeki birikmiş gamı, kederi, tasayı, kaygıyı ortaya döküp bir yabancı gibi ağlayın…

Zira mevsim kış, zemheri ayıdır, erbain ayıdır... Kara kış kapıdadır!... 

Ben yine de sizlere güzel, sıcacık bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Grup Abdal, ‘’Ozanca’’ albümünden ‘’Şifa İstemem’’
https://www.youtube.com/watch?v=SBDj5RQ82xA

Aynur Haşhaş, ‘’Şifa İstemem’’
https://www.youtube.com/watch?v=5IpaV9K6OoY

Gonca Akyar, ‘’Şifa İstemem’’
https://www.youtube.com/watch?v=mflMcegpn5s

İlkay Akkaya, ‘’Şifa İstemem’’
https://www.youtube.com/watch?v=aHPx7T3C-Ac

Şifa İstemem

Şifa istemem balından
Bırak beni bu halımdan
Razıyım açan gülünden
Yeter dikenin batmasın

Gece gündüz o hizmetin
Şefaatin kerametin
Senin olsun hoş sohbetin
Yeter huzurum gitmesin

Taşa değmesin ayağın
Lale sümbül açsın bağın
İstemem metheylediğin
Yeter arkamdan atmasın

Kolay mı gerçeğe ermek
Dost bağından güller dermek
Orda kalsın değer vermek
Yeter ucuza satmasın

Sonu yoktur bu virdimin
Dermanı yoktur derdimin
İstemem ilaç yardımın
Yeter yakamdan tutmasın

Nesimi'yim vay başıma
Kanlar karıştı yaşıma
Yağın gerekmez aşıma
Yeter zehirin katmasın

Nesimi Çimen




Geçme kapım önünden yüreğim yaralıdır.

11 Ocak 2020

Bu sitemde ''sanat'' bölümünde çooook türkü anlattım. Bugün de bir Balkan türküsünü anlatayım.... Biliyorsunuz, her şeyi, ama her şeyi, türküleri bile tarihe bağlamasam olmaz! Öyleyse her zaman olduğu gibi önce kısa bir tariih turu... 

Çoğumuz üzerinde düşünmemişizdir ama Anadolu Selçuklunun bir anayurdu iken Balkanlar da Osmanlının anayurdu idi. Bu nedenle Osmanlı tüm yatırımlarını; okullarını, medreselerini, üretim tesislerini, camilerini, yollarını, hanlarını, hamamlarını hep Balkanlar'a yapmıştı. Anadoludaki bütün eserler, köprü, yol, camii, medrese hepsi Selçuklu eseridir. Başkenti İstanbul ve Bursa'daki camii ve türbeler hariç Osmanlının Anadolu’da doğru dürüst bir tane dahi eserini bulamazsınız… Özellikle Osmanlı eğitim kurumlarının hemen hemen tamamı Balkanlarda idi...

İşte bu nedenledir ki, bu eğitim nedeniyledir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran neslin, sivil ve asker bürokrasisi ile sanat ve edebiyat camiasının hemen hemen tamamı Balkan kökenlidir... Osmanlı tarafından ihmal edilmiş, cahil bırakılmış Anadolu insanının küçük bir kısmı kıskançlıktan mıdır nedir bu eğitimli Balkan kökenli insanları pek hazzetmezler... Bu kıskançlık ve hazzetmeme durumu, muhtemel genlere kadar işlemiştir ki Osmanlı tarafından ihmal edilmiş, eğitilmemiş, cahil bırakılmış bu insanların torunlarına kadar da, günümüze kadar da devam eder! Bakın günümüz Türkiyesi'nin sosyo-politik yapısına, bu durumu net bir şekilde görürsünüz! Bugün bir takım siyasilerin bahsettikleri, dile getirdikleri ''kin ve nefret'' söyleminin kökeni teee oralara kadar gider. Zira Galileo söylemişti zaten; ‘'Hiçbir kin, cahilin bilime duyduğu kinden daha büyük olamaz.’'

Neyse dönelim konumuza, konumuz Türkiye'nin sosyo-politik durumunun analizi değil, konu sosyologların konusu, zaten ben de konunun uzmanı değilim, konumuz tarih, kaldığımız yerden devam edelim...

Ve biz Balkan Savaşında anayurdumuzu kaybetmiştik... Nedense bu husus tarih öğretilerinde pek dile gelmez, getirilmez!…

Füruzan’ın ‘’Balkan Yolcusu’’ isimli güzel bir kitabı var (Yapı Kredi Yayınları, 2016). Füruzan bu kitabında eski Yugoslav topraklarında kalmış yaşlı bir nine ile sohbet eder… Yaşlı nineye sorar Füruzan; ‘’teyzem’’ der ‘’sen neden göç etmedin?’’ Yaşlı nine cevap verir; ‘’evladım'' der, ''bir vakitler burada bir umman vardı, o umman çekildi gitti. Bırak da bari buralarda o ummanın hatırası bu küçücük göletler kalsın.’’

Ninenin kastettiği o ummanın ne olduğunu anlıyorsunuz değil mi?

O umman o yataklardan çekilirken ne acılar çekilmiştir bilir misiniz?

İşte bu acılar hep Rumeli türkülerinde ses bulmuştur. Bu nedenle hep hüzünlüdür Rumeli türküleri, hep hazindir Rumeli türküleri, hep insanın yüreciğini sızlatır Rumeli türküleri…

Bugün size sadece bu Rumeli türkülerinin değil, dünyanın en hüzünlü, en hazin, en dokunaklı türküsünü anlatmak istiyorum.

‘’Saba’’ makamındadır bu türkü... İnsanın tüylerini diken diken eden ‘’Saba’’ makamından, tıpkı sabah ezanı gibi, tıpkı şafak vakti gibi, tıpkı seher rüzgârı gibi... Balkan türkülerinin aynı zamanda da en güzelidir bu türkü…

Seferberlik ilan edilmiştir, oğlan tam sevdiceğiyle evlenecekken silah altına alınır, kızımız oğlan gitmeden ona kenarında bir parça yeşil işlemesi olan mendilini verir. Ve gidiş o gidiştir. Oğlan bir daha da geri dönemez.

Sonra sonra, zihinlerden, yüreklerden, gönüllerden bir türkü ortaya çıkar; çaresiz dertlere düşenlerin türküsüdür bu türkü: ‘’Mendilimin yeşili’’... Bizler genellikle bu türkünün ilk iki kıtasını biliriz… Son iki kıta nedense hiçbir yerde de yer almaz. Bu türkünün sözlerinin tamamını yazımın sonunda veriyorum... Şöye başlardı türkü:

''Mendilimin yeşili
Ben kaybettim eşimi
Al bu mendil sende dursun
Sil gözünün yaşını

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare''

Bu türkü TRT kayıtlarına göre 02.11.1949 tarihinde Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir.

Bu türküyü bizim zamanımızda uzun dalga 1648 m Ankara radyosundan Nezahet Bayram’dan dinlerdik... Nezahet Bayram kendi sesinden bu türküyü dinlerken bazan için için, bazan hıçkırık hıçkırık ağlarmış… Bu türküyü Nezahet Bayram’ın sesinden olan bağlantısını da yazımın sonunda vereceğim.

Biz Balkan Savaşında anayurdumuz olan Balkanları neden kaybettik biliyor musunuz? Ordumuz kendi yönetimince hırpalandığı için kaybettik... Ordumuz kendi yönetimince aşağılandığı için kaybettik... Ordu kendi içinde mektepli alaylı diye bölündüğü için kaybettik... Orduya siyaset bulaştırıldığı için kaybettik... Ordu siyasete malzeme yapıldığı için kaybettik... 

Eskilerin ''okula, camiiye ve kışlaya asla siyaset sokmayın'' tenbihinin geri planını anlıyorsunuz değil mi? Allah göstermesin ki bir yüzyıl sonra Orta Asya bozkırlarından bir yerlerde yine bir başka Şehriyar; ''o zamanki siyasetçiler okula, camiiye ve kışlaya siyaset soktukları için, dini ve orduyu siyasete alet ettikleri için Balkanlardan sonra Anadolu'da da tutunamadık, anayurdumuz Anadolu'yu da kaybettik'' diye yazmaz inşallah! Allah korusun...

Geçme kapım önünden, benim yüreğim hep yaralıdır.

Osman AYDOĞAN

Nezahet Bayram: ''Mendilimin Yeşili''
https://www.youtube.com/watch?v=jQwJDCNkjbU

Aliye Mutlu’nun o billur sesi ile yorumu bir başka:
https://www.youtube.com/watch?v=1-b2NLQPz8A

2010 yılında Toronto'da kurulan ve Türkçe müzik yapan Kanadalı bir müzik grubu olan ‘’Minor Empire’’ tarafından yorumlanan ‘’Mendilimin yeşili’’ (‘’Minor Empire’’ adı Anadolu'nun tarihte kullanılan adlarından biri olan Küçük Asya (Asia Minor) ve Türk müziğinde sık kullanılan minör akorlardan esinlenerek oluşturulmuştur.):
https://www.youtube.com/watch?v=gGu4dtxAkhc

Mendilimin yeşili

Mendilimin yeşili
Ben kaybettim eşimi
Al bu mendil sende dursun
Sil gözünün yaşını

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare

Mendilim benek benek
Ortası çarkıfelek
Yazı beraber geçirdik
Kışın ayırdı felek

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare

Mendilim turalıdır
Sevdiğim buralıdır
Geçme kapım önünden
Yüreğim yaralıdır

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare

Ana dersen ana yok
Baba dersen baba yok
Gurbet elde hasta düştüm
Bir yudum su veren yok

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare




İran diplomasisi, dış politikada etkinlik ve saygınlık

10 Ocak 2020

03 Ocak 2020 tarihinde Irak'ın başkenti Bağdat'ta ABD’nin düzenlediği hava saldırısında İran Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ile İran yanlısı Haşdi Şabi örgütünün Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi el Mühendis'inin öldürülmesinden sonra İran hemen tepki vererek 08 Ocak 2020 günü gece yarısından sonra saat 01:20’de Süleymani’nin öldürüldüğü saatte ABD'nn yine Irak'taki el-Esed ve Erbil üslerini İran Devrim Muhafızları Ordusu 12’den fazla balistik füzeyle vurdu.

Medyada yapılan yorumlarda İran’ın bu karşı tepkisinin dengeli olduğu, olayı tırmandırmayan ancak ABD’nin suikastına karşı tepkisiz de kalmayan bir cevap verdiği değerlendirilmesi yapıldı…

Bu olay bana Fars/İran diplomasisini hatırlattı. İran’ı bilmeyenler ‘’Molla Rejimi’’ diyerek İran’ı ve İran diplomasisini küçümserler. Doğru sözler nazik olmaz, doğru sözler eğri görünür. Ama ben yine de doğruyu söyleyeyim:  Ne yazık ki İran diplomasisi bölgede Türk ve Arap diplomasisinden fersah fersah üstünde nitelik ve etkinlik göstermektedir.

Size bir örnek vereyim:

1995-1997 yılları arasında yüksek lisans maksadıyla Almanya’daydım… Orada diplomatik bir olaya şahit oldum.

Ben gittiğimde, Berlin'de 17 Eylül 1992 yılında Mykonos adlı bir Yunan lokantasında üç İran rejimi karşıtı İranlı Kürt liderinin öldürülmesinin ardından başlamış bir dava vardı. Alman basınında ''Mykonos Prozess'' (Mykonos Davası) olarak adlandırılıyordu.

Berlin mahkemesi cinayetin İran gizli servisi tarafından İran hükümetinin emri ile yapıldığını düşünüyordu. Böylelikle bir Batı Avrupa mahkemesi resmi olarak İran Hükümetini uluslararası kamuoyu önünde cinayetle suçluyordu.

Ayrıca Berlin Mahkemesi, suikastın İran hükümeti tarafından düzenlendiğinden şüphe duymadığını belirterek, o zamanki dini lider Ali Hamaney, Devlet Başkanı Ali Ekber Rafsancani, İran Gizli Servisi Başkanı Ali Fallahiyan ve Dışişleri Bakanı Ali Akbar Velayeti’yi de bu cinayetten sorumlu tutuyordu.

Bunun ardından da Tahran’da Almanya’ya karşı bir karalama propagandası ve soğuk bir savaş başladı. İran basını Almanya’da yargının bağımsız olmadığına yönelik yazılarıyla sert bir cephe oluşturdu. Zaman zaman Almanya’nın Tahran büyükelçiliği önünde protesto gösterileri düzenleniyordu. Bu arada Almanya’da da İran ile politik ilişkiler ve mahkeme kararının sonuçları tartışılmaya başlanmıştı.

Mykonos davasının yarattığı gerginlik, karşılıklı söz düellosu ve protestolar 1997 yılı Nisan ayında alınan mahkeme kararına dek sürdü. Berlin Yüksek mahkemesi 1997 yılı Nisan ayında aldığı kararla zanlıları suçlu bulurken İran yönetiminin de cinayetlerden sorumlu olduğu yargısını ilan etti.

Bunun üzerine hem Tahran hem de Bonn (O zaman başkent henüz Bonn idi) büyükelçilerini geri çekme kararı aldı. Avrupa Birliği ülkeleri de bu kararı desteklediler ve Almanya’ya eşlik eden ilk ülke Yunanistan oldu. Muhammet Hatemi’nin Kasım 1997 tarihinde iktidara gelmesinden üç ay sonra bütün AB ülkeleri büyükelçileri Tahran’ı terk ettiler.  

Avrupa devletlerinin İran’daki diplomatlarını büyükelçilerini protesto için geri çekmeleri üzerine İran’a karşı ekonomik ambargo uygulanabileceği de tartışıldı.

Ancak; sadece Almanya’nın o zamanki rakamlara göre 10 milyar Mark’ın üzerinde İran’dan alacağı bulunuyordu. Almanya’nın İran ile yıllık ticaret hacmi de 2 milyar Mark’ın üzerindeydi. Almanya senelerdir İran’la yüksek teknoloji ve ağır makine sanayii konularında yoğun ekonomik ilişkiler içindeydi. Ve bu ilişkiler dâhilinde askerî teknoloji de vardı. Fransa ve İngiltere de benzer konularda İran’la ticari bağlantılar sürdürüyorlardı.

Kısacası Mykonos davası ardından hiçbir Avrupa ülkesinin İran’la ekonomik ilişkilerini kesecek ve bu ülkeye de insan hakları ve terörizm konusunda yaptırımlar uygulatacak hali yoktu.

Ancak; Mykonos davasının hükmünden sonra diplomatik mekanizmalarını harekete geçirip, notalar ve mesajlar veren ülkeler "Realpolitik" kurallarını ve siyasi ekonominin gerçeklerini anımsayınca şimdiye kadar geçerli olan tutumlarını değiştirme gibi bir lükse de sahip olmadıklarını anlamaları uzun sürmedi.

Sonuçta İran’daki büyükelçilerini protesto için geri çeken Avrupa devletleri sadece bir ay dayanabildiler ve tekrar diplomatlarını İran’a göndermek istediler... Ancak İran’ın cevabı da şöyle oldu: ‘’Avrupa devletleri büyükelçileri tabii ki Tahran’a tekrar geri dönebilirler. Ancak içlerinde Alman Büyükelçisini görmezsek mutlu oluruz.’’

İşte beğenmediğimiz İran diplomasisi böyle bir şeydi... Sessiz, sakin, kararlı ve tutarlı...

Diplomasi; dış politikada sorunları barışçıl yöntemlerle ve müzakereler yoluyla çözme sanatıdır. Siyaset ise; sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Diplomasi; var olan düşmanlıkları yok etmek, dostlukları pekiştirmek ve dost kazanma sanatıdır. Siyaset ise; içeride birlik ve beraberliği pekiştirmek, iç barışı sağlamak sanatıdır. Diplomaside; duygulara, tepkisel ve anlık davranışlara, zig zag politikalara yer yoktur. Ve iç politik konuların dış politikada kullanılması uzun vadede o ülkeye zarar verir.

Bir; İran’ın ''Mykonos Davası''ndaki tutumunu ve Süleymani’nin öldürülmesi karşısındaki gayet dengeli tepkisini düşünün bir de; 02 Ekim 1992 tarihinde planlı bir NATO tatbikatında, TCG Muavenet muhribine ABD’ye ait USS Saratoga uçak gemisi tarafından atılan füze ile vurulması karşısında tepkisiz kalanları, 04 Temmuz 2003 günü Irak’ın Süleymaniye kentinde Irak'taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan askerlerince Türk ordusunun seçme birliklerinin derdest edilip başına çuval geçirilmesi karşısında nota bile veremeyenleri ve 02 Haziran 2016 tarihinde Alman Federal Meclisi'nin 1915 olaylarını '’soykırım’' olarak nitelemesinin ardından sessiz ve tepkisiz kalanları düşünün….

Türk diplomasisi ne yazık ki yıllardır kahve kültürü ile yürütülmektedir. Girişte de anlattığım gibi ne yazık ki uzun yıllardır İran diplomasisi Türk diplomasisinden daha ciddi, daha tutarlı ve daha kararlı bir tavır ve nitelik sergilemektedir.

Diplomaside birinci kural saygınlığınızı, soğukkanlılığınızı ve tutarlılığınızı kaybetmemenizdir…

Diplomaside saygınlığınızı; kişisel nitelikleriniz, hukuka olan saygınız ve uluslararası alandaki sosyal ilişkilerinizle kazanırsınız. Örnek istiyorsanız eğer beğenmediğiniz şimdiki İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'i alın bir inceleyin derim.

Diplomaside soğukkanlılığınızı kullandığınız üslupla sağlarsınız, mahallenin kabadayısı havasıyla değil. Bu konuda örnek istiyorsanız eğer Almanya Federal Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier ile Başbakanı Angela Merkel’in ve yine İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'in üsluplarını bir inceleyin derim. 

Diplomaside tutarlılığınızı, etkinliğinizi ve saygınlığınızı; BM'lerce tanınan bağımsız bir devletin, Suriye’nin terörist kabul ettiği ÖSO, El Nusra gibi örgütlere siz, kendiniz ev sahipliği yaparken, Almanya'yı, Belçika'yı, Hollanda'yı PKK'ya destek veriyor diye suçlayarak sağlayamazsınız…

Diplomaside tutarlılığınızı, etkinliğinizi ve saygınlığınızı; Libya’nın meşru hükümetine destek için asker göndereceğiz diye teskere çıkarırken, Suriye’deki meşru bir hükumeti köstek için, devirmek için Suriye’deki meşru hükumetin terörist saydığı gruplara askerî destek vererek sağlayamazsınız…

Diplomaside tutarlılığınızı, etkinliğinizi ve saygınlığınızı; Suriye’ye askerî harekât yaparken devletin en üstündekilerin ‘’fetih’’, ‘’Kızılelma’’ söylemleri ve asker kıyafetiyle poz veren bir Dışişleri Bakanı ile sağlayamazsınız…

Diplomaside tutarlılığınızı, etkinliğinizi ve saygınlığınızı; sorunlarınız olan ülkeye ‘’Eyyyy!’’ naraları atarak sağlayamazsınız…

Diplomaside tutarlılığınızı, etkinliğinizi ve saygınlığınızı; dış ülkelere atadığınız büyükelçilerin şaibeli nitelikleriyle sağlayamazsınız…

Öğrenmek ayıp değil ki! Diplomaside tutarlılığınızı, etkinliğinizi ve saygınlığınızı kazanmak için gidin de biraz beğenmediğiniz İran’dan ve Zarif’ten diplomasi dersi alın…

Bakın o beğenmediğiniz Molla Rejimi tüm bir Ortadoğu'da, Suriye'de, Irak'ta, Lübnan'da, Yemen'de cirit atarken siz daha otuz km Suriye'ye girdiniz diye tüm bir dünyayı karşınıza alıyorsunuz...

Osman AYDOĞAN



Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan! 

08 Ocak 2020

03 Ocak 2020 tarihinde bütün ajanslar Irak'ın başkenti Bağdat'ta ABD’nin düzenlediği hava saldırısında İran Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ile İran yanlısı Haşdi Şabi örgütünün Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi el Mühendis'inin hava saldırısıyla öldürüldüğünü, Pentagon’nun da bu saldırının ABD Başkanı Donald Trump'ın talimatı ile yapıldığını açıkladığını bildirdi.

Ancak bu haber hiç de sürpriz bir haber değildi…

Son yıllarda neredeyse tüm haberler ABD – İran çatışmasıyla ilgiliydi. Ancak bu haberler sıklığından o kadar vukuatı adiyeden olmuştu ki böyle bir suikastın gelmekte olduğunu çoğu yorumcular gözlerden kaçırmıştı.

Son iki seneye bakacak olursak ard arda şu haberler sıralanıyordu:

Mayıs 2018: ABD, İran ile yapılan ‘’Nükleer Anlaşma’’dan çekiliyor…

Ağustos 2018: ABD, İran’a karşı yeniden yaptırımlara başlıyor…

Kasım 2018: ABD, yaptırımlarına petrolü de dâhil ediyor…

Nisan 2019: ABD, İran Devrim Muhafızlarını terör listesine alıyor….

Mayıs 2019: ABD, Körfez’e yığınak yapıyor… ABD, Körfez’e uçak gemisi ve 120 bin asker gönderiyor… ABD F-35’leri İran sınırında devriye uçuşu yapıyor… ABD’nin İran’a karşı gönderdiği ‘’Uçan Kale’’ lakaplı B-52 bombardıman uçakları Katar’da üsleniyor… İran, ABD'nin Devrim Muhafızlarını terör listesine alma kararına destek veren Suudi Arabistan ve Bahreyn'i terörü desteklemekle suçluyor… Birleşik Arap Emirlikleri'nde Hürmüz Boğazı yakınlarında 4 petrol tankerine hasar verilmesi konusunda ABD, gemilerin sabote edilmesinden İran'ı sorumlu tutuyor… Buna karşın İran’ın olayın arkasında "İsrail'in olabileceğini" iddia ediyor… İran’ın karşı tehditlerde bulunuyor...

Haziran 2019: İran, ABD’ye ait bir İHA düşürüyor…Bu olaydan bir gün sonra Trump, İran’a saldırı emrini verdiği ancak uygulamadan 10 dakika önce emrini geri aldığını söylüyor…

Temmuz 2019: İran petrolünü taşıyan bir tanker, Cebelitarık'ta İngiltere tarafından durdurularak alıkonuluyor…

Ağustos 2019: ABD yönetimi, dini lider Ali Hamaney adına hareket ettiği gerekçesiyle İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif'i yaptırım listesine alıyor…

Eylül 2019: Dünyanın en büyük petrol üretim tesisi Saudi Aramco'ya insansız hava araçlarıyla saldırı düzenleniyor. Saldırıyı Yemen'deki savaşın taraflarından İran destekli Husiler üstlenirken, ABD Dışişleri Bakanı İran yönetimini suçluyor… İran ise ABD'nin suçlamalarını reddediyor…

Aralık 2019: ABD uçakları, ABD'li bir sözleşmeli personelin Irak'ta öldürülmesinin ardından Suriye ve Irak'ta İran destekli Hizbullah Tugayları isimli örgüte at beş hedefe saldırı düzenliyor… Saldırıda 25 militan hayatını kaybediyor…

31 Aralık 2019: Yüzlerce Iraklı Şii militan ve destekçiler, Bağdat'taki ABD Büyükelçiliği'ni basarak, kampüsün bir kısmını ateşe veriyor…

Ve son olarak 03 Ocak 2020: İran Devrim Güçleri Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'nin içinde bulunduğu araç, ABD'ye at bir İHA tarafından Bağdat Havalimanı yakınlarında vuruluyor.

Olayları böylesine kronolojik olarak sıralayınca bu son haberin hiç de sürpriz olmadığı görülüyor…

Olaylar bu listenin bundan sonra da daha da artarak ve şiddetlenerek uzayacağını gösteriyor….

Aslında bu haberler buzdağının görünen yüzü… Buzdağının altında ise bu haberlerde yer almayan bir başka ülke yatıyor…

Bu listeyi ve bu görünmeyen ülkeyi şimdilik burada bırakarak gelin sizi biraz geriye, eskiye, her zaman olduğu gibi sizi tarihe götüreyim…

Son yıllarda bütün Batılı düşünürler Avrupa'nın 5'inci yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi Ortadoğu'nun da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia ederek 1618 ile 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve temelinde bir Protestan-Katolik mücadelesi yatan mezhep savaşları dizisi gibi Ortadoğu'nun da bir otuz yıl sürecek mezhep savaşlarına (Şii - Sünni) girmekte olduğunu yazıyorlar…

Bütün Batılı gazeteler ayrıca Ortadoğu'nun da 1914 Birinci Dünya Harbi öncesi şartları yaşadığını yazıyorlar… Tabii ki yüzde yüzlük bir benzeme değil. O dönem dünyanın süper gücü Britanya’nın yerini bugün ABD almıştır. Almanya ve Rusya Birinci Dünya Savaşı arifesinde aynı bugün olduğu gibi yükselen devletler olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın yerini Türkiye Cumhuriyeti almıştır. Ancak bugün bir de fazladan göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir Çin faktörü var.

Ancak o dönem muharebe sahası Avrupa kıtası iken bugün muharebe sahası olarak (mamur Avrupa mahvolmasın diye) Ortadoğu seçilmiştir. Bu muharebe sahasında ise; filler (ABD, AB, Rusya ve Çin) inlerinde, vekil muharip güçler (Suudi Arabistan, İran) tetikte, çiğnenen çimenler (Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Filistin) yerlerde sürünmektedir…

Bu noktada bir kitaba yer vermek istiyorum…

Cambridge Üniversitesi Tarih Profesörü Christopher Clark’ın “Uyurgezerler” (Pegasus Yayınları, 2017) isimli bir kitabı var. Yazar kitabında I. Dünya Savaşı’na yol açan krizin nasıl meydana geldiğini anlatıyor. 28 Haziran 1914 Pazar günü̈ Arşidük Franz Ferdinand ve karısı Sophie Chotek, Saraybosna tren garına geldiğinde Avrupa barış içindedir. Otuz yedi gün sonra ise tüm Avrupa savaştadır. Bu savaş 15 milyondan fazla insanın ölümü̈, üç imparatorluğun yıkılması ve Dünya tarihinin kalıcı olarak değişmesiyle sonuçlanır... Kitaba göre o dönem Avrupalı güçler, yükselen milliyetçilik ve savaş tehdidini göremeyen “Uyurgezerler” gibiymiş. O dönem Rusya modernleşme, Almanya sanayileşme çabası içerisinde, İngiltere şu an ABD’nin olduğu konumda ve en güçlü devlet, Amerika ise kendi iç dünyasındadır. Osmanlı, Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya- Macaristan, Rusya; hiçbirisinde savaş belirtisi yoktur. Kamuoylarının, entelektüellerin, devletlerin de inancı artık savaşların olmayacağı, sonsuz bir barışa kavuştukları doğrultusundadır… Ancak Franz Ferdinand suikastı ile savaş birdenbire tüm dünyayı sarar.

İşte anlattığım gibi şimdi de bazı tarihçiler, içinde bulunduğumuz dönemi Birinci Dünya Savaşı arifesine benzeterek dünya güçlerinin ve kamuoyunun ve entelektüellerin de benzer bir ‘’aymazlık’’ içinde olduğu görüşünü savunuyorlar…

Günümüz dünyasında da tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi yükselen popülist milliyetçilik, ırkçılık, ABD’de yeni Trump politikası, Avrupa’nın iç kavgaları, Rusya’nın yükselen imparatorluğu vardır. Bir de Birinci Dünya Savaşında olmayan bir Çin faktörü vardır...

Günümüz Ortadoğu’sunda ise; mezhep ve vekâlet savaşları, Irak, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Suriye, İŞİD, YPG, Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler, Ilımlı İslam, Lübnan ve Yemen gibi çok karmaşık sorunları vardır…

Ortadoğu’nun hali böyle…

Şimdi gelelim ABD – İran ilişkilerindeki görünmeyen ülkeye; Suudi Arabistan’a…

Yukarıda bahsettiğim bu sorunlar devam ederken geçen senelerden itibaren haberlerde hep Suudi Arabistan yer almaya başlıyor: Suudi Arabistan Kralı Kral Salman’ın 33 yaşındaki genç veliahttı Prens Muhammed Bin Salman’ın (Kısaca kendisine MbS deniyor) iç ve dış politikadaki fütursuz hareketleri yer alıyor…

Yemen’deki savaş nedeniyle Prens Muhammed Bin Salman, İran’ı suçluyor. Filistin yönetimi başkanı Abbas, muhtemelen Hamas’ın İran ile yeniden gelişmeye başlayan ilişkileri nedeniyle MbS tarafından suçlanıyor.

Bu noktada biraz geriye gitmek istiyorum…

Suudi Arabistan veliaht prensi, savunma bakanı ve Kral Salman'ın oğlu Prens Muhammed Bin Salman ayrıca Suudi Kraliyet Mahkemesi başkanı ve Ekonomik İşler ve Kalkınma Konseyi başkanıdır. Ülkesinde babası Kral Salman'ın tahtının arkasındaki güç olarak tanımlanıyor. Haziran 2017'de kraliyet kararnamesi ile Veliaht Prens Muhammed bin Nayif'in yerine atanarak tahtın vârisi ilan ediliyor ve Başbakan Yardımcılığı görevine getiriliyor. Prens Muhammed Bin Salman'ın genç, deneyimsiz, hırslı ve agresif bir kişilik sahibi olduğu söyleniyor.

Prens Muhammed Bin Salman yönetime gelir gelmez iki konu üzerinde çalışıyor. Birinci konu; ülke ekonomisinin petrole bağımlılığını azaltarak ülkesini bir uluslararası finans ve teknoloji merkezi olarak yeniden şekillendirmek, diğer ikinci konu ise; Ortadoğu’da, İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak.

Birinci konu, Prens Muhammed Bin Salman’ın ekonomiyi yeniden şekillendirme projesi petrol fiyatlarının düşmesi ve giderek daralan kaynaklar nedeniyle belirsizliğe düşüyor.

İkinci konu olan, Suudi rejiminin İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak projesi ise tamamen fiyasko ile sonuçlanıyor. Bu uğurda Suudi rejimi; Yemen’de savaşa giriyor iflas ediyor, Suriye’de asileri destekliyor, iflas ediyor, Katar politikası geri teperek iflas ediyor, Körfez İşbirliği Konseyi’ni ise işlemez hale getirerek iflas ediyor, Lübnan’da Hizbullah karşıtı hamleler yaparak hükümet krizine neden oluyor, iflas ediyor. 

Şimdi biraz daha geriye gidelim…

Suudi rejimin meşruiyetinin ve siyasi gücünün dayandığı iki temel dayanağı vardı. Bu dayanaklardan birincisi dinci Vahhabi yapılanmasının başından beri Suudi ailesine verdiği destekti. İkinci dayanak ise Suudi klanının üç büyük ailesi arasında, kararların alınmasına, devlet kurumlarının ve kaynaklarının paylaşılmasına ilişkin kurulmuş ''mutabakat'' ve ''meşveret'' geleneği idi…

Ancak bu iki dayanak da genç Prens Muhammed Bin Salman’ın deneyimsiz, hırslı ve agresif kişiliği nedeniyle zayıflamaya başlıyor.

İşte sorun da burada başlıyor…

Bu iki dayanağın sökülmeye başlaması ve Prens Muhammed Bin Salman’ın İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak projesindeki fiyasko ve iflaslar ülke içinde rejime karşı şiddetli bir karşı tepki ve toplumsal kargaşa olasılığını güçlendiriyor.

Prens Muhammed Bin Salman’ın dış politikasındaki bu fiyaskoları, ekonomiyi yeniden şekillendirme projesinin de giderek daralan kaynaklar nedeniyle belirsizliğe düşmesi ve içerideki bu muhalefet ise Prens Muhammed Bin Salman’ı daha önce hiç olmadığı kadar ABD’ne yaklaştırıyor.

Bu dönem ABD de Suudilere geçmişte hiç olmadığı kadar ihtiyacı duyuyor. Prens Muhammed Bin Salman, İsrail ile birlikte ABD’nin Ortadoğu projelerinin merkezinde yer alıyor… Prens Muhammed Bin Salman da Ortadoğu’daki İran karşıtı cephenin liderliğine oynuyor… Bu arada Suudi Arabistan, Amerikan savunma endüstrisinin en büyük alıcılarından birisi haline geliyor…. İsrail’in güvenliği, Rusya’nın ve Çin’in bölgede frenlenmesi, enerji kaynaklarının kontrolü ve Suriye, Lübnan, Yemen, Bahreyn ve Katar konularında ve Türkiye’nin son yıllarındaki tutumu nedeniyle ABD Suudi Arabistan’a daha önce hiç olmadığı kadar muhtaç haline geliyor…

Mayıs 2017’de ABD Başkanı Trump’ın yaptığı Riyad ziyaretinde, Suudi Arabistan ile 100 milyar dolarlık silah antlaşmasını imzalıyor… Bu anlaşmaya göre Suudi Arabistan’a satılacak silah tutarı önümüzdeki 10 yılda 350 milyar dolara ulaşıyor… Bu anlaşmayı İsrail de destekliyor… Bu silahların hedefinin İran ve bölgedeki ABD karşı cephesi olduğu tabii ki şüphesizdir...

Sanılanın ve söylenenlerin aksine 2 Ekim 2018 günü yaşanan Kaşıkçı olayı ise; deneyimsiz, hırslı ve agresif kişiliği ile Prens Muhammed Bin Salman’ın yönetimindeki Suudi Arabistan'ı, dengesiz, hırslı, kinci ve intikamcı kişiliği ile Trump yönetimindeki ABD'yi İran'a karşı olan politikalarında birbirlerine daha çok yaklaştırıyor…

Burada vahim olan olasılık ortaya çıkıyor… O da; içerideki muhalefeti bu şekilde fütursuzca bastırarak yok eden ancak politik hırsları ile devlet kapasitesi arasında uçurum olan genç, tecrübesiz, hırslı ve agresif Prens Muhammed Bin Salman’ın krallıkta birlik sağlayarak gücünü pekişmek için yakınlaştığı dengesiz, hırslı, kinci ve intikamcı kişiliği ile Trump yönetimindeki ABD'nin de desteğiyle doğrudan İran ile  bir savaşı göze alması durumunda tüm Ortadoğu’yu yutacak bir ateşin içine atabilecek olmasıdır.

Ancak bu sefer, günümüzde yaşadığımız gibi bir vekâlet savaşı değil, tüm Ortadoğu’yu kapsayacak, arkasında ABD, İsrail ve Mısır’ın bulunduğu Suudi Arabistan ile arkasında Rusya, Çin ve Suriye’nin bulunduğu İran’ın yer alacağı bir Sünni – Şii savaşının yaşanması pek mümkün görünüyor… Böylesi bir savaşın Türkiye'yi de en ağır biçimde etkilemesi de kaçınılmaz gözüküyor…

Montaigne bir denemesinde; ‘’Adamın biri, zaten karanlıktan korkarmış. Bir gün büyük bir hangarda elindeki mumla tek başına kalmış. O an o kadar korkmuş ki elindeki mumu üfleyivermiş’’ derdi.

Elde kalan son mumu da üfleyerek tüm Ortadoğu’nun kopkoyu bir karanlığa gömülmesini sağlayacak iki delinin (Trump & MbS) hevesle bekledikleri görülüyor. 

Hal böyleyken, görevi; etrafı gözetmek, buna göre tedbir almak, içeride ve dışarıda barışı tesis etmek, dost kazanmak, ülkede birliği, bütünlüğü ve dirliği sağlamak iken; tüm enerjisini yıllardır kine, nefrete, seçimlere, yola, köprüye, havaalanına, Kanal İstanbul’a, Suriye’ye, Libya’ya, Rabia’ya odaklayan bir yönetim elindeki ülkenin ve insanlarının Allah yâr ve yardımcısı olsun!

Kasım Süleymani suikastı yaklaşmakta olan bir büyük felaketin alarm zilleridir…

“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!" (*)

Osman AYDOĞAN 

(*) “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan" dizesi İsmet Özel'in ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ isimli şiirinden alınmıştır. İsmet Özel “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan’’ diyerek, Necm Süresi’nin 57. ayetini (Yaklaşmakta olan –kıyamet- yaklaştı) anımsatır. 



Kral Lear

04 Ocak 2020

Dün, 03 Ocak 2020 tarihinde saat 21.00’da TRT2’de İngiliz yönetmen Richard Eyre’nin 2018 yılı yapımı ‘’King Lear’’ (Kral Lear) isminde güzel bir filmi vardı. Filmimde Kral Lear’ı Anthony Hopkins canlandırıyordu. Film, Shakespeare’in aynı isimli oyunundan (Kral Lear, Remzi Kitabevi, 1986. Çev. Özdemir Nutku) günümüze adapte edilen çok güzel bir uyarlamasıydı.

Bu sitemde geçen yıllarda William Shakespeare’in ‘’Hamlet’’, ‘’Machbeth’’, ‘’Othello’’, ‘’Julius Caesar’’ ve ‘’66. Sone’’ isimli eserlerini anlatmıştım. Bir ütopya; ben Milli Eğitim Bakanı olsam liseyi bitirmeden tüm öğrencilerin Shakespeare’in bütün eserlerini anlayacak ve içselleştirecek şekilde okumalarını sağlardım. Çünkü Shakespeare’in bütün eserlerinde siyaset vardır, siyasetin şifreleri vardır, sınıflı toplumların güç ilişkilerinin, çatışmalarının ana kodları vardır… Shakespeare’i anladığımızda bugün Ortadoğu’yu daha iyi anlayabiliriz... Shakespeare’i anladığımızda bugün ülke içindeki siyasetin kodlarını, güç ve çıkar ilişkilerini, güç ve etkinlik kavgalarını, entrikaları, kumpasları, çatışmaları daha iyi kavrayabiliriz... 

Fazla uzatmayayım… Ve biz gelelim Shakespeare’in ‘’King Lear’’ (Kral Lear) oyununa…

‘’Kral Lear’’ Shakespeare'in en iyi trajedilerinden biri olsa da Hamlet ve Machbeth gibi oyunların yanında karmaşıklığı ve zor anlaşılması nedenleriyle geri planda kalmış bir oyundur.

Shakespeare'in bütün oyunlarında şiddet, umutsuzluk, delilik ve ölüm vardır. Perde kapanırken sahnede kan gölü oluşur. Shakespeare'in oyunlarında ölüm bir çözümdür. Kötü karakterler ile trajedinin başkahramanları oyunun sonunda genellikle ölürler ve trajik sonlarla adalet yerini bulur.  ‘’Kral Lear’’ oyununda ise bütün bu özelliklerin daha fazlası vardır. 

‘’Kral Lear’’ oyunu (İngilizce ’’True Chronicle History of the Life and Death of King Lear anf His Three Daughters’’ veya ‘’The Tragedy of King Lear’’ olarak adlandırılır) 1600’lerde  yazıldığı tahmin edilmektedir. Shakespeare'in diğer birçok oyununda olduğu gibi ‘’Kral Lear'’ın hikâyesi de daha önceden anlatılan halk masallarından alınmadır.

Shakespeare, ‘’Kral Lear’’ oyununda karakter analizlerini, insan ilişkilerini ve özellikle de çıkar ilişkileri çok iyi ele alır. Bu konularda ‘’Kral Lear’’ bir başyapıt niteliğindedir. Her Shakespeare yapıtında olduğu gibi bu oyunu da hakkıyla anlayabilmek için önce oyun kitaptan okunmalı sonra da sahne de seyredilmeli diye düşünüyorum.

Oyunun hikâyesi özetle şu şekildedir:

Yaşlı Kral Lear, çöküş sürecine giren imparatorluğun yönetimini ve kendi mülkiyetini üç kızı arasında paylaştırmak ister. Bu paylaşımın eşit ve adil olması için kızlarını da denemek isteyen Kral Lear, kızlarını toplar ve kızlarına kendisini ne kadar çok sevdiklerini sorar. Kızlarından Goneril ve Regan sahte ve süslü sözcük ve cümlelerle babalarını ne kadar çok sevdiklerini anlatırlar. Fakat gerçek sevginin süslü laflarla anlatılamayacağına inanan kızların en küçüğü olan Cordelia ise dürüstçe ve sahici sözlerle babasına olan saygı ve sevgisini dile getirir.

Yaşlı Kral idrak ve izan yoksunudur, Cordelia’nın sevgi cümlelerine inanmaz ve onu evlatlıktan reddederek sürgüne gönderir ve hükümranlığını ve topraklarını diğer kızları Goneril ile Regan arasında paylaştırır. Kral, Cordelia'yı savunmaya kalkan Kent Kontu'nu da sürgüne gönderir.

Babalarından hükümranlığını ve topraklarını alan Regan ve Gonoril mutlak hâkimiyeti elde etmek için babalarına bunak muamelesi yaparak Kral Lear'ın askerî ve idari gücünü kısıtlarlar. İki kızı tarafından kapı dışarı edilen Kral Lear sonunda gerçekten bunar, aklını kaçırır...

Kral Lear’in  bu aymazlık ve budalalıkla verdiği karar, oyunun temel çatışma ekseni oluşturur. Oyunun ilerleyen aşamalarında idareyi elinde bulunduran Kral Lear’in entrikacı kızları, fitne, kumpas ve dalaverelerle imparatorluğu ve kendilerini  trajik bir biçimde tehlikeye atarlar. Oyunun ilerleyen aşamalarında güç  paylaşımı ve iktidar hırsı adına öldürme ve ölümler başlar.

Oyunda Kral Lear'ın trajedisine paralel olarak Gloucester Kontu'nun da hikâyesi bulunur. İki hikâyenin de teması evlatlarından kötü olanların etkisiyle, iyi evlatlarını haksız yere cezalandıran babaların kendilerini düşürdükleri zor durum ve trajik sonları anlatılır.

Oyunun anlatımını burada kesiyim çünkü oyun bundan sonraki bölümü özetle anlatamayacağım kadar karmaşıklaşır. Oyunun sonunda da başta da söylediğim ve her Shakespeare oyununun sonunda olduğu gibi sahne kan gölüne döner ve hemen hemen herkes ölür.

Ancak oyunun sonunu söyleyeyim: Kral Lear iki kez cezasını bulur. Önce haksızlık ettiği ve sarayından kovduğu Cordelia'sıyla yüzleşir ve ardından da ölür.

Özetle bu oyunuyla Shakespeare demek ister ki; çok konuşanlardan, övgüleriyle ikiyüzlülüğün en tiksindirici örneklerini verenlerden, kalp parayı ağız kalabalığıyla altın sikkesi olarak göstermek isteyenlerden kaçının. Krallar çoğunlukla dalkavukluğu severler ve yutarlar. İltifata alışmış olanların gözleri gerçeğe kapalıdır.

Shakespeare oyunlarının özelliği oyun içinde geçen sözlerdir. Bu sözleri okuyunca sanırsınız ki dört yüzyıl önceki bir dünyadan değil de günümüz dünyasında geçen ve sizlere tanıdık gelen sözlerdir.

Şimdi gelelim oyunda geçen ve sizlere tanıdık gelen, her zaman taze ve her zaman güncel olan bu sözlere:

"Evlat nankörlüğü, zehirli bir yılan dişinden bile daha keskindir."

‘’Beterin beteri olduğu sürece umut etmek gerekir."

"Gerekli ihtiyaçları sağlanamamış insan, zavallı, çıplak ve oklanmış bir hayvandan farksızdır." 

"Lime lime giysiler, en ufak, en önemsiz hataları bile gösterir. Ama günahını altın kaplat da gör, adaletin güçlü, uzun kılıcı nasıl da kırılır."

"Göze iyi görünür kötü kişiler, daha kötüleri varsa eğer. En kötü olmamak da bir bakıma övgüye değer."

"Ne tatlı olmalı ki yaşamak, sürekli ölüm korkusu çekmeyi, ölümün kendisine yeğliyoruz."

‘’Zamanımızın laneti bu, körlere gösteriyor deliler yolu!’’

" ‘Daha beteri olamaz’ diyebiliyorsak hala, en kötüyü tatmamışız demektir.’’

‘’Kendi başına acı çeken, ruhunda acıyı daha fazla duyar.’’

‘’Kendini çekip koparan dal kurumaya mahkûmdur.’’

‘’Akıllanmadan yaşlanmayacaktın.’’

‘’En iyiyi bulmak için uğraşırken iyiyi kaybediyorsunuz.’’

‘’Pislik ancak pislikten tat alır.’’

‘’İnsan, en dipsiz yarayla kanadı mı bir defa, acıtmıyor canını artık ne gelse başına.’’

‘’Kısık sesi yankı yapmıyor diye kalbi boş sanma kimseyi.’’

‘’Akıl ve erdem iğrenç olana iğrenç gelir.’’

‘’İnsan, bu dünyaya ağlayarak gelir, yeterince ağladıktan sonra da ölüp gider.’’

" ‘En beter yerdeyim’ diyebildiğin müddetçe, değilsin demektir en beter yerde.’’

“Konuşacaksak eğer, hissettiklerimizi söyleyelim, gerekenleri değil.”

Böylesine önemli ve her daim güncel olan bu oyuna sinema yönetmenleri de ilgisiz kalamazlar.

Sinema tarihinin en önemli ve etkileyici yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Japon yönetmen Akira Kurosawa ‘’Ran’’ isimli filminde Kral Lear’ın konusunu işler. Ancak bu filmde üç kızın yerini üç oğul alır.

İngiliz yönetmen Don Boyd'un ‘’Krallığım’’ (My Kingdom ) filminde de bu konu işlenir Ancak bu filmde Kral Lear'ın yerini Liverpool suç örgütünün babası Sandeman alır. Bu filmde de Sandeman karısı Mandy'nin öldürülmesi üzerine, intikamını üç kızına havale eder.

Sovyet sinema yönetmeni Grigori Kozintsev tarafından 1971 yılında Kral Lear’ın bir Sovyet uyarlaması da yapılır ‘’Korol Lir’’ adında... 

Kral Lear İngiliz tiyatro ve sinema yönetmeni, oyuncusu ve yapımcı Laurence Olivier'in başrolünü oynadığı bir de televizyon dizisi vardır.

Son olarak da girişte bahsettiğim gibi İngiliz yönetmen Richard Eyre’nin 2018 yılı yapımı ‘’King Lear’’ filmi günümüze uyarlanır... 

Ayrıca Turgenyev'in "Bozkırda bir Kral Lear" (Kırmızı Kedi Yayınları, 2015) isimli romanında da Shakespeare'in bu yapıtı konusu Rusya’da geçecek şekilde Rus derebeylerine özgü bir uyarlaması yapılır…

Shakespeare eserlerinde bu oyunda da olduğu gibi adaleti hiç ihmal etmez. Shakespeare eserlerinde adaleti hep oyununun sonuna bırakır. Tıpkı ilahi adalette de Allah'ın adaleti ihmal etmeyip imhal ettiği (*) gibi!

Ancak zamanımızın laneti bu işte; körlere gösteriyor deliler yolu!

Osman AYDOĞAN

(*) İmhal etmek: Zamana bırakmak...




Libya’ya asker gönderirken (2)…


03 Ocak 2020

TSK; fiilen savaştığı Kore ve eğitim amaçlı ve müttefiklerle beraber katıldığı Bosna Hersek, Kosova, Lübnan, Afrika ve Afganistan harekâtı hariç sadece 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1983’den beridir de Irak’ın Kuzey’ine sınır ötesi harekâtlar yapmıştır. Bu yazıda kısaca 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1983’den beri yapılan sınır ötesi harekâtlar ile Suriye harekâtı değerlendirilerek konu Libya’ya getirilecektir.

Yazıma çok kısaca üç konuya yer vererek girmek istiyorum.

Bunlardan birincisi ‘’tarih bilinci’’, bu kapsamda günümüzde oldukça göz ardı edilmiş kadim Çin askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu’nun ve yüzyılımıza damgasını vurmuş Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’ düşünceleridir…İkinci olarak da Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl yenildiklerinin kısaca anlatımı ve üçüncü olarak da Türkiye’nin şimdiye kadar yaptığı sınır ötesi askerî harekâtlar…

Bu üç konuyu anlamadan TSK’nin muhtemel Libya harekâtını anlatmamız ve anlamamız mümkün değildir.

1. Tarih bilinci…

Tarih konusunu çok kısa olarak geçmek istiyorum. Hemen hemen bütün yazılarımda vurgularım; Tarih bizim için iyi bir laboratuvardır. Ancak faydalanırsak tabii ki... Einstein’ın bir sözü vardır; ‘’Toplumlar; hiç ölmeyen, ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir.’’ Toplum olarak tek bir insan gibiyiz ama hep unutuyor hiç hatırlamıyoruz. Tarihçiler hep hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını söylerler. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir. Bunlar kulağımızda küpe olarak kalsın öncelikle…

İkinci olarak anlatmak istediğim iki düşünürden önce en eskisini anlatmak istiyorum.

a. Sun Tzu

Kadim Çin askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu, günümüzden 2300 yıl önce imparatoruna “Devlet Yönetme Sanatı” (Savaş Sanatı) adlı bir eserini sunar. (Anahtar Kitaplar, 2016)

Sun Tzu’nun bu eseri MÖ 6. yüzyılda askerî taktikler, savaş ve strateji üzerine yazılmış en eski ve en iyi çalışmalardan biridir ve askerî konularda ve ötesinde tarih boyunca çok büyük etkisi olmuştur. 20. yüzyılın sonlarından itibaren ekonomi ve iş dünyasında da kullanılmaya başlanılmıştır.

Her biri savaşın farklı bir yüzünü anlatan 13 bölümden oluşur ve askerî strateji ve taktiğin temel kitabı olduğu kabul edilir. Çin'in ‘’Yedi Askerî Klasik’'i arasında en önemlilerindendir.

Sun Tzu, günümüzden 2300 yıl önce imparatoruna özetle şu öğütleri verir:

 “Hasmı güç harcamaya sevk ederken kendi gücünü korumayı bilmek gerekir.”

“Savaş sanatından anlayan kişi başkalarının gücünü savaşmadan alt eder, kentleri kuşatmadan düşürür. Hasım milletleri, uyumlarını, morallerini çökerterek teslim alır.”

“Usta komutan hasım orduyu savaşmadan alt edendir.”

“Vuruşma incitir (yıpratır), tahkimli mevziiye taarruz kırım demektir. Önemli olan düşmanın stratejisini bozmaktır. Savaşmak değil.”

“Sen uyum ve dayanışma ile birliğe yönelirken düşman ona bölündüğünde gücün bire karşı on olur.”

“Bilge önderlerin dirayetli yönetimleri ve zaferleri şans değildir. Zira onlar kazanacaklarından emin oldukları durum, yer ve zamanda harekete geçerler ve çoktan yenilmiş kimseleri yenerler.”

“Yüksek savaş sanatı, düşmanın mukavemetini, meydan savaşlarında kazanılacak zaferlerle değil, meydan savaşına başvurmadan kırabilmeyi gerektirir.’’

Kitapta daha çok öğüt var ama şimdilik burada keselim.  

b. Carl von Clausewitz

İkinci olarak anlatmak istediğim iki düşünürden Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz (1780-1831) ise günümüzde en tanınmış ancak düşünceleri en çok göz ardı edilen bir strateji uzmanıdır. Ölümünden sonra karısının düzenlediği notlarından oluşan ve savaş stratejisi konusunda yazılmış önemli eserlerden birisi kabul edilen ‘’Savaş Üzerine’’ (vom Kriege) adlı eseri (Doruk yayınları, 2015) askerlerden ziyade siyasetçilerin okuması ve anlaması ve içselleştirmesi gereken bir eserdir.

Bolşevik devriminde Lenin’in Clausewitz’in bu eserinden ciddi olarak yararlandığı bilinir. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması sırasında “Ben Clausewitz’i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok!” diyerek ifade eder.

Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’ adlı eseri zor ve çelişkilerle dolu görünse de fikirlerini şu şekilde basitleştirerek özetleyebilirim:

‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi zannetmeyin.’’

‘’ ‘Mutlak Savaş’ haline dönüşen bir savaşın hiçbir amacı yoktur, bu yüzden savaşların alevlenmemesi için sınırlar konmalıdır.’’

‘’Savaşların açık ve uygulanabilir hedeflerinin olmasına dikkat edin.’’

‘’Siyaset komuta edilebilir. Komutanlar sivil yetkililere, özellikle uygulanabilirlik konularında tavsiyelerde bulunmalıdırlar, fakat siyasi hedeflerin belirlenmesi onların görevi değildir. Komutanlar uygulanabilir siyasi hedefler konduğundan ve sivil otoritelerin ödenecek bedelin ne kadar ağır olabileceğini anladığından emin olmalıdırlar.’’

‘’Savaşı, düşmanın onsuz direnemeyeceği ‘ağırlık merkezi’ni çökerterek kazanın. Bu aslında ana kuvvetlerin yok edilmesi anlamına gelir.’’

‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. (Örneğin, Napoleon Moskova’yı aldı ama Rus ordusu dağılmadı). Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’

‘’Savaşların ucuz ve kolay olduğunu zannetmeyin. Kendinizi güçlü bir şekilde geride tutarsanız, düşmana pek şans tanımamış olursunuz.’’

‘’Savaşın dehşetinden kaçabileceğinizi zannetmeyin. Akıllıca manevralar ve blöflerle savaşı kazanabileceğiniz düşüncesiyle kendinizi kandırmayın. Bu yüzden, öncelikle ‘çok güçlü’ olun.”

‘’Halkın, hükumetin ve ordunun birliği işe yarar. Bu üçünden birinin zayıf olması bütün emekleri boşa çıkarır. (Vietnam’daki savaşı desteklemeyen Amerikan halkı gibi). Bu üç konuda da sağlam olmadıkça savaşa kalkışmayın.’’

Clausewitz eserinde tez olarak da şunu ortaya koyar: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka şey değildir.” Yani basitçe demek ister ki Clausewitz ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

2. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar nasıl yenildi?

Son olarak da Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl yenildiklerinin kısaca anlatmak istiyorum.

Savaşın son senesi 1918 yılına girildiğinde durum şu şekildedir: Almanya, Doğu Cephesinde Rusya karşısında kesin bir zafer kazanmış, Rusya Ekim Devrimi ile çökmüş, yeni iktidara gelmiş olan Bolşevikler, Almanya ile bir barış anlaşması imzalamışlardır.

Savaşın kesin sonucunu belirleyecek Batı Cephesinde, ise dört yıldan beri, devam eden siper savaşı, Manş Denizinden İsviçre’ye kadar uzunlukta, Kuzey Fransa üzerinden geçen, çok detaylı ve iyi tasarlanmış statik savunma hatları yaratmış idi.

1916 yılı boyunca devam etmiş olan  Verdun Muharebesi insanlık tarihinin en kanlı savaşları içinde yer almasına rağmen, sadece 60 km2 içinde savaşılmış idi. Yaklaşık sekiz ay süren bu muharebe, her iki taraftan toplam 1.000.000 kişinin ölümüne mal olmuştu. İngilizler 1917 sonlarında Passchendaele’de sadece 10 km ilerleyebilmek için yaklaşık 400.000 asker kaybetmişlerdi.    

Batı cephesinde stratejik olarak savunma durumunda olan Almanya’nın toplam kayıpları, Müttefiklerden daha az olmasına rağmen, Almanya artık insan gücünün sınırına dayanmış, savaş sanayiinden ve tarım üretimden, üretim faktörlerini bozabilecek ölçüde kişiyi askere almak durumunda kalmıştı.

1918 senesine girerken, Almanya’nın stratejik anlamda savunma pozisyonu dışında, tüm faktörler aleyhinedir.  Üstelik zaman da Almanya aleyhine çalışıyordu.

Savaşın kilidini çözen doktrin 1917’nin son aylarında yazıldı. Almanya az sayıdaki nitelikli insan kaynağını ve eldeki tüm kaynakların yeniden değerlendirilerek harmanlanması sonucunda sonuç alabileceği, iyi modellenmiş donanım ve kaynak ile donatarak oyunun kurallarını tamamen yeniden yazdı…

1918 İlkbaharında, bu doktrin ile beraber, Batı Cephesinde 1914 yılından itibaren oluşan statik durum kırıldı. Art arda yapılan dört ayrı taarruz ile Alman Orduları Batı Cephesini yardı ve 1918 yaz aylarında Paris’e 70 km'ye kadar yaklaştı. Bu başarı, önceki dört yıldaki savaşta başarıların kilometrelerle ölçüldüğü bir döneme göre bir mucize idi.

Ancak sorun şu idi, Almanya bu taarruz zinciri ile büyük bir taktik başarı elde etmesine rağmen, düşmanını kesin bir şekilde yenebileceği hiçbir stratejik başarı elde edememiş, müttefiklere göre daha az kayıp vermesine rağmen, hiçbir zaman yerine koyamayacağı önemli sayıda ve nitelikte adam kaybetmişti. Almanya, harita üzerinde savaşı kazanmak üzere gibi gözükse de son kozunu oynamış ve tüketmiş idi.

Bu noktadan sonra, deneyimsiz ama zinde Amerikan birlikleri ile beraber, Müttefikler 1918 yazından başlayarak 100 gün boyunca devam eden karşı taarruzlar ile savaşı kesin olarak kazandılar.

Bu harpten çıkan sonuç: Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler, stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonucun felaket olmasıydı. Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında kesin olarak kaybetmiştir. Özetle stratejik hedeflerin, alt hedefler ile altının doldurulamaması, stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır.

3. TSK’nin Sınır Ötesi Harekâtları

a. PKK’ya karşı yapılan harekâtlar..

TSK, Kıbrıs hariç bütün sınır ötesi harekâtlarını PKK’ya karşı yapmıştır. Peki, Türkiye bu harekâtları neden yaptı? PKK terörünü önlemek için.. Peki, PKK ne istiyor terör yaparak, siyasi amacı nedir? Bölgede sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak… Peki, bu sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ nerede kurulacak? Önce Irak, sonra Suriye, sonra Türkiye’deki ve sonra da İran’daki Kürtleri birleştirerek... Önce bu ülkelerde ayrı ayrı adı ne olursa olsun federal, özerk veya bölgesel Kürt yönetimlerini kurmak sonra da bu özerk veya federal Kürt bölgelerini birleştirerek sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak... Bunda bir tereddüt var mı? Yok... Tereddüt ediyorsanız açın bakın PKK’nın kongrelerinde aldıkları kararlara...

Eeee… PKK’nın amacı bu ise... Size öncelikle politik olarak hangi görev düşer? Bu ülkelerle sıkı bir işbirliği, bu ülkelerin ülke bütünlüğünü korumak değil mi?

Peki, Türkiye’deki son kırk yılın siyasi iktidarları ne yaparlar? Tam tersini.. Irak’ı parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yaparlar... Türkiye’nin el vermesiyle ve desteği ile Irak’ta ‘’Bölgesel Kürt Yönetimi’’ni kurarlar. Suriye’yi parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yaparlar… Sonra da Doğu’nun dağlarında, Irak’ın Kuzeyinin dağlarında PKK operasyonu diye fidan gibi gencecik insanlarımızı harcarlar...

1983’den beridir bakıyorsunuz Irak’ın Kuzeyine yapılan operasyonlara:

1983, 1984, 1986  ve 1987 yıllarında küçük çaplı operasyonları geçiyorum...

Süpürge Harekâtı (05-13 Ağustos 1991), 2 şehit,
1992 sınır ötesi harekâtı ve Hakurk Operasyonu  (05 Ekim – 15 Kasım 1992), 12 şehit
 Çelik Harekâtı (21 Mart -02 Mayıs 1995), 64 şehit,
Atmaca Harekâtı (Nisan 1996), 40 şehit
Tokat Operasyonu (14 Haziran 1996 – Ocak 1997), 11 şehit,
Çekiç Harekâtı (12 Mayıs – 07 Temmuz 1997), 114 şehit,
Şafak Harekâtı (25 Eylül -15 Ekim 1997), 31 şehit,
 Murat Operasyonu (Nisan – Mayıs 1998), 3 şehit,
Güneş Harekâtı (21 Şubat – 29 Şubat 2008), 24 şehit,
2011 yılı sınır ötesi harekâtları (17 Ağustos – 24 Ekim 2011),
Şehit Yalçın Operasyonu (24 -25 Temmuz 2015),

(Bu tabloya yurt içi operasyonlarda veya pusu ile mayın ile verilen şehitler dâhi edilmemiştir.)

Bu harekâtlara tek tek girmeyeceğim... Konumuz bu değil... Soru şudur: Bu harekâtların siyasi hedefi ne idi? Ne yazık ki cevap koskocaman bir ‘’yoktur’’ ifadesidir. Hani Clausewitz ne diyordu: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Bu sınır ötesi harekâtlar başlı başına birer taktik başarı ürünüdür... Peki, bu harekâtların stratejisi ne idi? Cevap yine koskocaman bir ‘’yoktur’’ ifadesidir.

Yine tekrar edelim; taktik hedefler, stratejik hedeflerin başarılabilmesi için oluşturulan araçlardır.  (Çoğu zaman bu kavramlar birbirine karıştırılır. Tersi de ayrı bir başarısızlık faktörüdür. Stratejik hedeflere ulaşım, doğru tanımlanmış taktik hedeflere ulaşım ile mümkün olabilir. Stratejik hedeflerin, alt hedefler ile altının doldurulamaması, stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır.)

Tekrar soruyorum. Her birisi mükemmel taktik başarıları içeren bu harekâtların bir stratejisi, bir politik hedefi var mıdır?

Ne diyordu Clausewitz: ‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’

Irak’ın kuzeyinde o tepeleri o kadar şehitler vererek ele geçirdiniz... Peki, bu PKK’yı imha etti mi? Cevap ne yazık ki yine koskocaman bir ‘’hayır’’dır.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın politik bir hedefi vardı ve TSK bu politik hedefe ulaşmak için bu harekâtı yaptı ve amacına da ulaştı…

Tekrar tekrar soruyorum: Bu sınır ötesi askerî harekâtların politik hedefi, siyasi bir maksadı var mıydı? Yoktu! Hani Clausewitz ne diyordu: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Şimdi başa dönün ve Clausewitz’in ne demek istediğini bir daha okuyun…

İsterseniz daha da başa dönün Sun Tzu’nun demek istediklerini bir daha gözden geçirin...

İsterseniz en sona gelin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın nasıl yenildiğine bir daha bakın…

Ne idi Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesinden bizim için çıkaracağımız ikinci sonuç? ‘’Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler, stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonucun felaket olmasıydı. Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında kesin olarak kaybetmiştir.’’

Bu sınır ötesi harekâtlarla da aynısı yapılmadı mı? Taktik hedefler olmayan bir stratejinin ve olmayan bir politik hedefin önüne çekilerek PKK’yı imha da edemeden muazzam kaynaklar (insan, zaman, para, güven) harcanmadı mı?

O halde olması gereken neydi?

Yine tarihe döneceğiz…

Afganistan’a bakın.. Burası bir imparatorluklar mezarıdır. Buradan İskender geçti, buradan Cengiz Han geçti, buradan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçti, onların hepsi sözde galiplerdi burada, hepsi de boylarının ölçülerini aldılar burada. Bunun nedeni işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması değildi. Nedeni sadece, bu ülkenin arazisinin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan yapısıydı..

Dağlarda savaşmak zordur… Hele hele bir de teröristlerle savaşıyorsanız o dağlar size cehennemin ta kendisi olur. Bir tugay askeri salsanız bile araziye arazi yutar önce bu askerleri.

Şeyh Şamil efsanesini hepimiz biliriz...  Şey Şamil Kafkas Dağlarında cirit atarken Ruslar pek dokunmadan dağlara inmiştir ovalara, etrafından dolaşarak aşmıştır Kafkas dağlarını, gelmiş Gürcistan’ı, Azerbaycan’ı almış, Erzurum’u işgal etmiştir.

Siz de fetih maksadı olmaksızın gönderirsiniz dünyanın o en güçlü ordunuzu, gider oturursunuz bir zamanlar kırmızı çizginiz olan Kerkük’e, kurarsınız komuta çadırınızı, atarsınız bacak bacak üstüne, alırsınız yorgunluk çayı bardağını elinize ve dersiniz ki düveli muazzamaya ve Barzani’ye; ‘’Kandil’den çıkarın PKK’yı, ben de buradan çıkıp gideyim.’’

Boşu boşuna da fidan gibi gencecik Anadolu evlatlarını harcamazsınız, kırmazsınız o dağlarda...

(Tabii ki ülke içinde bir daha böylesi bir sorun olmaması için alacağınız ekonomik, sosyal ve siyasal tedbirler ayrı bir çalışma konusudur.)

İsterseniz, Sun Tzu’yu, Clausewitz’i bir daha okuyun…

b. Suriye'ye yapılan ‘’Fırat Kalkanı’’, ‘’Zeytin Dalı’’ ve ‘’Barış Pınarı’’ harekâtları…

Suriye’ye askerî operasyon; 24 Ağustos 2016 tarihinde Fırat Kalkanı Harekâtı ile başladı. Bu harekâtı 20 Ocak 2018 tarihinde Zeytin Dalı Harekâtı ve 09 Ekim 2019 tarihinde Barış Pınarı Harekâtı ile devam etti.

Suriye’ye yapılan askerî harekât 70 km genişlik ve 35 km derinlikteki, Şırnak'taki Bestler - Dereler ebadındaki bir alan değil ki bu alana yazın girip kışın çıkasınız....

Bu üç Suriye harekâtında ilk sorum şu: ‘’Politik hedefiniz nedir?’’ İkinci sorum da şu: ‘’Bu politik hedefi gerçekleştirecek askerî stratejiniz nedir?’’

PYD’nin Fırat batısına Afrin’e koridor açıp geçmesini engellemek mi amacınız? Peki, o zaman Salih Müslim’i Ankara’ya davet edip devlet protokolü ile karşılayanlar kimlerdi? PYD’yi vazgeçtim Suriye’de Fırat’ın batısına geçmelerini altlarına uçaklar otobüsler vererek, yemek ücretlerini de ödeyerek ülke topraklarından Kobani’ye geçirenler kimlerdi? Peki, bu harekâtın 35 km güneyinden sonrası ne olacak? PYD oradan geçmeyecek mi?

Sınır güvenliği midir amacınız? 911 km’lik sınırdan geri kalan 876 km ne olacak?

Suriye’nin ülke bütünlüğünü korumak mıdır amacınız? O zaman ÖSO’nu nereye koyacaksınız?

Suriye’nin ülke bütünlüğünü korumak mıdır amacınız? O zaman destek verin Esat’a, ülkesinin bütünlüğünü o sağlasın…

Tampon bölge mi yaratmak amacınız? Elinizdeki dört milyon Suriyeliyi bu daracak alanı mı sığdıracaksınız?

İniyor musunuz Halep’e! Tam kapatıyor musunuz koridoru? Ha o zaman anlarım ben bu harekâtı…

Amacım harekâtı eleştirmek değil. Amacım bu harekâtın politik hedefini ve askerî stratejini anlamak...

Şimdi gelelim Libya’ya…

Libya'ya asker gönderilmesine ilişkin tezkere 02 Ocak 2010 Perşembe TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi. Kabul edilen teskereye göre Libya’ya gönderilecek askerî gücün sınır, kapsam, miktar ve zamanını Cumhurbaşkanı belirleyecek. Aslında böyle bir teskere olmaz... Bir meclis böylesine ne olduğu belli olmayan bir yetkiyi kimseye devredemez... 

Daha önce sınır ötesi harekâtta da olduğu gibi yine bu teskerede de siyasi bir hedef yok. Teskerenin bilinen amacı Libya’nın Tobruk merkezli General Halife Hafter güçlerine karşı Trablus kentinde kurulu Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH)’ni koruma amacıyla askerî destek vermek…

Sorun da burada başlıyor. Adı üstünde, ‘’askerî destek’’; askerî bir hedef… Siyasi hedef nedir?

Eğer siyasi hedef; Libya’nın birliği ise bu askerî hedef bu hedefi sağlamaz, tam tersine Libya halkını birbirine kırdırır… Türkiye de bu kırım da bir tarafta yer alır… Eğer siyasî hedef; Libya’nın birliği ise bu size Libya’daki bütün güçlerle eşit mesafede olmayı, arabulucu olmayı ve bu şekilde Libya’nın birliğini sağlamayı gerektirir… Eğer bu hedefi yalnız gerçekleştiremezseniz bu maksatla BM’ni davet edersiniz, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)’nı davet edersiniz…

Eğer siyasî hedef; Doğu Akdeniz’deki haklarımızı UMH ile beraber sağlamak ise bu siyasi hedef size öncelikle Doğu Akdeniz’de Suriye ve Mısır ile ortak hareket ermeyi öngörür… Sonra Lübnan ve İsrail ile... Yani bölge ülkeleri ile işbirliğini gerektirir…

Söylenmeyen hedef eğer siyasal İhvan’ı desteklemek ise… Suriye’de, Mısır’da, Libya’da batan, sönen, biten siyasal İhvan’ı destek beraberinde Türkiye’nin de bataklığa sürüklenmesini getirir… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’yi İhvan dışındaki tüm Arap dünyasını karşısına alır… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’yi Libya çöllerinde sıcak bir çatışmaya sürükler… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’nin ABD’yi, Rusya’yı, Çin’i karşısına bulmasına vesile olur… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’nin tüm kaynaklarını Fizan çöllerinde tüketmesine yol açar…

Sonuç

İsterseniz yazımın başına dönün ve Sun Tzu’yu, Clausewitz’i ve Almanların I. Dünya savaşını nasıl kaybettiklerini bir daha okuyun…

Hani diyor du ya Clausewitz: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Ha bir de ne demişti Clausewitz: ‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi de zannetmeyin.’’

Görüldüğü gibi Türkiye'nin Kıbrıs Harekâtı hariç hiçbir sınır ötesi harekâtında belirli net bir siyasi hedefi olmamış ve doğru bir strateji belirlenip uygulanmamıştır. Bu hata Libya teskeresinde de tekrarlanmaktadır. 

Ünlü Rus ünlü yazarı, ozanı Anton Çehov; “Eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlar” derdi… Libya’ya göndereceğiniz o silahlar orada mutlaka patlar, o askerler orada mutlaka çatışmaya girer…

Asıl adı Amos Klausner olan çağdaş İsrail edebiyatının önemli bir yazarlarından romancı, gazeteci, yazar ve barış yanlısı aktivist olan Amos Oz bir röportajında şöyle demişti:

“İki tür trajedi vardır. Shakespeare ya da Çehov tipi. Shakespeare trajedilerinde, perde kapanırken sahnede kan gölü oluşur. Çehov trajedilerinde ise herkes hayatta kalır. Ama büyük tavizler veren herkes için hayatta kalmanın faturası ağırdır. Herkes hayal kırıklığına uğramıştır ve mutsuzdur.’’

Libya teskeresi gerçekleşirse eğer ne yazık ki Türkiye için hem Shakespeare hem de Çehov trajedileri ile beraber sonuçlanacağını gösteriyor.

Benden söylemesi… Doğru sözler nazik olmaz. Zarif sözler doğru olmaz. Doğru sözler eğri görünür. Ama ben doğru bildiklerimi söylemek zorundayım… Dost acı söyler!...

Devleti yönetenlere duyurulur…

Sürçü lisan ettiysek de affola…

Osman AYDOĞAN

Ebû Müslim Horasânî

18 Mayıs 2010

Kimliği

Köle iken ihtilal önderliğine yükselen, Emevîler ve Abbasiler döneminin halk kahramanıdır. Emevîlerin devrilmesi ve halifeliğin Abbasîlere geçmesiyle sonuçlanan Horasan ayaklanmasının önderidir. Sadece tarihin figüranı değil baş aktörüdür. Gerçek bir tarih yaratıcısıdır. Bu nedenle Horasan Spartaküsü de derler adına…

Isfahan’da doğmuş, Kufe’de büyümüştür. (718-755) Asıl adı Abdurrahman, asıl künyesi ise Ebû Müslim Abdurrahman bin Müslim el-Horasanî şeklindedir. Ebû Müslim ismi ile tanınmış ve meşhur olmuştur.

Ebû Müslim, adı gibi kökeni de esrar perdesiyle örtülüdür. Türk kökenli olduğu bilinir, ancak Fars kökenli olduğu iddiaları da vardır… Ebû Müslim, kendisinin herhangi bir millete ya da kabileye değil Horasan’a ait olduğunu söyler… Ebû Müslim, etnik kökeni ile ilgili olarak sorulan bir soruya “Benim faydam ve iyiliğim sizin için nesebimden daha hayırlıdır” şeklinde cevap verir…  

Siyasi ve askerî faaliyetlerinin yanında Horasan'ın imarı ve kalkınmasında da müspet etkisi olan, Arapça ve Farsça dillerini iyi konuşabilen ve iyi bir eğitimden geçen birisi olarak ve soğukkanlılığı, acımasızlığı, ketumluğu, akıllı ve ileri görüşlülüğü ile tanınır. Hayatı gizem doludur. Tarihte böylesine aktif rol oynayıp, yaşam öyküsü pek bilinmeyen çok az insan vardır ve Orta Doğu ve İslam tarihinde Ebû Müslim kadar efsanelere ve spekülasyonlara konu olan başka bir kişilik de yoktur...

Emevîlerin yıkılmasındaki rolü

747 yılında tüm Emevîlere karşı olan güçler, onun bayrağı altında toplanır. Merv ve Nişabur kısa süre içinde Ebû Müslim’in eline geçer. Bütün Emevî ordularını yener. Emevî hanedanı ortadan kalkar. Emevîlerin ne olduğunu ve kim olduklarını bilenler bilir; Ehl-i beyt'in öcünü almak bir Türk komutanına nasip olmuştur…

Emevîlerin yıkılmasında büyük rol aldığı için Emevîlerin bedevî kültürü içinde asimile olanlar Ebû Müslim’i pek hazzetmezler.

Abbasileri kurulmasındaki rolü

Emevî hanedanının ortadan kalkmasında ve Abbasi Devleti'nin kurulmasında önemli katkısı olan Ebû Müslim giderek güç kazanır… Abbasi Devleti'nin kuruluşundan sonra da haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı çıkar. Gücü ve adaleti nedeniyle nüfuzunun giderek artması ve devlet yönetiminde etkisinin güçlü hale gelmesi bu sefer de Abbasi yönetimi rahatsız eder.

Ebû Müslim’in gücünü kırmak için Horasan'da bazı vali ve idareciler vasıtasıyla Abbasilerin isyan çıkarma teşebbüsleri Ebû Müslim tarafından bastırılır. Ebû Müslim’in bu tür girişimleri etkisiz hale getirerek isyan teşebbüslerini bastırması Devlet içindeki itibar ve nüfuzu daha da arttırır.

Ebû Müslim’in öldürülmesi

Ebû Müslim’in giderek güçlenmesi, Halife Mansur’u iyice kaygılandırır. Harp meydanlarında yenilemeyen bu büyük komutan bir görüşme bahanesiyle davet edildiği Irak’ta hileyle öldürülür. Ruhu şâd olsun.

Köle iken ihtilal önderliğine yükselmesi nedeniyle o bölgedeki her kavim kendisine sahip çıkmış, onu öz evlatlarıymış gibi benimsemişlerdir. Her kavim ‘'Ebû Müslim bizdendir’' iddiasında bulunmuşlar ve adına hikâye, masal, menkıbe ve destanlar yazmışlardır. Bu destanlar da “Ebû Müslimnâme” ve “Kıssa-i Ebû Müslim” adıyla da bilinir. Bu menkıbe ve destanlara göre Ebû Müslim ölmemiş, ak güvercin donuna bürünüp gökkuşağında gezer olmuştur. Bâtıni akımlarca ''Tanrı-insan'' olarak algılanmıştır. Ebû Müslim’e değişik adlar da verilmiştir: ''Köle İbrahim'', ''İbrahim bin Osman'', ''Heyyakan'', ''Hetkan'', ''Abdurrahman bin Müslim'', ''Bihzadan'' ve ''Horasan Teberdarı'' bilinen diğer isimleridir.

Ebû Müslim’in en büyük meziyeti örgütçülüğü ve birleştirici özelliğidir.  Emevî zulmünden rahatsızlık duyan tüm kesimleri birlik olmaya ikna ederek onları birleştirmiştir. Ancak Ebû Müslim’in en büyük talihsizliği de onun Abbasi hanedanlığı tarafından kullanılmış olmasıdır. Ebû Müslim Abbasilere hilafet makamını altın tepsi içinde sunmuş fakat onlar tarafından katledilmekten kurtulamamıştır.

Ebû Müslim hakkında yazılanlar

Ebû Müslim hakkında yazılı eser pek azdır. Ebû Müslim’i roman şeklinde anlatan iki kitap bulunmaktadır; Birincisi Faik Bulut’un ‘’Ebû Müslim Horasânî, Bir İhtilalcinin Hikâyesi’’ isimli kitabı (Su Yayınları, 1999), diğeri ise Corci Zeydan’ın ‘’Ebû Muslim Horasânî’’ isimli kitabıdır. (Milenyum Yayınları, 2010)

Ebû Müslim hakkındaki diğer kaynaklar da Mesruri Geda’nın ‘’Eba Müslüm'ün Tabutu’’ isimli kitabı (Can Yayınları, 1996), Nadir Karakuş'un ''Bir İhtilalcinin Anatomisi'' (Neva Yayınları, 2018) ve Nadir Karakuş,'un ‘’Bir İhtilalcinin Anatomisi Ebû Müslim Horasânî’’ (Neva Yayınları, 2018) isimli kitaplarıdır.

Ayrıca Türkolog Prof. Dr. İrene Melikoff’un, 1962'de Fransızca yayınladığı "Türk-İran Epik Geleneği İçinde Horasan Teberdarı Ebû Müslim'’ (Abu Muslim, le "Porte-Hache" du Khorassan dans la tradition épique turco-iranienne) adlı bir kitabı bulunmaktadır.

1969 yılında Tamer Yiğit’in başrolünü oynadığı bir Yeşilcam filmi de vardır; Eba Müslim-i Horasan-i (Kimi bölgelerde Ebû yerine Eba denilir.)

Ebû Müslim’in ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi

Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir.

İbn-i Haldun ünlü Mukaddime’sinin giriş bölümünde tarihin zahiri, açıkça görülen anlamı dışında bir de saklı anlamı olduğuna dikkat çeker ve der ki: “Tarihin içinde saklanan mana ise incelemek, düşünmek, araştırmak (...) hadiselerin vuku ve cereyanın sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir.”

Mehmet Akif Ersoy o ünlü şiirinde şöyle derdi:

‘’Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! 
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 
'Tarih'i ' tekerrür ' diye tarif ediyorlar; 
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’

Günümüzde uluslararası ilişkilerde ulaşmış olduğumuz ‘’değerli yalnızlığımız’’ı; İbn-i Haldun ve Mehmet Akif Ersoy’un sözleri ve tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu iki sözü ile beraber düşünmeliyiz diye değerlendiriyorum;

“Size düşman olanlara yaranmaya çalışır ve dostlarınızdan uzaklaşırsanız, onlar size dost olmaz; fakat siz dostlarınızı kendinizden uzaklaştırırsınız. İşte o zaman düşmanlarınızın avucuna düşersiniz.”

''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''

Tarihin her dönemde bir Emevî iktidarı ve bir Ebû Müslim vardır ve her dönemde de Ebû Müslim’i sırtından vuracak bir başka iktidar vardır...

Ve tarih tekerrürden ibarettir.

Osman AYDOĞAN


Yorumlar - Yorum Yaz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam86
Toplam Ziyaret433337
Etkinlik Takvimi