Üyelik Girişi
Ana Menü

ARŞİV 2021 / 1

Solon (3): Sardes’in düşüşü

30 Haziran 2021


Atinalı devlet adamı ve şair Solon hakkında Herodot tarafından nakledilen bir hikâyeyi dün anlatmıştım. Kısaca bu hikâyeye göre bizim Karun diye bildiğimiz Lidya kralı Krezüs (Kroisos) ziyarete gelen Solon'a hazinelerini gösterdikten sonra "acaba mutlulukta başka herkesi geride bırakan bir kimseye rastladın mı?" diye bir soru sormuştu...

Krezüs'un amacı kendisinin '’dünyanın en mutlu adamı'’ olduğunu duyabilmekti tabi. Fakat Solon bilgece Krezüs'un beklemediği cevaplar vermiş, Krezüs'ü öfkelendirmişti. Solon sakin bir şekilde şöyle cevap vermişti: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden. Hiçbir canlı mutlu değildir. Her şeyin sonuna bakmak gerekir.''

Krezüs Solon'dan istediği cevapları alamayınca onu sarayından kapı dışarı etmişti.

Sonrasında Lidya kralı Krezüs’ün sonu pek güzel olmamıştı. Pers kralı Kiros (Kyros, Büyük Kuroş, Büyük Keyhüsrev), Lidya krallığına saldırıp Krezüs’ü esir etmişti… Zamanın geleneklerine göre Krezüs yakılmak üzere bir odun yığınının tepesine çıkartıldığında Solon’un sözlerini hatırlayıp “Solooon, Soloooon, Soloooooon!” diye bir feryâd, bir figân halinde bağırmıştı.. Sonrasında da nedenini soran Kiros'a Solon ile arasında geçen konuşmayı anlatınca Kiros tarafından affedilmişti.

TV dizilerindeki bir önceki yayının özeti gibi olduysa da affola...

Ancak Krezüs’ün Solon'u sarayını gezdirip, hazinelerini gösterip, verdiği cevabı beğenmeyip Solon’u sarayından kapı dışarı ettikten sonra, Pers Kralı Kiros’un Lidya’yı ele geçirene kadar olan sürede yaşanan ibretlik bir seri olaylar var ki onu anlatmamıştım… Bu yazımda da işte bu seri olayları anlatacağım… Kaynak aynı kaynak: Herodot (Tarih, çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, 1991)

Krezüs’ün rüyası

Krezüs’ün iki oğlu vardır; biri doğuştan sağır ve dilsiz olduğu için adı bile anılmaz. Diğeri kıymetli oğlu Atys'dir... Krezüs, Solon’u sarayından kovduktan hemen sonra bir rüya görür. Krezüs, rüyasında oğlu Atys’in ucu demir bir kargıyla vurulduğunu görür. Uyandıktan sonra Krezüs'ü oğlunu kaybetme korkusu sarar... Krezüs, ilk iş olarak Lidya ordularına komuta eden oğlunu bu görevden alıp bir kızla nişanlar. Savaşta kullanılan kargı benzeri silah ne varsa toplatıp depolara yığdırır, kazayla oğlunu öldürür endişesiyle.


Atys’in ölümü

Oğlu evlenme töreniyle uğraşırken, Sardes'e Adrastos isminde Frigya'lı bir adam gelir... Midas'ın torunlarından biri olan bu adam yanlışlıkla bir kardeşini öldürdüğü ve babası tarafından ülkeden kovulduğu için Krezüs'un sarayında arınma dileğinde bulunur. Krezüs ''Hatırını saydığım kişilerin oğlu, dostlar arasına geldin, bizim yanımızda kalırsan hiçbir eksiğin olmaz'' diyerek yanına alır Adrastos'u.


O sıralarda Misya'nın (Mysia; Antik Çağ'da Anadolu'nun kuzeybatısında yer alan ve günümüzde yaklaşık olarak Bandırma, Erdek ve Balıkesir çevresine denk gelen bölgenin adı) Kaz Dağları civarında bir yaban domuzu türer ve köylüler bu yaban domuzunun bahçelerine verdiği zararla başa çıkamazlar. Krezüs'e elçiler yollayarak oğlunun ve yiğitlerinin yardımını isterler: “Senden dileğimiz, oğluna ve yiğitlerine buyur, köpeklerini alıp gelsinler, bizi kurtarsınlar.” Krezüs, gördüğü rüyanın korkusuyla oğlu yerine Adrastos ve bir grup Lidya'lıyı göndermeye karar verince, oğlu yanına gelip babasından kendisini göndermesini, çağrıldığı yere gitmezse Lidya'lıların onu hor göreceğini söyler. Üstelik avlayacaklarının bir domuz olduğunu, boynuzlarının da demir bir kargı olmadığını bu nedenle rüyasından korkmasının yersiz olduğunu hatırlatır. Bu sözler üzerine Krezüs oğlu Atys'i Adrastos'a emanet ederek ava göndermeye razı olur. Adrastos, oğluna göz kulak olacağına ve koruyacağına söz verir.

Atys ve grubundakiler Misya'ya ulaşıp bir sürek avı başlatırlar. Yaban domuzun yerinden çıkartılıp etrafı sarılır. Herkes mızrağını domuza fırlatırken, Adrastos'un mızrağı domuzu ıskalayıp Atys'e saplanır ve Krezüs'un oğlu tıpkı Krezüs’ün rüyasında gördüğü gibi demir bir kargı ile ölür.

Korkunç bir pişmanlık yaşayan Adrastos, Krezüs’e teslim olur ve oğlunun ölüsü üzerine kurban edilmesi için yalvarır. Ama Krezüs, ocağını söndüren adama dönerek, “Konuğum” der, “senin kendi ölümünü istemen benim öcüm için yeterlidir. Hayır, bu ölüm için seni suçlamıyorum…” Bunun üzerine Adrastos, kendisini dünyadaki insanların en mutsuzu sayarak, Atys’in mezarı üstünde kendisini öldürür.

Doğudan gelen tehdit: Pers Kralı Kiros

Krezüs acısının üzerine iki yıl içine kapanır. Krezüs’ün içine kapandığı bu sürede Pers Kralı Kiros, İran'ın kuzeybatı bölgesinde yaşayan ve eski bir İran halkı olan Medler’e saldırarak Med Kralı Astyages'i bozguna uğratır. Bundan sonra Med İmparatorluğu Pers Krallığının önemli bir eyaleti haline gelir. Medlerin katılımıyla Pers Krallığının büyüyerek bölgede büyük bir güç haline gelmesi ve Pers Ordusunun kalabalıklaşması Krezüs’e Atys'in yasını unutturur. Persleri daha fazla gelişip büyümeden durdurma düşüncesiyle harekete geçer.


Delphi'deki kâhinlerin kehânetleri

Kehanet merkezlerinden biri olan Delphi'ye Apollon Tapınağı kâhinlerine kıymetli hediyelerle beraber adamlarını gönderir. (Delfi; Yunanistan'da Parnasos Dağı'nın güneybatısında bulunan arkeolojik bir alan. Antik çağlarda Yunan halkları için önemli olan ve Yunan tanrıları Apollo ve Athena´ya ibadet edilen bir dinî merkezdir.)


Lidyalı sözcüler Delphi’deki kâhinlere sorarlar: ''Krezüs Perslerle savaşsın mı?'' Kâhinlerin cevabı; ''Eğer ''Krezüs, Perslerle savaşa girerse büyük bir imparatorluğu devirecektir'' olur.

Krezüs kendine getirilen cevabı duyunca Pers Kralı Kiros'un krallığını devireceğine emin olur ve adamlarını kâhinlere tekrar göndererek, bu sefer de ''saltanatı uzun olacak mı?'' diye sordurur. Bu soruya da kâhinler bir dörtlükle cevap verirler:

‘’Günün birinde katır Med'lere kral olacak
O zaman, ey yumuşak ayaklı Lydia'lı kaç,
Çakıllı Hermos boyunca, tabanları yağla,
Utanma, yüzün kızarmasın kaçtığın için.’’

Bu sözlere Krezüs daha da sevinir. Lidya tahtına bir katırın geçmesi mümkün olmadığına göre, demek ki iktidardan düşmeyecektir. Ordusunu toparlayıp Pers'lere doğru sefere çıkar.

Pteria savaşı

Pteria'da (Yozgat, Sorgun ilçesi, Şahmuratlı Köyü) iki ordu karşılaşır. Her iki tarafta büyük kayıp verir ama savaşın kazananı belli olmaz. Muharebenin ertesi günü Kiros saldırısını sürdürmeyince, Krezüs sayıca daha az olan ordusuyla Sardes’e doğru çekilip Mısırlılardan yardım istemeyi düşünür, Sardes’e varınca ordudaki paralı askerlerini de dağıtır. Yardım istediği müttefiklerinden, dört ay sonra Sardes’te hazır olmalarını talep eder. Belki de dün anlattığım, hazinelerini gördükten sonra Solon'un Krezüs'e sorduğu ''Orduların nerede?'' hikâyesi de buradan kaynaklanmaktadır. 


Sardes’in düşüşü

Ancak Krezüs, savaş tarihinin büyük stratejik hatalarından birini yapmıştır: Kyros’un kendisini takip ederek hemen Sardes’e kadar geleceğini düşünmemiştir. Çünkü çok önemli bir askerî kuraldır: ‘’Muharebe meydanında yenilmeyen, yok edilmeyen düşman, kaybedilmiş bir savaş demektir.’’


Sardes önlerinde Lidya ile Pers orduları arasında ikinci bir muharebe daha yapılır. Bu muharebede Kiros; ordusuna katılan Medyalılardan bir seyis veya deve bakıcısı olan Hargapos’un önerisiyle ordunun peşinden gelen yük develerinin yüklerini indirtir... Süvarilerini develerin üstüne bindirir... Süvarileri develerin üstünde, piyadeleri ve ordunun geri kalanını ise develerin arkasından yürütecek şekilde bir muharabe düzeni alarak Lidya ordusuna saldırıya geçer. Bir seyis veya deve bakıcısında olabilecek bir bilgi, koca savaşın kaderini değiştirir: Atların develerden korktuğu ve develerin kokusuna dayanamadığı fikri üzerine kurulu bu plan, tutar. Lidya süvarisi darmadağın olur. Krezüs ve ordusu Sardes’e kaleye çekilmek zorunda kalır.

Günümüzde bile çağdaş işletmelerde şu iki kural geçerlidir: ''Hiçbirimiz, hepimiz kadar akıllı değiliz!'' ve ''işi en iyi yapan bilir!'' Tarihte de hep öyle olmuştur; bu kurala uyan devlet veya kurumlar başarılı olmuş, uymayıp da ''her şeyi ben bilirim'' diyen ve tek adama mahkûm olan devlet veya kurumlar er veya geç yok olmuşlardır...

Kiros, Krezüs’ü takip ederek kaleyi kuşatır. Kuşatmanın 14. gününde Sardes düşer.

Krezüs'un adı anılmayan sağır ve dilsiz oğlu için başvurduğu kâhinler, ona şu kehanette bulunmuşlardır eskiden:

‘’Lydia'nın güçlü kralı, hiç de ihtiyatlı değilsin.
Sarayında işitmeyi isteme,
Çocuğunun duymayı o kadar özlediğin sesini
Çevreni saran şimdiki sessizliği daha hayırlı onun,
Zira o, acılı bir günde konuşacak.’’

Kentin düştüğü gün, saraya giren Pers askerleri Krezüs'u öldürmek için üzerine doğru gelirlerken, o sağır ve dilsiz oğlanın dili çözülür ve Pers askerine “Krezüs'u öldürme!” diye bağırır.

Krezüs on dört yıllık bir saltanatının ardından, on dört günlük bir kuşatma sonunda, Perslerin eline düşer canlı olarak. Böylece yerle bir eder büyük bir imparatorluğu, tıpkı kâhinin dediği gibi; ama kendisininkini.

Hikâyenin sonunu daha önce anlatmıştım. Persler tutsak Krezüs'u, Kiros'a götürürler. Krezüs, yakılmak üzere odunların üzerinde beklerken Solon'un sözleri gelir aklına: ''Hiçbir canlı mutlu değildir. Her şeyin sonuna bakmak gerekir'' ve acıyla haykırır ''Ah Solon! Soloooooon! Soloooooooooonnnn!' diye feryat figân eder...

Kiros bunu duyunca adamlarına ''Krezüs'tan sorun bu çağırdığı kimdir?'' der. Kendisine iletilen soruya cevabı ''Bir adam ki dünyayı yöneten kişiler onunla konuşabilmiş olsalardı, bu benim için büyük hazinelerden daha değerli olurdu'' der ve Solon'la aralarında geçen konuşmayı anlatıp şimdi ona ne kadar hak verdiğini söyler. Persliler anlatılanları Kiros'a iletince, Kiros bu hikâyeden çok etkilenir, Krezüs'u affeder ve ona sorar:

''Krezüs, kim sana söyledi bana saldırmayı ve dost yerine düşman olmayı?''

''Kral, bunu yapan senin iyi talihin, benim kötü talihim ve kendini beğenmişliğimdir. Kimse barış dururken savaşı seçecek kadar deli değildir. Bir taraftan, barışta genç erkekler yaşlıları (bilgeleri) gömer, diğer taraftan da savaşta yaşlılar genç erkekleri.''

Kiros onun zincirlerini çözdürür ve yanına oturtur. Krezüs etrafına bakınırken gözleri Lidyalıların kentini yağma eden Perslere takılır ve sorar:

''Bu kalabalık ne yapıyor böyle canla başla?'' ''Senin kentini yağma ediyorlar, hazinelerini paylaşıyorlar'' der Kiros. ''Yağma ettikleri benim kentim, benim varlığım değil artık; yağma edip alıp götürdüklerinin hepsi senin malın.''

Delphi'deki kâhinler Krezüs'ü yanıltmışlar mıydı?

Krezüs'un bu sözlerinden etkilenen Kiros, ondan bir dileği olup olmadığını sorar. Tek bir şey istediğini söyler Krezüs, kendisine vurulan zincirleri Delphi'deki kâhinlere gönderip, neden onu yanılttıklarını sordurmak ister. Kiros bu arzusunu kabul eder ve bir grup Lidyalı zincirleri alıp Delphi'ye götürürler.


Kâhinlere sorulur; ''Hiç utanmadın mı, Kiros'un imparatorluğunu yıkacağına inandırıp, Krezüs'u Perslerle savaşa tutuşturmaktan? İşte o imparatorluğun yağmasından eline geçen ganimet sadece şu zincirlerdir.''

Soruya kâhinlerin cevabı şu olur:

''Kâhinin dedikleri doğrudur, Krezüs'un bundan yakınmaya hakkı yoktur. Kâhin ona Perslere saldırırsa büyük bir imparatorluğu yıkmış olacaktır dedi, ama Krezüs kendini beğenmişlik yapıp bunun Pers İmparatorluğu olduğunu düşündü. Eğer düşünebilseydi tekrar sorduracaktı ‘yıkılacak olan benimki mi, Kiros'un mu’ diye. Son sorusuna verdiği cevapta bir katırdan söz edilmedi mi? Kiros'tu katır. Çünkü babası ve annesi aynı soydan değildir. Annesi Media'lı, babası Perslidir. Tanrı sözünü anlayamadı, sonrasını da sormadı, o halde kendisini suçlasın.’’

Lidyalılar bu cevabı Sardes'e götürürler, Bunu duyunca Krezüs kusurun Apollon'un rahiplerinde değil kendisinde olduğunu kabul eder.

Anadolu’da Persler

İşte Pers Kralı Kiros'un bu zaferi ile Persler Anadolu’ya ve Trakya’ya ve Karadeniz kıyılarına yerleşirler. 225 yıl kalırlar... Ta ki Makedonyalı Büyük İskender gelene kadar...


Her şeyin sonuna bakılmalıdır

Ne demişti Solon o mağrur Krezüs'e daha yolun başında iken: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakılmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden."


Bu üç günlük yazı serimi, kaynak olarak kullandığım Herodot’un ‘’Tarih’’ kitabının giriş kısmındaki yazısıyla sonlandırayım: ‘’Bu, Şehriyar’ın, pardon, Halikarnassos’lu Herodotos’un kamuya sunduğu araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların, gerekse Barbarların meydana getirdiği harikalar bir gün de adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalmasın.”

Ah ''Tarih'' ah!... Bu topraklar neler görmüş neler yaşamış! Hep söylüyor, hep yazıyorum ya; ‘’Tarih çok şeyler söyler'' diye...  

Sanmayasınız ki ben Heredot gibi tarihi anlatıyorum... Ben tarihi değil aslında ben günümüzü, günümüzün Krezüs'larını anlatıyorum…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Fransız ressam Claude Vignon (1593 - 1670), tablosu: Krezüs Lidya'lı köylülerden vergi alırken… Dün de dediğim gibi bu coğrafyanın hikâyesini resmetmek elin ressamlarına kalmış ne yazık ki.

 




Solon (2): Lidya Kralı Krezüs ve Pers Kralı Kiros

29 Haziran 2021


Dünkü yazımda da Solon’u anlatırken Solon’un, Atina’da yasaları yazdıktan sonra bir tiran olarak görülmemek için kendi isteğiyle on yıllık bir sürgüne gittiğini, Solon’un bu sürgün sırasında Mısır'a, Kıbrıs'a gittikten sonra Anadolu’ya da uğradığını ve Anadolu’da Bizim ‘’Karun’’ diye bildiğimiz Lidya Kralı Krezüs’ün (MÖ. 560 - 546) misafiri olduğunu yazmıştım…

Bugünkü yazımda da sözü tarihin babası (Pater Historiae) olarak anılan ve bu coğrafyanın bir evladı olan Bodrumlu Halikarnas’a (Herodot) bırakacağım… Ve Herodot’un, içinde; Pers Kralı Kiros’u, Lidya Kralı Krezüs’ü ve Solon’u da anlattığı kitabından alıntılar yapacağım. (Herodot, Tarih, çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, 1991)

Ama önce kısa bir bilgi:

Lidya Kralı Krezüs

Bizim ‘’Karun’’ diye bildiğimiz Krezüs (M.Ö. 560 - 546) Lidya kralıdır. Kral Krezüs ülkesinin kaynaklarını kişisel zenginliği için kullanıp (‘’Karun gibi zengin’’ sözü de buradan gelir), kendini ülkenin sahibi ve efendisi gören, sahip olduğu güç ve zenginlikle kendinden geçip; kendisini tanrılara denk görecek derece kibre kapılan bir kraldır.


Herodot, bahsettiğim kitabında Krezüs hakkında şunları yazar: Krezüs, Lidyalı Alyattes’in oğludur. Alyattes, Miletos savaşının ardından elli yıl daha hüküm sürdükten sonra vefat eder. Onun yerine tahta oturan oğlu Krezüs 35 yaşındadır. İktidara geldikten sonra egemenlik alanını hızla genişletir. Kilikya ve Likya hariç, Halys (Kızılırmak) ırmağının beri yakasındaki tüm uluslar Krezüs’in egemenliğini tanır. Lidyalılar, Frigyalılar, Misyalılar, Mariandinler, Khalybler, Paflagonlar, Trraklar, Thinler, Bithinler, Karlar, İyonlar, Dorlar, Aiollar, Pamfiller… Bütün bu halklar ve ülkeler Krezüs’ün egemenliği altındadır.

Herodot'un anlatımına göre Atinalı devlet adamı ve şair Solon yurdundan ayrıldıktan sonra pek çok ülkeyi gezer. Mısır'a,  Kıbrıs’a gittikten sonra Amasis'e (Amasya) ve en son Sardes'e (Sardes veya Sardeis, Manisa'nın Salihli ilçesine bağlı Sart kasabası yakınlarında bulunan ve Lidya devletine başkentlik yapmış antik kent), Krezüs'un yanına gelir.

Solon, Lidya Kralı Krezüs’ün sarayında

Ziyaretinin üçüncü veya dördüncü gününde, Krezüs’un adamları Krezüs'ün emri üzerine Solon’a kralın hazinelerini gezdirirler. Gezi tamamlandıktan sonra Krezüs, konuğu Solon’a dönerek “Atinalı,” der, “benim konuğum, bir filozof olarak sana bunca ülkeyi gezdiren meraklı yaradılışının ve bilgeliğinin ününü birçok kez biz de duyduk, bundan ötürü sana şunu sormak isteği uyandı bende, acaba mutlulukta başka herkesi geride bırakan bir kimseye rastladın mı?” diye bir soru sorar…


Krezüs'un amacı Solon’un ağzından kendisinin '’dünyanın en mutlu adamı'’ olduğunu duyabilmektir aslında... Fakat Solon bilgece Krezüs'un beklemediği cevaplar vererek dünyanın en mutlu adamı olarak Atinalı Tellos'u gördüğünü söyler: "Tellus... Hem güzel hem iyi çocukları oldu, uzun yaşadı, sağlıklı torunlarını gördü. Ülkesi savaşmak zorunda kaldığında yardıma koştu ve şehit oldu. Vatandaşları onu törenle gömdüler ve hatırasını şerefle yaşattılar."

Krezüs sinirlenmiş ve tahrik olmuştur. Bir başka zamanda bir başka fırsatla sorusunu tekrarlar: "Dünyada Sen'den daha mutlusu olamaz Yüce Hükümdarım" cevabını almayı umarak: "Var mıdır ki yeryüzünde bir kişi, benden daha mutlu?" Solon cevap verir: "Kleobis ve Biton... İki genç erkek kardeş. Annelerini festivale götürdüler. Yaşlı öküz ölünce kağnıyı kendileri çektiler. Anneleri onların sonsuz mutluluğu için bütün gece dua etti. Gece uykularında huzur içinde öldüler..."

Krezüs öfkelenerek "Solon, bizim mutluluğumuzu hiçe mi sayıyorsun ki bu basit insanları ikinci sıraya koyuyorsun?" der. Solon sakin bir şekilde cevap verir: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakılmalıdır…’’ Solon, sonra şu öğüdünü verir Krezüs’e:

''Ölmeden önce dilini tut, 
'mutluyum' demek için acele etme,
yalnız 'talihliyim' de, o kadar.
Her şeyin sonuna bak. 
Tanrı, çok insana mutluluğu yem olarak sunar,
sonra da çeker alır elinden!''

Krezüs Solon'dan istediği cevapları alamayınca onu sarayından kapı dışarı eder.

Krezüs'ün sonu

Lidya kralı Krezüs’ün sonu pek güzel olmaz.


Pers kralı Kiros (Kyros, Büyük Kuroş, Büyük Keyhüsrev), Lidya krallığına saldırır. 14 gün süren kuşatmanın sonunda Sardes düşer. Krezüs esir edilir… Zincire vurulur… Zamanın geleneklerine göre Krezüs yakılmak üzere bir odun yığınının tepesine çıkartılır. Krezüs, odun yığınının üstünde yakılmayı beklerken, Solon’un ‘’hiçbir canlının henüz yaşadığı sürece mutluluktan tam emin olamayacağı’’ yolundaki sözlerini hatırlar…  Krezüs “Solooon, Soloooon, Soloooooon!” diye bir feryâd, bir figân halinde bağırır da bağırır… 

Krezüs’in bağırmasını işiten Kiros, adamlarına emir vererek, adını andığı şahsın kim olduğunu öğrenmek ister. Krezüs şunu söyler: “Bir adam ki, dünyayı yöneten kişiler onunla konuşabilmiş olsalardı, bu benim için büyük hazinelerden daha değerli bir şey olurdu.” Sonra Atinalı Solon ile aralarındaki konuşmayı anlatır. Kyros’un yüreği sızlar ve Krezüs’ü affeder… 

Herodot’un anlattığı bu hikâyenin başka bir tevatürü daha vardır:

Bu hikâyede Krezüs, hazinelerini Solon’a bizzat kendisi gösterir. Her bir hazine odasından sonra Solon Krezüs’e sorar: ‘’Orduların nerede?’’ Krezüs cevap verir: ‘’Ne gerek var orduya. Ordu demek masraf demek... İhtiyaç hâsıl olduğunda ben bu hazinemle kurarım orduyu.’’ Solon açılan her bir hazine dairesinde aynı soruyu sorar: ‘’Orduların nerede?’’ Krezüs da yine aynı şekilde cevap verir: ‘’Ne gerek var orduya. Ordunun hem kontrolü zordur, hem de ordu beslemek de masraflıdır. İhtiyaç hâsıl olduğunda ben bu hazinemle kurarım orduyu.’’ Her bir hazine odası açıldığında bu sahne tekrarlanır. ‘’Orduların nerede?’’ diye sorar hep Solon. Krezüs de artık hiddetlenmektedir. Sonunda Krezüs kovar Solon’u sarayından…


Bu hikâyenin de sonu aynı: Pers Kralı Kiros Lidya’ya saldırdığında Krezüs’ün ordu kuracak, donatacak, eğitecek vakti olmaz. Pers Kralı Kiros Lidya’yı ele geçirip, kral Krezüs’ü yakmak için odun yığınının tepesine çıkardığında Krezüs, Solon ile arasında geçen konuşmayı hatırlayarak "Soloooon, Solooooon, Solooooon!" diye bağırır, feryat figan eder…

Pers kralı merak eder, yanına getirtir Krezüs’ü ve sorar ona; ‘’Bu Solon kimdir sen neden böyle feryat ediyorsun’’ diye...

Anlatır Krezüs Solon ile arasında geçen diyaloğu ve derki ‘’Solon’a hazinelerimi gösterirken o hep ordumu sormuştu. Ben sanmıştım ki hazinelerimle hemen bir ordu kuracağım. Sen geldin. Ordumu kuramadan, ordumu donatamadan ve eğitemeden beni mağlup ettin. Şimdi anlıyorum Solon’un ne demek istediğini. İşte bu nedenle Solon diye feryat figan ediyorum...’’

Her iki hikâyenin de sonu aynıdır. 

Bakmayın siz, dün de söylediğim gibi tarihte teeee 2500 yıl gerideki olayları anlattığıma… Ben günümüzü anlatıyorum günümüzü… Tehlikenin büyüklüğünü ben daha başka türlü nasıl anlatabilirim ki? FETÖ ile bir olup kendi ordusuna kumpas kuranlar, kendi ordusunu tarumâr edenler, Krezüs gibi kendisine saraylar yaptıranlar, en son modern uçak filosuna, en son modern araç filosuna sahip olanlar, Kara Kuvvetlerini modern tanksız (Kara Kuvvetlerinin envanterindeki tankların çoğu elli yaşın üzerinde), Hava Kuvvetlerini modern uçaksız (Hava Kuvvetlerinin envanterindeki F-16’ların çoğu otuz yaşın üzerinde) bırakanlar ateş çemberinin gittikçe daraldığı bölgemizde umulur ki Krezüs gibi ‘’Solon, Solooonnnn!’’ diye feryâd, figân eylemezler… Allah korusun!... 

Ah ''Tarih'' ah!... Bu topraklar neler görmüş neler yaşamış! Hep söylüyor, hep yazıyorum ya; Tarih çok şeyler söyler diye... 

Arz ederim...

Osman AYDOĞAN


Krezüs’ün Solon'u sarayını gezdirip, hazinelerini gösterip, verdiği cevabı beğenmeyip Solon’u sarayından kapı dışarı ettikten sonra, Pers Kralı Kiros’un Lidya’yı ele geçirene kadar olan sürede yaşanan ibretlik bazı olaylar dizisi var ki onu da yarın ki yazımda anlatayım...

Solon von Krösos (Krezüs'ün önünde Solon)



1664 yılına ait Alman ressam von Gerard van Honthorst (1592–1656) ait yağlı boya tablosu, 168,5 x 210 cm, Hamburg Sanat Galerisi, Nr. 772 (Hamburg, Kunsthalle)


Tablo etiketinde bilgi olarak şöyle yazıyor:  ‘’Solon vor Krösos  Krösos prahlt vor dem athenischen Gesetzgeber Solon, um 640 – nach 561 v. Chr., mit seinem sprichwörtlichen Reichtum’’ (Krezüs'ün önünde Solon Krösos, MÖ 640 civarında - MÖ 561'den sonra, Atina yasama organı Solon'un önünde meşhur zenginliği ile böbürlenirken) Tabloda Solon çıplak ayaklı olarak resmedilmiş...

Bu coğrafyanın hikâyesini elin ressamının resmetmesi de ne hazin değil mi?



Solon (1): Antik Yunan Uygarlığı'nın yedi bilgesinden biri

28 Haziran 2021


Mademki dün tarihte teeee 2500 yıl geriye gittim, hazır o kadar geriye gitmişken hemen dönmeyeyim, o tarihlerde kalayım istedim…

Tarihte 2500 yıl öncesinde kalarak bugünden itibaren üst üste üç yazım ile MÖ 6. ve 5. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair Solon’u anlatacağım. Ancak Solon’u bilinen yönleriyle değil de pek bilinmeyen yönleriyle anlatacağım! Hep söylerim ya İbn-i Haldun’un sözünü “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer’’ diye... Siz sanmayın benim teee 2500 yıl öncesini anlattığımı… Ben birebir günümüzü anlatıyorum günümüzü… Siz bu yazımı MÖ 5. yüzyıl diye değil de MS 2021 yılı diye okuyun…

Ama önce Solon hakkında kısa bir biyografi..

Solon

Solon, asıl uğraşı şairlik olan Atina’ya demokrasiyi getirdiği varsayılan, aristokrat sınıftan olmayan -yani soylu kanı taşımayan- orta sınıf bir Atinalıdır... Hakkındaki en iyi bilgi Aristoteles'in ‘’Atinalıların Devleti’’ (Alfa Yayıncılık, 2019) isimli kitabında bulunmaktadır…

Solon, MÖ. 590’lı yıllarda Atina’yı sarsan ağır bunalımı gidermek üzere giriştiği siyasal ve sosyal reformlarıyla tanınır. Dönemi için devrim niteliğindeki kanunları ile toplumdaki eşitsizliklerle savaşır, insanların hakları doğrultusunda düzen içinde yaşamaları için adil bir sistem kurar. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir.

Antik Yunan Uygarlığı'nın yedi bilgesinden biri kabul edilen Solon, sadece kendi çağını değil, modern dönem felsefecilerini de etkiler. Tarihte bilinen ilk otobiyografi Solon’a aittir. Bu otobiyografi de şiirlerden oluşur. (Solon, ‘’Şiirler’’, MEB, 1945) Bu nedenle Solon antik şairlerin en eskisidir. Siyasi hayatının birebir yansıması bu şiirlerinde bulunur...

Solon adalet ve ölçüyü esas alır. Hiçbir şeyde aşırılığı doğru bulmaz. Her şeyin fazlası fazladır. Kişi çoğu zaman hem kendine hem de çevresine aşırılıkları yüzünden zarar verir. Bu tür hareketlerin önüne geçmek için kendini kontrol etmek ve ölçülü olmak gerekir. Bu düşüncesini "Zenginlikten doygunluk, doygunluktan da şiddet doğar" sözleri ile özetler…

Platon'un ‘’Atlantis’’ hikâyesini yazmasına da vesile olduğu rivayet edilir…

Solon kanunları

Kendi adıyla anılan ve Antik Yunan döneminin en eski anayasası olan ‘’Solon Anayasası’'nı hazırlar. Bu nedenle Platon ve Aristoteles, Solon’u kanun koyucunun ilk örneği olarak değerlendirirler…


Solon’un çıkardığı kanunlarla: Çiftçinin bütün borçları silinir. Toprağı elinden alınan köylüye toprak dağıtılır. Borç nedeniyle doğan köleliği kaldırır. Ticaretin gelişmesini kolaylaştırır. Tartı ve ölçülere standart getirir. Zeytinyağından başka zirai ürünlerin ihraç edilmesini yasaklar. Sosyal sınıflara girmeyi soya bağlı olmaktan çıkarıp maddi varlığa bağlayarak, Yunan aristokrasinin doğumdan gelen hakları yerine, idarecilerin ürettikleri yıllık ürün miktarına göre belirlenmesi usulü getirir… Ölülerin arkasından konuşulmasını, dirilerin ise haklarında kötü konuşulmasını yasaklar.

Solon, yasaları toplumdaki olumsuzluklarını ortadan kaldırmak için hazırlar. Solon, yasaları yazdıktan sonra bir tiran olarak görülmemek için kendi isteğiyle on yıllık bir sürgüne gider. Solon Atina’dan ayrılmadan önce Atinalılar Solon’a en az on yıl Solon’un yenilikçi kanunlarını uygulayacaklarına söz verirler. Ancak, ilk beş yıl içinde Atinalı aristokratlar kanunları işlerine geldiği gibi yorumlayarak kendi çıkarlarına göre davranmaya başlarlar…

Solon’dan günümüze dersler

Yasalarla, yasa yapıcılarıyla ve bu yasaları uygulayıcılarla yeterince içli dışlı olduğu için bu konudaki tecrübesini de Solon şu sözü ile özetler: “Yasalar örümcek ağlarına benzer: Güçsüz ve hafif şeyler ona yakalanır; daha ağır olanlar ise onu parçalayıp geçer.''


"Yaşlı olduğum halde her gün yeni bir şey öğreniyorum" diye başladığı dizesini şöyle bitirir: "Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum." Jean-Jacques Rousseau ‘’Yalnız Gezerin Düşleri’’ (Bordo Siyah Yayınları, 2004) adlı kitabındaki üçüncü ‘’Gezi’’ başlıklı bölümü Solon’un bu '’Öğrene öğrene ihtiyarlıyorum'' sözüyle başlar ve Rousseau kitabında bu sözü şöyle devam ettirir: ‘’İhtiyarlarımız her şeyi düşünüyor ve öğreniyorlar ama nasıl öleceklerini hiç düşünmüyorlar.’’' Ve ekliyordu Rousseau; ‘’Ölürken nasıl yaşamak gerektiğini anlamanın ne yararı var?’’

Oğlunun ölümüne ağlarken bir dostu Solon’a; "ağlamakla bir şey elde edemezsin" diye kendisine teselli etmeye çalıştığında dostuna şu cevabı verir: "Ben de bunun için ağlıyorum ya zaten!"

Fahişeliği dünyada yasallaştıran ilk kişidir. Bu sebepten ötürü döneminde devlet kurtarıcısı, velinimet, kötülükleri ve kargaşayı önleyen olarak görülür. Bu nedenle kendisi için şu dizeler söylenir:

"Tüm erkekler adına iyi iş başardın ey Solon
çünkü onlar diyorlar ki, sen ilk görensin
halkın değer ölçülerini."

Kendisine sorarlar: ‘’Sen ki Aristo'nun sayabildiği 158 anayasa dâhil her şeyi bilirsin, söyle bize, en iyi anayasa hangisidir?’’ Solon adamı şöyle bir süzüp sakince cevap verir: ‘’Önce siz söyleyin bana, hangi halk ve tarihin hangi aşaması için?’’

Bir keresinde Mecliste yaptığı konuşmada şöyle diyordu Solon: “Pek çoğunuzdan daha bilgeyim, pek çoğunuzdan daha yürekliyim. Peisistratos’un (*) kötü oyunlarını anlamamış olanlardan daha bilgeyim, bu oyunları bilen ama korkudan ağzını açamayanlardan daha yürekliyim.”

Çokları onu deli diye görme eğilimindeydi. O buna karşı kendini bir şiirinde şöyle anlatmaya çalışır:

“Ben deliysem yurttaşlar yakında siz de deli olacaksınız. 
Deli olacaksınız gerçeklerle yüzyüze geldiğiniz zaman.”

Solon’dan günümüze öğütler:

Adaleti ödül beklemeden yerine getirin.

Her gün yeni bir şey öğrenerek yaşlanın.
Konuşma eylemlerin aynasıdır. Kendinizin ve çevrenizdekilerin sözlerine dikkat edin.
Tavsiyede bulunurken arkadaşını mutlu etmeye değil, ona yardım etmeyi hedefleyin.
Üzüntü doğuran zevklerden kaçının.
Çabuk dost edinme, edindiğin dostlukları da çabuk gözden düşürme.
Sevinç gözyaşlarını asla silmeyin.
Yarın için en iyi yatırım, bugün yaptığımız iyiliktir.

Solon'dan günümüze şiirler: 

Solon bir şiirinde şunları yazar:


“Kar ve dolu getiren fırtınalar bulutlardan gelir, 
Gök gürültüleri koyulur dupduru gökte,
Kentler çok zaman güçlülerin elinde yok olur, 
Halk bir tiranın kölesi olur cahillikle.”

Solon, Atina’dan tiran olmamak için ayrıldıktan sonra Mısır’a, Kıbrıs'a ve Anadolu’ya gider. Daha sonra Sicilya’da bir kent kurar. Kente Solon’un adından giderek Solos adı verilir. Solon, Solos’a Atinalıların yerleşmesini sağlar. Şehirde Peisistratos tiran olunca Solon Atinalılara şu şiiri yazar:

“Kendi yanlışınız yüzünden mutsuzsanız 
Suçu tanrıların üstüne atmayın. 
Önderlerinize yönetimi veren sizsiniz. 
Bu yüzden sefil köleler oldunuz. 
Şimdi bir tilkinin izini sürüyorsunuz.
Bomboş bir kafanız var. 
Çeneye kuvvet boş sözler üretiyorsunuz. 
Yapıp ettiklerinizle ilgili hiçbir kaygınız yok.”

Solon’un, yasaları yazdıktan sonra bir tiran olarak görülmemek için kendi isteğiyle on yıllık bir sürgüne gittiğini yazmıştım. Solon bu sürgün sırasında Mısır'a, Kıbrıs'a ve Anadolu’ya da uğrar. Anadolu’da Bizim ‘’Karun’’ diye bildiğimiz Lidya Kralı Krezüs’ün (MÖ. 560 - 546) misafiri olur... Yarınki yazımda da Solon’un Krezüs’ün sarayındaki misafirliğini anlatacağım...

Ahhhhh ‘’Tarih’’ ah… Sen neler söylersin sen…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

(*) Peisistratos; Atinalı devlet adamıdır (MÖ 600- MÖ 527). Megara ile yapılan bir savaşta Nisaea’yı ele geçirince ünlenir. Daha sonra Diakreia ya da Diakria çoban ve oduncularının kurdukları halkçı dağ partisinin başına geçer. Peisistratos'un kısa zamanda halk tarafından tutulduğuna tanık olan Solon, ileride tiranlık kurabileceğine işaret ederek ona muhalefet eder. Peisistratos, kişisel bir muhafız birliği kurarak MÖ 560’ta Akropolis’i ve iktidarı ele geçirmeyi başarır. Ancak Kıyı (Raralia) ve Ova (Pedieis) partilerinin kendisine karşı birleşmesiyle iki kez Atina dışına sürülür. MÖ 546’da kurduğu paralı orduyla karşıtlarını yenerek tiranlığını ilan eder.


Karya Kraliçeleri: I. ve II. Artemis 

27 Haziran 2021


Ülkenin gündemi Marmara’nın salyası gibi… Marmara’nın salyası ve kirliliği gelecek yıllarda belki temizlenir ama siyasetin kirliliği öyle kolayca temizlenecek gibi değil…   Bu ülke bu pis siyaseti ve bu kirli siyasetçileri hiç hak etmiyor… Demokrasimiz çağdaş demokrasinin belki yüzyıl gerisinde ancak siyasetçilerimiz ise sanki çağdaş siyasetin bin yıl gerisindeymiş gibi…  Belki de siyasetçimiz kirli olduğu için demokrasimiz geride!...

Neyse, siz benim karamsarlığıma aldırmayın. Bu karamsar ortamdan sizleri uzaklaştırmak için bir ‘’tarih’’ konusu ararken, teeee ortaokuldan (1971/ 72) Almanca öğretmenim Şenay Gökova Aydın (ki, kendisi bana Almanca’yı sevdirip Almanya’da yüksek lisans, Viyana’da diplomatik görev yapmama vesile olmuştu), iki gün önce, 25 Haziran 2021 günü, bir paylaşımında Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı)’nı hiç tanımamış veya hiç okumamış olan gençlere yazarın ‘’Mavi Sürgün’’ kitabıyla başlamalarını hasta yatağında önerince ben de Halikarnas Balıkçısı’nın kitaplarında çokça bahsettiği Karya kraliçeleri Artemis I ve Artemis II’yi anlatayım istedim…  

Gelin sizleri yaklaşık 2500 yıl geriye götüreyim…  Ne varsa ‘’Tarih’’te var… Ve ne kadar çok geçmişe gidersek Tarih o kadar zevkli…

Ancak önce çok kısaca Karya Krallığı

Karya Krallığı

Karya (Caria), Büyükmenderes nehrinin güney kısmı ile Teke yarımadasının arasındaki bölgedir. İlk başkentleri Milas (Mylasa)’tır. Daha sonra deniz kıyısında olması sebebiyle Bodrum (Halikarnassos) başkent olur…

Herodot'a göre, Karyalılar adlarını verdikleri Karya bölgesine efsanevi kurucu kralları Kar önderliğinde yerleşirler. Karya dili, komşu Lidya ve Likya ve daha kuzeydeki Misya dilleri gibi Hititlerin ardılı Luviceden türemiş yerli bir Anadolu dilidir. Heredot, bizzat Karyalıların Anadolu'nun yerlileri olduğu inancını taşıdıklarını belirtir. Karyalıların Anadolu'nun bir yerli halkı olduğu konusunda tarihçiler arasında da bir mutabakat vardır. Bir uygarlık düzeyi yaratmış olan Karyalılar denizcilikte çok ileri bir toplumdur ve ana erkildirler. Kadınlar tarafından yönetilir.

I. Artemis

Lidya krallığına son veren Persler MÖ 546 yılından itibaren kıyıdaki kentleri de ele geçirirler. Ege’de kentler Pers yanlıları ve Helen yanlıları olmak üzere ikiye ayrılırlar. Karya da başkenti Bodrum ile birlikte Perslerin tarafına geçerler. O sıralar Karya’nın başında I. Artemis (Artemisia) vardır. Herodot, burada diğer müttefiklerinin tersine I. Artemis’in herhangi bir zorlama olmadan Perslerin safına katıldığını söyler.


I. Artemis, güzelliği yanında cesareti ve yiğitliğiyle tanınır. Heredot, ‘’Tarih’’ kitabında onu girişken ruhlu ve korkusuz biri olarak tanımlar. Artemis’in kocası öldüğü ve oğlu da çok küçük olduğu için krallığı yönetmeye başlar.

MÖ 480 yılında Persler ve Helenler arasındaki gerilim savaşa dönüşmek üzeredir. I. Artemis Helenlerle yapılacak deniz savaşı ile ilgili bir toplantıda Helenlerle deniz savaşına girmenin tehlikeli olacağını ve bu savaşa karşı olduğunu söyler. I. Artemis, ağır Pers gemilerinin çevik Yunan triremelerine (*) karşı savaşmasının uygun olmadığını söyler. Pers kralı Kserkses (I. Serhas) I. Artemis’e hak verir ancak çoğunluk savaştan yanıdır. Sonunda savaş kararı alınır ve hazırlıklara başlanır.

Salamis Deniz Savaşı

Pers donanması MÖ 27 Eylül 480 gecesi Salamis koyuna (**) girer… Ertesi gün olan 28 Eylül’de Persler ve Helenler arasında tarihin bilinen ilk deniz savaşı olan Salamis Deniz Savaşı başlar. Başta Perslere karşı gerileyen Helenler Salamis adası yakınlarına çekildikten sonra Pers donanmasına karşı üstünlük kurarlar. Ardından tüm Pers gemileri batırılır. Sonuçta Persler Helenistandan çekilmek zorunda kalırlar.  Ancak beş gemisiyle Pers donanması safında savaşan I. Artemis bu savaşta hiçbir kayıp vermeden Helen donanmasını yarıp geçmeyi başarır. Bu sebepten Pers kralı Kserkses I. Artemis için şu sözleri söyler:


“Benim erkeklerim kadın gibi, kadınlarım da erkekler gibi savaştı.”

Böylece yaklaşık on iki saat süren tarihin ilk büyük deniz savaşlarından biri olan Salamis Deniz Savaşı’nın yenileni Persler olur. Ancak savaşa beş gemisi ile katılıp, filosuna komuta edip yara almadan çıkan I. Artemis ‘’dünyanın ilk kadın amirali’’ unvanını da alır.

I. Artemis’e dair kaynaklar

Bu savaşı Herodot, ‘’Herodot Tarihi’’ (Çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, 1991) kitabında detaylıca anlatır. Bütün tarihçiler de bu savaş hakkında kaynak olarak Heredot’un bu kitabını kullanır. Zaten bu savaşı Bodrumlu Herodot’tan bir başkası da yazamaz ve anlatamazdı. Bu savaş yapıldığında Herodot, Karya’nın başkenti Bodrum’da yaşayan henüz beş yaşındaki bir çocuktur. Yıllar sonra işte bu kitabında bu savaşı anlatır… 


Arkeolog Ahmet Semih Tulay da ‘’Ege’nin Antik Öyküleri’’ (İlya, 2017) kitabında bu savaşı detaylı bir şekilde anlatır…

Ancak Halikarnas Balıkçısının kitaplarında I. Artemis’in ayrı bir yeri vardır.  Halikarnas Balıkçısı, ‘’Hey Koca Yurt’’ (Bilgi Yayınevi, 2001) ve ‘’Mavi Sürgün’’ (Bilgi Yayınevi, 1981) kitaplarında hem I. Artemis’i hem de bu savaşı anlatır.

Ayrıca Halikarnas Balıkçısı, ‘’Turgut Reis’’ (Bilgi Yayınevi, 2014) romanında güzelliği Avrupa’ya ün salmış olan Kontes Ciyulca Gonzaga kendini I. Artemis’le karşılaştırır: “Bir kolunu, ok atıyormuş gibi uzatıp, bir bacağını koşuyormuş gibi arkasına kaldırıyor, ‘işte Ay Tanrıçası Artemis’ diyordu.’’

I. Artemis Helen olsaydı

Yine Halikarnas Balıkçısı, "Hey Koca Yurt" kitabında da I. Artemis hakkında şunu yazar: "Düşünülsün bir kez: Bu Artemisiya, Hellen olsaydı ve böyle bir deniz savaşında Hellenistan’ın yanını tutsaydı, o Artemisiya hakkında ne candan destanlar, ağıtlar ve neler de neler Batı edebiyatını doldurmazdı? Artemisiya’nın bütün kabahati, Anadolu’nun bir yavrusu olması ve Hellen olmamasıydı." (s. 133)


Öyle değil mi, bu kadar etkileyici bir kişiliği Batı dünyası görmezden gelmiştir. Artemis hakkında öyle bir dizi kitaplar, oyunlar, tiyatro eserleri yazılmamıştır. Mesela Shakespeare Artemis'i görmezden gelmiştir... 

Batı dünyasında Artemis hakkında sadece bir film yapılır... O da 2014 yılı ABD yapımı bir filmdir: ‘’300: Bir İmparatorluğun Yükselişi’’ (özgün ad: ''300: Rise of an Empire'')… Bu film 2007 yılı yapımı ‘’300 Spartalı'’ filminin devamı niteliğinde olan bir filmdir. Dikkat edilirse film sözde Artemis’i anlatır ama filmin adında Artemis yoktur. Gerçi filmin adı önce ‘’300 The Battle of Artemisia’’ olarak belirlenirse de ancak daha sonra filmin adı ‘’300 The Rise of an Empire’’ olarak değiştirilir… Artemis'e ait bir film çekilir ama Artemis'e filmin adında bile tahammül edilmez. Artemis’i gölgede bırakmak için de filmde iki başrol oyuncu belirlenir. Birisi Avustralyalı oyuncu Sullivan Stapleton’un canlandırdığı Atina Donanması’na komuta eden Atinalı General Themistokles, diğeri de Fransız oyuncu Eva Green’in canlandırdığı Artemis’tir… Filmde Artemis, sadece intikam için yaşayan acımasız ve entrikacı bir Pers kumandanı olarak tasvir edilir... Ve filmde Helenler öne çıkarılır... Tabii ki kazanan da Helenler ve Atinalı General Themistokles'dir... (***)

Bu konu batı dünyasında sadece Artemis'e özgü bir konu da değildir. O meşhur ‘’Troy’’ (Truva) filminde bile konu, hikâyenin baş aktörleri Truvalı olmasına rağmen filmde hep Helenler öne çıkarılır. Filmde ne Truva kralı Priam ne de Truva Prensi Hector ve Truva Prensi Paris öne çıkarılır. Filmde öne çıkarılan Helenli Aşil’dir. Onu da dünyaca ünlü oyuncu Brad Pitt canlandırır… Anlıyorsunuz değil mi? ‘’Güç’’ nasıl bir şeydir?

II. Artemis

I. Artemis’ten sonra aradan 127 -130 yıl geçer. Geliriz MÖ 353 yılına... II. Artemis, kocası Mozolos (Mausolos) öldükten sonra Karya kraliçesi olur.


II. Artemis iki özelliği ile anılır. Bunlardan birincisi yaptırdığı anıt mezar diğeri ise I. Artemis gibi kadın bir amiral olmasıdır.

II. Artemis’in yaptırdığı anıt mezar: Mozolos

II, Artemis, henüz kocası hayattayken onun anısını yaşatmak için dünyanın hayran kalacağı bir anıt yaratmak ister. Mimarlarına projeler çizdirir. Bunlardan birisini seçerek inşaata başlatır. Bu anıt mezarın yapımı hem kocası hem de kendisi yaşama veda ettikten sonra bile yıllarca sürer…  


Kral Mozolos’un mezarı antik dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilir. Mezar, üç medeniyetin mimari bir ürünü olarak tasarlanır; tabanında Pers, ortasında Helen, üstünde de Mısır mimarisini (Pramit şeklinde) tek bir eserde birleştirir. Anıt mezar üzerinde üç yüzden fazla insan figürü temsil edilir. Bunlar hanedanlığın kadın ve erkek mensuplarına aittir. Yani II. Artemis bu anıtı sadece kocası ve kendisine değil bütün bir hanedanlığa adamıştır. En üstte dört at bir savaş arabasını çeker, karı-koca II. Artemis ve Mozolos ayakta dikilirler… (****)

Günümüzde kullandığımız ‘’Mozele’’ sözcüğü de buradan gelir.

Amiral II. Artemis

Mozolos MÖ 353 yılında ölür. II. Artemis MÖ 353 ve 351 yılları arasında Karya kraliçesi olarak Karya’yı yönetir. Ancak Karya’ya bağlı Rodoslular bir kadının yönetimine girmek istemezler. İsyan ederler. Rodoslularla beraber aynı zamanda kuzeydeki Latmoslular da ayaklanırlar.


Helenlerin de kışkırtması ve yardımıyla Rodoslular Karya’nın başkenti Bodruma denizden saldırıya geçerler. II. Artemis, Bodrum'a denizden saldırıya geçen Rodos donanmasına karşı çok akıllıca bir savunma planı hazırlar. Bu plana göre Rodos donanmasının Bodrum’a kadar gelmelerine izin verir. Kendi donanmasını Bodrum Limanı dışına çıkartarak yakındaki bir koya gizleyerek Rodosluları Bodrum’da donanma olmadığına inandırır.

Buna aldanan Rodos donanması Bodrum limanına girerek burada demirler. Rodoslular büyük limana demirledikleri vakit Artemis’in emriyle halk donanmayı alkışlayarak kenti teslim edeceklerini söyler. Bunun üzerine Rodoslular gemilerini limanda öylece bırakıp şehri ele geçirmek için karaya çıkarlar. Bundan sonra II. Artemis filosunu gizli limandan sessizce çıkarır. Küçük adanın arkasından dolaşarak, Rodos gemilerinin demirli bulunduğu limana girer... II. Artemis, Rodosluların boş bıraktıkları donanmalarını limandan açığa çektirir. Sonra da askerlerini gemilerden karaya çıkartarak Rodosluları kentte etraflarını kuşatarak bozguna uğratır.

II. Artemis sonra da boş kalan Rodos gemilerine kendi askerlerini bindirerek Rodos’a doğru yola çıkar. Kendi askerlerinin başlarını zafer çelenkleriyle donatır. Kendi ordularının zaferle döndüğünü zanneden ve hiçbir önlem almayı düşünmeyen Rodoslular limanı II. Artemis’in donanmasına açarlar. Kolayca limana girmeyi başaran II. Artemis şehri ele geçirir ve isyancıların ileri gelenlerini idam ettirir.

II. Artemis, başarısının anısına düşman ganimetlerinden ve silahlarından bir zafer anıtı yaptırır. Üzerine de Rodos kenti diye yazdırır. Anıt, biri kendi diğeri Rodosluları temsil eden iki ayrı bronz heykelden oluşur. II. Artemis, kendi heykelini Rodos kentini köle yaptığını gösterir şekilde tasvir ettirir. II. Artemis, bu zafer anıtını Rodoslular ortadan kaldırmasın diye anıtın bulunduğu araziyi yasak bölge ilan ettirir. Bir rivayete göre bir kadına yenilmekten utanç duyan Rodoslular tarafından anıtın etrafı duvarlarla çevrilmiştir.

Böylece Kraliçe II. Artemis, zekâsı, cesareti ve savaşçı ruhuyla atası I. Artemis’in izinde olduğunu kanıtlar. II. Artemis, dünyanın ikinci kadın amirali olarak ününü Karya sınırlarının ve zamanın ötesine taşır… (*****)

II. Artemis hakkında kaynaklar

II. Artemis hakkında ne yazık ki yeterli kaynak yoktur. Tarihi yazacak bu coğrafyanın çocuğu Herodot, II. Artemis doğduğunda çoktan ölmüştür. Ancak yine de Halikarnas Balıkçısı kitaplarında bahseder (Hey Koca Yurt) Bir de Arkeolog Koray Konuk, ‘’Karun'dan Karia'ya’’ (Ege Yayınları, 2003) isimli kitabında çoğu yabancı kaynaktan alıntı yaparak II. Artemis’ten ve bu savaşından bahseder.


Vefa, İstanbul’da bir semt adıdır

Hem I. Artemis hem de II. Artemis Bodrumludurlar, Anadolu kökenlidirler, bu coğrafyanın evladıdırlar. Ancak ne yazık ki hak ettikleri değer verilmez. Batılılar Helen olmadıkları, Anadolu evladı oldukları için değer vermez… Biz de Arap olmadıkları için değer vermeyiz. Bir Arap ‘’Rabia’’ kadar tanınmaz Artemisler bu coğrafyada… Bodrumda kıyıda köşede kalmış bir sokağın ve bir pansiyonun adıdır Artemis… Velhasıl biz tarih, kadir, kıymet, vefa bilmez bir toplumuz… FB’li Alex’in heykelini yapalım değil mi?


‘’Aynı coğrafyadaki tarihi kök bilgiler, tarihi figürler ve tarihi motifler, güçlü bir ağacın kökleri gibi bir toplumu ayakta tutan ve besleyen unsurlardır’’ der tarihçiler... Her rüzgârda savrulmamak için, fırtınalarda yıkılmamak için, kuraklık zamanlarda yaşayabilmek için ağaçlar bile köklerini derinlere salarlar...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

(*) Trireme gemiler. O çağlarda teknik olarak yapımı mümkün olan en uzun gemiye bile, arka arkaya en fazla 25 kürekçi dizilebiliyordu. Geminin hızlı yol alması ve savaşta saldırılan gemiye kuvvetle mahmuz bindirebilmek için daha fazla kürekçi gerekiyordu. Gemi yapım ustaları bu sorunu üst üste üç kat kürekçi yerleştirerek çözdüler, böylece tekne boyunu uzatmadan kürekçi sayısı üç katına çıkarılabildi. Trireme adı buradan gelmektedir...

(**) Salamis Koyu, Atina'nın bulunduğu yarımadaya kuzeyden güneye paralel uzanan ve özellikle antik çağda Atina limanının güvenliği açısından stratejik öneme sahip olan ada bölgesinde bulunan koy…

(***) Artemis ile ilgili değil ama madem söz bu filmden açıldı film hakkında şu bilgiyi de aktarayım: Atinalı General Themistocles, bu savaşı kazanmak için eski rakipleriyle bir araya gelmek zorundadır. Bu rakipler de Spartalı savaşçılardan başkaları değildir. Ve film şu evrensel mesajı verir: ‘’Büyük güçlere karşı birleşerek savaşmak ve organize olmak, özgürlük için vazgeçilmezdir.’’ Mesela filmin bir sahnesinde, Themistokles, otoriter yönetime sahip Sparta'nın kraliçesine birlik olmanın önemini anlatır. Tabii bizim ''Birlik'' nedir anlamamız mümkün değildir. Bizler hep armudun sapı ile üzümün çöpü ile uğraşırız.!...

(****)  Padişah Abdülmecit zamanında İngiltere, Halikarnas Mozole’sini araştırması için bir arkeolog ekibini Bodrum’a gönderir. Arkeloglar çok geçmeden de mozolenin kalıntılarına ulaşır. Kazı sırasında buldukları kabartmaları, Mozolos ve Artemis'in heykelleri ve dört atlı arabanın parçalarını dönemin İngiltere Büyükelçisi vasıtasıyla İngiltere’ye götürmek için Osmanlı Padişahı Abdülmecit’ten izin isterler. Abdülmecit ise hiç düşünmez, sanki evdeki fazla kap kacağı verir gibi paha biçilmez tarihi eserleri İngilizlere verir. İngilizler, Osmanlı’nın da yardımıyla bu tarihi eserleri Londra’ya British Museum’da sergilenmek üzere götürürler...

Halikarnas Mozolesi kazılarında çıkan 13 kabartma, Kral Mausolos, Artemisia ve mozolenin tepesinde bulunan atlı araba parçaları halen Londra’da British Museum’de sergilenmektedir. 

Mozolenin en önemli parçalarının İngiltere’ye götürülmesine Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı üzülür. İngiltere’ye, Kraliçe’ye bir mektup gönderir…

“Londra’daki parçalar Bodrum’un mavisiyle bütünleşmektedir. Londra’da kalmamaları gerekmektedir. Onları bütünleştikleri maviyle buluşturmak gerekir.”

Mektubu okuyan Kraliçe, mektubu müze müdürüne iletir. Bir süre sonra da müze müdüründen Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya alay edercesine bir cevap gelir…

“Önerinizi çok ciddiye aldık. Bilim insanlarına taşların yapısını incelettik ve gerçekten de maviyle bütünleştiği doğrudur. Bu yüzden eserlerin müzede sergilendiği salonu Bodrum mavisine boyattık. Yakın ilginize teşekkür ederiz.”

(*****) II. Artemis’in bu müthiş stratejisinin yıllar sonra (yaklaşık 1900 yıl sonra) bir benzerini yine II. Artemis’in hemşerisi olan Bodrumlu Turgut Reis Akdeniz’de Andrea Doria’ya karşı uygular.

Turgut Reis bütün Tunus'u ele geçirir. Turgut Reis Tunus civarındaki Cerbe adasını da üs olarak kullanır. Turgut Reis bu üsten İspanya ve İtalya kıyılarındaki yerleşim bölgelerine saldırılar düzenler... İspanyol ve İtalyanlar Avrupa’nın tüm imkânlarını kullanarak Turgut Reis'i ele geçirmeye çalışırlar.

Turgut Reis, 1553 yılında 12 parçalık gemisiyle Cerbe adasında bir koydadır. Diğer gemileri seferdedir. Turgut Reis'i ele geçirmek isteyen Andrea Doria 150 Parçalık gemi ile Cerbe adasını kuşatır. Andrea Doria’ya göre Tugut Reis'in bu koydan kaçması imkânsızdır. Andrea Doria İtalya’ya haber göndererek yardım ister. Andrea Doria’nın 150 gemisi de olsa karşısındaki Turgut Reis'tir çünkü.

Turgut Reis gemilerinin bulunduğu koyun girişine bir tabya yaptırarak oraya top ve tüfekli adamlar yerleştirir. Bu şekilde Andrea Doria’nın gemilerinin koya girişini önler.

Koyda çepeçevre kuşatılan Turgut Reis, Fatih'in İstanbul kuşatmasında yaptığını yapar. Cerbe adasının arka kıyısı kumluktur. El-Kantara (Alcantara) deresinin sonu ile Cerbe adasının kumluk olan arka kıyısı arasını önce kazma ve küreklerle derinleştirir. Sonra derinleştirdiği bu yatağa ormandan kestirttiği kerestelerle kızak döşetir. Kızaklar üzerine yağ döktürdükten sonra yerli halkın da yardımıyla gemileri kızaklar üzerinden çektirerek Ada’nın arka güney kıyısına indirir.

Andrae Doria, İtalya'dan gelecek yardımı bekleyedursun Turgut Reis Akdeniz'e açılır ve Andrea Doria’ya yardıma gelen İtalyan ve İspanyol gemilere saldırır. Bu gemilerin bir kısmın esir alır, bir kısmını batırır. Turgut Reis'ten kurtulan gemilerden bir tanesi Cerbe’de hala Turgut Reis'i kuşattığını zanneden Andrea Doria’ya Turgut Reis’den uğradıkları baskını anlatır.

Bu olayı Halikarnas Balıkçısı, bahsettiğim ‘’Turgut Reis’’ kitabında anlatır.

Bir not:

''Karya'' yazımında değişik kaynaklarda yanlışlık yapılmaktadır. Eğer ''C'' ile başlayacaksa: ''Caria'', yok ''K'' ile başlayacaksa: ''Karya'' diye yazılmalıdır. 


Ve bir anı:

1995 -1997 yılları arasında Hamburg’da iki yıl boyunca ‘’Bot ve Yelken Kursu’’na katılmıştım. İlk sene dershanede navigasyon ve denizcilik temel ilke ve terimleri derslerini görmüş, ikinci yıl ilk altı ay Elbe Nehri'nde, ikinci altı ay da Kuzey Denizi'nde bir yelkenli ile pratik yapmıştık.


1997 yılında, Kuzey Denizi'nde, Alman Deniz Kuvvetlerinin bir tatbikatına katılmıştım. Tatbikatta bir muharip gemide yanımda bir Alman amirali vardı. Bol zaman da vardı. Sohbete başladık. Ben ‘’Bot ve Yelken Kursu’’unda öğrendiğim denizcilik konularını bilmiyormuş gibi amirale sormaya başladım… O cevap verirken de ben tamamladım. Bir süre sonra ‘’siz bunları nereden biliyorsunuz? Siz denizci misiniz?’’ dedi. Ben de ‘’Hayır, denizci değilim ancak ülkemizin üç tarafı derya deniz. Bize bunları lisedeki ‘Denizcilik’ (!) dersinde öğrettiler’’ dedim. Sonra ekledim; ‘’üniversitede iken de her öğrenci mutlaka bir bot yelken kursuna katılır. (!) Ben de bu kursa katılmıştım’’ dedim… Sonra şu soruyu sordum amirale: ‘’Siz amiralsiniz. Dünyanın ilk ve ikinci kadın amirali kimdir, biliyor musunuz?’’ Amiral bir an düşündü, sonra da ‘’Hayır, bilmiyorum’’ dedi… Ben de özet olarak yukarıda anlattığım I. ve II. Artemis’i ve Artemis'lerin savaşlarını anlattım. Yine hayretle sordu amiral ''siz nereden biliyorsunuz?'' diye... Ben de ''Denizcilik derslerimizin bir kısmı 'Denizcilik Tarihi' (!) idi. Oradan biliyorum'' dedim... Ve kendisine Halikarnas Balıkçısı’nın I. Artemis’i anlatırken bahsettiğim tespitini aktardım: ‘’Artemis, Hellen olsaydı siz de bilirdiniz’’ dedim…


Gotan Project


27 Haziran 2020

1999 yılında Paris’te kurulan, elektronik müzik ve tangonun bir arada harmanlanmasını yapan, Fransız, ama İspanyolca şarkıları söyleyen ‘’Gotan Project’’ adında bir müzik grubu var…

‘‘Gotan Project’’ ise adı üstünde bir tango projesidir. Bu grup, tangonun duayeni, Arjantinli müzisyen Astor Piazzola tangolarının ritmini değiştirip, yeniden yaratarak müzik yapıyor….

Grubun ilk kayıtlı parçası "Vuelvo Al Sur/El Capitalismo Foraneo" (2000), ilk albümü de "La Revancha del Tango" (2001) olarak çıkıyor…

Gotan Project’in albümlerinden seçtiğim La Gloria, Tango Santa Maria, Vuelvo Al Sur ve Diferente isimli şarkılarının bağlantılarını yazımın sonunda veriyorum. Aslında Gotan Project’in bütün parçaları birbirine benziyor. Eğer vaktiniz olur da verdiğim bağlantılardaki şarkıların hepsini dinlerseniz sanki tek bir parçayı dinliyormuş gibi hissediyorsunuz…

Madem kısıtlama var evdeyiz ve saat 24.00’e kadar da müziğe destur var, siz de Pazar gününüzü Gotan Project’in parçalarını dinleyerek geçirin… Aman dikkat edin ve sakın saat 24.00’’u unutmayasınız!...

Gotan

Hazır bu kadar gelmişken ‘’gotan’’ hakkında da bilgi vermesem olmazdı…

’’Gotan’’, Buenos Aires’in sokak dilinde ‘’tango’’ anlamına geliyor. Tango ise Latince dokunmak anlamına gelen ‘‘tangere’’ kelimesinden türeyen Buenos Aires, Arjantin ve Montevideo, Uruguay kökenli bir dans ve müzik türü olarak biliniyor…

Tango, aşkın ve arzunun dansı olarak bilinse de işin aslı öyle olmuyor… Tangonun öyküsü son derece hüzünlü bir sürecin sonucunda ortaya çıkıyor… 1800'lü yıllarda Buenos Aires’e yerleşen milyonlarca göçmen kendi müziğini, örf ve adetlerini de beraberlerinde getiriyor… Tango, Latin Amerika’nın yaşadığı işte bu süreci, hüznü ve sıkıntıları ruhunda taşıyor. Tango, Buenos Aires gettolarının, yoksullarının ve genelevinin sesi oluyor… Göç nedeniyle yükselen açlık, fahişeliği geçer bir sektör haline getiriyor.

Tango, işte bu acılar üzerine kuruluyor… Tango, tutku ve aşkla yoğrulmuş iklimlerin, kavganın ve göçün hikâyesini anlatıyor… Bu nedenle tango ‘’hüzünlü yüzlerin, neşeli bedenlerin dansıdır’’ diye biliniyor.

Tango; uyumu, ahengi, estetiği ve senkronizasyonu ruhunda barındırıyor… Tango; yersiz, yurtsuz kadınların, umutsuz aşkların, dışlanmanın, gettolaşmanın, hasretin, acının, hüznün, tutkunun, hezeyanın, iktidarın, erkeğin hâkimiyetinin ve kızgınlığın özelliklerini yansıtıyor. Tango, kesin bir beden terbiyesini gerektiriyor… . Belki bu yüzden tangoda siyah ve kırmızı renkler hâkim olarak kullanılıyor…

Ancak tango tehlikeli bir dans türüdür…

Tango, yavaş başlayıp, sonu hızlı biten bir dans türü olarak icra ediliyor….

Tango, partnerinizle yeterince bir uyum, ahenk ve senkronizasyon içerisinde değilseniz partneriniz çivi topuklu ayakkabılarla ayağınıza basabiliyor, sacada, barida, gancho gibi teknikleri uygularken sizi düşürebiliyor, bellinizi kavrarken belinizi kırabiliyor…

Fırat’ın doğusunda ‘’ABD’’ ile Fırat’ın batısında ‘’’Rusya’’ ile İdlib’de de ‘’radikal, cihatçı, silahlı selefiler’’ ile Libya’da da Berberiler ile; S-400’de Rusya’yla, Zarraf ve SBK’da ABD ile tango yapmaya kalkarsanız birisi çivili topuklu ayakkabısı ile ayağınıza basarak sizi Akdeniz’de, Libya’da dışlıyor, diğeri belinizi kavrayayım derken belinizi kırarak sizi Karadeniz’den Afganistan’a savuruyor, bir diğeri de ayak oyunlarıyla sizi Suriye’de devre dışı bırakıyor…

Demem o ki tango; stratejik sığlığı ve yetersiz kapasitesi ile AKP’nin Suriye’de, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da, Akdeniz’de ve Ortaasya’da yapabileceği bir dans türü değildir. ABD ile Rusya ile silahlı selefi cihatçılarla tango etmek FETÖ ile yapılan dansa da benzemez!… İşte bu nedenle de dansını beceremedikleri müziği de yasaklamaya kalkıyorlar… Müziği sevmedikleri bundandır…

Tango yavaş başlayıp, sonu hızlı biten, ancak oldukça tehlikeli bir dans türüdür.

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Gotan Project: La Gloria

https://www.youtube.com/watch?v=FFzk_MX1DCo

Gotan Project: Tango Santa Maria

https://www.youtube.com/watch?v=S98-BIpzZuk

Gotan Project: Vuelvo Al Sur

https://www.youtube.com/watch?v=B0jAvZJEm6I

Gotan Project: Diferente

https://www.youtube.com/watch?v=DH76CZbqoqI


Libya’ya asker gönderirken…

03 Ocak 2020

TSK; fiilen savaştığı Kore ve eğitim amaçlı ve müttefiklerle beraber katıldığı Bosna Hersek, Kosova, Lübnan, Afrika ve Afganistan harekâtı hariç sadece 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1983’den beridir de Irak’ın Kuzey’ine sınır ötesi harekâtlar yapmıştır. Bu yazıda kısaca 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1983’den beri yapılan sınır ötesi harekâtlar ile Suriye harekâtı değerlendirilerek konu Libya’ya getirilecektir.

Yazıma çok kısaca üç konuya yer vererek girmek istiyorum.

Bunlardan birincisi ‘’tarih bilinci’’, bu kapsamda günümüzde oldukça göz ardı edilmiş kadim Çin askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu’nun ve yüzyılımıza damgasını vurmuş Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’ düşünceleridir…İkinci olarak da Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl yenildiklerinin kısaca anlatımı ve üçüncü olarak da Türkiye’nin şimdiye kadar yaptığı sınır ötesi askerî harekâtlar…

Bu üç konuyu anlamadan TSK’nin muhtemel Libya harekâtını anlatmamız ve anlamamız mümkün değildir.

1. Tarih bilinci…

Tarih konusunu çok kısa olarak geçmek istiyorum. Hemen hemen bütün yazılarımda vurgularım; Tarih bizim için iyi bir laboratuvardır. Ancak faydalanırsak tabii ki... Einstein’ın bir sözü vardır; ‘’Toplumlar; hiç ölmeyen, ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir.’’ Toplum olarak tek bir insan gibiyiz ama hep unutuyor hiç hatırlamıyoruz. Tarihçiler hep hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını söylerler. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir. Bunlar kulağımızda küpe olarak kalsın öncelikle…

İkinci olarak anlatmak istediğim iki düşünürden önce en eskisini anlatmak istiyorum.

a. Sun Tzu

Kadim Çin askerî düşünürü ve devlet adamı Sun Tzu, günümüzden 2300 yıl önce imparatoruna “Devlet Yönetme Sanatı” (Savaş Sanatı) adlı bir eserini sunar. (Anahtar Kitaplar, 2016)

Sun Tzu’nun bu eseri MÖ 6. yüzyılda askerî taktikler, savaş ve strateji üzerine yazılmış en eski ve en iyi çalışmalardan biridir ve askerî konularda ve ötesinde tarih boyunca çok büyük etkisi olmuştur. 20. yüzyılın sonlarından itibaren ekonomi ve iş dünyasında da kullanılmaya başlanılmıştır.

Her biri savaşın farklı bir yüzünü anlatan 13 bölümden oluşur ve askerî strateji ve taktiğin temel kitabı olduğu kabul edilir. Çin'in ‘’Yedi Askerî Klasik’'i arasında en önemlilerindendir.

Sun Tzu, günümüzden 2300 yıl önce imparatoruna özetle şu öğütleri verir:

 “Hasmı güç harcamaya sevk ederken kendi gücünü korumayı bilmek gerekir.”

“Savaş sanatından anlayan kişi başkalarının gücünü savaşmadan alt eder, kentleri kuşatmadan düşürür. Hasım milletleri, uyumlarını, morallerini çökerterek teslim alır.”

“Usta komutan hasım orduyu savaşmadan alt edendir.”

“Vuruşma incitir (yıpratır), tahkimli mevziiye taarruz kırım demektir. Önemli olan düşmanın stratejisini bozmaktır. Savaşmak değil.”

“Sen uyum ve dayanışma ile birliğe yönelirken düşman ona bölündüğünde gücün bire karşı on olur.”

“Bilge önderlerin dirayetli yönetimleri ve zaferleri şans değildir. Zira onlar kazanacaklarından emin oldukları durum, yer ve zamanda harekete geçerler ve çoktan yenilmiş kimseleri yenerler.”

“Yüksek savaş sanatı, düşmanın mukavemetini, meydan savaşlarında kazanılacak zaferlerle değil, meydan savaşına başvurmadan kırabilmeyi gerektirir.’’

Kitapta daha çok öğüt var ama şimdilik burada keselim.  

b. Carl von Clausewitz

İkinci olarak anlatmak istediğim iki düşünürden Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz (1780-1831) ise günümüzde en tanınmış ancak düşünceleri en çok göz ardı edilen bir strateji uzmanıdır. Ölümünden sonra karısının düzenlediği notlarından oluşan ve savaş stratejisi konusunda yazılmış önemli eserlerden birisi kabul edilen ‘’Savaş Üzerine’’ (vom Kriege) adlı eseri (Doruk yayınları, 2015) askerlerden ziyade siyasetçilerin okuması ve anlaması ve içselleştirmesi gereken bir eserdir.

Bolşevik devriminde Lenin’in Clausewitz’in bu eserinden ciddi olarak yararlandığı bilinir. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması sırasında “Ben Clausewitz’i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok!” diyerek ifade eder.

Clausewitz’in ‘’Savaş Üzerine’’ adlı eseri zor ve çelişkilerle dolu görünse de fikirlerini şu şekilde basitleştirerek özetleyebilirim:

‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi zannetmeyin.’’

‘’ ‘Mutlak Savaş’ haline dönüşen bir savaşın hiçbir amacı yoktur, bu yüzden savaşların alevlenmemesi için sınırlar konmalıdır.’’

‘’Savaşların açık ve uygulanabilir hedeflerinin olmasına dikkat edin.’’

‘’Siyaset komuta edilebilir. Komutanlar sivil yetkililere, özellikle uygulanabilirlik konularında tavsiyelerde bulunmalıdırlar, fakat siyasi hedeflerin belirlenmesi onların görevi değildir. Komutanlar uygulanabilir siyasi hedefler konduğundan ve sivil otoritelerin ödenecek bedelin ne kadar ağır olabileceğini anladığından emin olmalıdırlar.’’

‘’Savaşı, düşmanın onsuz direnemeyeceği ‘ağırlık merkezi’ni çökerterek kazanın. Bu aslında ana kuvvetlerin yok edilmesi anlamına gelir.’’

‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. (Örneğin, Napoleon Moskova’yı aldı ama Rus ordusu dağılmadı). Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’

‘’Savaşların ucuz ve kolay olduğunu zannetmeyin. Kendinizi güçlü bir şekilde geride tutarsanız, düşmana pek şans tanımamış olursunuz.’’

‘’Savaşın dehşetinden kaçabileceğinizi zannetmeyin. Akıllıca manevralar ve blöflerle savaşı kazanabileceğiniz düşüncesiyle kendinizi kandırmayın. Bu yüzden, öncelikle ‘çok güçlü’ olun.”

‘’Halkın, hükumetin ve ordunun birliği işe yarar. Bu üçünden birinin zayıf olması bütün emekleri boşa çıkarır. (Vietnam’daki savaşı desteklemeyen Amerikan halkı gibi). Bu üç konuda da sağlam olmadıkça savaşa kalkışmayın.’’

Clausewitz eserinde tez olarak da şunu ortaya koyar: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka şey değildir.” Yani basitçe demek ister ki Clausewitz ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

2. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar nasıl yenildi?

Son olarak da Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl yenildiklerinin kısaca anlatmak istiyorum.

Savaşın son senesi 1918 yılına girildiğinde durum şu şekildedir: Almanya, Doğu Cephesinde Rusya karşısında kesin bir zafer kazanmış, Rusya Ekim Devrimi ile çökmüş, yeni iktidara gelmiş olan Bolşevikler, Almanya ile bir barış anlaşması imzalamışlardır.

Savaşın kesin sonucunu belirleyecek Batı Cephesinde, ise dört yıldan beri, devam eden siper savaşı, Manş Denizinden İsviçre’ye kadar uzunlukta, Kuzey Fransa üzerinden geçen, çok detaylı ve iyi tasarlanmış statik savunma hatları yaratmış idi.

1916 yılı boyunca devam etmiş olan  Verdun Muharebesi insanlık tarihinin en kanlı savaşları içinde yer almasına rağmen, sadece 60 km2 içinde savaşılmış idi. Yaklaşık sekiz ay süren bu muharebe, her iki taraftan toplam 1.000.000 kişinin ölümüne mal olmuştu. İngilizler 1917 sonlarında Passchendaele’de sadece 10 km ilerleyebilmek için yaklaşık 400.000 asker kaybetmişlerdi.    

Batı cephesinde stratejik olarak savunma durumunda olan Almanya’nın toplam kayıpları, Müttefiklerden daha az olmasına rağmen, Almanya artık insan gücünün sınırına dayanmış, savaş sanayiinden ve tarım üretimden, üretim faktörlerini bozabilecek ölçüde kişiyi askere almak durumunda kalmıştı.

1918 senesine girerken, Almanya’nın stratejik anlamda savunma pozisyonu dışında, tüm faktörler aleyhinedir.  Üstelik zaman da Almanya aleyhine çalışıyordu.

Savaşın kilidini çözen doktrin 1917’nin son aylarında yazıldı. Almanya az sayıdaki nitelikli insan kaynağını ve eldeki tüm kaynakların yeniden değerlendirilerek harmanlanması sonucunda sonuç alabileceği, iyi modellenmiş donanım ve kaynak ile donatarak oyunun kurallarını tamamen yeniden yazdı…

1918 İlkbaharında, bu doktrin ile beraber, Batı Cephesinde 1914 yılından itibaren oluşan statik durum kırıldı. Art arda yapılan dört ayrı taarruz ile Alman Orduları Batı Cephesini yardı ve 1918 yaz aylarında Paris’e 70 km'ye kadar yaklaştı. Bu başarı, önceki dört yıldaki savaşta başarıların kilometrelerle ölçüldüğü bir döneme göre bir mucize idi.

Ancak sorun şu idi, Almanya bu taarruz zinciri ile büyük bir taktik başarı elde etmesine rağmen, düşmanını kesin bir şekilde yenebileceği hiçbir stratejik başarı elde edememiş, müttefiklere göre daha az kayıp vermesine rağmen, hiçbir zaman yerine koyamayacağı önemli sayıda ve nitelikte adam kaybetmişti. Almanya, harita üzerinde savaşı kazanmak üzere gibi gözükse de son kozunu oynamış ve tüketmiş idi.

Bu noktadan sonra, deneyimsiz ama zinde Amerikan birlikleri ile beraber, Müttefikler 1918 yazından başlayarak 100 gün boyunca devam eden karşı taarruzlar ile savaşı kesin olarak kazandılar.

Bu harpten çıkan sonuç: Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler, stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonucun felaket olmasıydı. Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında kesin olarak kaybetmiştir. Özetle stratejik hedeflerin, alt hedefler ile altının doldurulamaması, stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır.

3. TSK’nin Sınır Ötesi Harekâtları

a. PKK’ya karşı yapılan harekâtlar..

TSK, Kıbrıs hariç bütün sınır ötesi harekâtlarını PKK’ya karşı yapmıştır. Peki, Türkiye bu harekâtları neden yaptı? PKK terörünü önlemek için.. Peki, PKK ne istiyor terör yaparak, siyasi amacı nedir? Bölgede sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak… Peki, bu sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ nerede kurulacak? Önce Irak, sonra Suriye, sonra Türkiye’deki ve sonra da İran’daki Kürtleri birleştirerek... Önce bu ülkelerde ayrı ayrı adı ne olursa olsun federal, özerk veya bölgesel Kürt yönetimlerini kurmak sonra da bu özerk veya federal Kürt bölgelerini birleştirerek sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak... Bunda bir tereddüt var mı? Yok... Tereddüt ediyorsanız açın bakın PKK’nın kongrelerinde aldıkları kararlara...

Eeee… PKK’nın amacı bu ise... Size öncelikle politik olarak hangi görev düşer? Bu ülkelerle sıkı bir işbirliği, bu ülkelerin ülke bütünlüğünü korumak değil mi?

Peki, Türkiye’deki son kırk yılın siyasi iktidarları ne yaparlar? Tam tersini.. Irak’ı parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yaparlar... Türkiye’nin el vermesiyle ve desteği ile Irak’ta ‘’Bölgesel Kürt Yönetimi’’ni kurarlar. Suriye’yi parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yaparlar… Sonra da Doğu’nun dağlarında, Irak’ın Kuzeyinin dağlarında PKK operasyonu diye fidan gibi gencecik insanlarımızı harcarlar...

1983’den beridir bakıyorsunuz Irak’ın Kuzeyine yapılan operasyonlara:

1983, 1984, 1986  ve 1987 yıllarında küçük çaplı operasyonları geçiyorum...

Süpürge Harekâtı (05-13 Ağustos 1991), 2 şehit,

1992 sınır ötesi harekâtı ve Hakurk Operasyonu  (05 Ekim – 15 Kasım 1992), 12 şehit
 Çelik Harekâtı (21 Mart -02 Mayıs 1995), 64 şehit,
Atmaca Harekâtı (Nisan 1996), 40 şehit
Tokat Operasyonu (14 Haziran 1996 – Ocak 1997), 11 şehit,
Çekiç Harekâtı (12 Mayıs – 07 Temmuz 1997), 114 şehit,
Şafak Harekâtı (25 Eylül -15 Ekim 1997), 31 şehit,
 Murat Operasyonu (Nisan – Mayıs 1998), 3 şehit,
Güneş Harekâtı (21 Şubat – 29 Şubat 2008), 24 şehit,
2011 yılı sınır ötesi harekâtları (17 Ağustos – 24 Ekim 2011),
Şehit Yalçın Operasyonu (24 -25 Temmuz 2015),

(Bu tabloya yurt içi operasyonlarda veya pusu ile mayın ile verilen şehitler dâhi edilmemiştir.)

Bu harekâtlara tek tek girmeyeceğim... Konumuz bu değil... Soru şudur: Bu harekâtların siyasi hedefi ne idi? Ne yazık ki cevap koskocaman bir ‘’yoktur’’ ifadesidir. Hani Clausewitz ne diyordu: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Bu sınır ötesi harekâtlar başlı başına birer taktik başarı ürünüdür... Peki, bu harekâtların stratejisi ne idi? Cevap yine koskocaman bir ‘’yoktur’’ ifadesidir.

Yine tekrar edelim; taktik hedefler, stratejik hedeflerin başarılabilmesi için oluşturulan araçlardır.  (Çoğu zaman bu kavramlar birbirine karıştırılır. Tersi de ayrı bir başarısızlık faktörüdür. Stratejik hedeflere ulaşım, doğru tanımlanmış taktik hedeflere ulaşım ile mümkün olabilir. Stratejik hedeflerin, alt hedefler ile altının doldurulamaması, stratejik yönetimi kâğıt üzerinde bırakır.)

Tekrar soruyorum. Her birisi mükemmel taktik başarıları içeren bu harekâtların bir stratejisi, bir politik hedefi var mıdır?

Ne diyordu Clausewitz: ‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’

Irak’ın kuzeyinde o tepeleri o kadar şehitler vererek ele geçirdiniz... Peki, bu PKK’yı imha etti mi? Cevap ne yazık ki yine koskocaman bir ‘’hayır’’dır.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın politik bir hedefi vardı ve TSK bu politik hedefe ulaşmak için bu harekâtı yaptı ve amacına da ulaştı…

Tekrar tekrar soruyorum: Bu sınır ötesi askerî harekâtların politik hedefi, siyasi bir maksadı var mıydı? Yoktu! Hani Clausewitz ne diyordu: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Şimdi başa dönün ve Clausewitz’in ne demek istediğini bir daha okuyun…

İsterseniz daha da başa dönün Sun Tzu’nun demek istediklerini bir daha gözden geçirin...

İsterseniz en sona gelin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın nasıl yenildiğine bir daha bakın…

Ne idi Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesinden bizim için çıkaracağımız ikinci sonuç? ‘’Stratejik hedeflere ulaşmak için kullanılan taktik araçlar ve hedefler, stratejik hedeflerin önüne geçirildiği zaman, sonucun felaket olmasıydı. Almanya, muazzam bir alanı, nispeten az kayıp vererek ele geçirmesine rağmen (taktik başarı), düşmanının savaşma kapasitesine zarar veremeden kendi kaynaklarını tükettiği için (stratejik başarısızlık) savaşı 1918 Kasım ayında kesin olarak kaybetmiştir.’’

Bu sınır ötesi harekâtlarla da aynısı yapılmadı mı? Taktik hedefler olmayan bir stratejinin ve olmayan bir politik hedefin önüne çekilerek PKK’yı imha da edemeden muazzam kaynaklar (insan, zaman, para, güven) harcanmadı mı?

O halde olması gereken neydi?

Yine tarihe döneceğiz…

Afganistan’a bakın.. Burası bir imparatorluklar mezarıdır. Buradan İskender geçti, buradan Cengiz Han geçti, buradan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçti, onların hepsi sözde galiplerdi burada, hepsi de boylarının ölçülerini aldılar burada. Bunun nedeni işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması değildi. Nedeni sadece, bu ülkenin arazisinin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan yapısıydı..

Dağlarda savaşmak zordur… Hele hele bir de teröristlerle savaşıyorsanız o dağlar size cehennemin ta kendisi olur. Bir tugay askeri salsanız bile araziye arazi yutar önce bu askerleri.

Şeyh Şamil efsanesini hepimiz biliriz...  Şey Şamil Kafkas Dağlarında cirit atarken Ruslar pek dokunmadan dağlara inmiştir ovalara, etrafından dolaşarak aşmıştır Kafkas dağlarını, gelmiş Gürcistan’ı, Azerbaycan’ı almış, Erzurum’u işgal etmiştir.

Siz de fetih maksadı olmaksızın gönderirsiniz dünyanın o en güçlü ordunuzu, gider oturursunuz bir zamanlar kırmızı çizginiz olan Kerkük’e, kurarsınız komuta çadırınızı, atarsınız bacak bacak üstüne, alırsınız yorgunluk çayı bardağını elinize ve dersiniz ki düveli muazzamaya ve Barzani’ye; ‘’Kandil’den çıkarın PKK’yı, ben de buradan çıkıp gideyim.’’

Boşu boşuna da fidan gibi gencecik Anadolu evlatlarını harcamazsınız, kırdırmazsınız o dağlarda...

(Tabii ki ülke içinde bir daha böylesi bir sorun olmaması için alacağınız ekonomik, sosyal ve siyasal tedbirler ayrı bir çalışma konusudur.)

İsterseniz, Sun Tzu’yu, Clausewitz’i bir daha okuyun…

b. Suriye'ye yapılan ‘’Fırat Kalkanı’’, ‘’Zeytin Dalı’’ ve ‘’Barış Pınarı’’ harekâtları…

Suriye’ye askerî operasyon; 24 Ağustos 2016 tarihinde Fırat Kalkanı Harekâtı ile başladı. Bu harekâtı 20 Ocak 2018 tarihinde Zeytin Dalı Harekâtı ve 09 Ekim 2019 tarihinde Barış Pınarı Harekâtı ile devam etti.

Suriye’ye yapılan askerî harekât 70 km genişlik ve 35 km derinlikteki, Şırnak'taki Bestler - Dereler ebadındaki bir alan değil ki bu alana yazın girip kışın çıkasınız....

Bu üç Suriye harekâtında ilk sorum şu: ‘’Politik hedefiniz nedir?’’ İkinci sorum da şu: ‘’Bu politik hedefi gerçekleştirecek askerî stratejiniz nedir?’’

PYD’nin Fırat batısına Afrin’e koridor açıp geçmesini engellemek mi amacınız? Peki, o zaman Salih Müslim’i Ankara’ya davet edip devlet protokolü ile karşılayanlar kimlerdi? PYD’yi vazgeçtim Suriye’de Fırat’ın batısına geçmelerini altlarına uçaklar otobüsler vererek, yemek ücretlerini de ödeyerek ülke topraklarından Kobani’ye geçirenler kimlerdi? Peki, bu harekâtın 35 km güneyinden sonrası ne olacak? PYD oradan geçmeyecek mi?

Sınır güvenliği midir amacınız? 911 km’lik sınırdan geri kalan 876 km ne olacak?

Suriye’nin ülke bütünlüğünü korumak mıdır amacınız? O zaman ÖSO’nu nereye koyacaksınız?

Suriye’nin ülke bütünlüğünü korumak mıdır amacınız? O zaman destek verin Esat’a, ülkesinin bütünlüğünü o sağlasın…

Tampon bölge mi yaratmak amacınız? Elinizdeki dört milyon Suriyeliyi bu daracak alanı mı sığdıracaksınız?

İniyor musunuz Halep’e! Tam kapatıyor musunuz koridoru? Ha o zaman anlarım ben bu harekâtı…

Amacım harekâtı eleştirmek değil. Amacım bu harekâtın politik hedefini ve askerî stratejini anlamak...

Şimdi gelelim Libya’ya…

Libya'ya asker gönderilmesine ilişkin tezkere 02 Ocak 2020 Perşembe günü  TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi. Kabul edilen teskereye göre Libya’ya gönderilecek askerî gücün sınır, kapsam, miktar ve zamanını Cumhurbaşkanı belirleyecek. Aslında böyle bir teskere olmaz... Bir meclis böylesine ne olduğu belli olmayan bir yetkiyi kimseye devredemez... 

Daha önce sınır ötesi harekâtta da olduğu gibi yine bu teskerede de siyasi bir hedef yok. Teskerenin bilinen amacı Libya’nın Tobruk merkezli General Halife Hafter güçlerine karşı Trablus kentinde kurulu Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH)’ni koruma amacıyla askerî destek vermek…

Sorun da burada başlıyor. Adı üstünde, ‘’askerî destek’’; askerî bir hedef… Siyasi hedef nedir?

Eğer siyasi hedef; Libya’nın birliği ise bu askerî hedef bu hedefi sağlamaz, tam tersine Libya halkını birbirine kırdırır… Türkiye de bu kırım da bir tarafta yer alır… Eğer siyasî hedef; Libya’nın birliği ise bu size Libya’daki bütün güçlerle eşit mesafede olmayı, arabulucu olmayı ve bu şekilde Libya’nın birliğini sağlamayı gerektirir… Eğer bu hedefi yalnız gerçekleştiremezseniz bu maksatla BM’ni davet edersiniz, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)’nı davet edersiniz…

Eğer siyasî hedef; Doğu Akdeniz’deki haklarımızı UMH ile beraber sağlamak ise bu siyasi hedef size öncelikle Doğu Akdeniz’de Suriye ve Mısır ile ortak hareket ermeyi öngörür… Sonra Lübnan ve İsrail ile... Yani bölge ülkeleri ile işbirliğini gerektirir…

Söylenmeyen hedef eğer siyasal İhvan’ı desteklemek ise… Suriye’de, Mısır’da, Libya’da batan, sönen, biten siyasal İhvan’ı destek beraberinde Türkiye’nin de bataklığa sürüklenmesini getirir… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’yi İhvan dışındaki tüm Arap dünyasını karşısına alır… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’yi Libya çöllerinde sıcak bir çatışmaya sürükler… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’nin ABD’yi, Rusya’yı, Çin’i karşısına bulmasına vesile olur… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’nin tüm kaynaklarını Fizan çöllerinde tüketmesine yol açar…

Sonuç

İsterseniz yazımın başına dönün ve Sun Tzu’yu, Clausewitz’i ve Almanların I. Dünya savaşını nasıl kaybettiklerini bir daha okuyun…

Hani diyor du ya Clausewitz: ‘’Siyasi bir hedefiniz yoksa savaşa girmeyin.’’

Ha bir de ne demişti Clausewitz: ‘’Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi de zannetmeyin.’’

Görüldüğü gibi Türkiye'nin Kıbrıs Harekâtı hariç hiçbir sınır ötesi harekâtında belirli net bir siyasi hedefi olmamış ve doğru bir strateji belirlenip uygulanmamıştır. Bu hata Libya teskeresinde de tekrarlanmaktadır. 

Ünlü Rus oyun yazarı, ozanı Anton Çehov; “Eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlar” derdi… Libya’ya göndereceğiniz o silahlar orada mutlaka patlar, o askerler orada mutlaka çatışmaya girer…

Asıl adı Amos Klausner olan çağdaş İsrail edebiyatının önemli bir yazarlarından romancı, gazeteci, yazar ve barış yanlısı aktivist olan Amos Oz bir röportajında şöyle demişti:

“İki tür trajedi vardır. Shakespeare ya da Çehov tipi. Shakespeare trajedilerinde, perde kapanırken sahnede kan gölü oluşur. Çehov trajedilerinde ise herkes hayatta kalır. Ama büyük tavizler veren herkes için hayatta kalmanın faturası ağırdır. Herkes hayal kırıklığına uğramıştır ve mutsuzdur.’’

Libya teskeresi gerçekleşirse eğer ne yazık ki Türkiye için hem Shakespeare hem de Çehov trajedileri ile beraber sonuçlanacağını gösteriyor.

Sonunu düşünmeyen bir insan kahraman olabilir. Ancak sonunu düşünmeyen bir devlet felakete düçâr olur...

Benden söylemesi…

Doğru sözler nazik olmaz. Zarif sözler doğru olmaz. Doğru sözler eğri görünür. Ama ben doğru bildiklerimi söylemek zorundayım… Dost acı söyler!...

Devleti yönetenlere duyurulur…

Sürçü lisan ettiysek de affola…

Osman AYDOĞAN


Libya’daki pirinç

24 Haziran 2021

Bu sayfalarda Libya’daki gelişmeleri aktarmıştım… Libya hakkında daha önce bu sayfalarda beş yazı yazdım. Bu altıncı yazım. 

Son olarak 04 Haziran 2021 günü yazdığım beşinci yazımda; Almanya Dışişleri Bakanı Maas’ın, ilki geçen yılın Ocak ayında yapılan Libya Konferansının ikincisinin 23 Haziran 2021 tarihinde Berlin'de yine Almanya’nın ev sahipliğinde toplanacağını duyurduğunu, 23 Haziran 2021 tarihinde yapılacak olan bu konferansın ana gündem maddesi olarak ‘’24 Aralık 2021 tarihinde yapılacak olan genel seçimler ve yabancı güçlerin ülkeden çekilmesi’’ olarak belirlendiğini, 23 Haziran 2021 tarihinde Berlin’de düzenlenecek olan bu konferansta Libya'yı ilk kez geçiş hükümeti temsil edeceğini yazmıştım…

Yazdığım gibi de oldu… II. Berlin Konferansı dün, 23 Haziran 2021 günü Berlin’de yapıldı…  

Almanya Dışişleri Bakanı Maas, bu konferansın duyurusunu yaparken; bu konferansta yabancı güçlerin çekilmesi konusunun tamamen netleştirmeyi amaçladığını belirterek "İlk Berlin konferansında alınan kararlar geçerlidir, bunu bütün taraflar açısında açıklığa kavuşturacağız" açıklamasını yapmıştı…

II. Berlin Konferansına gelmeden I. Berlin Konferansında alınan kararlara bir göz atalım.

I. Berlin Konferansı - Libya

Barış görüşmeleri kapsamında Libya'da kalıcı ateşkes ve siyasi sürecin başlatılması amacıyla 19 Ocak 2020 tarihinde Berlin'de Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ev sahipliğinde I. Libya Konferansı düzenlenmişti. Bu konferansın resmi amacı olarak; ‘’Birleşmiş Milletlerin çabalarına destek vermek, çatışmaların durması, taraflar arasında karşılıklı güven ortamının tesis edilmesi, Libya'nın toprak bütünlüğünü esas alınması, Libya'ya her türlü dış müdahalenin son verilmesi, BM'nin silah ambargosu kararının uygulanması ve kalıcı bir barış anlaşması’’ olarak ifade edilmişti..

Bu konferansa Türkiye, Rusya, Çin, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Kongo Cumhuriyeti ile Afrika Birliği ve Arap Birliği liderleri katılmıştı. Konferansta liderler, Libya'ya her türlü dış müdahalenin son verilmesi ve BM'nin silah ambargosu kararının uygulanması konusunda uzlaşmışlardı…

I. Berlin Konferansında bahsi geçen BM Libya Kararı

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), birden fazla aldığı kararlarda ve açıklamalarda Libya'ya yönelik silah ambargosuna tam olarak uyulmasını ve ülkelerin tüm paralı askerlerini Libya'dan çekmesini istiyor.

II. Berlin Konferansına doğru gelişmeler

BM kararları ve açıklamaları

10 Şubat 2021


BM Güvenlik Konseyi, 10 Şubat 2021 günü yaptığı bir açıklamada, Libya'da yeni seçilen geçici hükümete destek vererek ülkedeki yabancı savaşçıların çekilmesi çağrısını yapıyor. Libya'daki taraflara destek veren ülkelere de çağrıda bulunan Konsey, bu ülkelerden Libya için hâlâ geçerli olan BM silah ambargosuna ve sağlanan ateşkese uymalarını istiyor. Açıklamada ülkedeki yabancı askerlerin tümünün çekilmesini de isteyen Konsey, 24 Aralık 2021 tarihinde yapılması planlanan parlamento ve devlet başkanlığı seçimlere kadar yeni kapsayıcı bir hükümet oluşturulması ve kapsamlı bir ulusal uzlaşma süreci başlatılması çağrısını yapıyor…  

Libya'da taraflar 23 Ekim 2020 tarihinde BM himayesinde ateşkes anlaşması imzalamış, anlaşma çerçevesinde tüm yabancı güçler ve paralı askerlerin üç ay içinde ülkeyi terk etmesi istenmişti.

10 Mart 2021 tarihinde Libya’da Ulusal Birlik Hükümeti kuruluyor…

16 Nisan 2021

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, 16 Nisan 2021 tarihinde, Libya'da kalıcı ateşkesin sağlanması ve ateşkesin denetlenmesine yönelik mekanizma oluşturulması önerisinin kabul görmesinin ardından, BMGK, ateşkes denetleme mekanizmasına yetki veren kararı oy birliğiyle kabul ettiğini açıklıyor...

Guterres'in BMGK’ne sunduğu plana göre, belirli güvenlik ve lojistik kriterlerin karşılanmasının ardından Sirte'ye ateşkesi denetlemek için azami 60 gözlemci konuşlandırılması ve silahsız ve üniformasız olacak gözlemcilerin, 5+5 Ortak Askeri Komitesi ile çalışması düşünülüyor…

Ülkeyi 24 Aralık'ta yapılması planlanan seçimlere götürecek geçici Libya Ulusal Birlik Hükümetine özgür, adil ve kapsayıcı seçimler için gerekli hazırlıkları yapması çağrısında bulunan BMGK, Temsilciler Meclisi dâhil yetkililere ve kurumlara seçimlerin anayasal dayanağını netleştirmeye yönelik olarak 01 Temmuz 2021 tarihine kadar seçim yasası çıkarması çağrısı da yapıyor… .

BMGK, kararında ayrıca; Libya'da tüm taraflara, 23 Ocak 2020'de varılan ateşkese uymaları, tüm yabancı güçlere ve paralı savaşçılara ülkeden ayrılmaları çağrısını tekrarlıyor…

Konsey, kararında Libya'ya yönelik silah ambargosunu da yeniliyor…

Mayıs 2021

BM Libya Özel Temsilcisi Jan Kubis, Mayıs ayının son haftasında yaptığı açıklamada, paralı askerlerin Libya’dan çekilmesi sürecinin durduğunu, ayrıca Libya'nın doğusu ile batısını birleştiren yolun hâlâ açılmadığını duyuruyor…

03 Mayıs 2021

Çavuşoğlu – Menguş görüşmesi

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 03 Mayıs 2021 tarihinde resmi ziyaret için bulunduğu Libya'nın başkenti Trablus'ta Libya Ulusal Birlik Hükumeti Dışişleri Bakanı Necla el Menguş ile bir araya geliyor. Çavuşoğlu’na bu ziyaretinde, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan da eşlik ediyor. Dışişleri bakanlarının ikili görüşmeleri sonrasında ortak basın toplantısı düzenleniyor…  

Bu ortak basın toplantısında Libya Dışişleri Bakanı Menguş ‘’Türkiye'ye, BMGK kararlarının tüm hükümlerini hayata geçirmek üzere adımlar atma ve Libya topraklarındaki tüm yabancı güçlerin ve paralı askerlerin çıkartılması için işbirliği çağrısı yapıyoruz" diye açıklamada bulunuyor… Associated Press (AB), Menguş'un bu açıklamalarının Libya'da birlikleri olan ve Suriyeli paralı savaşçıları ülkeye gönderen Türkiye'ye yönelik bir sitem olarak algılandığını yazıyor…

05 Mayıs 2021

Çavuşoğlu – Maas görüşmesi


05 Mayıs 2021 tarihinde Berlin'de temaslarda bulunan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas ile ikili görüşmelerden sonra ortak basın toplantısı yapıyor. Bu ortak basın toplantısında Almanya Dışişleri Bakanı Maas, ‘’Libya'dan tüm birlikler ve paralı askerlerin çekilmesi gerektiğini" söylüyor. Çavuşoğlu ise, "yabancı terörist savaşçılarla, meşru mevcudiyeti karıştırmamak gerekir. İki egemen ülke arasındaki anlaşmalara müdahale edilmesini doğru bulmadıklarını’’ söylüyor…

Heiko Maas, ortak basın toplantısında Libya konusunda "Çok hassas bir süreçten geçilmekte olunduğuna" işaret ederek tüm yabancı askerlerin çekilmesi beklentisine vurgu yapıyor. Heiko Maas, "Tüm devletlerin, Berlin Konferansı’nda verilen taahhütlerini yerine getirmelerini, tüm yabancı birlik ve paralı askerlerin çekilmesini, seçimler için gerekli şartların tesis edilmesini ve bu sayede de barışçıl ve özellikle bütünlüğü korunmuş bir Libya için yolun açılmasını istiyoruz" diye konuşuyor…

II. Berlin Konferansı - Libya

Ve sonunda dün, 23 Haziran 2021 tarihinde II. Berlin Konferansı, BM ve Almanya himayesinde uluslararası aktörlerin katılımıyla Berlin’de yapılıyor… I. Berlin Konferansı hükümet başkanları seviyesinde yapılırken II. Konferans dışişleri bakanları seviyesinde yapılıyor…

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ve Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas'ın daveti üzerine yapılan II. Berlin Konferansı'na, BM Genel Sekreterinin Siyasi İşlerden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Rosemary DiCarlo, Libya'dan Ulusal Birlik Hükümeti (UBH) Başbakanı Abdulhamid Dibeybe ve Dışişleri Bakanı Necla el-Menguş'un yanı sıra Türkiye, ABD, Rusya, İsviçre, Tunus, Fransa, İtalya, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, İngiltere, Hollanda, Cezayir, Çin, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Avrupa Birliği, Afrika Birliği ve Arap Birliğinden dışişleri bakanları ve üst düzey temsilcileri katılıyor… . Bu konferansta Libya'yı ilk kez geçiş hükümeti olan UBH temsil ediyor…

Konferansın ana gündem maddelerini planlandığı gibi 24 Aralık 2921 tarihinde yapılması planlanan genel seçimler ile yabancı güçlerin ülkeden çekilmesi oluşturuyor.

II. Berlin Konferansında yapılan konuşmalar

Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, yaptığı konuşmada;

- Hemen hemen hiçbir şey barış ve istikrar için 24 Aralık’ta ülke genelinde yapılacak seçimler kadar önemli olmayacağını, seçimlerin özgür, adil ve belirtilen tarihte gerçekten yapılacağının bir kez daha teyit edilmesi gerektiğini,

- Hala Libya'da bulunan yabancı savaşçıların, sadece varlıklarıyla bile barış sürecini etkilediğini, bu nedenle Libya ateşkes anlaşmasında ve BMGK kararlarında yabancı savaşçıların, askerlerin ve paralı askerlerin ülkeyi terk etmesi gerektiğini,

- İkinci Libya Konferansı'nın mesajının dış müdahalenin sona ermesi ve silah ambargosunun uygulanması gerektiğini ifade ediyor..,

Libya Başbakanı Abdulhamid Dibeybe ise yaptığı konuşmada;

- Libya'daki güvenlik konusu, paralı askerlerin ve siyasi yönelimli askeri güçlerin varlığı nedeniyle istikrarsız durumda olduğunu,

- Diyalog masasının dışında bir yol olmadığı ve "ne savaşa ne de anlaşmazlığa" dönülemeyeceğini,

- (Libya'da 24 Aralık'ta yapılmasına karar verilen genel ve başkanlık seçimlerine ilişkin olarak) Libya halkına kendilerini kimin temsil edeceğini seçme fırsatını vermek ve bu yolda tüm engelleri aşmak için hiçbir çabadan kaçınmayacağını söylüyor…

II. Berlin Konferansı sonuç bildirgesi

Libya'daki siyasi süreç, 24 Aralık seçimleri ve ülkedeki güvenlik sorunlarının ele alındığı Konferansın ardından sonuç bildirgesi yayımlanıyor…

Konferansın sonuç bildirgesinde, katılımcıların, ilk olarak 19 Ocak 2020'de düzenlenen Berlin Konferansı'nda verilen taahhütleri yineledikleri ve yeniden onayladıklarına yer veriliyor…

II. Berlin Konferansı'nın yayımlanan sonuç bildirgesinde “Tüm yabancı güçler ve paralı askerler gecikmeksizin Libya'dan çekilmelidir” deniliyor. Türkiye ise bu maddeye şerh koyuyor…

Bildirgede Libya'da seçimlerin, öngörülen şekilde yapılması gerektiği bildiriliyor.

Bildirgede ayrıca;

Libyalı taraflara, "yeni bir sayfa açma ve geçmişteki çatışmaları geride bırakma" çağrısı yapılan bildirgede, taraflardan, devlet kurumlarının birleştirilmesi ve siyasi geçiş dönemlerinin sona erdirilmesi yönünde ciddi adımlar atmaları isteniyor…

Bildirgede ayrıca katılımcı ülkelerin, "Libyalıların öncülüğünde BM tarafından yürütülen siyasi sürece ve Libya'nın egemenliğine, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve ulusal birliğine olan güçlü bağlılıklarını yineledikleri" belirtiliyor…

BM öncülüğünde 23 Ekim 2020'de Cenevre'de imzalanan ateşkes anlaşmasının desteklendiği vurgulanan sonuç bildirgesinde, "tüm Libyalı taraflara, daha fazla gecikme olmaksızın ateşkes anlaşmasını tam olarak uygulama, BM'ye üye tüm devletlere de anlaşmanın tam olarak uygulanmasına saygı duyma ve destekleme" çağrısı yapılıyor…

Sonuç

Türk askerlerinin Libya'daki varlığı, 27 Kasım 2019'da dönemin meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile imzalanan Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakatı'na dayanıyor. Türkiye bu nedenle yabancı askerlerin çekilmesi için yapılan çağrıların kendisini bağlamadığını savunuyor.

BM tarafından, Libya'da 20 bin yabancı savaşçı ve paralı asker bulunduğu tahmin ediliyor. Bu savaşçıların varlığı ise 24 Aralık'ta yapılması planlanan seçimler öncesindeki BM destekli geçiş sürecine yönelik bir tehdit olarak görülüyor…

BM dâhil başta Almanya, Libya ile ilgili tüm ülkeler ve bizzat geçici Libya UBH olmak üzere bütün taraflar Libya'da yabancı güçlerin ve paralı askerlerin çekilmesini talep ediyor. Ancak Türkiye’nin çekilmeme gerekçesi olan 27 Kasım 2019 tarihli ‘’Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakatı'’nı imzaladığı dönemin meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) artık Libya’da bulunmuyor. Libya’da şu anda meşru bir geçici Ulusal Birlik Hükumeti bulunuyor ve bu hükümet Türkiye’nin Libya’dan askerlerini çekmesini talep ediyor. Bu meşru hükümetin meşru Başbakanı olan Abdulhamid Dibeybe ise her ortamdaki yaptığı konuşmalarda Türkiye’nin Libya’daki askerî gücünü çekmesini dile getiriyor…

Yarın, öbür gün Türkiye Cumhuriyeti İncirlik ABD üssünü kapatmak istediğinde, ABD, ''ben o zamanki meşru Türk hükumetiyle bu anlaşmayı yapmıştım, çıkmam!'' mı diyecek?


Türkiye’nin Libya’da askerî bir varlık olarak kalma ısrarı belki bugünü kurtarıyor. Ancak böyle bir ısrar, gelecekte Libya’daki her türlü ekonomik faaliyetlerden dışlanması tehlikesini doğuruyor… Şimdiden Almanya; Fransa  ve İtalya Libya’da köşe başlarını tutuyor… Libya’daki manzara-i umumiyeyi görmek için 04 Haziran 2021 tarihli ‘’Libya’daki rüyalar’’ başlıklı yazım konuya açıklık getiriyor…

Dimyat’taki pirinci artık siz Libya’daki pirinç diye okuyun…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Çöküş

23 Haziran 2021

 ‘’Çingeneler Zamanı’’ 1988 yapımı, müziklerini Goran Bregoviç’in yaptığı kült bir Emir Kustirica filmidir. Filmde hep korkulan ve beklenen olur. Çünkü hayat basittir.

Şimdi filmi burada bırakalım, gelelim gündemimize…

Günümüzde, gündemde ne var? Gündemde ‘’çökmek’’ var… O, buna "çöktü"; şu, ona çöktü, bu, şuna "çöktü"…

Ne ilginç değil mi? Ülkenin gündemi ‘’çökmek’’ üzerine…

‘’Çökmek’’ birden bire ülkenin gündemi oldu ama ‘’çöküş’’ öyle birdenbire olmadı…

Her zaman olduğu gibi illaki ‘’Tarih’’ demeyeceğim ama biraz eskilere gidelim…

Uygarlığın çöküşü

Sanılanın aksine dünyamızda ‘’uygarlık’’ tekdir… ‘’Batı uygarlığı’’, ‘’Doğu uygarlığı’’ ayrımı olmaz. Olsa olsa kültürler kendi aralarında farklılık gösterir. Batı kültürü, Doğu kültürü gibi... İşte dünyanın bu uygarlığı çöküyor…


ABD'li evrim biyoloğu ve popüler bilim yazarı Jared Diamond'un ‘’Çöküş’’ (Pegasus  Yayınları, 2006) adlı kitabında geçmiş uygarlıkların nasıl çöktüklerini anlatırdı.

Fernand Braudel’dan bahsederken, onun tarih görüşünde ‘’güneşin her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmadığından’’ bahsetmiştim. Yani uygarlık her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğru gelişmiyor. Uygarlık geriye doğru gidiyor.

Uygarlığın bu geri gidişinin başlangıcı aslında yeni değildir. Jean-Jacques Rousseau, 1755 yılında yayınladığı uygarlığın eleştirisini yaptığı bir kitabında (İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine, Morpa Kültür Yayınları, 2006) insanlığın altın çağını, yerleşik düzene geçmesiyle, toprak ve madenleri işlemesini öğrenmesiyle yitirdiğini, "işbölümü" ve "özel mülkiyet"in uygarlaşma sürecini daha başından sakatladığını iddia eder. Kendisini "anarşist" olarak adlandıran Fransız ekonomist ve düşünür Pierre-Joseph Proudhon (1809-1865) da “Mülkiyet hırsızlıktır” (La propriété, c’est le vol!) diye sorunun kaynağını temelden tespit eder.

Nietzsche’nin (1844 -1900) şöyle bir öngörüsü vardı; ‘’Uygarlık tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz.’’…

Nietzsche’nin şu sözü de bir varsayımdı: ‘’Toplum yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşup kültürün önemini göz ardı ederse, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşecektir.’’

Nietzsche’nin bu tespitini ve varsayımını doğrularcasına uygarlığın kabalığa dönüştüğünü, kültürün göz ardı edildiğini ve etrafınızdaki her şeyin daha bir kötüye doğru gittiğini hissettiğiniz veya gözlemlediğiniz veya düşündüğünüz oldu mu?

Eğer cevabınız ‘’evet’’ ise bu konuda hiç de yalnız değilsiniz. Bu tespitinizi doğrularcasına Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar José Saramago (1922-2010) vefatından kısa bir süre önce 2007 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide yaşadığımız günümüzün tarifini en iyi şekilde yapan şu ifadeleri kullanmıştı;

‘’Özgürlüklerin giderek daraldığı, eleştirinin yer bulmadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın totalitarizminin artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel hoşgörüsüzlüğün yükselişe geçtiği karanlık bir çağda yaşıyoruz.’’

Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf  da ‘’Çivisi Çıkmış Dünya’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2009) adlı eserinde benzer şekilde ‘’medeniyetler çatışması’’ ve ‘’küreselleşme’’ adı altında uygulanan, bütün dünyada felakete yol açacak olan ve yaşamın devamlılığının olmazsa olmazı olarak gördüğü ‘’hoşgörü’’ kültürünü yok eden politikaları eleştirerek artık uygarlığın tükendiğinden bahseder. 

Her zaman için bozulma ve yok olma önce çivilerin çıkmasıyla başlar.

Tehdit altındaki kültür: Aydınlanma

Erdal Atabek’in eski bir yazısına gideceğim: Erdal Atabek, ‘’Tehdit altındaki kültür: Aydınlanma…’’ isimli makalesinde (Cumhuriyet, 12 Aralık 2011) aynı kötü gidişten bahseder. Erdal Atabek yazısında özetle kötü gidişi şu şekilde anlatır;

‘’Aklın ve bilimin yaşamı yönetmesi olarak tanımlanabilen evrensel aydınlanma kültürü dünya ölçeğinde tehdit altına girmiştir. Tehdit kaynaklarından birisi dünyada dogmaların ve önyargıların yükselmesidir. Gerek din kaynaklı gerekse din dışı dogmalar Amerika başta olmak üzere bütün dünyada yükselmektedir.

İkinci tehdit kaynağı ise, küresel piyasa ekonomisidir. Bu ekonomik kültür, insan davranışlarını değiştirmekte, ‘alışveriş’i yaşamın odağı yapmaktadır.

İnsan davranışları bu iki tehdidin etkisiyle akıl ve bilimin dışına çıkmaktadır. Düşünmekten vazgeçmiş, toplumsal olaylara ilgisini kaybetmiş, kendi dar yaşam alanına kapanmış insanlar toplumsal ilgiye kapalı bir hayat sürmektedirler.

Küresel piyasa ekonomisi insanların bütün ilgisini alışveriş çılgınlığına dönüştürmüş, insanlar artık neyi neden aldığını düşünmeden mal alıp para veren robotlara evrilmiştir.

Dogmalar, hurafeler, büyüler, burçlar, fallar, yıldız haritaları, ekranlar, giysi markaları, ünlülerin dedikoduları, cep telefonları, İPhone’ler, internet, Facebook ve Twitter günümüzün kültürel kaynaklarını oluşturmuştur.’’

Nietzsche’nin söylediği gibi toplum kültürün önemini göz ardı ederek yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşan, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşmek üzere koşar adım gitmektedir.

Einstein’ın bir sözü vardı; ’’Benim yaşamam için bir kalem, müsvedde kâğıdı ve bir de uyumak için divan yeter. Biraz lüks olacak ama bir de kemanım olsun isterim. Abartılı yaşam biçimi domuzlara mahsustur.’’ Ne yazık ki abartılı bir yaşam biçimi salgın bir hastalık gibi sarmıştır dünyayı…

Ayrıca şu sözü de vardı Einstein’ın; ‘’Bir kişi mesleği ne olursa olsun eğer tarihten, edebiyattan, felsefeden ve sanattan nasibini almamışsa Pavlov’un köpeğinden farksızdır.’’

Günümüz dünyasında artık ne edebiyat kaldı, ne tarih, ne felsefe ve ne de sanat. Edebiyatsız, tarihsiz, felsefesiz ve sanatsız bir insanlığın sonucu muhakkak ki Einstein en açık biçimde ifade ettiği şekilde olacaktı….

Felsefesiz siyaset

01-02 Aralık 2011 tarihinde ülkemizde konferans vermeye gelen Fransız düşünür Alain Badiou da benzer şekilde kötü gidişten şikâyet eder. Badiou’ya göre sorunun temelinde felsefesizlik yatmaktadır ve günümüzde felsefenin siyasetle bağları kopuk gibidir. Çözüm olarak bizim siyasetin yeniliklerini karşılayıp kucaklayacak bir felsefeyi üretmemiz gerekmektedir. (Cumhuriyet, 11 Aralık 2011, s.12)

Alain Badiou’nun en büyük tespiti; ‘’hakikat var değildir, hakikat olur’’ şeklindedir.

Badiou’nun söylediği gibi, bilimsel bir ‘’algı yönetimi’’ desteği ile günümüzde her yerde ‘’kara’’ olan ne varsa insanlara ‘’ak’’ olarak sunulmuştur. Bu şekilde insanlar aklı kullanmayı ve sorgulamayı unuturlar…

Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak tüm Avrupa ve Amerika ırkçı bir politikanın, vahşi bir kapitalizmin, sosyal demokrasiden tamamen uzak totaliter bir piyasa ekonomisinin ve uluslararası şirketlerin;  tüm İslam dünyası da daha bağnaz, daha dogma ve daha karanlık bir geleceğin pençesine düşer…

Paçozluğun ve eblehliğin saltanatı

Dünya böyleyken ülkemizdeki durum da farklı değildi. Biz de birden bire çökmedik. Eski bir söyleşiyi aktarmak istiyorum. Akşam Gazetesi’nden Şenay Yıldız, yazar Alev Alatlı ile bir söyleşi yapıyor. (Akşam Gazetesi, 12 Eylül 2011)

Şöyle başlıyor yazısına Şenay Yıldız; ‘’Aşağıda okuyacağınız söyleşiyi yapmak için kapısını çaldığım Alatlı, yakında piyasaya çıkacak olan 'Beyaz Türkler Küstüler' isimli kitabı için son rötuşları atıyor. Yeni kitabında, Türkiye'de paçozluğun her alanda hâkim olmasından duyduğu endişeyi dile getirecek olan Alatlı, Cüppeli Ahmet Hoca'dan İvana Sert'e, Ertuğrul Özkök'ten Serdar Turgut'a, Ayşe Arman'dan Rahşan Gülşen'e pek çok ismin 'paçozlaşma' olarak kavramlaştırdığı tavır ve yazılarını eleştiriyor, paçozlaşma sürecinin Beyaz Türkler'i küstürdüğünü ve eblehleşmeyi tetiklediğini anlatıyor.’’

Alatlı şöyle devam ediyor söyleşisinde; ‘’Çünkü matematiksiz teknoloji, biyolojisiz çevre, notasız müzik... olmaz. Bunları yerine oturtamadığınız sürece sadece tüketicisiniz. Böyle giderse, Türkiye sadece tüketici kulvarında kalmaya mahkûmdur. Bu eblehleşme sadece tüketiciliğe iter. Yazık, Halide Edip'e boşu boşuna mandacı, vatan haini denmiş. Bugün manda zaten gerçekleşti. ABD'ye eğitim için giden paraları görün, sizin Sulukule'den çıkan Sibel Can'ınızın evi Miami'de! Bu nasıl bir gidişattır, kaçıştır? Askerî otoritenin baskısı falan derler ya, eblehliğin, paçozluğun baskısı kadar büyük bir baskı yoktur. Çünkü paçoz, paçoz olmayanı göremez.’’

Bu paçozların, bu eblehlerin TV’lerde her gün onlarca örneğini yıllardır görmekteyiz değil mi?

Yine paçozluk üzerine yine eski bir yazıya gideyim…

O zamanki Başbakan’ın has adamı olan Âkif Beki de 14 Aralık 2013 günü Hürriyet’teki köşesinde ‘’Zübükler, paçozlar ve Necip Fazıl’’ başlığı ile kısaca şöyle yazıyordu:

“Dostoyevski’nin Puşlost’u gibi, paçozluk iblisi tüm kurumları sardığı zaman sıkıntı başlıyor. Herkesin herkesle yer değiştirebildiği, birisi gittiğinde hiçbir şeyin değişmediği, (liyakatin ölçü olmadığı, sıradanlığın ve kalitesizliğin hüküm sürdüğü) bir durumdur paçozluk...  Paçoz, kendi çıkarları için her yolu mubah sayan, küstah, beş para etmez, sokak kurnazı, zevzek, müptezel, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtensiz, pespaye, nekes, terbiyesiz, aşağılık, ahlaksız, kalleş... Dostoyevski ‘Puşlost’ (Poshlost) der... Topluma musallat olan iblistir paçozluk... Puşlost tüm bu kavramları içinde toplayan tanımlama. Bizde de Ömer Seyfettin’in Efruz Bey tiplemesi, Aziz Nesin’in Zübük’ü kısmen buna yakındır. Ama benim ele aldığım paçozluk süreci Puşlost’a daha yakın ve korkarım ki bu iblis Türkiye’ye yerleşiyor... 

Yerleşti bile, artık çok geç. Alev Alatlı’nın korktuğu başımıza geldi. Yerleşmek ne kelime, en ziyade iltifata mazhar tip haline geldi. Bilakis aranan özellik oldu... Paçozluktan çok rağbet gören ne! İnanmayan açsın, Alatlı’nın kitabında teşhir ettiği vasatlaşma vasatımıza baksın. Son kitabı ’Beyaz Türkler Küstüler’i, Akşam gazetesine ’paçozlaşmanın hikâyesi’ diye anlatmıştı Alev Alatlı. Kitap çıktı, yaşadığımız ‘paçozlaşma ve eblehleşme’yi ayan beyan tasvir ediyor ama aldıran kim?

Bütün mahallelerimiz paçozların istilası altında, bütün meydanları eblehler bastı.
Dünyaya hükümran olmaz elbette de paçozluk, alabildiğine borusunu öttürüyor bu devirde arkadaş, daha ne olsun!’’

Bu paçozlaşmayı ve eblehleşmeyi Alev Alatlı on yıl önce, Âkif Beki de sekiz yıl önce yazıyordu…

Âlimlerin dalkavukluğu

Çoğalan günümüzde sadece paçozlar ve eblehler de değildir. Günümüzde hiçbir devirde olmadığı kadar âlimler de dalkavukluğa başlar… On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı devlet adamı ve şâiri Keçecizade İzzet Molla'nın bir deyişi vardı. Deyişin aslı Osmanlıca;

''Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap
Eyler onu müdahanei âliman harap''

Türkçesi şu;

’’Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz
Onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.’’ 

TV ekranlarında yedi gün yirmi dört saat (7/24) kanal kanal dolaşan dolgu maddesi, politika taşeronları olan dalkavuk âlimleri görüyorsunuz. Bu sadece bize de özgü değildir. Tüm dünyada da bu böyle. Amerikalı ekonomist ve yazar Paul Krugmann, bunları ‘’Politika Taşeronları’’ (Literatür Yayıncılık, 2008) adlı kitabında çok güzel anlatır.

Sonuç

Yukarıda alıntılandığı gibi dünyamızda artık özgürlükler giderek daraldı, eleştiriye yer kalmadı, çokuluslu şirketlerin ve piyasanın totalitarizmi aldı yürüdü, hiçbir ideolojiye yer kalmadı, dinsel ve ırksal hoşgörüsüzlük yükselişe geçti…

Merak etmeyin küresel ısınmayı, buzul çağına girmeyi. Karanlık, kapkaranlık bir çağa giriyoruz. Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savruluyor… Her yerde ve her seviyede paçozluk ve eblehlik diz boyu hale geldi.  Bütün dünyayı Neron’lar sardı. Bu dünyanın çivisi çıktı çivisi. Bu uygarlık çöküyor…

Bu ‘’çöküş’’ ülkemizde ise daha bir beter oldu. Bakın gündeme, gündem ‘’çökmek’’ ile ilgili: O, buna "çöktü"; bu, şuna "çöktü" vs. derken; dirlik çöktü, düzen çöktü, ekonomi çöktü, eğitim çöktü, güven çöktü, erdem çöktü, insan çöktü, vicdan çöktü, insanlık çöktü, ahlak çöktü, doğa çöktü… Çöke çöke ülke; vasatlığın küstahlığa, sanatın vıcıklığa, siyasetin tüccarlığa, dinin yobazlığa, milletin ümmete, hukukun gukuka, Hakkın batıla, gücün despotizme, eğitimin ortaçağa, basının yandaşlığa, âlimliğin dalkavukluğa, derinliğin sığlığa, devletin aşirete, zarafetin ve efendiliğin kabalığa, niteliğin niteliksizliğe dönüşerek harman olup bir bataklık gibi fokurdadığı bir çukur haline getirildi... Marmara’nın salyası ne ki?

Girişte bahsettiğim ‘’Çingeneler Zamanı’’ filminde film kahramanı Perhan: "Kendime yalan söylediğimden bu yana artık kimseye inanmaz oldum" derdi… Yine filmde halası Perhan’a şöyle derdi: "Oğlum, sana diyeceğim; hayat bir hiledir. Yarın sabah, kader seni dibe batırabilir."

Hep korkulan ve beklenenlerin olması sadece filmlerde olmaz… Gerçek hayatta da olur... Ve ülke asırlık bir çınar ağacı gibi birdenbire yıkılıp, çöküp gidebilir...

Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur…

Arz ederim...

Osman AYDOĞAN




Bir hamaset öğretisi olarak tarih

22 Haziran 2021

Günlerdir tarihten bahsediyorum. Son olarak da Fransız tarihçi Fernand Braudel’in tarih görüşünü anlattım.

Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur. Bu yanlışlarımız ve eksikliklerimiz bir değirmenin taşları gibi arasına alıp öğütüyor bizi… Ne yazık ki farkında değiliz…


Tarih konusu da böyle... Tarihi; rasyonel, metodik ve analitik olarak inceleyip ders alınacak bir bilim dalı olarak değil de bir hamaset aracı olarak kullanıyoruz.

Bizim tarih yazıcılığımız ve tarih öğretimiz ne yazık ki hamaset üzerine kurulmuştur, tarihten ders almak üzere değil…

Hamaset çok tehlikeli, âdete zehirli bir kavramdır.

Eğer bir nesil tarihi ile övünüyorsa o nesil hiç de tarihine layık bir nesil değildir. Toplumsal gelişimin temel esası ‘’neslin ecdadı ile övünmesi değil, ecdadın o nesil ile o torunlarla övünmesidir’’…

Bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar.

‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran. Ve devam ederdi Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’ Bugüne iyi bakamayanlar, bugünü iyi olamayanlar bir aciz gibi, bir meczup gibi düne sığınırlar. Dünleri yoksa da sığınılacak sanal bir dün yaratırlar. Tıpkı TV’lerde yayınlanan gerçek tarihle hiçbir ilgisi olmayan diziler gibi…

İngiliz tarihçi ve yazar Eric Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ (Agora Kitaplığı, 2009) adlı güzel bir kitabı var. Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (s. 6-7): “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”

Kant'ın en çok değer verdiği öğrencisi olan Alman filozof ve düşünür Arthur Schopenhauer’in (1788 – 1860) şöyle bir sözü vardı:

‘’En ucuz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanların paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu milliyetinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her yoksul kişi gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu milliyeti ile gurur duyar. Bu noktada insan milli gururda güç bulur ve ondaki tüm hata ve eksiklikleri var gücüyle savunur.’’

(''Die Wohlfeilste Art des Stolzes hingegen ist der Nationalstolz. Denn er verrät in dem damit Behafteten den Mangel an individuellen Eigenschaften, auf die er stolz sein könnte, indem er sonst nicht zu dem greifen würde, was er mit so vielen Millionen teilt. Wer bedeutende persönliche Vorzüge besitzt, wird vielmehr die Fehler seiner eigenen Nation, da er sie beständig vor Augen hat, am deutlichsten erkennen. Aber jeder erbärmliche Tropf, der nichts in der Welt hat, darauf er stolz sein könnte, ergreift das letzte Mittel, auf die Nation, der er gerade angehört, stolz zu sein. Hieran erholt er sich und ist nun dankbarlich bereit, alle Fehler und Torheiten, die ihr eigen sind, mit Händen und Füßen zu verteidigen.'' Arthur Schopenhauer, ‘’Aphorismen zur Lebensweisheit’’, Nikol, 2010, s. 360)

Schopenhauer’in bu sözünün orijinalini ve kaynağını özellikle verdim. Bu sözün tercümesi bana ait. Hassas da bir konu olduğu için çok iyi bir Almanca dil bilgime rağmen Almanya’da yaşayan arkadaşlarımdan yardım da aldım. Burada onlara teşekkür ediyorum…

Hobsbawm ve Schopenhauer, hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş. Şimdi anlıyorsunuz değil mi tarih ile zerre ilgisi olmayanların, tarihten zerre nasibini almamış olanların ‘’milli’’ diye oynadıkları Osmanlıcılık oyununun nedenini…

Tarihi rasyonel olarak anlamaz isek günümüzü de anlamayız... Bu konuda sürekli örnekler veririm. ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’ diye… İbn-i Haldun, “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi diye… Mehmet Akif’in ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ derdi diye…

Tarihi böylesine anlamaz isek; tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışan bir nesil yetiştirmiş oluruz… Hoş böyle de bir nesil yetiştiriyorlar ya zaten...

Böylesi bir nesle bir örnek vermek istiyorum:

Ben bugün Twitter hesabımdan Rumelihisar içine yeni yapılan camiyi eleştirdiğimde de hem bana hem eski camiyi yıkana, hem de manzara teraslarını yapana hiç de nazik olmayan, hakarete varan sözler işitiyorum... 

Rumelihisar’ı içerisinde 1452 tarihinde Fatih Sultan Mehmet tarafından sarnıç üzerine bir cami inşa ediliyor: Boğazkesen Cami (Kaleiçi Camisi) Bu cami 1884 yılında meydana gelen ve “Büyük Felaket” olarak adlandırılan depremde tamamen yıkılarak cami sarnıç içine çöküyor. Rumelihisarı'nın '’bir açık hava müzesi ve park olarak düzenlenmesi projesi’’ çerçevesinde 1958 yılında yeni yaya yolları, mehter gösterileri için bir gösteri alanı ve manzara terasları yapılıyor. Caminin eski yerine de 2016 yılında caminin restorasyonu adı altında rekonstrüksiyonu, yani o alana sıfırdan yepyeni bir cami yapılıyor.

Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenen kindar ve dindar nesil böyle bir şey herhalde. Boğazkesen Cami Osmanlı zamanında yıkılıyor, oraya manzara teraslarını Demokrat Parti zamanında Menderes yaptırıyor. Ben neyse de adamlar hem öykündükleri Osmanlıya, hem de hayranı oldukları Menderes’e küfrediyorlar.. Cehalet ve hamaset böyle bir şey olsa gerek…

Yazıma yine Halil Cibran'ın sözünü tekrarlayarak son vermek istiyorum: ‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir.’’ Bundan dolayıdır ki muktedirlerin yapabildikleri sadece dünün sevinçlerini yâd etmektir…


Muktedirler için bugünün en acı hüznü de budur...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Fernand Braudel

21 Haziran 2021


Dünkü yazımda OYAK’ı anlatırken benim geç keşfettiğim Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985)’den de bahsetmiştim. Braudel deyince de geçip gitmemek lazım diye düşünüyorum. Hazır dün adını zikretmişken bugün de kendisini ve tarih görüşünü anlatayım istiyorum…

Fernand Braudel

Fernand Braudel’in asıl tahsili coğrafya üzerinedir. Ancak 1923'te Sorbonne'da tarih bölümünden de mezun olur. Mezuniyetini müteakip değişik okullarda ders verdikten sonra Nazilerin 1940'ta Fransa'yı işgali sırasında Fransız ordusunda teğmen olan Braudel, Almanlar tarafından tutuklanarak Lübeck'te bir esir kampına gönderilir.. 1945 yılına kadar orada kalır…

Savaş esiri olarak Almanya’da geçirdiği beş yıl içinde, 1949’da yayımlanacak olan doktora tezini hiçbir kaynağa başvurmadan yazar: ‘’La Mediterranée et le monde mediterranéen à l’époque de Philippe II’’ (‘’İkinci Filip Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası’’, Doğu Batı Yayınları, 2018). Bu tezle 1947'de Sorbonne Üniversitesi'nce doktora derecesine değer görülür. Braudel bu eserinde 16. yüzyılda İspanya ve Osmanlı imparatorlukları arasında 1571 İnebahtı Deniz Savaşı'yla noktalanan mücadeleyi, dönemin tarih, coğrafya, tarım, teknoloji ve düşünsel çerçevesi içinde ele alır…

1946'da Marc Bloch ile Lucien Fèbvre’in kurdukları Annales dergisinin yayın kuruluna seçilir.  Görüşlerini bu dergi vasıtasıyla yayar. Zamanla bu görüşlere ‘’Annales Okulu’’ adı verilir… Collège de France’da hocalık yapar… İkinci büyük eseri olan ‘’Civilisation Matérielle et Capitalisme 1400-1800’’ (‘’Maddi Medeniyet ve Kapitalizm, 1400-1800’’, İz yayıncılık, 1996) yayınlanır. Bu kitap Braudel’in olgunluk eseridir.

Bilim dünyasına olan katkılarından ötürü Brüksel, Oxford, Madrid, Cenevre, Floransa, Varşova, Cambridge, Sao Paolo, Padova, Londra, Chicago, Saint-Andrews ve Edinburgh üniversiteleri ona fahri doktorluk unvanı verilir…

Fernand Braudel üç cilt halinde kendi ülkesi Fransa’nın tarihini yazarken Kasım 1985 yılında hayatını kaybeder…

Fernand Braudel’in tarih görüşü

Braudel, bir coğrafyacı olmasına rağmen, tarih biliminde neredeyse devrim yaratan bir ekolün, en ünlü temsilcilerinden biri haline gelir… Braudel, coğrafi yapıları, iklimi, gündelik hayatta kullanılan her türlü araç gereci de tarihin öznesi haline getirir. Gerek zaman gerekse mekân algısını kökünden sarsar… 

Braudel’e göre zamanın hızı gerek mekândan mekâna gerekse hangi zaman türünden bahsedildiğiyle ilgili olarak farklılık gösterir.  Braudel’in kastettiği mekân Akdeniz’dir… Özellikle Doğu Akdeniz’dir…  (Braudel, ‘’Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ’’ Metis Yayıncılık - Tarih Toplum Felsefe Dizisi, 2016) Braudel’in anlattığı Doğu Akdeniz’de sabit bir zaman sınırı da yoktur. Braudel’e göre dünyanın bir başka mekânı bir başka tarihi yaşarken Doğu Akdeniz Ortaçağ’ı yaşıyor olabilir.

Braudel’in bu görüşünü bizden Alev Alatlı hiç Braudel ismini zikretmeksizin basitçe şu şekilde formüle eder: ‘’Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e ‘zıpçıktı astrolog’ diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Ey, Oğul! Bir şeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır.’’

Braudel’e göre tarihçinin görevi sosyal ve tarihi değişim sürecinin bütünlüğünü yakalayabilmektir. Braudel’e göre tarih; hızlı değişenden (olay) çok yavaş değişeni (olgu) araştırılan bir bilim dalıdır. Braudel’e göre bilim de ekonomi ve sosyal gelişmeyle ilerler.


Braudel’in bu görüşleri; Halil İnalcık, Fuad Köprülü, Ömer Lütfi Barkan gibi Türk tarihçilerini de etkiler… Bu sayede ülkemizde geleneksel siyasi tarihten “ekonomik ve sosyal tarih”e geçiş Ömer Lülfi Barkan’la başlar, Halil İnalcık’la devam eder... İşte tam da bu nedenle Halil İnalcık, Braudel gibi düşünerek, “Osmanlı, Avrupa ekonomisinin merkantilizme geçişini anlayamadı” diye yazar. (Merkantilizm yani ticaret devrimi, sermaye birikimi...) Çünkü Braudel, daha 1700’lü yıllarda İngiltere’de “Artık hiç kimse kasalarda para tutmamakta, cimriler bile varlığını (piyasada) dolaştırmakta” diye yazar. (‘’Maddi Medeniyet ve Kapitalizm, 1400-1800’’, İz yayıncılık, 1996)

Akdeniz

Braudel’in girişte bahsettiğim kitabının (Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ), Akdeniz’i ve çevresini, hatta Akdeniz’de günümüze kadar uzanan sorunları tanımak için önemli bir kaynak olduğunu değerlendiriyorum…

Braudel bu kitabında Akdeniz’i tarih öncesinden ele alır. Önce Akdeniz tabanının ve çevresindeki dağların oluşumunu anlatır. Braudel, insanın Akdeniz’deki evrimine de yer verdiği eserinde bölgenin coğrafyasının ve ikliminin binyıllar içinde yarattığı etkileri anlatılarak imparatorlukların doğuşuna yol açan tarım, yazı, deniz yolculuğu ve ticareti anlatır. Braudel eserinde Fenikelileri, Etrüskleri, Yunanlıları, Romalıları, Mezopotamya ile Mısır'ın kuruluşlarını, bunların birbirleriyle ilişkilerini ve tüm bu uygarlıkların kuruluş ve yıkılışlarını anlatır.

Braudel’e göre Akdeniz, eski dünyanın merkezidir, tam kalbinde yer alır. Bu “kaderinin en büyük özelliğidir”; Avrupa, Asya, Afrika kıtaları ve bu kıtalarda yaşayan insanlar Akdeniz’in etrafında birleşir. Braudel bu düşüncesini kitabında şöyle ifade eder:  “Bu insanlık tarihi sonu gelmez bir biçimde akıp Akdeniz’e kadar geldiği ve düzenli olarak onun kıyılarında durduğu için, Akdeniz’in o kadar erken bir dönemden başlayarak dünyanın canlı merkezlerinden biri haline gelmesinde ve kendisi için bir yankılanma alanı oluşturan bu üç masif kıtayı onun da etkilemiş olmasında şaşılacak bir yan yoktur.” (s.36)

Braudel kitabında Mezopotamya, Mısır, Ege, Kuzey Afrika, Güney Avrupa kıyılarını ve adaları tek tek ele alır, bölgenin coğrafyasının ve iklimin binyıllar içinde yarattığı etkiyi ve insanların tarih sahnesine çıkışı anlatmaya çalışır... Kitap, Akdeniz’e farklı bir bakış açısı sunar… Bu kitap okununca günümüzde adı sıkça geçen ‘’Doğu Akdeniz’’ daha iyi anlaşılır…

Spartacus’un öcü

Braudel bu kitabında bir de ilginç bir konuya da değinir. Bizler genellikle Rönesans ve reform hareketlerinin ve bunun sonucu olarak teknolojik gelişmenin devrimsel bir dönüşüme yol açtığını biliriz. Ancak Braudel teknolojik gelişmeyi doğrudan Rönesans ve reformlara bağlamaz. Braudel teknolojik gelişmenin bu kadar gecikmesinde köleci zihniyeti suçlar. Braudel’e göre kölelik, sadece bir cinayet değil, aynı zamanda insanlığı yerinde saymaya mahkûm etmiş bir hatadır ve her türlü teknolojik devrimi baştan engellemiştir. Çünkü Braudel’e göre köleler varken, buharla çalışan makinelere ihtiyaç duyulmaz… Braudel teknolojik gelişmenin bu kadar gecikmesini ‘’Spartacus’un öcüdür” (*) diye anlatır…

Osmanlı

Braudel, ilgi alanı olan Akdeniz nedeniyle Osmanlı tarihine de büyük ilgi duyar…(**)

Braudel, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi başına bir ekonomi-dünya oluşturduğunu yani siyasi ve coğrafi sahası içinde kendine yeterli bir ekonomik birim meydana getirdiğini söyler.  Ancak Braudel’e göre bu yeterlilik Osmanlı ekonomisinin durgun kalmasına, uzun zaman dilimi içinde pek fazla değişim göstermemesine yol açar… Braudel’e göre "Osmanlı İmparatorluğu büyük bir historiyografi sorunu, müthiş bir belirsizlik bölgesi"dir…

Braudel’e göre 13. yüzyılda Moğol istilası İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Yani Braudel bizim bildiğimiz kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…  

Deniz kıyısındakilerin ve içeridekilerin çatışması

Braudel, Akdenizi, dağları anlatırken, deniz kıyısında yaşayanlarla dağlarda yaşayanlar arasında bitmeyen tarihi kavgayı da anlatır. Braudel, ‘’Bellek ve Akdeniz’’ adlı kitabında bitmeyen bu kavgayı şu şekilde tarif eder:

“Dağlıların baskınları, tüm çağlarda, tüm deniz kıyısı bölgelerinde sıradanlaşmış bir dramdır. Hayat, meşe palamudu veya kestane yiyen, yaban hayvanı avlayan, post, deri, sığır veya koyun satan, her an ayağını kaldırıp göç düzmeye hazır bekleyen yukarı ülke insanlarıyla; toprağa bağlanmış, bazıları kullaşmış, diğerleri üstünleşmiş, topraklara, kumanda mevkilerine, ordulara, şehirlere, denizleri dolaşan gemilere hükmeden aşağı ülke insanlarını tekdüze bir biçimde karşı karşıya getirir hep... Kanaatkâr yüksekliklerin karı ve soğuğuyla portakal ağaçlarının ve uygarlıkların çiçeğe durduğu alçak diyarlar arasındaki bu diyalog günümüzde bile tamamen sona ermemiştir.” (s.25)

Günümüzde de bu ayrışmanın izdüşümünü görmüyor muyuz? Bakın Akdeniz’e, Ege kıyılarına sonra da İç Anadolu ve Doğu Anadolu’ya… Bu coğrafyadaki siyasi tabloyu Braudel’in görüşleri doğrultusunda renklendirin isterseniz…

Hep yazarım ya, ‘’Tarih günümüzü anlatır’’ diye…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

(*) Spartaküs Roma döneminde yaşamış Trakyalı bir gladyatördür. Köleliğe karşı duran, efendilere boyun eğmeyen bir özgürlük savaşçısı, bir özgürlük kahramanıdır. . Roma’ya karşı bir isyan başlatır. Spartaküs, köle ve yoksullardan oluşan isyan ordusu ile yıllarca İtalya yarımadasında Roma’ya karşı savaşır… MÖ 73-71 yılları arasında yaşanan, üç yıl süren bu isyan Roma Cumhuriyeti'nin antik dönemde karşılaştığı üçüncü ve en büyük köle İsyanıdır. Spartaküs, kendilerine karşı gönderilen sayısız orduyu yener,  Roma Cumhuriyeti'nin yönetim sistemini kökünden sarsar... Ancak Spartaküs yaklaşık üç yıllık mücadelenin sonunda Roma ordusuna yenilir… Romalı General Pompeius ayaklananların çoğunluğu öldürülür.., Romalı General Marcus Licinius Crassus da tutsak aldığı 6000 isyancıyı Appia Yolu boyunca tümünü çarmıha gerdirir.. Ancak Spartaküs’in canlı veya ölü kendisi asla bulunamaz. …

Spartaküs tarih boyunca ezilenlerin, tüm haklı başkaldırıların sembolü olur… İsyanının eşitlikçi ve özgürlükçü karakteri nedeniyle Spartaküs özellikle sol literatürde sembol bir isim olarak yer alır. Bu sitede ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ni anlatırken bahsettiğim, Almanya'da I. Dünya Savaşı'ndan sonra 1918 yılında yaşanan devrimden sonra 1919 yılında Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg önderliğinde silahlı ayaklanma düzenleyen ve adı daha sonra Almanya Komünist Partisi olan grubun ilk adı da ‘’Spartaküs Birliği'’dir.

(**) Konu Akdeniz’e gelmişken bu konuda okunması gereken bir kitaptan daha bahsetmek istiyorum. Bu kitap; uzun yıllar İstanbul’da yaşayan, Türk tarihini çok iyi tanıyan ve anlatımında olabildiğince tarafsız olan İngiliz yazar Roger Crowley’in ‘’1453 Son Büyük Kuşatma’’ (April Yayıncılık, 2006)  isimli kitabının devamı niteliğinde yazdığı ‘’İmparatorların Denizi Akdeniz’’ (April Yayıncılık, 2011) eseridir. Roger Crowley, bu eserinde Akdeniz’deki büyük imparatorlukların çatışmalarını kaynaklarla destekleyerek bir romancı gibi anlatır. Roger Crowley, bu eserinde Mağrip'te Barbaros ve Oruç kardeşleri, Turgut ve Uluç Ali reisleri, Venedik'i, Akdeniz kıyılarına korku salan azılı ve acımasız korsanları anlatır…



Babalar Günü

20 Haziran 2021

Önce bir hikâye

80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen 45 yaşında ve saygın bir işi olan oğlu salonda oturuyorlardı. Hal hatırdan, çoluk çocuktan, havadan sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.


Yaşlı baba kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: '’Bu ne oğlum?'’ Oğlu şaşkın, cevapladı: '’O bir karga baba.'’

Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: ‘'Bu ne oğlum?'’ Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: '’Baba, o bir karga.’'

Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: ‘'Bu ne?'’ Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: '’O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?'’

Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: '’Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?'’

Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümsemeye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:

'’Bugün üç yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.'’

Hikâye bu kadar... Sanırım üzerine bir şey söylemeye gerek yok....

Yazılarım şiirsiz olmaz biliyorsunuz. İşte size Can Yücel'in güzel bir şiiri:

Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim...

''Hayatta ben en çok babamı sevdim 
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk 
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek- 
Nasıl koşarsa ardından bir devin 
O çapkın babamı ben öyle sevdim

Bilmezdi ki oturduğumuz semti 
Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi! 
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi 
Atlastan bakardım nereye gitti 
Öyle öyle ezberledim gurbeti

Sevinçten uçardım hasta oldum mu 
40'ı geçerse ateş, çağrırlar İstanbul'a 
Bir helalleşmek ister elbet, diğ'mi, oğluyla! 
Tifoyken başardım bu aşk oyununu 
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu

En son teftişine çıkana değin 
Koştururken ardından o uçmaktaki devin 
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için 
Açıldı nefesim, fikrim, canevim 
Hayatta ben en çok babamı sevdim...''

Can Yücel’e sormuşlar; ''Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz, ona olan sevginizi anlatıyorsunuz?'' Can Yücel vermiş cevabını; ''Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim.''

Bana bir masal anlat baba

1993 - 1995 yılları arasında Şevket Altuğ'un başrol oynadığı ‘’Süper Baba’’ dizisinin sözleri Yavuz Turgul ve Cengiz Onural’a, müziği Cengiz Onural’a ait unutulmaz bir şarkısı vardı: ‘’Bana bir masal anlat baba’’. (Müziğin bağlantısını yazımın sonunda veriyorum…)

Tam da o tarihlerde büyük kızım anaokuluna gidiyor, küçüğüm daha ufak… Ve ben o iki yıl boyunca hiç mi hiç evde değildim… Küçüğüm, benim yokluğumda elbiselerime sarılarak ''baba kokusu'' diye bırakmıyor... Aradan yıllar geçiyor, kızlarım liseye giderken ben yine iki yıl boyunca daha yine hiç mi hiç evde değilim… Evdeyken bile zaten eve hep geç gelip erken giderim, hafta sonu dâhil... Geldiğimde uykudalar, giderken uykudalar...

O ayrılıklarda hep bu şarkı gelirdi aklıma: ‘’Bana bir masal anlat baba… Anlatırken tut elimi, uykuya dalıp gitsem bile bırakıp gitme sakın beni.’’ 

Ve şarkı devam ediyor: ''Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun.'' Öyle de oluyor, ben oralardan, uzaklardan geliyorum, bu sefer de kızlar bizleri bırakıp İstanbul'a üniversite okumaya gidiyorlar...

Ve bir gün eşim, ben evde bir süre kıvrandıktan sonra yut diye elime iki aspirin verip apar topar beni bir taksi ile en yakın hastanenin aciline yetiştiriyor… İlk tetkikler, doktor koşarak yanıma geliyor: ‘’Beyefendi, kalp krizi geçiriyorsunuz, ivedi size anjiyo yapacağız.’’ Zaman zaman bilincimi kaybettiğim operasyonda anjiyo yapıp, bir kalp damarına stend takıyorlar ve beni dört gün boyunca da koroner yoğun bakım ünitesinde tutuyorlar… Hastaneye yetişen kızlarıma doktor operasyon hakkında bilgi verirken küçük kızım düşüp bayılıyor… Doktor eşime hakkımda sorular soruyor son zamanlarım hakkında.. Eşim; ‘’düğün hazırlığı yapıyoruz, büyük kızımızı evlendiriyoruz’’ diyor…

Bakmayın siz Can Yücel’in ''Hayatta ben en çok babamı sevdim’’ dediğine… Hayatta en çok babalar kızlarını sever, kızlar da babalarını…

''Bana bir masal anlat baba
İçinde tüm oyunlarım
Kurtla kuzu olsun şekerle bal.

Bana bir masal anlat baba
İçinde denizle balıklar
Yağmurla kar olsun güneşle ay.

Anlatırken tut elimi
Uykuya dalıp gitsem bile
Bırakıp gitme sakın beni.

Bana bir masal anlat baba
İçinde tüm sevdiklerim
İçinde İstanbul olsun.''

Hani bugün de ‘’Babalar Günü’’ ya.. Anımsatmak istedim: Aslında her gün ‘’Anneler – Babalar Günüdür’’. 


''Bilmezdi ki oturduğumuz semti, geldi mi de gidici-hep, hep acele işi!!!''

''Bana bir masal anlat baba... Anlatırken tut elimi, uykuya dalıp gitsem bile bırakıp gitme sakın beni...''

''Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun.''

Tüm babaların Babalar Günü kutlu olsun!

Osman AYDOĞAN

Oya Küçümen ve Yeni Türkü: ''Bana Bir Masal Anlat Baba'':
https://www.youtube.com/watch?v=8VE40gfLfR4

 




Bir çift güvercin havalansa

19 Haziran 2021


ABD, devlet olarak, takvimler 68 yıl önce bugünü, yani 19 Haziran 1953'ü gösterdiğinde kasten, bilerek ve isteyerek bir cinayet işler…

Bugün ABD’nin işlediği bu cinayeti anlatacağım. 

Bu cinayeti anlamamız için de II. Dünya Savaşı'nın ardından ABD’deki manzara-i umumiyeye kısaca bir göz atmamız lazım...

II. Dünya Savaşı'nın ardından ABD

Dünya Savaşı'nın ardından ABD yıllarca süren bir döneme; "soğuk savaş" dönemine girer. 1950'li yıllarda ABD; komünist avcısı faşizmin, gericiliğin, McCarthy'nin, Sovyetler Birliği'ne karşı kışkırtmaların, Kore Savaşı'nın, aşırı silahlanmanın ABD’sidir. Bu dönemde ABD’de ekonomik krizin yol açtığı yoksulluk ve faşist eğilimlerin yaygınlaşması komünist hareketi güçlendirir. ABD Komünist Partisi'nin 1930'da 7500 üyesi varken, bu sayı 1939'da yaklaşık 100.000'e çıkar.


Hükümet, McCarthy gibi faşist politikacılarının onayıyla ülkede bir korku iklimi yaratır. Bu korku ikliminin ismi "komünizm"dir. Kısa süre içerisinde "polis devleti" önlemleri uygulamaya konulur. Adalet sistemi de buna uydurulur. Bu durum tüm ABD’lilerin özgürlük ve temel anayasal haklarını tehdit etmeye başlar.

ABD bu dönemde dünyada atom bombası tekeline sahiptir. II. Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombaları atarak dünyaya da korku salmışlardır. Bu nedenle ABD'nin kendi dışındaki tüm dünyaya karşı büyük bir özgüvenleri vardır. 

Fakat 1949 yılında Sovyetler Birliği ilk atom bombası denemesini yapınca ABD’nin fiyakası bozulur, tekeli kırılır, özgüveni sarsılır ve bu alandaki politikaları iflas eder…

Bir ABD paranoyası

Yaşanan teknolojik yenilginin örtbas edilmesi için ABD’nin bir komploya ihtiyacı vardır. Komplonun amacı; Sovyet atom araştırmalarının temelinin sosyalist bilginlerin başarıları değil de ABD’den çalınan bilgiler olduğunun kamuoyuna gösterilmesidir. ABD’inde mutlaka Sovyetler Birliği’nin casusları olmalı ve bu casuslar sırları Sovyetler Birliği’ne kaçırmalıydılar. Çünkü ABD kendi dışında kimsenin atom bombası yapabileceğine inanmak istemez…


Aynı günlerde FBI'nin denetimi altında ve Senatör McCarthy yönetiminde ülkede büyük bir oyun sahnelenir: "ABD’de bir Rus casusluk ağı vardır, yoksa bile yaratılmalıdır."

Bu maksatla özellikle komünistlere, solculara ve ilerici insanlara karşı bir cadı avı başlatılır. Komünistlere ve ilerici insanlara karşı başlatılan bu cadı avında 6000 FBI elemanı, 1800 Adalet Bakanlığı memuru, 22000 ABD Silahlı Kuvvetlerinin güvenlik elemanı, 16000 Maliye Bakanlığı memuru ve 7000 diğer hükümet kurumlarının güvenlik elemanı kullanılır.

Binlerce ABD’li siyasi düşüncelerinden dolayı mahkûm edilir, hapse girer, işlerini yitirir ve bir daha iş bulamazlar. ABD Komünist Partisi Politbürosu'nun 12 üyesi tutuklanır, bunlardan 10'u 5'er yıl ağır hapis ve yüksek para cezalarına çarptırılır. Yüzbinlerce insan "ABD’ni yıkıcı faaliyetlerden koruma" adına fişlenir, suçlanır ve hapse atılır.  

Ve bir ABD komplosu

Bu dönemde ABD Komünist Partisi (CPUSA) üyesi olan Julius ve Ethel Rosenberg çifti örneğinde olduğu gibi bazıları da katledilir. Julius ve Ethel çifti, bu kampanyaya bağlı bir komplo ile tutuklanır. Rosenbergler Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla ve atom bombasıyla ilgili bilgileri Ruslara vermekle suçlanırlar ve sonuçta da tarihe hukuksuzluğun en büyük örneklerinden biri olarak geçen bir mahkeme sonucunda da idama mahkûm edilirler.


Mahkemeye çıkartıldıklarında aleyhlerinde hiç bir delil yoktur Rosenberglerin. Tıpkı Kafka’nın ‘’Dava’’sı gibi… Bir tek aynı suçtan yargılanan bir kişi ile aynı gün aynı otelde kaldıkları belirlenmiştir fakat otel o gün doludur ve sadece bu çift yargılanmaktadır.

Rosenbergler bu asılsız suçlamalara gülüp geçerlerken jüri kararını açıklar: idam.

Rosenberglerin idamına karşı dünyadan tepkiler

Karar açıklandıktan sonra dünyanın her tarafından ABD’ye milyonlarca protesto mektupları yağmaya başlar ''onlar suçsuz bırakın onları'' diye.


Pablo Picasso, L’Humanité dergisinde; “Saatler önemli. Dakikalar önemli. İnsanlığa karşı bu cürmün işlenmesine izin vermeyin!” çağrısında bulunurken Jean Paul Sartre, Albert Einstein, Bertold Brecht, Jean Cocteau, Frida Kahlo gibi pek çok aydın tepkilerini ortaya koyarlar. Papa XII. Pius, ABD Başkanı Eisenhower’dan infazın durdurulmasını talep eder. 

ABD’nin ahlaksız teklifleri

ABD yönetimi gelen bu uluslararası tepkiden çekinir ve çifte bir öneri sunar: ‘’Suçunuzu kabul edin cezanız 30 yıla düşsün.’’ Çift kabul etmez. Daha sonra yapılan 20 yıl teklifi de kabul edilmez. Son yapılan teklif ise, Bayan Rosenberg'in bütün suçu eşine yüklemesi karşılığında serbest bırakılması şeklindedir ancak bu da reddedilir. Bu teklifler idam gününe kadar devam eder.


Rosenberg çifti her seferinde gelen benzer teklifleri reddederler. Öyle ki, Ethel Rosenberg, yaşamının bağışlanacağı yönünde yapılan bir teklife de şu karşılığı verir: ''Ey yoldan çıkmış para yiyiciler, ey satılmışlar, ey bu güzel dünyamızı kirleten iğrenç, kötü insanlar, işte size yanıt: sizin lanetlenmiş lütfunuza başım eğik yaşamaktansa kocamla birlikte ölmeyi yeğlerim.''

Savcının ‘’hükümetle işbirliği yapmaya hazır olursanız, elde af için bir gerekçe olur’' sözüne Ethel şu yanıtı verir: ‘’Elektrikli sandalyede idam edilme tehdidiyle ne sizin saygınlığınızı kurtaracak kadar gözümüzü korkutabilirsiniz, ne de biz yurttaşlar olarak hakkımız olan adaleti talep etmek yerine çirkin, kirli bir pazarlık yaparak gittikçe daha sık uygulanır hale gelen antidemokratik polis devleti yöntemlerine ortak oluruz. Bu Hitler Almanya’sında geçerli olabilir, ama özgürlük ülkesinde değil. Gerçekten büyük ve gerçekten onurlu bir ulusun görevi, haksızlığı gidermektir, haksızlığa uğramış olanlardan, istemeye istemeye hayatlarını bağışlamak için haraç talep etmek değil."

Rosenberglerin çocuklarına ve dostlarına cezaevinden yazdıkları mektuplar

Rosenberglerin çocuklarına ve dostlarına ölümü beklerken cezaevinden yazdıkları hapishane mektupları oğulları Michel ile Robert Meeropol (Anne ve babalarının ölümünden sonra soyadlarını değiştirmek zorunda kalırlar ve aile dostları Meeropol’un soyadını alırlar) tarafından ''We Are Your Sons'' adıyla 1976 da yayımlanır. Bu kitap ülkemizde de “Rosenbergler” (Gözlem Yayınevi, 1979) (İş Bankası Kültür Yayınları, 2013) adıyla basılır. Bu kitaptan bazı bölümleri de yazımın sonunda veriyorum…


İdam günü gelir çatar

İdamın olacağı odada bir de telefon durmaktadır. Savcı telefonu gösterirken, Rosenberglere bir de fotoğraf gösterir: Çocuklarının fotoğrafı. Ve der ki ‘’telefonun diğer ucunda Başkan var. Açın ve biz suçluyuz deyin. Başkan da sizi serbest bıraksın.’’ Bu şekilde ABD uluslararası baskıyı üzerinden atmayı düşünür.


Rosenbergler biraz süre isterler. Giderler bir köşeye, Bayan Rosenberg kocasının dizlerindeki tozu silmektedir çünkü fotoğrafı gördüğünde Bay Rosenberg dizleri üzerine düşmüştür... Sonra savcıya giderler. ‘’Evet, onlar bizim çocuklarımız fakat bizim için mektup yollayan milyonlarca insan da bizim çocuklarımız; onları yarı yolda bırakamayız’’ derler ve idam edilecekleri bölmeye doğru giderler.

Ve çift elektrikli sandalyede idam edildiğinde takvimler 68 yıl önceyi yani 19 Haziran 1953'ü göstermektedir...

Aslında mahkemenin verdiği idam tarihi 18 Haziran 1953'dür. Ancak o gün Rosenbergler çiftinin evlilik yıldönümüdür. Ve mahkeme Rosenberglerin talebi üzerine lütfederek idam tarihini bir gün ertelerler. 

Rosenberglerin avukatlarından bu yöndeki talebi de şu şekildedir: "Ne olur, bir şeyler yap Manny. Evlenme yıldönümümüzde idam edilmek gibi büyük bir acımasızlığı yapabileceklerini aklım almıyor. Çünkü ben ne de olsa, insan gibi görünen, insan gibi konuşan, ama aslında sadist birer şeytandan başka bir şey olmayan kişilerin varlığına inanamayacak kadar yumuşak yürekli bir kişiyim.. Sevgilerimle, Ethel.."

Julius Rosenberg ilk elektroşokta yaşamını yitirir ancak Ethel Rosenberg için aynı işlemin birkaç kez daha yapılması gerekir… Gerçi bu işlem dava boyunca yaşanan onca hunharlığın içinde daha masum, daha az can yakıcı (!) bir şeydir...

Rosenberglerin infazında bulunan devlet bakanı William a. Carroll, ''bir çift güvercin''in cansız bedenleri taşınırken kendilerine mazeret yaratma adına yaptığı açıklamayla herkesin kanını dondurur:  ''Rosenberglere, boyun eğip, suçu kabullenmeleri halinde hattın öbür ucunda Washington’ın olduğu telefon ile idamın durdurulacağı ve de kendilerini bekleyen oğulları 6 yaşındaki Robert ile 10 yaşındaki Michael'e kavuşacaklarını söyledik...''

Yaşam ve ölüm sınırında yapılan bu teklife Rosenberglerin verdiği yanıtı bakan şöyle açıklar: ''Peki ya suçsuzluğumuza inanan onca insan, onlar da bizim çocuklarımız değil mi? Satar mıyız hiç onları!..''

Oysa Ethel Rosenberg, ölümünden önce çocukları için bir şiir yazmıştır. Onların çocukları ki yalnızca Robert ve Michael değil, kardeşliğe ve barışa inanan tüm insanlardır. İşte, yalan söyleyip çocuklarına koşmak yerine, kendilerine inanan insanları terk etmeyen ve ölüme yürüyen bir annenin yazdığı dizeleri; asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in ‘’Eğer Ölürsek’’ diye çevirmiştir. Ve bir de mektup bırakırlar çocuklarına Rosenbergler… Rosenberglerin bu şiiri ve bu veda mektubunu da yazımın sonunda veriyorum…

Rosenberglerin ardından


İstisnasız tüm dünya gidişlerine ağlar. Gidişlerine gökler ağlar, yıldızlar ağlar, dağlar, taşlar, bulutlar ağlar. Ama öyle güzel giderler ki, öyle vakur giderler ki, öyle bir dik, dimdik giderler ki şiirler yazılır ardından. Bunlardan birisi de Şair Melih Cevdet Anday'ın Rosenbergler için yazdığı ‘’Anı’’ adlı şiiridir…

Şiirin adı ‘’Anı’’ ama ben bu şiiri hep ilk dizesiyle hatırlarım: ‘’Bir çift güvercin havalansa’’… Zülfü Livaneli tarafından da bestelenmişti, belki oradan hatırlarsınız... Şiirin ilk dizesini veriyorum… Tamamını ise yazımın sonuna saklıyorum:

''Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma’’

01 Nisan 2018 günü kaybettiğimiz ve bu sayfada ''kuşların ve rüzgârın şairi'' diye tanıttığım büyük şair Ülkü Tamer ''Şiir için cevaplar'' adlı şiirinde ''Şiir ölümün gölgesidir, yaşamanın örtüsü. Çocuğun savunmasıdır şiir'' diye ifade ederdi... İşte bu şiir tam da böyle bir şiirdir: Ölümün gölgesi bir şiirdir... 


Rosenbergler için yazılan bir diğer Türkçe şiir de Oktay Rıfat Horozcu’nun ‘’Telefon’’ isimli şiiridir. Şiirin adındaki ‘’telefon’’; savcının Rosenberglere çocuklarının fotoğrafını göstererek ‘’Telefonun diğer ucunda Başkan var. Açın ve biz suçluyuz deyin. Başkan da sizi serbest bıraksın’’ dediği telefondur… Bu şiiri de yazımın sonunda veriyorum...

İdamdan sonra Sartre, Liberation gazetesinde, “Kudurmuş Hayvanlar” der: “Dikkat, Amerika kudurmuş! Bizi onunla ilişkilendiren tüm bağları koparalım, yoksa biz de ısırılıp kuduz olacağız.”

Komplonun ortaya çıkışı

Yıllar sonra her şeyin FBI tarafından düzenlendiği ortaya çıkar.


Rosenberglerin idamından on üç yıl geçtikten sonra, mahkemeye sunulan delillerin, gösterilen şahitlerin ve suçlamaların tümünün düzmece olduğu bizzat şahitler tarafından açıklanır. Ancak Rosenbergler geri gelemezler artık. 

Yıllar sonra, 1968 yılında Fransız tarihçisi Alain Decaux, uzun araştırmalarının sonucunda "Rosenbergler Ölmemeli" (Milliyet Yayınları,1979) adlı oyunu yazar. Bu oyun dünyanın her yerinden ses getirir. Rosenbergleri tekrar dünyanın gündemine oturttur.  

20. Yüzyıl Amerikan edebiyatının melankolik prensesi Sylvia Plath'ın başyapıtı ‘’Sırça Fanusu'’ (Can Yayınları, 2008)’nda konu kahramanlarıdır Rosenberg’ler. Kitap şöyle başlar: ‘’Rosenbergleri elektrikli sandalyede idam ettikleri yaz; garip, boğucu bir yazdı ve ben New York’ta ne aradığımı bilmiyordum. İdamlar beni hep serseme çevirir.’’ (Kitapta anlatıcı-kahraman Esther Greenwood, bir üniversite öğrencisidir. )

Romanın ilk satırlarından itibaren bir sıkıntı, bir ölüm kokusu yayılır. “İnsanın tüm sinirleri boyunca diri diri yanmasının nasıl olduğunu merak etmekten kendimi alamıyordum” der kahraman, Rosenberglerin idamı hakkında.

İdamlar hangi duyarlı insanı serseme çevirmez ki!

Derdi zaten Albert Camus: ‘’İdam cezasını kaldırmayacak bir devrim için ölmeye değmez. Her katil öldürürken ölümlerin en fecisini göze alır, onu öldürenler ise terfiden başka hiçbir şeyi göze almaz.’’

Bir iktidarın paranoyaya ve isteriye kapılması halinde

Rosenbergler davası bize, bir iktidarın isteriye kapılması halinde, telafisi bir mümkünsüz, onarılması bir imkânsız adaletsizliğin, haksızlığın ve hukuksuzluğun her zaman başa gelebileceğini hatırlatır, tıpkı Dreyfus davası gibi, tıpkı ülkemizdeki Balyoz, Ergenekon davaları gibi, tıpkı 28 Şubat davası gibi...


Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Melih Cevdet Anday'ın Rosenbergler için yazdığı şiir:

Anı

Bir çift güvercin havalansa

Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma

Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma

Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma

Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma 

Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.''

Oktay Rıfat Horozcu’nun yine Rosenberg'ler için yazdığı ‘’Telefon’’ isimli şiiri: 

Şiirin adındaki ‘’telefon’’; savcının Rosenberglere çocuklarının fotoğrafını göstererek ‘’Telefonun diğer ucunda Başkan var. Açın ve biz suçluyuz deyin. Başkan da sizi serbest bıraksın’’ dediği telefondur…


Telefon

Gözlerin var ya çekik kara kara

Önce gözlerindi en güzel ışık
Beyaz dişlerindi bacakların omuzun
Damalı örtüde bir kâse çorba gibi
Buğulu bir lezzetti karıkocalık
Şimdi bir çınar yeşeriyor içimde
Bir şarkı söyleniyor uzun uzun
Hürriyetin rüzgârlı bayrağı oldu
Bize yeten aydınlığı sevdamızın

Aman dayanamazsam ne etmeli
Bütün pencereler üstlerine açık
Kimler soyar çocukları kimler örter
Biri on bir yaşında öteki küçük
Ya anne diye bağırırsa uykusunda
Belki korkmuş belki de susamıştır
Geceleri su içmeye alışık
Çorap öyle mi giydirilir don öyle mi bağlanır
Gömleği bir tuhaf sarkıyor arkasında

Çocuklara bakma dayanırım
Gide gide çoğaldım halkım ben artık
Dağ taş kalabalık kalabalık
Satar mıyım onları onlar da çocuklarım
Ben kadınım çocuklarımla varım
Telefon nafile açmam seni
Söylemez dillerim yarınla bağlı
Tutmaz parmaklarım kocamdan belli
Telefon benim ki de analık

Çocuklara bakma dayanırım
Sevgiydim önce bir çeşit incelik
Şimdi işe yarıyorum kaba saba
Tuzlu bir deniz kokusu havada
Benimle başladı bu müthiş tazelik
Benimle yaklaştı güzel günler
O günlerin eşiğinde beni hatırlayın
Hatırlayın onların vahşetini
Her telefon çalışta kesik kesik

Ethel Rosenberg, ölümünden önce çocukları için yazdığı şiir. A. Kadir ‘’Eğer Ölürsek’’ diye çevirmişti.

Eğer Ölürsek:

Bir gün öğreneceksiniz, evlatlarım, öğreneceksiniz,

Neden kestik türkümüzü yarıda,
Neden kitabımızı açık bıraktık, işimizi tamamlamadan,
Neden gittik toprak altında uyumaya.

Ağlamayın artık, evlâtlarım, ağlamayın.
Yalanlar ve pislikler neden sarmış dört bir yanı?
Neden bu gözyaşları, bu zulüm neden?
Öğrenecek bir gün bunu bütün dünya.

Yeryüzü gülümseyecek, evlatlarım, gülümseyecek
Ve sevinçler yeşerecek mezarımızın üstünde    
Kıyımlar sona erecek, dünya olacak mutlu    
Kardeşliğin ve barışın koynunda.    

Çalışın, evlâtlarım, çalışın ve bir anıt dikin.
Sevgiye ve sevince bir anıt,
İnsanlık onuruna ve de insanca,
Sizin adınıza koruduğumuz, sizin adınıza.''

Rosenbergler’in çocuklarına yazdıkları veda mektubu

“Sevgili çocuklarım,


Bu sabah, sanki tekrar birlikte olabilecekmişiz sandım. Ama bunun olmayacağını bildiğim halde, size ancak öğrendiklerimi aktarabilmeyi istedim. Ne yazık ki ancak birkaç kelime yazabilirim. Gerisini size yaşamınız öğretmeli. Bana öğrettiği gibi.

Başlangıçta sizin için acılı olacak, ama üzülen yalnızca siz olmayacaksınız. Sonunda siz de yaşamın yaşamaya değer olduğu inancına varmak zorundasınız. Şimdi önüne geçilmez biçimde yaklaşan ölüm karşısında bile bunu bilmenin cellatları yeneceğinden kesinlikle emin oluşumuz size bir avuntu olsun.

Yaşamımızın sizle birlikte sonuna kadar yürütme sevinci ve mutluluğunun bize nasip olmasını dilerdik. Babanız size tüm yüreği ve tüm sevgisinin sevgili oğullarına ait olduğunu söylemek istiyor. Suçsuz olduğumuzu ve vicdanımıza aykırı hareket edemediğimizi hiçbir zaman unutmayın.

Sizi bağrımıza basıyor ve hararetle öpüyoruz.

Sevgiyle,

Baba ve Anne”

Rosenberglerin çocuklarına ve dostlarına cezaevinden yazdıkları mektuplar

"Barış, ekmek ve gül için savaşta, celladı sakin bir onurla, güvenle ve geleceğe bakarak bekliyoruz. İnancımızı yitirmeyeceğiz her zaman olduğu gibi."


"...(kendimi) davamızla ilgili hayallere kaptırmıyorum, çünkü biliyorum ki ancak halkın örgütlü baskısı bizi kurtarabilir ve iki masum insanın öldürülmesine yol açacak korkunç siyasi suçu açığa çıkarabilir. Biz gerçekte herhangi bir suç işlemediğimiz için, bu rezil komploya alet olmaya ve sırf ülkemizdeki savaş isterisi tırmandırılıp dünya barışı perspektifleri kötüleştirilsin diye başka masum ilerici insanlara karşı yalancı şahitlik yapmaya yanaşmayacağız.’’

"Sevgili kocacığım, (...) bu alçaklık ve rezalete duyduğum hisleri herhangi bir şekilde dile getirmek zorundayım. Güzel yurdum, başın eğik, özgürlük güneşi battı, halkın yas tutuyor! Faşizm tehlikesi dev gibi ve tehditkâr bir şekilde üstünde yükseliyor, toplama kampları şimdiden hazırlanıyor! Ah, kız ve erkek kardeşlerim, altında yaşamak zorunda kaldığınız bu korkunç tehlikeyi kaçınız kavrayacak; kaçınız korkuyla haykıracak: ‘mahvolduk!'. Kaçınız birleşik öfkeyle ayaklanıp bu haksızlığı telafi edeceksiniz." 

"Şu konuda gayet açık olmalıyız ki, biricik umudumuz halktadır. Bizi tehdit eden idam kararının çıplak terörü bunda hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece halk, bu legal linç cinayetini engelleyebilir..."

"Yarışın sonu nereye varacaksa varsın, ister koşucu sayılalım ister kaçıcı, dürüst kişiler dışında hiçbir şey sayılmamıza izin verdiğimiz görülmeyecektir. Dürüstlüğümüzden ödün verdiğimiz asla söylenemeyecektir.."


Waterloo Savaşı


18 Haziran 2021

Waterloo Savaşı; 16-18 Haziran 1815 tarihlerinde, İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında yapılan ve 18 Haziran 1815 tarihinde Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupa tarihi açısından çok önemli sonuçları olan bir savaştır.  

Bugün bu savaşın 206. yıldönümü...

Bu nedenle bu yazımda bu savaşı anlatacağım ama…

Önce müzik…

Benim yaşımda olanların çok iyi hatırladığı, 1972 yılında kurulup 1982 yılına kadar etkin olan ve 70'lerin Avrupa’daki en büyük pop müzik fenomeni İsveçli bir pop müzik grubu vardı: Abba. Grup 1974 yılında "Waterloo" isimli şarkılarıyla Eurovision Şarkı Yarışması’na katılıp birinci olmuşlardı. Bu başarı Abba’nın tüm Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD`de de ünlü olmasını sağlamıştı. "Waterloo" şarkısı İngiltere listesinde bir numaraya yükselerek burada iki hafta kalmayı başararak grubun bu listede bir numaraya yükselen dokuz şarkıdan ilki olmuşlardı.  

Şarkı bu ülkenin yanında İrlanda, Belçika, Finlandiya, Norveç, İsviçre, Batı Almanya ve Güney Afrika listelerinde de bir numarada yer almıştı. Şarkı yine Avusturya, Hollanda, Fransa ve İspanya'da da ilk üçe girmiş ve bu şarkı, Avrupa kültürüne özgü olmasına karşın şaşırtıcı bir şekilde Zimbabve (o sıralardaki adıyla Rodezya), Yeni Zelanda, Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde de ilk onda yer almıştı. "Waterloo", Eurovision tarihinde on beş ülkede ilk ona girebilen ilk şarkı olmuştu.

Abba grubunun işte bu "Waterloo" şarkısında bir kızın aşka teslim olmasını 1815 yılında yaşanan Waterloo Savaşı sırasında I. Napolyon'un teslim olmak zorunda kalması ile paralel olarak anlatılır...

Amerikalı bir heavy metal grubu olan Iced Earth’ın çıkardığı ve tarihi olaylardan bahseden ‘’The Glorious Burden’’ isminde bir albümü var. Bu albümde, MS 5. yüzyılda Atilla'nın Avrupa'daki saldırılarından başlayıp Amerika'da 2001 yılında yaşanan terörist saldırına kadar tarihi konuları işleyen şarkılar bulunmaktadır. Bunların arasında ‘’Waterloo Savaşı’’ da vardır...

Her iki grubun söylediği Waterloo şarkısının bağlantısını yazımın sonunda vereceğim… Dinlemenizi isterim... Özellikle Abba’nın şarkısını… Görün bakalım o zamanlar severek bir nasıl şarkıyı dinlediniz?

Sizlere daha önce bu sayfalarda teeee üç bin yıl geriye giderek ‘’La Paloma’’ şarkısını, iki bin beş yüz yıl geriye giderek Galli şarkıcı Tom Jones'un ‘’Delilah’’ (Dilayla) şarkısını anlatmıştım... İşte Abba’nın ve Iced Earth’ın bu şarkıları da iki yüzyıl geriye giderek tarihi bir olayı anlatmakta ve müzik yoluyla tarihini canlı tutmaktalar. Tıpkı bizim pop şarkılarımız gibi şıkıdım şıkıdım oynayarak, lay lay lom söyleyerek değil mi?

Şimdi de sinema…

Sadece Abba’nın, Iced Earth’ın şarkıları değildir bu savaşı anlatan. Bu savaşı anlatan kitapların, filmlerin, belgesellerin sayısı hakkında tahminde bulunmak da çok zordur. Bunların arasında Sovyet film yapımcısı Sergei Bondarchuk’un 1970 yapımı ‘’Waterloo’’ isimli çok güzel bir filmi vardır… Bu film 1971 yılında İtalya’da David di Donatello '’En iyi film ödülü'’ kazanır. Bu filmin kısa bir bölümünü gösteren bağlantıyı da yazımın sonunda veriyorum.

İşte bu şarkılara ve filme adını veren Waterloo Savaşı; 16-18 Haziran 1815 tarihlerinde gerçekleşen, Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan ve Avrupalı güçler arasında 23 yıldır süren silahlı mücadelenin (Fransız Devrim Savaşları ve Napolyon Savaşları) sonunu getiren bir savaştır. Fransızcada Mont-Saint-Jean Savaşı olarak da bilinir. Savaş İngiltere-Prusya ittifakı ile Fransa arasında, Belçika'nın Waterloo kasabası yakınlarında gerçekleşmiştir.

Waterloo diye bir kasaba

Waterloo kasabası eğer otomobil ile Brüksel’den Paris’e giderseniz yolunuzun üzerinde solunuzda kalan Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km yakınında bulunan küçük bir kasabadır. Bu savaş nedeniyle de bu küçücük kasaba tüm dünyaca tanınır…

Waterloo kasabasında da bu savaşın tüm izleri yaşatılıyor. Şehirde birçok şeyin adı Wellington ismini taşıyor. Bu kasabanın tek sineması var; adı da Wellington… Şehir içerisinde Wellington Savaş Müzesi de var. Bu müzede bulunan bir harita üzerine adı Waterloo olan (bu savaştan dolayı bu adı alan) beş kıtadaki kırkın üzerindeki kentler işaretlenmiştir.

Waterloo, savaşın olduğu güne kadar adını sanını kimsenin bilmediği arpa eken, bira üreten bir kasabayken bugün Amerika’da 32, İngiltere’de 8, Avustralya’da 4, Kanada’da 3, Hong Kong’da 2, Almanya, Yeni Zelanda ve Sierra Leone’da 1 adet Waterloo kasabası bulunmaktadır. Nedenini anlamak da zor değil. Bu, Avrupa’nın kaderinin bir günde yazıldığı bir savaştır. Bunun yanında dünya savaşları ve Waterloo’dan daha fazla cana mal olmuş olaylar da yok değil. Onlar’da elbette Waterloo Savaşı kadar mühim ancak bir günde olup biten ve dünya tarihini bu kadar etkileyen bir olay bulmak da öyle kolay değildir.

Savaşın geçtiği yer ise bu kasabaya yaklaşık 5 km uzaklıktadır. Savaş meydanında bir tepe üzerinde güzel bir panorama müzesi vardır. Tepe yaklaşık 100 metre yüksekliğinde ve tepeye 230 basamakla çıkılıyor. Savaş meydanına yakın bir yerde de Napolyon’un karargâhı bulunuyor.

Waterloo Savaşı

Waterloo Savaşı konusunda çok kitap yazılmıştır. Ancak içlerinden Türkçe’ye çevrilenlerden en iyisi kendisi de bir asker olan (Tümgeneral) dünyanın tanınmış en iyi Napolyon devri uzmanlarından Avustralyalı Geoffrey Wootten tarafından yazılan ‘’Waterloo 1815 Modern Avrupa'nın Doğuşu’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2015) isimli kitabıdır. Bu konuda ayrıca İngiliz tarih Profesörü Jeremy Black’ın ‘’Efsane Komutanlar ve Zaferleri’’ (Timaş Yayınları, 2015) isimli kitabı ve bizzat Napolyon’un talimat ve düsturlarını içeren ‘’Savaş ve Strateji İle İlgili Görüşlerim,  N. Bonaparte’’ (Q Matris Yayınları, 2003) isimli kitaplar da bulunmaktadır. Zaten burada yazılanlar da bu kitaplardan alınmıştır.

Victor Hügo da ‘’Sefiller’’ isimli eserinde uzun uzun bu savaşı tasvir eder. Hugo’nun kitabında Waterloo üzerine şiiri de vardır. Victor Hügo, Sefillerde "Waterloo bir savaş değildir, evrenin değişen yüzüydü" derdi.

Gerçekten de Waterloo tarihçelerce Birinci Dünya Savaşı öncesi son kesin sonuçlu ve büyük savaş olarak kabul edilir. Bu savaş Avrupa kıtasının hatta dünyanın kaderini değiştirmiştir.

Hani Necmettin Halil Onan’ın ‘’Bir yolcuya’’ isimli şiiri şöyle başlardı ya:

‘’Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın

Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.’’

Gerçekten de şairin söylediği gibi Waterloo bir devrin battığı yerdir. Tarihçeler yıllardır Napolyon gibi yenilmez bir asker ve zamanın efsanevi Fransız ordusunun bu savaşı nasıl kaybettiğini sorgular. 18 Haziran 1815 tarihinde yapılan ve sadece on altı saat süren bu savaş Napoleon Bonaparte’ın son savaşıdır.  Ve bu savaş İngiltere’nin 2. Dünya Savaşına kadar dünyanın tek hâkimi olmasını sağlayan bir savaştır.

Üzerinden 206 yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzü hala etkileyen, kendisinden sonraki tarihi olayların da bir şekilde belkemiği sayılan, Avrupa tarihinin tam anlamıyla mihenk taşı olmuş bir savaştır Waterloo Savaşı… 2015 yılı Waterloo savaşının 200. yılı idi. 200. yıl olması münasebetiyle o yıl daha fazla gündeme gelen bu savaşta Napolyon’un son kez Waterloo’da taktığı şapkası bir müzayedede 1.9 milyon Euro’ya yakın bir bedele Güney Koreli bir iş adamına satılmıştı. Sevgilisi Josephin’e yazdığı mektup da yüzyıllar sonra dört milyon sterline satılmıştı… 

Evet, uzun bir giriş oldu ama şimdi gelelim Waterloo savaşına…

Ama önce kısaca savaş öncesine gidelim...

Savaş Öncesi

1791'de Fransız kralı XVI. Louis'nin devrilmesi ve cumhuriyetin ilanı Avrupa monarşilerinin başındaki hanedanları endişelendirir. Avusturya ve Prusya hanedanları Avrupa krallıklarını devrik Fransız kralını desteklemeye davet ederler. Bunun üzerine Fransız Cumhuriyeti Avusturya ve Prusya'ya savaş ilan eder. Böylece tarihte Fransız Devrim Savaşları denen ve ilk baştaki amacı Fransız Devrimi'ni korumak olan savaşlar silsilesi başlar. Bu savaşlar esnasında yıldızı parlayan askerî okul kökenli General Napolyon Bonapart Kasım 1799'daki bir darbe ile iktidara gelir.

İşte bu Fransız Devrim Savaşları Fransız Devrimi'nin güvence altına almış olmasının yanı sıra Fransa'yı Avrupa'nın en güçlü ülkesi hâline getirir. Napolyon, bir diktatörlük hâline gelen Fransa'nın sınırlarını genişletmek amacıyla savaşlara devam eder. Böylece de Napolyon Savaşları denen dönem başlar. 

Bu yazımda bu Napolyon savaşlarını anlatmayacağım. Sadece bu savaşların sonunda '’Yüz Gün’’ denen dönem sonunda gerçekleşen ve Napolyon Savaşları'nı ve Avrupa'daki 23 yıllık güç mücadelesini sona erdiren bahsettiğim bu ''Waterloo Savaşı''nı anlatacağım. 

Yine Waterloo Savaşı

Savaş, girişte anlattığım gibi Belçika'nın Brüksel şehrinin 14,5 km uzağındaki Waterloo kasabasının (o dönemde köy) 5 km uzağında cereyan eder.

Savaşta İngilizlere Dük Wellington, Prusyalılara ise Gebhard von Blücher komuta ederler. Müttefikler, Fransa'nın kuzeydoğusuna doğru saldırmayı düşünürken Napolyon onlara Belçika'da bir engelleyici saldırıda bulunur, sonrasında bu saldırı Waterloo Savaşı'na dönüşür.

Öncelikle İngiliz ordusuyla karşılaşan Napolyon, üstün görünürken süvari birliklerinin yanlış bir manevrası hemen hemen savaşı İngilizlerin lehine çevirir. Daha sonra Prusyalıların yetişmesi Fransızların yenilgisini bozguna dönüştürür. Sonuçta savaş hemen hemen tüm Fransız ordusunun imhası ya da esaretiyle sonuçlanır.

Fransa monarşisinin yeniden kurulduğu bu savaş sonrasında, Napolyon Saint Helena Adası’na sürgüne gönderilir ve orada da 1821 yılında ölür…

Waterloo savaşı bu kadardır. Ancak tabii ki savaş bu kadar basit değildir… Ve tarihi tarih yapan ayrıntılardır… Şimdi de gelelim ayrıntılarda… Ve gerçek her zaman için ayrıntılarda gizlidir…

Ayrıntılar…

Napolyon Bonaparte

Ama önce bu savaşın kahramanı Napolyon Bonaparte’yi kısaca anlatmam lazım…

Napolyon tarihin en ünlü üç generalinden birisi diye bilinir. Napolyon gencecik bir topçu subayı iken karşı devrimciler tarafından İngiliz-İspanyol istilacılara teslim edilen Toulon şehrinin tekrar ele geçirilmesinde görev alr. İtalya’yı işgal eden ordunun başında sivrilir. Oradan Mısır’a kadar gidip savaş kazanıp Suriye sınırına kadar gelir ancak burada Akka'da Cezzar Ahmet Paşa'ya çarpar. 

Napolyon komutasındaki Fransız ordusu 1798’de Mısır’ı işgale başlayınca, Cezzar Ahmed Paşa Akka önlerinde yığınak yapmaya başlar.  Napolyon Bonaparte Mart 1799'da Akkâ’ya gelerek Akka’yı kuşatır. Ancak, iki aydan fazla süren kuşatma, Cezzar Ahmet Paşa'nın güçlü savunması karşısında başarısızlıkla sonuçlanır. Napolyon, 21 Mayıs 1799'da Akka'dan çekilmek zorunda kalır. Cezzar Ahmed Paşa’nın karşısında ilk yenilgisini yaşayan Napolyon şöyle hayıflanır: "Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!". 

Napolyon 1805'de tarihin en parlak zaferi sayılabilecek Austerlitz’te Rus ve Avusturya imparatorluk ordularını yener. Tacı Papa’nın elinden alıp kendi kafasına geçirir. Rusya üzerine yürüyüp Moskova’yı alan tek batılı general olur.  Ancak dönüşte ordusunu Rus kışına kurban verir.  Ruslar üstüne ancak ondan sonra saldırabilir.

Napoleon Moskova’ya 422 bin kişilik ordusuyla girer ancak kesin bir sonuç alamadan kışın ayazında geri dönmeye kalkması yüzünden Fransa’ya o anlı şanlı ordudan geri kalan 10 bin kadarı ile döner. Bunun üzerine Avrupa devletleri de fırsattan faydalanmak için 6. koalisyonu oluştururlar. Napolyon’da kısa sayılacak bir sürede orduyu tekrar 400 binlere çıkartıp Lützen ve Bautzen savaşlarında müttefiklere çok ağır darbe indirir. Kısa bir ateşkes ve dinlenmeden sonra Dresden Savaşı’nda kendisinden çok daha kalabalık müttefikleri yine yener.

Ancak 1813 yılında 191 bin kişilik Fransız ordusunun üzerine Rus-Alman-İsveç-Avusturya ordularından oluşan Müttefikler 300 bin kişiyle gidince Leipzig Savaşı’nda Napolyon yenilir. Müttefikler Paris’e kadar gelirler. Fontainebleu adında bir anlaşmayla Napolyon’u tahttan çekilmeye zorlarlar. Napolyon’u Akdeniz’deki Elbe Adası’nda sürgüne yollarlar, Fransa’nın başına da ihtilalden sağ çıkmış Bourbon Monarşisi’nden arta kalanları geri getirirler.

Napolyon, Elbe Adası’nda planlarını yapar; vaktinin geldiğini düşündüğünde gizlice adadan kaçarak Fransa’ya gelir. Bu aşamada generalleri, mareşalleri, ordusu hepten Bourbon Monarşisi’ne sadakat yemini etmek zorunda kalmıştır. Napoleon yolda gördüğü karşısına çıkan her üniformalı askeri arkasına katarak Paris’e doğru yola çıkar. Fransa Kralı da “kendisini esir alsın, alamıyorsa da bari vursun” diye Napolyon’un eski mareşali Michel Ney’i o yöne gönderir. Michel Ney, Napolyon’un karizmasına karşı duracak adam değildir. Askerler de efsane imparatoru karşılarında görüp diz çökmeye başlayınca Fransa’nın kaderi Grenoble’da çizilir. Michel Ney ve tüm ordusu Napoleon saflarına katılır, kısa zamanda tüm Fransız ordusu da kendisini izler. Bourbon monarşistleri Fransa’dan kaçar. İmparatorluk yeniden tesis edilir.

Bu arada Napolyon Elbe adasından kaçtığında Paris gazeteleri ‘’Cani Elbe adasından kaçtı’’ diye haber yaparlar. Napolyon askerlerini toplayıp Paris’e doğru ilerleyince ‘’Napolyon Paris yolunda’’ diye haber yaparlar. Ve Napolyon Paris önlerine gelince de aynı gazeteler ‘’Kurtarıcımız kapıda’’ diye manşet atarlar. (!) (Yani basının yavşaklığı ve liboşluğu yeni ve sadece bize özgü değildir. Basının yavşaklığı ve liboşluğu evrensel olup fahişeliğin tarihi kadar eskidir.)

Napolyon, Paris’e varmadan altı gün önce toplanan Viyana Kongresi, Napolyon’u kanunsuz ilan eder. Ardından da 7. Koalisyon ordusunu toplamaya başlarlar. Aslında Avrupa devletlerinin derdi Fransa değil, Napolyon’dur.  Tarihte beş altı devletin bir araya gelip, bir insana savaş açmasının bir eşi benzeri daha yoktur. İşte öyle bir askerdir Napolyon.

Bu hükümdarlık dönemi Waterloo Savaşı’na kadar 100 gün sürecektir. O sırada Fransa seferber olur, ordu tekrar göreve çağrılır.

Fransız Ordusunu (Grande Armeé) askerleri Waterloo Savaşı başlayacağı zamana kadar son on yılı aşkın süredir Napolyon ile zaferden zafere koşmuşlardır. Bunun da yanında Napolyon topçu sınıfından geldiği için “Grandes Batteries” dediği aşırı sayılarda topla savaş meydanına çıkıyor, rakibine saldırmadan önce onu ezici bir bombardımanla yıpratıyordu. Zaten kendisi de “Tanrı savaşta iyi topçunun olduğu tarafta savaşır” derdi.

Savaş meydanında ilk hedefi toprak ya da mevzi kazanmak değil, düşmanı yok etmek oldu… 

Napolyon’un, çoğu kimsenin bilmediği, dünyaya hediye ettiği bazı icatları vardır. Bunlardan ikisi askerleri ilgilendirir. Bunlardan birincisi de halen askerlerin tören geçitlerinde dizlerini kırmadan yürüdükleri ‘’kaz adımı’’dır... Bu ‘’kaz adımı’’ bir Napolyon icadıdır... Tren yok, otobüs yok, yayan yapıldak Fransız ordusunun Paris’ten taaaa Moskova’ya kadar nasıl gittiğini zannediyorsunuz? Bir adımda daha fazla mesafe kat ederek. İşte kaz adımı budur.

Napolyon’un askerlere ikinci hediyesi ise bir askerî savaş düzeni olarak ‘’dağılma’’dır. Napolyon zamanına kadar ordular askerleri birbirleriyle kenetlenmiş sıkı saf düzeninde muharebe ederlerdi. Bu ise topçu ateşi karşısında ağır zayiatlar verilmesine sebep oluyordu. Napolyon ise askerlerini dağınık düzende muharebeye sokarak düşman topçu ateşinin etkisini azaltmıştır…

Napolyon Bonapart, Fransa'nın idari teşkilatını merkeziyetçi bir sisteme göre yeniden düzenler. Bugünkü bizimde kullandığımız vilayet ve ilçe sistemi Napolyon tarafından kurulmuştur. Bugünkü Fransız Merkez Bankası olan "Banque de France"ı Napolyon kurdurmuştur. Devlet adına para basma görevi de bu bankaya verilir. Bugünkü anlamda liseler ilk kez Napolyon tarafından kurulmuştur. "Code Napoléon" denilen ilk Fransız Medeni Kanunu da yine Napolyon tarafından çıkarılır. Bütün vatandaşlar için zorunlu askerlik uygulamasını icat eden de Napolyondur. 

Napolyon sadece bir asker ve aynı zamanda bir devlet adamı değildir. Napolyon bir düşünürdür de aynı zamanda. Napolyon'un hâlâ günümüzde geçerliliğini koruyan sözleri vardır ve Napolyon'un bu sözlerini konunun dağılmaması açısından yazımın sonuna alıyorum. Her bir söz üzerinde düşünmenizi arzu ederim. Keşke tacı ve tahtı olanlar bu sözleri okuyup, anlayıp, öğrenip de içselleştirseler!

Şimdi gelelim müttefik orduları komutanlarına…

Wellington

Wellington Dük’ü olan Arthur Wellesley, “Napoleon’u Waterloo meydanında kim yendi?” sorusuna en sık verilen cevaptır. Arthur Wellesley birçok kitapta General Wellington olarak bilinir ama asıl adı Arthur Wellesley’dir. Arthur Wellesley, Wellington Dükü olduğu için asıl ismi pek kullanılmamıştır. General Wellington Waterloo Meydanı’nda savunmada kalmıştır. Emrindeki üç ülkenin kuvvetinden oluşan bir koalisyonu yaklaşan Napolyon ordusuna karşı konumlandıran, savaşın nerede olacağına karar veren, isminin de Waterloo olarak anılmasının baş müsebbibi kendisidir. Napolyon saldırıda ne derece bir ekolse, onun savunmadaki muadili Wellington’dur. Kişilik farklılıkları da vardır. Wellington, Napolyon’un aksine askerlerini pek sevmez saymaz. Eğer kendilerinden bahsedecekse, “Scum” (Serseriler) olarak bahseder. Diğer taraftan Napolyon ile kendi askeri arasında her zaman manevi bir bağ vardır.

Waterloo Savaşı’nın sabahı İngiliz Wellington’un emrinde 71 bin askerlik bir kuvvet vardır. Bunun da 28 binlik bir kısmı Hollanda Orange Prensi Willem’in emrindeki I. Kolordudaydı. Bu, İngiliz ağırlıklı karma bir orduydu.

Wellington savaşta Napolyon’un en güçlü yanını yumuşak karnı olarak belirlemiş ve süvarileri kilitleyerek zafer kazanmıştır. Ayrıca topçu subayı olan Napolyon’un asıl topları meşhurdu, her savaşa normalden çok fazla top getirir ve savaşın başında rakibini darmadağın ederdi ama Wellington onlardan hiç korkmuyordu çünkü Waterloo düzlüğü tam bir çamur deryası idi ve Napolyon’un meşhur Fransız Howitzer top mermileri çamura saplanıp hiçbir işe yaramayacaktı. Toplardan istediği verimi alamayan Napolyon, kanatlardan da dolanamayan süvarileri ile savaşta etkisiz kalır. Fransız ordusunun en güçlü yanı süvariler olmayınca piyadeler kahramanca savaşsa da başarılı olmaları çok zordu.

Von Blücher

Prusya orduları Komutanı Wahlstadt Prensi, Feldmareşal Gebhard Leberecht Von Blücher, savaş meydanındaki büyük ihtimalle en yaşlı askerdi. Aynı zamanda da ilginç bir şekilde en kilit roldeydi. Wellington da Von Blücher’e çok güvenir. Wellington savaş anılarında, Braunschweig ordusunun önemini daha fazla vurgular ve ”Braunschweig askerleri bir önceki savaşta kaybettiklerinin acısıyla savaşacaklar, bu Napolyon’un gazabı olacak” diye yazar.

Ancak Von Blücher Waterloo Savaşı’ndan iki gün önce Napolyon karşısında Ligny Muharebesini kaybetmiş ve geri çekilmişti. Napolyon İngilizleri ve Hollandalıları yenebileceğini ama Prusya’nın desteği ile iki ateş arasında kalacağından işinin zora gireceğini düşünür. Bu sebeple en güvendiği subaylarından Mareşal Grouchy’e 24 bin askeri tahsis eder ve ”Von Blücher’i Waterloo’da görmek istemiyorum” diyerek emri çok açık şekilde iletir: ”Prusya ordusunu durdur.” Napolyon daha sonra Mareşali Grouchy’yi, Von Blücher Waterloo’ya gelmesin ve Wellington ile birleşemesin diye Von Blücher’in peşine gönderir. Ama tam da onun isteğinin tersine savaşın orta yerinde Von Blücher doğudan ordusuyla beliriverir. Daha da fenası Grouchy onu o sıralarda hala güneyde bir yerlerde ordunun üçte biriyle aramaktadır. Çok daha fenası ise Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur...

Von Blücher’in favori emri ‘’Vorwärts!’’ (ileri) dir. Bu yüzden kendisin “Mareşal Vorwärts” olarak tanınır. Öyle uzun ince planlamaya falan girecek zamanı yoktur.  Von Bücher’in düşmanı gördüğünde “Merhamet göstermek yasak! Merhamet göstereni vurun! Vorwärts!” şeklinde savaş sanatına yaklaşımı Fransızlara Waterloo’da kötü bir sürpriz olacaktır.

Biraz önce bahsettiğim Ligny Savaşı, Waterloo’dan iki gün önce 16 Haziran 1815’te cereyan eder. Napoleon bu savaşı kazanır. Prusya ordusu 20 bin ölü ve yaralı vererek savaş meydanından ayrılır. Ancak büyük bir kısmı işler halde düzenli çekilmiştir. İki gün sonra bu birlikler Waterloo’da sürpriz bir şekilde ortaya çıkarlar. Ligny’de Prusya ordusunun çekilmesine izin verilmese, Waterloo’da iki gün sonra bir İngiliz yenilgisi çok muhtemeldir.

Waterloo Meydanı Fransız ordusuna dönük minik tepeler içermekteydi. Bu şekilde İngiliz ordusu Fransız bataryaları tarafından yıpratılamayacaktı. Wellington bunu hesaplar.

Hava ve arazi

Yağmur

Napolyon, Waterloo meydanına vardığında bir gece önce patlayan fırtına ve sağanak, savaş alanını çamur deryası haline getirmiştir. Bu çamur da askerlerin ve özellikle topların ilerlemesini çok yavaşlatır. Napolyon fırsatı kaçırmamak için alışık olduğu üzere saldırı emrini vermek ister ancak mareşalleri Napolyon’u ikna ederek durdururlar. Bu sayede öğlen sıcağında çamur biraz kuruyuncaya kadar iki ordu birbirine öylece seyrederler.

Yağmur İngilizlere de çok yaramıştır zira Fransız Howitzer mermileri çamura gömülüp patlayınca şarapnellerini saçıp beklenen etkiyi verememiştir.

Hougoumont çiftliği

Savaş meydanının tam ortasında Hougoumont adında bir garip çiftlik evi vardır.  Wellington’da savunma nedir bildiğinden içeri üç bölük muhafız ve bir bölük de Prusyalı tüfekçiler görevlendirir. Bu tüfekçiler yivli namlular kullandığından Hougoumont’u almaya gelen Fransızlara çok fazla kayıplar verdirirler. Hougoumont alınamadığı müddetçe de İngilizlerin siper aldığı yükseltinin yakınlarına gelme ve manevra yapma şansı kalmaz. Bu müstahkem mevki akşamüstüne kadar Fransız askerlerinin gelip gidip cesetler bıraktığı bir yere dönüşür. İki kere Fransızlar tarafından ele geçirilir ancak Buckingham Sarayı’nın meşhur muhafızları olan Coldstream Muhafızları tarafından tekrar alınır. Hougoumont, tarihte herhalde uğrunda en fazla insanın öldüğü bir çiftlik haline gelir.

Hougoumont üzerine baskı sürerken İmparator ilk dalga piyadesini İngiliz merkez cenahına gönderir. Fransız büyük bataryaları da bu sırada düşman merkezini dövmektedir. Ancak düzgün nişan almak için geride kalmışlardır. Wellington kısa mesafede çok yüksek yoğunluklu tüfek ateşiyle ön sıranın moralini yıkarak askerin çekilmesini sağlamakta; yaklaşan düşmanın gücünden ziyade moraline oynamaktadır.

Yine Von Blücher

Ancak bunlara rağmen Wellington çok iyi biliyordu ki Prusya orduları zamanında gelmezse direnemezdi. Wellington işte tam da orada ”Ya bir an önce gece gelmeli ya da Von Blücher gelmeli’’ diyerek Fransız süvarileri karşısında ne kadar zor durumda olduğunu belirtir. Ancak gece gelmeden önce imdada Von Blücher yetişir.

Napolyon bu sırada oturduğu yerden doğuda bir hareketlenme görür. Altıncı hissi ona gördüğü hareketin Prusya ordusu olduğunu söyler; haklıdır. Yaverine hemen Mareşal Grouchy’e topların sesine gelmesini yazdığı bir emri iletir. Nitekim Grouchy o sırada bir yerlerde hayali Prusyalıları kovalamaktadır. Emri akşam saat 18’e kadar alamayacaktır. Daha önce anlattığım gibi Grouchy Waterloo’dan gelen top seslerini duyduğu halde muharebe alanına yetişmek yerine bulunduğu yerde oyalanır durur...

İmparatorluk muhafızları ve savaşın sonu

Savaşın sonunda Napoleon elinde kalan son kartını oynar. O güne dek hiç yenilmemiş ve hiç kaçmamış imparatorluk muhafızlarını (Le Garde Imperiale) yedi tabur olarak savaşa sürer. Muhafızların görünmesi orduya yeni bir canlılık getirir. Zira yaşlı muhafızlar Napolyon’un çocukları gibidir. Kırk yaşın üzerindeki bu en deneyimli askerler yoğun tüfek ateşi altında İngiliz merkezine yüklenirler. İlk yarattıkları etki korkunçtur. Bombardımandan ve tüfek ateşinden bitap düşmüş olan İngiliz muhafızları geriye doğru çekilirler. Ancak Wellington tehlikeyi daha muhafızlar yürümeye başlarken görmüştür. Eli silah tutan herkesi meşhur yokuşunun arkasına silah doldurtup yere yatırır. Yaşlı muhafızlar merkezi kırdık sanarak yokuşu tırmanıp tepesine geldiklerine İngilizler ayağa kalkarak çok yoğun bir yaylım ateşiyle ilk gelen sırayı düşürürler. Muhafızlar direnir ancak ilk anlık şaşkınlığı üzerlerinden atamazlar. Çok yoğun zayiat verip çekilmeye başladıklarında Fransız ordusunda moral sıfıra iner. Zira yaşlı muhafızların kaçtığını daha gören duyan olmamıştır. Onlar da kaçıyorsa bu iş bitmiştir diye düşünülür.

Muhafızlar kaçmaya başladıkları zaman Wellington, atı Copenhagen’in üzengileri üzerinde doğrulur, şapkasını çıkarıp öne arkada sallar ve hücum işareti verir. Birleşik Prusya, Hollanda ve geriye ne kaldıysa İngiliz ordusu, Fransız ordusuna son bir hücuma kalkar.

Savaşın hemen sonunda İngilizler kaçmayan ancak teslim de olmayan yaşlı muhafızlara artık savaşın bittiğini, silahlarını indirmelerini telkin eder ancak muhafızlar ölmeyi seçer. “La Garde meurt, elle ne se rend pas!” (Muhafız ölür teslim olmaz) diyerek silahlarını İngilizlere doğrultur, vurulurlar. Tüm bu olanları uzaktan izleyen Napolyon’un ise ağladığı ve şöyle dediği rivayet edilir: “Kendimden başka hiç kimse düşüşümden sorumlu değildir. Ben, kendimin en büyük düşmanı, felaketli kaderimin nedeniyim.”

Fransa böylece yenilir.

Napolyon’un sonu

Fransız ordusu, 51 bin kişiyle geldiği meydanda 28 bin ölü ve yaralı, 8 bin esir ve 15 bin kayıp bırakır. İngilizler ve müttefikleri Hollandalılar 17 binlik ordularından 3500 ölü, 10.200 yaralı, 3300 kayıp verirler. Prusyalıların 7 binlik kolordusunun 1200’ü ölü, 4400’ü yaralı, 1400’ü kayıptır.

Savaş İmparatorluk Fransa’sının sonudur. Napolyon birkaç çekilme harekâtıyla Paris’e kadar ulaşmış, daha sonra teslim olmuş ve İngiltere’ye götürülmüştür. Ancak karaya çıkmasına izin vermezler. Gemide bir süre tuttuktan sonra artık asla kaçamayacağı bir yere, Atlantiğin ortasındaki herhangi bir kara parçasına en uzak olan adaya, Saint Helena’ya sürerler.

Napolyon, St. Helena adasında sürgündeyken, İngiliz basınının kendisi hakkındaki yazdıklarını öğrenmek için İngilizce öğrenir.  

1821 yılına gelindiğinde Napolyon hala eceliyle ölmeyince İngiltere Kralı 4.George’un bizzat emriyle zehirlenerek öldürüldüğü rivayet edilir. Onun esir halinden bile İngilizler korkmuşlardır. Zaten 19 yıl sonra 1840 yılında Fransızlar, Napolyon’un naaşını almak için adaya gidip de mezarını açtıklarında naaşın hiç bozulmadığı fark ederler ve vücudunda yoğun şekilde arsenik olduğu tespit edilir.

Ancak bu rivayet kuşkuludur. Araştırmacılar, imparatorun saçlarındaki zehir oranının şu anki standartların 100 katı olduğunu, ancak o dönem için bu durumun alışılmadık olmadığını belirtirler. Çünkü o dönemde arsenik her yerde yaygın olarak kullanılır, örneğin arsenik, sıvı ilaçlarda ya da yapıştırıcı maddelerde kullanılır, ayrıca bağcılar fıçıları temizlemekte bu zehirden yararlanırlar. Otopsiyi yapan Napolyon'un doktoru Francesco Antommarchi, imparatorun mide kanserinden öldüğünü söyler...

Napolyon'un cenazesi 1840 yılında Paris'e getirilerek Paris'teki Fransız ordusuna ait asker mezarlarının bulunduğu İnvalides'e gömülür.

Fransız siyaset adamı, dışişleri bakanı ve 1815 Viyana Kongresi'nin mimarlarından olan Talleyrand anılarında Napolyon’un son sözlerinin  ‘’Josephine’’ (sevgilisinin adı) ve ‘’Grande Armée’’ (Fransız Ordusu) olduğunu yazar. (''Balyoz'' ve ''Ergenekon'' kumpaslarında kumpası yapanlar, kumpası seyredenler, kumpasa yardımcı olanlar, kumpasçılarla işbirliği yapanlar ve ''FETÖ'' ihanetiyle kendi ordusunu tarümâr edenler bu sözden hiçbir şey anlamazlar tabii ki!)

History Channel’de yayınlanan Waterloo belgeselinde şöyle deniyor: "Napolyon, kıyaslandığında Büyük İskender, Büyük Frederik, Sezar ve Hannibal'den daha fazla savaş görmüş ve kazanmış biri, ama biz onu sadece Waterloo ile hatırlıyoruz, ne büyük bir trajedi."

Waterloo öncesi Fransa aslında Prusya, İngiltere gibi büyük devletlere barış ilan etmişti, ancak hiç biri bunu kabul etmedi, hepsinin isteği Napolyon belasından sonsuza dek kurtulmaktı. İngiltere, Prusya ve İsveç hemen birleşti, bu orduların başına da Napolyon'dan en fazla nefret eden adamları; Wellngton Dükü Arthur Wellesley’i, Prusyalı General Von Blücher’i ve İsveç'ten Napolyon'un kişisel düşmanı Bernadette’yi getirildiler. Zor durumdaki Napolyon yine de bir savunma savaşı düşünmedi, ona göre savaşı kazanmanın en iyi yolu ne olursa olsun hücum etmekti. Napolyon askerî alanda bir hücum ustasıydı, buna karşın Wellngton dükü başarılı bir savunmacı… Ama sonuç böyle tecelli etti işte.

Napolyon neden yenildi?

Napolyon neden yenildi sorusuna cevap bulmak da 1815’ten bu güne her tarihçinin uğraşısı haline gelmiştir. Böyle yenilmez bir adamın ne olursa olsun bu şekilde hüsrana uğramaması gerekirdi? Elbette Napolyon'un bu savaşı kaybetmesinin bazı nedenleri vardı, işte bu nedenler de şöyle sıralanıyor:

Kimi tarihçiler Napolyon’un savaş sırasında müthiş mide ağrısı çektiğinden bahsederler. Onlara göre Napolyon midesinden yıllarca rahatsızlık duyuyordu. Hatta Napolyon basurdu. Napolyon savaş günleri yürümeyecek, hareket edemeyecek kadar ağrı çekiyor, buna rağmen savaş yönetmek, saatlerce at üstünde koşturmak zorunda kalıyordu. Bu rahatsızlıklar ve özellikle basur nedeniyle Napolyon at üzerine binip ordusuna etkili şekilde tesir edemiyordu. Ancak bu neden tek başına yeterli bir neden değildi…

Çoğu tarihçilerin hemfikir olduğu bir neden de Napolyon’un, yerler çamurlu ve elverişsiz olduğunu görerek topların geçemeyeceğini ve etkili olamayacağını düşünerek yarım gün bekleyip zaman kaybetmiş olmasıydı. İşte bu zaman, İngiliz-Prusya ordusunun birleşmesini sağlamıştı…

Ancak yenilginin en büyük nedeni çok daha başkaydı…

Napolyon, Rusya hezimetinin ardından tutulduğu Elbe adasından kaçtıktan sonra iktidarı tekrar ele aldığında, aslında savaş Napolyon'un düşünmesi gereken son şeydi. Fransa’nın mali durumu çok kötüydü. Ordu ise savaşa hiç de hazır durumda değildi. Ancak Moskova Fatihi Napolyon elde ettikleriyle yetinmedi, düşüşte olduğunu kabullenmedi, tekrar yükselişe geçmek istedi, tekrar tüm Avrupa’ya kafa tuttu.

Napolyon artık eskisi gibi de değildi. Napolyon’un kibri savaşı kaybetmesinde en büyük etken olduğu değerlendirilir. Napolyon artık sinirli, kibirli ve gergindir.  Kararlarında bazen çıldırmış bir ruhtan kesitler görülür. Napolyon bu nedenlerle kendisini odaklandığı muharebeye ve hazırlıklarına veremez hale düşer.  Napolyon’un kibri, siniri ve gerginliği emrindeki generallerin ahengini ve dengesini bozar. Generallerinin Napolyon’u hoşnut etmek için sarf ettikleri telaşlı çaba kötü kararlar almalarına ve yanlış stratejiler seçmelerine yol açar... Askerler, özellikle Mareşal Ney, onun savaşı yönlendirmediği zamanlarda verdikleri başarısız ve riskli emirlerle ordunun telef olmasını sağlar. Bu şekilde bu generaller ordunun manevra kabiliyetini çok azaltırlar. Askerler ayrıca Napolyon’un bu tavırları nedeniyle imparatorlarına eskisi kadar bağlılık duymazlar. Rusya hüsranının da etkisiyle orduda artık eski kendine güven de kalmamıştır.

Tabii hep kaybeden Napolyon tarafından bakmayalım.  Napolyon’un karşısında diğer tarafta da bir savunma dehası Wellington vardır, Prusya'nın yaşlı kurdu Von Blücher ve Braunschweig askerlerinin destansı savunması vardır, savaş alanının tam ortasında bir Hougoumont Çiftliği ve bu çiftliği savaş öncesinde çok iyi tahkim eden Wellington’un dehası vardır. Bir gün önce yağan yağmur nedeniyle çamur deryasına dönen muharebe sahası vardır.

Yani sebep çoktur. Zaten tek bir sebepten olması da beklenemez. Ne yani koca Avrupa’nın kaderini kökten değiştirecek bir savaş, Napolyon’un basuru yüzünden mi kaybedilmiştir?

Sebepler çok ancak ben bilirsiniz şiirleri çok severim. Napolyon’un yenilgisinin sebebini yine bir şiirle bitirelim. Victor Hügo Sefiller’de bu sebepleri tam da burnundan kıl aldırmayan bir Fransız’a özgü kibir ve gururla savaşı da özetleyerek şöyle yazardı:

‘’Napoleon neden yenildi?

Ortalığı bataklığa çeviren lanet yağmur yüzünden mi?
Ordusu kalmayan, teslim olmak üzere olan Wellington yüzünden mi?
Savaşa gelmeyen, hiç savaşmayan Blücher yüzünden mi?
Hayır.
Tanrı yüzünden!
Waterloo’dan galip ayrılan bir Bonaparte….’’

Waterloo’dan günümüze

Wellngton dükü Napolyon'u yendikten sonra büyük sükse yaptı. Napolyon'a olan kini öylesine büyüktü ki, onun metreslerini bile topladı, siyasete atılıp İngiltere başbakanı oldu. Blücher en büyük düşmanını yok etmenin zevkiyle üç yıl daha yaşayıp öldü. Napolyon ise Rusya'yı, Osmanlı İmparatorluğu’nu, İngiltere’yi, tüm Avrupa'yı, Afrika’yı istila etmek hülyalarıyla başladığı atılımını sürgünde, zalim İngiliz valisinin kendisine göz açtırmadığı bir adada, yaşlı, hasta ve yatalak bir eski imparator olarak tamamlamış oldu.

Yazıma son vermeden size halen birisi Londra’da diğeri de Paris’te bulunan iki garın ismini vereceğim. Londra’dakinin ismi ‘’Waterloo Garı’’, Paris’tekinin ismi ise ‘’Austerlitz Garı’’dır. (Napolyon Savaşları'nın ilk muharebesi olan ve Napolyon Bonapart'ın kesin zaferi ile sonuçlanan savaşın adıdır Austerlitz.) Anlıyorsunuz değil mi?

Gelelim Waterloo Savaşı’nın günümüzle olan ilişkisine… Bunu da büyük tarihçi İbn-i Haldun o muhteşem eseri Mukaddime’sinde söylemişti zaten: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer...” Askerlik sanatı sadece askerleri ilgilendirmez... Şirketlerden ticarete, sanayiden ekonomiye, futboldan siyasete her kurum ve kişiyi ilgilendirir. Artık bu geçmişin kime ve neye benzediğine de siz karar verin!

Her Firavun'un bir Musa'sı varsa her Napolyon'un da bir Waterloo'su vardır! Tarih baba bunu böyle söylüyor...

Osman AYDOĞAN

Ve bir not:

Bu yazımı okuyan okuyucularım arasında asker kökenli olup da Mekteb-i Harbiye ve Erkân-ı Harbiye'de harp tarihinin tahsilini yapan okuyucularım da var... Onlara bir sorumdur: Sahi sizlere bu mekteplerde Avrupa'nın dönüm noktası olan ve dünyanın kaderini değiştiren bu Waterloo Savaşı'nın nesini okutmuşlardı?

Abba, Waterloo:

https://www.youtube.com/watch?v=Sj_9CiNkkn4

Iced Earth, Waterloo:

https://www.youtube.com/watch?v=FQv2cGp75PM

Sergei Bondarchuk’un ‘’Waterloo’’ filminden kısa bir bölüm:

https://www.youtube.com/watch?v=7vlcuvrM1po

Napolyon'un sözleri

Konuyu dağıtmamak için Napolyon'un kayda değer çok sözü olmasına rağmen önemli gördüğüm sözlerini buraya aldım...

Napolyon’un askerlikle ilgili sözleri:

‘’Düşman tesiri altındaki bir komutanın vereceği emir yoktur, kim ona uyarsa suçludur.'’

‘’Bir asker bir parça renkli kurdele için uzunca süre özveriyle savaşır.’’
‘’Savaşta ahlak olmaz.’’
‘’Her zafer zafer değildir, her yenilgi de yenilgi değildir.’’
"Savaşın bir gününü görseydiniz, bir diğerini görmemek için tanrıya yalvarırdınız."
‘’Düşmanınızı asla hata yaparken rahatsız etmeyin.’’
“Beni sevmeniz gerekmez, benim için ölün yeter!”

''Tanrı her zaman daha fazla cephanesi olan tarafın yanındadır.''
‘’Ordular midelerinin üzerinde yürür.''

Napolyon’un diğer sözleri:

"Ahlakın olmadığı yerde kanun bir şey yapamaz."

‘’Lider umut dağıtandır.’’
‘’Aşka karşı kazanılabilecek tek zafer kaçıştır.’’
‘’En güzel savaş, insanın kendi öz varlığı ve tutkularına karşı giriştiği uğraştır.’’
‘’Alkış, oy değildir.’’
‘’En büyük suç umutsuzluktur.’’
‘’Güç ortaya çıkınca kanunlar zayıflar.’’
‘’Hayata olan bağlılık kesildikçe ölüm gelir.’’
‘’Konuşmalarıyla dalkavukluk yapan insan iftira atmaktan da çekinmez.’’
‘’Beni sevmenizi değil, bana canla başla hizmet etmenizi istiyorum.’’
"Yukarı çıkarken durulabilir, ama aşağı inerken asla."
‘’İnsanlar çıkarları için, hakları için olduğundan daha gayretli savaşır.’’
"Din, sıradan insanları sessiz tutmak için mükemmel bir araçtır."
"Toplum servet eşitsizliği olmaksızın ve servet eşitsizliği de din olmaksızın var olamaz." 
''Aptallık siyaset için bir handikap değildir.'' 
‘’Üç gazete beni yüz sancaktan daha çok korkutur.’'
"Öfkelenmeyecek kadar güçlüyüm."
"Devletimizin zenginliği eninde sonunda matematiğin ilerlemesine bağlıdır."
''Seninle aynı fikirde olmadıklarını söyleyenlerden korkma, seninle aynı fikirde olmayıp ta bunu söyleyecek cesareti olmayanlardan kork.''
‘’Dünya çok acı çekiyor. Ama kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden.’’




NATO Zirvesi ve Türkiye’nin Afganistan’da görev talebi

17 Haziran 2021


Francisco Goya (1746 - 1828), Romantizm akımının önde gelen isimlerinden olan İspanyol ressam ve gravür sanatçısıdır. İspanyol saltanatının saray ressamı olarak çalışan Goya'nın eserlerinin yaşadığı döneme ait bilgi veren önemli belgeler olduğu düşünülür. Portreleriyle de ün kazanmış olan ressam, sanatındaki yaratıcı ve yıkıcı öğeler ve cesur resimleriyle kendisinden sonra gelen Manet, Picasso ve Francis Bacon gibi isimleri etkilediği düşünülür. Modern sanatın öncülerinden biri olarak kabul edilen ressamın eserlerinin büyük bir bölümü Madrid'de Museo del Prado'da (Prado Müzesi) sergilenmektedir.

Goya’nın 1814 yılında tamamladığı ve halen Madrid'deki Prado Müzesi'nde sergilenen iki ünlü tablosu var. Bunlardan birisi; ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosu, diğeri ise; “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” tablosu.

Tabloların da öyküsü de şöyle:

Napolyon, Fransa’ya cumhuriyeti getirme masalıyla başa geçtikten sonra çevresine baskı kurarak kendini imparator seçtirir. Kilisede kendisine taç giydirir. Ondan sonra da içeride iktidarını perçinlemek için ilk iş olarak İspanya’ya saldırır. Goya işte bu tabloları Fransızların 1808'de Madrid'i işgali sırasında, Napolyon'un ordularına direnen İspanyolların anısına çizer. Bu direniş aynı zamanda Yarımada Savaşı'nın da tetikleyicisi olur.

Goya, Aragonca yazdığı bir mektupta bu tabloları yapma amacını şöyle açıklar: ‘’Avrupa'nın zorbalarına karşı giriştiğimiz şerefli ayaklanmanın en olağanüstü ve kahramanca hareketlerini fırça darbelerim ile ebedileştirmek.’’

Bu tabloların fotoğraflarını yazımın altında veriyorum.

Bu tabloların konuları ise şu şekildedir:

Goya; ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosunda Fransız Ordusu saflarında işgal kuvveti olan Memlûklere saldıran İspanyol direnişçileri tasvir eder.  

Goya; “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler’’ isimli tablosunda ise adı belirtilen tarihte Fransa güçlerinin işgal ettiği Madrid’de sivil halkı kurşuna dizmesini işler. Kurşuna dizilenler ise Goya'nın diğer tablosunda yer alan Memlûklere saldıran direnişçilerdir. Bu kurşuna dizme bir nevi Memlûklerin intikamının alınması gibidir.  

Şimdi diyeceksiniz ki ‘’Bu adam kafayı tarih ile bozmuş... Konumuz sanat tarihi mi? Francisco Goya’nın tabloları ile yazının başlığında yer alan ‘NATO zirvesi ve Türkiye’nin Afganistan’da görev talebi’ ile ne ilgisi var?’’

Hiç ilgisi olmaz olur mu?

Hep söylerim ya ''sanat ve edebiyat hayatın aynasıdır'' diye, ''sanatçılar çağının tanığıdır'' diye…

Tabii ki bu tabloları anlatmaktan amacım ne Goya’yı tanıtmak ne de İspanyolların direnişini anımsatmak. Amacım NATO zirvesi ve Türkiye’nin Afganistan’da görev talebi ile ilgili bu tabloda var olan küçük bir ayrıntıyı göz önüne getirmek: O da tabloda yer alan Memlûklerin varlığı…

 ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosunda yer alan Müslüman Memlûkler zorla Mısır'dan getirilmiş değillerdi. Memlûklerin Fransa yanında yer alması o zamanki Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın tamamen güce olan sevgisinden, güçlünün yanında yer alma kaygısından, yağcılığından, yardakçılığından ve güçlü ile işbirliği yapmak sevdasından kaynaklanmaktaydı. Bu şekilde Fransa'nın İspanya'yı işgali sırasında Memlûkler resmen Fransa'nın tetikçisi olurlar.

Zaten Memlûk sözcüğü de Arapça "me-le-ke" fiil kökünden türetilmiş, çoğulu "Memlûkun" veya "Memâlik" olup, "efendisinin buyruğu altındaki köle" anlamına gelmekteydi!...

Yani Müslümanların güce tapması, efendilerinin buyruğu altında köle olması ve Batı'nın da Müslüman kullanması yeni değildir. Birinci Dünya Savaşında emperyalistlerle işbirliği yaparak Osmanlıyı arkasından hançerleyen  Müslüman Arapları anlatmıyorum daha! Batı, Müslüman kullanmayı her zaman ve her devirde sevmiştir. Müslümanlar da her zaman ve her devirde güçlünün yanında yer almayı ve Batı tarafından kullanılmayı sevmişlerdir.

Bu konunun örneklerini vermek için çoooook çok uzaklara gitmeye gerek yoktur.

Rusya ile İngiltere arasında denge kuracağım, İngiltere’ye yaranacağım diye Kıbrıs’ı, Rus tehlikesi bahanesiyle, Mısır ve Sudan’ı ise Osmanlı borçlarına karşılık olarak tek mermi atmadan İngilizlere teslim eden, şimdiki İslamcıların ‘’Atamız’’ diye övündükleri Sultan II. Abdülhamit de Müslüman’dı…

Daha dün, 1950 yılında, Memlûkler gibi, Amerika yanında savaşmak için Kore’ye Anadolu evlatlarını ölüme gönderenler de aynı Müslümanlardı… 1958 yılında BM’ndeki oylamada Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir’in yanında değil de Fransa’nın yanında yer alanlar da aynı Müslümanlardı... 2003 yılında ABD, Irak'ı işgal ederken ABD yanında Irak'a girmek isteyenler, bu maksatla TBMM'ne tezkere sunanlar da aynı Müslümanlardı... 2004 yılında ABD yanında Afganistan'a Anadolu evlatlarını gönderenler de aynı Müslümanlardı...

Müslüman Ortadoğu’yu paramparça etme planı olan BOP'nin eşbaşkanı olanlar, ABD askerinin işgal ettikleri Irak’tan kazasız belasız dönmesi için dua edenler, Yahudilerden Üstün Cesaret Madalyası alanlar da Müslümandı…

Daha yeni Mayıs 2017’de ABD Başkanı Trump’ın yaptığı Riyad ziyaretinde, ABD ile 100 milyar dolarlık silah antlaşmasını imzalayanlar da aynı Müslümanlardı… Bu anlaşmaya göre ABD tarafından Suudi Arabistan’a satılacak silah tutarı önümüzdeki 10 yılda 350 milyar dolara ulaşacaktır. Sahi siz bu silahların Filistin'i savunmak amacıyla İsrail'e karşı kullanılacağını mı düşünüyorsunuz!

Yukarıda da anlattığım gibi 2000’li yılların başı, özellikle Bush ve Obama dönemleri ılımlı İslam adı altında ABD ile dans edenler de aynı Müslümanlardı... Bu çerçevede ülkemiz içinde de ABD'nin kucağına oturmuş sümüklü bir vaiz bozuntusunun çetesiyle içeride onun ne istediyse veren iktidardaki işbirlikçileri ile ülkede Cumhuriyetçi, laik, ulusal, yerli, milli, yurtsever ve anti Amerikancı karakterde ne kadar kişi, kurum ve kuruluş varsa hepsini kumpaslarla tarumar edenler de aynı Müslümanlardı…   

Kısaca 21’inci yüzyıldaki İslam dünyasına yapılan ABD öncülüğündeki modern Haçlı seferlerine en büyük desteği sağlayanlar yine aynı Müslümanlardı... (‘Haçlı seferi’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, pardon Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemişti.)

Daha dün, evet dün ABD, tüm Ortadoğu’yu parçalayıp da sınırlarını değiştirirken, ABD tüm Ortadoğu’yu bir ateş topuna çevirirken ve İsrail’e bulunduğu bölgede dikensiz bir gül bahçesi sunulurken onun müttefiki ve eşbaşkanları yine aynı Müslümanlardı…

Bu Müslümanlarda can çıkar ancak huy çıkmazmış…

14 Haziran 2021 tarihinde yapılan NATO Zirvesi’nde Türkiye, NATO güçlerinin çekilmesinin ardından Kabil'deki Hamid Karzai Uluslararası Havalimanı'nın güvenliğini üstlenmeye devam etme teklifinde bulunuyor… Hani derdi ya İbn-i Haldun: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer…”  

Tarihe not düşmek için ikinci bir Francisco Goya bulunur elbet!

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Aşağıdaki birinci resim: Goya'nın ''2 Mayıs 1808 Memlûklerin Saldırısı'' tablosudur. Memlûkler bu tabloda görülmektedir.  İkinci resim ise Goya’nın “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” tablosudur. Bu tabloda ise Memlûklere saldıran direnişçilerin kurşuna dizilmesi tasvir edilir. Goya’nın özellikle “3 Mayıs 1808 Kurşuna Dizilenler” tablosu sanat tarihinde önemli bir yere sahiptir.

  

 




Ne kadınlar sevdim zaten yoktular

16 Haziran 2021


Dün Attila İlhan’ın doğum günüydü. Attila İlhan yaşasaydı 96’ıncı yaş günü olacaktı. Attila İlhan, tam 96 yıl önce dün 15 Haziran 1925 günü İzmir Menemen’de doğmuştu… Ben de dün Attila İlhan’ın pek de bilinmeyen iki şiir kitabı ile anmıştım: 12 Mart dönemini anlattığı  ‘’Tutuklunun Günlüğü’’ ve 12 Eylül dönemini anlattığı ‘’Korkunun Krallığı’’...

Ancak Attila İlhan’ın çok ama çok sevdiğim bir şiiri var ki Attila İlhan’ı bu şiiriyle de anmasam olmazdı… 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir’’ derdi. Bu şekilde de hem de ben sizi şiirden mahrum bırakmamış olurum…

Murathan Mungan ‘’Türkçe’yi çok iyi kullanan bir yazardır, şairdir… Mungan bu özelliğini de şöyle anlatır: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin."

İşte Attilâ İlhan da Murathan Mungan’ın tarif ettiği Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen üç-beş yazardan birisidir. Attilâ İlhan içimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan bir şairdir.

‘’Hiçbir dil insanın hissettiklerini anlatmaya muktedir değildir derler’’ ama sanırım bu ifade Murathan Mungan ve Attila İlhan gibi şairler için geçerli değildir.

Şimdi gelelim Attila İlhan’ın o çok sevdiğim şiirine…

Böyle Bir Sevmek

‘’Böyle Bir Sevmek’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2016) Attilâ İlhan'ın sekizinci şiir kitabının adıdır. ‘’Böyle Bir Sevmek’’ şiiri ise kitaba ismini veren Attila İlhan’ın en güzel şiirlerinden birisidir.


Bu şiiri Attilâ İlhan Ankara’da yaşarken yazar ve kitabının ‘’Kavaklıdere Baladları’’ adlı bölümde yer verir. İlk kez ‘’Varlık Dergisi’’nde yayımlanır, sonra Rauf Mutluay 4 Mayıs 1975'te Cumhuriyet gazetesinde yayımlar... 

Attila İlhan'ın gönüllere giren, dillere sinen ve okuyan herkes için adeta içselleşen şiirlerinden birisidir "Böyle bir sevmek".

Türk edebiyat tarihinde bir erkeğin ağzından, gönlünden, ruhundan ve kalbinden çıkabilecek en içten sözcüklerle bir aşk, bir sevda yakarışıdır ‘’Böyle bir sevmek’’.

‘’Böyle bir sevmek’’, "şöyle bir sevmek" değildir.

‘’Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir’’

Bir kadın nasıl bu kadar güzel, nasıl bu kadar hoş, nasıl bu kadar tatlı ve nasıl bu kadar masum ifade edilebilir, bir şiir nasıl bu kadar insanın ruhuna dokunabilir, insanın gözlerini nemlendirebilir, bu dizeler nasıl bu kadar güzel olabilir ki?

Bu şiir; bizlere, aşkın; karşı taraftan ziyade kendi içimizde yaşadığımız, büyüttüğümüz, putlaştırdığımız bir duygu olduğunu, içten bir dille izah eder. Çünkü âşık olduğumuz "şey" aslında çoğu zaman da bir hayalden ibarettir... 

Halil Cibran derdi zaten; ‘’Her erkek iki kadına âşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.’’

Bu duygudan, yüzyıllar önce Nedim bir gazelinde dem vurur:

"Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim 
bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana"

Dostoyevski’nin ‘’Beyaz Geceler’’ kitabında da şöyle bir bölüm geçer: "Âşık mı oldunuz? Kime?'' ''Hiç kimseye. Bir ideale. Düşüme giren kadınlara…"

Yine Dostoyevski’nin ‘’Yeraltından Notlar’’ isimli kitabında da şöyle bir ifade vardır: ‘’Hayal dünyamda bu ‘güzel ve yüce şeylere’ sığınarak ne aşklar yaşadım… Gerçek hiçbir varlıkla ilgisi olmayan, bütünüyle hayal ürünü bu aşklar sayesinde ruhum öylesine cömertçe doyuyordu ki, sonradan gerçek bir aşka ihtiyaç bile duymuyordum. Gerçek birini sevmek benim için gereksiz bir lüks olurdu.’’ 

William Shakespeare, ‘’Othello’’ isimli oyununda da çarpıcı gerçeği net bir şekilde ifade ederek son noktayı koyar: ‘’Beğendiğimiz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, aşk sanıyorsunuz!’’

İşte bu duygunun en güzelini de Attilâ İlhan anlatır:

"Yokluğum fazla uzayabilir, zaman zaman, dediklerimi dinleyerek saptarsın ki: hayatta kimse kimseyi anlayamaz, kimse kimsenin yerini tutamaz; aşk dediğimiz, ya vahim bir yanlış anlaşılmadır, ya kötü bir hayal kurma tarzı: İki kişinin ikisi de, öbürünün yerine hayal kurmaya kalkıştığından, sukut-u hayaller eksik olmaz! Sen dediğime kulak ver, kendimizden başkasını sevemiyoruz; sevdiğimiz, şahsiyetimizin dışlaştırılmış, bir başkasının üzerinde somutlaştırılmış hayali; o başkası da kendisini üçüncü bir şahıs üzerinde dışlaştırır, somutlaştırır: Arada ahenk kurulamaz, nasıl kurulsun, sevdiğimizle sandığımız farklı!

Muvaffak bir çift, yalnızlığa tahammülü yüksek iki insan manasını taşır: Çift demek, yanyana iki yalnızlık demek, beraber bile olamamış, kesişmesi bile zor! Onun için böyle bir hayatı, içine girip kurbanı olmadan yaşayacaksın, yani uzaktan. Uzaktaki, soyut, hemen hemen yok bir şahsı sevmekten güzelini tasavvur edemiyorum. Yakında olmayan sevgili tahayyülde yaşatılır, hayalde yaşamak az evvel açıkladığım kaideye uygun olarak, onu kendine benzetmektir; yanında bulunmayacağından, o buna ne itiraz edebilir, ne müdahale: Sevdiğini hayalinde değiştirdikçe, kendine benzettikçe daha çok seversin, böylece denge korunmuş olur.

Sevmek! Sevmek esasında alıp başını gitmektir, sevgiliden uzaklaşan mutlak aşka yaklaşır, sevdiğini gönlünde kendi bildiğince yeniden yaratarak..”

Hani derlerdi ya ''uzaktan sevmek aşkların en güzelidir'' diye... Attilâ İlhan da hem yazısında hem de şiirinde işte bunu söylüyor...

Yine Attila İlhan ''Böyle bir sevmek'' şiirinde de bu düşüncesini en net şekliyle ifade ediyordu: ''Ne kadınlar sevdim zaten yoktular...''

Şiiri tamamını yazımın sonunda veriyorum. Ancak bu şiiri bir kadın yazsaydı eğer, muhtemel ki bu kadar uzun uzun yazmazdı diye düşünüyorum... Uzatmadan bir dizede anlatırdı anlatacaklarını:

''Ne erkekler sevdim zaten bo....tular...''

Bu Şubat ayı gibi yazdan, ülke gündeminden, gamdan, kederden, kasvetten, kasetten, videodan, Korona'dan, NATO’dan, Biden’den, bizimkinden, Euro 2000’de Milli Takım’ın oynamadığı futboldan uzaklaşmak istiyorsanız eğer, içinizi ve ruhunuzu ısıtmak için bu şiiri okuyun derim.

Çünkü böyle bir sevmek görülmemiştir...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Böyle Bir Sevmek

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular 
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir 
Azıcık okşasam sanki çocuktular 
Bıraksam korkudan gözleri sislenir. 

Ne kadınlar gördüm zaten yoktular 
Böyle bir sevmek görülmemiştir   
Hayır sanmayın ki beni unuttular 
Hala arasıra mektupları gelir 
Gerçek değildiler birer umuttular 
Eski bir şarkı belki bir şiir 

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular 
Böyle bir sevmek görülmemiştir   
Yalnızlıklarımda elimden tuttular 
Uzak fısıltıları içimi ürpertir 
Sanki gökyüzünde bir buluttular 
Nereye kayboldular şimdi kimbilir 

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular 
Böyle bir sevmek görülmemiştir.  

Attila İlhan




Korkunun Krallığı


15 Haziran 2021


Attila İlhan yaşasaydı bugün kendisinin 96’ıncı yaş günü olacaktı. Attila İlhan, tam 96 yıl önce bugün 15 Haziran 1925 günü İzmir Menemen’de doğmuştu…

Attilâ İlhan içimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan bir şairdi. ‘’Hiçbir dil insanın hissettiklerini anlatmaya muktedir değildir derler’’ ama sanırım bu ifade Attila İlhan gibi şairler için geçerli değildir.


Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir’ diye…Ben de Cicero’nun bu sözüne uyarak Attila İlhan’ı 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinin baskıcı, her türlü özgürlüğü yok eden, sindirici, kanatıcı, çürütücü ortamını anlattığı iki şiir kitabı ile anmak istiyorum: 12 Mart dönemini anlattığı  ‘’Tutuklunun Günlüğü’’ ve 12 Eylül dönemini anlattığı ‘’Korkunun Krallığı’’...

Tutuklunun Günlüğü

İlk baskısı 1973 yılında yayımlanan "Tutuklunun Günlüğü’’ (İş Bankası Kültür Yayınları, 2014) kitabı Attila İlhan’ın kendi deyimi ile 12 Mart ara rejiminin olayları ve çağrıştırdıklarının toplamı ve bir bileşkesi olan bir şiir kitabıdır…


‘’Tutuklunun Günlüğü'’ kitabı; 12 Mart sonrası karanlığının; kahırlar, sıkıntılar ve dile getirilmemiş öfkeler içindeki insanın iç gerilimini Attila İlhan’ın isyancı ruhuyla dile getirdiği şiirlerden oluşuyor…

‘’Tutuklunun Günlüğü'’ kitap tanıtım sayfasında özetle şöyle yazar:

‘’Tutuklunun Günlüğü'nde Attilâ İlhan, klasik Türk şiirinin sesini, havasını yeni, çağdaş ve toplumsal bir içerikle doldurarak yeniden kuruyor. Bir kısmı şarkı olmuş; zaten müziği içinde saklı bir sesi olan şiirler, notalarla kolayca sarmaş dolaş oluvermiş: "gün döndü geceler uzar hazırlık sonbahara / o mâhur beste çalar müjgân'la ben ağlaşırız". "incesaz", "rubailer", "deniz kasidesi".. her birine darbelerin yaraları, bunalımı, acıları, dehşeti sızmış, simgesel, derin mi derin şiirler.. ve "teleks"; içeriği de, yapısı da metropolü, acımasız çarkları, yabancılaşmayı bir teleks hızıyla anlatıyor...’’ 

Kitabın bölümleri: ‘’Tutuklunun Günlüğü’’, ‘’İncesaz’’, ‘’Teleks’’, ‘’Bulut Günleridir’’ ve ‘’Zincirleme Rubailer’’… Attila İlhan, 12 Mart ara rejiminin çağrışımlarını klasik Türk şiirinin ve musikisinin etkisiyle en iyi şekilde “incesaz” bölümünde yansıtıyor… 

Hepimizin bildiği ve şarkısı da yapılan ‘’Sultan-ı Yegâh’’ şiiri de bu bölümde yer alır… Sultan-ı Yegâh şirininin bir dizesini veriyorum… Şiir sanıldığı gibi bir aşk şiiri değildir. Şiir, 12 Mart sonrasının karanlığını anlatır: (Attila İlhan şiirlerinde hep küçük harf kullandığı için şiirlerini orijinal haliyle veriyorum)

‘’bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak
su yasak rüzgâr yasak açık kapılar yasak
belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın’’

Attila İlhan Tutuklunun Günlüğü’ndeki “incesaz” bölümündeki şiirleri nasıl bir duygu içerisindeyken yazdığını ve neden şiirlerine makam adları koyduğunu kitabının ‘’meraklısına notlar’’ bölümünde şöyle açıklıyor: 

'’12 Mart sonrasının bunalımlı günleriydi, onun için de şiirlerin bütününe hem o bunalımın karamsarlığı hem de o ara günlük bir gerçek hâlinde duyulan ölüm düşüncesi egemen oldu. Türk musikisi makamlarından en çok sevdiklerimin, biraz da ritimlerinden esinlenerek yazılmış şiirlerdir. İçerikleri bir yandan geleneksel şarkı düzeninin rintliğini, bir yandan da çağdaş, -o günler için belki de hatta güncel- sorunların heyecan ve üzüntülerini kapsar...’’ 

Attila İlhan yine bu kitabında o karanlık günleri ve çözümü şöyle tasvir eder: 

“kim bırakmış yalnızlığıma bu hüzzam şarkıyı
kimin bu karanlık kimler sürgülemişler kapıyı
İnsan olan bağlar her koptuğu yerden yaşamayı”

Korkunun Krallığı 

İlk baskısı 1987 yılında yapılan ‘’Korkunun Krallığı’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004) ise yine Attila İlhan’ın kendi deyimiyle 12 Eylül rejiminin olayları ve çağrıştırdıklarının toplamı ve bileşkesi olan bir şiir kitabıdır.


Bu kitabın tanıtım sayfasında da şöyle yazıyor: 

‘’İnsanlığa has duygulardan; aşktan, özlemden, acıdan, öfkeden şiirler yaptı bize. Yaşadığımız dünyayı değiştirebileceğimizi söyledi mısra mısra. Bu yüzden de korkuttu ‘kral’ları Atilla İlhan... Bu kitapta okuyacağınız şiirler, bu ülkenin kocaman bir ‘Korku Krallığı’na dönüştüğü 12 Eylül döneminde yazılmış ve o dönemin baskıcı, her türlü özgürlüğü yok eden, sindirici, kanatıcı, çürütücü ortamını anlatıyor. Sirenler çalıyor mısralarında; zincir şakırtıları kol geziyor, sokaklardan kan sızıyor, bir insan ağlıyor bazen, bir kadın acıdan sarhoş oluyor.’’ 

Korkunun Krallığı kitabı, şu yedi bölümlerden oluşuyor: “geceleyin sokaklar”, “korkunun krallığı”, “yalnız gezerin notları”, “serbest gazeller”, “incesaz”, “eskiden başka kızlar” ve “o eski adamlar”…

Bu yazımda da esas olarak kitabın ‘’incesaz’’ bölümünü anlatacağım… 

Korkunun Krallığı, İncesaz Bölümü 

Attila İlhan, kitabının ‘’meraklısı için notlar’’ kısmında ‘’İncesaz’’ bölümünü şu şekilde tanıtıyor: “Türk musikisi makamlarından, Divan şiirinin ‘şarkı’ formunda, müseddesler, muhammesler yazmak, epeydir keyifle sürdürdüğüm bir uğraş! Keyfimin iki sebebi var: birincisi, ‘meraklı’ okurların, gerçekte ‘serbest vezinle’ yazılmış bu şiirleri, ‘aruz’la yazılmış zannedip, ciddi ciddi, feilâtün mü yoksa mefâilün mü örgüsüne oturtulduğunu aramaları; ikincisi, ritmin dolayısıyla veznin ve kafiyenin horgörüldüğü günümüzün şiir ortamında, bunların bir şiirin oluşmasında –daha da önemlisi yaşamasında- ne kadar etkili olduğunu göstermesi...’’ 


Kitapta, 12 Eylül rejiminin çağrışımları “incesaz” bölümünde dolaylı bir ifadeyle anlatılıyor. Attila İlhan; bu bölümde şiirlerine klasik Türk musikisi makamlarının isimlerini veriyor: “şehnâz”, “hüzzam”, “acemşiran”, “hisar buselik”, “şetaraban”, “sûz-i dil-ârâ” ve “bestenigâr”... 

Şimdi bu şiirlerden de kısa kısa bölümler vermek istiyorum: 

Şehnâz 

‘’İncesaz”ın ilk şiiri “şehnâz” şiiridir… Şehnaz, Türk musikisinin eski ve çok sevilmiş makamlarından biridir. Farsça bir isim olan ‘’şehnâz’’; ‘’çok nazlı’’ ve ‘’çok güzel’’ anlamındadır. Bu anlama da uygun olarak şehnaz makamı bir feryâdı, bir figânı, bir ağıtı anlatan şarkılarda kullanılır… Bu makamda yazılmış en tanınmış eser, sözleri Bayburtlu Zihni’ye, bestesi Nevres Paşa’ya ait "vardım ki yurdumdan ayak göçürülmüş / yavru gitmiş ıssız kalmış otağı" mısralarıyla başlayan Şehnaz Divan'ıdır. 


Attila İlhan da ‘’şehnâz’’ makamının hakkını vererek şiirini yazar: 

‘’sinsi bir ısrarla uzamaz mı gün günden geceler
karanlık fena bastırır ürkek bir yağmur çiseler
artık ne eski ihtiras kalmış ne iyimser düşünceler
uçurumlara açıldığından gönlündeki pencereler
yoğun kötümserlik bulutları kuşatmış incesazı’’ 

Hüzzam 

Hüzzamın kelime anlamı hüzündür. Hüzzam makamı da hüzün duygularının makamıdır. Attila İlhan bu duyguyu da şiirinde hakkıyla verir: 


‘’beykoz'da bir balkonda alıngan bir ud buldular
ay buluta giriyor yıldızlarla doldu sular
ağaçlar mehtabı dağıtıyorlardı unutuldular
ölmekle sevmek hiç yakınlaşmamışlardı bu kadar
infilâk edebilirler dudak dudağa bir dokunsalar
ay buluta giriyor yıldızlarla doldu sular..’’ 

Acemşirân 

‘’Acemşirân’’ makamı Türk musikisinde dinleyende “yaşam coşkusu” veren bir makamdır… Usta şair bu makamı da şiirine ustaca döker: 


‘’oysa onun sevdiği onda elbette kendi hayalidir
varlığı değildir onun varlığına katılıp ikmalidir
aşkı ölümsüzleştiren gerçekleşmemek ihtimalidir
mutsuzluk dediğin mutluluğun her günkü hâlidir
en yoğun arzuların bilinçaltına intikalidir
cinselliğin makas değiştirmesi ve delilik tuzakları” 

Hisar buselik 

‘’Hisar bûselik’’ makamı ‘’hisar’’ ile ‘’bûselik’’ makamlarının birleşmesinden meydana gelir. Attila İlhan, 12 Eylül sonrasının kendisinde uyandırdığı korkunun ve dehşetin tesellisini hisar buselik makamından bir şarkıda bulur... 


‘’korkuyla geçen ömür görünmez bir deliliktir
mutluluk uzun sürmez mutlaka gündeliktir
ölüme yenik düşen aslında korkuya yeniktir
teselli kulağında kalmış o hisar buseliktir
hani bir zaman lâmbalarımızda yanardı’’ 

Şadârabân 

Aslı ‘’Şadârabân’’dır. Ancak Attila İlhan şirinde “şatârabân” şekliyle geçer… Lirik bir makamdır.  12 Eylül rejiminin umutsuz ve tedirgin havası bu şiirdeki dost meclisine de sirayet eder… Şiirde; çalgıların bittiği, sofraların dağıldığı bir gecenin ardından dost meclisinin akıbetinden endişelenildiği dönemin toplumda yarattığı karanlık his sembolik olarak yansıtılır. 


“…korkuların unutulduğu tumturaklı bir andı
yıldız yıldız uçuşan zilzurna şetârabân’dı
ateşten o karanfil şetârabân’a sultandı
geldiler yerle bir olduk sultanımız gitti” 

Sûzidilârâ 

‘’Sûzidilâra’’; musikiye düşkün Üçüncü Selim’in kendisinin besteleyip Türk Sanat Müziğine hediye ettiği bir makamdır. Sûzidilârâ “ateş saçan aşk” anlamına geliyor… Attila İlhan’da bu makamı şiirinde şöyle dile getiriyor: 


‘’sürün cezvelerde sürün kabarsın esmer kahveler
yakın yakın mumları büyüsün divanhaneler
çekip çekip coşmuştur mestane hanendeler
zil gibi titreşirler / aah / selatin meyhaneler
avare kuyrukluyıldız dillerde suz-i dil-ara’’ 

Bestenigâr 

Bestenigâr, Türk musikisinin en eski makamlarında birisidir. Bestenigâr, Türk musikisinde 15. yüzyıldan beri kullanılır… Nigar, Saba'nın eski adıdır. Beste de makamın dörtlü ile bittiğini işaret eder. Bu oluşumdan dolayı günümüze kadar "Bestenigâr" olarak gelmiştir. Nigâr, Farsça bir kelime olup anlamı;  "güzel yüzlü sevgili"dir. Bu nedenle "sevgiliye yapılan beste" olarak da değerlendirilir. Bu makam ayrıca Istırap, acı, hüzün, elem ve matem duygularını da taşır. 


‘’İncesaz’’ bölümünün bu son şiirinde Attila İlhan; kitabın tamamında görülen ve 12 Eylül döneminin özelliğini taşıyan endişe, korku, ümitsizlik, tedirginlik, hayal kırıklığı ve öfkeden nasıl kurtulacağının cevabını da bu şiirinde kendisi verir: 

“…gurup vakti güneş bulutlardan sıyrılınca
bir tâvus kuyruğudur menevişli kanlıca
hayata anlam veren ölümmüş anlaşılınca
ölümü aşmak için ölesiye yaşanınca
ne korkuya yer kaldı ne öfkeye ne hınca
meçhul bir kıt’a gibi keşfettiler bestenigâr’ı” 

Ve sonuç 

ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi. 


Ve bakın etrafınıza Attila İlhan gibi bir şairimiz, bir aydınımız kaldı mı? Şimdi yoksa da elbet bugünleri de yazacak şairler de çıkacaktır ortaya…

Korkunun Krallığı kitabında geçen bir başka şiir de şöyle biterdi: 

‘’tavandan yağlı bir su damlıyor
lağım karanlığında farelerin ıslığı
dört zaruret halinde dört duvar
içimiz artık büsbütün deniz
o mavi gezegen ki adına dünya denilmiştir
aslında yedi kat zindan içindeyiz’’ 

Şiirlerin ne kadar çok şey anlatabildiğini gösteriyor bu kitaplarda yer alan şiirler... Ve Attila İlhan’ın kendi kültürüyle hemhal olup çağını bir nasıl şiirleriyle yansıttığını… Ve de günlerin de birbirine ne kadar da çok benzediğini… Yaşadığımız günlerin de adıdır ‘’Korkunun Krallığı’’…

Görüyorsunuz ya, günlerdir tavandan yağlı bir su damlıyor, beyaz camlardan duyduğunuz lağım karanlığında farelerin ıslığı…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN 

Ve kitaba adını veren şiir:  

Korkunun Krallığı 

geceleri bir ıslık 

penceremin altında birileri 
beni çağırıyorlar 
(yoksa yanılıyor muyum) 
koşup bakıyorum kimseler yok 
sarayburnu'nda sis düdükleri 
mektuplarım kayboluyor posta kutusundan 
birileri çalıyor ama kim 
geçen akşam yağmuru değiştirdiler 
yumuşak başlamıştı tatlı ve ılık 
nasıl olduysa kestiremedim 
az sonra sülfirik asitti gökten yağan 
(cam iplikleri halinde yağıyor 
değdiği yeri eriterek 
duman duman) 

biryerlere gidecek oluyorum 
ardımda birileri 
hayal meyal varla yok arası 
cigaralarını avuçlarında saklamış 
gözlerinde aynalı güneş gözlükleri 
(bilmem yanılıyor muyum) 
daha dün geceyarısı 
telefonda birileri 
fakat konuşmuyorlar 
bir bubi tuzağı sessizliği hüküm sürüyor 
türlü olasılıklarla yüklü 
olağanüstü iri 
bir o kadar da tehditkar 
(bilmem yanılıyor muyum) 
beni dehşete düşürmek istiyorlar 

nasıl oluyor anlamıyorum 
gece yayın bitmiş televizyonu kapamışım 
ekranda ansızın birileri 
kapalı demir bir kapı gibi suratları 
gözleri ateş saçıyorlar 
gözlerinde tarifsiz bir hışım 
bıyıkları zifiri karanlık 
ele geçirebilirlerse beni öldürmek 
besbelli maksatları 
(yanılıyor muyum neyim) 
yanlış bir mıknatıs fırtınası içindeyim 
şişe yeşili şerare atlamaları 
şurup kırmızısı çakıntılar 
sağım solum her tarafım elektrik 
korkuyorum 
korktuğumun bilincindeyim 
birileri 
şalteri indirdi indirecek 
işim bitik 

‘’Korkunun Krallığı’’ kitabında yer alan bir başka şiir: 

Cehennem Kasidesi 

yıldızlar dağıldı yerlerinden

karardı güneş
ne akrep kaldı ne yelkovan
bilinmez hangi zaman içindeyiz
tuzruhu yağıyor bulutlardan
elimiz yüzümüz paramparça
tepeden tırnağa kan içindeyiz

insan yiyen ağaçlar kuşatmış çevremizi
nemli kadife teması yamyam yapraklarının
eflatun ve sarı
leoparlar sürüyor besbelli izimizi
uzaktan sırtlan kahkahaları
zehirli örümcekler sarmaşıklardan
hem aç hem susuz günlerdir uykusuz
çok fena kaybolmuşuz
vahşi bir orman içindeyiz

cehennemde sofra kurmuşuz
bir yanardağ sofrası
alev fıskiyeleri erimiş gümüşten havuzda
elmas sürahilerde yakut şarabı lavlar
ateşten lokmalar avurdumuzda
çatır çutur şimşekler çatılıyor
kıvılcımlı bir yangın kızıllığı
göz gözü görmez bir duman içindeyiz

silahlar doldurulur
şakır şukur
dışarda nöbet devralınıyor
içerde zincirlerin ağırlığı
öfke ve keder
ve inanılmaz pişmanlıklar
tavandan yağlı bir su damlıyor
lağım karanlığında farelerin ıslığı
dört zaruret halinde dört duvar
içimiz artık büsbütün deniz
o mavi gezegen ki adına dünya denilmiştir
aslında yedi kat zindan içindeyiz


Atların laneti

13 Haziran 2021

Yazımın başlığına bakarak sakın ola ki bir at hikâyesi anlatacağımı beklemeyin… Evet, yazımda atlardan da bahsedeceğim ama atlara gelmeden önce her zaman olduğu gibi önce ‘’Tarih’’… ‘’Tarih’’siz at, pardon tarihsiz yazı olmaz!...

19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’nin (1821-1867) bir sözü vardı. Derdi ki Baudelaire; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir.’’ Ben bu cümlede geçen ‘’Şiir’’ sözünü ‘’Tarih’’ olarak anlamışam!… Tarihten mahrum kalarak bir gün bile yaşayamam... Hal böyle olunca da, Tarih deyince ben de hep iki bin, üç bin yıl öncesine giderim… Bu sefer de öyle yapacağım, iki bin iki yüz yıl öncesine giderek Roma Cumhuriyeti ile Kartaca arasında yapılan Pön savaşlarını anlatacağım...

Pön Savaşları

Pön Savaşları; MÖ 264-146 yılları arasında, Akdeniz deniz ticaretini ele geçirmek ve elde tutmak için üç safha olarak yapılan ve döneminin bilinen en geniş çaplı savaşları olan Kartaca ile Roma Cumhuriyeti arasında yapılan savaşlardır. Pön Savaşları (Punic Wars)’nda geçen Pön sözcüğü, Latince'deki Punicus (ya da Poenicus) sözcüğünden türetilen bir sözcük olup "Kartacalı" anlamına gelir ve Kartacalıların Fenike kökenini belirtir… Bu nedenle bu savaşlar ‘’Kartaca Savaşları’’ olarak da bilinir…

Pön Savaşları'nın başladığı tarihlerde Kartaca, Batı Akdeniz'de, yaygın deniz imparatorluğu ile egemen bir güçtür... Roma Cumhuriyeti ise İtalya Yarımadası'nda hızla genişleyen ve yayılan bir güç olmakla birlikte Kartaca'nın deniz gücüne sahip değildir. Stratejik evrensel prensiptir: Aynı mekânda hayat sahası arayan güçler çatışırlar. Burada da öyle olur. Kartaca ve Roma Cumhuriyeti savaşır. Ancak Pön Savaşlarının sonunda Kartaca ortadan kalkar, Batı Akdeniz egemenliğini Roma’ya geçer…  Böylece Kartaca üzerinden Pön Savaşları'yla sağlanan Roma zaferi, Roma’ya MS. 5. yüzyıla kadar elde tutacağı bir hâkimiyet sağlar…  

Pön Savaşları öncesi tarafların durumu


Pön savaşları öncesinde Kartaca donanması, antik çağda Batı Akdeniz'de en büyük deniz gücüdür. Buna karşın Kartaca'nın sürekli, güçlü, düzenli bir kara gücü yoktur. Kara gücü, gerektiğinde silahaltına alınan paralı askerlerden oluşur. Ancak subayların çoğu varlıklı Kartacalılardır. Donanmada ise çoğunlukla, denizcilikteki ustalıklarıyla ünlenmiş orta ya da alt sınıftan Kartacalılar istihdam edilir…

Roma Cumhuriyeti ise Kartaca'nın aksine sürekli ve düzenli bir kara ordusuna sahiptir. Subaylar, varlıklı Romalılardır, fakat askerler daha alt sınıftan Romalılardan oluşur. Deniz gücü ise Birinci Pön Savaşı'na kadar düzenli bir güç değildir. Bununla birlikte savaşlar sırasında yeni filolar oluşturarak ve müttefiklerinin filolarını komutası altında birleştirerek güçlü bir deniz gücü oluştururlar. .

Pön Savaşları, aralarında barış dönemlerinin olduğu üç safhada gerçekleşir...

I. Pön Savaşı

Roma Cumhuriyeti’nin Kartaca’nın kontrolündeki Akdeniz ticaretine karşı giriştiği bir hâkimiyet mücadelesidir. Basitçe I. Pön Savaşı Roma’nın Kartaca’nın elinde bulunan Sicilya adasını ele geçirme savaşlarıdır.

MÖ 260 yılında Sicilya’ya yönelen bir Roma donanması, Sicilya adasını Kartaca egemenliğinden alamasa da Korsika adasını alır…

MÖ 256 yılında bir Roma donanması bu kez Afrika kıyılarına bir çıkartma yapar. Başlangıçta Roma üstün gelse de ertesi yıl Kartaca kuvvetleri Afrika kıtasındaki Roma kuvvetlerine ağır süvarinin ve savaş fillerinin desteğinde saldırarak Roma ordusunun kıtayı terk etmesini sağlar…

Akdeniz egemenliğinin kilit noktası olan Sicilya için mücadele, ertesi yıllarda yeniden alevlenir. MÖ 241 yılına değin taraflar birbirlerine karşı belirgin bir üstünlük sağlayamazlar. 241 yılında 200 parçalık bir Roma donanması, Sicilya’daki Kartaca egemenliğine son verir. Bu şekilde I. Pön Savaşı sona erer.

II. Pön Savaşı

II. Pön savaşı en uzun ve hareketli geçen Pön savaşıdır.

Roma, I. Pön Savaşının getirdiği bu sınırlı başarıyla yetinmek niyetinde değildir, MÖ 238 yılında Sardinya adasını istila eder.

Kartaca komutan ve devlet adamı Hamilcar Barca, yaşanan savaş deneyimlerinden yola çıkarak deniz savaşlarında Roma’ya karşı bir üstünlük sağlayamadığını, fakat kara savaşlarında çok daha fazla şansları olduğunu görür. Bu düşünce doğrultusunda Hannibal MÖ 219 yılında İber yarımadasına çıkar. Ertesi yıl da yirmi bin piyade, altı bin ağır süvari ve savaş fillerinden oluşan ordusuyla Pirene dağlarını aşıp güney Fransa’dan geçip, Alp dağlarını da aşarak Po Ovasına iner.

Hannibal’ın Po ovasına indiğini öğrenen Roma, kuvvetlerini Po ovasına sevk eder. Hannibal, bu birliklerle istemediği yerde karşılaşmamak için güney İtalya yönünde ilerler. Hannibal’ın maksadı; düşmanının oluşturduğu bir pozisyona karşı savaşa girmek yerine onu, pozisyonunu bozarak, kendi düzenlediği bir pozisyonda savaşa girmek zorunda bırakmaktır... Nitekim, MÖ 217 yılının baharında, Hannibal, kendisini izleyen Roma ordusunu, Tresimen gölü çevresinde tuzağa düşürerek imha eder..

Kazandığı bu zafere rağmen Hannibal, Roma üzerine yürümez. Pek çok tarihçi Hannibal’in bu tutumunu, kuşatma silahlarının olmamasına bağlar.

Tresimen yenilgisinin ardından Roma, bugün askeri stratejide ‘’’Fabian Strateji’’’ olarak bilinen ve tarihte pek çok muharebede de izlenilen bir strateji izler. Romalı komutan ve devlet adamı Fabius’un izlediği bu strateji, kabaca ‘’yıpratma savaşı’’ ya da ‘’oyalama savaşı’’ olarak da bilinir.

Fabius, bir meydan savaşından kaçınarak sürekli olarak çeşitli vur-kaç taktikleriyle, erzak tedariki için hareket halindeki ikmal birliklerine, yayılmış kuvvetlerine saldırarak Hannibal’i yıpratmaya çalışır. Hannibal ordusundaki süvari birliklerini etkisiz hale getirebilmek için dağlık bölgelerde harekâtı tercih eder. Hannibal kuvvetlerine sürekli saldırılar düzenler. Ne var ki yıpratma savaşı, uzun sürede sonuç alınabilecek bir stratejidir ve bu yüzden de iki yanı keskin bir kılıçtır. Fabius’un bu tutumu, Roma’da kısa bir süre sonra sorgulanmaya, eleştirilmeye başlanır. Trasimen yenilgisinin ardından Diktatör seçilen Fabius, görev süresinin sonlarına doğru Roma süvari komutanı Rufus’la aralarındaki fikir ayrılığı giderek derinleşir. Hannibal’in Campania’yı yakıp yıkmasına seyirci kalınması da Fabius’un itibarını iyice zedeler. Diktatörlük süresi bittiğinde ise Roma artık onun stratejisini izlemekten vazgeçer…

Roma, büyük bir ordu ile meydan muharebesi için Hannibal’in peşine düşer. Bunu haber alan Hannibal iyice İtalya’nın güneyine doğru, İtalya’nın o zamanki ikinci büyük kent olan Capua’ya yönelir.  Capua yakınlarındaki Cannae’de –bugünkü Monte di Canne- MÖ 216 yılında Roma ordusunu bekler. Hannibal, burada da Roma ordusunu bozguna uğratır.

Cannea muharebesinde, her iki taraf da alışılmış biçimde piyadelerini merkezde, süvarilerini ise iki yanda tertiplemiş olarak savaş meydanında karşı karşıya gelirler.  Hannibal, piyadelerini merkezin önüne yerleştirir. Dolayısıyla cephe hattı, merkezde ileri çıkık bir durum alır. Roma piyadeleri bu hatta saldırınca bu öndeki piyadeler gerilerler. Kartaca ordusunun merkezini yardıklarına inanan Roma ordusu da onları izler. Böylece içbükey bir hal alan merkezde Roma askerleri yığılırlar.

Merkezde bunlar olurken Hannibal’in sol kanatdaki ağır süvarisi önce Roma ordusunun gerisine sonra da merkezde kalan Roma askerlerine saldırır.  Sonuçta nerdeyse Roma ordusunun tamamı imha edilir. O güne kadarki en kalabalık Roma ordusunun 76 bin mevcudundan ancak 6 bini bu katliamdan kurtulur.

Bu yenilgiden sonra Roma, Fabius’u tekrar konsül seçer. Fabius, MÖ 209 yılında, Hannibal’in üç yıldır elinde tuttuğu Tarentum’u bugünkü Taranto- geri alır.

Hannibal’in kardeşi Hasdrubal, MÖ 207 yılında Hannibal’i takviye edecek bir ordu ile kuzey İtalya’ya girer. Ancak Metaurus ırmağı kıyılarında karşılaştığı Roma ordusu karşısında yenilgiye uğrar ve bu savaş sırasında tüm askerleriyle birlikte hayatını kaybeder.

İtalya topraklarında bunlar olurken, Hannibal’i İtalya topraklarından çekilmek zorunda bırakmak yönünde bir strateji düşünen Scipio, MÖ 204 yılında Afrika kıyılarına bir çıkartma yapar. O sırada Afrika’da Kartaca’nın sadece süvari birlikleri vardır. Scipio, ustaca geri çekilme manevralarıyla bu birlikleri tuzağa düşürüp imha eder.

Romalı Scipio’nun bu ve diğer muharebelerdeki başarısı üzerine Hannibal, ordusuyla birlikte Afrika’ya döner ve Scipio’nun üzerine yürür. Hannibal’in üzerine yürümesi karşısında Scipio, Naraggara’ya –Zama- çekilir ve Hannibal kuvvetleriyle muharebeye girmek açısından uygun bulduğu bu bölgede Hannibal kuvvetlerini karşılar. MÖ 203 yılında yapılan Zama Muharebesi'nde Scipio, Hannibal komutasındaki Kartaca ordusunu yener. Zama yenilgisi üzerine Kartaca’nın barış istemekten başka seçeneği kalmaz. Kartaca, savaş tazminatı öder, donanmasını Roma’ya teslim eder ve Akdeniz ve İber yarımadalarındaki denetimini geri çekmek zorunda kalır…

III. Pön Savaşı

Karataca’nın bu yenilgisinden sonra Roma’’nın müttefiki Numidya kralı Massinissa devletini Kartaca devleti aleyhine genişletmeye karar verir ve Kartaca’ya ait birçok limanı işgal eder. Kartaca, Numidia ile savaşa başlar. Bu sefer de müttefikine yardım bahanesiyle Roma, Kartaca’ya savaş ilan eder. Sonuçta Roma Kartaca’yı yine mağlup eder. Ancak bu savaş sonunda da Kartaca varlığını devam ettiremez. Sonuçta Kartaca yıkılır gider…

Hannibal’ın sonu

Hannibal, Zama yenilgisinden sonra Kartaca’dan ayrılır. Başka devletler için de generallik yapar. Son olarak da Bitinya devleti kralı Pirusa adına çalışır. Bitinya krallığının başkenti bugünkü İzmit’tir. Hannibal, kral Pirusa’ya bugünkü Bursa ovasına bir şehir kurmasını söyler. Bitinya kralı Pirusa da bu tavsiyeye uyarak bugünkü Bursa şehrini kurar ve bu şehre kendi adını verir. Bursa adı da buradan (Pirusa) gelir.

Ancak Bitinya krallığı Roma’nın etkisi altındadır. Hannibal, Bitinyalıların kendisini Romalılara teslim edeceğini öğrenince de intihar eder. Mezarı İzmit Gebze’de TÜBİTAK’ın arazisi içindedir.

Atlara gelebilmek için çooook uzun bir giriş oldu ama neyse, şimdi gelelim atlara!...

Atlara yem borusu

İşte anlattığım bu Pön savaşları esnasında Hannibal, gemileri, gemideki ordusu ve gemideki ordusunun atlarıyla birlikte Akdeniz’de Roma’ya karşı seferdedir. Rivayet edilir ki Hannibal ordusu gemilerle Akdeniz’de giderken denizdeki fırtınalar nedeniyle gemi yolculuğu planlanandan uzun sürer.  Atların yemi biter. Hayvanlar açlıktan huysuzlanır ve huzursuzlanırlar. Hannibal’ın atlarının her biri birer ton ağırlığındadır. Gemideki onlarca at hep birden huzursuzlanınca geminin dengesi de bozulur. Gemi seyri seferi tehlikeye girer.

Tabii ki gemide askerî bir düzen vardır. Atlara yemleri, yem vaktini belirleyen yem boruları ile verilmektedir. Hannibal, yem varmış gibi yem borusunun yem zamanlarında çalınmasını emreder. Atlar yem borusu ile yem beklentisine girerek sakinleşir. Ancak bir süre sonra atlar gene huzursuzlanır, gene yem borusu çalar…  Ancak her defasında yem borularının arasındaki zaman kısalır ve daha sık yem borusu çalınır…  Ve ordu kıyıya gidene kadar gemilerde sürekli ve sıklıkla yem boruları çalınır…

Benzer yöntemi binbeşyüz yıl sonra Osmanlı Donanması da kullanır. Akdeniz’deki seferlerde değişik nedenlerle seferler uzayıp da yemler bitince atlar Hannibal’ın yöntemiyle yem borularıyla sakinleştirilir.  7 Ekim 1571 tarihinde Osmanlı Devleti ile Haçlı donanmaları arasında yapılan İnebahtı Deniz Muharebesine Osmanlı donanması değişik etkenlerle deniz seferinin uzaması ve denizde uzun süre kalmaları nedeniyle yem kalmayınca gemilerdeki atların bu yöntemle susturulduğu rivayet edilir…

Aslında bu yöntem sadece atlara uygulanmaz.

Aç çocuğu sakinleştirmek için kaynatılan taş

İslam tarihinde de Halife Ömer’e atfedilen bir hikâye vardır. Çocukları aç bir kadın, yiyecek hiçbir şey olmadığından çocuklarını avutmak için bir tencere içinde taş kaynatır… Bu şekilde kadın, aç çocuklarını aş beklentisiyle sakinleştirir…

Benzer yöntemi hükumetler de vatandaşına karşı kullanır…

Hazine tamtakırdır. 128 milyar Dolar, 159 ton altın MB’ndan satılır… İç ve dış siyaset tıkanır… Ekonomi tükenir… Kuyunun suyu biter… Vatandaşlar da Hannibal’ın aç kalan atları gibi, Hz. Ömer’in hikâyesindeki aç çocuklar gibi huzursuzlanmaya ve huysuzlanmaya başlar…

İşte bu noktada yem borusu devreye girer.

Tabii ki Hannibal’dan bugüne teknoloji de değişmiştir. Huzursuzlanan ve de huysuzlanan tebaaya yem borusu olarak ilkinde kullanışlı liberallere ve solculara ‘’AB üyeliği’’, ‘’vesayetten kurtulma’’, ‘’özgürlükler’’ vaat edilir… Bir süre sonra vatandaşlara ‘’milli otomobil’’, ‘’milli uçak’’, ‘’milli tank’’ sunulur. Ardından bilmem ne masalları anlatılır. Bunların etkisi geçince ‘’Karadeniz’de gaz’’ bulunur. Bir süre idare ettikten sonra ‘’Ayasofya açılır’’. Sonra ‘’Ay’a gidilir’’, ‘’uzay madenciliği’’ başlar. Bir süre ‘’amirallerin duyurusu’’, ‘’darbe bildirisi’’ olarak sunulur. Sonra tekrar başa dönülür. ‘’Karadeniz’de bir kez daha gaz bulunur’’… Bununla da yetinilmez; yandaş medya tarafından bulunan bu gaz için ‘’Yunanistan’ın çıldırdığı’’, ‘’Reuters’in bütün dünyaya ilk haber olarak servis ettiği’’ (Milliyet, 04 Haziran 2021) yazılır… Bununla da yetinilmez. Güvenlik konusunda bir sayfa bile makale okumamış olduğunu beyan eden İçişleri Bakanı bu kez de ekonomi (!) alanında konuşur:  "Görecekseniz temmuz ayından itibaren ülkemin ekonomisi öyle bir atağa kalkacak, öyle bir sıçrayacak ve büyüyecek ki etrafımızdaki Almanya'sı, Fransa'sı, İngiltere'si, İtalya'sı ve hele o her şeye burnunu sokan ABD'si de çatlayacak, patlayacak." (Gazeteler, 05 Haziran 2021) Cumhurbaşkanı da açıklama yapar: ‘’Amerikalılar bizim ülkemizde gezince görüyorlar, ‘biz geri kalmışız’ diyorlar.’’ (Gazeteler, 01 Haziran 2021)

Ferenc Herczeg’un ‘’Bizans’’ oyunundan bir sahne

Aslında bu yapılanlar Hannibal’dan günümüze evrenseldir. Aslında bu yapılanlar tam olarak bu sayfalarda daha yenilerde yazdığım Ferenc Herczeg’un ‘’Bizans’’ (Berikan Yayınevi, 2003) isimli oyununda geçen bir sahnedeki gibidir…

Fatih, İstanbul’u kuşatmıştır, kent düşmek üzeredir. Herczeg’in oyununda bu sahne şöyle verilir:

Başmabeyinci, İmparatoriçe’ye müjdeler: “Paganlar hücuma geçeceklerken İmparatorumuzun yüzü sur üstünde görününce silahlarını ellerinden düşürmüşler!” 

Şair Lisander: “Halk şenlik yapıyor!”

Krates: “Türkler barış için yalvarıyorlar! Sultan’ın ordusunu veba kırıp geçiriyor! Sultanları Anadolu’ya çekilecekmiş.” 

Öğleye yakın bir haber gelir: “Hıristiyan ordusunun önünde nur içinde bir yiğit görülmüş. Aziz Georgius olduğu sanılıyor. Belki de Kutsal Bakire’dir. Sevgili şehrini kurtarmaya gelmiş.” 

Ancak ayaküstü uydurulmuş bu masallar hiçbir işe yaramaz: Yeniçeriler ne İmparatoru görünce şaşırırlar, ne de Sultan Mehmet Avrupa’yı terk eder. Veba değil, nezle bile yoktur Türk ordusunda. Yardıma ne Aziz Georgius ne de Kutsal Bakire gelmiştir. Sonuçta Bizans düşer! 

Şimdi dönelim tekrar atlara…

Atlarının laneti

Atlarını yem borusuyla aldatan Hannibal’ın da sonu da Bizans gibi olur…

Atlarını yem borusu ile aldatan Hanibal, Cannae Muharebesinde Roma ordusunu imha eder ama Roma’yı yıkamaz. Ancak Scipio Africanus komutasındaki Roma Ordusu, Hannibal komutasındaki Kartaca Ordusunu MÖ 19 Ekim 202 tarihinde yapılan Zama Muharebesinde yener. Yenilginin hemen ardından Kartaca Senatosu barış için talepte bulunur ve 17 yıl süren II. Pön Savaşı sona erer. Ancak savaş sonunda da Kartaca varlığını devam ettiremez, sonuçta Kartaca da düşer…

Ayni şekilde atlarını yem borusuyla aldatan Osmanlı Donaması da aynı akıbete uğrar. Osmanlı Donanması İnebahtı Deniz Muharebesinde mağlup olur ve Osmanlı denizciliği de bu muharebeden sonra bir daha belini doğrultamaz. Osmanlı denizlerde var olamayınca kendisi de Bizans gibi, Kartaca gibi düşer, yok olur gider…

Yani demem o ki at deyip geçmeyin, atların tekmesi, pardon atların laneti görüldüğü gibi hep uğursuz sonuçlar doğuruyor… Benden söylemesi…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN




Haris Alexiou

13 Haziran 2021


Yunan müziğinin divası olan bir kadın sanatçı var: Haris Alexiou…  Asıl adı Hariklia Rupaka…  Haris Alexiou, bu coğrafyanın sesidir, Akdeniz'in sesidir, İzmir'in sesidir, hüznün sesidir, feryâdın, figânın sesidir...  Haris Alexiou sanki bizim sesimizdir…

Niye, neden bizim sesimizdir Haris Alexiou?

Taklit olan sadece tekniğimiz değildi ki! Nasıl edebiyatımız, felsefemiz, şiirimiz, siyasetimiz genellikle Batı’nın kötü bir taklidi ise pop müziğimiz de taklittir. Yıllardır başta Ajda Pekkan olmak üzere çoğu pop sanatçısı müzik üretmeksizin hep Türk pop müziği diyerek Batı müziğine Türkçe sözler söyleyerek toplumu yıllarca kötü bir taklitle oyaladılar. Bunu yapmayanlar ise ‘’şıkıdım şıkıdım’’dan öteye gidemediler…

Sezen Aksu, Nilüfer, Nükhet Duru, Aşkın Nur Yengi, Yonca Evcimik ve Selcuk Ural gibi popçular ve Yeni Türkü gibi gruplar Haris Alexiou’nun müziğini hep Türkçe sözlerle taklit ettiler… İşte bu nedenle Haris Alexiou bizim sesimizdir... Sahi, Haris Alexiou olmasaydı Türk popu ne yapardı acaba?

Bu ‘’taklit’’ konusu aslında Türkiye’nin en büyük sorunudur… Taklidin de en büyük sorunu da üretimsizliktir… Türkiye’nin sadece sanayide ve tarımda üretim sorunu yoktur… Türkiye’nin edebiyatta, felsefede, sanatta, siyasette ve stratejide de üretim sorunu vardır… İşte böylesine bir üretim sorunu olduğu içindir ki; ‘’kadınlara hakaret sözcükleri’’ni edebiyat, ‘’sen kimsin?’’, ‘’haddini bil’’, ‘’şeyini şey ettiğimin şeyi’’ diyerek hakaret etmeyi iç politika, ‘’ey, ey!!!’’ diye ülke adı sıralamayı, her problemi dış güçlere bağlamayı dış politika, ‘’dinazor heykeli'' dikmeyi sanat, her sorunu çözmek için şiddete başvurmayı siyaset, ‘’fetih’’ ve ‘’kızılelma’’ söylemleriyle ‘’askerî harekât’’ yapmayı ise strateji zannediyoruz… Hoş, bunların yanında müzik üretmiyormuşuz ne ki!...

Neyse biz konumuza dönelim…

Haris Alexiou’nun bizim sesimiz olmasının bir başka nedeni daha var.

Haris Alexiou’nun dedesi aslen İzmirlidir. Haris Alexiou’nun ailesi 1924 yılında yapılan mübadele ile Yunanistan'a göç eder.  Haris Alexiou’nun dedesi Gaziemir’den, annesi bugün Menderes ilçesi (eskiden Cumaovası) sınırları içinde yer alan ve artık Tahtalı Barajı'nın suları altında kalan Bulgurca köyünden, babası ise Seydiköy köyündendir.

Haris Alexiou, 1999 Marmara Depremi'nin  ardından İstanbul, İzmir ve Atina'da Sezen Aksu ile birlikte depremzedeler yararına konserler verir…

İşte bu kadar bizim sesimizdir Haris Alexiou…

Haris Alexiou’nun dedesinin yaşadığı Gaziemir’de bir caddeye, 16 Mayıs 2010 tarihinde kendisinin de katılımıyla gerçekleştirilen törenle "Gaziemirli Haris Alexiou Dostluk Caddesi" adı verilir… Caddenin girişine de sanatçının üzerinde fotoğrafının ve hayat hikâyesinin bulunduğu bir tabela asılır…

Haris Alexiou, bu tören esnasında şu konuşmayı yapar: "Dedem, babam, annem bu topraklarda yıllarca yaşamış. Annem Bulgurca, babam Seydiköy’den. Burada olmaktan çok memnunum. İzmirliyiz. İzmir şarkılarıyla büyüdük. Yeni bir dostluk için buradayım."

İşte bizden olan bu şarkıcı Haris Alexiou’nun güzel bir şarkısı var: ‘’Ola se Thimizoun’’ Bu şarkının sözlerini yine Yunan sanatçılarından Manolis Pasoulis yazmış, Manoz Loizos da bestelemiş… ’’Ola se Thimizoun’’, Yunanca "her şey seni hatırlatıyor" anlamına geliyor…

Bizde ise; Murathan Mungan’ın bu müziğe uyarlamak için yazdığı ‘’Olmasa Mektubun’’ isimli şiirini Yeni Türkü grubu bu şarkıya uyarlar yine aynı isimle ‘’Olmasa Mektubun’’. ’’Ola se Thimizoun’’ ve ‘’ ‘’Olmasa Mektubun’’... Burada da Murathan Mungan’ın ustalığını görüyoruz orijinal sözlere uygun söz yazması açısından…

Baştan dedim ya Haris Alexiou, bu coğrafyanın sesidir, hüznün sesidir diye… Bir Batı müziğinin fıkır fıkır insanı yerinde oynatan müziği, sesi yoktur bu coğrafyanın müziğinde… Bu coğrafyaya özgü hüznün, düş kırıklıklarının, sevdanın, ayrılığın, duygusallığın, yalnızlığın, bekleyişin, tükenişin ve melankolinin; suyun öte tarafından çığlık çığlığa bir yankısıdır Haris Alexiou. Bu coğrafyanın müziği gibi Haris Alexiou’nun müziğinde de hüzün neşidelerinin gizli çığlıkları vardır…

Bugün Pazar… Her Pazar gibi müzik zamanıdır… Şimdi bırakın gamı kederi, kasveti, kaseti, mafyayı, videoyu, kanalı, koronayı… Açın aşağıda bağlantısını verdiğim müzikleri sonuna kadar, sizin yerinize Haris Alexiou feryâd, figân eylesin… İnsanın içindeki o ince ve derin hüznü başka ne ifade edebilirdi ki?

Sizlere güzel mi güzel, sıcacık, güneşli, pırıl pırıl bir Pazar günü diliyorum…

’’Ola se Thimizoun’’;  "Her şey seni hatırlatıyor"...

Osman AYDOĞAN

Haris Alexiou: Ola se Thimizoun
https://www.youtube.com/watch?v=3ErnbwLyGis

Bir başka Yunan sanatçısı Pasxalis Terzis’in yorumu: Ola se Thimizoun
https://www.youtube.com/watch?v=RTFJNGxZIBw

Yine bir başka Yunan sanatçı Despina Vandi’nin yorumu: Ola se Thimizoun
https://www.youtube.com/watch?v=RwxoKppEqVY

Türkiye’de Asker, Demokrasi ve Siyaset Üzerine Bir Deneme

Temmuz - Ağustos 2012


Her toplumda, her rejimde, her devirde ve her zaman ‘’asker’’, ‘’demokrasi’’, ‘’devlet’’ ve ‘’hükümet’’ ilişkileri tartışılmıştır.

Asıl adı Decimo Giunio Giovenale (Decimus Junius Juvenalis) olan ve kısaca Juvenal adıyla tanınan Romalı şair, hiciv ve taşlama yazarı; ordu ve sivil hükümetler arasında devam eden tartışmaya  “Quis custodiet ipsos custodes?”, yani “muhafızların muhafızlığını kim yapacak?” diye sorarak bu temel meseleyi 20 yüzyıl önce ele almıştı.

Kısaca; toplumun, kendisini korumak üzere güç kullanımı hakkını teslim ettiği grup üzerindeki denetimi nasıl sağlanmalıydı?

Sivil-asker ilişkilerinin bu temel sorunu güncelliğini her zaman korumuştur ve bu nedenle de sürekli üzerinde tartışma yaşanılmıştır.

Bu tartışma günümüzden yetmiş yıl önce ABD’de yapılmıştır. Ve bu tartışma Samuel Huntington’un doktora tezidir ‘’Asker ve Devlet’’ isimli eseri ile. (Asker ve Devlet, Sivil - Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, Samuel P. Huntington, Salyangoz Yayınları,  İstanbul, 2004)

Bu tartışma günümüzden kırk yıl önce İspanya’da tartışılmıştır. General Franco’nun ölümünün ardından faşizmden kurtulup demokrasi sürecine giren İspanya’da, 1982’den itibaren Savunma Bakanlığı görevini yürüten ve ülkeyle birlikte ordunun da demokratikleşmesine önemli katkıları olan Narcís Serra tecrübelerini paylaşmıştır yazdığı kitabında. (Narcis Serra, Demokratikleşme Sürecinde Ordu,  Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011)

Ancak son on yılda Türkiye’de olduğu gibi hiçbir yerde ve hiçbir zamanda ‘’asker’’, ‘’demokrasi’’, ‘’devlet’’ ve ‘’hükümet’’ ilişkileri tartışılmamıştır.

Ancak Türkiye’de yapılan bu tartışma yukarıda iki örnekte, ABD ve İspanya örneğinde olduğu gibi ne yazık ki ne politik, ne de sosyolojik ve ne de akademik seviyede yapılmıştır. Türkiye’de yapılan bu tartışma tam bir şark usulü bilimden ve aklıselimden uzak, tam bir sinir harbi içerisinde mahalle kavgası şeklinde yapılmıştır.

Aslında buna tartışma da dememek lazımdır. Çünkü tartışma iki taraflı olur. Yapılan bir mahalle kavgasıdır. Yapılan bir kin ve intikam kavgasıdır. Bu kavgada bir tarafta yandaş basın, yandaş yayın, cemaat, Emniyet, hükümet, savcılar ve hâkimler ve diğer tarafta ise eli kolu bağlanmış bir şekilde sürekli aşağılanan ve hırpalanan bir Silahlı Kuvvetler bulunmaktadır. Bu kavgada üçüncü bir taraf olan ve ne olup bittiğini anlamadan sadece suskun bir şekilde kavgayı izleyen bir de ‘’millet’’ bulunmaktadır.

Konuyu daha iyi anlayabilmemiz için bazı temel soruları cevaplamamız gerekmektedir:

Türkiye’de olmayanlar…

Muhakkak ki her toplumun sosyal özellikleri, tarihi geçmişi, demografisi ve kültürel yapısı farklı farklıdır. Bu farklılıklara rağmen evrensel bazı değerlerde toplumlar asgari müştereklerde birleşmişlerdir.

Konuya girmeden önce bu asgari müşterek evrensel değerler çerçevesinde akademik ve pratik seviyede şu soruların cevabı verilmelidir.

Türkiye’nin kendi Sokrates’i, Platon’u, Aristo’su var mıydı?

Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville,  Emile Durkheim, Vilfredo Pareto,  Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger vb. düşünürler yetişmiş miydi Türkiye’den?

Diyelim ki böyle düşünürler yetişmedi Türkiye’den, bari More, La Boétie, Machiavelli, Spinoza, Kant, Proudhon, Marx ve Nietzsche yeterince anlaşılmış mıydı Türkiye’de?

Türkiye’den bir Thomas Hobbes bir ‘’Leviathan’’ yazmış mıydı?

Wittgenstein, Dewey, Merleau-Ponty, Arendt, Lévinas, Derrida, Foucault, Bourdieu vb. düşünürler yeterince bilinir miydi Türkiye’de? 

Türkiye’de geçmişinde –ve de halen- kendi ‘'Siyasal Düşünce’'sini,  '’Siyaset Felsefesi'’sini ya da '’Siyaset Kuramı'’nı oluşturmuş muydu?

Asker ve politika üzerine hiç kafa yoran olmuş muydu Türkiye’den?

Türkiye’den Samuel Huntington’nun ‘’The Soldier and the State’’ veya Narcis Serra’nın eserleri üzerine hiç kafa yoran olmuş muydu?

Hepsi bir tarafa; bugün Türkiye’de ülkeyi yönetenler, siyasetle meşgul olanlar veya siyaseti meslek edinenler acaba siyaset biliminin temelini oluşturan yukarıda sayılan isimleri bilirler miydi? Bilenler varsa; onların ne demek istediklerini anlamışlar mıydı? Anlayanlar varsa; anladıklarını içselleştirmişler miydi?

Bir başka soru:

‘’Demokrasi’’ nedir? Türkiye demokratikleşiyor mu?

Demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür, üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır. Tabanda demokrasinin temelleri atılmamışsa, üstte ne kadar çabalanırsa çabalansın Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulamaz.


Peki, bu ‘’demokrasi’’ tanımında yer alan kavramlar - burjuva demokratik devrimini, sanayi devrimi, üretim toplumu, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi - Türkiye’de var mıdır?

Yoksa yıllardır Türkiye’de olanın adı nedir? Demokrasi midir? Yoksa başka bir şey midir?

Bu sorunun en basit cevabı 12 Haziran 2012 Salı günkü 28321 sayılı Resmî Gazetede 2012/3240 karar sayısıyla yayınlanan Bakanlar Kurulu kararında yatmaktadır.

Bakanlar Kurulunun bu kararına göre; Eti Alüminyum AŞ’nin, Türkiye Denizcilik İşletmeleri AŞ'ne ait Kuşadası ve Çeşme Limanlarının, SEKA -Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları AŞ'ne ait Balıkesir İşletmesinin ve Türkiye Petrol Rafinerileri AŞ'nin %14,76 oranındaki hissesinin özelleştirme yoluyla satışının iptaline yönelik mahkeme kararlarının yok sayılmasına karar verilmiştir.

Mümtaz Soysal 15 Haziran 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesinde makalesinde özetle şunları yazıyordu; ‘’Nisan ayında Meclis’te bir ‘torba yasa’ görüşülürken, birbirinden farklı bir yığın konuyu düzenleyen maddeler dizisine son dakikada eklenen bir ibareyle, özelleştirme ihaleleri konusunda yargının verdiği kararların yok sayılması ve onların yerine ne yapılacağının Bakanlar Kurulu’nca kararlaştırılması sağlanmış oldu.

Düşünün ki, anayasasında “yargı kararları yalnız yürütmeyi değil, yasamayı da bağlar” denen bir ülkede bir yasa çıkarılıyor ve yasama organı “yargı bizi bağlamaz ve ne yapılacaksa onu Bakanlar Kurulu kararlaştırır” diyor. Demek ki, sadece yargı hükmünün yerine getirilmemesi değil, üstüne üstlük yargı hiçe sayılıp konunun iktidardaki politikacılarca noktalanacağı ilan edilmiş oluyor.

Hem de kimlerce? Seçildikten sonra anayasaya bağlılık yemini etmiş olan milletvekillerince. Hem de göz göre göre ve bile bile.’’

Sanırım sorunun cevabı net ve açık!

Keşke son on yılda yaşanan bu süreç demokratikleşme ve bu çerçevede de asker – sivil ilişkisinin normalleşmesi yönünde önemli bir adım olsaydı. Türkiye’nin yaşadığı bu süreç 12 Eylül askerî darbesinde dahi yaşanmamıştır. Türkiye’de bu süreçte düşünce hürriyeti ve özgürlükler ayaklar altına alınmıştır. Hiçbir dönemde olmadığı kadar hapishaneler gazeteci ile dolmuştur.

Yukarıda izah edildiği gibi bu süreçte Bakanlar Kurulu kararı ile mahkeme kararları yok sayılarak, mahkemeler siyasi iktidarın emrine verilip mahkemeler siyasi kararlar alan kurumlar haline getirilmiştir. Bakan Beşir Atalay Anayasa Mahkemesi kararını yorumlarken ‘’tabii ki mahkeme hukuk dışı şartları da dikkate alacaktır’’ diyebilmektedir.

Ancak şu gerçek ki Türkiye hiçbir şekilde demokratikleşme yolunda ilerlemiyor.
Türkiye’deki gidiş 1933 yıllarının Almanya’sını anımsatmaktadır.. (Nazi İmparatorluğu Doğuşu, Yükselişi ve Çöküşü, William L. Shirer, İnkilap Kitapevi, İstanbul, 2003)

Aslında bu süreçte yapılmak istenen ve yapılan askerin demokratikleşmesi değil, bu sürece bu hukuksuzluk sürecine dur diyebilecek bir gücün vesayetinin kaldırılmasıdır.

Keşke sebep ülkenin demokratikleşmesi olsaydı!

Günümüzdeki siyasi iktidar sivil asker ilişkilerini normalleştirmek için değil ama kendi gizli ajandasını gerçekleştirmek ve bu amaç doğrultusunda engel olarak gördüğü askeri pasifize etmek için bu uygulamaları yapmaktadır.

Askere dönük olarak Balyoz, Ergenekon, Karargâh Evleri, 28 Şubat gibi hukuki olmayan siyasi davalar da bu amaca hizmet etmektedir. Özellikle Balyoz davasında davaya esas teşkil eden 11 numaralı CD’deki tutarsızlıklara mahkeme hiç aldırış etmemektedir.

Bu dava incelendiğinde ne askerlerin darbe yapacakları ne de antidemokratik bir eyleme girişecekleri görülmektedir. Askere dijital bir tuzak kurularak bu dava ile asker tutsak edilmiştir.

Askerlerin tutsaklığı altında da siyasi iktidar iç ve dış politikada kendi siyasetini ve antidemokratik uygulamalarını rahatça yapabilmektedir. (Kürt açılımı, Ermeni açılımı, eğitim alanındaki gerici ve dinci yapılanma, kadrolaşma, BOP eşbaşkanlığı, Suriye politikaları)

Diyanet İşleri Başkanlığının siyasi vesayeti

Bir başka soru; Türkiye Tarihi mirasından kurtulmuş mudur? Türkiye’nin geçmişi bir ‘’din’’, ‘’tarım’’ ve ‘’göçebe’’ imparatorluğudur. Böylesine geçmişi olan toplumlarda dini lider, askerî lider ve siyasi lider hep aynı kişilikte toplanmıştır. Türkiye geçmişi olan ‘’din’’, ‘’tarım’’ ve ‘’göçebe’’ imparatorluğu mirasından kurtulmuş mudur?

Yıllardır askerin siyasi vesayetinden konuşuluyor da, Diyanet İşleri Başkanlığının siyasi vesayetinden neden konuşulmuyor?

Neden?

Türkiye ne kadar bağımsızdır? 

Daha temel bir soru; Türkiye ne kadar bağımsızdır? Türkiye’nin müttefikleri ne kadar müttefiktir? Müttefiklerinin Türkiye’ye biçtikleri rol nedir? Dış dünyadaki gelişmelerin iç politikaya etkisi nelerdir?


Emre Kongar, 16 Haziran 2012 tarihli Cumhuriyet’teki köşesinde şunu yazıyordu: ‘’Dış dinamik öğeleri Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı’ya karşı bağımsızlık, laiklik, demokratiklik gibi Batı değerlerini kullanarak emperyalizme başkaldırmasının başarılı örneği olmasını engellemek için bunların karşıtı olan dinci, geleneksel ve muhafazakâr değerleri ‘demokratiklik’ maskesiyle geliştirdi ve bağımsızlık ve laikliği kötüledi. Türkiye’ye de Huntington’un ideolojik ve siyasal öncülüğünü yaptığı ‘Ilımlı İslam’ modeli biçildi.’’ 

Bu maksatla son on yılda ABD ve AB’nin de katkısıyla ‘’demokratikleşme’’ ve ‘’demokrasi üzerinde askerin vesayetinin kaldırılması’’ maskesiyle devlet yeniden düzenlenirken öte yandan da toplum yargı ve eğitim yoluyla yeniden şekillendirilmektedir.

Bu şekillendirmeye itiraz edebilecek her türlü kurum (TSK, Yargı) ve sivil toplum örgütleri (Sendikalar, basın, yayın, dernekler) ‘’demokratikleşme’’ adı altında pasifize edilmekte, daha da ileri gidilerek aşağılanmakta ve hırpalanmaktadır.

Bu maksatla müttefik ABD dışarıda TSK’nın başına çuval geçirmekte, içeride ise dijital pusularla bileklerine prangalar vurulmaktadır.

Dünyada silahlı gücün azalan etkisi

Diğer yandan da dış dünyadaki ve özellikle ABD ve AB’deki politik, ekonomik ve kültürel gelişmeler ve ittifak ilişkileri tüm dünyada silahlı gücün etkisini, popülaritesini ve cazibesini azaltmıştır.

Burada dönüm noktası 1989’daki dönüşümdür, 1989 sonrası dünyaya hâkim olan kavramlar, güvenlik algısı, güçler ve ittifaklardır.

Güvenlik politikaları ile ilgili olarak 20nci yüzyılın son yarısından bu yana yaşanan gelişmeler bu alandaki son 500 yıllık gelişmelerden daha fazla olarak jeopolitik düşünceyi, uluslararası ilişkileri ve sivil asker ilişkilerini etkilemiştir.

Westfalya Barışı’ndan (1648) beri diplomasi kendisini devletler arası ilişkilerin düzenlemesine ve kendi ülkesinin gücünün genişlemesine konsantre olmuştur. Bu anlamda “diplomasi”, “askerî güç” ve “coğrafya” bir bütünlük teşkil etmiş, müzakereleri temel alan diplomasinin sınırları “imkânların sanatı’’na kadar uzanmış, “savaş” da “diplomasinin başka araçlarla devamı” olarak öngörülmüştür.

Ancak günümüzde birçok ülke için dış ilişkiler, devlet gücünün genişletilmesinden ve coğrafi alanlara uzanmaktan ziyade vatandaşının kişisel refahının yükseltilmesi temeli üzerine inşa edilmektedir.

Bu çerçevede vatandaşların kişisel refahının yükseltilmesi, kültür, insan hakları, yoksullukla, çevre kirliliği, uyuşturucu ve terörizmle mücadele konuları uluslararası ilişkilerde daha bir ön plana çıkmışlardır.

Günümüzde jeopolitiğin çerçevesini küreselleşme, bilgiselleşme ve küresel riziko toplumu oluştururmuş, klasik jeopolitiğin aktörleri olan coğrafya, mekân ve ulusal devletlerin de fonksiyonları değişmiş ve çok miktarda ve çok güçlü uluslararası kuruluş ve şirketler, NGO’lar ve uluslararası medya kartelleri ulusal devletlerin dış işlerinden daha fazla ve etkin olarak dış politikayı belirlemeye ve dış politikaya ve dünyaya hükmetmeye başlamışlardır.

Bu gelişmelerin bir sonucu olarak ekonomik güç ve kültürel çekim gücü gibi soft power faktörler bir anlam kazanırken askerî güç gibi hard power faktörler azalan bir role sahip olmuşlardır.

Özetle; 1989’a kadar Batı dünyasında ve demokratik alanda Jeopolitik arenada belirleyici güç ‘’hard power’’ iken, 1989 sonrası bu gücün yerini ‘’soft power’’ unsurlar almıştır. Hard power bir güç olarak doğaldır ki silahlı kuvvetler gerçekten göz ardı edilemeyecek önemli bir unsurdu.

1989’dan sonra soft power unsurlar olan jeoekonomi ve jeokültür jeopolitik ilişkilerde gittikçe artan önemli faktörler oldular. Bu safhada üçüncü dünya ülkeleri hariç hard power unsurlar (ordular, silahlı kuvvetler) işlevsiz ve güçsüz kaldılar.

Yine bu süreç; ‘’küreselleşme’’ olgusunun yoğun olarak yaşandığı, piyasa ekonomisi, uluslararası şirketler, mikro milliyetçilik, popüler kültür, yerel yönetim, merkezi hükümet yetkilerinin paylaşımı, tam bağımsızlık ve ulusal değerlerden vazgeçme ve milli egemenliğin paylaşımı gibi kavramların yükseldiği ve hayata geçtiği bir dönem olmuştur…

Bu süreçte ABD ve AB kendilerine müttefik olarak soft power unsurları (NGO’s, sivil toplum örgütleri, cemaatler vb.) seçtiler ve hard power unsurları (ordular) dışladılar.

Ayrıca Soğuk Savaşın sona ermesi ve Batı’ya Sovyet tehdidinin kalkmasıyla da Batı’nın artık TSK’ne ihtiyacı kalmamıştır.

Türkiye’de Ordunun seçme birliklerinin başına ABD’ince çuval geçirilmesi, Balyoz ve Ergenekon gibi Ordu’ya karşı açılan siyasi davalarda ABD ve AB’ce Ordu’nun desteksiz bırakılması bu süreçle ilgilidir.

Mikro milliyetçilik ve aşırı dinci akımlar

1989 dönüşümünden sonra bir başka gelişme de dünyanın fakir ve geri kalmış bölgelerinin iki ekstrem akımın etkisinde kalmış olduğudur; mikro milliyetçilik ve aşırı dinci akımlar. (Ya da her ikisi...)


Bu bölgeler Avrupa'da Yugoslavya idi; 1990'lı yıllar boyunca mikro milliyetçiliğin etkisiyle bir iç savaş yaşadı.

Asya'da ise Afganistan'dı; Taliban'ın eline düştüler. Bu gelişimin etkisi ise bölge ülkelerine yayıldı.

Türkiye'de en geri bölge Doğu ve Güneydoğu bölgesi; Bu bölgeler hem mikro milliyetçi (BDT) hem de aşırı dinci akımların (Hizbullah) etkisinde kaldılar.

Hem BDT'nin hem de AKP'nin en çok bu bölgelerden oy almaları da bu nedenledir.
Ayrıca Türkiye'nin gelişmiş bölgeleri ve sahil kesiminden de bu partilerin oy alamaması ve bu bölgelerde varlık gösterememesini de bu şekilde açıklayabiliriz.

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour'un güzel bir kitabı vardır; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen  Kaukasus  und Pamir.’’ (Geleceğin Muharebe alanı: Kafkasya ve Pamir arası). (Peter Scholl-Latour, Goldmann Verlag, April 1998 Ne yazık ki yazarın ne bu kitabı ne de başka kitapları Türkiye’de yayınlanmadı.)

Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dinci bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve Türkiye dâhil bölge ülkeleri tamamen İran ve Taliban cinsi dinci bir akımın etkisine girecektir.

Araştırmacının iddia ettiği gibi bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış Mısır dâhil tüm kuzey Afrika’yı ve Irak dâhil tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır.

Nasıl ki Batı’nın hastalığı ırkçılık, Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam’ın hastalığının da entegrizm olduğu söylenir. Bu konuda Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in güzel ve açıklayıcı bir kitabı var: ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis yayınları, 2005)

Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur.

Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme…

Ne yazık ki Türkiye de bölgedeki bu salgın hastalığa yakalanmıştır. Dolayısıyla yönetimde A partisinin veya iktidarda B kişilerin olması sonucu değiştirmeyecekti.

Sonuç olarak kendisini; laik, çağdaş, demokrat, Batı değerlerine sahip ve Atatürkçü olarak tanımlayan TSK'nın ağırlığını kaybetmesinde bu gelişmelerin de  etkisi olduğunu söyleyebiliriz.

Tarihi bir paradoks ve yanılgı

Bu süreçte ayrıca Türkiye’nin AB ile arasının kötü olduğu yıllara rastlıyor olması ve özellikle 2005 yılından beri Türkiye’nin AB ile ilişkisi bir "tren kazasına’’ benzetilmesinin Ordu ile bir ilişkisi yoktur ve bu durum tamamen iç politika ile ilgilidir.

Burada ise tarihi bir paradoks ve yanılgı ortaya çıkmaktadır.

ABD ve AB’nin Türkiye’de soft power olarak gördüğü ve ittifak yaptığı unsurlar (cemaatler, partiler, NGO’s ve ılımlı İslam adına ne varsa…) aslında uzun vadede Batı Kültürüne temelden karşı çıkan ve Batı Kültürüne düşman olan unsurlardır.

Ne yazık ki İslam’ın ılımlısı ılımsızı yoktur. Ya T.C.’nin temsil ettiği çağdaş Batı değerlerini benimsemiş bir İslam vardır ya da Taliban’ın temsil ettiği bir İslam…

Ilımlı İslam’da nihai varış noktası Taliban zihniyetidir. ABD ve AB’nin Türkiye’de ittifak ettiği unsurlar Türkiye’yi Taliban dünyasına taşımaktadırlar ve bu dünyada ise ne Batı kültürüne ne de Batı değerlerine yer vardır. Tren kazası benzetmesi az bile kalmaktadır. Muhtemeldir ki ileride kaza bile yapacak tren de olmayacaktır.

Tabii ki böyle bir ittifak yapısı içinde laik, batı değerlerine ve Batı demokrasisine inanan, ulusalcı ve tam bağımsız düşüncelerin sahibi Türk Silahlı Kuvvetleri müttefik olarak kabul edilmeyecek ve dışlanacaktır.

Çuval hadisesi tek başına ve talihsiz bir kaza değildir. Bu sürecin bir sonucudur.

Aslında Tarih bilimi sonu hüsranla ve pişmanlıklarla biten böylesine talihsiz ittifakların hikâyesi ile doludur.

Değişen güvenlik ve ulusal değer algısı

Ayrıca dış dünyada son seksen yıllık sürede aşama aşama yaşanan siyasi, ekonomik, teknolojik ve kültürel gelişmeler (iki savaş dönemi, soğuk savaş dönemi, küreselleşme dönemi, ikiz kulelerden sonraki dönem, şimdiki dönem) insanların güvenlik ve ulusal değer algısını değiştirmiştir.

Bu değişimler bir devlete yönelik tehditlerin boyutları da kökten değişmiş ve bu değişen tehditlere karşı da şimdiye kadar muharebe sahasının ana unsuru olarak kabul edilen tank ve top gibi ana silahlar da önemlerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir.

Muhtemel bir rakibin iyi yetişmiş on iki kompüter hackeri veya mikrobiyoloğu Batı’ya yönelmiş on iki ağır tank birliğinden çok daha fazla Batı’yı endişelendirmektedir. Ayrıca on iki tank birliğini teşkil etmek oldukça zor olurken, on iki bilgisayar hackerini veya mikrobiyoloğu herhangi bir ülke veya kriminal bir organizasyon çok rahat bir şekilde temin edebilmektedir.

Bugün için gelişmiş ülkelerin büyük bir çoğunluğunda, artık klasik jeopolitiğin konularının hiçbirisi tehdit unsuru olarak görülmemektedir. Bugün için Fransa’yı hiçbir askerî güç tehdit etmezken Fransa’daki üç milyondan fazla olan işsiz sayısı, dört milyonu bulan yabancılar, göçmenler ve yabancılar problemi Fransa’nın kimliğini ve bütünlüğünü tehdit eder hâle gelmiştir. Bu konuların genişliği Fransa’da jeopolitik bir problem durumundadır.

Bu değişimler de sadece Türkiye’de değil tüm dünyada askerin önemini büyük ölçüde kaybetmesine yol açmıştır.

Türkiye için ayrıca özelliği olan gelişmeler de vardır. Doğu kültürüne ait olan bir özellik; ‘’Güce olan biat’’, ‘’güce olan tapınma’’ nedeniyle AKP’nin her seviyede güç kazanması ve askerin güç kaybı askerin pozitif imajlarını yitirmesine de neden olmuştur.

Ayrıca dünyadaki tüm bu algı değişikliklerinin üzerine ayrıca Türkiye’de askere kurulan komplolar ve askere açılan siyasi davalar (Ergenekon, Balyoz vb.) da ordunun halk nezdindeki itibarının da kaybına yol açmıştır.

Sun Tzu’nun güzel bir sözü vardı; ‘’uzun süreli bir savaş önce orduyu, sonra da halkı yozlaştırır’’ diye. Otuz yıldan fazladır devam eden PKK sorunu da bu konuda orduyu ve halkı olumsuz etkilemiştir.

Ayrıca hem dünyada hem de Türkiye’de ordu medyada daha az yer almaya başlamıştır. Bu durumda en azından reklamının yapılmaması, tanınmamasına ve tercih edilmemesine yol açmıştır.

TSK, sivil siyaset ve aydın üzerine

Sanılanın (ve de bilinenin) aksine Türkiye’de en demokratik kurum TSK’dir. Bunun en büyük nedeni de NATO üyeliğidir.

TSK’nın hepsi değilse de tepe yöneticilerinin büyük çoğunluğu hem NATO ülkeleri akademilerinde (ABD, İngiltere Fransa ve Almanya gibi) ve hem de NATO karargâhlarında (Brüksel ve Napoli gibi) görev yapmışlar ve hem de NATO görevlerinde (Bosna, Kosava, Afganistan ve Somali gibi) müşterek çalışmışlardır.

Bu şekilde NATO, TSK için iyi bir eğitim kurumu ve de örnek oluşturmuştur. Zaten T.C.’nin tek Batı bağlantısı da NATO’dur. TSK gibi Batı ile (ABD ve AB) bu kadar içli dışlı olmuş T.C.’nin başka bir kuruluşu da yoktur.

Bir başka açıdan da her hangi bir TSK üst düzey personeli, başka her hangi bir T.C. kurumunun üst düzey personeli ile mukayese edilemeyecek ölçüde hem kişisel olarak ve hem de kurumsal olarak ve hem de evrensel olarak çok daha iyi yetişmiştir. Gazete haberleri takip edildiğinde T.C. siyasetçi ve bürokratlarının bir kısmının içler acısı hali ayan beyan ortada görülecektir. Avrupa ile mukayese edildiğinde ise durum daha bir fecidir. Türk siyasetçisi kendisinin iddia ettiği gibi stratejisinde ‘’derin’’ değil ‘’sığdır’’. Bir Türk siyasetçisinin sıradan bir Avusturyalı siyasetçi olan Hannes Swoboda’nın entelektüel derinliğine erişmesi imkânsız gibidir.

Bunun nedenini en iyi anlatan tarihçi Ortadoğu, İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi hakkında uzman Amerikalı tarihçi Bernard Lewis’tir. Lewis’in ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (Orjinal isim: The Political Language of Islam) (Phoenix / Siyaset Dizisi, İstanbul, 2007) isimli güzel bir kitabı var. Bernard Lewis kitabında Türkiye’ye de yer verir. Lewis’in kitabından Türkiye ile ilgili bir bölümü şu şekildedir:

“Türkiye’de yazarlar, düşünürler, üniversite profesörleri ve işadamları dünyadaki benzerleri düzeyinde yetenekli, iyi eğitilmiş, deneyim sahibi kişiler olmalarına karşın siyasal sistem, bu insanları son derece etkin bir biçimde iktidardan uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da Türk demokrasisi engellenmiş durumdadır. Başka hiçbir ülkede eğitimli seçkinlerin düzeyiyle siyasal sınıfın düzeyi arasındaki fark, Türkiye ölçüsünde büyük değildir. Onlarca yıldır Türkiye’nin önemli siyasal partileri bir tek kişi ya da kimi zaman işbirliği içindeki küçük bir grup tarafından yönetilmiştir. Bu kişiler ise kamu görevi için tek bir ölçütü kullanarak seçim yaparlar: ‘kör bir itaat’... Yalnızca dalkavuk kabul edilir, bağımsız düşünürlerden ölümcül salgın virüsü taşıyorlarmış gibi kaçılır. Yalnızca statükoya bağlı bir avuç soğukkanlı tutucunun egemen olduğu siyasal sistem böylece kemikleşmiştir...”

Ayrıca Türkiye’deki siyaset eski nezaketini, zarafetini, kültürünü ve derinliğini kaybetmiştir. İngiliz siyasetçi Lord Acton’un bir sözü vardı; ‘’Güç (iktidar) yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır." Orjinali; ‘’Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely. Great men are almost always bad men.’’ Hadi orijinal metnin ikinci kısmını tercüme etmeyeyim!

Türk siyasetçisi böyleyken ne yazık ki ‘’Türk aydını’’nın da durumu Türk siyasetçisinden pek farklı değildir. Ve aydın denince de aklıma Yalçın Küçük’ün beş ciltlik ‘’Aydın Üzerine Tezler’’ isimli kitabı gelir. (Tekin Yayınevi, 1990) Ve Yalçın Küçük denince de aklıma onun 12 Eylül’den kalan şu öyküsünü hatırlarım: Yalçın Küçük 12 Eylül zindanlarında yatarken kendisine kullandığı ilaçları demir parmaklıklar arasından vermek isterler. Yalçın Küçük; ‘’Ben Türk aydınının gururunu ve onurunu taşıyorum. Bana bu şekilde davranamazsınız.’’ der ve ilaçlarının bu şekilde kendisine verilmesini kabul etmez.

“Aydın Üzerine Tezler”de Yalçın Küçük, aydın sorununu şöyle anlatıyor:

“Türkiye, tarihinin en aydınsız dönemini yaşıyor. 10 yıllara sıkışan bu yüksek tansiyon, Türkiye aydınında süreksizlik yaratıyor. On yılda yükselen, arkasından gelen on yılda alçalıyor, alçalmayı, ebedileştiriyor. Bunun edebiyatını yapmaya çalışıyor. Aydın, aklıyla ve inatla mücadele eden insandır. Mithat Paşa’nın Taif’de boğulması aydın tarihinde bir dönüm noktasıdır. O tarihten bu yana aydın etkinliğini kaybetmiştir. Günümüzde ise aydınlar toptan kırıma uğradığından, aydınlanma doktrininin yerini postmodernizm ile dinsel gericiliğin aldığı bir dönem yaşıyoruz. Olumsuzluklara tepki göstermeyen, buyruklara boyun eğen, pasifize edilmiş toplumda, aydınlar toplumun aykırı bireyleri olarak küçümsenir hale gelmiştir.”

Yalçın Küçük 1980’li yıllarda aydın sorununu böyle anlatıyordu. Ancak o günden bu güne ise ilaçlarının bile kendisine demir parmaklar ardından verilmesini kabul etmeyen aydından siyasi iktidara yamanan, el etek öpen ve emir kulu haline getirilen aydınlar zamanına geldik…

Aydınlar sorununa teşhisi on dokuzuncu yüzyıldan Osmanlı devlet adamı ve şâiri Keçecizade İzzet Molla koymuştu. Teşhisin aslı Osmanlıca;

''Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap
Eyler onu müdahanei âliman harap''

Türkçesi ise şu şekilde;

''Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz, 
Onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.''

Sığ politikacı, halkın gözünü boyar. Gerçek aydın, halkın gözünü açar. Başımıza ne gelmişse gerçek aydınların pasifize edilerek küçümsenmeleri ve sahta aydınların dalkavukluğundan gelmiştir. Aydını gerçek aydın olmayan toplumların sonu karanlıktır.

ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi.

Türkiye ne yazık ki kadersiz bir ülkedir çünkü aydınının “bilinç ve kapasitesi” de anca politikacılarınınki kadardır. Bu nedenledir ki ülke şimdi olduğu gibi aydın karanlığında alev alev yanmaktadır. 

Türkiye’de siyaset ve Türkiye'nin siyasetçisi böyleyken, Türkiye'nin aydını böyleyken TSK hem anlattığım gibi personeli hem de işleyişi,  şeffaflığı, çağdaşlığı ve Batı değerlerine ve batı demokrasisine bağlılığı ile T.C.’nin en yüz akı kurumu haline gelmiştir.

Modernleşmeyi ve çağdaşlaşmayı kendisine hedef olarak koyan TSK, AB reformlarının en sadık en içten destekleyicisi olmuştur. TSK, AB üyeliğinin her şeyden önce Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaşlaşma ve modernleşme hedeflerinin gerçekleştirilme aracı olacağını en iyi bilen kurumdur.

TSK açısından hal böyleyken Türkiye’deki halen mevcut hükümetin gizli bir ajandası olduğu, AB reformlarını bir araç olarak kullandığı, demokrasiyi de hedeflerine ulaşmak için bir araç olarak kullanmak istedikleri de gün gibi aşikârdır ve bunu da son on yılda uyguladıkları iç ve dış politikada göstermişlerdir.

Yine aynı paradoks ortaya çıkmaktadır.

Görünürde ve teorik olarak; TSK AB reformlarına karşı çıkan ve kendi etkisinin azaltılmasını istemeyen bir kuruluş olarak algılanmakta ve siyasi kanat da AB reformlarını istemektedir.

Ancak yukarıda izah edildiği gibi konu hiç de göründüğü gibi değildir.

Türkiye’de bir gerilim ve rekabet varsa bu gerilim ve rekabet; bir tarafta AB reformlarını ve Batı değerlerini ve Batı demokrasisini destekleyen ve isteyen TSK ile diğer tarafta;  AB reformlarını bir araç olarak gören ve Batı değerlerine bağlı çağdaş T.C.’nin yönünü her türlü politika ile Orta Çağ kültürüne ve Taliban yönüne çevirmek isteyen bir siyasi iktidar arasındadır.

Hükümetin izlediği iç ve dış politikalar, Hamas taraftarlığı, Arap yakınlığı, BOP eşbaşkanlığı, eğitimin dinselleştirilmesi, kadın haklarında geriye gidiş, sendikal hakların kısıtlanması, özgürlük alanının daraltılması, basına getirilen sansür, hiçbir kural ve yasa tanımayan keyfi yönetim, hukukun siyasetin emrine verilmesi gibi demokrasi tarihinde görülmeyen bir garabet ve Atatürk ilkelerinin devlet yönetiminden kaldırılması vb. siyasi iktidarın politikaları bu uygulamalara örnek olarak gösterilebilir…

AKP ve ABD işbirliği

Dış politikada Türkiye ve AKP artan ölçüde ABD’ye bağımlı hale gelmektedir.

ABD’ye bağımlı bu politika ise ülkenin Cumhuriyet dönemi boyunca izlediği dış politik çizgisinin tamamen dışında yer almaktadır.

Geleneksel bu çizgi her ne kadar göreceli ABD’ye bağımlı ise kısmı olarak ABD’den bağımsız olmuştur. (1974 Kıbrıs Harekâtı, Haşhaş ekimi, Saddam zamanı Irak ve Orta Doğu da bağımsız politika gibi)

Bu bağımsız ve geleneksel dış politika aslında TSK’nin de benimsediği bir politika idi…

AKP hükümetinin şimdiki ABD’ye tam bağlı politikalarını (Libya, Irak, Bölgesel Irak Kürt Yönetimi, BOP eşbaşkanlığı, Suriye, Lübnan, Orta Asya vb.) TSK etkisizleştirilmeden gerçekleşmesi mümkün değildi. Bu gerçeği hem AKP hem de ABD biliyordu. Bu nedenle TSK’nin etkisizleştirilmesi için bu iki unsurun işbirliği yapmış oldukları değerlendirilebilir. Malumu olduğu üzere TSK’yi etkisizleştirmek için üretilen sahte dijital veriler Pensilvanya desteklidir ve buradaki zat ise ABD tarafından muhafaza edilmekte ve kullanılmaktadır.

Dolayısıyla TSK’nın etkisizleştirilmesinde AKP’nin güçlenmesi veya üçüncü kez seçim kazanmasıyla değil, AKP’nin ABD tarafından kullanılma kolaylığı etkili olmuştur. AKP, ABD tarafından kullanıldığı sürece TSK’nın etkisizleştirilmesine devam edilecektir.

Türkiye’de sol düşünce

Gerek 12 Mart 1971 Muhtırası ve özellikle de 12 Eylül 1980’de Türkiye’de esas olarak sol düşünceye yapılmış darbelerdir. Bu iki hareket ve özellikle ABD destekli 12 Eylül askerî darbesi ile özellikle TSK içindeki sol düşünce tamamen tırpanlamıştır.

Sovyetler’in yıkılması çok şeyi bitirdi. Çift kutuplu dünya ile beraber çok şey de yitip gitti... Tek kutuplu dünyaya geçtik… Tek kutuplu dünya ile birlikte siyasetin ideolojik içeriği sıfırlandı... Kapitalizm rakipsiz kaldı… Küreselleşme icat edildi…

İnsanlar özgürleşiyor derken, tıpkı Roma döneminde olduğu gibi (Die festung Europa) duvarlar yükseldi. Yine Roma döneminde olduğu gibi Avrupa dışındaki herkes barbarlar (Barbaren) olarak algılandı.

Aynı dönemde veya buna paralel olarak 1989 dönüşümünden sonra tüm Avrupa solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı bocaladı... Schröder’ler, Blair’ler, adları sol da olsa iktidarları boyunca hep neo liberal politikalar uyguladılar. Avrupa solu ve entelektüelleri de yeni bir fikir geliştiremediler. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett çıkmadı, çıkamadı...

Küreselleşmenin dayatmasına insanlık etnik-dini bir yeniden ‘’kavimleşmeyle’’, ‘’ümmetleşmeyle’’, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’popülizmle’’ yanıt verdi. Sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi aldı. Sanayi kapitalizminin yapısı çöktü. İşçi sınıfı kalmadı. Sendikacılık tükendi. Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı. Avrupa’da bu değişimi anlayamayan, algılayamayan ve bu değişime göre politika belirleyemeyen ve çözüm getiremeyen sol ve sosyal demokrat içerikli partiler bocaladılar, sürekli oy kaybettiler.

İnternet teknolojisi ise bütün bu oluşumların üzerine tuz biber ekerek siyasette ‘’reality’’ ortamına prim veren iklimi yarattı. Küstahlığın, vasatlığın, kabalığın ve teşhirciliğin geçer akçe olduğu yeni bir iklim doğdu. Bu şekilde bir ‘’meşhuriyet’’ çağı başladı.

İşte TV’lerde, boyalı basında gördüğünüz vıcık vıcık seviye, kişiliksizlik ve küstahlık bu iklimin ürünü! Bu sadece Türkiye’de değil tüm dünyada böyle… Avrupa’dan ABD’ye, Rusya’dan Arap dünyasına kadar bu böyle…

Bugünkü Türk solu da (ve tabii ki CHP’de) bu bocalamayı Avrupa’dan gecikmiş olarak (her alanda olduğu gibi) yaşamaktadır.

Bu bocalama sonucu Türk solunun bir kısmı geçmişte Özal’ın yörüngesine girmiş, günümüzde ise bir liberalizme (ABD ile yakınlaşma çabası, özelleştirmeleri desteklemeleri vb.), bir dinci yönelime (Baykal’a çarşaflı kadınlara CHP rozeti takmaları, üniversitede türbana ses çıkarmamaları, Bekiroğlu’nu CHP’ye davet vb.), bir mikro milliyetçiliğe (Kürt açılımı için Erdoğan’a koşmaları, partide Kürtçülük yapan siyasetçilere yer vermeleri, Tanrıkulu örneği vb.) ve bir bilinçsizliğe (yetmez ama evetçiler) doğru savrulmuş ve savrulmaktadırlar…

CHP o kadar dağınık, savruk ve kafası o kadar karışık ki kendi geleneksel Atatürkçü düşünce sistemine dahi yabancılaşmıştır.

CHP ülkenin güncel sorunlarına politika üretemedikleri gibi sürekli olarak AKP karşısında edilgen ve reaktif kaldılar ve ağırlıklı olarak liderlik sorunlarını hep güncel tutup kongreden kongreye koşturarak topluma umut veremediler.

CHP’nin bu görüntüsüne de; AKP’nin ülke içinde faşizmi aratmayacak ölçüde özgürlükleri kısıtlaması, basına sansür uygulaması, yandaş medya yaratması, bürokrasiyi tamamen ele geçirmesi, devleti ele geçirerek devlet partisi haline gelmesi, yargıyı, üniversiteleri vb. kurumları ele geçirmesi ile doğu toplumlarına özgü ‘’güce tapınma’’, ‘’güce biat  duygusu’’ da büyük ölçüde etkili olmuştur.

Burada sola ve CHP’ye yer verilmesinin nedeni Orta Doğu ülkelerinde görülen Baas rejimlerinin ordu tarafından desteklenmesi örneği gibi TSK’nin, hiçbir zaman ne CHP ile ne de sol ile yan yana anılmış olması ve hiçbir platformda da CHP ve sol düşünce ile beraber olmamış olduğudur…

Bölümün başında da belirtildiği gibi askeri müdahalelerden en çok sol düşünce darbe almıştır. 12 Eylül darbesi ile uygulanan politikalar sonucu hem ülke içinde hem de TSK içinde sol düşüncenin köküne kibrit suyu dökülmüştür.

OYAK ve TSK Güçlendirme Vakfı

Bu bölümde TSK ile bağlantılı iki kuruma konu gereği yer verilmektedir. Bunlardan birincisi OYAK, diğeri ise TSK Güçlendirme Vakfıdır.

OYAK, adı üstünde Ordu Yardımlaşma Kurumu. Bugün siyasi iktidarın Türkiye’de yerleştirmeye çalıştığı ‘’Bireysel Emeklilik Sistemi’’nin (BES) TSK tarafından 1961 yılında gerçekleştirdiği ve günümüze kadar koruyarak geliştirdiği bir sistemdir OYAK.

OYAK’ın yönetimi tamamen TSK dışından profesyonel yöneticilerden oluşmaktadır. Doğrudur şirketleri var, bugünkü BES’i oluşturan sistem de birikimleri yatırımlarla şirketlerle değerlendirmek istiyorlar. Tamamen kapitalist bir sisteme geçen Türkiye’de OYAK’ın üyelerin birikimlerini değerlendirirken piyasa ekonomisine göre hareket etmemesi düşünülemez.

Aslında Türkiye’de sadece askerler değil diğer meslek grupları da OYAK benzeri bir örgütlenmeye gitmişlerdi. Ancak keyfi yönetim ve özellikle siyasilerin müdahaleleri ile bu kurumlar talan edilmiştir. Arşiv belgeleri siyasiler tarafından OYAK benzeri İlkokul Öğretmenleri Yardımlaşma Sandığı olarak kurulan İLKSAN’ın nasıl talan edildiği ile doludur. (Demirel; ‘’Verdimse ben verdim’’ örneği )

OYAK piyasa kuralları içerisinde devletten hiçbir yardım ve ayrıcalık almadan tamamen rekabet kuralları içerisinde çalışan bir holdingdir.

Şirketlerinin bir kısmı da yabancı ortaklardır. OYAK Renault gibi, hem de AB ülkeleri ile. Daha önce sigorta alanında da yine Fransızlarla işbirliği halinde iken yakın zamanda bu işbirliğinden ayrılmıştır. (AXA /OYAK idi, OYAK ayrıldı, AXA Türkiye’de ortaksız faaliyet gösteriyor.)

Diğer konu TSK Güçlendirme Vakfı. TSK Güçlendirme Vakfı;  milli harp sanayimizin geliştirilmesi, yeni harp sanayi dallarının kurulması, harp silah, araç ve gereçlerinin üretilmesi ve satın alınması suretiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin savaş gücünün artırılmasına katkıda bulunmak üzere kurulmuştur.

Vakfın TAİ, Aselsan, Havelsan, Roketsan gibi dünya ölçeğinde silah ve gereç üreten şirketleri vardır.

Konu ile ilgisi yok ama vereceğim örnekle bağlantılı olduğu için yine TSK tarafından kurulan bir başka vakfı daha var: TSK Mehmetçik Vakfı. 

Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı, görev yapan erbaş ve erlerin (Subay, astsubay ve uzmanlar hariç) şehit olan veya herhangi bir nedenle hayatını kaybedenlerin bakmakla yükümlü oldukları yakınları ile gazi ve engelli Mehmetçiklere sosyal ve ekonomik destek sağlamak amacıyla 17 Mayıs 1982 tarihinde kurulmuştur.

Her iki Vakfın da kuruluş gerekçesi aslında Batı tipi bir devlet anlayışı ve sosyal devlet ilkesi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bir başka değişle siyasilerin kanun çıkararak devlete yaptırabilecekleri görevleri, siyaset ve devlet yapmadığı için bu görevlerin askerler tarafından yerine getirilmektedir…

Düşünüyor musunuz, devlet ihtiyacı olan harp araç ve silahlarını almıyor, asker bu ihtiyacını gidermek için vakıf kuruyor, vatandaşından bağış topluyor, bu bağışları kullanarak şirketler kuruyor ve bu şirketler dünya ölçeğinde ve kalitesinde üretim ve ihracat yapıyor.

Yine düşünüyor musunuz, devlet vatandaşını zorunlu askere alıyor, askerde iken ölüm veya sakatlık olmuşsa sadece ‘’hizmet esnasında’’ koşulu arıyor. ‘’Hizmet dışı’’ ölüm veya sakatlık olmuşsa hiçbir tazminat, ödeme veya yardım yapmıyor.

Bu nasıl bir sosyal devlettir?

TSK de bu boşluğu gidermek için vakıf kuruyor, vatandaşlardan yardım topluyor ve bu askerlere de yardım yapıyor.

Her iki vakfın mevcudiyetinin nedeni; devletin dolayısıyla siyasetin eksikliğini gidermek için askerlerin bu boşluğu kapatması bu eksikliği gidermesidir. Yoksa askerin asli görevi dururken ekonomiye karışması, ticarete bulaşması değildir.

TSK’nın toplum içinde ağırlığı ve etkisi azaldıkça, her iki vakfın siteleri incelendiğinde paradoksal olarak vakfa olan bağışların arttığı ve vakıf şirketlerinin daha da güçlendiği görülmektedir. Aynı şekilde son on yılda TSK’nın toplum içerisinde etkisi azaldıkça yine paradoksal olarak OYAK’ında Türkiye’deki özelleşmelerden de şirketler alarak (Erdemir Demir Çelik Fabrikaları gibi.) daha da büyüdüğü görülmektedir.

Günümüzde hukukun siyasallaşması gibi maliye de siyasallaşmıştır.

Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat gibi davalar nasıl siyasi davalar ise, Doğan grubu üzerine gönderilen vergi denetçileri de mali değil, siyasi denetçilerdi. Bünyesinde Milliyet ve Hürriyet gibi iki büyük gazete ile Kanal D gibi bir TV kanalını barındıran Doğan grubu üzerine salınan maliyeciler sayesinde kesilen vergi cezaları nedeniyle Doğan Grubu bünyesindeki Petrol Ofisini satmak zorunda kalmış, sonunda teslim olmaktan başka çare göremeyen Doğan grubu tüm medya organları ile AKP'ye biat etmişlerdir. Benzer şekilde UZAN Grubu tamamen iflah olmayacak şekilde iflas ettirilmiştir.

Bu örneklerden yola çıkarak; ülkedeki siyasi iktidarca OYAK üzerine siyasi amaçlı vergi denetçileri salınarak OYAK'ın bir daha belini doğrultamaz hale getirilmesi ihtimal dışı değildir.

TSK Güçlendirme Vakfına gelince; Bu Vakfın Mütevelli Heyeti Başkanı Milli Savunma Bakanı'dır.

AKP partizanca kadrolaşarak ülkedeki bütün kurumlarda adamlarını yerleştirmiştir. Ulaşmadığı sadece TSK, OYAK ve TSK ilişkili vakıflar ve bu vakıfların şirketleri kalmıştır.  AKP bir süre sonra siyasi amaçlı vergi denetiminden bir sonuç almayacaksa veya bir başka ifade ile askerle zımmı kurduğu ittifak ilişkisini bozmak istemeyecekse OYAK ve Vakıf yönetimlerine ve bu vakıfların şirketlerine kendi adamlarını yerleştirmesi de ihtimal dışı değildir.

Hem OYAK'ın kendisinin ve şirketlerinin hem de TSK Güçlendirme Vakfının ve şirketlerinin (TAİ, Aselsan, Havelsan, Roketsan) büyüklüğü; hem kadrolaşmak için hem de özelleştirilip satılarak kaynak yaratmak için AKP'nin iştahını kabartmaktadır. AKP bu konuda harekete geçmek için fazla da beklemeden uygun biz zamanı kollamaktadır. 

Pers Kralı Darius karşısındaki Lidya Kralı Krezüs

Fransız General Jacques De Guibert’in ‘’Askerî Yazılar 1772 – 1790’’ isimli güzel bir eseri var. (Askeri Yazılar 1772 – 1790, Jacques De Guibert, Anahtar Yayınları, İstanbul 2005)

Adı üstünde ‘’askerî yazılar’’.  Ancak Kont Guibert’in (1743-1790) çok özel bir geçmişi var. Guibert Yedi Yıl Savaşları'nın pek çok askerî sefere katılmış. 1785'te askerî akademide hocalık yapmış ve bundan üç yıl sonra da mareşal olmuş. Şöhretini savaşlardaki başarılarından çok, bir kuramcı olarak yapmış.

Kendisinden önceki dönem ve yaşadığı yüzyılın savaşlarını çok iyi irdelemiş ve bunlardan pratik sonuçlar çıkarmış. Öngörüleri ve önerileri başta II. Federic ve Napoleon Bonaparre olmak üzere birçok komutanı derinden etkilemiş, yaptığı analizlerin sentezini de XIX. Yüzyılda Clausewitz oluşturmuş.

Sonrasında bu sentez daha ön plana çıkınca, Guibert'in popülaritesi azalmış ancak etkileri yurttaş - asker / modern ordu / profesyonel ordu kavramlarının fikir babası olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bu kitapta Guibert, savaş sanatını anlatırken arka planda devrim öncesi Fransa’yı, politikacıları ve Fransız halkını anlatır.

Türkiye’de hiçbir yorumcu bu benzerliği yakalamadı, ortada da 1789 öncesi Fransa ile günümüz Türkiye arasında paralellik kuracak nesnel veriler de yok ama Guibert’in kitabında anlatılan devrim öncesi Fransa ile günümüz Türkiye’nin özellikle ordunun aşağılanması, gözden düşmesi arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır..

1789 öncesi Fransa ile olan bu benzerlikler 1960 öncesi ve 1919 öncesi Türkiye ile de vardır.

Ancak bu tarihler öncesi olan benzerliklerin aynı zamanda bu tarihler sonrası da benzerlikleri olacağı anlamında değildir.

Doğu toplumlarında nesnel verilerin tam olmayışı, sosyal özelliklerin farklılığı, akıl yerine duygunun daha hâkim olması, bilim yerine inancın ağır basması ve kurumsallık yerine lider odaklı olması gibi nedenlerle Doğu toplumlarında geleceğe yönelik tahminler yapabilmek çok zordur.

Bütün bunlara rağmen Türkiye için söyleyebileceğim fırtına öncesi bir sessizliğin olduğudur.

İç ve dış siyasi ve ekonomik gelişmeler (ekonomik kriz, Kürt sorunu, cemaatler ve dini yönelişler vb.), yeni dostluk ve ittifaklar (Merkezi Irak Hükümeti ile olan ihtilaf, Irak Bölgesel Kürt Yönetimiyle olan ittifak, nedensiz Suriye ve gereksiz İsrail düşmanlığı, ABD’ye koşulsuz yanaşırken, AB’den uzaklaşma, BOP eşbaşkanlığı, Rusya, Çin ve İran ilişkileri vb.) bu fırtına öncesi sessizliğin veya kopacak büyük gürültünün uğultuları gibi gelmektedir…

Buradaki cevap aslında hem siyasetin ve hem de askeriyenin bu krizi aklıselimle yönetip yönetemeyeceklerine bağlıdır.

Tarihten gelen bir gelenek, askerin daha çok aklıselimle hareket etmiş olduğudur. (Birinci Körfez krizinde Özal’ın Irak’a girmek isterken askerin geri durması, Yunanistan’la olan krizlerde hep askerin sağduyulu davranması, daha yeni Suriye krizinde Başbakanın ‘’asarız’’, ‘’keseriz’’, ‘’tahammülümüz kalmadı’’, ‘’sabrımız tükendi’’ söylemlerine karşın Genelkurmay Başkanı’nın ‘’savaşacak halimiz yok ya’’ sözü .)

Bütün bunlardan sonra son söz olarak ülkedeki durumun –şartlar böyle devam ettiği sürece- kalıcı olduğu, askerin sağduyulu davrandığı ve davranacağı iddia edilebilir.

Kendi muvazzaf veya emekli generallerinin, subaylarının ve hatta emekli bir genelkurmay başkanının uyduruk ve sahta belgelerle ‘’terörist’’ suçlaması ile tutuklandığında kendinde var olan iki bin yıllık devlet geleneği nedeniyle, ağırbaşlılığı nedeniyle, vakuru ile haksızlığı ve hukuksuzluğu bile bile sesini çıkarmayan bir ordunun takiyye yapacak hali yoktur.

Ancak; Afrika’nın uçsuz bucaksız topraklarında ilkbahar yağışlarıyla oluşup, yaz sıcağında yok olan "geçici" göller vardır. İşte bu göllerin oluşumuna tanık olan yerlilerin bir sözünü anımsamakta fayda vardır;

"(Gölde) Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular çekilince de karıncalar balıkları"

Türkiye’nin çevresi Balkanlardan Kafkasya’ya bir ateş çemberi içindedir. Bu çember içinde ne yazık ki Batı dünyasında olduğu gibi tehdit algılaması değişip güvenlik ihtiyacı henüz hard power faktörlerden soft power faktörlere kaymamıştır.

Yakın bir gelecekte ülkedeki iktidar sahiplerinin Pers Kralı Darius karşısında Lidya Kralı Krezüs gibi ‘’Solon, Solooooon’’ diye feryat etmemeleri umulur. Böylesi bir feryadı tarih baba affetmeyecektir.

Gelecek nasıl şekillenecek?

Yaşanan sürecin bir spor oyunu ya da seçim süreci olmadığı, sosyal bir olay olduğu malumdur.

Dolayısı ile rövanşı kimin alacağı veya gelecek seçimi kimin kazanacağı sorusunu burada sormak sosyal bilim açısından imkânsızdır.

Türkiye’nin çok önemli bir dönemeçten geçtiği, tarihi bir dönem yaşadığı ve özellikle sivil – asker ilişkileri açısından geçmiş hiçbir dönemde yaşanmadığı kadar radikal ve sürpriz gelişmeler yaşadığı da kesindir.

Sosyal bilimlerde bazen kısa vadede öngörülen sonuçların alındığı, ancak uzun vadede ise tamamen aksi, öngörülmeyen ve de kontrol edilemeyen sonuçların alındığını tarih bilimi bize göstermektedir.

Geleceğin nasıl şekilleneceği konusunda Türkiye için;

-    Küresel (ABD, AB, Rusya, Çin, Avrasya) ve

-    Bölgesel (Ortadoğu, -özellikle Irak ve Suriye- Kafkasya, İran, nedensiz Suriye düşmanlığı ve gereksiz İsrail düşmanlığı) ve

-    İç politik durum (Kürt sorunu, cemaatler, Türk toplumunun dinci bir akıma yönelmesi, ekonomik kriz –hem iç ve hem de dış-) ve

-    İttifak ilişkileri (NATO, AB) daha etkileyici ve hâkim unsurları olacaktır.

Halen sular bulanıktır. Sular durulduğunda daha farklı bir Türkiye ile karşılaşacağımız kesin gibidir.

Bu daha farklı Türkiye’nin daha iyi veya daha kötü Türkiye olması milli güç unsurlarının (ekonomi, siyaset, silahlı kuvvetler, sivil toplum örgütleri vb.) ile sağlıklı ittifak ilişkilerinin (ABD, AB, Rusya, Çin ve Orta Doğu ile) uyum, ahenk ve işbirliğine bağlı olacağı da şüphesizdir.

Türkiye için özellikle Kürt sorunun çözümünde bahsedilen güçler ve ittifaklar arasında sağlıklı bir uyum, ahenk ve işbirliği sağlandığında silahlı kuvvetlere gerek bile kalmayabilecektir.

Sorun gelip Carl Von Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir.’’ tezinde düğümlenmektedir.

Ancak;

Halen İngiliz Kraliyet Akademisinde öğretmenlik yapan İngiliz düşünür ve yazar John Keegan’ın güzel bir kitabı var; ‘’Die Kultur des Krieges’’ (John Keegan, Verlag: Rowohlt Tb. 2007)

John Keegan bu kitabında Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ önermesine bir karşı tez getirip savaşın kültürel karakterine vurgu yaparak savaşın esas nedenini kültüre bağlamaktadır. Keegan’a göre; işbirliği özelliğinin ve davranışının gelişmediği ve çatışma alışkanlığının hâkim olduğu kültürlerde savaş kaçınılmaz olmaktadır.

Ancak bu bölgede hem ulusal karakterde, hem uluslararası unsurlarda ve hem de politik aktörlerde işbirliği kültürünün geliştiği gösteren pek bir emare de bulunmamaktadır.

Bölgenin hâkim karakteri ‘’çatışma kültürü’’ ile yoğrulmuştur.

Bu da korkutucudur..

Ulu çınar ağaçlarının ölümleri

İçinde bulunduğumuz durum aslında hiç de öyle basit değildir. Noktasal değil de, bir kesit olarak değil de tarihsel süreç içinden bakarsak durumumuzun hiç de emniyet ve sükûnet içinde olduğumuzu söyleyemeyiz. Biraz önce bahsettim, henüz sular bulanıktır. Hep söylerim tarih bizim için iyi bir laboratuvardır. Ancak faydalanırsak. Einstein’ın bir sözü vardı; ‘’Toplumlar; hiç ölmeyen, ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir.’’ Toplum olarak tek bir insan gibiyiz ama hep unutuyor hiç hatırlamıyoruz. Bilge kişiler ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derlerdi. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir. 


Bu çerçevede iki tarihçiye ve onların kitabına büyük önem atfediyorum. Birincisi İbn-i Hldun’dur. Mukaddime de, İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. (Dergâh Yayınları, 2013) İbn-i Haldun, Mukaddime’de şöyle bir tez ortaya atar: (Mukaddime aslında bir önsözdür, İbn-i Haldun’un 7 ciltlik tarih kitabı ‘’Kitâb’ul İber’’in önsözüdür.)

‘’Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.’’

İbn-i Haldun bu süreci teorik kavramlarla bir sistem oluşturduğu tarihselci devlet kuramında detaylı şekilde anlatır ve devleti kuruluştan çöküş aşamasına kadar beş safhada inceler ve son safhasını da; sefahat, israf ve çöküş safhası olarak niteler. 

Diğer tarihçi de Thomas Hobbes’dir. Benzer şekilde Thomas Hobbes de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) şöyle der:

‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’

Gelin isterseniz Osmanlıyı, Cumhuriyeti, Cumhuriyetin 1950, 1960, 1971, 1980 ve 2002 yıllarını tarihin bu diyalektik sarkacı içerisinde düşünelim. 

Yaşadığımız bütün bu gel gitler, çalkantılar, Anayasanın, yasaların, hükümetlerin, bakanların, yönetimlerin değişmesi, yaşadığımız hukuksuzluk ve kabile hayatı ve yaşadığımız sefahat ve israf umarım İbn-i Haldun’u Thomas Hobbes’u haklı çıkarmaz. Dalgalanan bir denizde dalganın üstünde veya altında olmanın, savrulan bu sarkacın sağında veya solunda olmanın hiçbir önemi ve değeri yoktur. Çünkü Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır…

Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Bilenler bilir; ulu çınar ağaçları ölümlerini hiç belli etmezler. İçten içe çürürler  ve birden bira ansızın devrilip giderler....

Sonuç

Son on yıllık dönemde TSK’nın geldiği noktayı sorgularsak;

Sivil- asker ilişkileri açısından TSK ne kadar siyaset içindeydi ve nereye çekildi?

Generallerin ve subayların uyduruk belgelerle, dijital pusularla hapse atılması mıdır TSK’yı siyasetten çeken?

Bakanlar kurulunun yarısı generallerden mi oluşuyordu da önceden şimdi mi düzeltildi?

TSK nasıl ve hangi alanda siyaset yapıyordu da AKP bunu engelledi?

Terörle mücadeleyi düne kadar askerler yapıyordu da şimdi AKP’mi yapıyor?

Bu sorular çoğaltıla bilinir? Sadece birkaç doğru var;

MGK Genel Sekreteri eskiden askerdi şimdi ise sivil.

MGK’unda eskiden askerler şöyle oturuyorlardı, şimdi ise böyle (!)

MİT Müsteşarı eskiden askerdi, şimdi de asker! (Eskisi korgeneral, yenisi ise emekli astsubay) (!)

Eskiden generaller kışla ve karargâhlarında görevlerinde bulunurdu, şimdi ise hapishanede (!)

Türkiye’de demokrasinin normalleşmesi için önce demokrasinin olması gerekir.
Olmayan demokrasi nasıl normalleşecek?

Olmayan demokrasinin askerler neresine, neye ve nasıl müdahale etmişlerdir?

Bakanlar kurulu kararı ile mahkeme kararlarının yok sayıldığı rejime dünyanın neresinde demokrasi deniyor?

Veya ileri demokrasi adına üçüncü yargı paketini yasalaştıracaksınız, katilleri ve 120 Hizbul Tahrir örgütü üyesini serbest bırakacaksınız, seçilmiş milletvekillerini ve terörist olarak suçladığınız eski genelkurmay başkanını hukuksuz yere içeride, hapiste tutacaksınız. Adına da demokrasi diyeceksiniz!

Hangi demokratik ülkede bu mümkün?

Özetle;

Türkiye’de yapılan askerin siyasetten çekilmesi değildir.

Türkiye’de yapılan; AKP’nin ülkeyi laik, sosyal, Batı değerlerine sahip çağdaş bir devletten; Ortaçağ değerlerine sahip, dini referans alan, Arap değerlerine yakın bir ülkeye dönüştürmesi ve Orta Doğu’nun ABD planları çerçevesinde şekillenmesinde ve bölgedeki Arabi, Farsi ve Türki unsurların arasına bir Kürdi unsurun monte edilmesi esnasında kendisine engel olabilecek bir gücün, TSK’nın pasifize edilmesi ve devre dışı bırakılmasıdır.

Bu maksatla sahte belgelerle generaller hapsedilmekte, davalar bitmeyecek şekilde kurgulanmakta ve uzatılmakta, eski bir genelkurmay başkanı terörist sıfatıyla tutuklanmakta ve kalanlara da ‘’sakın işimize karışmayın’’ diyerek gözdağı verilmektedir.

Özetlersek, son on yılda Türkiye’de yapılan; demokrasinin ve özgürlüklerin genişletilmesi, ilerletilmesi ve bu çerçevede de askerin siyaset ile olan ilişkilerinin yeniden tanımlanması veya düzenlenmesi ile hiçbir ilgisi yoktur.

Nasıl ki ülke ‘’stratejik derinlik’’ derken ‘’stratejik bir sığlığa’’ düşürülmüşse, ‘’ileri demokrasi’’ sloganı altında da ülke Ortadoğu'nun sıradan bir üçüncü dünya ülkesi haline dönüştürülmüştür.

Bu çerçevede de kendisine öngörülecek muameleyi kabul etmeyecek olan askerin kafasına çuval geçirilmiş ve eli ve kolu bağlanarak uyduruk ve üretilmiş belgelerle terörist yakıştırmasıyla zindana atılarak esir edilmiş ve sesi kesilmiştir.

Türkiye’de son on yılda olan biten budur.

Yine başa dönüyoruz.

Juvenal’ın 20 yüzyıl önce toplumun, kendisini korumak üzere güç kullanımı hakkını teslim ettiği grup üzerindeki denetimi nasıl sağlanmalıdır? (Quis custodiet ipsos custodes?), yani “muhafızların muhafızlığını kim yapacak?” sorusunu bu sefer muhatabını değiştirerek daha değişik sormamız gerekecektir.

Eğer; yasa koyucu, siyasi güç sahibi, yargı, din adamı, yerel yönetici, bürokrat ve medya; evrensel değerlerden, laik devlet yapısından, sosyal adaletten, halktan, haktan, Hakk’tan ve vicdandan uzaklaşıyorsa!.

Eğer bekçiler, yargıçlar, denetçiler, siyasiler, hükmedenler, bürokratlar, medya kısaca güç sahipleri yozlaşmışlarsa; 

Quis custodiet ipsos custodes?

İşte Türkiye’nin en temel sorusu ve gündemi budur.

Askeri konuşmak ve tartışmak sadece gerçekleri gözden kaçırmak ve gündemi değiştirmek içindir.

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN





Ülkenin fotoğrafı

11 Haziran 2021

Cumhurbaşkanlığı hükumet sistemi içerisindeki bakanlardan bir tanesi ‘’at izi it izine karıştı’’ deyip kendisi kayıplara karıştı ya… Son günlerde de ülkemizde mafya, siyaset, ticaret ve burjuvazi de birbirine karıştı ya… Pambıkören, Cengiz ve benzerlerinin sıkça adı geçiyor ya… Ben de kavramlar birbirine karışmasın diye kendimi bir açıklamada bulunmak zorunda hissettim… Malum; her şey tanımla başlar, araçlarla devam eder… Tanımları doğru bir şekilde yerine koyalım ki at izi it izine karışmasın...

Öyleyse buyurun önce doğru tanımlara…


Demokrasi

‘’Demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür, üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır. Tabanda demokrasinin temelleri atılmamışsa, üstte ne kadar çabalanırsa çabalansın Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulamaz. Doğu tipi politikacının sürekli dini politikaya alet edişi de demokrasi için en büyük engeldir. Ayrıca Batı tipi bir demokrasi için Batı tipi bir aristokrasiye de ihtiyaç vardır. Aristokratı olmayan toplumlar uygarlaşamazlar.’’

Bu cümleyi anlamak ve yorumlamak için bazı alt yapı olacak kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır diye düşünüyorum. Bu nedenle de bu cümleyi parça parça irdelemek istiyorum:

''Demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür.'' Bu cümlede geçen iki kavram var; ‘’burjuva demokratik devrimi’’ ve ‘’sanayi devrimi’’. Ne yazık ki bu iki kavram da bize ait değil. Öncelikle bu iki kavramın iyi anlaşılması gerekiyor. Bizde olmayan iki kavram: ‘’Burjuva demokratik devrimi’’ ve ‘’sanayi devrimi’’. 

İkinci cümle birincinin devamı; ‘’üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır.’’ Buradaki kavramlar daha farklı; ’'üretim toplumu’’, ''bilgi toplumu'', ‘’bilgi ekonomisi ‘’, ''ekonomik ilişkiler’’ ve ‘’sosyal ilişkiler’’. Burada da epey bi fırın ekmek yememiz gerektiğini düşünüyorum.

''Tabanda demokrasinin temelleri atılmamışsa, üstte ne kadar çabalanırsa çabalansın Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulamaz.'' Burası işte sorunun başladığı nokta, zurnanın zırt dediği yer, bizde olmayan iki kavram; ‘’Batı tipi bir demokratik toplum’’ ve ‘’demokratik işleyiş’’.

''Doğu tipi politikacının sürekli dini politikaya alet edişi de demokrasi için en büyük engeldir.'' Bakın, burada nankörlük etmemek lazım, bu iki kavram da bize ait, patentini başkalarına verdirmeyiz; ‘’Doğu tipi politikacı’’ ve ‘’dini politikaya alet etmek’’.

''Ayrıca Batı tipi bir demokrasi için batı tipi bir aristokrasiye de ihtiyaç vardır. Aristokratı olmayan toplumlar uygarlaşamazlar.'' Her halde sorun burada. Burada yine bizde olmayan bir kavram; ‘’Batı tipi aristokrasi’’.

Uzun oldu ama sonuç ne? Ülkede olmayan bir demokrasi..

Aristokrasi ve Burjuva

Ancak ‘’aristokrasi’’ ile ‘’burjuvazi’’yi karıştırmamak için önce şu ayrımı yapmak lazımdır: Aristokrasi; bir ülkenin yönetimini imtiyazlı ve genellikle soya bağlı soylular topluluğun yürütmesi olarak bilinir… Ekonomik, toplumsal ve siyasi gücün soylular sınıfının elinde bulunduğu tarihi yönetim biçimi olarak tanımlayabiliriz. Dolayısıyla aristokrasi; moral değerlerin, simgelerin ve toplum kültürünün ön planda olduğu bir yapılanmadır. Burjuvaziyi ise, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan şehirli kişilerin oluşturduğu sosyal sınıf olarak tanımlayabiliriz.

Bu nedenle alt gelir düzeyine mensup bir burjuva örneği göremeyiz, lakin zor koşullar altında yaşasa da aristokrat genlerinin gereğine uygun olarak vakar içinde yaşayan fakir ama gururlu aristokratlar görmek mümkündür.

Entelektüeller, özellikle sol tandanslı entelektüeller genellikle ‘’Burjuva’’ deyince burun kıvırırlar. Ancak burjuvayı burjuva yapan parasal gücü yanında sahip olduğu değerler olduğunu görmezden gelirler. Bu değerler; eğitim, kültür, yaşam biçimi, insan ilişkileri ve dünya görüşüdür. Burjuvalar bu değerleriyle toplumun önünde koşarlar. Yaşam biçimleri, eğitimleri, kültürleriyle topluma örnek olurlar. Ortak değerlerin, sanatın, kültürün gelişmesine destek verirler. Bilim adamlarını, sanatçıları hem manevi olarak hem de maddi olarak desteklerler.

Çoğunluk Almanya ve Avusturya’da ama Avrupa’nın hemen her ülkesinde bizzat yaşayarak gördüm, bazıları ile de tanıştım, dost oldum bu aristokratlar ve burjuvalarla. Kimisi konttu, kimisi düktü, kimisi prensti…

Hepsinin de sarayları, şatoları, kaleleri vardı ve bu saraylarda, şatolarda, kalelerde ne vardı biliyor musunuz? Kütüphaneler, sanat eseri koleksiyonları, kimisi edebiyata, felsefeye, müziğe hami olmuş, edebiyatçıları filozofları, müzisyenleri korumuşlar, sübvanse etmişler, kimisi bilim adamlarına hami olmuşlar, onları desteklemişler, toplumsal yaşayışı, sosyal ilişkileri onlar geliştirmişler. Saymakla bitmez.

Bizde karşılığı var mıydı aristokrasinin? Hayır... Bizde karşılığı var mıydı burjuvazinin? Yine hayır... Peki bizde karşılığı ne idi aristokrasinin ve burjuvazinin? Ağa mı, bey mi, han, eşraf mı, şeyh mi, şıh mı? Yukarıda anlattığım gibi Batı tipi aristokrasi ve burjuva anlamında bunların hangilerinin kütüphanesi vardı, hangilerinin edebiyatçısı, filozofu, sanatçısı, müzisyeni, ressamı, bilim adamı vardı? Hangi toplumsal yaşayışı, hangi sosyal ilişkileri geliştirmişlerdi? Koskocaman bir ''yoktu'' cevabıdır sonuç!

Geçmiş neyse de günümüze bakalım! Türkiye kadersiz bir ülkedir çünkü bizde sorun günümüzdeki Koç gibi, Sabancı gibi ağaların (burjuvazinin) sayısının birer birer olmasıdır. Keşke ülkede onlarca Koç ve onlarca Sabancı olsaydı! Hatta yüzlerce Koç, yüzlerce Sabancı olsaydı!..

Keşke ülkede onlarca Koç ve onlarca Sabancı olsaydı günümüzde yaşadığımız ve şikâyet ettiğimiz sorunların da hiçbiri olmazdı. İngiliz devlet adamı Cecile Rhodes bu iddiamı desteklercesine şöyle derdi: ‘’İmparatorluk… Ekmek peynir meselesidir. Eğer iç savaşı önlemek istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız.’’

Bu ülkede onlarca Koç ve onlarca Sabancı olsaydı bunların anti tezi olarak sağlıklı bir sosyal politika da gelişirdi. Bakın işte bizde olmayan bir kavram daha ortaya çıktı; ‘’sosyal politika’’. O da ne ola ki?

Genel evrensel diyalektik gerçektir; tez, antitez, sentez. Bizde tez olamayınca, antitez de olmuyor, sentez de… Anti madde üzerinde çalışacaksanız önce maddenizin olması lazım! Öyle değil mi?

Eğreti burjuvazi...

Türkiye’nin kaderidir, eğri adamların doğru konuşması… En azından son bir aydır bakın gündeme, eğri bir adam dosdoğru konuşuyor… Bizde doğru adam da olmadığı için doğru adamların da eğri konuşması söz konusu olmuyor... Neyse…


Canan Barlas, vaktiyle "Eğreti Burjuvalar" (Merkez Kitapçılık, 2007) isimli bir kitap yazmıştı.
Canan Barlas kitabında günümüzdeki Türk burjuvazisinin durumunu anlatıyor, onların İnsan ilişkileri, dostlukları, yemek yemeleri, davetleri, düğün ve cenaze törenleri gibi çarpık ve karmaşık yaşam biçimlerini sergiliyor.

Canan Barlas, Türk burjuvazisinin bu yaşam biçiminin, geleneklerle, dinle ve de Batı standardıyla bir ilgisinin olmadığına dikkati çekiyor. Canan Barlas kitabında diyor ki; "üçüncü kuşaktan dördüncü kuşağa geçen büyük sermaye sahiplerinin çoğu, durmuş oturmuş burjuvaların taklitleri bile değiller. Bizim burjuvalarımızın çoğu son derece eğreti ve yapaydır."

Canan Barlas, kitabında şöyle devam ediyor; "Bizde büyük sermaye daha çok Anadolu'dan gelenlerin elinde birikti. Ve onlar burjuvalaşamadılar. Çünkü kendilerine özgü yaşam tarzı üretemediler. Batı taklidi yaptılar. Ve de içlerine sindiremediklerinden, bunu bile beceremediler. Burjuvalaşmak için krema oluşturmak gerekir. Bunun için bilgi, düzen, yaşam tarzı, dürüstlük, doymuşluk, yaşamışlık gerekir. Köksüz insanların bu kremayı oluşturması mümkün değildir.’’

“Bizde ne burjuva sınıfı var ne de elit bir sosyete. Taklitçilik üzerine kurulmuş, hiçbir değer üretmeyen sermaye sınıfı var ve bunlar da demokrasiye sahip çıkmazlar.”

Canan Barlas kitabı ile ilgili olarak kitabının yayınlandığı 2007 tarihinde çeşitli gazetelere verdiği bir röportajlarda özetle şunları söylüyor:

‘’Hayat bizi bir kere daha tasnif ediyor. Eşyanın önündekiler ve eşyanın arkasındakiler. Yani 'değerliler' ve 'önemliler' tasnifi. Değer, sermaye dışı bir üst ahlak arayışı, bir var olma biçimidir. İnsan için anlamlılık ve kalıcılık önemde değil değerdedir. Önem, konuma ve imkâna göre değişir ve insanın dışındadır. Değer ise zaman, zemin, imkân ve konuma göre değişmez, o çünkü insanın içindedir. Önem insana verilir ve alınır, değeri ise insan kendi emeği ile iç dünyasında üretilir ve kalıcıdır.

İnsanın iç zenginliği olan zihin ve vicdanla aranan, bulunan, ortaya çıkarılan, yaşanan ve paylaşılan bir büyük erdemdir, bir büyük oluştur değerler dünyası. İnsan değerler dünyasında bir yolculuğu çıkmak ister ama görsel iktidar ve görsel algıların ona atfettiği öneme aldanır ve yoldan çıkar.

Son yirmi yılda Anadolu'daki esnaf ve zanaatkârlar sınıf atladılar, sermaye sahibi oldular, yer değiştirdiler. Fakat bu tür geçişlerde hızlı bir değer kaybı oluyor…

Yerleşik sermaye sahipleri var, sonradan gelenler var. Yerleşik sermaye sahipleri birbirlerinin içindeler. Sonra Anadolu'dan gelenler oldu. İlk gelenler uzlaştığı için biriktiler. Kendilerini Batıcı yaptılar. Fakat sonra gelenlerin üstünden akıyor, bu tavır, davranış ve tercihlerine yansıyor. Bizim değerlerimize sahip çıkmak yerine ortada kalmışlık var, bir onu yapıyorlar bir bunu yapıyorlar. Bunların bir mutfak kültürü dahi yoktur. Batı kültürüne yakın dururlar ama o da üzerlerinde eğretidir. Anlamadıkları halde Mozart dinlerdiler, Türk müziğini küçümsediler uzun süre. Yabancı biri geldiğinde pop dinletiyorlar. Hâlbuki halk burada daha iyisini yapıyor, daha tutarlı, daha kimlikli.''

Kısaca diyor ki kitabında Canan Barlas; ''Burjuvalılaşma kendini yetiştirmeyi, kendini aşmayı gerektirir. Burjuva sınıfı ancak bunu becerebilirse toplumun önünde koşar. Beceremezse 'eğreti burjuva' olur.'' Canan Barlas kitabında ve söyleşisinde söylemiyor ama onu da ben söyleyeyim; eğreti burjuva da değil topluma önderlik etmek, yalaka ve yandaş burjuva haline gelip topluma yük olur.

Sonuç

Bu ülke sadece ''aydın'' karanlığında alev alev yanmıyor… Ülke yanarken niteliksiz ve eğreti burjuvazisi de bu yangına epey odun taşıyor… Dolaysıyla ne Cumhuriyet gelişiyor ülkede ne de demokrasi!


Bir ülkenin demokrasisinin içi boş, aydını liboş, vekili boş, mafyası entel, burjuvazisi de hem eğreti, hem yandaş ve hem de bir kısmı FETOŞ ise o ülkeden hayır gelir mi?

Gelmiyor zaten!

Osman AYDOĞAN



Beyoğlu Hüseyin Ağa Cami

20 Nisan 2021

Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiş ve bu kapsamda da dün Bursa Ulu Cami’sini anlatmıştım... Bu yazımda da İstanbul Beyoğlu'nda yer alan ''Hüseyin Ağa Cami''sini anlatacağım... Bu cami halk arasında daha çok ‘’Ağa Cami’’ olarak tanınır, bilinir…

Ağa Cami'sini anlatmadan önce İstanbul camileri için yazılan şiirlerden kısaca bahsetmek istiyorum... Çünkü Türk şiirinde camiler büyük yer tutar. Özellikle İstanbul camileri. 

Türk şiirinde İstanbul camileri

Türk şiirinde İstanbul camilerinin önemli bir yeri vardır. Bunların en başında Yahya Kemal’in ''Süleymaniye'de Bayram Sabahı'' isimli şiiri gelir. Yahya Kemal şiirine şöyle başlardı:

‘’Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede

 Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de’’

(Mehâbet: Büyüklük, ululuk, yücelik)

Mehmet Akif de ''Fatih Kürsüsü'nde'' şiiriyle Fatih Cami'nin ihtişamını, caminin cemaatini ve Osmanlının son halini anlatır. Şiirin sonlarında da Osmanlıyı diğer milletlerle mukayese eder. Âkif şiirinde diğer milletlerden şöyle bahseder:

‘’Heriflerin, hani dünya kadar bedayii var:

Ulumu var, edebiyyati var, sanayii var.’’

(Bedayii: Eşi ve benzeri olmıyan güzel, mükemmel ve yeni şeyler. Ulum; İlmin çoğulu)

Rıza Tevfik, Divan tarzında hece ile Üsküdar Mihrimah Sultan Cami için yazdığı ''Harap Mabet'' adlı kendisine seslendiği ve ‘’Vardım eşiğine yüzümü sürdüm’’ diye başladığı şiirini şöyle bitirirdi: ’’Hey Rıza! Secdeye baş koy da inle…’’

Ve Nâzım Hikmet’in Beyoğlu’ndaki ‘’Ağa Cami’’ için yazdığı ve kimseciklerin pek bilmediği bir şiiri var. Zaten bu yazımın amacı da bu şiiri ve bu şiir vasıtasyla ''Ağa Cami''ni tanıtmaktı. Bu nedenle de bu noktaya gelmek için Türk şiirindeki İstanbul camilerinden bahsettim...

Bu nedenle de önce Nâzım Hikmet'in bu şiirin tamamını veriyorum... Ancak bahsettiğim diğer şiirleri de bulup okumanızı isterim...

Ağa Cami

Havsalam almıyordu bu hazîn halî önce

Ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce

Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım;

Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım.

Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!

Böyle sokaklarda kî, anası can verîrken,

îşıklı kahvelerde kendî öz evladı var…

Böyle sokaklarda kî, çamurlu kaldırımlar,

En kîrlenmîş bayrağın taşıyor gölgesînî,

Üstünde orospular yükseltîyor sesînî.

Burda bütün gözlerî bîr sîyah el bağlıyor,

Yalnız senîn göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

Kendî elemîm gîbî anlıyorum ben bunu,

Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

Bu îmansız muhîtte öyle yalnızsın kî sen

Bîr tesellî bulurdun ruhumu görebîlsen!

Ey bu camînîn ruhu: Bîze mucîze göster

Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

Bîr gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,

Baştan başa tutuşsun göklerîn yangınıyla!

("İlk Şiirler", Yapı Kredi Yayınları, 8. Kitap, s. 117)

Bu şiiri Nâzım Hikmet 1921'de Mütareke yıllarında, Mütarekenin ve İstanbul’un işgalinin verdiği hüzünle yazar.  Şiir ilk kez, 21 Mart 1921'de "Anadolu'da Yeni Gün" adlı yayında çıkar.

Mevlevî Nâzım Hikmet

Ağa Cami’ni anlatmadan önce Nâzım Hikmet’in böylesine bir şiiri nasıl yazdığını anlatmak istiyorum… Ama en önce de Nâzım’ın bir Mevlevî olduğunu söylemek istiyorum…

1902 yılında Selanik’te doğan Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Bey ile Celile Hanımın evlilik hayatları uzun sürmez. Çift, Nâzım ve Samiye adında iki çocukları olduktan sonra ayrılırlar. Celile Hanım resim tahsil etmek için Paris’e gider. Çocuklar dedeleri Nâzım Paşa’nın evine sığınırlar. Nâzım Hikmet, hemen hemen bütün çocukluğunu Nâzım Paşa’nın evinde geçirir. Bu yüzden hayatında dedesinin önemli bir yeri vardır.

Dede Nâzım Paşa şairdir ve şiirlerini aruz vezninde yazmaktadır. Ne var ki Nâzım Hikmet zamanın çocuğudur. Günün genç şairleri ise yalnız hece vezniyle şiir yazmaktadırlar. Ziya Gökalp’in 1910'da Selanik’te ‘’Genç Kalemler’’ ile açtığı akım bütün şair ve aydınları sarıvermiştir. Nâzım da bu akımdan etkilenerek ilk şiirlerini hece vezninde yazar.

Nâzım, kendisi için şöyle der: “ ...Şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Fransızcayı çok iyi bilirdi, ama Osmanlıcayı bilmezdi. Benim gibi... Büyük babam, Mevlevî Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde şiir baş köşeydi...”

1920’ye kadar olan hayatında ‘’Milli Edebiyat’’ akımının tesirlerinde kalan ve tema olarak vatan, Mevlânâ, sevgi konularını işleyen Nâzım’ın gençliğinde yazdığı şiirleri pek fazla kişi bilmez.

Nâzım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa Mevlevî tarikatına bağlı dindar bir adamdır. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşamaktadır. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılır. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir eder. 

Çocuk Nâzım, özellikle Mevlevîhane’ye gidip Mevlevîlerin zikir ve mukabele-i şeriflerini seyretmeye bayılır. Başlarında uzun külahları, sırtlarında tennureleri ile semazenlerin dönüşleri ve musiki çok etkileyicidir. Nâzım’ın bu ortamda Mevlevî tarikatından etkilenmemesi mümkün değildir. Nâzım’ın aşağıdaki şiiri bu etkiyi çok güzel gösterir:

‘’Sararken alnımı yokluğun tacı

Gönülden silindi neşeyle acı.
Kalbe muhabbette buldum ilacı,
Ben de müridinim işte, Mevlânâ.

Ebede set çeken zulmeti deldim

Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalbten temizlendim, huzura geldim,
Ben de müridinim, işte Mevlânâ.’’

Bu şiirin hikâyesini ise Vâlâ Nureddin “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” (İlke Kitap, 2011) adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde anlatır…

Nâzım Hikmet’in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde bu dini hassasiyet görülür. (*) İşte Beyoğlu’ndaki Ağa Cami şiiri de bunlara bir örnektir. 

Şimdi de gelelim Ağa Cami’ne…

Ağa Cami

Halen Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Ağa Cami, Galatasaray ağası olan Şeyhülharem Hüseyin Efendi tarafından 1594 (bazı kaynaklarda 1597 diye geçer) yılında yaptırılmıştır. Hadika’nın yazma nüshalarının birinde, adı Emin Bey Cami olarak da geçer. 1597 yılında yapılan ilk cami kubbeli imiş, günümüzde ise düz çatılıdır. Cami’nin mihrabı, duvarları ve minaresi ilk yapıdan kalmıştır. İçeride dört kalın kare prizma ayak, baskılı çatıyı tutar.

Kıble duvarında ve yan duvarlarda, dörderden iki sıra pencere yer alır. Kemerli pencereler renkli camlarla tezyin edilmiştir. Duvarlar yakın zamanlardaki onarımdan sonra belli bir yüksekliğe kadar Kütahya çinisiyle yenilenmiştir. İç avluları yeşil-mavi Kütahya çinileriyle süslüdür. Tavan ve tonozlar ise renkli kalem işleriyle bezenmiştir. Cami içindeki hatlar, son büyük hattatlarımızdan İsmail Hakkı Altunbezer’e aittir. Yapının minberi ve kürsüsü ahşaptandır. İstiklal Caddesi tarafından avluya girildiğinde sağ tarafta mihrap hizasında, çimenlerin arasında iki tane mezar taşı vardır. Bunlardan biri caminin banisi, Galatasaray'ın kapı ağalarından Hüseyin Ağa'ya, diğeri de Davut Ağa'a aittir…

Caminin avlusunda, Mimar Sinan’ın eseri olan bir şadırvan bulunur. Bu şadırvan Kasımpaşa Sinan Paşa Cami’nden buraya nakledilmiştir. Tek şerefeli minaresi caminin sağ tarafında yükselir. Dönemlerin Beyoğlu’sunda oturan İstanbul beyefendilerinin ve hanımefendilerinin uğrayabileceği Ağa Cami çok kez hasar görür. Daha önce avlu kapısı üzerinde duran tuğralı, sekiz satırlık kitabesinden, 1800’de, 1864’de ve daha sonraki yıllarda yapıda oluşan hasarların, bizzat Sultan II. Mahmut tarafından 1834 tarihinde tamir ettirildiği bilinmektedir. Son zamanlarda bir kez daha yanar ve Suzan Hanım isminde bir hayırseverin çabalarıyla tamir edilir… Uzun yıllar bakımsız kalan Ağa Cami, üçüncü ve son tamiratını 1938 yılında görür. Ancak o son tamirata kadar epey bir harap haldedir ki Nâzım Hikmet’in şiiri de zaten o haraplıktan yola çıkıyor.

Ancak Ağa Cami’nin bu harap vaziyeti bakımsızlığındandır. Aslında Ağa Cami yapıldığı gibi, aradan geçen dört yüzyıla, geçirdiği yangınlara rağmen sapasağlam, dimdik ayakta kalır... Ta ki birileri, 2008 yılında, Ağa Cami’nin temelini, duvarlarını, taşlarını çatlatana kadar….

Bu noktada, Ağa Cami'nin başına gelenleri anlatmadan, bir ara verip yine Beyoğlu’ndaki şimdi olmayan bir başka camiden bahsedeyim...

Satılan Taksim Camisi

Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı yıllarında para bulabilmek için ülke içindeki kaynaklara yönelerek İstanbul’daki bazı gayrimenkulleri satışa çıkarır. (Tıpkı şimdi para bulmak için Araplara, Katar’a satılan vatan toprakları, milli şirketler gibi) Taksim Kışlası ve Talimhane Meydan’ı da satışa çıkarılan gayrimenkuller arasındadır. Talimhane ve Kışla, Şubat 1913 tarihinde 500 bin liraya Fransız sermayeli “İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyesi”ne satılır. Ancak o Taksim Kışlası içinde Mehmetçiğin ibadeti için bir de cami vardır. 1913 yılındaki satış sözleşmesine kışlanın içindeki “bu caminin korunması” hükmü koydurulur. Sözleşmeye göre Taksim Camisi ibadete açık olacaktır.

Ancak çok geçmeden I. Dünya Savaşı çıkınca Taksim Kışlası’nı satın alan Fransız şirket İstanbul’u terk eder. I. Dünya Savaşı’ndan sonraki işgal sürecinde (Mütareke döneminde) Fransız şirket yetkilileri İstanbul’a geri dönerler. Ancak Fransız şirket bu sefer kışla içindeki Taksim Camisi’ni de satın almak ister. Daha önceki hükümetlerin ve Padişah Mehmet Reşat’ın özellikle satmadığı Taksim Camisi’ni Padişah Vahdettin, İstanbul Hükümeti’nin Maliye Nezareti Vekili Tevfik Bey imzasıyla Fransız şirkete 23 Ağustos 1922 tarihinde 7000 lira bedelle satılır. (Atilla Oral, ‘’Charles Harington, ‘Sömürge Valisi’nin Himayesinde Vahdettin’in İhanetleri ve İşgal İstanbul’u’ ‘’, Demkar Yayınevi, 2013, s. 352)

Beyoğlu Hüseyin Ağa Camisi’nin satışa çıkarılması

İşgal yıllarında İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Beyoğlu’nun göbeğindeki bu tarihi Ağa Cami’ni de arsası için Taksim Cami gibi satmaya kalkar. Ancak cami mütevellisinin muhalefeti yüzünden bu satış gerçekleşmez. (Oral, age, s. 354)

Bu sırada Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı kazanması ve İstanbul’un, işbirlikçi İstanbul Hükümeti’nden ve işgalcilerden kurtarılması sayesinde Ağa Cami de satılıp yok edilmekten, muhtemel bir kilise olmaktan son anda kurtulur…

Ağa Cami; aradan geçen dört yüzyıla, işgal yıllarına, işgal yıllarında satılıp, yıkılıp, arsa olarak kullanılmaktan son anda kurtulmasına rağmen hep dimdik ayakta kalır. Ta ki, bahsettiğim gibi birileri, 2008 yılında, Ağa Cami’nin temelini, duvarlarını, taşlarını çatlatana kadar…

Ağa Cami'nin çatlayan temelleri, duvarları

Beyoğlu İstiklal Caddesinde Ağa Cami’nin tam karşısındaki bir alana, sahip olduğu medya grupları ile iktidarın başdestekçisi Demirören Grubuna bir AVM yapılmak üzere 2004 yılında 19 bin metrekare inşaat izni verilir. 1983 tarihli, 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’na göre oraya değil devasa bir bina yapmak çivi bile çakmak yasaktır aslında… Ancak Demirören AVM, 7 yılda 19 bin metrekare inşaat iznine karşın 50 bin metrekarelik inşaat alanına ulaşır. İstanbul BB Teftiş Kurulu raporuna göre bu AVM’nin hem son iki katı, hem yeraltındaki kısımlarının bir bölümü, hem de arkaya uzanan blokların bir parçası kaçaktır. Her gün binlerce insanın girdiği Demirören AVM iskânsız olarak ve yangın yönetmeliklerine aykırı olacak şekilde açılır.

Kaçak AVM’nin bu kısmının Ağa Cami ile ilgisi yoktur... Ancak 2008 yılında inşaat nedeniyle yerin 30 metre altına inen hafriyat, yanı başındaki bu yüzyılların eskitemediği, yüzyılların, işgal yıllarının bir taşını bile yerinden oynatamadığı 16. yüzyıldan kalma işte bu Ağa Cami’ni tahrip eder, duvarlarını çatlatır, taşlarını yerinden oynatır. Sonunda da Ağa Cami ibadete kapatılmak zorunda kalınır. Sadece Ağa cami etkilenmez bu hoyratlıktan, inşaatın yakınında birçok tarihi bina da hasar görür.

Tıpkı Üsküdar’da sahil şeridinde bulunan ve 1580 yılında Şemsi Ahmed Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan ‘’Şemsi Ahmed Paşa Cami’’ (Kuşkonmaz Cami)’nin de 2017 yılında İBB tarafından sahile çakılan kazıklar nedeniyle temelinin ve duvarlarının çatlatılması gibi…

Bir onarım yüzsüzlüğü

İşte bu nedenle tahrip edilen, hasar gören Ağa Cami’nin, Demirören Holding desteğinde İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü kontrolünde, 20 Nisan 2012 tarihinde onarımına başlanır. Onarım iki yıl sürer…

Bu onarımın sürdüğü iki yıl süresince Ağa Cami’nin etrafına bir perde çekilir ve bu perdede kocaman kocaman harflerle bu onarımın ‘’Demirören Grubu’’ tarafından yapıldığı yazılır.

İşte bu yazı insanın yüreğini burkar, insanın içini sızlatır…

Caminin temelinin sarsılmasına, zedelenmesine, duvarlarının çatlamasına, taşlarının yerinden oynamasına, harap olmasına, yıkım tehlikesi geçirmesine ve bu nedenlerle de ibadete kapatılmasına neden olup, sonra da '’restore ediyoruz, onarıyoruz’' diye pankart asmak ancak bu devrin yandaşlarına mahsus bir yüzsüzlük olsa gerek…

20 Nisan 2012 tarihinde başlayan Ağa Cami’nin onarımı iki yıl sürer ve 14 Nisan 2014 tarihinde tamamlanır. Açılışı, Vakıflar Genel Müdürlüğünün bağlı olduğu o zamanki Devlet Bakanı Bülent Arınç tarafından yapılır. Bülent Arınç açılışta Nâzım Hikmet’in işte bu ‘’Ağa Cami’’ isimli şiirini okur. Ancak tören öncesinde Bülent Arınç'ın Nâzım Hikmet’in bu şiirinden haberi yoktur. Bülent Arınç, okuması için bu şiir eline tutuşturulduğunda şiirin Nâzım’a ait olduğuna inanmaz ve şiirin Nâzım’a ait olup olmadığını inceletir. Tüccar gibi dini siyasetlerine araç olarak kullanan bir zihniyetin ''Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım; Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım'' dizelerindeki samimiyeti ve içtenliği anlaması beklenemezdi zaten...

Tabii ki İstanbul’un her tarafına, daha cami mimarisini bilmeden, minare yüksekliği ile kubbe çapı oranı arasındaki ilişkiyi dahi anlamadan, her boş araziye hiçbir sanatsal ve mimari değeri olmayan ucube ucube beton yığını camiler yapıp -hem de devletin kesesinden adının dahi ne anlama geldiğini bilmeden ‘’Selatin Cami’’ diyerek-, gerçek birer sanat ve mimari şaheser olan tarihi camilerin siluetlerini kaba kaba beton yığınları ile kapatan, örten, yüzyılların yıpratamadığı tarihi camilerin temellerini, duvarlarını, taşlarını bir rant uğruna yerinden oynatan, sarsan, çatlatan, peşkeş çeken bir iktidarın mensubunun Nâzım’ın ‘’Ağa Cami’’ şirini bilecek ve anlayacak hali olmazdı zaten… Ki kendisine bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü nedeniyle bu caminin korunmasından sorumlu birisiyken tahrip edilmesini seyreden birisi olarak... Ki İstanbul Beyoğlu Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü, temelleri Demirören AVM inşaatı nedeniyle tahrip edilen Ağa Cami’sine 200-300 m mesafede iken… Kendisinin böylesine bir sorumluluğu varken restorasyondan sonra açılışını yapıp, onarıma katkı sağladı diye tahrip edenlere teşekkür etmek, şilt vermek böylesi bir zihniyete ait bir yüzsüzlük olsa gerek...

Yapılan restorasyon da restorasyon olsa neyse! Ağa Cami’ye restorasyon adı altında yapılan çalışmada; Ağa Cami’ye; 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında yapılan tarihi belge niteliğindeki bütün eklemeler silinir, uyduruktan doğramalarıyla, saçaklarıyla, kafa penceresi dediğimiz üstteki pencereleriyle her şey tamamen orijininden farklı uygulamalar yapılır, Pimapen gibi pencereler takılır. Bu şekilde Ağa Cami’ye ait bütün tarihi izler silinir…

Demirören grubunun yaptığı inşaat nedeniyle hasar gören ve bu yüzden restore (!) edilen Ağa Cami’nin açılışında, Ağa Cami hiç de Gölcük depreminde zarar görmemişken, Beyoğlu Belediyesi'nin yaptığı; “Gölcük depremine hasar gören tarihi Hüseyin Ağa Cami, restorasyon çalışmalarıyla depreme dayanıklı hale getirildi” açıklaması ise bu yüzsüzlere mahsus bir başka yüzsüzlük olsa gerek...  


Dün Bursa Ulu Cami'sini anlatırken Ulu Cami içinde duvarda yer alan "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisinden bahsetmiştim. Bu hadiste Allah Rasûlü (s.a.v.) bizleri sorumluluğu olan şu yedi "vav'’dan sakının, çekinin buyuruyordu. Bunlar; vali olmak, veli olmak, varis olmak, vekil olmak, vezir olmak, vakıf malını değerlendirmek, vâllahi yemininde bulunmak… Manayı bilmeyenler, kendilerini ''elif'' sanıp da ''vav'' olamayanlar, sorumluluklarındaki Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü’nün 200-300 m mesafesinde yer alan, yüzyılların yıpratamadığı tarihi bir caminin temellerinin, duvarlarının, taşlarının bir rant uğruna yerinden oynamasına, sarsılmasına, çatlamasına engel olamayanlar, resterasyon adı altında Ağa Cami'nin bütün tarihi izlerinin silinmesine göz yumanlar, yani ‘’vav’’ olamayanlar, kameralar ve mikrofonlar önünde ‘’vay’’ diye feryâd ederek ‘’vaveyla’’ yaparlar... 

Bu nedenle Ağa Cami’nin her önünden geçişimde ''havsalam almıyordu bu hazîn halî önce, ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce'' diye hazin hazin iç geçirir, sonra da sorarım kendi kendime ‘’Ağa Cami’’ mi yoksa ‘’Ağlayan Cami’’mi diye…

Son yıllardaki bütün araştırmalar, Türkiye’de ateizmin ve deizmin arttığını ve dindarlığın azaldığını gösteriyor… Devr-i iktidarlarında sadece dinin temelleri sarsılmıyor, görüldüğü gibi dinin yüzlerce yıllık mabetlerinin de temelleri sarsılıyor...

Bir rant uğruna ya Râb ne mâbetler yıkılıyor...

Osman AYDOĞAN

(*) Burada bir açıklama yapmam gerekiyor:

Nâzım Hikmet, bir dönem ‘’Ben de müridinim’’ dediği Hz. Mevlânâ ile de kavga eder! 1945 yılında Bursa Hapishanesi’nden Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade ediyordu:

“Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlânâ’ya kadar götürmüşüm. ‘Sureti hemi zillest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap:

'Bir gerçek alemdi gördüğün, ey Celâleddin, heyula filan değil,

Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illeti-ula filan değil,
Ve senin kızgın etinden kalan rübailerin en muhteşemi;
Sureti hemi zillest falan diye başlayan değil...' ’’

(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)

Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile geliyor. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür, o kadar. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer, öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.



Tevfik Fikret ve ''Sis'' şiiri


09 Haziran 2021


Organize suç örgütü lideri, haftalık basın toplantısının, pardon haftalık dizisinin 06 Mayıs 2021 günü yayınladığı 9. bölümünde Vedat Türkali’nin ‘’Bir Gün Tek Başına’’ isimli romanını önerince ben de hemen o gün gün Vedat Türkali’nin bu romanını anlatmıştım. Bu romandan da yola çıkarak dün de bu romanın 535. sayfasında yer alan, Vedat Türkali’ye ait olan ‘’İstanbul’’ (Bekle bizi İstanbul) şiirini anlatmıştım… Bu ‘’İstanbul’’ şiirinin girişinde de ‘’ ‘Sis’ şairine ithaf edilmiştir‘’ diye yazardı. Yani Vedat Türkali ‘’İstanbul’’ şiirini ‘’Sis’’ şiirinin şairi Tevfik Fikret'in atfetmişti... Şimdi bu kadar paslaşmadan sonra artık ben Tevfik Fikret’in ‘’Sis’’ şiiri de anlatmasam olmazdı, değil mi?. Çünkü Tevfik Fikret'in ''Sis'' şiiri anlaşılmadan Vedat Türkali'nin ''İstanbul'' şiiri anlaşılmaz...

‘’Sis’’ şiirini anlatmadan önce bir cümleyle Tevfik Fikret’ten bahsedeyim…

Tevfik Fikret

Tevfik Fikret, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde Servet-i Fünûn topluluğunun lideridir. Şair ve öğretmendir. Devrimci ve idealist fikirleriyle Mustafa Kemal başta olmak üzere dönemin pek çok aydınını etkiler. Türk edebiyatının Batılılaşmasında öne çıkan isimlerden birisidir. Aralık 1867 tarihinde doğan Tevfik Fikret 19 Ağustos 1915 yılında henüz 48 yaşında iken vefat eder… Tevfik Fikret; sürgünlerle, baskılarla ancak aydınlık fikirleriyle dolu fırtınalı bir hayatı 48 yaşına sığdırır…


Ancak ''Sis Şiiri''ni vermeden önce ‘’Aşiyan’’ı anlatmak istiyorum...

Aşiyan

İstanbul’da Robert Koleji’nin hemen yakınında bahçeli bir ev vardır. İşte bu ev şair Tevfik Fikret’in 1906-1915 yılları arasında yaşadığı Tevfik Fikret’in kendi evidir. Adı da ‘’Aşiyan’’dır. ''Aşiyan'' Farsça bir sözcük olup ''kuş yuvası'' anlamındadır. Bu adı Tevfik Fikret bizzat kendisi koymuştur. Bu evden İstanbul'ın ve Boğaz'ın görünümü muhteşemdir.

Bina, Tevfik Fikret’in ölümünden bir süre sonra İstanbul Belediyesi tarafından satın alınarak 19 Ağustos 1945 tarihinde ‘’Edebiyat-ı Cedide Müzesi’’ adıyla ziyarete açılır. Şairin Eyüp’teki aile mezarlığında bulunan mezarı da şairin vasiyeti üzerine 1961 yılında müzenin bahçesine nakledilir. Müze bu tarihten sonra da ‘’Aşiyan Müzesi’’ adını alır. 

Aşiyan Müzesi’nde Tevfik Fikret ve ailesine ait eşyalar ile Tanzimat Edebiyatı ve özellikle Edebiyat-ı Cedide döneminin önemli sanatçılarının eşyaları da sergilenmektedir.

Aşiyan'da ''Sis Tablosu''

Tevfik Fikret’in işte ‘’Aşiyan Müzesi’’ ismini alan bu evinde duvarda asılı belli belirsiz “Sis” adlı bir yağlıboya tablo vardır. Tabloya ilk bakışta gri ve derinliksiz, küçük bir sandaldan başka bir şey görülmez, sıradan bir tabloya benzer. Ancak tabloya daha yakından bakılınca sisin ardında Süleymaniye'nin kubbesi, minareleri, Galata Köprüsünün siluetleriyle İstanbul görülür. Bu tablonun ressamı Şehzade Abdülmecid’dir ve tabloda imzanın hemen üstüne Arapça harflerle ‘’Tevfik Fikret Beye’’ ibaresi bulunur. Tablonun çerçevesine çivilenmiş metal isimlikte ise şu ibare yine Arap harfleriyle yer alır: “Sis: Rübab-ı Şikeste”. Rübab-ı Şikeste; Tevfik Fikret'in şiir kitabının adıdır, ''kırık saz'' anlamına gelir. ''Sis'' şiiri de Rübab-ı Şikeste' de yer alan bir şiirdir. Belli ki Şehzade Abdülmecid Tevfik Fikret'in Rübab-ı Şikeste'sinde yer alan ''Sis'' şiiri üzerine bu tabloyu yaparak Tevfik Fikret'e hediye etmiştir. Çünkü tablo ''Sis'' şiirinin resme dökülmüş hali gibidir... 

Bu tablonun hemen yanında da Tevfik Fikret'in ''Sis'' şiiri yer alır. 

Sis Şiiri

''Sis'' şiiri, orijinal hali ve günümüz Türkçesiyle Ahmet Muhip Dranas'ın hazırladığı Tevfik Fikret'in ''Rübab-ı Şikeste'' (Kapı Yayınları, 2013) isimli kitabında yer almaktadır. ‘’Sis’’ şiirini bu kitaptan alıp Ahmet Muhip Dranas'ın Türkçesiyle dize dize anlamını ve şiirde geçen Osmanlıca kelimelerin Türkçe karşılıklarını şiirde geçiş sırasına göre yazımın sonunda verdim…

Tevfik Fikret’in ‘’Sis’’ şiiri dönemin sosyal ve siyasal özelliklerini yansıtan önemli bir edebi eserdir. Namık Kemal ve Ziya Paşa mücerret (soyut) fikirleri vezin ve kafiyeye sokarak sosyal içerikli şiirler yazarken, Tevfik Fikret, ‘’Sis’’ şiirini aynı zamanda çok sanatkârane bir şekilde kaleme alır. Nedim ve Nâbî gibi şairler İstanbul’u yüksek bir medeniyet ülkesi olarak tasvir ederken Tevfik Fikret, Abdülhamit’in istibdat yönetimi altındaki dış dünya ile derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde bulunan kendi iç dünyasını birleştirerek ‘’Sis’’ şiirini yazar.

Tevfik Fikret evinde (Aşiyan) Abdülhamit’in polislerince göz hapsindedir. İstanbul’da Şubat ayıdır. İstanbul’un üzerinde yoğun bir sis tabakası vardır. Tevfik Fikret İstanbul’un üstüne çökmüş yoğun sis ile kendi içindeki sisin arasında sıkışır. Fikret duygularını işte bu ‘’Sis’’ şiiriyle dışa vurur.

Rûşen Eşref Unaydın, Tevfik Fikret (Tevfik Fikret, Hayatına dair hatıralar, Kitabhâne-i Sûdi, 1919) adlı eserinde bu şiirin yazılmasındaki ortamı şöyle anlatır: "O sıralarda bir polis her gün evini gözaltında bulundururmuş, rutubetli bir şubat günü sis denize olanca kesafeti ile çökmüş. Akşama kadar suların üstünden sıyrılamamış. Polisin duvarı ile sisin duvarı arasında kalan şair, o gün bütün bir devri bütün dertleriyle duymuş." 

Tevfik Fikret şiirine önce sanki bir resim tasvir edilirmişçesine karanlık bir tablo halinde sisi tarif ederek başlar. Şiir ilerleyince görürsünüz ki aynı Şehzade Abdülmecid'in tablosu gibi bu ‘’Sis’’in arkasında, ardında, fonunda İstanbul’un silueti vardır. Bu sis tasvirinden sonra Fikret şu dizeleri yazar:

‘’Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim (sütre-i muzlim: kara, uğursuz örtü),

Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!’’ (sahn-ı mezâlim: zulümler alanı)

Tevfik Fikret bu dizelerinden sonra sisi değil artık İstanbul’a ve İstanbul'un şahsında istibdat yönetimine olan nefretini yansıtmaya başlar. Bu karanlık ve derin örtü zulümlerin işlendiği bu şehre lâyıktır, müstahaktır. İstanbul'un silueti, kuleleri ve sarayları şahsında da istibdat idaresindeki her türlü gayri meşruluğun, haksızlığın, hukuksuzluğun, ahlaksızlığın, çapsızlığın, beceriksizliğin, fitnenin, riyânın, çirkefliğin, çürümüşlüğün ve çöküşün yansımaları anlatılır. Fikret bu şiirinde istibdat dönemlerindeki her aydın gibi derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisindedir… Fikret bu şiirinde İstanbul’u her istibdat döneminin benzediği şekliyle fahişe bir kadına benzetir ve şiirinde İstanbul’a ve İstanbul şahsında da yönetime lanetler yağdırır.

‘’Sis’’ şiirinde İstanbul’da Bizans döneminden o güne kadar işlenen zulüm ve kanlı eylemler vardır. Ancak İstanbul hakkındaki nefret dolu dizelerinin büyük bir kısmı Abdülhamid idaresindeki dönemine aittir. Fikret, şehri de bu idarenin bir işbirlikçisi gözüyle görür. Bu güzel şehirde hiçbir güzel şey yoktur. Her şey bir karabasan idarenin yardımcısı mekânlardır. Bütün tarihi eserler şiirde birer fenalık mekânları gibidir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret'in ‘’Sis’’ şiirini Abdülhamid devrinin bir romanı olarak tanımlar ve ''Sis'' şiirinin bir zaman sadece melûl besteler çıkaran ferdî melânkolisini tam lâzım olduğu bir zamanda bir cemiyetin ıstırap ve ümitlerine tercüman yaptığını söyler.

Bütün bu acı manzaraların görünmemesi ve tarihin derinliklerine gömülmesi için şair durmadan lanet okumaya devam eder. O halde bu şehir pisliklerini göstermemek için bu ağır sisle örtünmelidir. İyice kapanmalıdır.

''Örtün, evet, ey haile... Örtün, evet, ey şehr;

Örtün, ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...'' (fâcire-i dehr: dünyanın koca kahbesi)

Tevfik Fikret’in İstanbul’u kaplayan yoğun sisin altında gördüğü şeyler işte bunlardır. Tabiatın sisi dağılacak ancak istibdadın sisi devam edecektir. Fikret’in söylemek istediği de budur. İstanbul’daki sis dağılır ancak ne istibdadın sisi dağılır ne de Fikret’in içindeki sis… Hatta Fikret’in içindeki sis daha da derinleşip yoğunlaşarak Fikret'i ‘’Tarih-i Kadîm’’’i (Kültür Bakanlığı, 1998) yazacak raddeye kadar getirir...

Tevfik Fikret için hayat karanlık mağmum, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Haluk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken kesif bir sis içerisinde sonsuz bir melankoliyle ezilip kalır insan... 

Mustafa Kemal Atatürk’ün, ‘’Ben inkılap ruhunu Fikret’’ten aldım’’ dediği Tevfik Fikret’i vefatının 106. yıldönümünde kendisini özlemle, minnetle ve saygıyla anıyorum…

Tevfik Fikret, ‘’Sis’’ şiirinde; yalnız sefalet ve kayıtsızlık içinde çalkanan İstanbul’u değil, bozulmuş olan bir toplumu ve aynı zamanda çürümüş ve yıkılış halinde olan bir yönetimi ve bu yönetimin pisliklerini göstermemek için şehri ağır bir sisle örterdi... Günümüzde ise bu pisliği göstermemek için doğa şehrin denizini salya ile örtüyor…


Vedat Türkali de "Sis’’ şairine ithaf ettiği ‘’İstanbul’’ şiirinde ise ''Sis''teki manzarayı umumiyeye gönderme yapılarak ''Şark cephesinde değişen bir şey yok'' mesajı veriyor… Fikret'in ''Sis'' şiiri anlaşılmadan Vedat Türkali'nin ''İstanbul'' şiiri de tam olarak anlaşılmaz demiştim…

Şimdi vakit; dün anlattığım Vedat Türkali’nin ‘’İstanbul’’ şiirini daha iyi anlamak için yeniden okuma vaktidir…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Şehzade Abdülmecid’in Aşiyan Müzesi'nde yer alan ''Sis tablosu'':

 

Tevfik Fikret'in 'Rübab-ı Şikeste''sinde yer alan şiiri:

Sis

Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid, - Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, 

Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. - beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan 
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh, - ağırlığının altında herşey silinmiş gibi, 
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh; - bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; 
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar - tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar 
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar! - onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! 
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim, - Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! - lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası! 
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ, - Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan, 
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ! - ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! 
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı - Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan, 
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı; - Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi! 
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret - Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet; - sefahate susamış bağrında yaşatan. 
Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde - Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde 
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; - sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın. 
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir, - Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak, 
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir; - ey bin kocadan artakalan dul kız; 
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ, - güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli, 
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ. - sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor. 
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün - Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün 
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün! - iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun! 
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; - Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi; 
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his. - içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden. 
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet - Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, 
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet! - lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi! 
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde, - Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır, 
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde. - İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın. 
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu'; - Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri; 
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'. - Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek. 
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından - Milyonla barındırdığın insan kılıklarından 
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan? - Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar? 

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; 

Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!.. - örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi! 

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; - Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; 

Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar; - Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar. 
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed; - Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler; 
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed, - ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki, 
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr; - geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur; 
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr; - ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi. 
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât; - Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri; 
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat; - ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler. 
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler; - Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler; 
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer - ey servilerin kara gölgelerinde birer yer 
Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir; - edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu; 
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir; - “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları. 
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd - Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra 
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd; - canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler! 
Ey ma'reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar; - Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar; 
Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar - ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan 
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ; - vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer. 
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ - Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi 
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin; - sembole eden harap ve sessiz evler; 
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın - ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan 
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş, - kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş, 
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş; - ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş! 
Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde - Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü 
Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde; - her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar! 
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im - Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu 
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim; - bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp 
Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı - her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini 
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi! - gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir! 
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz - Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş 
İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz; - olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât! 
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn; - Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler; 
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn; - ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar! 
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus; - Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus; 
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs; - ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu. 
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci' - Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli'; - her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür! 
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn - Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için 
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn; - yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak, - Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan, 
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak; - ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”! 
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs - Ey en şiddetli kuşkularla duygusu kö¨rleşerek
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs; - vicdanlara uzatılan gizli kulaklar; 
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar; - ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar. 
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar; - Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret! 
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî; - Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm; 
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî; - ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre! 
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me'lûf; - Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış 
Eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-ı ma'rûf; - zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet! 
Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç; - Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç; 
Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç; - ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç! 
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber; - Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca; 
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler, - ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler, 
Hele sizler… - hele sizler... 

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; - Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; 
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!... - Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi! 

18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)
Tevfik FİKRET

Şiirde geçen Osmanlıca kelimeler ve Türkçe anlamı (Şiirde geçiş sırasına göre)

âfâk: ufuklar

dûd: duman, sis
muannid: dik başlı, inatçı
dûd-ı muannid: inatçı sis
zulmet: karanlık
beyzâ: ak, çok beyaz
zulmet-i beyzâ: ak karanlık
peyâpey: birbiri arkasından, durmadan, gitgide
mütezâyid: artan, birikerek çoğalan, çoğalan
tazyik: basınç, sıkıştırma
eşbâh: cisimler, gövdeler, vücutlar
kesâfet: yoğunluk
ibâret: meydana gelen, oluşan
elvâh: levhalar, tablolar
heybetli: korku uyandıracak irilikte, korkunç, ulu
nazar: bakış
nüfûz eylemek: içine geçmek, içine işlemek
gavr: derinlik, dip
lâkin: ama
sürte: perde, örtü
muzlim: kara, karanlık, uğursuz
sürte-i muzlim: kara örtü, uğursuz örtü
tesettür: örtünme
sahn: alan, sahne
mezâlim: haksızlıklar, zulümler
sahn-ı mezâlim: haksızlıklar alanı, zulümler alanı
garrâ: ak, parlak, gösterişli aklık, gösterişli parlaklık
sahne-i garrâ: parlak sahne
zî-şa'şaa: gösterişli, parlak, süslü, şatafatlı, yaldızlı
hâile: facia, trajedi
pîrâ: donatan, süsleyen
hâile-pîrâ: facia süsleyen
sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pîrâ: facia süsleyen şatafatlı sahne
şa'şaa: gösteriş, parlaklık, şatafat
kevkebe: gösteriş
mehd: beşik
şark: doğu
ezelî: başlangıcı olmayan, çok eskiden beri, öncesiz
hâkime: ece, kadın hükümdar, kraliçe
câzibedâr: alımlı, cazibeli, çekici
hâkime-i câzibedâr: alımlı kraliçe, çekici ece
mahabbet: aşk, sevgi, sevme
bî-lerziş: titremeden, titreyişsiz
bî-lerziş-i nefret: nefretle titremeden
perverde eden: besleyen, büyüten
sîne: göğüs
meshûf: susamış
sefâhet: aşırı derecede eğlence ve zevk düşkünlüğü
sîne-i meshûf-ı sefâhet: zevk ve eğlence düşkünü göğüs
mâi: mavi, su renginde
der-âguuş: kucakta, kucağında
tûde: küme, öbek, yığın
zinde: canlı, diri
tûde-i zinde: canlı yığın
fertût: bunak, çok yaşlı, kocamış
müsahhir: büyüleyen, büyücü, sihir yapan
fertût-ı müsahhir: büyücü kocakarı
bîve: dul
bâkir: el değmemiş, erden
bîve-i dul: el değmemiş dul
hüsn: güzellik
sihr: büyü, sihir
hüveydâ: açık, belli, ortada 
enzâr: bakışlar
temâşâ: bakıp seyretme, izleme
enzâr-ı temâşâ: seyreden bakışlar
hâriç: dış, dışarı, dışında
çeşmân: gözler
kebûd: gök rengi, mavi
çeşmân-ı kebûd: mavi gözler
mûnis: cana yakın, sıcak kanlı, uysal
girye: ağlama, dökülen gözyaşı
bî-his: duygusuz, hissiz
te'sis olunurken: kurulurken
dest: el
hıyânet: güveni kötüye kullanma, hainlik, ihanet
dest-i hıyânet: hainlik eli
bünyân: yapı
zehr: zehir
zehr-âbe: acı su, kötü su, zehir gibi su
lânet: kargıma, kargış
zehr-âbe-i lânet: zehir gibi kargış suyu
levs: kir, pislik
riyâ: iki yüzlülük
levs-i riyâ: iki yüzlülük kiri
zerre: çok küçük parça, parçacık
safvet: arılık, saflık, temizlik
zerre-i safvet: temizlik zerresi
hased: kıskançlık
levs-i hased: kıskançlık kiri
teneffu': çıkarcılık, faydalanma, fayda sağlama
levs-i teneffu': çıkarcılık kiri
tereffu': terfi, yükselme
ümmîd-i tereffu': yükselme umudu
ecsâd: cesetler, cisimler, gövdeler
nâsiye: alın, cephe
pâk: temiz
ü: ve
dirahşan: parıldayan, parıltılı, parlak
şehr: kent, şehir
müebbed: sonsuza kadar, sonsuzca
fâcire: erkeğe düşkün kadın, günah işleyen kadın, kötü kadın
dehr: çağ, dünya, evren
fâcire-i dehr: dünya orospusu, evrensel orospu
debdebe: görkemli gürültülü patırtılı gösteriş
tantana: gürültülü parıltılı şatafatlı gösteriş
kal'a: kale
dahme: mezar, türbe
mersûs: dayanıklı, direngen, sağlam
havâtır: anılar, hatıralar
dahme-i mersûs-ı havâtır: anıların sağlam mezarı
ma'bed: tapınak
gırre: yok yere övünen, gafil, gereksiz gurura kapılan, övüngen
dîv: cin, dev, ifrit, şeytan, kötülüğü temsil eden varlık
mukayyed: bağlanmış, bağlı
mâzî: geçmiş
âtî: gelecek
nakletmek: anlatmak, bir başkasına anlatmak
me'mûr: görevlendirilmiş, görevli
sûr: sur, kentleri çeviren yüksek duvarlar
kafile-i sûr: sur kafilesi, sur silsilesi
mebânî: binalar, yapılar
münâcât: Tanrı'ya dua etme, yakarma
mebânî-i münâcât: Tanrı'ya yakarma yapıları, tapınaklar
mahmil: sepetli yüklük, sepetli eyer, yük taşıyan, yüklü armağan
ezkâr: sözler, yinelenen yakarılar
mahmil-i ezkârı: sözlerini taşıyan, yakarılarını yineleyip duyuran
minârât: minareler
sakf: çatı, dam
medrese: din eğitimi verilen okul
zıll: gölge
zıll-ı siyâh: kara gölge
te'mîn etmek: elde etmek, sağlamak
sâil: dilenci, dilenen
sâbir: sabreden, sabırlı
sâil-i sâbir: sabırlı dilenci
rahmet: Tanrı'dan bağışlama, esirgeme dileme
mekaabir: mezar taşları
elvah-ı mekaabir: mezar taşları tabloları, mezar yazıtları
pür-velvele: gürültü patırtı dolu, şamata dolu, şamatalı
yâd: anma, anı, anış
iykâz etmek: aklına getirmek, uyandırmak
sâmit: konuşmayan, sessiz, suskun
sâkin: durgun
ecdâd: atalar, dedeler
ma'reke: cenk yeri, savaş alanı, savaşılan yer
tîn: balçık, çamur
gubâr: toz 
ma'reke-i tîn ü gubâr: çamur ve tozun savaş alanı
rahne: bozulan, bozuk yer, gedik, yıkık
vak'a: olay
vîrâne: yıkık yapı kalıntısı, yıkıntı 
mekmen: pusu kurulan yer, pusu yeri
hâb: ölüm, uyku, son uyku
eşirrâ: kötüler, it kopuk sürüsü
mekmen- i pür-hâb-ı eşirrâ: uykulu it kopuğun pusu yeri
ber-pâ: ayakta, ayakta duran, yıkılmamış
mâtem-i ber-pâ: yıkılmamış yas
temsîl etmek: örneği olmak, simgelemek 
âsûde: huzurlu, rahat, sessiz
fersûde: eskimiş, yıpranmış
mesâkin: konutlar, meskenler
mavtın: oturulan, yaşamın sürdürüldüğü yer, vatan
gam-dîde: gamlı, kaygılı, tasalı 
merâret: acılık, tatsızlık
mi'de: mide
tekâza: çekişme, çıkışma, kakma, sıkıştırma, takaza 
zehr-i tekâzâ: sıkıştırmanın zehri
zillet: alçaklık, aşağılık, aşağılık davranışlar
bel'eyleyen: içine alan, yutan
efvâh: ağızlar
kadîd: bir deri bir kemik kalmış, kurumuş, sıska, sıskası çıkmış
efvâh-ı kadîde: kurumuş ağızlar
fazl: bağış, kerem
fazl-ı tabîat: doğanın bağışı, doğanın bağışladığı
âmâde: hazır
mün'im: bakıp besleyen, nimet veren, yediren içiren
fıtrat: yaradılış
makrûn: kavuşmuş, ulaşmış
âtıl: devinimsiz, duran, tembel
âkim: dölü olmayan, kısır, verimsiz
ni'met: Tanrı'nın sunduğu yiyecek, içecek; yaşam için gerekli şeyler
esbâb: nedenler, sebepler
rehâ: kurtuluş
esbâb-ı rehâ: kurtuluş nedenleri
züll: alçalma, düşkünlük, horluk
tevekkül: işi Tanrı'ya bırakıp yazgıya katlanma
züll-i tevekkül: yazgıya katlanma düşkünlüğü
mürâyi: iki yüzlü
savt: ses, ün
kilâb: köpekler
savt-ı kilâb: köpeklerin sesi
şeref: onur
nutk: insanoğlunun konuşma, söz söyleme yetisi
şeref-i nutk: konuşma onuru
mümtâz: seçkin, başkalarına göre üstün tutulmuş
tel'in eden: lanetleyen, kargıyan, kargışlayan
âvâz: bağırtı, çığlıkça, yüksek ses
girye-i bî-fâide: yararsız gözyaşı, boş yere akıtılan gözyaşı
hande: gülme, gülüş
zehrîn: acı, zehir gibi
hande-i zehrîn: acı gülüş, zehir gibi gülüş
nâtıka: insanoğlunun düşünüp söyleme yetisi, düzgün konuşma; 
dirayetli, dokunaklı düzgün söz söyleme, doğru düzgün sözler
acz: güçsüzlük, zor durumda olma
nâtıka-i acz ü elem: güçsüzlük ve elem bildiren sözler
nazra: bakış
nefrîn: kargıyan, lanet okuyan 
nazra-i nefrîn: kargıyan bakış, lanetleyen bakış
cevf: iç, içine yönelen, oyuk, oyulmuş
esâtîr: efsaneler, mitolojik masallar
cevf-i esâtîre: efsanelerin içine
kıble: zor durumda kalınınca başvurulan kapı, Müslümanların namazda yöneldiği yan
ikbâl: baht açıklığı, yüksek onura ulaşma durumu
kıble-i ikbâl: yükselme kapısı
reh: yol
pâ-bûs: ayak öpme, ayak öpen
reh-i pâ-bûs: ayak öpme yolu
havf: korku, ürkü
müsellâh: silah kuşanmış, silahlı
havf-1 müsellâh: silahlı korku
hasârât: hasarlar, zararlar
râci': -den dolayı, ilgili, o yüzden
şekve: şikayet, yakınma
tâli': kısmet, talih
şekve-i tâli': talihten yakınış, talihten yakınma
masûniyet: dokunulmazlık, korunma
makrûn: ulaşmış, yakın, yaklaşmış
hakk-ı teneffüs: soluk alma hakkı, yaşama hakkı
efsâne-i kanûn: yasa efsanesi, (şiirde, anayasa masalı)
va'd: söz, vaad
muhâl: olmayacak, olanaksız
vad'i muhâl: gerçekleşmeyecek vaad, olmayacak vaad, olmayacak söz
ebedî: sonsuza dek sürecek
kizb: yalan
muhakkak: belli olmuş, gerçekliği araştırılmış, kesin
kizb-i muhakkak: bilinen yalan
mütemâdî: aralıksız, her zaman
savlet: saldırma
evhâm: kuruntular
savlet-i evhâm: kuruntuların saldırısı
bîtâb: bitkin, güçsüz kalma, halsizlik
tahassüs: duygulanma, etkilenme, içlenme
bî-tâb-ı tahassüs: duygulanmaktan bitkin 
temdîd edilen: süresi uzatılan, uzatılmış
gûş: kulak
tecessüs: anlama merakı, gizlice öğrenmeye çalışma
bîm: korku
bîm-i tecessüs: dinlenme, gözlenme, izlenme korkusu
gayret-i milliye: ulusal çaba
mebgûz: nefret edilmiş
muhakkar: hakaret edilmiş, hakir görülen, hor görülmüş
seyf: kılıç
mahkûm-ı siyâsî: siyasal mahkum
behre: kısmet, nasip, pay, üleş
fazl: erdem, kerem, üstünlük
behre-i fazl ü edeb: erdem ve edebin payı
mensî: bellekten gitmiş, unutulmuş
çehre-i mensî: unutulmuş yüz
bâr: ağırlık, yük
hazer: çekinme, korku, sakınma
bâr-ı hazer: korku yükü
me'lûf: alışkın, alışmış, huy edinmiş
eşrâf: ileri gelenler
tevâbi': uşaklar, yardakçılar
unsur: öğe, bir bütünü oluşturan her bir parça
ma'rûf: herkesçe bilinen, ünlü
unsur-ı ma'rûf: ünlü parça, ünlü öbek
re's: baş
fürûberde: aşağı eğilmiş
re'si fürûberde: eğilmiş baş
ta'kîb: izleme
mâder: ana, anne
hicranzede: ayrılık acısı çeken
mâder-i hicranzede: ayrılık acısı çeken ana
hemser: arkadaş, aynı kafada, eş, eşlik eden
muğber: dargın, gücenik, kırgın
hemser-i muğber: gücenik eş
âvâre: başı boş
hâile: facia

Tevfik Fikret




Bekle bizi İstanbul...


08 Haziran 2021


Organize suç örgütü lideri, haftalık basın toplantısının, pardon haftalık dizisinin 9. bölümünde Vedat Türkali’nin ‘’Bir Gün Tek Başına’’ isimli romanını önerince ben de evvelsi gün Vedat Türkali’nin bu romanını tanıtmıştım. Türkali’nin bahse konu romanını tanıtırken romanın 535. sayfasında yer alan, hepimizin Edip Akbayram’dan bildiğimiz, ancak Vedat Türkali’ye ait olduğunu bilmediğimiz kendi şiiri olan ‘’İstanbul’’ (Bekle bizi İstanbul) şiirinden de bahsetmiştim… Bu kadar paslaşmadan sonra artık ben bu şiiri de anlatmasam olmaz.

Ancak bu şiiri anlatmadan önce kısa bir tarih, pardon, pardon, kısa bir edebiyat turu yapmam gerekiyor…

Edebiyat dünyasında karşılıklı yazılar, şiirler

Edebiyat dünyası karşılıklı yazılan kitaplarla, metinlerle, şiirlerle doludur. Binlerce yıldır bu böyledir. Buna bu sitemde yazdıklarımdan birkaç örnek vermek istiyorum. Daha yeni yazmıştım Nazım Hikmet’in Mevlâna’nın rubailerine karşı bir cevap verdiğini… Yine Nazım Hikmet’in ‘’Cevap No. 2’’ isimli şiiri ile Ahmet Haşim’e bir yazısına karşılık cevap verdiğini de bu sitemde yazmıştım.

Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste'sinde yer alan ve istibdat yönetimine karşı yazdığı şaheserlerden biri olan “Sis” şiiri İstanbul’a bir övgü şiiri değildi… Tevfik Fikret, ‘’Sis’’ şiirinde yalnız sefalet ve kayıtsızlık içinde çalkanan İstanbul’u değil, bozulmuş olan bir toplumu ve aynı zamanda çürümüş ve yıkılış halinde olan bir yönetimi tasvir ederdi…

Bekle bizi İstanbul

Şair ve yazar Vedat Türkali de bu şiire cevap olarak " ‘Sis’ şairine ithaf edilmiştir’’ başlığı ile bir başka İstanbul şiirini yazar. Yıl 1944, yer Akşehir’dir. Vedat Türkali karısı Merih'i ilk çocukları Deniz'in doğumu için İstanbul'da bırakarak çalıştığı okul yeri olan Akşehir’e döner. Ve şiiri burada yazar. Şiirde İstanbul’un şahsında karısına ve çocuğuna duyulan özlem ve sevgi vardır, ayrılığın hüznü vardır, kavuşmanın umudu vardır...  Ve bahsettiğim gibi şiir Vedat Türkali'nin "Bir Gün Tek Başına" adlı romanının 535. sayfasında da yer alır. Şiirin adı ‘’İstanbul’’dur. Ancak biz bu şiiri, bu şiirden bestelenen şarkının adıyla ‘’Bekle bizi İstanbul’’ diye biliriz…

Ama şiir asıl olarak Tevfik Fikret'in ''Sis'' şirine cevap olarak yazılmıştır. Şiir Fikret’in ''Sis'' şiirinde olduğu gibi İstanbul'un tasviri ile başlar. Daha sonra da olumsuzluklar, kötülükler, fenalıklar sıralanır. Şiirde ''Sis''teki manzarayı umumiyeye gönderme yapılarak ''Şark cephesinde değişen bir şey yok'' mesajı verilir. Tevfik Fikret'in ''Sis'' şiirini de yarın anlatacağım. Çünkü Fikret'in ''Sis'' şiiri anlaşılmadan Vedat Türkali'nin bu ''İstanbul'' şiiri de tam olarak anlaşılmaz... 

Vedat Türkali için İstanbul farklı bir yerdir. Vedat Türkali için İstanbul bir sevdadır. Vedat Türkali için İstanbul bir yârdır, bir anadır, bir dosttur. Bu nedenle bütün romanlarının ve şiirlerinin konusu mekân olarak İstanbul’da geçer. Dostoyevski için S. Petersburg ne ise, Proust için Paris ne ise, Zweig için Viyana ne ise Vedat Türkali için de İstanbul odur.

Vedat Türkali’nin bu şiirini müzisyen Onur Akın besteleyerek ''Bekle Bizi İstanbul'' ismiyle şarkı haline getirir. İlk olarak Grup Baran sonra da Edip Akbayram kendine özgü o muhteşem sesleriyle seslendirirler bu şarkıyı… Bir de Sevinç Eratalay seslendirir. Bizler genellikle Edip Akbayram’ın sesiyle biliriz bu şarkıyı... Yazımın sonunda hem her iki yorumun bağlantısını hem de Vedat Türkali’nin sesinden şiiri okuyuşu ve müteakiben şarkıyı veriyorum… Ancak şarkılarda şiirin tamamı yer almaz. Bir kısmı yer alır. Yine yazımın sonunda ben şiirin tamamını da veriyorum...

Hangi vakitte olursanız olun, yorgunsanız, uykusuzsanız, düşünceliyseniz, kederliyseniz, umutsuzsanız, umutluysanız, verilen gazlardan, mafya dizilerinden, mafya dizilerinde açıklanan rezaletlerden, TV’lerdeki seviyesiz, düzeysiz tartışmalardan bıkmışsanız ve özlediğiniz İstanbul'a hasretseniz eğer verdiğim bağlantılardaki şarkıyı dinleyin… İnanın ilaç gibi gelecektir...

İhanet edilen İstanbul

Şiirin son bölümünde şu dizeler yer alırdı:

''Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul 
Bekle bizi 
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle 
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla 
Mavi denizlerine yaslanmış 
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle''

Şiirin yazıldığı 1944 yılında değiliz artık… Şiirde geçen  "Parklarınla, köprülerinle, kulelerinle, meydanlarınla, mavi denizlerinle, beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle bizi İstanbul" dizeleri yetmiş yıl öncesinde kaldı.


"Rezidanslarınla, gökdelenlerinle, AVM’lerinle, cafelerinle, trafiğinle, denizdeki salyalarınla içine ettiler senin İstanbul" diye okuyun siz o dizeleri artık… İhanet ettiler İstanbul’a… ''Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum.'' (Gazeteler, 21.10.2017)

Değişti artık İstanbul…

İstanbul’da değişmeyen tek gerçek kaldı: ‘’Haramilerin saltanatı’’….


Ama ‘’Bekle Bizi İstanbul’’

''Salkım salkım tan yelleri estiğinde 
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle 
Uzaktan seni düşünür düşünürüm 
İstanbul

Binbir direkli Haliç'inde akşamlar 
Adalarında bahar Süleymaniye'nde güneş 
Ey sen ne güzelsin kavgamızın şehri 
İstanbul 

Boşuna çekilmedi bunca acılar 
Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle 
Parklarınla, köprülerinle, meydanlarınla 
Bekle bizi İstanbul 

Tophane'nin karanlık sokaklarında 
Koyun koyuna yatan çocuklarınla bekle 
Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi 
İstanbul 

Haramilerin saltanatını yıkacağız 
Bekle o günler gelsin gelsin İstanbul 
Sen bize layıksın bizde sana İstanbul 
İstanbul 

Boşuna çekilmedi bunca acılar 
Büyük ve sakin Süleymaniye'nle bekle 
Parklarınla köprülerinle meydanlarınla 
Bekle bizi İstanbul''

Bekle bizi İstanbul...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Vedat Türkali'nin kendi sesinden ''Bekle Bizi İstanbul'' Şiirin devamındaki şarkı, "Onurlu Yıllar" albümünde yer almaktadır, on iki sanatçı tarafından seslendirilir.

https://www.youtube.com/watch?v=6IOT3j_Xk10&list=RD6IOT3j_Xk10&index=1

Edip Akbayram, ''Bekle Bizi istanbul''
https://www.youtube.com/watch?v=YcRhENDP3no


Sevinç Eratalay, ''Bekle Bizi istanbul''
https://www.youtube.com/watch?v=zcO662McVOQ

İstanbul 

"Sis" şairine ithaf edilmiştir.


Salkım salkım tan yelleri estiğinde 
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle 
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul 
Binbir direkli Halicinde akşam 
Adalarında bahar 
Süleymaniyende güneş 
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde 
Bakışlarımda akşam karanlığın 
Kulaklarımda sesin İstanbul

Ve uzaklardan 
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde 
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Plajlarında karaborsacılar 
Yağlı gövdelerini kuma sermiştir. 
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında 
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın 
Meyvesini birlikte devşirirler 
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Et tereyağı şeker 
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde 
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların 
Hürriyet yok 
Ekmek yok 
Hak yok 
Kolların ardından bağlandı 
Kesildi yolbaşların 
Haramilerin gayrısına yaşamak yok

Almış dizginleri eline 
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası 
Onların kemik yalayan dostları 
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi 
Ve sen esnaf sen söyle sen memur sen entellektüel 
Ve sen 
Ve sen haktan bahseden Ortaköyün Cibalinin işçisi 
Seni öldürürler 
Seni sürerler 
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir 
İpek şiltelerin istakozların 
ve ahmak selameti için 
Hakkında idam hükümleri verilir

Haktan bahseden namuslu insanları 
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar 
Karanlık mahzenlerinde şehrin 
Cellatlara gün doğdu 
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır 
Bir kalem yazın vardır 
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır 
Söylenmez

Haramiler kesmiş sokak başlarını 
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi 
Haramilerin elinde 
Ve mahzenlerinde insanlar bekler 
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer 
Bebeklerin hasreti içlerinde gömülü 
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul 
Bulutların ardında damla damla sesler 
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle 
Arkadaşlar çıktı karşıma 
Dindi şakalarımın ağrısı

Bir kadın yoldaş tanırdım 
Bir kardeş karısı 
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları 
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi 
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında 
Gebeliğin dokuzuncu ayında 
Aç kurtların varoşlara saldırdığı 
Tipili bir gece yarısı 
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi 
Otuzbeş kiloluk sırrımızı 
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul 
Bekle bizi 
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle 
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla 
Mavi denizlerine yaslanmış 
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle 
Ve bir kuruşa yenihayat satan 
Tophanenin karanlık sokaklarında 
Koyun koyuna yatan 
Kirli çocuklarınla bekle bizi 
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi 
Bekle dinamiti tarihin 
Bekle yumruklarımız 
Haramilerin saltanıtını yıksın 
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle 
Sen bize layıksın 

Vedat TÜRKALİ
Eylül 1944 Akşehir


Abdurrahim Karakoç ve Mihriban

07 Haziran 2021


Bugün ‘’Mihriban’’ın yazarı Abdürrahim Karakoç’un vefat yıldönümü… Abdurrahim Karakoç dokuz yıl önce bugün 07 Haziran 2012 tarihinde Ankara'da vefat etmişti… Allah rahmet eylesin…

Abdürrahim Karakoç’un ölümsüz eseri ''Mihriban'' Türk halk müziğinin şaheserlerinden birisidir... Kimlerin beyninde takılmış bir plak gibi ''Mihriban, Mihribaaaaannnn'' diye dönüp durmadı ki...

Bugün Abdürrahim Karakoç’u anmak için hem kendisini anlatacağım hem de onun o ölümsüz şiiri ''Mihriban''ı anlatacağım… Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’ 

Anlatacağım ama dün yaptığım gibi önce bir sitem!...

Bir sitem!...

Dün Vedat Türkali’yi anlattım diye bana sataşanlar oldu…


Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur.


Bu yanlışlarımız ve eksikliklerimiz bir değirmenin taşları gibi arasına alıp öğütüyor bizi… Ne yazık ki farkında değiliz…

Nazım’ın söylediği gibi; ‘’Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.’’ Bu memleket, bu şairler bizim… Bu kader bizim, bu cennet, bu cehennem bizim… Biz sahip çıkmazsak bilin ki pusuda bekleyen akbabalar gelip elimizden alacaklar…

Görüyorsunuz, bütün iyi adamlar iyi atlara binip binip gidiyorlar… Yerleri doldurulmadan... Bizler de yok o sağcıydı, yok bu solcuydu diye diye, yok o sucuydu, yok bu bucuydu söyleye söyleye varlıklarını, kıymetlerini, değerlerini, ağırlıklarını, zenginliklerini, hazinelerini bilmeden... Anadolu'nun rengârenk bir çiçek bahçesi olmasının ne büyük bir zenginlik olduğunu anlamadan...

Bu gidişle, rengârenk çiçek bahçesi Anadolu'nun; gittikçe susuz, gittikçe verimsiz, artan bir şekilde çorak ve kurak bir çöle dönüştüğünü anlamadan...

Bu gidişle, ‘’bir gün tek başına’’; susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aşksız, sevgisiz, sevdasız, duygusuz, sonuçta kelimesiz kalacağımızı anlamadan… 

Bu gidişle, dipsiz kuyuların kör karanlıklarda; susuz, gıdasız, fersiz, nefessiz, havasız kalıp, entübe edilmiş Koronavirüs hastaları gibi boğum boğum boğulacağımızı öngörmeden…

Bu gidişin sonunu Nietzsche şöyle hatırlatırdı:

‘’Toplum yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşup kültürün önemini göz ardı ederse, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşecektir.’’

Ellerin yurdunda çiçek açarken

Abdurrahim Karakoç'un şahsında birleşen iki önemli konu var ki anlatmadan geçmek istemem:


Bunlardan birincisi; Abdurrahim Karakoç'un o eşsiz dizeleri olan ''Mihriban''ı Musa Eroğlu'nun bestelemiş olması, söylemiş olması, meşhur etmiş olması… ‘’Unutursun Mihriban’ım’’ türküsünü de Selda Bağcan’ın söylemiş olması, meşhur etmiş olması…

İkincisi de Abdurrahim Karakoç'un hemşehrisi olan Âşık Mahzuni Şerif'in Abdürrahim Karakoç için yazdığı iki özel şiirinin olmasıdır. Bu şiirleri de yazımın içerisinde  veriyorum.

Abdurrahim Karakoç, Âşık Mahzuni Şerif, Musa Eroğlu ve Selda Bağcan… Ne güzel bir kompozisyon değil mi?

Belki gelecekte kültür hayatımızın belkemiği şairlerimizi, ozanlarımızı, edebiyatçılarımızı siyasi görüşlerinden bağımsız olarak anarız, severiz, onları anlarız.

Aksi halde Abdurrahim Karakoç'un ‘’Kara Haber’’ isimli şiirinde söylediği gibi ellerin yurdunda çiçek açarken bizim illere kar gelecektir… Eller yurdunda güler oynarken, düğün yaparken, bu coğrafya bize dar gelecektir... 

‘’Ellerin yurdunda çiçek açarken,
Bizim İl’e kar geliyor gardaşım!
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme;
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım!’’

Ülkenin manzara-i umumiyesi ortada.... Daha ne diyem, nasıl diyem ben? Dün bu sayfalarda büyük yazar ve şairimiz Vedat Türkali’yi andım diye bana laf çakanlar utansın…

Bu konudaki umudumu Abdurrahim Karakoç'un ''Yakarış'' isimli şiirinden bir dizeyle anlatayım: 

''Umudum her zaman bâkidir ama
zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.''

Abdurrahim Karakoç

Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932 yılında Kahramanmaraş Elbistan’da doğar. Dedesi, babası ve kardeşleri de şair olduğu için küçük yaşlarda şiire merak sarar… İlk yazdığı şiirleri iki kitap olacak hacimdeyken beğenmeyip yakar… 1958 yılından itibaren yazdıklarını 'Hasan'a Mektuplar' ismi altında 1964 yılında yayımlar…


Şiirleri mücadele şiirleridir… Bunun nedeni de yaşadığı şartlardan kaynaklanır… 27 Mayıs hiciv şiirlerine kaynaklık eder… Bu nedenle de otuz kez mahkeme kapılarını aşındırır… Ancak bütün suçlamalardan beraat eder… Bu davalarda hiç avukat tutmaz, hep kendi kendini savunur… Hiçbir iktidarla barışık olmadan yaşar…

Hiçbir sorun karşısında susmaz… Susmadığını, susmayacağını ‘’Yemin’’ isimli şiirinde anlatır. Maraş Elbistan’lıdır ya… Bu şiirinin bir kıtası şöyledir:

‘’Esir iken Kırım, Kerkük, Türkistan
Bana zindan olur Maraş, Elbistan
Dedem Korkut, İbn-i Sina, Alparslan
Susarsam hakkını helal etmesin!’’

Dostluğa çok değer ve çok önem verirdi… Bir şiir kitabının adı da ‘’Dosta Doğru’’ idi… ‘’Dosta doğru’’ şiirinde söylerdi;

‘’Ne saklarım, ne gizlerim
Yalnızca onu özlerim
Tabutta bile gözlerim
Bakar gider dosta doğru’’

1985 yılında gazetecilik yapmaya başlar… Büyük Birlik Partisi'nin kuruluşunda yer alarak siyasete atılır… Sonra siyasetten ayrılır… Niçin girip, niçin ayrıldığını bir röportajda şöyle ifade eder:  "Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım".

7 Haziran 2012 yılında Ankara'da vefat eder. Mezarı Ankara'da Keçiören Bağlum’dadır… Abdurrahim Karakoç gerçek anlamda taşra bilincini aşmış halk şiirinin hece veznini en iyi kullanan son söz yazarı idi.

Abdurrahim Karakoç ile Âşık Mahzuni Şerif’in pek bilinmeyen bir derin dostlukları vardır... 

Abdurrahim Karakoç ile Âşık Mahzuni Şerif'in dostlukları

Bir televizyon programında konuk Abdurrahim Karakoç iken Âşık Mahzuni Şerif programa telefonla bağlanarak şöyle konuşur: 


"Sevgili Karakoç, Elbistan tarihi kadar Anadolu tarihinin de 20. yy'a sunduğu Hakk'ın son lütuflarından birisidir. O yüce dostun hem çağdaşı, hem meslekdaşı hem de hemşehrisi olmak şu 50 yıllık sanat ve ozansı hayatımda hep gururum olmuştur."

Âşık Mahzuni Şerif ardından da Abdurrahim Karakoç için yazdığı şu şiiri okur:

''Güzel Elbistan’ın eski arslanı,
Yıllar böyle geldi geçti Karakoç,
Bunca beddin günahkârın içinde,
Felek gardaş beni seçti Karakoç..

Siz bir bağda en kızarmış üzümken,
Ben koruk’tum bütün bağlar bizimken,
Türkmenin güzeli iki gözümken,
Obamız Nurhak’tan göçtü Karakoç.

Bilirsin ki yok gönlümün dönesi,
Kekik kokar ketizmenin sinesi,
Tarih bin dokuz yüz elli senesi,
Deli gönlüm sevda içti Karakoç’a

Sana ne söylerim bilmem ne derim,
Benim gibi doğdu gitti pederim,
Der Mahzuni ellerinden öperim,
Çünkü sana varmak güçtü Karakoç…''

‘’Doğuş Edebiyat Dergisi’’ni çıkaran ‘’Ocak Yayınevi’’ sahibi Alper Aksoy bir yazısında da Mahzuni’nin Abdurrahim Karakoç hakkında yazdığı bir başka şiiri de şöyle anlatır:  

Sanırım 1984 veya 1985 yılıydı. Âşık Mahzuni Şerif’in bütün şiirleri kitaplaştırılmıştı. Aaa o da ne?..  Abdurrahim Karakoç’a ait dört beş şiir Mahzuni’ye aitmiş gibi kitapta yer almıştı. Abdurrahim Ağabey’in bu şiirler “Söz ve müzik: Aşık Mahzuni Şerif” olarak plak yapıldığı için açılan davayı kazandığını ve tazminat aldığını biliyordum. On yıl sonra kitabı hazırlayan akademisyen arkadaş ikinci defa Mahzuni’yi bir suçun içine atıyordu.

Kitabı Abdurrahim Ağabey’e gösterip durumu özetledim. O sırada yanımızda avukat stajını yeni bitirmiş Rahmetli Şükrü Karaca da vardı. “Sen bana bir vekâlet ver, Mahzuni’nin canına okuyacağım, ayıptır bu yaptığı” dedi. Ve Şükrü Karaca vekâleti alıp hem kitabı yayınlayan yayınevine hem de Rahmetli Mahzuni’ye bir noter protestosu gönderdi.

Bakalım ne cevap gelecekti?

İki hafta sonra Ocak Yayınevi adresimize Mahzuni’den bir mektup geldi. Heyecanla açtım ve okumaya başladım. Özetle diyordu ki:

“Kitabı hazırlayan akademisyen arkadaşın hatasıdır . Benim bu durumdan kitap yayınlandıktan sonra haberim oldu. Sen bir Ağrı Dağısın Karakoç Baba, bense yanında küçük bir tepe.. O kitaptaki bütün şiirlerin okkası darası bir ‘İsyanlı Sükut’ etmez. Boşver mahkemeyi, hâkimi cezamı sen kes. Karakoç’un şeriatına boynum kıldan incedir”.

Ve bu satırların altında muhteşem bir şiir:

Karakoç Baba'ya

''Elbistan yiğidi Karakoç Baba

Kumanyalar bizde azık değil mi?
Bizim yöremizin gerçek diliyle
Haksıza gözümüz kızık değil mi?

Atına binmeyi bilmeyen tatar
Kendi hayalinde ciritler atar
Beşimiz tok, on binimiz aç yatar
Böyle bir sisteme yazık değil mi?

Sülalem sermemiş yırtılmış sergi
Vallahi dediğim değildir yergi
Hırsıza kaç kurtul, mazluma vergi
Böyle bir adalet kazık değil mi?

Az değildir Karakoç'dan aldığım
Boşa mıydı Mahzunîlik bulduğum?
Sen, ben söylemezsek kurban olduğum
Bizdeki ozanlık bozuk değil mi?''

Abdurrahim Ağabeyi yayınevi yazıhanesine çağırdım, mektubu uzattım: “Mahzuni Şerif beni mahvetti, sıra sende Ağabey” dedim.

Daha ilk satırlarında gözleri buğulanarak, mahcubiyetten elleri titreyek okumaya başladı. Sıra şiire geldiğinde bir bulut kaynadı Nurhak Dağları’ndan, oradan oraya savruldu ve gelip Karakoç’un başına hörelendi.

Sadece elleri değil konuşurken sesi de titriyordu: “Keşke bu işe avukatı, mahkemeyi, noteri karıştırmasaydık” dedi.

Hazır buraya kadar gelmişken Mahzuni Şerif’in mektubunda geçen Abdürrahim Karakoç’un ‘’İsyanlı Sükut’’ şiirini de vermek istiyorum…

İsyanlı Sükut

Gitmişti makama arz-ı hâl için

'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim..
'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı
'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Çekti ayakları kahveye vardı
Açtı tabakasın, sigara sardı
Daldı.. neden sonra garsonu gördü
'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

İçmedi, masada unuttu çayı
Kalktı ki garsona vere parayı
Uzattı çakmağı ve sigarayı
'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş
Sandım can evime döktüler ateş
Sordum: 'memleketin neresi gardaş? '
'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı dilini.. vazgeçti birden,
'Oyyy' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Abdurrahim Karakoç, ''Vur Emri'' (Alperen Yayınları, 2000)

Ancak şimdi sıra geldi Abdurrrahim Karakoç’un o muazzam şiiri Mihriban’a…

Mihriban

''Mihriban’’; 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, ‘’Mihriban’’ diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesinin adıdır...


Mihriban aşkı en iyi anlatan Türkçe şiirlerden birisidir... Aşkın en saf, en yalın, en temiz, en büyük halini anlatır…

Şiirde geçen dizelerdi: "Lambada titreyen alev üşüyor", "Kar koysan köz olur aşkın külüne",  "Her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor", "Yar deyince kalem elden düşüyor’’.

Bu nasıl bir aşk ki; lambadaki alev bile üşüyüp tir tir titriyor, aşkın külüne kar bile koyduğunda köz oluyor, her nesnenin bir bitimi var ama aşka hudut çizilmiyor ve yar deyince kalem elden düşüyor. Aşkı kalem tarif edemiyor ama Abdurrahim Karakoç tarif etmiş işte!

Mihriban’ın hikâyesi

Abdürrahim Karakoç, Hollanda'da aylık yayınlanan ''Platform'' dergisine vefatından önce verdiği bir röportajda bu şiiri, Mihriban'ı ve hikâyesini şöyle anlatır:


Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlamıştır. Genç Abdurrahim köyünde bir genç kız görür, ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur, şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasında ki ''Mihriban''dır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.

Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası değişmiş, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır. 

Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce ''kız küçük'' derler, ''henüz erken'' derler, bahane bulurlar, bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır.”

Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der. 

Yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılmıştır. Ve Abdurrahim Karakoç ''Mihriban'' şiirini yazar... 

Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz, tabi Mihriban da. Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar: ''Unutursun Mihriban'ım'' diye... Her iki şiiride yazımın sonunda veriyorum...

Mistik bir olgunlukla, ''son bir kez'' diyor Abdurrahim Karakoç, ''son bir kez daha görmek istemezdim. O beni hayalindeki gibi yaşatsın, ben de onu hayalimdeki gibi. O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın.” 

“Bazen aklıma düşüyor. Ben 'unutursun' diyorum ama insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı' başlığı mektubun.'' 

Ve röportajının sonuna doğru ‘’Mihriban nasıl biriydi?’’ diye sorulduğunda ‘’sıradan insanlara benzerdi’’ diyor Abdurrahim Karakoç.. "Ne çok güzel, ne çok özel..." "Ne adı Mihriban, ne saçları sarı...'' "Belki bu şiirin bu kadar beğenilmesinin sebebi herkesin içinde bir Mihriban’ın olması...’’ ‘’Gerçek yaşanıp, yazıldığı zaman okuyucu kendini bulur...'' ''Bu yüzden diyorum ki, ben herkesin hayatında bir Mihriban var... "

Mihriban, Farsça kökenli bir kelimedir. Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu anlamındadır. Ancak gerçekte Mihriban’ların hikâyesi hiç de şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu değildir.

Abdurrahim Karakoç şiirinde gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslenmişti sevdiceğine. Adı başka olsa da Mihriban, saçları siyah olsa da Mihriban, yüreğimizi çalan herkes Mihriban, çözemediklerimiz, çözülmeyenler Mihriban…

Ve Mihriban türküsünü de en iyi Musa Eroğlu söylerdi… Sanki büyü gibi bir türküdür…. Musa Eroğlu sazıyla, diliyle, ağzıyla söylerken siz içinizden, kalbinizden, yüreğinizden, ruhuzdan söylersiniz: 

Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban….

Ve gözlerinizden kimseciklerin görmediği yaşlar süzülür... Çünkü kabuk bağlamış yaralar var içinizde. İşte bu türküler bu kabukları yumuşatmadan, enfeksiyon kapar mı diye düşünmeden, dezenfekte etmeden çok sert bir şekilde kopartıp atıyor... Hüzünlenmeniz ağlamanız işte bundandır:

Mihribaaaaaaannn, Mihribaaaaaaannn, Mihriban…. 

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Musa Eroğlu'nun sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=_I_wMKp8_zY

Abdurrahim Karakoç’un kendi sesinden Mihriban:
https://www.youtube.com/watch?v=jTFVjfMOQzU

Selda Bağcan’ın yorumuyla ‘’Unutursun Mihriban’ım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=Hkb5uPtpR1w

Mihriban

Sarı saçlarına deli gönlümü 

Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban 
Ayrılıktan zor belleme ölümü 
Görmeyince sezilmiyor Mihriban 

Yar, deyince kalem elden düşüyor 
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor 
Lambada titreyen alev üşüyor 
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban 

Önce naz sonra söz ve sonra hile 
Sevilen seveni düşürür dile 
Seneler asırlar değişse bile 
Eski töre bozulmuyor Mihriban 

Tabiplerde ilaç yoktur yarama 
Aşk değince ötesini arama 
Her nesnenin bir bitimi var ama 
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban 

Boşa bağlanmış bülbül gülüne 
Kar koysan köz olur aşkın külüne 
Şaştım kara bahtım tahammülüne 
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban 

Tarife sığmıyor aşkın anlamı 
Ancak çeken bilir bu derdi gamı 
Bir kördüğüm baştan sona tamamı 
Çözemedim çözülmüyor Mihriban 

Unutursun Mihriban’ım

‘’Unutmak kolay mı?” deme, 
Unutursun Mihriban’ım. 
Oğlun, kızın olsun hele 
Unutursun Mihriban’ım. 

Zaman erir kelep kelep.. 
Meyve dalında kalmaz hep. 
Unutturur birçok sebep, 
Unutursun Mihriban’ım. 

Yıllar sinene yaslanır; 
Hatıraların paslanır. 
Bu deli gönlün uslanır... 
Unutursun Mihriban’ım. 

Süt emerdin gündüz-gece 
Unuttun ya, büyüyünce... 
Ha işte tıpkı öylece 
Unutursun Mihriban’ım. 

Gün geçer, azalır sevgi; 
Değişir her şeyin rengi 
Bugün değil, yarın belki 
Unutursun Mihriban’ım. 

Düzen böyle bu gemide; 
Eskiler yiter yenide. 
Beni değil, sen seni de 
Unutursun Mihriban’ım.




Bir Gün Tek Başına

06 Haziran 2021


Organize suç örgütü lideri, haftalık dizisinin bugün yayınladığı 9. bölümünde Vedat Türkali’nin ‘’Bir Gün Tek Başına’’ isimli romanını öneriyor…  Hal böyle olunca da bana bugün yazacağım konuyu sonraya bırakıp Vedat Türkali’yi ve bahsi geçen romanını tanıtmak, anlatmak kalıyor… Gördüğünüz gibi organize suç örgütü lideri sadece siyasetin, -pardon siyasetin gündemini niye belirlesin ki, bakın yenilir yutulur olmayan açıklamalardan siyasetten hiç üzerine alınan var mı?- halkın değil, benim de gündemimi belirliyor…

Önce bir sitem

Bütün iyi adamlar iyi atlara binip binip gidiyorlar… Yerleri doldurulmadan... Bizler de yok o sağcıydı, yok bu solcuydu diye diye, yok o sucuydu, yok bu bucuydu söyleye söyleye varlıklarını, kıymetlerini, değerlerini, ağırlıklarını, zenginliklerini, hazinelerini bilmeden... Anadolu'nun rengârenk bir çiçek bahçesi olmasının ne büyük bir zenginlik olduğunu anlamadan...

Bu gidişle, rengârenk çiçek bahçesi Anadolu'nun; gittikçe susuz, gittikçe verimsiz, artan bir şekilde çorak ve kurak bir çöle dönüştüğünü anlamadan...

Bu gidişle, ‘’bir gün tek başına’’; susuz bahçelerde, gübresiz havuzlarda, çorak tarlalarda, sarı bozkırlarda aşksız, sevgisiz, duygusuz, sonuçta kelimesiz kalacağımızı anlamadan… 

Bu gidişle, dipsiz kuyuların kör karanlıklarda; susuz, gıdasız, fersiz, nefessiz, havasız kalıp, entübe edilmiş Koronavirüs hastaları gibi boğum boğum boğulacağımızı öngörmeden…

Romana geçmeden önce kısaca Vedat Türkali…

Vedat Türkali

1919’da Samsun’da doğar. Asıl adı Abdülkadir Demirkan'dır. Ortaöğrenimini Samsun Lisesinde, yükseköğrenimini 1942’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamlar. Pek kimse de bilmez ama kendisi öğretmen subaydır. Yüzbaşı rütbesiyle Maltepe ve Kuleli Askerî liselerinde edebiyat öğretmenliği yapar. 1950’li yıllarda TKP’nin içinde yer alması nedeniyle 9 yıl ceza alır.  TSK ile ilişiği kesilir. Yedi yıl hapiste yatar. Cezaevinden çıktıktan sonra mahkeme kararıyla soyadını Pirhasan olarak değiştirir… Türkali soyadı ise, kitapları basılsın, senaryoları onaylansın diyedir… Çünkü burası Türkiye’dir…


Merih Hanım ile 1942’de evlenir. 1944’te kızı Deniz, 1951’de de oğlu Barış doğar. Kızı Deniz Pirhasan oyuncu, oğlu Barış Pirhasan ise kendisi gibi senarist, yönetmen, şair ve yazardır… Eşi Merih Pirhasan, 31 Ekim 2013 tarihinde, kendisi de 29 Ağustos 2016 tarihinde vefat eder…

Romanlarından; ‘’Bir Gün Tek Başına'’ romanında bir insanın iç çelişkilerini açıkça ortaya koyar… ‘’Mavi Karanlık’’ romanında sorunlu ama naif Nergis’e âşık eder… ’’Güven’' romanında ülkenin bir dönemini derli toplu anlatır. ‘’Yalancı Tanıklar Kahvesi’’ romanında 1970'li yılların Türkiye’sindeki ‘'dönek aydınlar’’ı anlatır.  

Vedat Türkali, roman, yazı ve söyleşilerinde özellikle 12 Eylül ile birlikte Türk aydınında başlayan erozyonu anlatır. Erozyonu da değil, aslında Türk aydınının aydın olmadığını anlatır. Türkiye solunun eleştirdikleri feodaliteyi bizzat yaşadıklarını anlatır... Sokakta "kahrolsun faşizm" diye bağıranların, eve gelince eşlerine, sevgililerine uyguladığı faşizmini anlatır.

Özet olarak Vedat Türkali, sağı ile solu ile ülkenin kocaman bir ‘’Yalancı Tanıklar Kahvesi’’ne dönüştüğünü anlatır. Bu nedenle her iki tarafa da yaranamaz, hep hedef tahtasına konur.

Vedat Türkali, "Düşündüğünü söylemekten korkarsa kişi, düşünmekten de korkmaya başlar" derdi. Aynen o hale geldi, getirildi ülke…

Bir gün tek başına

Vedat Türkali'nin bu eserlerinden 749 sayfalık ilk ve en iyi romanı ‘’Bir Gün Tek Başına'’ ile Milliyet Yayınları 1974 roman ödülünü ve 1975 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanır.


Ve ben bu kitabı 12 Eylül'den hemen sonra 1980 veya 1981 yılında okudum çok çok sevdiğim arkadaşım Zihni Erderen'in elinde görerek. Ondan alıp okudum… Sonra yetmedi, anlamak için bir daha, bir daha okudum…

‘’Bir Gün Tek Başına'’ yeniden var olduğuna inanmak için son şansını kaybeden bir erkeğin, ilk yürek sızısında kaybeden bir kadının iç acıtan hikâyesini anlatan can acıtıcı bir romandır. Bir o kadar da öğreticidir. Bu romanda 1980’lerden sonra yaşayan herkesin kendisinden bir şeyler bulduğu bir romandır. Zor bir romandır. Defalarca okuyuşum da bundandır. Okuduktan sonra duyarlı her insanda derin izler bırakır. Okurken de zorlanır insan. Hayatın siyah yanını görenler için yorucu bir romandır. Politik bir paranoya panoramasıdır. Modernleşmenin en sancılı dönemlerinde birey sorunları yaşayan karakterlerden Türkiye’ye yansıtılmış genel bir panoramadır bu roman. Karanlık ve kasvetli bir dönemin sıkıntısını ve o her şeye gebe günleri yansıtabilmiş boğucu, rahatsız edici bir romandır.

27 Mayıs 1960 harekâtına yaklaşılırken, son 5 - 6 aylık bir zaman dilimidir romanda geçen... Bir aşk hikâyesi fonunda bir dönemi, o dönemin siyasetini, sınıf uzlaşmazlığını, mücadelesini ve devrimciliğini, parlamenter diktatörlüğün karanlığında umutsuzcasına el yordamıyla direnmeye çalışan bir toplumu anlatır. İçinde evlilik kurumu, toplumsal sorunlar, provokasyon ve derin devlet yer alır...

Roman karakterleri

Romanda bencil, ürkek, kuşkulu ve kaypak Kenan, evinde olabildiğince ağır iki çeki taşı; karısı Nermin ve kızı Zeynep yer alır... Devrimci ateşi sönmüş Kenan’ın karşısına, devrimci ateşi yeni yeni alevlenmeye başlayan bilinçli, gözü pek ve dirençli Günsel çıkar.  Günsel’le Kenan’ın aşkının perde arkasında kıvıl kıvıl kaynayan bir toplum vardır...

Kenan, romanda Günsel’in kendisini aldattığından şüphelenir. Günsel ise başkalarının dedikleri doğrultusunda Kenan’ın polis olduğundan... İnsanların tek çareleri, tek güçleri olan "güven"i yıkılır sağ-sol adına.

Kitabı okuyan bütün erkekler kadın kahraman Günsel’e âşık olurlar ve Günsel’e benzer birini ararken helak olup evde kalırlar. Ve Günsel, Kenan’la beraber okuyan herkesi dipsiz bir kuyuya iter…

Nermin’e ve Zeynep’e üzülürken Kenan’a kızar ve acımaya başlarsınız oysa fark edersiniz ki Kenan bir zavallıdır. Nermin ve Günsel canınızı acıtır.  Son satırlarında hüngür hüngür ağlarsınız. Sonra yine bir daha fark edersiniz ki Kenan olsa olsa şöyle bir adamdır: '’İçimizden biri’’ 

Hiç ama hiç unutmazsınız Günsel’inin Kenan’ın evini aradığında Nermin’in verdiği yanıtı: "Alo buyrun ben Nermin"

Romanın ardından

Bu roman içinde yaşadığımız coğrafyanın kayda değer bir tarihi ve sosyolojisi olduğunu öğretir ve bu coğrafyadan beslenen romanların ne kadar keyifle okunabileceğini gösterir.  

Kitabın başlarında şöyle bir cümle geçer: "Taşları sürekli dönen bir değirmendir kafa dediğin, arasına bir şey koymazsan, kendi kendini öğütür, bitirir". Kitap bittiğinde de kafanızdaki değirmenin öğüteceği bir dolu şey vardır.

Roman bittiğinde “Çıraydım, tutuşturdun beni, ağulu bir solukta üfleyip söndürdün şimdi de; kara kara tütüyorum" diyerekten yapar finali Kenan…

Romanın bir bölümünde (s. 535) Vedat Türkali, hepimizin Edip Akbayram’dan bildiğimiz, ancak Vedat Türkali’ye ait olduğunu bilmediğimiz kendi şiiri olan ‘’İstanbul’’ (Bekle bizi İstanbul) şiirine yer verir.

Bu kitabın ne demek istediğini belki de bir gün tek başına kaldığınızda anlıyorsunuz. ‘’Bir gün tek başına’’ romanı her şeyin sonunda yalnız, yapayalnız kaldığımızı, ne yaparsak yapalım aslında yapayalnız olduğumuzu yüzümüze çarpar…

Romanın daha ilk sayfada müthiş bir tespit yer alır; ''Okumaktan başka bir işe yaramıyorsa, kitaptan iyi afyon yok.'' Bu boğuntudan, bu karamsar gündemden kurtulmak istiyorsanız işte zaman tam da kafayı bulma zamanı diye düşünüyorum... Sanırım mafya lideri de bu maksatla öneriyor bu romanı…

Roman bittiğinde

Roman bittiğinde farkedersiniz ki kitap içinize oturmuş.  Ah ediyorsunuz. Ve anlam veremiyorsunuz bu ülke niye savaşmış kendi kendiyle kaç kere diye. 60 yıl sonra bile Türkiye niye hala aynı yerinde diye soruyorsunuz kendi kendinize içiniz acıyarak, içiniz cız ederek!.

Ve roman bittiğinde, etrafımızda roman kahramanı Kenan’dan ne kadar da çok bulunduğunun, her yerin, her tarafın Kenan kaynadığının, artık Günsel’lerin de kalmadığının farkına varıyorsunuz…

Roman bitiyor ama romandan bir cümle aklınıza mıh gibi takılıp kalıyor: "Ülke sallanıyor, iktidardakiler sallanıyor. Herkes bir şey bekliyor. Ben Günsel’i bekliyorum."

Evet, kitaptaki gibi; şimdi de ülke sallanıyor, iktidardakiler sallanıyor. Herkes bir şey bekliyor. Godot’yu beklesek daha iyi ama artık Günsel’ler de gelmiyor!

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN




La Cucaracha

06 Haziran 2021

Bu sayfalarda geçtiğimiz yıllarda Meksika şarkılarından örnekler vermiş ve Gypsy Kings ve Los Machucambos gruplarının seslendirdiği şarkıları paylaşmıştım.

Genç arkadaşlarım bugün kusuruma bakmasınlar… Bugün yine çoook eskilere gideceğim… Gençliğimde severek dinlediğim ‘’La Cucaracha’’ isimli bir şarkı vardı. Bugün de bu şarkıyı anlatacağım…

Önce şarkının sözleri:

‘’La Cucaracha’’ İspanyolca ‘’hamam böceği’’ anlamına gelir… Sözleri şu şekildedir:

''La cucaracha, la cucaracha

Ya no puede caminar
Porque no tiene, porque le falta
Marijuana que fumar.''

(Hamamböceği, hamamböceği

Artık yürüyemiyor
Çünkü hiç yok, çünkü ihtiyacı var,
esrar içmeye)

Şarkıdaki bu dörtlük nakarat olarak devam eder. Araya giren dörtlükler şarkıyı yorumlayan sanatçılara ve yörelere göre değişir... 

Ancak şarkıda ‘’Marijuana’’ (esrar) geçtiği için çocukların yanında şarkı "marijuana que fumar" yerine "Limonada que tomar" (limonata içmeye..) koymak şeklinde sansürlenerek söylenir…  

Şimdi gelelim şarkının hikâyesine:

Meksika'da devrim yaşandığı 1910-1920 yıllarında birçok politik içerikli kinayeli şarkılar icad edilir... Bu şarkılardan birisi de ‘’La Cucaracha’’ şarkısıdır. ‘’La Cucaracha’’ şarkısı 1910'da başlayan bu Meksika devrim hareketlerinin ateşlediği kültürel değişim dalgasının sonrasında ünlenen bir Meksika halk şarkısıdır.

Bu şarkının ne anlama geldiği ve kime hitaben yazıldığı ile ilgili çeşitli görüşler dile getirilir.

Bunlardan biri 1913-1914 yılları arasında hüküm süren diktatör Victoriano Huerta için yazıldığı görüşüdür. Çünkü Huerta bir alkolik ve marijuana bağımlısı olarak bilinir ve düşmanları arasında onun bu özelliği alay konusu olur...

Bir diğer görüş ise General Pancho Villa'nın durmadan bozulan arabası için kendi askerleri tarafından yazıldığıdır. Ki bu şarkının melodisi eski Amerikan arabalarında korna sesi olarak kullanılır.  Bu korna sesini de yazımın sonunda veriyorum.

Bu şarkıdan Ernest Hemingway bazı öykülerinin toplandığı ‘’Klimanjaro'nun Karları’’ (Bilgi Yayınevi, 2018) kitabında da bahseder. Hemingway kitabında bu şarkı hakkında; uğrunda pek çok insanın ölüme gittiği uğursuzluğu anlatan bir şarkı olduğundan bahseder…

Şarkının yorumları:

Bu şarkıyı James Last, Gypsy Kings ve Los Machucambos gibi gruplar ve Louis Armstrong gibi sanatçılar yorumlar. Ancak ben en iyi yorum olarak İtalyan şarkıcı Gabriella Ferri’nin yorumunu seviyorum…

Bugün kısıtlamalı bir Pazar günü… Şimdi bırakın koronayı, mafyayı, medyayı, mafyanın videolarını, silahları, Venezuella'yı, beyazı, peyniri; bu şarkıyı dinleyin...

Şarkının bu nakarat bölümünü zihninizde takılmış bir plak gibi gün boyu, hafta boyu, ay boyu, yıl boyu tekrarlayııııııın durun:

''Hamamböceği, hamamböceği
Artık yürüyemiyor
Çünkü hiç yok, çünkü ihtiyacı var,
esrar içmeye...''

Gerçekten hamamböceği artık yürüyemiyor; silah, esrar, mafya, medya...

Sizlere sıcacık, sımsıcak güzel bir Pazar günü diliyorum…

Osman AYDOĞAN

Gabriella Ferri, La Cucaracha:

https://www.youtube.com/watch?v=s_YE79HpcAU

Eski Amerikan arabalarında korna sesi olarak La Cucaracha
https://www.youtube.com/watch?v=mRRzTZh-z_8


Altı Gün Savaşı

05 Haziran 2021

Bugün, 5 Haziran 1967 tarihinde, İsrail ile Arap komşuları olan Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve altı gün sürdüğü için ‘’Altı Gün Savaşı’’ olarak adlandırılan savaşın başlamasının 54’üncü yıldönümüdür…


Bu savaşın çok sebebi vardır ama en basit anlatımıyla; 1956 Süveyş Krizi sonrasında bölgede sürdürülmesi mümkün olmayan bir denge oluşur. Sürdürülmesi mümkün olamayan bu denge de 1967 yılında, girişte bahsettiğim bu Arap –İsrail savaşı olan  ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Arapça: ‘’Ḥarb'el‑eyyam'es‑Sitte’’, İngilizce: ‘’Six Day War’’) ile sona erer. Arap İttifakına; Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılırlar… Ve savaş İsrail'in kesin üstünlüğü ile biter. 

Ancak bu savaş, hiçbir şeyi çözmediği gibi şimdiki birçok sorunun da temelini oluşturur. Savaşın sonunda Mısır'dan Sina Yarımadası'nı, Suriye'den Golan Tepeleri'ni ve Filistin'in Gazze Şeridi ile Batı Şeria topraklarını alan İsrail topraklarını dört katına çıkarır. Savaş sonrasında Sina Yarımadası'ndan Mısır lehine çekilen İsrail ilerleyen dönemlerde diğer toprakları ilhak ettiğini açıklar. Araplar bu kararları tanımadığı gibi, İsrail’in BM kararlarını da uygulamaması sonraki dönemde bölgede birçok sorunun kaynağını oluşturur.

Burada Golan Tepelerine ayrı bir paragraf açmak gerekiyor: Golan Tepeleri (Arapça: Hadbetü'l-Cevlān, Osmanlıca; Cevlân Tepeleri), Suriye'nin güneybatı, İsrail'in kuzeydoğu ucundaki zengin su kaynakları ile tanınan tepelik bölgedir.  İsrail, Golan tepelerini 1967 yılında işgal, 1981 yılında da tek yanlı olarak ilhak eder. Bu ilhaka karşı çıkan Saddam'lı Irak, Kaddafi'Li Libya yok edildikten ve Suriye paramparça edildikten sonra 25 Mart 2019 tarihinde de ABD Başkanı Donald Trump, ABD’nin İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıdığını ilan eden deklarasyonu imzalar... Irak'ın, Libya'nın yok edilmesine, Suriye'nin tarümar edilmesine katkı sağlayanlar bu karara karşı da kuru gürültüden başka tepki gösteremezler... 

1967 yılında yapılan bu ''Altı Gün Savaşı'', 6 Ekim 1973 yılındaki İsrail ile başta Mısır olmak üzere Suriye ve Ürdün arasında gerçekleşen ‘’Yom Kippur Savaşı’’na yol açar... Bu savaş da çok ilginç ve ayrı bir yazı konusu olan savaştır.…

Buraya kadar anlattıklarım aslında tarih bilgisi için değil, bir müzik bilgisi içindi… Biliyorsunuz benim yazılarımda ‘’Tarih’’ ve ‘’Müzik’’ ve ‘’Sanat’’ ve ‘’Edebiyat’’ iç içedir… Zaten tarihi tarih yapan, güzelleştiren de budur…

’’Six Day War’’ şarkısı

1967 yılının 5 Haziran Pazartesi günü başlayıp, 10 Haziran Cumartesi günü son bulan bu ‘’Altı Gün Savaşı’’ (Six Day War)’ından esinlenerek bir şarkı bestelenir: ‘’Six Day War’’  Bu şarkıyı 1971 yılında içinde bu şarkının da bulunduğu tek albümlerini çıkaran İngiliz Psych-Folk grubu ‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow seslendirir. DJ Shadow’un mükemmel sesi şarkıyı daha bir dokunaklı hale getirir. DJ Shadow’un asıl adı Joshua Paul Davis, 1972 doğumlu,  ''DJ Shadow'' sahne adıyla tanınıyor, kendisi Amerikan plak yapımcısı ve DJ’dir…

Yazımın sonunda bu şarkının hem bağlantısını hem de sözlerinin hem İngilizcesini hem de Türkçesini veriyorum. Sözlerinden de anlaşılacağı gibi bu şarkı savaş karşıtı bir şarkıdır.

Bu şarkı savaşa karşı bir ağıttır, savaşa karşı bir feryâddır, savaşa karşı bir figândır... Dokunaklı sözleri vardır… Çarpıcı sözleri vardır... İnsanın içini burkan sözleri vardır...  Savaş psikolojisini insana çok ama çok güzel hissettirir… Şarkıda 5 Haziran'da başlayan haftanın başından sonuna kadar savaşın biteceği "yarın"ın her şey için çok geç olmadan gelmeyeceğinden bahseder. 5 Haziran Pazartesi günü müzakereler kesilmiş ve savaş başlar. 10 Haziran Cumartesi gününe kadar savaş devam eder. Cumartesi günü sonunda ise o "yarın" gelmiş, savaş bitmiştir, ancak her şey için artık çok ama çok geçtir. 

Şarkıda içinizi dağlayan, içinizi burkan, içinizi yakan bir ses, bir yorum, bir melodi vardır.  Yukarıda anlattığım ‘’Altı Gün savaşı’’nı da bilince sözleri ve müziği daha bir anlamlı hale gelir.  

Şarkının en anlamlı cümlesi ‘’Tomorrow never comes until it's too late’’ (Yarın asla geç olmadan gelmez) cümlesidir… Yani; “yarın” asla iş işten geçmeden önce gelmez. Ve şarkının son sözleridir: ‘’Make tomorrows come I think it's too late’’ (Yarınlar gelsin, sanırım çok geç…)

Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?

Bu coğrafyada da zaten bu şarkıdaki gibi yarın asla iş işten geçmeden önce gelmezdi... Evet, bu coğrafyada yarın mutlaka gelirdi de ancak iş işten geçtikten sonra gelirdi.. Yani ''Bad el harab-ül Basra'' (Basra harab olduktan sonra) gelirdi...

Bu coğrafyaya Basra harap olmadan önce bakıyorum, Basra harap olduktan sonra bakıyorum, bu coğrafyada son günlerde yaşadıklarımıza bakıyorum, bu coğrafyada son yıllarda yaşadıklarımıza bakıyorum... Gazetelere, televizyonlara, televizyonlarda konuşanlara bakıyorum... Bu coğrafyada bütün bu yaşadıklarımız, TV'lerde bütün bu izlediklerimiz bana 1998 Yunanistan yapımı ‘’Sonsuzluk ve Bir Gün’’ (Eternity and a Day) isimli filmin bir sahnesini ve bu sahnede bilincini çoktandır yitirmiş yaşlı annesinin yatağında oturan adamın sorduğu müthiş bir soruyu hatırlatıyor:

“Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?” 

Biz, bu coğrafyada sevmeyi unutunca da bu coğrafyada yarın hiç bir zaman asla geç olmadan gelmiyor...

Bu coğrafyada bütün problemlerin kökeni sevgisizliktir...


Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

‘’Colonel Bagshot'’ın solistleri Amerikalı şarkıcı DJ Shadow’un sesinden ‘’Six Day War’': (1993 doğumlu DJ ve prodüktör Mahmut Orhan'ın remiksi. Mardin şehri görüntüleri eşliğinde. Şarkının vahşi savaş görüntüleri eşliğinde klibi de vardı ama ben bu görüntüleri tercih ettim...)
https://www.youtube.com/watch?v=1W5BA0lDVLM

Six Day War

At summit talks you'll hear them speak Zirve görüşmelerinde konuştuklarını duyarsınız

It's only Monday Sadece Pazartesi
Negotiations breaking down Müzakerelerin çökmesi
See those leaders start to frown Bu liderlerin kaşlarını çatmaya başladıklarını görün
It's sword and gun day Kılıç ve silah günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

You could be sitting taking lunch Öğle yemeğine oturuyor olabilirsin
The news will hit you like a punch Haberler bir yumruk gibi sana çarpacak
It's only Tuesday Sadece Salı
You never thought we'd go to war Savaşa gideceğimizi hiç düşünmemiştin
After all the things we saw Gördüğümüz her şeyden sonra
It's April Fools' day Bu Nisan Aptallar Günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

We'll all go running underground Hepimiz yeraltında koşturacağız
And we'll be listening for the sound Ve biz de sesi dinleyeceğiz
Its only Wednesday Onun sadece Çarşamba
In your shelter dimly lit Sessizliğin altında loş ışıklı
Take some wool and learn to knit Bir miktar yün ve örme öğren
Cos its a long day Çünkü onun uzun bir günü

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

You hear a whistling overhead Islık çaldığını duyuyor musun
Are you alive or are you dead? Hayatta mısın yoksa öldün mü?
It's only Thursday Sadece Perşembe
You feel the shaking of the ground Zeminin sarsıldığını hissediyorsun
A billion candles burn around Bir milyar mum yanar
Is it your birthday? Doğum günün mü?

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

Although that shelter is your home Bu barınak eviniz olmasına rağmen
A living space you have outgrown Aşırı büyümüş bir yaşam alanı
It's only Friday Sadece Cuma
As you come out to the light Işığa çıkarken
Can your eyes behold the sight Gözlerin görüşünü görebilir mi
It must be doomsday Kıyamet günü olmalı

Tomorrow never comes until it's too late Yarın asla geç olmadan gelmez

Ain't it funny how men think Erkeklerin nasıl düşündüğü komik değil mi
They made the bomb, they are extinct Bombayı yaptıklarını, tükendiklerini.
Its only Saturday Onun tek Cumartesi

I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum

I think tomorrow's come I think its too late Sanırım yarın gelecek çok geç düşünüyorum

Make tomorrows come I think it's too late Yarınlar gelsin, sanırım çok geç


Libya’daki rüyalar

04 Haziran 2021

Bu sayfalarda Libya’daki gelişmeleri aktarmıştım… Libya hakkında daha önce bu sayfalarda dört yazı yazdım. Bu beşinci yazım. Libya hakkındaki son yazımı 26 Mart 2021 tarihinde, ondan önceki yazımı da 02 Ocak 2021 tarihinde yazmıştım. Ancak o günden bugüne, biz içeride dikkatimizi Montrö konusunda ve tarikat ehli cübbeli, takkeli amiral konusunda kaygılarını dile getiren amirallerle, mayfa videolarıyla, Mustafa Kemal Atatürk’e hakaretin merkezi haline getirilen Ayasofya imamlarıyla meşgulken, ben de Fatih Sutan Mehmet tarihine dalmışken Libya’da köprülerin altından yine çoook sular gürül gürül aktı… 

Önce Libya’daki gelişmeleri tarih sırasına göre kısaca özetlemek istiyorum… Bugün ne olduğunu anlamak için dün ne olduğunu hatırlamak gerekiyor…

Libya’da iç savaş ve Türkiye’nin tutumu

2011 yılında Muammer Kaddafi'nin devrilmesi sonrasında iç savaşa sürüklenen Libya, iki ayrı yönetim bölgesine bölünür. Bir tarata BM'nin tanıdığı Trablus merkezli Ulusal Uzlaşı Hükümeti (UUH) ve diğer tarafta ise Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi… Almanya’sından Fransa’sına, BAE’inden Fas’ına, Rusya’sından Mısır’ına kadar tüm ülkeler hem de çoğunluğu Hristiyan olmasına karşın Libya’daki birbiriyle savaşan bu iki taraf ile 2011 yılından beridir görüşerek arabuluculuk rolünü oynarlar… Barış görüşmeleri de hep bu ülkelerin başkentlerinde yapılır.

Ancak Türkiye, daha doğrusu AKP Hükumeti; Libya’da savaşan bu iki taraf da Libyalı ve her iki taraf da Müslüman olmasına rağmen Libya’da savaşan her iki grup arasında bir ‘’büyük’’ olarak arabulucu olacağına, birbiri ile savaşan Müslümanları barıştıracağına, iç savaşın başından beri sadece ve sadece savaşanlardan bir tarafı ile UUH ile ve onun lideri Serraj ile görüşür, onların yanında saf tutar, Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi’ne ve onun lideri Hafter’e açık açık düşmanlık besleyerek Hafter’i darbecilikle suçlar…  

Barış görüşmeleri

Sonuç mu? Libya ile ilgili hiçbir barış görüşmesinde Türkiye’nin adı geçmez… Sonuç Türkiye’nin bütün masalardan dışlanması olur. Söylediğim gibi bütün barış görüşmeleri, arabulucu olan ülkelerin başkentleri olan Paris’te, Berlin’de, Cenevre’de, Abu Dabi’de, Fas’ta ve Tunus’ta yapılır.

Bu barış görüşmelerinin önemlilerinden kısaca bahsetmek istiyorum.

Birinci Berlin Konferansı

Bu barış görüşmeleri kapsamında Libya'da kalıcı ateşkes ve siyasi sürecin başlatılması amacıyla 19 Ocak 2020 tarihinde Berlin'de Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ev sahipliğinde bir konferans düzenlenir. Bu konferansın resmi amacı olarak; ‘’Birleşmiş Milletlerin çabalarına destek vermek, çatışmaların durması, taraflar arasında karşılıklı güven ortamının tesis edilmesi, Libya'nın toprak bütünlüğünü esas alan kalıcı bir barış anlaşması’’ olarak ifade edilir. . .

Bu konferansa Türkiye, Rusya, Çin, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Kongo Cumhuriyeti ile Afrika Birliği ve Arap Birliği liderleri katılır.  Konferansta liderler, Libya'ya her türlü dış müdahalenin son verilmesi ve BM'nin silah ambargosu kararının uygulanması konusunda uzlaşırlar..

Cenevre Ateşkes anlaşması

Tarafların, son olarak 23 Ekim 2020 tarihinde Cenevre vardıkları ‘’ateşkes anlaşması’’ artık kalıcı hale gelir. Bu anlaşmada ayrıca ülkeyi seçimlere götürecek siyasi sürecin koordinasyonu amacıyla Libya Siyasi Diyalog Forumu (LSDF) oluşturulur.. Bu ateşkes anlaşması uyarınca Libya’daki yabancı askerî güçlerin üç ay içerisinde Libya’yı terk etmesi öngörülür…


LSDF Tunus görüşmeleri

Ardından Libya’daki iç savaş taraflarının temsilcilerinin oluşturduğu Libya Siyasi Diyalog Forumu 09 Kasım 2020 tarihinde Tunus'ta yapılan görüşmelerde Libya’da devlet başkanlığı ve parlamento seçimlerinin 24 Aralık 2021 tarihinde yapılması üzerine mutabakata varılır.   

LSDF Cenevre görüşmeleri

LSDF kapsamında 21 aday arasından yeni Başkanlık Konseyi Başkanı ve yardımcılarını seçmek amacıyla 01-05 Şubat 2021 tarihleri arasında İsviçre'nin Cenevre kentinde toplantılar yapılır. .

Bu toplantılar sonucunda; LSDF üyeleri arasında, Libya içinde bugüne kadar siyasetin en ön sırasında yer alan ve bu nedenle de "tartışmalı" kabul edilen isimlerin yerine daha az tanınmış yeni yüzler tercih edilerek cumhurbaşkanlığı makamına denk gelen Başkanlık Konseyi Başkanlığına Muhammed Menfi, Başbakanlık görevine de ülkenin batısındaki aşiretlerin desteklediği nüfuzlu iş adamı Abdulhamid Dibeybe ve Başkanlık Konseyi üyelikleri için de Musa el-Koni ve Abdullah el-Lafi seçilir. …

Bu seçim hem Libya içindeki aktörler hem de uluslararası toplum tarafından memnuniyetle karşılanır. Yeni yönetim, 10 ay gibi kısa bir sürede ülkeyi seçimlere götürecektir.…

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi açıklaması

Bu gelişmeler üzerine 10 Şubat 2021 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun en güçlü organı olan Güvenlik Konseyi, Libya'daki gelişmelerle ilgili ortak bir açıklama yapar.

Güvenlik Konseyi’nn yaptığı açıklamada; Libya'daki taraflara destek veren ülkelere de çağrıda bulunarak bu ülkelerden Libya için hâlâ geçerli olan BM silah ambargosuna ve sağlanan ateşkese uymalarını ister.

Libya’da yeni bir hükumet: Ulusal Birlik Hükumeti

İç savaş çatışmalarının bir cephesini oluşturan Sirte kentinde 10 Mart 2021 tarihinde oturumda Libya Parlamentosu 2'ye karşı 132 oyla yeni Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulmasını onaylanır.  Bu şekilde Libya'da, ülkeyi 24 Aralık'ta seçimlere götürecek geçici Ulusal Birlik Hükümeti de resmen kurulmuş olur. Yani artık ne BM'nin tanıdığı Trablus merkezli Ulusal Uzlaşı Hükümeti (UUH) ne de diğer taraftaki Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi kalmıştır. Artık her iki tarafların da kabul ettiği tek bir Libya Hükumeti vardır: Ulusal Birlik Hükümeti 

Bu şekilde 2014'teki seçimler sonrasında ikiye ayrılan Libya Meclisi, ilk kez 10 Mart 2021 tarihindeki bu oturumda bir bütün olarak bir araya gelmiş olur.

Yeni hükumetin kurulması üzerine Ulusal Uzlaşı Hükümeti Başbakanı ve Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Fayiz Serrac Trablus'ta 16 Mart 2021 tarihinde düzenlenen törenle görevi Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi ve Başbakan Abdülhamid Muhammed Dibeybe'ye devreder. .

BMGK: Yabancı askerler Libya'dan çekilsin

BM Güvenlik Konseyi, 13 Mart 2021 tarihinde yaptığı bir açıklama ile Libya'daki yabancı askerî birlikler ile paralı askerlerin "derhal çekilmesi" çağrısını yineler.

AB Irini misyonunu uzatır 

Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi, Mayıs 2020'den bu yana Doğu Akdeniz'de Libya'ya yönelik Birleşmiş Milletler'in silah ambargosu kararını denetlemek üzere görev yapan İrini adlı askerî deniz misyonunun süresini 31 Mart 2023 tarihine kadar uzatır…

Fransa, Almanya ve İtalya'nın dışişleri bakanları Libya’da

Libya'da geçici birlik hükümetinin 16 Mart 2021 tarihinde yemin edip işbaşı yapmasının hemen ardından 25 Mart 2021 tarihinde Fransa, Almanya ve İtalya'nın dışişleri bakanları Libya’da Libya Ulusal Birlik Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Necla el-Menguş’iyi ziyaret ederler. Bu ziyaretin esas amacının ülkeyi 24 Aralık 2021 tarihinde seçimlere götürecek geçici birlik hükümetine destek vermek olduğu ifade edilir…

Bu ziyaret kapsamında Libya Dışişleri Bakanı Menguş, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas ve İtalya Dışişleri Bakanı Luigi Di Maio ile başkent Trablus'taki Başbakanlık ofisinde ortak basın açıklaması yaparlar.

Bu ortak basın açıklamasında Menguş, Libya'nın istikrarının bölge ülkelerinin yanı sıra Avrupa'nın istikrarı için de olumlu yansımaları olacağını vurgular. Bu açıklamasında Ulusal Birlik Hükümetinin dış politika stratejisinde "Libya'nın egemenliği ilkesinin tartışma konusu olamayacağını" belirten Menguş, "Tüm paralı askerlerin acilen ülke topraklarından çıkması gerektiğini ve bunun derhal gerçekleşmesi gerektiğini yineliyoruz" diye konuşur.

Muhammed Menfi’nin ilk yurt dışı ziyaretleri

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi ilk yurt dışı ziyaretini 23 Mart 2021 Salı günü Paris'e yapar. Muhammed Menfi Paris’te Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüşür. Macron görüşme sonrasında yaptığı açıklamada, "Libya'da bulunan yabancı güçlerin mümkün olduğunca hızlı bir şekilde çekilmesi için her şeyi yapmalıyız. Türk ve Rus savaşçılar, onlar ya da diğerleri tarafından gönderilen yabancı savaşçılar Libya'yı derhal terk etmelidir. Tek meşru güç Libya silahlı kuvvetleridir" diye açıklamada bulunur. Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi, yardımcısı Abdullah el-Lafi ve beraberlerindeki heyet 25 Mart 2021 tarihinde ikinci yurt dışı ziyaretlerini Kahire'ye yapar.  Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi’nin üçüncü yurt dışı ziyareti de 26 Mart 2021 tarihinde İstanbul olur…

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi’nin ilk yurt dışı ziyaretini Batı dünyası içinden Paris’e yapması, ikinci ziyaretini Arap dünyası içinden Kahire’ye yapması ve üçüncü ziyaretini de Türkiye yapması yeni Libya hükümetinin öncelikleri açısından dünyaya verilen politik bir mesajdır da aslında… Yani Libya Ulusal Birlik Hükümeti’nin birinci önceliği Fransa ve şahsında AB ülkeleri, ikinci önceliği Mısır ve şahsında Arap ülkeleri olacağı, Türkiye’nin ise bu ülkelerden sonra olacağı değerlendirilir…

Dibeybe'nin Roma ziyareti: 31 Mayıs 2021

Libya Başbakanı Abdülhamid Dibeybe, beraberinde yedi Libyalı bakanla beraber 31 Mayıs 2021 tarihinde Roma'ya bir ziyaret yapar. Bu ziyaret esnasında İtalya Başbakanı Mario Draghi Libya Başbakanı Abdülhamid Dibeybe'yi kabul ederek bir görüşme yaparlar.. Ayrıca Libya heyeti, İtalya Dışişleri Bakanlığı'nda 30 kadar İtalyan şirketin katıldığı, "Yeni Libya, İtalyan şirketlere tanıtılıyor" adlı bir iş forumuna katılır.

Görüşmeler sonunda Dibeybe, ‘’Libya'nın yeniden inşası için birçok ülkenin desteğine ihtiyaç duyduklarını ancak İtalya'nın ayrıcalıklı konumda olduğunu, ekonomilerindeki tüm sektörlerini yeniden canlandırılması için en iyi partnerin İtalya olduğunu" söyler.

İtalya Başbakanı Draghi de, ‘’Libya'da yatırımlar için güvenlik şartlarının yerine getirilmesi gerektiğini’’ vurgulayarak ‘’ülkedeki yabancı güçler ile paralı askerlerin çekilmesini öncelikli hedefler arasında olduğunu’’ söyler… .

Libya Başbakanı Abdülhamid Dibeybe'nin bu İtalya ziyareti ve bu ziyaret sırasında iki ülke yetkililerinin verdikleri mesajlar, İtalya'nın Libya'da ekonomik ve siyasi üstünlüğü yeniden elde etmeyi amaçladığı şeklinde yorumlanır.

İtalyan basınındaki analizlerde, Dibeybe'nin Roma'nın ardından Paris'e gideceğine de dikkat çekilerek; İtalya ve Fransa'nın, Libya'da Türkiye ve Rusya'nın etkisini azaltmak için anlaşmazlıklarını bir kenara bırakıp ortak yol bulmaya çalıştığı görüşüne yer verirler…

Dibeybe'nin Paris ziyareti: 01 Haziran 2021

Libya Başbakanı Abdulhamid Dibeybe ve beraberindeki yedi bakandan oluşan heyet 01 Haziran 2021 günü Paris’te Elysee Sarayı'nda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüşürler.


Macron, Elysee Sarayı'nda Libya Başbakanı Abdulhamid Dibeybe ile görüşmelerinin ardından ortak basın toplantısı düzenler. Bu basın toplantısında Macron; ‘’ülkesinin Libya'ya karşı özel sorumluluğu bulunduğunu, Libya'daki siyasi geçiş dönemini desteklediklerini, Libya'nın askeri egemenliğine ve istikrara kavuşması gerektiğini ve Türkiye'nin ve Rusya'nın yabancı paralı askerlerinin Libya'yı terk etmesi gerektiğini’’ söyler…  Ayrıca Macron, bu basın toplantısında, Dibeybe'nin talebi üzerine kanserle mücadele için 450 Fransız doktoru Libya'ya göndereceklerini belirtir…

Bu basın toplantısında Dibeybe de ‘’Fransa ile Libya arasındaki ilişkilerin resmi olarak yeniden başlamasından duyduğu memnuniyeti’’ dile getirerek ‘’Fransa'nın Libya'nın siyasi meşruiyetini güçlendirme konusunda önemli rol oynadığını, iki ülke arasındaki ortak projelerin yeniden başlamasını istediklerini ve Fransa'nın Libya'nın istikrarı ve yabancı paralı askerlerin varlığının sonlanması için katkıda bulunabileceğini’’ belirtir…

İkinci Berlin Konferansı

Tabii bu arada da Almanya’nın eli armut toplamıyordur. Almanya Dışişleri Bakanı Maas, ilki bahsettiğim gibi geçen yılın Ocak ayında yapılan Libya Konferansının ikincisinin 23 Haziran 2021 tarihinde Berlin'de yine Almanya’nın ev sahipliğinde toplanacağını duyurur... Bu konferansın ana gündem maddesi olarak ‘’24 Aralık 2021 tarihinde yapılacak olan genel seçimler ve yabancı güçlerin ülkeden çekilmesi’’ olarak belirlenir. 23 Haziran 2021 tarihinde Berlin’de düzenlenecek olan bu konferansta Libya'yı ilk kez geçiş hükümeti temsil edecektir…

Almanya Dışişleri Bakanı Maas, bu konferansın yabancı güçlerin çekilmesi konusunun tamamen netleştirmeyi amaçladığını belirterek "İlk Libya konferansında alınan kararlar geçerlidir, bunu bütün taraflar açısında açıklığa kavuşturacağız" açıklamasını yapar…

Sonuç

Artık Libya'da, her iki tarafların da kabul ettiği tek bir Libya Hükumeti vardır: Ulusal Birlik Hükumeti. Yani artık Libya’da ne BM'nin tanıdığı Trablus merkezli Ulusal Uzlaşı Hükumeti (UUH) ne de diğer taraftaki Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi bulunmaktadır. Tüm Libya’yı temsil eden Libya Ulusal Birlik Hükumeti de görüldüğü gibi iç savaş esnasında taraf olmayan başta İtalya, Fransa ve Almanya olmak üzere AB ülkelerine ağırlık vermektedir.

AKP Hükumetinin Trablus merkezli Ulusal Uzlaşı Hükümeti (UUH)’ni BM tanıdığı için yanında yer aldıkları gerekçesinin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Eğer AKP Hükumetinin böyle bir etik kaygısı olsaydı, BM tarafından tanınan Suriye Hükumetine düşmanlık edip de meşru Suriye Hükumetinin terör örgütü saydığı örgütlere destek verip de meşru Suriye rejimini yıkmaya kalkmazdı.

Libya iç savaşından bu yana hiçbir İtalyan, Fransız veya Alman askeri Libya’da ölmemiştir. Ancak Libya’da şimdiden parsayı toplayan ise başta İtalya, Fransa ve Almanya olmaktadır.

AKP Hükumetinin UMH ile yaptığı ve Türkiye’nin Libya’daki varlığının gerekçesi olarak gösterilen “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” gereği Doğu Akdeniz’de hidrokarbon arama çalışmalarını sürdüren Oruçreis Araştırma Gemisi hiç de Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulmasının beklemeden 15 Haziran 2021 tarihine kadar Antalya limanına çekilmişti… Sahi on gün sonra 15 Haziran 2021. Oruçreis de S-400’lere mi benzeyecek? Hani S-400’lerin aktif hale getirilmesi salgın bahane edilerek Nisan 2000 yılına ertelenmişti ya. Üzerinden bir yıl iki ay geçti hala S-400’ler aktif hale getirilmeyi bekliyor.

Türkiye’nin Suriye’de verdiği şehitlerin haddi hesabı yoktur. Ancak bugüne kadar Suriye’de bir tane İtalyan, bir tane Fransız, bir tane Alman askeri ölmemiştir… Yarın Suriye’de barış yapıldığında yine avucunu yalayacak olan Türkiye’dir. Harcanan milyar dolarlar bir tarafa, ülkedeki altı milyon Suriyeli ve Suriye kuzeyinde PYD/YPG yapılanması da Suriye politikasının bonusu olarak kalacaktır her halde…

Libya’daki gelişmeler, AKP Hükumetinin İhvancı rüyalarından çok daha hızlı ve çok daha farklı bir şekilde akmaktadır...

Arz ederim.

Osman AYDOĞAN




Nazım Hikmet

03 Haziran 2021

Nazım Hikmet’in ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli kitabının ilk sayfasındaki şiir, Piraye'nin betimlemesidir sanki… Kitabı da ona adar zaten:

‘’Hatice, Piraye, Pirayende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında
sormadım, düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
realite umrumda değil...
939'da İstanbul'da tevkifhanede başlanıp.....
..............biten bu kitap
ona ithaf edilmiştir.’’

Nazım’ın aşkları

Şiirde Piraye adını görünce, kitabın sayfalarını bırakıp dalıp gidiyorum... Nazım'ın aşkları geliyor aklıma... Abdülhamit Devri’nin ünlü valilerinden birisinin kızı olan Sabiha Hanım, ünlü bir doktorun baldızı olan Azize Hanım ve Şükufe Nihal… Nazım'ın bu aşkları çocukluk ve gençlik aşklarıdır…

Nazım’ın ilk evliliği ise Nüzhet Hanım iledir. 1921 yılında Moskova’da üniversitede öğrenciyken evlenirler. Nüzhet’in ailesi bu evliliğe razı değildir. Mektuplar yazarlar Moskova’ya kızları Nüzhet’e; “Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız… Geçinemezsiniz!” derler. Ancak aşkla başlayan bu evlilik fazla uzun sürmez. İki yıllık birlikteliğin sonunda Nüzhet İstanbul’a döndüğünde ailesinin de etkisiyle Nazım’ı terk eder.

Yukarıdaki şiirde ismi geçen Piraye, Nazım'ın onüç yıl evli kaldığı ikinci eşidir. Piraye Nazım’ın kız kardeşi Samiye’nin yakın arkadaşıdır. Piraye varlıklı ve kültürlü bir aileye mensup, kızıl saçlı, gösterişli, aydın görüşlü bir kadındır. Piraye Nazım'la evlenmeden önce iki çocuk sahibi dul bir kadındır.

Nazım'ın Piraye ile olan evliliği diğer kadınlarına ve evliliklerine göre en uzunudur. Ancak Nazım bu süre içinde bir kısmı Çankırı Hapishanesinde, bir kısmı da Bursa Hapishanesinde tutukludur.

Genç ve güzel, kızıl saçlı Piraye henüz eşinden yeni boşanmış iken tanışır Nazım ile. Piraye ilk eşi ile erken yaşta evlenir ve iki çocuğu olur. Sonra eşi, çocukları ile onu bırakıp Paris'e gider, gidiş o gidiştir, bir daha da dönmez. Piraye'nin babası da Nazım’ın hayranıdır. Nazım hapiste iken ona karşı duygularını yazdığı şiir ve mektupları ile dile getirir. Nazım, "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950'de hapisten çıkana kadar yazışır. Bu 1939 ve 1951 yılları arasında gönderilen mektupları Piraye ölene dek tahta bir bavulda saklar...

Nazım, Piraye’sine bir mektubunda şöyle yazar: "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılâbı ve inkılâbın Marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet'in Hatice Zekiye Pirayende Piraye'yi sevmesi gibi seviyorum."

O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diye yazar...

Ancak öyle olmaz… Öyle bir saadet olmaz… Korktuğu da başına gelmez Nazım’ın. Aşk biter ve ayrılırlar…

Piraye ile evliyken Nazım’ın hayatına önce roman yazarı Cahit Uçuk sonra da opera sanatçısı Semiha Berksoy girer… Ancak Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi artık bardağı taşıran son damla olur. Münevver Hanım, Nazım’ın dayısının kızıdır. Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi Nazım hapislerde iken başlar. Ve Nazım hapisten çıktığında çoktan Münevver Hanım'a gönül vermiştir bile. Piraye şairi çok sevmesine rağmen fedakârlık ederek daldan düşen bir sonbahar yaprağı gibi usulca, sessizce aradan çekilir.

Nazım ve Münevver Hanım aşkı da sadece üç yıl (1948­ - 1951) sürer. Bu ilişki Nazım’ın Rusya’ya kaçışıyla fiilen sona erer.

Nazım’ın Rusya’daki ilk aşkı 1952 yılında tanıştığı genç doktoru Galina’dır. Nazım Galina ile evlenir. 

Nazım 1955 yılı sonlarında ise evli ve çocuklu, kendisinden otuz yaş küçük Vera’yla tanışır. 1960 yılı başında Nazım'ın Galina ile olan sekiz yıllık beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılır. Ve “saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” diye 1961 de yazdığı “Saman Sarısı” şiiri ile ölümsüzleştirdiği Vera’sına kavuşur Nazım. Nazım artık bundan sonraki şiirlerini Vera’sı için yazar…

Nazım’ın sevgisi

Aslında Nazım’ın sevdiği, kadınlar değil, sevme fikridir...  Kadınlar sadece öznesidir o sevginin… Tıpkı Eylül’ün yazarı Mehmet Rauf gibi; aşka âşıktır Nazım… Tıpkı yerlerde dökülmüş sonbahar yapraklarındaki matem neşidelerinin gizli çığlıkları gibidir Nazım’ın aşkları… Çünkü Nazım’ın aşkları da dalından düşmüş kıpkırmızı sonbahar yaprakları gibi birden sararır, solar, son güneşlerde hep kaskatı kesilirler...  

Aslolan hayattır

Sanki bir rüyadan uyanır gibi daldığım bu hikâyeden uyanıp tekrar elimdeki kitabın (Memleketimden İnsan Manzaraları) sayfalarına dönüyorum… Kitabın ilerleyen sayfalarında bir başka şiiri var Nazım’ın : ‘’Çankırı Hapishanesinden Mektuplar, II. Bölüm''. Nazım yine o çok sevdiği kızıl saçlı Piraye’sine yazmış ''Aslolan hayattır'' başlığı ile:

Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî’den :
“Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
tekrar Gazalî’yi oku.
Ve Pîrâyende’m benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
ümitsiz yalnızlığı
ve muhteşem korkusuna.

Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana:
“- Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…”

Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.

Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin…

Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var:
“Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.”
Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,
fakat görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.

Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında büyük, lâciverdî bahçem.

A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…

Nazım Hikmet Ran-Çankırı Hapishanesinden Mektuplar II

Şiirde tırnak içine alınan rubailer Gazali'ye aittir.

İslam Orta Çağ’ında İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi Eski Yunan Felsefesi’nde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam Gazalî egemen olur. Yine Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Mevlâna bu felsefeyi özetlercesine şöyle der: “Sureti hemi-zıllest.” Yani ''görünen her şey gölgedir.''

Nazım Hikmet, Mevlâna rubailerinden söz ederken buna bir itiraz geliştirir. Nazım, 1945 yılında Bursa hapishanesinde iken Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bu itirazını şöyle dile getirir: “Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlâna’ya kadar götürmüşüm. Mevlâna'nın ‘sureti hemi zıllest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevaptır:

“Gördüğün gerçek âlemdi ey Celâleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi
Suret-hemi-zıllest filan diye başlayan değil.”

(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep…)

Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımı ve geleneksel İslam düşüncesinin sorunu dile getirilir. Geleneksel İslam düşüncesi, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Yaratan'ın varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suretlerinden biridir. Kâinattaki her form, hakikatin birer tecellisidir, birer yüzüdür, birer suretidir. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Eflatun'un formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır.

O üç sözcük “Suret hemi-zıllest.” (görünen her şey gölgedir.) Eflatun ve Gazali felsefesinin özüdür. Bu şiir de (Aslolan hayattır) Nazım'ın, Piraye bahane, Gazali için yazdığı şiirlerinin en güzellerindendir.

Tekrar Nazım’a ve Piraye’ye dönmek üzere illaki de ‘’Tarih’’ deyip (biliyorsunuz yazılarım hiç de ‘’Tarih’’siz olmaz!) biraz geriye gidiyorum…

Nazım’ın anne tarafından büyük dedesi Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa

Avrupa’daki 1848 devrimlerinden sonra Avrupa’dan ka­çan dev­rim­ciler Osmanlıya sığınırlar.  Bun­lar­dan bir kıs­mı, ye­ni­den ül­ke­le­ri­ne dö­ner­ken ba­zı­la­rı da Müs­lü­man olup, Os­man­lı'da çeşitli kademelerde hizmet ederler. Bu devrimcilerden birisi de Polonyalı Kons­tanty Bor­zec­ki’dir. Kendisi haritacı olduğu için yüzbaşı rütbesiyle orduya alınır. Kons­tanty Bor­zec­ki iki yıl son­ra, “Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n” adını alarak Bekta­şi ol­up İs­la­mi­ye­t'­i ka­bul eder. Daha sonra Paşa rütbesine yükselir…

Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, 1869 yılında ‘’Eski ve Modern Türkler’’ (Kaynak Yayınları, 2014) adlı eserini Fransızca (Les Turcs anciens et modernes) olarak yayınlar… Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, Türkçülük konusunda öne çıkan ve çokça bilenen isimlerden çok daha önce Türkçülük fikrini ve Arap alfabesine karşı da Latin alfabesinin kullanımını savunan Türk tarihinde hanedan tarihçiliğinden ulus tarihçiliğine geçişte etkisi olan isimlerden birisidir. Mustafa Kemal Atatürk bu kitabının Paris baskısı üzerinde (Fransızca)  bazı sayfaların kenarına notlar düşerek inceler…

Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, İs­tan­bul'da emrinde ça­lış­tı­ğı Mir­li­va Ömer Pa­şa­‘nın bü­yük kı­zı Saf­fet Ha­nım ile ev­len­ir. Bu evlilikten olan iki erkek çocuktan birisi olan Hasan Enver Paşa, Leylâ Hanım ile evlenir. Bu evlilikten doğan beş çocuktan birisi olan Celile Hanım ise Nazım Hikmet’in annesidir.  Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey ise çeşitli illerde valilik yapmış olan Mevlevî Nâzım Paşa’nın oğludur.

Şimdi tekrar Nazım ve Piraye... 

Piraye’ye yazdığı mektupların birinde büyük dedesi Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa’nın Türkçe konusundaki hassasiyeti gibi şöyle yazar Nazım: 

“Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuş, umurumda değil. 20 sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti... Hâlbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçem konuşuldukça, ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme.” 

Nazım'ın ömrünün on yedi yılı düzmece davalarla hapishanelerde geçer. 1950 yılında çıkarılan genel af yasasıyla serbest kalır. Ne var ki endişeleri nedeniyle yeniden yurtdışına çıkar. Ve orada yurduna hasret şiirleri yazar... Ancak orada da hapishane yıllarından kalan hastalıklar onu rahat bırakmaz ve acılı yüreği 58 yıl önce bugün 03 Haziran 1963 günü sabahı Moskova’daki evinde durur.

“…yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye’mde Türkçemle yasak” dediği şiirleri ancak ölümünden sonra basılır ülkesinde…

Bugün 03 Haziran 2021… Bugün Nazım’ın vefat yıldönümü. … Vefat yıl dönümünde aşkları ile anmak istedim bu büyük şairi. Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Ve Nazım'ın Piraye için yazdığı bir şiir daha okuyorum elimdeki kitaptan kitaptan:

''Bu geç vakit 
bu sonbahar gecesinde 
                            kelimelerinle doluyum; 
zaman gibi, madde gibi ebedî, 
                                  göz gibi çıplak, 
                                                 el gibi ağır 
                           ve yıldızlar gibi pırıl pırıl 
                                                             kelimeler.'' 

Ve öyleydi, Nazım'ın şiirindeki gibi, bu yaz günü sanki ilkbahar yağmurları gibi yağan yağmurdan sonra açık gökyüzündeki yıldızlar pırıl pırıldı...

Ve insan bağır bağır bağırıyor içinden bu Haziran günü bu akşam vakti:

A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…

Osman AYDOĞAN


Fatih Sultan Mehmet (6): Etnik ve folklorik bir kimlik olarak Moğollar


03 Haziran 2021


Aslında bugünkü yazımın Fatih Sultan Mehmet ile bir ilgisi yok. Ancak Fatih Sultan Mehmet ile başladığımın yazı serimin devamı olması nedeniyle bu başlığı verdim.

Dünkü yazımda Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında 1473 yılında yapılan Otlukbeli Muharebesi’ni anlatırken Ilısı Barajının yapımı nedeniyle su altında kalacak olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın Otlukbeli Muharebesi’nde şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırdığı türbenin taşınmasından bahsetmiştim. Buradan da yola çıkarak şu soruyu sormuştum:  ''Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir?'' 

Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmekteydi. Buradan da yola çıkarak ikinci soruyu sormuştum: ‘’Böylesine önemli bir muharebeye Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Hristiyanlar ile Batı ile olan savaşları mı olmak zorundaydı?’’

İşte bu iki sorunun cevabını da Moğollar üzerinden vermek istiyorum... 

Moğol İmparatorluğu

Cengiz Han tarafından 1206 yılında kurulan Moğol İmparatorluğu 1294 yılına kadar yaşar. Kısa zamanda her yönde genişleyip, dünyanın %22'sine yayılıp, 34 milyon km2’ den fazla bir alanı kapsayarak ve tarihin bitişik sınırlara sahip en büyük imparatorluğu olur. En geniş döneminde 100 milyondan fazla kişiyi topraklarında barındırır. İmparatorluğun bu denli geniş olması ile Batı ile Doğuyu birleştirir, bu sayede İpek ve Baharat yollarında ticaret yapmak güvenli hale gelir ve ''Pax Mongolica'' denilen bir barış dönemi başlar… Cengiz Han zamanındaki Moğol Ordusu dünyadaki en organize ve en disiplinli ordu haline gelir. Moğol ordusu da tarihteki önemli ordular arasında sadece atlılardan oluşan tek ordudur…


Moğollar ve Türkler

Moğollar, yüzyıllarca Türklerle yan yana yaşarlar ve bunun sonucu olarak da Türk kültür ve medeniyetinin etkisinde kalırlar ve zamanla Türkleşir ve İslamlaşırlar… Orta Asya’da halen Cengiz Han ve hanedan üyeleri Türk olarak kabul edilir. Türklükle Moğolluk tarihsel, coğrafi, kültürel olarak çok geçişlilik arz ettiği için; Asya bozkırlarında Hunlardan itibaren Türk tarihini Moğol tarihinden ayırmak hemen hemen imkânsızdır. Fransız oryantalist ve Türkolog Jean-Paul Roux (1925 – 2009) Cengiz Han için ''Moğollaşmış bir Türk'', Timur için ise ''Türkleşmiş bir Moğol'' tanımını yapar... Bu nedenle Türk tarihinde Moğollar öteki bir toplum olarak sayılmazlar. Bu nedenlerle de günümüzde Türkler çocuklarına göğsünü gere gere Cengiz, Kubilay, Temuçin, Oktay, Timur, Noyan gibi Moğol adlarını verirler.


Türkçülüğün babası olarak tanımlan Nihal Atsız, oğluna vasiyetinde (1941) ötekileştirdiği toplumları şöyle sıralar: ‘’Yahudiler, Çinliler, Acemler, Yunanlılar, Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler, Japonlar, Afganlılar, Amerikalılar, Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Gürcüler, ve Çeçenler...’’ Ancak bunların arasında Moğollar yoktur.

Anadolu’ya ve İslam dünyasına yapılan Moğol istilası

Ben böyle güzellemeler yapsam da ancak tarih baba tarih sayfalarında Moğolları farklı anlatır.


3 Temmuz 1243 tarihli ''Kösedağ Muharebesi'', Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesiyle sonuçlanır. Bu yenilgiyle bu topraklarda Moğol istilalarının önünü açan Moğol Baycu Noyan’dır. Noyan, Anadolu’yu Moğollara bağlayarak Büyük Han’ın nazarında itibar kazanmak ister…

Kösedağ savaşından sonra Moğollar bu topraklarda çok kan akıtır, çok can yakar… 13’üncü yüzyıl, Anadolu’nun Moğolların baskısı altında inim inim inlediği bir dönemdir. O zamanlar Anadolu’da Moğollara dair sarf edilen adeta efsaneleşmiş söz şudur: ‘’Geldiler, yaktılar, yıktılar, kestiler, biçtiler, gittiler...’’ Haçlılar bile Anadolu’ya Moğollar kadar zarar vermemişlerdir.

Tarihçiler, İslam tarihinde Moğol istilasıyla kıyaslanacak bir felaketin olmadığı hususunda hemfikirdirler. Bu dönemde İslam kültürüne ait eserler Moğollarca yok edilir, dini kitaplar hayvanların altına serilir ve camiler de ahıra çevrilir. İslam tarihi kaynakları bu istilalardan dolayı Moğolları bir kıyamet alameti olarak görerek, ''Yecüc-Mecüc'' olarak da nitelendirir…

Daha yeni bu sayfalarda Abbasi halifesi El Memûn’u anlatırken Moğol hükümdarı Hülagü'nün ordusunun 10 Şubat 1258'de halifeliğin başkenti Bağdat’ı ele geçirdiğini anlatmıştım. Bağdat Moğollar tarafından yağmalanır, Bağdat'taki Beyt'ül Hikme yerle bir edilir, burada bulunan kitaplar Dicle Nehri'ne atılır, yüzlerce yıllık bu eserlerden akan mürekkep nehrin suyunu siyaha bular ve Dicle nehri aylarca siyah renkte akar… Bu şekilde Bağdat’ın Moğol istilasıyla, yüzlerce yılın birikimi olan matematik, fen, coğrafya, astronomi, tarih, ilahiyat ve fıkıh ile ilgili binlerce eser sonsuza dek kaybolur…

Bağdat'ın yok edilmesinin, bir şehrin işgalinden daha fazla bir karşılığı vardır. Bu, aynı zamanda İslam Dünyası'nın hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak olan siyasi, kültürel ve dini merkezinin yok edilmesi anlamına da gelir…

Büyük Fransız tarihçi Fernand Braudel, ‘’Medeniyetler Tarihi’’ (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) isimli eserinde 13. yüzyılda Moğol istilasının İslam’ın bütün şehir medeniyetlerini yakıp yıktığını, kütüphanelerin yakıldığını, milyonların öldürüldüğünü, bu şekilde tüm İslam dünyasının bir kasabaya dönüştürüldüğünü ve hala etkileri süren İslam dünyasındaki mistisizm ve dogmatizmin Moğol istilasının ve Haçlı seferlerinin yıkıcı etkileriyle başladığını ve zamanla devlet politikalarına dönüşüp kökleştiğini yazar…

Moğolların Anadolu’ya, Türk ve İslam dünyasına yaptığı bu tahribata 3 Temmuz 1243 tarihli Kösedağ Muharebesinde, Anadolu Selçuklularının Moğollara yenilmesi yol açar. Dün anlattığım ‘’Otlukbeli Muharebesi’’ gibi bu ''Kösedağ Muharebesi'' de ne yazık ki Türk tarihinde ve askerî akademilerde hak ettiği önemi, ilgiyi ve alakayı görmez…

Hal böyleyken Türk tarihinde Moğollar ötekileştirilmediği gibi ''Kösedağ Muharebesi''nin Moğol Komutanı ‘’Noyan’’ın adını kendisine isim, soy isim olarak alan ve gururla taşıyan sayısız vatandaşımız vardır…

Anadolu'daki Moğol baskısı, Selçuklu Sultanlığını zayıf düşürdükçe Türkmen beylikleri bağımsız olma fırsatını yakalarlar, bunlar arasından da sivrilerek Osmanlı Beyliği çıkar… Kemal Tahir ''Devlet Ana'' (İthaki Yayınları, 2005) isimli romanında bu süreci çok güzel anlatır…

Moğolların ardılları ve Timur

Ancak Osmanlı Beyliği de Moğollardan kurtulamaz, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid ile Timur arasında, Ankara'nın Çubuk Ovası'nda 28 Temmuz 1402 tarihinde yapılan ''Anakara Muharebesi'' Geç Orta Çağ tarihinin en kanlı çarpışmalarından birine sahne olur ve Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanır…


''Ankara Muharebesi'' yenilgisi; Osmanlı Devleti'nin geçici süreliğine dağılarak, devletin imparatorluk aşamasına geçmesinin ve İstanbul'un Fethi'nin 50 yıl kadar gecikmesine, Anadolu`daki Türk siyasal birliğinin bozularak Anadolu beyliklerinin yeniden kurulmasına ve Osmanlı tarihinde ''Fetret Devri'' (1402-1413) olarak bilinen 11 yıllık bir iktidar boşluğu döneminin yaşanmasına neden olur…

Moğollar bu kadarı ile de kalmazlar… Timur İmparatorluğunun varisi Akkoyunlu Devleti de Osmanlı’yı rahat bırakmaz. Ne zamanki Akkoyunlu Devleti 1473 yılındaki -dün bu sayfalarda anlattığım- Otlukbeli Savaşını Osmanlı’ya karşı kaybeder o zaman Osmanlı’nın Doğu sınırı da kısa bir süreliğine huzura ve sükûna kavuşur…

Safevi Devleti

Ancak kısa bir süre sonra Akkoyunlu toprakları üzerinde bu sefer Türk Safevi Devleti (1501 – 1736) kurulur… Safevi Devleti kurucusu Şah İsmail, Akkoyunlular’ın anne tarafından torunudur. Şah İsmail’in Annesi, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızıdır.  Ancak bu sefer de Şii inanışa sahip Safevi Devleti ve Osmanlı Devleti savaşır. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki mücadele malumunuzdur. Osmanlı, Safevi Devletini zayıflatıp da yıkılmasına vesile olunca yerine Osmanlı’nın başına bela Fars (İran) devleti kurulur…


Neyse bu hazin faslı geçelim, çünkü Safevi Devleti ayrı bir yazı konusudur… Biz gelelim yazımın başında verdiğim sorularıma…

Moğollar ve Araplar neden ötekileştirilmemiştir?

Yazımın başında ifade edildiği gibi Moğollar; Selçuklu’ya, Osmanlı’ya ve Anadolu’ya bu kadar kötülükleri yapmasına, bu topraklarda çok kan akıtmasına, 13’üncü yüzyılda Anadolu’yu baskıları altında inim inim inlemesine ve Anadolu'da Haçlılardan bile daha fazla tahribat yapmalarına rağmen Moğollar ve Akkoyunlular bu coğrafyada ötekileştirilmez, Moğollar ve Akkoyunlular düşman sayılmaz ve Moğol isimleri Türklerce gururla taşınır…

Hatta öyle ki Osmanlı ile Akkoyunlu arasında yapılan Otlukbeli Savaşında Akkoyunlu Padişahı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey için Türk tarihi ifade ettiğim gibi ''Şehit'' diye not düşer… Ve yine bir önceki yazımda anlattığım gibi günümüzde de Hasankeyf’teki Zeynel Bey Türbesi Ilısu Baraj Gölü altında kalacak diye uluslararası bir çalışma ile itina ile iki km kuzeye törenle taşınır. (12 Mayıs 2017) Ve bu törende de konuşma yapan siyasiler Zeynel Bey’den ‘’şehit’’ diye bahsederler. (Sakın yanlış anlaşılmasın; tabii ki türbenin taşınmasında doğrusu yapılmıştır.)


Şimdi gelelim benim yazımın başında sormak istediğim sorularıma:

Benim sormak istediğim Moğolların Osmanlıya, Anadolu’ya ve İslam'a bu kadar kötülüklerine rağmen neden bu coğrafyada ötekileştirilmediği, neden hala gurur ve onurla Moğol isimlerinin taşındığı ve Osmanlıya karşı savaşlarda ölenlerine de neden ‘’şehit’’ diye hitap edildiğidir? Eğer onlar ‘’şehit’’ ise Osmanlının şehitleri neydi?

Ve Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna ve onun türbesine günümüzde gösterilen bu ihtimamın sebebi neydi?

''Otlukbeli Muharebesi'' birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük savaşlarından birisi olarak kabul edilmesine rağmen Türk tarihinde ve askerî akademilerde neden gereken önem, ilgi ve alaka verilmezdi? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Batı ile Hristiyanlarla olan savaşları mı olmak zorundaydı?

Osmanlıların, Türk tarihinde ve askerî akademilerde yüzeysel geçiştirilen sadece Akkoyunlularla yapılan ''Otlukbeli Muharebesi'' (1473) de değildi...  Moğollarla yapılan ''Kösedağ'' (1243), yine Moğollarla yapılan ''Ankara'' (1402), Safevilerle yapılan ''Çaldıran'' (1514), Dulkadiroğulları Beyliği  ile yapılan ''Turnadağ'' (1515), Memluklerle yapılan ''Mercidabık'' (1516) ve ''Ridaniye'' (1517) muharebeleri de dönemlerine oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımlarından büyük muharebeler olması ve sonuçları itibariyle de büyük siyasi etkilerine rağmen gerek Türk tarihinde gerekse de askerî akademilerde hep yüzeysel olarak geçiştirilir ve hatta bazıları görmezden bile gelinir…

Ancak Türk tarihinde ve askerî akademilerde varsa yoksa teferruatıyla incelenen Batı ile Hristiyanlarla yapılan muharebeler olur: ''Malazgirt'' 1071, ''Sırpsındığı'' 1364, ''Niğbolu'' 1396, '' İstanbul'un Fethi'' 1453, ''Mohaç'' 1526, ''Birinci Viyana Kuşatması'' 1529, ''Preveze Deniz Muharebesi'' 1538 vb. 

Ayrıca ilginçtir ki tarih yazımında Moğolların istilacılıkları söz konusu olduğunda Türklüklerinden pek bahsedilmez… Ancak bir ‘’Taç Mahal’’ söz konusu olduğunda ise hep "karısı için anıt mezar yaptıran Türk İmparatoru’’ndan bahsedilir… Fakat Bağdat'ı yağmalayanlar hiç şüphesiz Moğollardır, Türkler değildir! 

Tüm bunların nedeninin sosyal-kültürel antropolojide yer alan kavramlarda yer aldığı değerlendirilmektedir.  

Etnos ve Folk kavramları

Günümüzde sosyal-kültürel antropolojide yer alan ‘’etnoloji’’ ve ‘’folk’’ kavramları şu şekilde açıklanır: ‘’Etnos’’; (Yunanca kökenli olup) “öteki halk’’, veya ‘’öteki halklar’’ demektir!...  Bu nedenle ‘’etnoloji’’ “ötekinin bilimi”dir. “Folk” ise ‘’bizim halk’’ demektir. “Folk”; bizim olan kırsal, geleneksel, modern-öncesi, kentleşme-öncesi, endüstrileşme-öncesi halkımız, halimiz, ahvalimiz, akrabamız anlamındadır.


Muhtemel ki Moğollar, Akkoyunlular ve Savefiler Türk tarihinde ve de Anadolu’da bir etnik kimlik (“öteki halk’’ veya ‘’öteki halklar’’) olarak değil de folklorik (bizim olan kırsal, geleneksel, akraba) bir kimlik olarak, Memluklar ise dindaş bir grup, ümmet olarak görülür… Bu nedenle de ne Moğollar ne Akkoyunlular ne Savefiler ne de Araplar ötekileştirilmez ve bu gruplarla yapılan muharebeler, savaşlar ve çatışmalar ise bir kardeş (folk) kavgası olarak görülüp fazla öne çıkarılmaz ve unutturulmak istenir…

Hep söylerim ya; her şey ''tanım'' ile başlar, araçlarla devam eder...

Bu coğrafyada kardeşin kardeşe yaptığını akrep akrebe yapmamıştır…

Ancak bu coğrafyada anlattığım gibi kardeşin kardeşe yaptığını akrep akrebe yapmamıştır… Ve halen de öyledir... Bakın Irak'a, Libya'ya, Suriye'ye... Aslında ıraka gitmeye de gerek yoktur... 

Anadolu tarihi Türkün Türke, Müslümanın Müslümana yaptığı katliamlarla doludur. Yazı dizimde anlattığım gibi Fatih’in Anadolu’da döktüğü kan Balkanlar’da döktüğü kandan daha fazladır. Osmanlının Anadolu’da yaptığı Türkmen katliamı Avrupa’da yaptıklarından daha fazladır. Bırakalım çok eskileri de bu yazımı okuyanların bizzat şahit olduğu Maraş, Taksim, Sivas, Suruç, Ankara Gar, Ankara Kızılay, Ankara Merasim Sokak, İstanbul Yeşilköy, İstanbul Dolmabahçe katliamları, 15 Temmuz’da FETÖ’nün katliamları henüz hafızalardadır… Ve sayamadığım daha niceleri... Bütün bu katliamları Hristiyan Yunanlılar veya Ruslar veya bir başka etnik grup veya bir başak dine mensup olanlar yapmamıştır...


Daha yenilerde, TV’lerde açık açık komşularına dair katliam listelerini hazırladıklarını söyleyenler ve bu aleni tehdit karşısında sus pus olan yetkililer Hristiyan Yunanlılar değildir…

Keza daha dün, tüm bir ülkeyi Hristiyan işgalinden kurtaran Mustafa Kemal Atatürk’e camilerde lanet okuyanlar, beddua edenler, hakaret edenler ve bu aleni yapılan lanet, beddua ve hakaret karşısında sus pus olan yetkililer de Hristiyan Yunanlılar değildir…

‘’Cübbeli’’ nam bir cemaat şefinin 17 Ocak 2020 günü yaptığı ‘’silahlanan iki bin selefi dernek var’’ açıklamasının, Emniyetin kayıp 200.000 profesyonel silahının, İçişleri Bakanlığından valiliklere devredilerek valilerin kontrolsüz bir biçimde bol keseden belli kişilere dağıttığı silah ruhsatlarının ve fütursuzca kurulan Osmanlı Ocakları, SADAT gibi milis derneklerinin siz Ege adalarını işgal eden Hristiyan Yunanistan’a karşı bir hazırlık için mi olduğunu düşünüyorsunuz?

Kardeşin kardeşi katli konusunda bu kadar sabıkalı bir coğrafyada benimki naçizane, tasalı, gamlı, kederli, kaygılı naif bir sorudur... Naif olmayan ise böylesi bir ayrışmaya ve tehlikeye karşı ülkeyi yönetmekten sorumlu olanların söndürmeleri gereken ateşi körüklemeleri, ateşe benzin dökmeleridir... Baksanıza ülkenin birliğinden, dirliğinden, bütünlüğünden, asayişinden sorumlu olanlar, bir muhalefet liderinin maruz kaldığı saldırı karşısında ne diyor: ‘’Daha neler olacak, neler. Bunlar iyi günler.’’

Günlerdir benim zihnimde İsmet Özel’in ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ adlı şiirinin aşağıdaki kısmı takılmış bir plak gibi dönüüüp duruyor:

“Kardeşler! ” deseydim “Kardeşlerim! ” 
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan'' 
Bakın yaklaşıyor...” (*)

Dediğim gibi, benimki naçizane, tasalı, gamlı, kederli ve naif bir kaygıdır işte..

Arz ederim…

Fatih ile ilgili yazı dizim burada sona eriyor… Eğer ki sürç-i lisan eylediysek affola…  

Osman AYDOĞAN

(*) İsmet Özel, bu şiirinde “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan" diyerek, Necm Süresi’nin 57. ayetini (Yaklaşmakta olan –kıyamet- yaklaştı) anımsatır. 


Bir not:

TV'lerde tarihten, sosyolojiye, ekonomiden politikaya her konuda konuşan, sözde profesör ünvanlı herbokologlar –pardon akademisyenler, sözde sosyologlar, sözde politikacılar biraz tarih, biraz sosyoloji, biraz da antropoloji bilseler ve birazcık da doğru terminoloji kullansalar da olur olmaz yerlerde ''etnik'' sözcüğünü bilinçsizce kullanmasalar! Hani bir Yunan atasözü vardı ya: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir'' diye... Anlıyorsunuz değil mi?


Bir başka not daha: 

Dünya Etnospor Konfederasyonu Başkanı Bilal Erdoğan himayesinde her yıl bir festival düzenlenir. Bu festivalin birincisi 2016 yılında, ikincisi  2017 yılında, üçüncüsü 2018 yılında ve dördüncüsü de 2019 yılında İstanbul’da yapılır. 2020 yılında yapılması planlanan festival, salgın hastalık nedeniyle yapılamaz. Bu festivalin 5’incisi 7-10 Ekim 2021 tarihleri arasında yine İstanbul’da yapılması planlanır.


Bu festivalin son yapılan dördüncüsü, 03-06 Ekim 2019 tarihleri arasında dört gün süre ile Yeşilköy Atatürk Havalimanı’nda icra edilir.  Bu dördüncü festivale, 16 Orta Asya ülkesinden 12 dalda bine yakın sporcu katılır. Bu festivalde, Türk dünyasına, Orta Asya ve Anadolu'ya özgü şenlikler gerçekleştirilir. Festivalde geleneksel Türk sporlarının yanı sıra geleneksel kıl çadırlarda oba yaşamı, tarihi el sanatları atölyeleri, kılıç kalkan ve atlı gösteriler gibi pek çok etkinlik yapılır. Organizasyonda sporcular; geleneksel sporlardan aba güreşi, şalvar güreşi, kuşak güreşi, mas güreşi, fetih yağlı güreşleri, atlı okçuluk, atlı cirit, kökbörü, âşık oyunu, mangala, geleneksel yaya okçuluğu, şahinle yarış ve yabusame gibi alanlarda mücadele eder... (Gazeteler)

Bu festivalin adı neydi biliyor musunuz? ‘’Etnospor Kültür Festivali‘’ !…  Festivalde yapılan bütün etkinlikler bizden, bizim kültürümüze ait, yani folklorik… Ancak festivalin adı ne: ‘’Etnospor’’! Yani ‘’etnik spor’’, yani ‘’Ötekinin sporu’’! Hani derlerdi ya; ''cehaletin bu kadarı ancak tahsil ile mümkündür''!!! Siz anlıyorsunuz değil mi bir nasıl ellerde olduğumuzu! 

Hep söylerim ya; her şey ''tanım'' ile başlar, araçlarla devam eder...


Fatih Sultan Mehmet (5): Otlukbeli Meydan Muharebesi

02 Haziran 2021


Tarih 1473… İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinin üzerinden 20 yıl geçer… .

Osmanlı İmparatorluğu; Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğunun yerine geçer, kurumsallaşır ve 1461’de de Trabzon’un fethiyle ve Pontus Rum Devletini yıkılması ile büyük güç kazanır…

Doğuda ise parçalanan Timur İmparatorluğu’nun enkazı üzerine Oğuz Türkleri tarafından 14. yüzyılda  kurulan, Horasan'dan Fırat’a, Kafkas Dağları'ndan Umman Denizi'ne kadar uzanan topraklarda egemen yeni bir Türk devleti vardır: Akkoyunlu İmparatorluğu...

Aslında Asya kıtası bu iki Türk ve Müslüman devlete yetecek kadar büyüktür. Birbirlerine sataşmadan bu geniş topraklar üzerinde yerleşebilirler, medeniyetlerini genişlete­rek ve güçlendirerek tarihi görevlerini yapabilirlerdi. 

Türk İmparatorluğu hükümdarı Timurlenk ile Osmanlı Hükümdarı Yıldırım Bayezid’in 71 yıl önce düştükleri tarihi hataya normal olarak düşmemeleri, birbirlerini yok et­meye çalışmamaları icap ederdi. 

Fakat olmaz, bu iki Türk devleti savaşır. Etnik olarak Türk idiler, din olarak da Müslüman’dılar, mezhep olarak da Sünni idiler... Fakat bu iki Türk ve Müslüman devlet savaşır işte…

O devirde dünyanın en büyük iki Türk İmparatorluğunun ordusu olan Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in komuta ettiği Osmanlı ordusu ile Akko­yunlu İmparatoru ‘’Emir-i Kebir’’ (Büyük Emir) adıyla anılan Uzun Hasan’ın komuta ettiği Akkoyunlu ordusu, 11 Ağustos 1473 tarihinde, Erzincan ilinin Tercan Ovası’nda Otlukbeli denilen mevkide karşı kar­şıya gelip meydan muharebesine tutuşurlar…  

Otlukbeli Meydan Muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardı. Bunlardan biri; Osmanlı Devleti, ikincisi Akkoyunlu Devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk Devleti idi.

Otlukbeli Meydan Muharebesi günümüzle çok yakından ilgilidir ve günümüze ait çok şeyler söyler...

Bakalım neler söyler? Ama önce Otlukbeli Muharebesi….

Otlukbeli Muharebesi öncesi

Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğunu ve 1461’de de Trabzon’u alarak Pontus Rum Devletini yıkması ve bu sayede büyük güç kazanması Osmanlı'nın doğusundaki Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ı telaşlandırır…


Türkmen asıllı Akkoyunlu Uzun Hasan, kısa zamanda devletin sınırlarını genişleterek; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Azerbaycan, İran ve kısmen Doğu Anadolu’ya hâkim olur. Pontus Rum Kralının damadı olması dolayısıyla Trabzon’un mirasının kendisinin olduğunu iddia eder. Bu sebeple, Fatih’ten Trabzon’u ister. Ancak isteği kabul edilmez.

Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik arar. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaşır. Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer alırlar. Venediklilerin yardımı karşılığı, Karadeniz’de serbest faaliyet yanında, Mora, Midilli, Ağrıboz ve Argos’un iadesi temin edilecektir. Topraklarını Osmanlıların zapt ettiği Karaman ve Candar Beyleri de bu ittifaka dâhil olurlar…

Uzun Hasan’ın bu faaliyetlerine karşı Fatih de tedbir alır. Batıdan gelecek saldırılara karşı Rumeli ve İstanbul’un emniyet tedbirlerini arttırır. Rumeli’nin muhafazası, Şehzâde Cem Sultan'a verilir. Mısır Memlûkları ile anlaşma yapılarak, Akkoyunlular ile ittifakları önlenir.

Venedikliler, Uzun Hasan’a yardım için Napoli, Rodos, Papalık ve Kıbrıs donanmalarıyla; Akdeniz ve Ege sahillerindeki Osmanlı şehirlerinden Antalya, İzmir şehir ve kalelerini yağma edip, yakarlar.

Fatih, Uzun Hasan’a karşı sefere çıkmadan önce, Anadolu’ya öncü kuvvetler gönderir. 1473 Martında doğu seferine çıkan Fatih’e; Bursa’da Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa, Beypazarı’nda Karaman Valisi Şehzâde Mustafa Çelebi, Kazova’da Amasya Valisi Şehzâde Bayezid ve kuvvetleri katılır. Böylece Osmanlı ordusunun mevcudu, yüz bine çıkar. Rumeli akıncı kumandanı Mihaloğlu Ali Bey öncü gönderilerek, Akkoyunlular'a ilk darbeyi vurmaya ve haber almaya memur edilir. Osmanlı Ordusu Erzincan’a geldiği halde, Uzun Hasan ve Akkoyunlular'a rastlayamaz. Erzincan’dan itibaren asıl muharebe şartları gözetilerek, ani taarruzlara karşı ihtiyatla harekete devam edilir…

Öncü muharebeleri

Tercan’da iki tarafın da öncüleri karşılaşır. Uzun Hasan da yetmiş bin askerle Tebriz’den hareketle Tercan istikametine gelmektedir. Önden giden ve Tercan Nehrini takip eden Has Murad Paşa, karşılaştığı Akkoyunlu kuvvetlerini üst üste mağlup eder.


Has Murad Paşa, bu muvaffakiyetleri üzerine daha da ilerlemek ister. Vezîriâzam Mahmud Paşa, Fırat’ı geçmemesini tavsiye ettiyse de, dinlemeyip ilerler. Has Murad Paşa, Fırat’ı geçince Akkoyunlular'la muharebeye tutuşur. Sahte ricat taktiğine kapılarak Akkoyunluların içine girer ve kuvvetleriyle birlikte pusuya düşer. Osmanlı öncü kuvvetlerinin bir kısmı zayi olurken, bir kısmı esir düşer. Has Murad Paşa da Fırat’ta boğulur.

Osmanlıların meşhur kumandanlarının ve seçme askerlerinin esir alınıp, öldürülmesiyle ümitlenen Uzun Hasan, Otlukbeli’nde Osmanlılara kesin darbeyi indirmek için harekete geçer.

Merkezden epeyce uzaklaşan Osmanlı ordusunun levazım stoku devamlı azalır…

Atlı Türkmen kuvvetlerine sahip Akkoyunlular, şaşırtıcı muharebe planları tatbik ederek imha harbi yapıyorlardı. Akkoyunlu baskınlarına karşı Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa ve takviye kuvvet olarak da Vezîriâzam Mahmud Paşa gönderilir.

İki tarafın muharebe düzenleri

Otlukbeli’nin tepeleri, Akkoyunlular tarafından tutulduğundan, Osmanlı ordusu Üçağızlı mevkiinde savaş düzeni alır. Merkezde Fatih Sultan Mehmed Han, sağ kolda Şehzade Bayezid, sol kolda Şehzade Mustafa bulunur. Padişah, kapıkulu azaplarına, şehzadeler de eyalet askerlerine kumanda ederler.


Akkoyunlu ordusunun merkezine Uzun Hasan, sağ kola oğullarından Zeynel Mirza (Zeynel Bey), sol kola da Uğurlu Mehmed Mirza kumanda ederler. (Mirza; Farsça bir kelime olup hükümdâr soyundan geldiğini gösteren bir asalet unvanıdır.)

Otlukbeli Meydan Muharebesi

Otlukbeli’nde, 11 Ağustos 1473 tarihinde meydana gelen muharebe, Osmanlıların ateşli silahlarda, Akkoyunluların da süvari kuvvetlerinde üstünlüğü ile başlar. Sol koldaki Şehzade Mustafa’nın üstün gayreti sonucunda, Akkoyunlular'a karşı sağladığı üstünlükle, muharebe Osmanlılar lehine döner. Osmanlıların, Uzun Hasan’ın merkez kuvvetlerini şiddetli top ve tüfek atışlarıyla ateş altında tutması, Akkoyunlu kuvvetlerini iyice bozar. Hasan Bey muharebe meydanından kaçar. Sağ koldaki Zeynel Mirza (Zeynel Bey) ve yardımcı Gürcü kuvvetleri kumandanları öldürülür. Muharebede kesin olarak üstünlüğü sağlayan Osmanlı kuvvetleri pek çok Akkoyunlu devlet adamı, bey, kumandan ve yardımcıları ile askerlerini esir alır. Fakat muharebe meydanından kaçan Uzun Hasan yakalanamaz.


Fatih Sultan Mehmet, esir alınan Akkoyunlu âlimlerine hürmet gösterip, serbest bırakır. Uzun Hasan safında olan Karakoyunluları da affeder. Akkoyunluların elindeki Osmanlı esirleri kurtarılır. Fatih, Otlukbeli zaferinden sonra, üç gün muharebe meydanında bekler. Zaferin şükrünü yaparak, dört bin köle ve cariye azat eder. Doğu seferine çıkmadan önce borç olarak dağıtılan yüz yük akçeyi (altı milyon altın lira, on milyon gümüş para) askere hediye eder. Sefer dönüşü, Şebinkarahisar fethedilir.

Otlukbeli Meydan Muharebesi özellikleri ve sonuçları

Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük muharebelerinden birisi olarak kabul edilir… Kayalık, elverişsiz arazi yapısının büyük rol oynadığı bu savaşta bu elverişsiz arazi nedeniyle kuvvetli Türkmen süvarilerine sahip her iki ordu da seçkin askerlerini kullanamazlar. Savaş ağırlıklı olarak piyadeler arasında geçer ve devrin en kuvvetli savaşma tekniğine sahip, deneyimli ve ateşli silahlarla donanmış yeniçeriler Akkoyunluların mızraklı piyadelerini dağıtırlar…


Bu savaş neticesinde Fırat Nehrinin batısı kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine geçer. Batılılar, Osmanlı Devleti'ni mağlup edip, İstanbul’a tekrar hâkim olamayacaklarını kesin olarak anlarlar. Anadolu birliğinin Osmanlılar tarafından sağlanacağı kesinleşir, Osmanlıya Orta-Doğu yolu açılır. Akkoyunlu ülkesinde taht mücadelesi başlayıp, hanedan parçalanır. Karamanlı ülkesi, Osmanlı hâkimiyetine geçer. Otlukbeli zaferi öncesi ve sonrası, tecavüzlerini arttıran Haçlı korsanlarının Akdeniz ve Ege sahillerindeki saldırıları da neticesiz kalır. Venedikliler de anlaşma istemek zorunda kalır.

Otlukbeli Meydan Muharebesinden çıkarılacak dersler

Büyük tarihçiler hayatın ileriye doğru yaşandığını ancak geriye doğru anlaşıldığını, geleceğe ilişkin öngörülerin kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibi olduğunu söylerler. Ve İbn-i Haldun o meşhur Mukaddemesinde derdi ki: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”


Bu savaştan günümüze çıkarılacak en az üç büyük ders vardır.

Birinci ders

Eğer ülkenizin bir kenarında bulunan bir güç Batıdaki büyük devletlerle ittifak ilişkisi içine giriyorsa bekanız tehdit altında demektir. Bu güç ister bir devlet olsun isterse silahlı bir güç olsun. Tarih bize silahlı güçlerin güçlenerek zamanla devlete dönüşebildiğini gösterir…


Girişte anlattığım gibi Otlukbeli Savaşı öncesi Uzun Hasan, tek başına Osmanlıları mağlup edemeyeceğini bildiğinden, kendisine müttefik arar. Neticede, Batıda Haçlı devletleri ve Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Türk devlet ve beyleriyle anlaşır… Venedik, Papa ve Napoli, ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın yanında yer alırlar…

Değişen nedir ki? PKK, PYD, KDP, IKPY veya her neyse kendisine Batıda müttefik aramadı mı? Neticede, Batıda Haçlı devletleri -pardon AB ve ABD, Doğuda hâkimiyet mücadelesi veren Kürt aşiret beyleriyle (Barzani) anlaşmadı mı? Venedik, Papa ve Napoli –pardon AB ve ABD ittifak teklifleri neticesinde, ateşli silahlar ve bunu kullanacak usta ve asker gönderip Uzun Hasan’ın –affola yine pardon – PYD’nin yanında yer almadılar mı?

O halde Batıda Haçlı devletleri -pardon AB ve ABD ile öyle bir ittifak ilişkisi içerisine gireceksin ki –veya en azından onları kendine düşman etmeyeceksin ki- Doğuda sana karşı, ülkene karşı hâkimiyet mücadelesi veren feodal örgütlere destek vermesinler!...

İkinci ders

Otlukbeli Meydan Muharebesi yapıldığı sırada yakın doğuda bulunan üç büyük İslam devleti vardır. Bunlardan biri; Osmanlı Devleti, ikincisi Akkoyunlu Devleti, üçüncüsü de Mısır’da Memluk devleti idi. Osmanlı ne yapmıştı Akkoyunlu Devleti ile savaşmadan önce? Osmanlı, Mısır Memlûkları ile anlaşma yaparak, Akkoyunlular ile ittifaklarını önledi.


Eğer büyük devletlerden müttefikleriniz yoksa ve dünyanın bütün büyük güçlerini ve komşularınızı karşınıza almışsanız, durumunuz hiç de hayra alamet değildir, sonunuz hüsran oluyor demektir. Bugün için ABD'yi, AB'yi, Rusya'yı, Irak'ı, Suriye'yi, Mısır'ı, İsrail'i, İran'ı kendisine düşman edenler, en azından dostluğundan mahrum edenler, ''değerli bir yalnızlık''ın içine düşenler her halde bu savaştan ve hele hele övüne övüne bitiremedikleri Osmanlıdan hiç mi hiç bir ders çıkarmamışlardır... Zaten onların tarih dedikleri de diziler ve masallardır.  Ben boşuna hemen hemen her yazımda demiyorum ‘’tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda arayanlar’’ diye…

Üçüncü ders

Günümüzde de çok tartışılıyor ya: Türk birliği, İslam birliği, mezhep birliği veya ittifakı gibi kavramlar… Mesele, Türklük, Müslümanlık ve hatta Sünnilik olmuş olsa idi zaten bu savaşlar olmaz idi... Her iki tarafta da aynı niteliklere sahiptiler; Türk’tüler, Müslümandılar ve hatta hatta, Sünni idiler.... Tarih boyunca aynı kavim, aynı din, aynı mezhep mensupları pek çok kez birbiri ile savaştıkları, dahası birbirlerine karşı başka kavim ve din ve mezhep mensupları ile ittifak içine girdikleri çok vaki olmuştur. Yani ırka, dine ve mezhebe dayalı ittifakların hayalini kurmak ve buna göre politika oluşturmak ülkeyi felakete götürecek ham bir hayalden ibarettir...


Burada sözü İbn-i Haldun’a bırakmak istiyorum: ‘’Coğrafya kaderdir!’’

Yani derdi ki İbn-i Haldun bu iki kelimelik strateji ilkesini anlayamayan günümüz Türk politikacılarına: Politikalarınızı ırka, dine, mezhebe göre değil; coğrafyanıza göre belirleyin! Ve gidin öncelikle coğrafyanızla barışın! Çünkü coğrafyasıyla barışık yaşayan toplumlar barış içinde, huzur içinde, refah içinde ve uzun yaşarlar... Bu politikanın aksi kan ve gözyaşıdır... Sadece İbn-i Haldun değil Tarih Baba da bunu böyle söylüyor... Fatih Sultan Mehmet’i anlattığım ilk iki yazıma bir daha bakın. Fatih Sultan Mehmet’in İbn-i Haldun’u okumadığı düşünülemez.

Eğer siz kaderinizle -pardon coğrafyanızla barışık değilseniz başkaları gelir, onlarla ittifak yaparlar, altınızı oyarlar, gözünüzü çıkarırlar hatta hatta canınıza kastederler.... Siz de tarihinizi bilmez, anlamaz veya anlamazdan gelip ''kör olası dış düşmanlar, üst akıl'' deyu iç politika malzemesi yaparsınız...

Son söz

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ne diyordu: ''Tarihini bilmeyen bir millet yok olmaya mahkûmdur.'' Hoş, zaten ''ümmet'' derdinde olanların ''millet'' diye bir derdi de olmaz ya... Neyse…

''Hayat ileriye doğru yaşanır ancak geriye doğru anlaşılır'' derler… Bir nebze de olsa Tarih bilmiyorsanız hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir…  Hele hele bir de bilmediğiniz tarihi çarpıtıyorsanız, siyasi emellerinize alet ediyorsanız eğer geleceğiniz karanlık demektir…

Son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Gemisi neden yalpalıyor dersiniz?

‘’Tarih bilmeyen siyasetçi, pusuladan anlamayan kaptana benzer, her ikisinde de karaya oturma tehlikesi, kaçınılmaz sonuçtur’’ derdi Cevdet Paşa...

Arz ederim…

Gözünüz aydın olsun!. Bitti artık bu tarih serisi yazım. Yarın bu konudaki son yazımı vereceğim…

Osman AYDOĞAN


Bir not

Otlukbeli Meydan Muharebesi; başta İslam Ansiklopedisi (I. C. s. 251-270, II. C., s. 270-274, VII. c, s. 506-535), Türk Tarih Kurumu Dergileri, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın ‘’Osmanlı Tarihi’’ (C. I-VIII, TTK Yay., Ankara, 1988) kitabı, ATASE Yayınları ve ancak tarihçi akademisyenlerin faydalanabileceği değişik kaynaklarda bahsedilse de ne yazık ki bu muharebeyi öncesi, sonrası ve sonuçlarıyla askerî ve siyasi olarak anlatan, benim gibi sıradan vatandaşların anlayabileceği dört başı mamur bir kaynak yoktur. Sadece genç nesil (1982 doğumlu) gazeteci yazarlardan Bedia Ceylan Güzelce’nin, Otlukbeli Muharebesini iki kirpinin gözünden anlattığı, 1473’teki, olaylara bir başka gözle bakan, Tarihin rakamlardan ibaret olmadığını şiirsel bir dille anlattığı, savaşlarda adı bile geçmeyenlerin romanı ‘’1473’’ (Çınar Yayınları, 2017) isimli güzel bir kitabı var. Bir de tarihçi Prof. Dr. Enver Konukçu’nun Erzincan Valiliğince yayınlanan ‘’Otlukbeli Meydan Savaşı - Ağustos 1473’’ (1998) isimli kitabı var.


Herhalde bizler tarih okumayı sevmediğimiz gibi tarih yazmayı da sevmiyoruz…

İkinci bir not

Yazım içerisinde Otlukbeli Muharebesinin birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılda yaşanan en büyük muharebelerinden birisi olarak kabul edildiğini anlattım. Bu yazımı okuyan okuyucular arasında asker kökenli olup da askerî mekteplerde, Mekteb-i Harbiye’de ve Erkân-ı Harbiye’de ve daha başka askerî akademilerde bu işin ilmini tahsil eden, okuyan okuyucularım da var... Bu okuyucularım hatırlarlar mı acaba bahsettiğim mekteplerde kendilerine hiç anlattığım bu Otlukbeli Muharebesi anlatılmış mıydı? Muhtemel cevapları ''hayır'' olacaktır... İşte bu noktada da şu soru sorulmalıdır: Böylesi önemli bir muharebe neden askerî mekteplerde, askerî akademilerde okutulmaz? İllaki okutulacak savaşlar Osmanlının Hristiyanlarla, Batı ile olan savaşları mı olmak zorundadır? Malazgirt denince erkân-ı harp zabit adayları bu muharebeyi yerinde anlatmak için teee Süphan eteklerine Ziyaret Tepe'ye kadar götürülür de Otlukbeli denince adı bile telaffuz edilmez... Bunun cevabını da yine bir sonraki yazıma bırakayım... Yoksa bu kadar uzun yazılarımdan dolayı inanın bana yapılan sitemlerin ve bu konuda büyüklerimden yediğim fırçaların haddi hesabı yohtur! 


Üçüncü bir not

Tarihi geçmişte bırakıp gelelim günümüze…


Tarih 12 Mayıs 2017... Tüm ajanslarda pek bir kimsenin dikkatini çekmeyen kısa bir haber geçiyor. Haber şu idi:

‘’Hasankeyf’teki Zeynel Bey (Zeynel Mirza) Türbesi Ilısu Barajı yapıldığında su altında kalmasın diye ‘Ilısu Barajı Kültürel Varlıkları Koruma ve Kurtarma Çalışmaları' kapsamında bulunduğu yerden iki km daha uzağa, Hasankeyf ilçesinin yeni yerleşim alanında bulunan Kültürel Park’a taşındı.’’

Zeynel Bey Türbesi; Batman'ın ilçesi Hasankeyf’te, Dicle nehrinin kuzey sahilinde, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf) köprüsünün batısında yer alan bir mimari şaheser idi. Türbenin, kuzeydeki giriş kapısı kemer üstünde yer alan kitabede Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın saltanat yıllarında şehit (!) düşen oğlu Zeynel Bey (Zeynel Mirza) için yaptırıldığı belirtiliyor. Kitabede tarih bulunmamaktadır. Ancak Zeynel Bey'in Akkoyunlularla Osmanlılar arasında cereyan eden Otlukbeli Meydan Muharebesi'inde (1473) şehit (!) düştüğü bilinmektedir. Dolayısıyla türbenin bu tarihten sonra inşa edilmiş olduğu değerlendiriliyor…

Türbenin taşınması esnasında da gerek resmi açıklamalarda gerekse de verilen haberlerde Zeynel Bey’den hep ‘’şehit’’ (!) diye bahsediliyor…

Burada şu soru sorulmalıdır: Osmanlı'nın bizzat savaştığı düşmanının oğluna, onu şehit (!) diye anmamıza ve onun türbesine gösterilen bu ihtimam niyedir? Bunun cevabını da yine bir sonraki yazımda anlatayım...

Zeynel Bey (Zeynel Mirza) Türbesi yeni yerine taşınırken:




Fatih Sultan Mehmet (4): Bizans düşerken Bizans'ta yaşananlar

01 Haziran 2021


Bu sene İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinin 568. yıldönümü... Bir yazı serisi ile Fatih’i, onun kurduğu imparatorluğu ve hocası Akşemseddin'i yazdım. Gerçi ben Fatih'in farklı yönlerini anlattımsa da 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiğinde genellikle bizler Osmanlı tarafını biliriz; gemilerin karadan yürütülerek Haliç'e indirilmesini, surlar önünde dökülen topları, Ulubatlı Hasan'ı ve Akşemseddin'i... İstanbul Fatih tarafından kuşatıldığında karşı tarafta, Bizans'ta neler olduğunu genellikle pek bilmeyiz.

Belki de rivayet olarak sadece, karşı taraf Bizans için, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u kuşattığında, surlar aşılmak üzere iken Bizans’ın ileri gelenlerinin Ayasofya’da toplanıp şehrin kuşatmadan nasıl kurtulacağını tartışmak yerine ‘’Meleklerin cinsiyeti’’ni tartıştığını biliriz.

Ancak karşı taraf Bizans'ta konu bu kadar basit değildi… Karşı tarafta sorun daha derin, daha karmaşık ve daha vahimdi... İşte bu yazımda da tam da 29 Mayıs 1453 yılında karşı tarafta; Bizans'ın son imparatoru Konstantinos Paleologos kimdir, nasıl bir imparatordur, o anda ne yapıyordu, Bizans’ta neler oluyordu onu anlatmak istiyorum…

Bu konuda yazılmış iki eserden bahsedip, birinden de alıntı yapacağım…

Bizans’ın son imparatoru Konstantinos Paleologos

Bu eserlerden birincisi İngiliz Bizantolog Donald M. Nicol’un ‘’Konstantinos Paleologos’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013) isimli biyografik eseridir.


Bu eserinde Donald M. Nicol, Bizans’ın son imparatoru Konstantinos Paleologos'un iyi bir eğitim almış olduğunu, becerikli, sabırlı, vizyon sahibi ve insanları idare etmesini bilen bir hükümdar olduğunu, kısa ve talihsiz iktidarı döneminde (1449 - 1453) kendini ve şehrini kurtarmak için var gücüyle çabaladığını, henüz vakti varken kaçıp kurtulması yönündeki telkinlere tenezzül etmeyerek sayı ve askerî teknoloji açısından kat be kat üstün Osmanlılara karşı şehri savunanların lideri olarak elinden gelen her şeyi yaptığını ve sonunun geldiğini anlayınca da bunu mertçe karşılayıp, teslim olmaktansa savaşarak ölmeyi tercih ettiğini anlatır... 

Donald M. Nicol eserinde o gün muzaffer olan genç ve atılgan Sultan II. Mehmet’in ’’Fatih’’ namıyla yücelirken, elinde kılıcıyla can veren Konstantinos Paleologos’un da aslında ölmediğini, halkı arasında efsane mertebesine yükselerek, mermere dönüşüp uyuduğunu ve günün birinde uyanıp şehrini kurtaracağı inancına kaynaklık ettiğini yazar…

Kim bilir belki de daha önceleri yazdığım Bizans tarihçisi Laonikos Chalkokondyles, günün birinde Ayasofya üzerinde haçlar dikileceği, tüm Doğu ülkelerinin Hıristiyanlarca fethedileceği vb. kehânetlerini bu efsaneye dayanarak yazmıştır…

Bizans

Diğer eser ise Macar oyun yazarı Ferenc Herczeg’un ‘’Bizans’’ (Berikan Yayınevi, 2003) isimli eseridir.  Ferenc Herczeg, bu eserinde Bizans’ın ve Konstantinos Paleologos’un kaderini tragenya halinde anlatır. Bu eser bir çağı canlandırma bakımından Macar yazınının en iyi tarihsel tragedyası olarak adlandırılır… Ferenc Herczeg, bu oyununda; tek bir güne, koca bir imparatorluğun son gününe, günün şafağıyla batışı arasına dünya ölçüsünde bir tarihsel tragedyayı sığdırır.


Tanınmış Macar tarihçisi J. Horvath, Ferenc Herczeg’un ‘’Biznas’’ oyunu üzerine yazdığı bir incelemesinde bu tragedyanın ana hatlarını şöyle anlatır:

‘’29 Mayıs 1453. Bu, Bizans İmparatorluğunun çöktüğü gündür. Sultan Mehmet Bizans’ı kuşatmıştır; kentin alın yazısı artık bellidir. Bu kaçınılmaz tehlike karşısında kahramanlığa yükselen imparator Konstantin az sayıda, fakat kendisine bağlı kalan yabancı ücretli askerleriyle bütün gücünü harcayarak kuşatıcılara karşı koymaktadır. Ancak halkı ve Bizanslı askerleriyse korkak bir kayıtsızlık içinde başlarına geleceği beklemektedir. Devletin ileri gelenleri imparatorun kahramanlık taslayışıyla alay ederler. Onlar artık daha çok sultandan yanadırlar ve her şeyi ondan beklerler. İmparatoriçenin kendisi bile kadınlık silahlarıyla Fatih’e boyun eğdireceği düşlemiyle kendini avutmaktadır...

Bütün bunlardan imparatorun haberi yoktur, o halkına güvenmekte, onun yurtseverliğine ve son tehlikenin onu kahraman yapacağına inanmaktadır. Onun için son anda büyük bir düş kırıklığına uğrar. Sultanın elçileri onun ve ardından gitmek isteyenlerin özgürce gidebileceğini bildirirler, fakat ona bağlı ancak iki kişi çıkar: Ücretli askerlerin sadık komutanıyla kendisine âşık olan Yunanlı kız Herma. Konstantin dehşet içinde gerçekle yüz yüze gelir ve Bizans’ı ölüme mahkûm eder: ‘Biz Tanrı'nın izniyle Bizans’ın son imparatoru Konstantin, dünyaya bildiririz ki, ulusumuzu mahkemeye çektik ve adalet adına Bizans’ı cellat satırıyla ölüme mahkûm eyledik. Edirneli Mehmet celladımız olsun.’

Konstantin muharebede ölür. Bizans kan içinde yüzmektedir ve bu tarihsel kargaşada üzerlerine düşen onurlu görevi yerine getirmeyenler o kan denizi içinde imparatoriçeyle birlikte boğulurlar. O korkunç anlarda imparator şöyle der: ‘Ölürsem, mezar taşıma şu sözler yazılsın: Bizans’ın son imparatoru burada yatıyor. Kör olduğu sürece yaşadı. Bir gün gözleri açılınca duyduğu tiksinti onu öldürdü.’… ‘’

Neyse gelelim Ferenc Herczeg’un ‘’Bizans’’ isimli oyundan önemli gördüğüm bir sahneye…

‘’Bizans’’ oyunundan bir sahne

Fatih, İstanbul’u kuşatmıştır, kent düşmek üzeredir. Oyunda bu sahne şöyle verilir:


Başmabeyinci, İmparatoriçe’ye müjdeler: “Paganlar hücuma geçeceklerken İmparatorumuzun yüzü sur üstünde görününce silahlarını ellerinden düşürmüşler!” 

Şair Lisander: “Halk şenlik yapıyor!”

Krates: “Türkler barış için yalvarıyorlar! Sultan’ın ordusunu veba kırıp geçiriyor! Sultanları Anadolu’ya çekilecekmiş.” 

Öğleye yakın bir haber gelir: “Hıristiyan ordusunun önünde nur içinde bir yiğit görülmüş. Aziz Georgius olduğu sanılıyor. Belki de Kutsal Bakire’dir. Sevgili şehrini kurtarmaya gelmiş.” 

Ancak ayaküstü uydurulmuş bu masallar hiçbir işe yaramaz: Yeniçeriler ne İmparatoru görünce şaşırırlar, ne de Sultan Mehmet Avrupa’yı terk eder. Veba değil, nezle bile yoktur Türk ordusunda. Yardıma ne Aziz Georgius ne de Kutsal Bakire gelimiştir.

Sonuçta Bizans düşer! 

Tarih Baba’nın verdiği ders

Bizans’ın düşüşü ve Bizans’ın son imparatoru Konstantinos Paleologos’un trajedi ile sonuçlanan akıbeti bize şu dersi vermektedir:


Gerçeklerden ve dünyadan uzak, sanal bir âlemde yaşayanların, hem kendilerini hem sultanlarını hem de toplumu; yandaş medyalarıyla, sahte destanlarıyla, renkli masallarıyla, yalanlarıyla, nininnileriyle uyutanların; şarkılarıyla, türküleriyle, renkli renkli ekranlarıyla, yalan dolan reklamlarıyla avutanların, yanıltanların vebâli çok büyüktür.... 

Çünkü sultanlar güçlendikçe körleşirler ve bir gün gözleri açıldığında da Bizans’ın son imparatoru gibi duydukları tiksintiden ölürler...

Sonuçta; sultanı ile sarayı ile yandaşı ile Bizans düşer...


Sultanlara ve çevresindekilere duyurulur...

Arz ederim…

Fatih Sultan Mehmet’i anlatmaya devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN


Fatih Sultan Mehmet (3): Fatih’in hocası Akşemseddin

31 Mayıs 2021


İstanbul'un fethinin 568. yıldönümü nedeniyle Fatih Sultan Mehmet'i anmak maksadıyla hazırladığım yazı serimin ilk iki yazısında fethi gerçekleştiren Fatih Sultan Mehmet’i ve kurduğu Osmanlı İmparatorluğunu anlattım…

Bugünkü yazımda ise değişik kaynaklarda “Manevi Fatih” olarak anılan, Fatih’in hocası Akşemseddin’i anmak istiyorum... Gelin Fatih Sultan Mehmet'i Fatih Sultan Mehmet yapan, onu yetiştiren, eğiten, fethe hazırlayan fethin manevi önderi Akşemseddin’i bir de benden dinleyin… Ve görün ki Fatih Sultan Mehmet'i bir nasıl hoca yetiştirmiş…

Akşemseddin

Akşemseddin’in asıl adı Muhammed bin Hamza’dır. 1390 yılında  Şam’da doğar. (Bazı kaynaklar Göynük’te doğduğunu yazarlar) 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biri ve çok yönlü Türk Bilim adamıdır. 


Henüz yedi yaşındayken babasıyla Amasya’nın Kavak beldesine yerleştiğinde, okumaya ve bilime merakı herkesin dikkatini çeker. Genç yaşta Osmancık’a müderris (Günümüzdeki üniversite öğretim üyesi) tayin edilir. Ancak aklı, dönemin ünlü düşünürü Hacı Bayram-ı Velî’nin öğrencisi olmaktır. Çünkü kendisini tanıyanlar ona şöyle diyorlardı:

‘’Kazandığın şu zahiri ilmini mana ilmiyle, bilgini aşk ile akıl vergisini kalp ve gönül vergisiyle tamamlaman gerek. Bu da yalnız olmaz. Sana bir mürşit lazım. Kalk Ankara'ya git. Orada Hacı Bayram Velî'ye müracaat et. O seni tamamlasın, bütünleşin. Sen bu dünyaya lazım bir insansın.’’

Mikrobiyolojinin babası Akşemseddin

Israrlı çabalarıyla muradına erer. Bir süre Ankara’daki Hacı Bayram Camii’nin çilehanesinde çilesini çektikten sonra tıp biliminde yoğunlaşır. Bulaşıcı hastalıkların uzmanı olur ve Hacı Bayram-ı Velî’den, bugünkü diplomanın karşılığı olan “ilimde icazet” alır. Bu eğitiminin sonunda yazdığı “Maddet-ül-Hayat” (Sağlık Bilimleri Üniversitesi Yayınları, 2019) adlı kitabında diyor ki; “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşır. Bu, gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” Bu nedenle Mikrobiyolojinin babası sayılır. (Günümüzde hala Koronavirüs vakasını anlamayan insanlar var değil mi?)


Akşemseddin bunları yazdığında Avrupa’nın mikrobiyolojinin babası olarak bildiği Hollandalı bilim adamı Antonie Philips van Leeuwenhoek’in (1632 -1723) doğmasına yaklaşık iki asır, yine Avrupa’nın bakterilerin var olduklarına ve bunların hastalıklara yol açtığını bulan olarak bildiği Fransız Louis Pasteur’ün (1822 – 1895) doğmasına daha dört asır vardır.  Ancak Batı bilimi bulaşıcı hastalıkların ilk kâşifi olarak Akşemseddin’i asla anmaz. Hele Akşemseddin’in kanserle uğraşmasını; hatta Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etmesini de Batı’nın tıp tarihi yazmaz... Biz de bilsek de sözünü etmeyiz zaten!..

Sadece İskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb,’’History of Ottoman Poetry’’ (Luzac and Company, London, 1967) adlı eserinde, Akşemseddin'in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram Velî ile beraber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmekte ve kendisinden âlim ve mübarek bir kimse diye söz etmektedir.

Akşemseddin, ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koyar…

Sadece beden hastalıkların değil, aynı zamandan ruh hastalıklarının da hekimi olan Akşemseddin, ruh hastalıklarını da tedavi eder.

Bu yüzden kendisine "Lokman-ı sani’’ (İkinci Lokman) denilir… Tıp bilimleri dışında başta İslami bilimler olmak üzere astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden olur…

Akşemseddin Edirne'de

Sultan II. Murat’ın daveti üzerine Akşemseddin ve Hacı Bayram­ı Velî birlikte Edirne’ye giderler. Sultan II. Murad bu iki zatın değerini anlar ve Saray’ın kapılarını açar. Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) henüz beşiktedir. Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sorar. Hacı Bayram­ı Velî de “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye (Akşemseddin) nasip olacaktır” der.


Akşemseddin, bu ziyaretinde II. Murad’ın kazaskeri Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın kanser hastası olan oğlu Süleyman Çelebi’yi tedavi ederek iyileştirir…

Akşemseddin tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce yine Fatih’in yanına Edirne’ye gider. Akşemseddin bu ziyaretinde de Fatih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirir… Akşemseddin bu gelişinde uzun süre Edirne'de kalır. Fatih'e hocalık yapar. Fetih için Edirne'den İstanbul'a beraber gelirler...

Rivayete göre Fatih bir gün haber vermeden hocası Akşemseddin’in çadırına girdiğinde, hocanın ayağa kalkmamasına şaşırır ve çok içerler… Diğer hocalar: “Bir nedeni vardır, elini öpüp öğrenmelisin” deyince o gece yine ziyaretine gider… Bu kez padişahı ayakta karşılayan Akşemseddin’le sabaha kadar sohbet ederler. Hocasının ayağa kalkmayarak Fatih’e verdiği ders ise ''alçakgönüllü”lüğünü terk ettiği yönündeki gözlemleri ve kaygılarıydı... İstanbul’u almak ne kadar önemliyse, ''kendini beğenmemiş'' kişiliğini sürdürmesi de o kadar önemliydi… Fatih, hocası Akşemseddin  hakkında; "diğer hocalar benim karşımda titrerken, ben bunun karşısında titriyorum" der.

İstanbul’un kuşatılması esnasında Akşemseddin

Kuşatma başlamıştı; ancak surlar aşılamıyordu. Fethin gecikmesi nedeniyle baş gösteren moral bozukluğunu “fetih günü”nü aynen bildirerek gideren, âyet­i kerimeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan yine Akşemseddin’di…


Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazret­i Eyyûb el­ Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak ister…

Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el­ Ensarî, Hazreti Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hazret­i Peygamberin bütün gâzâlarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi.

Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de ‘’uğurlu kişi’’ olarak bu sefere memur eder... İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat eder ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilir…

Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazret­i Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu bilir…

Bundan sonrasını, Evliya Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde şöyle nakleder:

‘’Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin: ‘Beyim, Alemdâr­ı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l­ Ensârî bu mahalde medfundur’, diyerek bir hıyâban­ı orman içre girdi. Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonrâ selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı. Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicâbından uykuya vardı, diye târizler ettiler. Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmet Han'a hitâben: ‘Hünkârum, hikmet­i Hüdâ... Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler!’ Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile: ‘Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûb­ül Ensarî’ diye yazılmış olduğu görüldü. Taş kaldırıldığında, Hazret­i Eyyûb'un ter ü tâze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıkmış. Sağ elinde tunç bir mühür varmış. Taş tekrar yerine kapatılmış. Üzeri örtülmüş.’’

İşte; asırlardan beri, İstanbul'un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunur. Sonra da bu kabre, şaheser bir türbe yapılır.

İstanbul’un fethi esnasında Akşemseddin

Birçok belgeye göre, Fatih 19 yaşındayken İstanbul’u fethedip kente girdiğinde, kendisini yetiştirerek o muhteşem güne hazırlayan, hatta teşvik eden, kararlılığını sağlayan hocası Akşemseddin de yanındadır…


Fatih, Akşemseddin ile İstanbul'a girişte şehir halkı tarafından karşılanır, şehir halkı yaşı ve konumu nedeniyle Akşemseddin'i Fatih sanıp ona çiçekler uzatır. Akşemseddin ise "Padişah ben değilim" diyerek yanındaki Fatih Sultan Mehmet'i gösterir. Fatih ise "Hünkâr benim ama o benim hocamdır. Çiçekler O'na Layıktır!" sözüyle tebessüm ederek çiçekleri hocasına takdim eder.  

İstanbul alındıktan sonra camiye dönüştürülen Ayasofya’daki ilk cuma hutbesini okuyan da Akşemseddin’dir.

Akşemseddin Göynük’de

Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister. Akşemseddin bu teklifi: “Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin. Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur. Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır...” diyerek şiddetle reddeder.


Artık kendi görevinin de bittiğine inanır, Fatih’ten Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister. Fatih hocasını bırakmak istemese de, sonunda çare olmadığını görür. Hocasını Göynük'e uğurlar.

Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra kendisine ödül olarak vermek istediği altınları ve imkânları kabul etmez ve Göynük kasabasına sadece sırtındaki cübbe ve başındaki kavuğu ile döner. Akşemseddin Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalır, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar.

Akşemseddin’in nasihatı

Herkes Şeyh Edebali’nin damadı Osman Gazi’ye nasihatini bilir. Ama esas nasihat Akşemseddin’dendir. Akşemseddin’in nasihatlarından bazıları:


‘’Ey oğul!
Her şeye besmele ile başla.  
Daima abdestli ve temiz ol.
Kimseden incinerek sitem etme ve kimse de senden incinmesin.
Kimsenin kalbini viran eyleme (yıkma).
Kardeşine ulaşan nimete asla haset etme.
Kimseyi kötüleme, yalan ve iftiradan sakın.
Kardeşinin kusurlarını görme.
Ananı ve babanı duadan ihmal etme.
Dünya sultanlarının iltifatıyla sevinme.
Dünyanın geçici sevinci sen oyalamasın.
İhsan ve ikramın bol olsun, sadakayı ihmal etme.
Sırlarını ifşa eyleme.
Kendini başkalarına methiye eyleme.
Bu günden yarının tasasını çekme.
Sofradan düşen yemek, zenginliğe sebeptir.
Daima edepli ol; ikram ettiğine de mütevazı ol.
Dişini tırnağınla kurcalama.
Evinde örümcek ağı olmasın.
Elbisen üzerinde iken dikme.
Allahü Tealaya isyandan sakın ki hafızan ve zekân artsın.
Sahipsiz mala elini uzatma.
Ölümü aklından hiç çıkarma.’’

Akşemseddin’in vefatı

Rivayet olunur ki Akşemseddin Hazretleri bir gün oğlunu (dört yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanımına döner. “Biliyor musun?” der, “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanımı omuz silker. “Amaaan efendi” der, “sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek “İyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir. Talebelerine “okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Müridleri eve koşarlar “Başınız sağolsun” derler hanımına, “Efendi göçtü!”


Yıl 1459 yılının Şubat ayıdır. Fethin manevi önderi Göynük’teki Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine mütevazi bir törenle defnedilir. 

Yolunuz düşerse, Göynük’e Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine “fethin manevi önderi” için siz de bir Fatiha okuyun, içinizden gelen en güzel sözleri türbesinin başında fısıldayın... 

Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir’’ diye. Biz bu büyük Hoca’yı yâd ile analım. Allah rahmet eylesin… Ruhu şâd olsun…

Akşemseddin’in kitapları

Akşemseddin aynı zamanda şu kitapların da yazarıdır: ‘’Risaletü'n-Nûriye’’, ‘’Hall-i Müşkilât’’, ‘’Makamât-ı Evliyâ’’, ‘’Kitabü't Tıb’’, ‘’Maddetü'l-Hayat’’, ‘’Def'ü Metain’’ ve ‘’Nasihatnamei Akşemseddin’’


Akşemseddin hakkında yazılan eserler

Akşemseddin’i anlatan eserlerden ise en önemli ve özgün eser olan Göynüklü Kadı Emir Hüseyin Enisî’ tarafından kaleme alınan ‘’Menakıb-ı Akşemseddin’’ (Akşemseddin’in Menkibeleri) (H Yayınları, 2011) isimli kitabıdır. Akşemseddin’in bilimsel yönünü anlatan ise Ali Kuzu’nun ‘’Akşemsettin, Mikrobu Bulan Alim’’ (Paraf Yayınları, 2013) isimli kitabıdır. Bir de Göynük Belediyesi tarafından yayınlanan Ömer Eru’nun hazırladığı  ‘’Akşemseddin Hazretleri’’ (2013) isimli kitap bulunmaktadır. 


Fatih Sultan Mehmet’i dekor, süs, resim ve malzeme olarak kullananlar, Fatih Sultan Mehmet’i FSM haline getirenler Akşemseddin’i ne anarlar ne de anlarlar… Sahi, bakın kaç gün geçti fethin yıldönümünün üzerinden, görün bakın Osmanlıya öykünenlerden, Fatih Sultan Mehmet’e meftun olanlardan bu sürede hiç Akşemseddin’i anan, hatırlayan, yâd eden var mı?

Ancak bunları fazla düşünmeyelim...  Bunlar onların sorunu... Ama biz, gelin dün de verdiğim gibi Asaf Hâled Çelebi’nin Mârâ isimli şirinin girişinde söylediği gibi yapalım:

’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’


Arz ederim…

Fatih Sultan Mehmet’i anlatmaya devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN

Meraklısı için bir not: Akşemseddin ne anlama gelir?

Şems Farsça ‘’Güneş’’ demek, Şemseddin ise ‘’Dinin Güneşi’’ anlamına geliyor. Peki, Akşemseddin neden Akşemseddin diye anılır biliyor musunuz? Gerçi bir kısım anlı şanlı tarihçiler, yazarlar ve basın tarafından saçının ve sakalının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı ‘’Akşemseddin’’ dendiği iddia edilse de bu doğru değildir. Kaldı ki Akşemseddin kösedir… Köse Akşemseddin'i bir de tanıtacağız diye bembeyaz sakallı sakallı resmini paylaşmazlar mı bu sözde tarihçilerimiz, yazarlarımız, basınımız... 


Peki, Akşemseddin neden Akşemseddin diye anılır?

Ama önce kısa bir Türkçe bilgisi:


Türkçede ‘‘Kara‘‘ ve ‘‘ak‘‘ sözcüklerinin ikincil anlamı olan renk tanımlarından önce asıl anlamı daha farklıdır.

‘’Kara’’ sözcüğü; ‘’ulu, yüce, zor, sert, iri, büyük’’ anlamlarında kullanılır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Merzifonlu Yüce Mustafa Paşa‘dır. Kara Mürsel; Ulu, yüce Mürsel’dir. Kara Tekin, Kara Murat ; (aynı anlamda) yüce, ulu, büyük Tekin‘dir, Murat’dır. Karakış; zor kıştır, şiddetli kıştır. Karadeniz; zor denizdir (dalgaları nedeniyle) Karahisar; büyük hisardır. Karaburcu; (üzüm cinsidir) İri burcudur. (Hem de beyaz renkte iri bir üzüm cinsidir)  Karabulut; iri, büyük buluttur. Karagöz; (siyah göz değildir) iri gözdür. Karakaş: (siyah kaş değildir) iri kaştır...

‘’Ak’’ sözcüğü ise ''bilgelik, temiz, dürüst, namuslu, sıkıntısız, rahat, sorunsuz’’ anlamlarında da kullanılır. Akgün-kara gün; sıkıntısız gün- zor, sıkıntılı gün anlamındadır. Ak akçe kara gün içindir; temiz, helal para zor günler içindir. Akdeniz; sadece Türkçede vardır, Mediterane, Mittelmeer, Bahr-ul asvad (Arapça); orta denizdir. Akdeniz; bilge denizdir, çünkü mitoloji orada… Karabaş-akbaş; Anadolu'da köpek cinsidir; karabaş; iri, akbaş ise küçük olanıdır. ''Ak oğlan'' bir Anadolu değişidir; güven veren oğlandır, dingin oğlandır.

İşte Akşemseddin ise; bilge, sıkıntısız, sükûnetli, güven veren Şemseddin'dir.

Aşağıdaki fotoğrafta arka planda Süleyman Paşa Camii ve ön planda Akşemseddin'in türbesi yer almaktadır. 




Hayat Güzeldir ve Barcarolle

30 Mayıs 2021


Bugün Pazar… Belki de son sokağa çıkma kısıtlaması olan Pazar. Ben de ‘’Fatih Sultan Mehmet’’i anlattığım yazılarıma ara verip bir filmden ve bu filmde kullanılan bir müzikten bahsetmek istiyorum… Belki de Netfliks dizilerini geçen mafya dizilerinden fırsat bulup da hem bu filmi izlersiniz hem de bahsettiğim müziği dinlersiniz…

Hayat Güzeldir

‘’Hayat Güzeldir’’ (İtalyanca: La vita è bella) isminde İtalyan yönetmen Roberto Benigni'in yönettiği 1997 yapımı bir İtalyan filmidir…

Film, II. Dünya Savaşı zamanında karısı ve oğlu ile birlikte Yahudi kamplarına götürülen bir babanın çocuğunu korumak için yaptığı fedakârlıkları anlatıyor... Filmin ilk yarısı, II. Dünya Savaşından birkaç yıl öncesinde geçen romantik komedi türdedir… Guido Orefice (Roberto Benigni), Arezzo'dan gelen neşeli genç bir İtalyan Yahudisidir… Amcasının çalıştığı otelde garson olarak işe başlar… Ancak amacı kitap evi açmaktır… Bir okulda öğretmen olan Dora’ya (Nicoletta Braschi) âşık olur…

Dora zengin, aristokratik ve Yahudi olmayan bir ailenden gelir… Dora'nın annesi kendisini hali vakti yerinde memurla evlendirmek ister… Fakat Dora nişan töreninde kibirli ve zengin nişanlısını terk edip Guido ile atın üzerinde kaçar... Birkaç yıl geçer Guido ve Dora evlenir ve Giosuè (Giorgio Cantarini) adında bir de çocukları olur...

Filmin ikinci yarısında ise II. Dünya Savaşı başlar.. Guido, Giosue ve Yahudi olmamasına rağmen Dora ailesiyle birlikte farklı vagonlarda toplama kampına götürülür… Kampta, Guido oğlunu Alman askerlerinden saklar ve oğluna kampta olup bitenlerin bir oyun olduğunu eğer oyunu kazanırlarsa ödül olarak doğum gününde almasını istediği tankı vereceklerini söyler.

Savaş bitip Amerikan askerleri kampı ele geçirince Giosue babasına söz verdiği gibi saklandığı dolaptan çıkar. Tank ile kampa gelen Amerikan askerleri Giosue'yi kurtarır. Dora hayattadır. Giosue 4,5 yaşında iken kurtulur… Film biterken yaşlı Giosue sesinde konuşup, filmi ‘’ailesi için çok fedakârlık yapan bir babanın hikâyesidir’’ diye anlatır…

Film, 1999'da 7 dalda Oscar'a aday olur; en iyi yabancı film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi müzik dallarında Oscar kazanır… Film 1998 Cannes Film Festivali'nde de ‘’Büyük Ödül’'ü alır... 

Filmde, yönetmen Roberto Benigni aynı zamanda başrol oyuncusudur (Guido Orefice). Roldeki karısı (Dora) da aynı zamanda Roberto Benigni’nin gerçek hayattaki karısı olan İtalyan oyuncu Nicoletta Braschi’dir. Roberto Benigni bu filmiyle dünyaca tanınır…

Filmin müziklerinin bestecisi olan İtalyan müzisyen Nicola Piovani bu filmdeki müziği ile 1997'de ‘’En İyi Özgün Müzik Akademi Ödülü’’nü alır.  Filmde 16 ayrı film müziği vardır. Biri hariç tamamının bestesi Nicola Piovani’dir… O biri de birazdan anlatacağım opera müziğidir...

Film çok güzeldir… Filmden aklınızda çok şey kalır... Filmin, savaş öncesi bölümünde geçen bir opera sahnesi var. İşte bu opera sahnesindeki arya öylesine aklınıza yer eder ki belki filme ait çok şeyi unutursunuz ama bu arya, bu müzik aklınızdan hiç mi hiç çıkmaz… Belki de filme dair aklınızda sadece bu arya kalır... 

Ancak filmde opera sahnelenirken izleyiciler bölümünde bulunan Guido’nun da opera pek umurunda değildir, Guido, opera boyunca Dora’nın ilgisini çekmekle meşguldür... Yazımın sonunda filmde geçen bu opera sahnesinin bağlantısını vereceğim…

İşte bu opera müziğinin adı: ‘’Barcarolle’’ (Barkarol) dur…

Barcarolle

‘’Barcarolle’’ ise, Alman asıllı Fransız müzisyen, opera bestecisi ve orkestra şefi Jacques Offenbach (1819 – 1880)’ın en bilinen eseri "Hoffmann'ın Masalları" (Les contes d'Hoffmann) operasının bir bölümüdür… ‘’Barcarolle’’ bu operada III. Perde’de bulunan en ünlü aryalardan birisidir.  

Jacques Offenbach aynı zamanda eskilerin bildiği ‘’Can Can Musik’’in de bestecisidir… 

Neyse, şimdi vakit, hangi vakit olursa olsun ‘’Barcarolle’’ dinleme zamanıdır… Aryanın değişik sanatçılar tarafından yapılan yorumların bağlantılarını aşağıda veriyorum...

Şimdi unutun mafyayı, mafya dizilerini, gamı, kederi, kasveti, koronayı… Açın müziği, kapatın gözlerinizi, binin bir sandala, açılın durguuuuun ve sakin denizlere, ellerinizi de suya uzatın, sandal usul usul salınırken denizi okşayın ellerinizle…

Ve sanatçılarla beraber sizde aryayı mırıldanın usul usul: ‘’Belle nuit, ô nuit d’amour’’

Sizlere güzel mi güzel, sıcak, sımsıcak, mutlu, musmutlu bir Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

André Rieu ve orkestrası: Barcarolle
https://www.youtube.com/watch?v=bv5IO6Hc2CI


Avusturya vatandaşlığı da bulunan Rus soprano, opera sanatçısı Anna Netrebko ve Letonyalı Mezzo-Soprano Elīna Garanča: Barcarolle
https://www.youtube.com/watch?v=0u0M4CMq7uI

Polish Nationwide Music Schools' Symphonic Orchestras, Soprano Julia Pietrusewicz, Mezzo- Soprano Katarzyna Radon: Barcarolle:
https://www.youtube.com/watch?v=R-MbbebSQjQ

Andrea Bocelli: Barcarolle (Videosunda ''Hayat Güzeldir'' filminden görüntüler de var.)
https://www.youtube.com/watch?v=klJgta56tGs

La Vita é Bella filminde Barcarolle
https://www.youtube.com/watch?v=fNrBr4Zc1Bg


Fatih Sultan Mehmet (2)


30 Mayıs 2021


İstanbul'un fethinin 568. yıldönümü nedeniyle Fatih Sultan Mehmet'i anmak maksadıyla hazırladığım yazı serimin ilkini dün paylaşmış ve bu yazımda kısaca Fatih Sultan Mehmet’i ve kurduğu cihanşümul imparatorluğun özelliklerini anlatmıştım.

Fatih Sultan Mehmet’e tekrar geri dönmek üzere şimdi de gelelim Fatih’ten sonraki cihanşümul Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer zamanlarının bazı özelliklerine ve uygulamalarına…

Fatih Sultan Mehmet’ten sonraki Osmanlı İmparatorluğu

Konu uzun ama ben madde madde kısaca özetlemek istiyorum Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı İmparatorluğunun özelliklerini:


İslam’ın beş şartından biri değil midir hacca gitmek? Ancak hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmemiştir. 

Hemen hemen bütün Osmanlı padişahlarının anneleri yabancıdır...

Barbaros, Mimar Sinan, Sokullu kimlerdi biliyor musunuz? Bütün tarihçilerce Osmanlının en büyük veziri kabul edilen Sokullu 21 yaşında bir Sırp kilisesinde org çalarken devşirildiğini bilir miydiniz? Varlığını Türk toplumunun dizilerden haberdar olduğu Pargalı İbrahim Paşa, Mustafa Celaleddin Paşa, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olan Mehmet Ali Paşalar kimlerdi biliyor musunuz? İbrahim Müteferrika’yı, Humbaracı Osman Ahmet Paşa'yı, 1729’da Osmanlı’da ilk modern itfaiye birliğini kuran Ahmet Paşa’yı tanıyor musunuz?

Türkçülük hareketinin öncüsü, ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanında İstanbul vekili ve bu meclisin başkanı, maarif nazırlığı ve sadrazamlık  görevini yapan, devlet adamlığının yanı sıra aynı zamanda 16 dil bilen bir bilim adamı Ahmet Vefik Paşa'yı biliyor musunuz?

Neyse uzatmayayım Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın sadece 101’i Türk kökenli olup, geri kalan 117’si farklı etnik kökenlerden gelmektedir. Bu 117 sadrazamın etnik kökenlerine bakıldığında ise, 32’sinin Arnavut, 12’sinin Boşnak, 11’inin Gürcü, 9’unun Abaza, 6’sının Rum, 4’ünün Çerkez, 4’ünün Hırvat, 2’sinin Arap, 2’sinin Ermeni, 2’sinin İtalyan, 2’sinin Slav, 1’inin Rus, 1’inin Bulgar, 1’inin Sırp, 1’inin de Çeçen olduğu ve geri kalan 27 sadrazamın etnik kökeni tam olarak bilinmediğini biliyor musunuz?

Bunlar sadrazam… Daha sadrazama gelinceye kadar devlet kademesinde bütün üst düzey makam sahiplerinin neredeyse tamamına yakınının etnik kökeni sadrazamlarınki gibi Türk dışında farklı etnik kökenlerden geliyordu…

Yine bilir miydiniz Osmanlı padişahlarının hiçbirisinin ismi halifelerin isminden değildir... Ne Ömer, ne Ebu Bekir, ne Ali ne de Osman ismini vermişlerdir padişahlara… (Beyliğin kurucusu hariç, ona da Osman değil Ottoman derlerdi)  Peygamber Hz. Muhammed’i de Mehmet yapmışlardır. Hiçbir mezhebin sembol isimlerini almamıştır Osmanlı padişahları. Neden dersiniz, neden?

Araplar Anadolu’ya “El Turkiya’’, Haçlılar da ‘’Turchia’’ (Türkiya) derlerdi. El âlem Anadolu’ya ‘’Türk’’ ismini verirken Osmanlılar kendi memleketine “Roma memleketi” anlamına gelen “Diyar-ı Rum”,  Padişaha da ‘’Sultan-ı Diyar-ı Rum” adını vermişlerdir.

Fransa’da “Bourbon’’ ailesi devlet kuruyor adına ‘’Fransa’’, Almanya’da “Hohenzollern’’ ailesi devlet kuruyor adına ‘’Almanya’’,  Avusturya’da ‘’Habsburg’’ ailesi devlet kuruyor adına ‘’Avusturya’’ adını veriyor. Hemen hemen tüm Avrupa devletler böyle kuruluyor… Ama nedense Oğuz Türklerinin Kayı boyundan gelen öz be öz Türk olan Osmanlı ailesi devlet kuruyor adı ‘’Osmanlı’’ oluyor… Neden dersiniz, neden, neden?

İlkyazımda da bahsetmiştim; Osmanlının Anadolu’da döktüğü Türk kanı Balkanlardaki döktüğü Slav kanından misliyle fazladır…

Anadolu’da Osmanlı – Türkmen karşıtlığı

Osmanlı, Anadolu Türkmenlerini ''Etrak-ı bi idrak'' (Düşüncesiz, akılsız Türkler) olarak tanımlarlardı. Naima Mustafa Efendi, ‘’Naima Tarihi’’nde (Zuhuri Danışman Yayınevi, 1967) Anadolu Türklerini bundan başka şu sıfatlarla nitelendirir: “Nadan Türk” (Cahil, kaba Türk), “Türk-ü bed-lika” (Çirkin suratlı Türk), “Etrak-ı nâ-pak” (pis Türkler), “Çoban köpeği şeklinde bir Türk”, “Hilekâr Türk”. Hırvat kökenli olan Kuyucu Murat Paşa Anadolu’da 155 bin Anadolu insanını kıyımdan geçirirken “aman” dileyenlere karşı “Vurun şu pis Türkün başını” dediği söylenir… Bu konuları Çetin Yetkin üç ciltlik kitabında (“Türk Direniş ve Devrimleri”, Otopsi Yayınları, 2003) çok güzel anlatır…

Ama bu yapılanlar Anadolu kültüründe karşılıksız kalmaz… Anadolu’da Osmanlıya karşı söylenen anonim bir deyiştir:

“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok, biçende yok
Yemede ortak Osmanlı”

(Yüzyılların kahrı dolu bu deyişi Çağatay / Azerî ağzıyla söylenmiştir. ‘’Ekende yok, biçende yok’’  kısmında geçen ‘’de’’ ek / bağlaç olarak değil, bir ağız yazımı şeklinde yazılmıştır. Yani ‘’ekende yok’’: ‘’ekerken yok’’ anlamındadır…)

Bu deyiş Taner Timur’un, “Osmanlı Toplumsal Düzeni” (Turhan Kitabevi, 1979) kitabında ve Erol Toy'un iki ciltlik "Kuzgunlar ve Leşler" (Ulak Yayıncılık, 2017) romanının giriş kısmında geçer…

Osmanlı’nın anayurdu da Anadolu değil, Balkanlardır. Bu nedenle Osmanlı’nın bütün yatırımları Balkanlara yapılır. Osmanlının Anadolu’da dikili bir tek ağacı bile yoktur dense yeridir... Bursa, o da beylik zamanında ve başkenti olduğu, Amasya ve Manisa gibi şehzadelerin yetiştiği illerdeki küçük eserler ile Mimar Sinan’ın İstanbul’a gelmeden yaptığı birkaç cılız köprü, Zağnos Paşa'nın ilk yazımda bahsettiğim Balıkesir'deki camisi ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı Kayseri İncesu’daki bir han hariç hiçbir eser bulamazsınız Anadolu’da Osmanlıya ait… Bunların dışında Osmanlı’ya ait Anadolu’da ne bir han, ne bir hamam, ne bir cami, ne bir medrese ne bir yol, ne bir köprü hiçbir şey yoktur. 

Anlattığım gibi Osmanlı hiçbir zaman kendisini bir Türk İmparatorluğu olarak görmemiştir… Bu anlamda aslında Osmanlı, dün de anlattığım gibi; Müslüman ve Ortodoks, Türk, Arap, Slav ve Rum bir ortak devletidir... Ancak bu konu pek konuşulmaz...

Osmanlının bütün bu politikalarının, bütün bu özelliklerin nedeni aslında çok basittir… Bu üç kıtaya hükmetmek ve bu üç kıtada Roma İmparatorluğu gibi cihanşümul bir imparatorluk kurmak isteyen Osmanlı, Balkanlar gibi çok mezhepli ve çok etnikli, Ortadoğu gibi çok dinli ve çok mezhepli bu coğrafyada, devleti bir ırkın üstünlüğüne, bir dine ve bir mezhebe dayandıramazdı… Zaten Osmanlı çağdaşı bütün imparatorluklar bu şekilde çokuluslu, çok dinli idi… Osmanlı, her dini, her etnik ve folklorik grubu bir potada eritip Osmanlılık diye bir kavram yaratmış ve bu sayede üç kıtada altı yüzyıl hüküm sürmüştür…

Günümüzde Osmanlıya öykünen Anadolu Türkmenlerinin torunları

Bu noktada yeri gelmişken bazı yazılarımda dile getirdiğim bir konuyu tekrar dile getirmek istiyorum:

Görüldüğü gibi Anadolu Türkmenlerini aşağılayan, onlara hakaret eden Osmanlıdır. Anadolu Türkmenlerini katleden Osmanlıdır. Anadolu Türkmenlerini eğitimsiz, bakımsız bırakan Osmanlıdır. Anadolu Türkmenlerini ihmal eden Osmanlıdır. Anadolu Türkmenlerini devletin yönetim kadrolarından uzak tutan Osmanlıdır. Ancak ne büyük bir tezattır ki; günümüzde Osmanlıya öykünenler, Osmanlıcılık oyunu oynayanlar, dillerinden Osmanlı padişahlarını da eksik etmeyenler ise Osmanlının katlettiği, aşağıladığı, eğitmediği, ihmal ettiği, dışladığı bu Türkmenlerin torunlarıdır.

Bu tezatlık sadece bununla da kalmaz…

Osmanlının anayurdu Balkanlar olduğu için ve Anadolu’da Osmanlının ihmali sonucu yetişmiş insan da bulunmadığı için Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran neslin, sivil ve asker bürokrasisi ile sanat ve edebiyat camiasının nerdeyse hemen hemen tamamı evlâd-ı fâtihânın torunları olan Balkan kökenliler olur.

Osmanlı tarafından katledilmiş, ihmal edilmiş, dışlanmış, cahil bırakılmış Anadolu insanının torunlarının bir kısmı ise; bu anlattığım Osmanlı – Anadolu Türkmeni tezatlığının ve karşıtlığının genlere işlemiş özelliğinden midir, kıskançlığından mıdır nedir pek bilinmez, bu eğitimli, evlâd-ı fâtihânın torunu olan Balkan kökenli insanları pek hazzetmezler... Bu kıskançlık ve hazzetmeme durumu, muhtemel, genlere kadar işlemiş olacak ki bu karşıtlık da bir damar halinde, bir fay hattı halinde günümüze kadar da devam eder gelir…

Bakın günümüz Türkiyesi'nin sosyo-politik yapısına, bu durumu net bir şekilde görürsünüz! Bugün bir takım siyasilerin bahsettikleri, dile getirdikleri ‘’suyun öte tarafından’’ (Meriç nehri kastedilir), ‘’Selanik göçmeni’’ şeklindeki ''kin ve nefret'' söyleminin kökeni bilgisizce, bilinçsize ve Stockholm sendromu halinde teee oralara kadar gider. Aslında bu ''kin ve nefret'', Osmanlının has evladının anayurdundan (Balkanlardan) Anadolu'ya getirdikleri bilime ve  aydınlığa karşıdır. Zira Galileo söylemişti zaten; ‘'Hiçbir kin, cahilin bilime duyduğu kinden daha büyük olamaz.’'

Yine dönelim Fatih’e…

Her ne kadar bizler Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu olarak Osman Bey’i bilirsek de bu doğru değildir. Osman Bey, Osmanlı Beyliğinin kurucusudur. Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu ise Fatih Sultan Mehmet’tir. Osmanlı İmparatorluğunu kurumsallaştıran o’dur… Yukarıda yazdığım bütün bu Osmanlı politikalarının kurgusunu imparatorluğun kurucusu Fatih Sultan Mehmet yapar…


Fatih hakkında yazmadığım bir konu var: Gedik Ahmet Paşa'nın Çizme’nin ucuna çıkarma yapması ve seferde iken Gebze'de vefat eden Fatih'in sefer hedefi ve zehirlenerek öldürüldüğü konusu... Gedik Ahmet Paşa’nın Çizme'nin ucuna çıkarma yapması hariç, Fatih'in zehirlenerek öldürüldüğü konusu rivayet, sefer hedefi konusu meçhul olduğu için bu konuyu ihmal ettim…

Fatih’in bu son seferinin hedefinin de Roma olduğu rivayet edilir… Eğer Fatih’in hedefi Roma ise… Fatih bu seferinin amacı ve maksadı üzerinde iyi düşünülmelidir diye değerlendiriyorum… Yoksa Fatih bu seferi ile tekrar Doğu ve Batı Roma’yı birleştirmek için mi yapmıştır? Kendisi de gerçek anlamda bir Sezar olmak mı istemiştir. Zaten Fatih’in unvanı da “Kayser-i Rum” yani “Romalı Kayser (Sezar)'' yani ‘’Romalı İmparator’’ değil miydi? Yoksa Fatih’in ve ondan sonrakilerin anlattığım tüm bu politikaları bu amaca mı dönüktü? Dün de anlattığım gibi Prof. Dr. İlber Ortaylı Fatih için ‘’Hedeflerinin hepsini ardındaki toplum anlamış değildir zaten, açıkça da ortaya koymamıştı’’ diye yazardı…

Türk dünyasının devletinin geleceğini büyük bir vizyonla tasarlayan ve kurumlaştıran ancak kendi toplumu tarafından anlaşılmayan iki dâhi devlet adamı vardır: Birisi işte anlattığım Fatih Sultan Mehmet bir diğeri ise Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Şair Avni

Dünkü yazımda Fatih’in ‘’Avni’’ maslahını kullanarak şiirler yazdığından bahsetmiştim. Bu divandan bir beytini örnek olarak vererek yazımı bitireyim: (‘’Fatih Divanı ve Şerhi’’, Yelkenli Kitabevi, 2009)

''Aşk nakdi bir hazînedür ana yokdur zeval 
Mâlik olan Avniyâ bir gence gencûr istemez''

(Ey Avnî! Aşk, yok olmayan gerçek bir hazinedir. Ona sahip olan kişi, dünyada nice kıymetli hazinelere sahip bir hazinedar olmayı istemez.)

Günümüzde Osmanlıcık oyunu oynayanlar

Dün de anlattığım gibi günümüzde Osmanlıcılık oynayarak tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışanların böylesi bir hükümdârı, Fatih Sultan Mehmet'i ve onun kurduğu böylesi bir imparatorluğu anlamalarını ve hakkıyla anmalarını beklemek beyhude bir hâyâl olur...

Osmanlının neredeyse bütün sadrazamları ve devlet adamlarının neredeyse tamamı yabancı farklı etnik kökene sahip iken günümüzde Osmanlıcılık oyununu oynayanlar, vazgeçtim Türk’ü, Müslümanı, aynı mezhebi, kendi partisinden olmayanlara bu ülkede, bu topraklarda hayat hakkı tanımıyorlar… Günümüzde Osmanlıcılık oyununu oynayanların kendilerinden olmayanlara besledikleri kinin ve nefretin haddi hesabı yoktur. Baksanıza TV'lere, komşularını nasıl katledecekler onun hesabını yapıyorlar... Kendi halkını gelecek günlerin terörü ile korkutuyorlar… Bunlar kiiiim, Fatih’i anlamak kim?… Bunlar kiiiiim Osmanlıya öykünmek kim?

Ancak bunları fazla düşünmeyelim...  Bunlar onların sorunu... Ama biz, gelin dün de verdiğim gibi Asaf Hâled Çelebi’nin Mârâ isimli şirinin girişinde söylediği gibi yapalım:

’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

Arz ederim…

Fatih Sultan Mehmet’i anlatmaya devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN




Fatih Sultan Mehmet (1)

29 Mayıs 2021


568 yıl önce bugün 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmişti…

Sözde İstanbul’a meftun olanlar ne yapacaklardır fethin 568’inci yıldönümünde diye merak etmeye heç gerek yohtur... Eğer Koranavirüs tedbirleri olmasaydı her yıl yaptıkları gibi uyduruktan laf olsun diye sadece hamasetten oluşan bir-iki demeç, ilk mektep seviyesindeki Ortaçağ’ı andıran müsamereler, Ulubatlı Hasan, surlar… Tüm bildikleri çünkü bunlar… Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyanlar zaten Fatih Sultan Mehmet’i ne anlayabilirler ve ne de hakkıyla anabilirler... Ancak bu konu onların sorunudur... Onlar Fatih Sultan Mehmet'i anlayamaz ve anlatamazlar... Ama Fatih Sultan Mehmet'i benim anlatmam lazım... Gelin Fatih Sultan Mehmet’i bir de benden dinleyin…

Ama benim yazılarım da şiirsiz, müziksiz olmaz. Bu nedenle önce size bir şairimizden ve onun bir şiirinden bahsedeyim…

Mâra Sultan

Kıymeti, değeri, derinliği ve zenginliği yaşarken –belki de hâlen - anlaşılmayan- ve ‘’Garip Akımı’’ içerisinde gerçekten de garip kalmış bir şairimiz var: Asaf Hâled Çelebi… Asaf Hâled Çelebi’nin de güzel bir şiiri var: ‘’Mâra’’ Ve şiir şöyle başlardı: ’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’


Birçok dilde (mesela Arapçada) “kadın” anlamına gelen Mâra, Budizm’de Buda’yı baştan çıkarmaya çalışan, dünyevi güzellikleri simgeleyen kadının da adıdır.

15’inci yüzyılda yaşamış, Trabzon imparatoriçesinin yeğeni, II. Murat’ın haremine girmiş, Bizans imparatorunun evlenmeye çalıştığı ama başaramadığı zengin bir kişidir Mâra aynı zamanda... Mâra’yı bazı kaynaklar da Sırp asıllı yapar. Yorgos Leonardos’un ‘’Hırıstiyan Sultan Mâra’’ (İnkılap Kitapevi, 2004) isimli tarihi romanı bir kişisel maceranın sürükleyiciliği çerçevesinde ortaçağ Balkanlar’ını canlandırır. Sırbistan hükümdarının kızı, II. Murad’ın eşi, Fatih Sultan Mehmet’in saygıdeğer analığı ve neredeyse son Bizans İmparatoru Konstantin Paleologos’un eşi olacak olan Mâra Brankoviç Komnenos’tur Mâra. 15’inci yüzyılda Güneydoğu Avrupa’nın tarihine yeni bir yön veren bu olaylar kitabın sayfalarında yeniden canlanır. Sırp kralı Brankoviç’in kızı Osmanlılar arasında çok ünlü olur ve Fatih ondan anamız diye söz eder… Bazı kaynaklarda Mâra Sultan diye geçer…

Fatih Sultan Mehmet kendisini yetiştiren bu saygıdeğer analığına Balkanlarda ‘’Küçük Ayasofya’’ diye bir yer alır ve bu konuda (halen Topkapı Sarayı’nın arşivinde bulunan) bir de ferman çıkarır. Fatih Sultan Mehmet fermanında saygıdeğer analığına ‘’anam Despina’’ diye hitap eder... Despina, Meryem Ana’nın isimlerinden biridir... Bakire anlamında olan '‘Despinis’', İncil’de Meryem Ana’ya ithafen ‘'Despina'’ olarak geçer…

Fatih’in karısı Gülbahar Hatun da Hristiyan’dır, hiçbir zaman da dönmemiştir İslam’a. Hristiyan olarak da defnedilir. Alman tarihçi Franz Babinger, Gülbahar Hatun’un Arnavut kökenli olduğunu yazar.

III. Roma İmparatoru Fatih Sultan Mehmet

Fetihten sonra Papa, Fatih Sultan Mehmet’e bir mektup yazdığı ve mektubunda Fatih’e: ‘’Hristiyanlığı seçin! Sizi Doğu Roma imparatoru olarak selamlayalım” diye yazdığı rivayet edilir. Zaten Fatih Sultan Mehmet’in resmi unvanı da “Kayser-i Rum” yani “Romalı Kayser (Sezar)'' yani ‘’Romalı İmparator’’dur… Çoğu Batılı tarihçiler de Fatih’ten III. Roma İmparatoru olarak bahsederler. Viyana Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarından özel sohbetlerimde çok duydum bu sözü… Prof. Dr. Bertrand Michael Buchmann’ı burada yâd ediyorum. Buchmann bana ''Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde Doğu Roma İmparatorluğu’nu yıkmamıştır, adını değiştirip (Osmanlı İmparatorluğu) bütün kurumlarıyla geliştirip III. Roma İmparatorluğu olarak yaşatmıştır. Bu nedenle de Fatih Sultan Mehmet III. Roma İmparatorudur'' diye anlatmıştı...


Cihanşümul (çok uluslu) bir imparatorluk

Fatih Sultan Mehmet, Anadolu birliğini öyle gönül birliği ile sağlamaz. Fatih Sultan Mehmet, Anadolu birliğini çok gaddarca sağlar. Bu uğurda çok kan döker. Tarihçi Erdoğan Aydın ‘’Fetih ve Fatih’’ (Kırmızı Yayınları, 2012) isimli kitabında Fatih’in Anadolu’da döktüğü kanların Balkanlarda döktüğünden çok daha fazla olduğunu yazar. Anadolu'daki Germiyanoğulları, Menteşoğulları, Aydınoğulları ve Karamanoğulları devletleri Fatih tarafından zorla ve kan dökülerek Osmanlıya katılırlar. Hele hele Karamanoğlu Devletine diz çöktürmek için Osmanlının Anadolu'da döktüğü kanın haddi hesabı yoktur… 


Şehzade Orhan (2. Sultan Orhan) da Bizanslı bir imparatorun damadıydı. Ve Fatih Sultan Mehmet''e karşı Konstantiniyye surlarını savunanlar arasında 600 askeriyle Şehzade Orhan da vardır!

Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra Türk ve Müslüman Çandarlı’yı idam ettirip yerine bir Rum’u getirir. Bize tarih diye okuttukları masallarda Çandarlı kuşatma esnasında güya Bizans’a yardım etti diye anlatmışlardı… Gerçekte ise arada İmparatorluğun geleceği hakkında fikir ayrılığı vardı… Çandarlı yeni kurulacak imparatorluğun ‘’Türk İslam İmparatorluğu’’ olmasını istiyordu… Fatih ise ‘’Cihanşümul bir imparatorluk’’ kurmak istiyordu… Fatih'e göre böyle bir imparatorluk ise çok uluslu, çok dinli ve evrensel bir imparatorluk olmalıydı. Fikir ayrılığı Çandarlı’nın idamı ile sonuçlanır... 

İşte tam da bu nedenle Fatih savaşta öldürdüğü imparatorun (Konstantin Paleolog), İstanbul fethedilmeseydi belki de ileride imparator olabilecek iki yeğenini de vezir yapar... Hekim Yakup Paşa (Yahudi), Koca Davut Paşa (Arnavut) ve Zağnos Paşa (Rum veya Sırp asıllı) o dönem devletin önemli kadrolarında yer alan ve başarılı olan devşirmelerdir... Bunlardan Zağnos Paşa, II. Murat‘ın kızını alarak onun damadı olur, kendi kızını da Fatih Sultan Mehmet‘le evlendirir. Fatih’in şehzadeliği sırasında onun nedimliğini yapar, şehzadeye Rumca ve Lâtince öğretir. Bugün için Balıkesir'de adına yaptırdığı Zağnos Paşa Camisi bulunmaktadır… Zağnos Paşa, Çandarlı'nın idamından sonra sadrazamlığa getirilir...

Yine aynı nedenle Ermenileri İstanbul’a yerleştiren de Fatih’tir… İstanbul’da Rum Ortodoks Patrikhanesini koruyan, Ermeni Patrikhanesini kuran ve İstanbul’da Yahudi hahambaşı bulunduran da Fatih’tir… Fatih İstanbul’u alınca şehrin adını değiştirmez, 19. yüzyıla kadar hep Konstantiniyye’dir fethettiği şehrin ismi... Ancak 19. yüzyılda ‘’İstanbul’’ ismini alır. Fatih, fetihten sonra Ayasofya’yı cami yapar ama adını yine değiştirmez!... Aya İrini de aynı şekilde kalır. Adı değişmez!

Osmanlı padişahları içerisinde en iyi eğitimli ve en uzak görüşlü olan Fatih Sultan Mehmet, neden Çandarlı’nın istediği gibi bir ‘’Türk – İslam İmparatorluğu’’ değil de böylesine bir cihanşümul (çok uluslu) bir imparatorluk kurmuş, neden yoluna III. Roma İmparatoru olarak devam etmişti?

Bunun nedenini yine tarihe ve coğrafyaya giderek göreceğiz:

Fatih Sultan Mehmet neden bir cihanşümul (çok uluslu) imparatorluk kurmak istemiştir?

Anadolu’daki en eski uygarlıklar Sümer, Asur, Urartu ve Hitit uygarlıklarıdır. Bu uygarlıklardan sonra da Anadolu’da Frigya, Lidya, Likya, Karya, Dorya, İyonya gibi antik uygarlıklar doğar. Bu uygarlıkların çoğunu bu sayfalarda, sitemde (Şehriyar) yazdım. Bu uygarlıklardan sonra da Roma uygarlığı Anadolu’yu etkisi altına alır. Yüzlerce yıl süren bu uygarlıklar Anadolu’da yaşarken Hıristiyanlık ve İslam dinleri henüz ortada yoktur. Hıristiyanlık dininin 4. Yüzyılda Orta Doğu’da ve Akdeniz’de yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte Anadolu’da Bizans İmparatorluğu ortaya çıkar. Anadolu’daki antik kültürler Hıristiyanlaşır, Hıristiyanlık antik Anadolu kültürünü asimile eder...

Osmanlının hedefi olan Balkanlar ise tam bir etnik ve mezhep mozaiği içerisinde çok mezhepli ve çok etnikli bir yapı içerisindedir. Ortadoğu zaten çok dinli ve çok mezhepli bir yapı içerisindeydi…  

Osmanlı padişahları içerisinde en iyi eğitimli ve en uzak görüşlü olan Fatih Sultan Mehmet, biliyordu ki böylesi bir tarihi geçmişi, böylesi bir etnik ve mezhep mozaiği içeresindeki bu coğrafyada bir ırkın üstünlüğüne, bir dine ve bir mezhebe dayanan ‘’Türk – İslam İmparatorluğu’’nun yaşama şansı yoktu. Kaldı ki bu yapıdaki Selçuklu İmparatorluğu Anadolu'da yaşayamamıştı...  İşte bu nedenle Fatih Sultan Mehmet Roma İmparatorluğunun mirasını devam ettirerek aynı coğrafyada Roma İmparatorluğunu Osmanlı İmparatorluğu olarak devam ettirmek, yaşatmak ister. Pek konuşulmaz ama Fatih’in kurduğu bu cihanşümul (çok uluslu) imparatorluk aslında Müslüman ve Ortodoks, Türk, Arap, Slav ve Rum bir ortak imparatorluğudur…

Fatih Sultan Mehmet'in özellikleri

Fatih Sultan Mehmet anadili Türkçe'nin yanında Yunanca, Latince, Arapça, Farsça ve İbraniceyi kusursuz şekilde konuşur. Fatih'in Latinceyi anadili gibi konuştuğu ve Homeros’u aslından okuduğu rivayet edilir. Coğrafya ve tarihe meraklıdır. Bir divan tertip edecek kadar güçlü bir şairdir. Avni mahlasını kullanarak divanlar yazar. Huzurunda Gazali ve İbn'i Rüşd'ün fikirlerini tartıştıracak kadar felsefeye meraklıdır.  Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ele geçirdikten sonra, imparatorluğun felsefecisi Amiroutzes’u saraya davet edip onunla felsefî konular üzerinde tartışır.


Fatih İstanbul kuşatması sırasında yeni döktürülen topların balistik hesaplarını yapacak seviyede de mühendislik bilgisine sahiptir. Gutenberg'in matbaasında basılan bazı kitapları Avrupa'dan getirtip bu kitapları okuyup çevirterek İstanbul’da büyük bir kütüphane kurdurur. Bu kütüphanede Aristotales, St Thomas, Aquinas kitapları vardır. Çağdaş Vaka-i Name’nin, yani tarih yazıcılığının doğuşu Fatih döneminde olmuştur.

1466 yılında İskenderiyeli matematikçi, coğrafyacı ve astronom  Batlamyos’un ‘’Coğrafya’’ kitabını (‘’Batlamyos’un Haritası’’ olarak da bilinir) tercüme ettirir.

Fatih, atam-dedem kanunu dediği gelenekleri yazılı hale getirir ve bunlara ‘’kanunname-i ali Osman’’ ismini verir. Bu Kanun Hükmünde Kararnamelerden, -pardon-, bu kanunnamelerden birisi de şudur: ‘’Kanunname-i al-i Osman'a şu derkenarı da düşesiz: Her kimesneye ki bundan böyle saltanat müyesser ola, nizamı âlem için kardeşlerini katleylemek münasiptir. Ekseri ulema dahi bunun böyle olmasına razı olup tasvip etmiştir.’’


Fatih ölünce de vasiyeti üzerine naaşı Büyük Konstantin'in, Justinianus'un, Theodora'nın, Zeo'nun ve diğerlerinin yattığı yere defnedilir. Müslüman olmayan Hristiyan olan karısı da ölünce yanına defnedilir. 

Fatih’in anlattığım bütün bu özelliklerinin çağını aşan, çağının üstünde bir iftihar vesilesi özellikler olduğunu düşünüyorum. İşte Fatih Sultan Mehmet böylesine büyük bir padişahtır.


Prof. Dr. İlber Ortaylı Fatih için şunları söyler; "Türk entelektüelinin sahip olmadığı vasıfların başında doğuya ve batıya sahip olmak gelir. Hem İtalyancayı hem Yunancayı hem Farsçayı hem Arapçayı bilen böyle bir münevver, onun devrinde Batıda yok. İkincisi, inanılmaz derecede coğrafya biliyor. Ateşli silahlar ordusuna iyi komuta ediyor. Fatih Sultan Mehmet Han, şarkın ve garbın efendisidir, şarkı ve garbı bilir ve komplekssiz bir şark münevveridir, o bir dünya hükümdarıdır. Fatih büyüktü. Ölümü de bir dağın indifaı veya bir büyük geminin batması gibidir. Hedeflerinin hepsini ardındaki toplum anlamış değildir zaten, açıkça da ortaya koymamıştı. Ama Fatih Sultan Mehmet Han asrının hiç tesiri kalmadığını söyleyebilir misiniz? En azından sarayda kurduğu kozmopolit kütüphaneyi o yönde zenginleştiren Kanuni Sultan Süleyman onun torunuydu. Fatih iki kıtanın ve iki denizin padişahı ve iki medeniyetin sahibi bir aydındı.’’

Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın söylediği gibi ne Fatih Sultan Mehmet hedeflerini açıkça ortaya koymuştu ne de kendisinden sonra gelenler hedeflerinin hepsini anlamıştı… Bu nedenle Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu İmparatorluğun cihanşümul özellikleri kısa zamanda bozularak kaybolur. Yavuz Sultan Selim ile İmparatorluk Arap – Emevi – Sünni bir karaktere bürünür. Bilime verilen değer Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra tamamen sona erer. 


Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyanların, hem İstanbul'a meftun olduklarını söyleyip hem de İstanbul'a ihanet edenlerin ve Fatih Sultan Mehmet'i FSM haline getirenlerin böylesi bir Fatih Sultan Mehmet'i anlamalarını ve hakkıyla anmalarını beklemek beyhude bir hâyâl olurdu... Ancak bu onların sorunudur...  Ama biz, gelin yazımın başında verdiğim Asaf Hâled Çelebi’nin Mârâ isimli şirinin girişinde söylediği gibi yapalım:

’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

Arz ederim...

Fatih Sultan Mehmet’i anlatmaya devam edeceğim…


Osman AYDOĞAN


Kiraz Zamanı

28 Mayıs 2021


Eğer bahçelerde iseniz kirazların dalları bastığını, yok şehir denilen beton yığınlarının arasında kibrit kutusu gibi evlerde yaşıyorsanız ve Koronadan fırsat bulup da dışarı çıkmışsanız kirazların marketlerde rafları, pazarlarda tezgâhları bastığını (hem de kilosu 50 TL’den!) görürsünüz…

Çünkü mevsim kiraz zamanıdır...

Kiraz zamanı; mayıs sonları, haziran başıdır ve mevsimlerin en güzel olduğu vakitlerdir. Kiraz zamanı güzeldir ama kısadır, aynı daha önce anlattığım Sakura çiçekleri gibi, aynı hayat gibi, aynı ömür gibi.

Ve ‘’Tarih’’ ne garip bir bilimdir… Dönemine hükmeden şaşalı diktatörleri, mağrur galipleri değil de nedense hep ona karşı koyanları, ona direnenleri, mağlupları kaydediyor… Hatta hatta ''yerlere dökülen kirazlar''ı bile…

''Eyvah! Yine mi tarih? Ne işi var tarihin yerlere dökülen kirazlarla'' demeyin... Olmaz olur mu?...

Kaç gündür tarihten usanmış, sıkılmış, bıkmıştınız, içiniz dışınız tarih olmuş, tarihten gına gelmişti artık... Yazımın başlığında da ‘’Kiraz’’ kelimesini görünce ve kirazla da devam edince içinizden de bir ‘’ohhh be’’ çekip ''tarihten kurtulduk'' diye rahat bir nefes almıştınız değil mi? Ama öyle rahat rahat nefes almayın.... Kurtuluş yok benden ve tarihten!… 

Bugün yine tarihten ama çok farklı bir tarihten, bu ''yerlere dökülen kirazlar''ın tarihinden, ancak kanlı tarihinden bahsedeceğim… Çünkü bugün, 28 Mayıs 2021, bu yerlere dökülen kirazların kanlı tarihinin de 150. yıldönümü…

''Yerlere dökülen kirazlar''ı anlatabilmem için önce bir şiirden bahsetmem gerekiyor:  ‘’Kiraz zamanı’’

Şiir: ''Kiraz Zamanı''

Şair, yazar ve gazeteci Özdemir İnce’nin ‘’Kiraz Zamanı’’ (May Yayınları, 1969) isimli güzel bir şiir kitabı var… Bu kitabın içinde de Fransızların ‘’Kiraz Zamanının şairi’’ diye adlandırdıkları şairi olan Jean- Baptiste Clement'e ait -kitaba da adını veren- güzel bir şiir var: ‘’Kiraz Zamanı’’ İşte bu şiirde Baptiste Clement ‘’yerlere dökülen kirazlar’’dan bahseder…


Bu şiirin Türkçesini ve orijinal Fransızcasını yazımın sonunda veriyorum. Şiirin hikâyesini anlatacağım ama şiirin hikâyesini anlatabilmem için önce mutat olduğu üzere kısa bir tarih (!) turu yapmam gerekiyor… Bunun için de 1870 ve 1871 yılındaki Fransa'ya Paris'e gitmemiz gerekiyor... 

Versay Anlaşması

Fransa İmparatoru III. Napolyon 19 Temmuz 1870’de Prusya’ya savaş açıyor… Ancak 2 Eylül 1870’te Napolyon’un orduları Sedan’da Almanlara yeniliyor ve Alman orduları Paris’e doğru yürürken, 4 Eylül 1870 Paris Belediye Binası’nın (Hotel de Ville) önünde Cumhuriyet ilan ediliyor.  


Paris, Prusya orduları tarafından ablukaya alınıyor... Abluka günlerinde Paris’in durumu hiç de iyi değildir. Paris’in varoşlarındaki fabrikalar başka yerlere taşındığı için binlerce işçi işsiz kalıyor. Açlık işçi mahallelerinde kol geziyor. Sadece işçiler değil, Paris’in burjuvaları bile sıkıntı içinde bulunuyor. Çünkü kuşatma yüzünden bırakın alışık oldukları lüks malları, hayatlarını idame ettirmeleri için gerekli mallara bile zor ulaşıyorlar. Yine de halk ve ordu el ele Paris’i düşmana teslim etmemek için savaşırlar. Ancak Almanlarla ateşkes imzalanmasından sonra Cumhuriyetçi Paris’e değil monarşist Versailles’e (Saray’a) dönülüyor. Bu Parislilerin öfkesini daha da arttırıyor. İhanete uğradıklarının farkında olan Parisliler, beş milyarlık bir tazminat ile Alsace ve Loraine bölgelerinin bir bölümünü Almanya’ya peşkeş çeken bir barış anlaşmasının özneleri olmak da istemiyorlar…

Paris Komünü

Bu yenilgiyi ve bu anlaşmayı hazmedemeyen halk,18 Mart 1871'de Hotel de Ville'de önünde toplanarak ''Paris Komünü'' (La Commune de Paris)nü ilan ediyor. Paris Komünü, Paris halkının Fransız hükumetine karşı kurduğu 18 Mart 1871’den 28 Mayıs 1871’e uzanan yerel bir yönetimin adıdır. Paris Komünü, içinde şekillendiği koşullar, tartışmalarla yürüyen kararları ve acılı sonu onu zamanının en önemli politik dönemlerinden biri haline getiriyor.


Paris Komününün hüküm sürdüğü iki ay kadar süren iktidarı boyunca bazı reformlar yapılıyor. Bunlardan bazıları: Sıkıyönetimin, askerî mahkemelerin, sansürün ve düzenli ordunun kaldırılması, kilise ile devletin ayrılması, din işlerine ayrılan bütçenin, dini vakıfların ve okullardan din derslerinin kaldırılması, kilise mallarının milli emlake devredilmesi, fabrikaların isçilere devredilmesi vb.

Kanlı gün: 28 Mayıs 1871

22 Mart 1871'de Versailles hükümeti (Saray) yandaşlarının komünü ele geçirme teşebbüsü başarısız oluyor. 12 Mayıs 1871'de Versailles güçleri Paris’e giriyor. Versailles güçleri komüne karşı şehri ele geçirmek için halk birlikleriyle uzun süre kanlı biçimde savaşıyor. 28 Mayıs 1871 günü, Versailles güçleri tarafından şehir sokak sokak çarpışılarak ele geçiriliyor. Halk, Versailles güçlerine karşı mermi tükenince taşları tüfeklere doldurup savaşıyor, rehineler karşılıklı olarak öldürülüyor, son direnişler Pére Lachaise mezarlığında yapılıyor ve esirler bu mezarlıkta Versailles güçlerince kursuna diziliyor. Savaşta 20 000 kadar komün devrimcisi ve 700'den fazla Versailles'li öldürülüyor…

(Bu konuda ''Paris Komünü'' -La Commune, Paris1871- isimli 2000 yılı yapımı Peter Watkins'in yönetmenliğini yaptığı altı saatlik -345 dakika- güzel bir belgesel var... Bulursanız kaçırmayın derim.)

İşte girişte bahsettiğim ‘’Kiraz Zamanı’’ şiirinin yazarı Jean- Baptiste Clement anlattığım Paris Komünü partizanlarındandır. En ünlü şiiri olan ve elden ele dolaşan bu şiirini 28 Mayıs 1871’de Fontaine-au-Roi sokağının hastabakıcı görevlisi olan “yiğit yurttaş” Louise’e adıyor. Ve bu şiir 1871’de Antoine Renaud tarafından besteleniyor ve Paris komününün simgesi haline gelip devrimci şarkıların en unutulmazlarından biri haline geliyor... 

Tarihi bilgi bu kadar...  Şimdi gelelim şiirin hikâyesine…

''Kiraz Zamanı'' şiirinin hikâyesi

28 Mayıs 1871, Pazar günü Paris bütünüyle Versailles güçlerinin eline geçiyor... Sadece Fontaine-au-Roi sokağında küçük bir grup çarpışıyor. Bunlar bir barikatın arkasına sığınmış yirmi kadar savaşçılardır... Aralarında Jean Baptiste Clement de bulunuyor. Öğleye doğru sokağa, elinde bir ekmek sepeti taşıyan yirmi yaşlarında bir genç kız geliyor. Kim olduğunu soran savaşçılara Saint-Maur sokağının hastabakıcısı olduğunu, belki yardımı dokunur diye buraya geldiğini söylüyor… Savaşçıların bütün ısrarlarına karşın oradan uzaklaşmıyor… Adının Louise olduğunu söyleyen bu kızı sonraları bir daha hiç kimse göremiyor… (''Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri'', C.1, Çev. A. Kadir - A. Timuçin, Evrensel Basım Yayın, 2000)


“Kiraz Zamanı” şiirinin sonradan, 1871’in kiraz zamanında yaşanan Paris Komünü’nün kanlı haftasının da simgesi olmasının iki nedene dayandığı söyleniyor. Birincisi şiirde yerlere düşen kırmızı kiraz tanelerinin komüncülerin kan damlalarını çağrıştırması, ikincisi de, bizzat kendisi de “Komünar” olan J.B. Clement’in barikatlarda can veren sevdiği bu hemşireye bu şiiri yazıldıktan beş yıl sonra ithaf etmesi. (1866)

Jean Baptiste Clement “Kiraz Zamanı” şiiriyle, öylesine meşhur oluyor ki, mezar taşına bile “Jean Baptiste Clement Kiraz Zamanı Şairi” yazılıyor... (Fotoğrafını yazımın sonuna ekliyorum.)

Bu şiiri Türkiye’de meşhur eden de yazımın girişinde bahsettiğim Özdemir İnce’nin içinde bu şiirin de bulunduğu ‘’Kiraz Zamanı’’ (May Yayınları, 1969) isimli şiir kitabı oluyor…

Jean- Baptiste Clement şiirinde başlangıçta tatlı tatlı, güzel güzel başlayıp sonunda da hüzünlü bir şekilde; ‘’Taşırım kiraz zamanından yüreğimde bir yara ve kader sunarken bana kendini, bilmez acımı dindirmesini. Kiraz zamanını hep seveceğim ben ve içimde sakladığım anıyı’’ diye hüzünlü bir şeklide şiirini bitiriyor... 

Bu şiir ve hikâyesi ''Le Temps des Cerises'' (Kiraz Zamanı) ismiyle 1914'ten 2005 yılına kadar beş kez filme alınıyor, üzerine bu adla iki ayrı tiyatro oyunu, iki ayrı roman yazılıyor... Şarkılara konu ediliyor... 

Yazımın hemen sonunda Fransızca öğrenen herkesin dinlemiş olması kuvvetle muhtemel olan bu şiirden yapılmış şarkının bağlantısını vereceğim. Eğer vaktiniz varsa aşağıdaki bağlantıdan “Kiraz Zamanı” (Le Temps des Cerises) isimli şarkıyı Fransız şansonlarının en güzellerinden Fransız aktör ve müzisyen Yves Montand’dan dinleyin! Hatta canınız kiraz çekmişse de şarkıyı dinlerken bağlantıyı tam ekran olarak izleyin.

Kiraz zamanı; mayıs sonları, haziran başıdır ve mevsimlerin en güzel olduğu vakitlerdir. Kiraz zamanı güzeldir ama kısadır, aynı daha önce anlattığım Sakura gibi, aynı hayat gibi, aynı ömür gibi.

Ve ‘’Tarih’’ ne garip bir bilimdir…. Dönemine hükmeden şaşalı diktatörleri, mağrur galipleri değil de nedense hep ona karşı koyanları, ona direnenleri, mağlupları kaydediyor… Hatta hatta anlattığım gibi yerlere dökülen kirazları bile… Zaten boşu boşuna da söylemiyor İngiliz sanat eleştirmeni, senaryo ve belgesel yazarı ve romancı John Berger; ‘‘Galiplerin ömrü kısa olur, mağlupların ise hayal edilemeyecek kadar uzun’’ diye…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Yves Montand, ‘’Le Temps des Cerises’’ (Kiraz Zamanı)
https://www.youtube.com/watch?v=ncs4WlWfIZo

 

Kiraz Zamanı

Gelince bize kiraz zamanı,

sevinçli bülbülle alaycı karatavuk
bayram ederler.
Güzellerin başında kavak yelleri,
sevdalıların yüreğinde güneş dolaşır. 
Gelince bize kiraz zamanı, 
alaycı karatavuk ne güzel şakır.

Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa. 

Gider çiftler düş kura kura
kirazları toplamaya,
bir örnek giysiler içinde aşk kirazları
düşer yapraklar altından damla damla, kan gibi.
Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa,
toplanır düş kura kura mercan taneleri.

Gelince size kiraz zamanı,

korkunuz varsa aşkın acısından,
sakının güzellerden.
Ben ki ağır acılardan hiç korkmam, 
istemem bir gün bile yaşamak acısız.
Gelince size kiraz zamanı,
aşkın acılarını da tadacaksınız.
Hep seveceğim ben kiraz zamanını

Taşırım kiraz zamanından

yüreğimde bir yara.
Ve kader sunarken bana kendini
bilmez acımı dindirmesini.
Kiraz zamanını hep seveceğim ben,
ve içimde sakladığım anıyı.

Le Temps des Cerises

Quand nous chanterons le temps des cerises,

Et gai rossignol, et merle moqueur
Seront tous en fête !
Les belles auront la folie en tête
Et les amoureux du soleil au cœur !
Quand nous chanterons le temps des cerises
Sifflera bien mieux le merle moqueur !

Mais il est bien court, le temps des cerises

Où l'on s'en va deux cueillir en rêvant
Des pendants d'oreilles...
Cerises d'amour aux robes pareilles,
Tombant sous la feuille en gouttes de sang...
Mais il est bien court, le temps des cerises,
Pendants de corail qu'on cueille en rêvant !

Quand vous en serez au temps des cerises,

Si vous avez peur des chagrins d'amour,
Evitez les belles !
Moi qui ne crains pas les peines cruelles
Je ne vivrai pas sans souffrir un jour...
Quand vous en serez au temps des cerises
Vous aurez aussi des chagrins d'amour !

J'aimerai toujours le temps des cerises,

C'est de ce temps-là que je garde au cœur

Une plaie ouverte !

Et dame Fortune, en m'étant offerte

Ne saurait jamais calmer ma douleur...

J’aimerai toujours le temps des cerises

Et le souvenir que je garde au cœur !

Jean-Baptiste Clément (1866)




Bir Yemen türküsü ve bir hatanın düzeltilmesi!

27 Mayıs 2021

Dün yazdığım ‘’Mihrali Bey’’ yazısında Yemen türkülerinden bahsetmiştim. Yazımda ‘'Havada bulut yok’’ diye başlayan Yemen türküsünün Muş yöresine ait olduğunu yazınca bir okuyucu itiraz etti. Kendisi bu yemen türküsünün Muş yöresine ait olmadığını iddia ediyor… 

Bazı kaynaklarda, Yemen türküsü hakkında herhangi bir sağlıklı araştırma ve inceleme yapılmadan türküde geçen “burası Muş’tur” kısmı “burası Huş’tur” diye değiştirilerek “Yemen türküsü” adıyla Yemen’e mal ediliyor. Bu doğru değildir. Sanırım yazıma itiraz eden okuyucu da bu bilgiye göre itiraz ediyor... 

Bu yanılma sadece bu türküyle sınırlı kalmıyor... Bu yanılma türkülerde çok yapılıyor. Mesela ''Adana'nın yolları taştan'' türküsü Adana'nın değil de Çankırı yöresinin, ''Şen olasın Ürgüp'' türküsünün de Ürgüp'ün değil de Antalya yöresinin olduğu gibi...

O zaman bana da gerçeği, doğru bilgiyi aktarmak kalıyor...

Gerçeğin kendisi

''Havada bulut yok bu ne dumandır'' sözleri ile başlayan Yemen türküsünü Atatürk de seviyor. Atatürk türkünün her söylenişinde gözyaşlarını tutamayarak şöyle söylüyor: ‘’Anadolu çocuklarının ne işleri vardı Yemen çöllerinde? Oraya gönderildiklerinde belki yeni evliydiler. Geride genç eşlerini, kundakta yavrularını bırakmışlardı. İçlerinden birinin şansı yaver gider de geri dönebilseler kendisi ve eşi yaşlanmış, çocuğu kız ise gelinlik çağa gelmiş, erkekse koskoca delikanlı olmuş bulurdu. Bütün bunlar niçindi? Yazık günah değil miydi evlatlarımıza?”

TRT arşivleri incelendiğinde, bu türkü hakkında arşivde: Kaynak kişi: Duriye Keskin (mahalli sanatçı), derleyen: Muzaffer Sarısözen, notaya alan: Muzaffer Sarısözen ve TRT repertuar no: 341 bilgileri yer alıyor…

Muş ve çevresinde ilki 1944 yılında Türk halk müziğinin babası ve TRT yurttan sesler programının yapımcısı rahmetli üstat Muzaffer Sarısözen başkanlığında Bedii Yönetken ve teknisyen Rıza Yetişken’ den kurulu ekipçe, ikincisi ise 1961 yılında Mustafa Geceyatmaz, Fikret Otyam ve teknisyen Mücahit Küçükbaran’dan oluşan ekiplerce resmi derleme çalışmaları yapılıyor... 

Yapılan bu derlemeler sonucu bu türkü Muş ilimize ait olarak TRT repertuarına giriyor. Ayrıca; Ankara Üniversitesi (TÖMER) dil dergisinde, aslen Muş’lu olan Mülkiye Müfettişi Sayın Nuri Yaman’ın araştırmalarına istinaden bu türkünün öyküsü ve bilinmeyen kısımları türkünün yöresi de Muş ili olarak yayınlanıyor... 

Ancak 1990’lı yılların ortasında TRT, bir söylenti üzerine hiçbir bilimsel inceleme yapmadan işgüzarlık yaparak bu türküyü tahrif ediyor: Türküde geçen ‘’Muş’’ ili yerine Yemen’de bir Türk kalesi olan ‘’Huş’’ ile değiştirerek bu türküyü bir Yemen türküsü haline getiriyor…

Bunun üzerine İstanbul Teknik Üniversitesi Müzikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Songül Karaosmanoğlu Ata, bir gazeteye demeç vererek türkünün sözlerinin aslında “Burası Muş’tur" olduğunu, Yemen'e ait Huş şehri olduğu söylentilerin doğru olmadığını ifade ediyor. Ata, gazeteye yaptığı açıklamasında ‘’İlk olarak 1944'te, Duriye Keskin adlı mahalli bir sanatçıdan derlenen türküdeki ‘Burası Muş'tur’ sözlerinin 90'ların ortasında kaynağı belirsiz söylentiler sonucu ‘Burası Huş'tur’ şeklinde değiştirildiğini, TRT'nin bile söylentilerden etkilenerek türküde tahrifat yaptığını’’ söylüyor. Ata, açıklamasının devamında ‘’TRT'nin değiştirdiği Huş’un; Yemen'in başkenti Sana ile Taiz kentleri arasında bulunan bir Türk Kalesi'nin ismi’’ olduğunu hatırlatan Ata, "Türkünün sözlerini dikkatli bir şekilde okursak, Anadolu toprakları üzerinde bir yerlerde söylendiğini anlayabiliriz" diye söylüyor. (Milliyet. 10 Temmuz 2006)

Türkünün hikâyesi

Acılı, elemli ve yaslı bir türkünün öyküsüdür Yemen türküsü. Tarihi tam olarak bilinmez. Aslında bilinir de herkes kendine göre değişik bir tarih söylüyor.

Yemen türküsünün bilinmeyen yönlerini aslen Muş’lu olan Mülkiye Müfettişi Nuri Yaman anlatıyor: Muş ilinden Yemen’e çok sayıda genç “ölürsek şehit kalırsak, gazi oluruz” diyerek askere gidiyor. Yemen’in öldürücü sıcağı, düşmanı ezici çoğunluğu ve Arapların ihaneti nedenleri ile gidenlerin hemen hepsi orada şehit düşüyor, hiçbirisi geri dönmüyor… Türkümüz geride kalan asker yakınları ve yavuklularınca söyleniyor... 

İşte bu türkü gidip de gelemeyen o isimsiz kahramanlardan Muş’ta kalan sevgilisinin sesi, özlemi, elemi ve de acısı haline geliyor. Hüseyni makamında olup 5/8 lik bir türküdür.

Türkümüzün sözlerine bakıldığında yöre insanımızın geleneklerini, yaşam biçimini ve acılarını yansıttığı görülüyor. Yemen’e giden redif alayından hemen, hemen hiç kimse geri dönmüyor. Bu kara haberin Muş’a ulaşmasıyla (halk arasında şivan denen) ağıtlar yakılıyor, feryatlar yükseliyor.

Muş geleneklerinde komşularca cenazesi olan evlere başsağlığına gelenlere ve cenaze evinin halkına yemek gönderilir. O zamanlar teknik gelişmediğinden, yemekler fırınlarda değil kazanlarda, odundan ateş yakılarak pişirilirdi. Cenaze evi birden çok olduğundan, şehrin birçok yerinde cenaze evlerine yemek göndermek amacıyla büyük ocaklar kurulur, odunlar ocağa sürülür... İşte bu ocaklardan çıkan yoğun duman gökyüzüne doğru yükseliyor. Nişanlısı redif alayı ile birlikte Yemen’e giden ve bu kara haberi henüz duymamış olan genç kızımız pırıl pırıl bir ağustos günü bu ağlamaları ve bu dumanı görünce şöyle söyleniyor: 

''Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne şivandır
Bu Yemen elleri ne de yamandır''

Gerçekten de mehlede ölü yoktur cenazeler Yemen’dedir. Bulutsuz ağustos gününde ki duman ise cenaze evleri için yemek yapmak üzere yakılan ocakların dumanıdır.

''Ano Yemen’dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir
Burası Muş’tur, yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir''

Çemen; Yemen’de yetişen bir bitkidir. Askerlerimiz Yemen’e gitmiş ve bir daha geri dönmemiştir. Muş ili Türkiye’nin üçüncü büyük ovasına sahiptir. Birçok kişi Muş ovası ile türküdeki yokuş ve yol ikilemine düşüyor. Oysaki Muş ili yerleşim itibariyle savunması daha kolay en eski yerleşim yeri olan bugünkü Kale Mahallesi ve Minare Mahallelerinin olduğu bölüme konuşlanmış ova ise tamamen bu mahallerin altında aşağıda tarıma bırakılmıştır. 

Bugün halen Kale Mahallesi eski yerleşim kalıntılarını taşımakta ve yüksek bir yerde ovaya hâkim bir alandadır. Eski Muş’un yolu halen yokuştur. “Giden gelmiyor acep ne iştir” sözü Muş’a giden dönmüyor diye anlaşılmaktadır. Oysa türkünün sözleri dikkatli incelendiğinde Muş’tan Yemen’e gidenler şehit olup dönmediklerinden “giden gelmiyor acep ne iştir “ sözü onlar için söyleniyor…

Eski yerleşim yeri itibariyle Muş ilinde askerî kışla Kale Mahallesinin eteklerinde bugünkü İl Jandarma Komutanlığı dinlenme tesislerinin bulunduğu yerde bulunuyor. Ne yazık ki bu kışla yıkılıp yerine şimdiki jandarma tesisleri yapılıyor. Nişanlısının ölüm haberiyle yüreği yanan genç kızımız,  Kale Mahallesinden yokuşun altındaki kışlaya bakarak şöyle ağıt yakıyor:

''Kışlanın önünde redif sesi var
Açın çantasını bakın nesi var
Bir çift potin ile bir de fesi var''

Mülkiye Müfettişi Sayın Nuri Yaman’ın araştırmaları ile derlemesi yapılan türkünün diğer mısralarında ismi geçen yerlere gelince;

Mongok: yeni adı Soğucak’tır. Merkeze 2 km Mesafede soğuk suyu ile meşhur bir köydür. Karasu: 68 km Uzunluğunda komşu Bitlis ili Güroymak ilçesinden doğan ve Muş’a güneyden girerek bilahare Kurt İstasyonunda Murat nehri ile birleşen bir nehirdir.

''Kışlanın önünde çalınır sazlar
Gözlerim ağlıyor yüreğim sızlar
Yemen’e gidene ağlıyor kızlar''

Mısralarından da anlaşılacağı gibi bu türkü Muş’tan Yemen’e giden askerlerimiz için söyleniyor… Bu türkü Yemen'de söylenmiyor… .

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

''Havada bulut yok bu ne dumandır'':

https://www.youtube.com/watch?v=vLbGS09WN5Q

Yemen Türküsü

Havada bulut yok bu ne dumandır

Mahlede ölüm yok bu ne şivandır
Şu yemen elleri ne de yamandır

Ah o yemendir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir

Burası Muş'tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir

Kışlanın önünde redif sesi var
Bakın çantasında acep nesi var
Bir çift kundurayla bir al fesi var

Kışlanın önünde üç ağaç incir
Kolumda kelepçe boynumda zincir
Zincirin yerleri ne yaman sancır

Kışlanın önünde sıra söğütler
Zabitler oturmuş asker ögütler
Yemen'e gidecek bu koçyigitler

Ah o yemendir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir

Kışlanın ardını duman bağladı
Analar babalar kara bağladı
Yemen'e gidene herkes ağladı

Kışlanın ardında yüzüyor kazlar
Ayağım ağrıyor yüregim sızlar
Yemen'e gidene ağlıyor kızlar

Kışlanın ardında bir kırık testi
Askerin üstüne sam yeli esti
Gelinlik tazeler umudu kesti

Burası Muş'tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir


Mihrali Bey

26 Mayıs 2021


Mafya babaları beyaz ekranlarda sıra ile ard arda konuşuuup duruyorlar… Şimdi bırakın bu mafya babalarını da size gerçek bir kahramanı daha anlatayım. Dün gerçek bir kahraman Süleyman Askerî Bey’i anlatmıştım… Bugün de yine adı sanı bilinmeyen ama gerçek bir kahraman olan Mihrali Bey’i anlatayım… İnanın zamanınızı ekranlardaki mafya babalarını seyretmeye harcamaktansa bu zamanı bu kahramanın hayat hikâyesini okumaya ayırmaya değer...

Mihrali Bey’i anlatmadan önce Yemen türkülerini anlatmam lazım… Peşin peşin Mihrali Bey ile Yemen türkülerinin ne ilgisi var demeyin.. Var işte!

Yemen türküleri

Yemen üzerine çok türkü, çok ağıt yakılmıştır… Bunlardan en çok ‘'Havada bulut yok’’ diye başlayan Yemen türküsünü biliriz. Muş yöresine ait bu yemen türküsünün: ilk kıtası şöyleydi:


 ‘’Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne figandır
Şu Yemen elleri ne de yamandır
Ano Yemen'dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir.’’

Bir de ‘’Anlı Yemen’’ isimli Rumeli türküsü vardır:

‘’Anlı Yemen şanlı Yemen
Toprakları kanlı Yemen
Ben Yemen'e dayanamam
Nazlı yardan ayrılamam

Gitme Yemen'e Yemen'e 
Yemen sıcak dayanaman
Kalk borusu erken çalar
Sen küçüksün uyanaman’’

Bir zamanlar Ruhi Su, sonraları da Zülfü Livaneli söylerdi bu Rumeli türküsünü. Çocukluğumun çok sevdiğim bir türküsüydü... Sonraları biz büyüdük, ancak kalk borusu bizlere hep erken çaldı... Annelerimiz de arkamızdan hep bu türküyü söylediiii durdu… Ve bizler hep türküdeki sözleri yaşadık!

Bir başka son Yemen türküsü vardır ki…. Bu türküyü anlatmadan önce mutad olduğu üzre biraz tarihten bahsedeceğim. Zaten bu türkülerin kendileri de tarih ama ben yine bu türkü için tarihe bir yolculuk yapacağım… Hemen ‘’yine mi tarih!’’ diye şikayet etmeyesiniz ama!...

Önce üç tarihi kitap

Osmanlı paşalarının en ünlülerinden olan Gazi Ahmed Muhtar Paşa (1839-1919) anılarını kaleme almış ender paşalardan birisidir. Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın bu anıları ‘’Anılar 1, Sergüzeşt-i Hayatımın Cild-i Evveli’’ ve ‘’Anılar 2, Sergüzeşt-i Hayatımın Cild-i Sanisi’’ (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996) olarak yayınlanır. Gazi Ahmed Muhtar Paşa bu anıların Cild-i Evvel'inde 1839-1876 arasında askerlik yaşamının ilk on beş yılına sığan siyasal ve askeri gelişmeleri, Cild-i Sanisi’nde ise "93 Harbi" olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın doğu cephesini anlatır.


93 Harbi 1877 ve 1878 yıllarında Osmanlının Rusya ile yaptığı bir harptir... Bu harp; vatanperver insanların tüm çabalarına rağmen kaybedilen bir harptir. Daha önce bu sayfalarda anlattığım "Kaht-ı ricâl’’ deyimi bu harpte doğmuştur… Yani bu savaş kaht-ı rical’den (devlet adamı eksikliği) dolayı kaybedilmiştir. İşte bu harpte Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın Mühimme Başkâtibi olarak görev yapan Mehmed Arif Bey’in yazdığı ve hemen hemen askeriyedeki bütün zabitlerin özellikle kurmay zabitlerin okuduğu bir hatırat (sergüzeştname) vardır:  "Başımıza Gelenler" (Akçağ Yayınları, 2006) Bu kitapta Osmanlı Devleti'nin son döneminde ehil olmayan insanların iş başına getirilmesinin, umursamazlığın, saf-dilliliğin, yetersizliğin, korkunun ve vazife bilmemenin nasıl düşmanla işbirliği edip bir memleketi batırdığını tüm yönleriyle ortaya konulur…

Bu iki kitapta da bahsi geçen bir isim, bir kahraman vardır. Bu kahraman sanki bir ‘’Battal Gazi’’dir, bir ‘’Köroğlu’’dur, bir ‘’Şeyh Şamil’’dir, bir başka yönüyle sanki bir ‘’İnce Memed’’dir… Bu kahramanın ismi ‘’Mihrali Bey’’dir (1844-1906) Ve üçüncü kitap ise bu kahramanı anlatan tarihçi (Yemen tarihçisi) Cengiz Çakaloğlu’nun yazdığı bir kitaptır: ‘’Yemen'den Dönemeyen Karapapak: 40. Hamidiye Süvari Alayı Komutanı Mihrali Bey’’ (Kitabevi Yayınları, 2011)

İşte bahsedeceğim bu son ‘’Yemen Türküsü’’ Mihrali Bey’e aittir… Ancak önce bu kitaptan özetle Mihrali Bey’i anlatmak istiyorum… Mihrali Bey’i tanıdıktan sonra türküsü daha bir anlamlı…

Mihrali Bey…

Karapapak-Terekeme Türklerinden olan Mihrali, Tiflis vilayetinin Borçalı sancağına bağlı Darvas köyünde doğup büyür… Daha küçük yaşlarda ata binmeye ve silah kullanmaya başlayan Mihrali, kısa boylu karayağız ve sevimli biridir. Genç yaşında cesareti, mertliği ve çevikliği dillerde söylenir hale gelir…  


Mihrali Bey, Ruslara karşı

Mihrali on yedi yaşında babasını kaybeder. Ruslar, Mihrali ve kardeşlerinin karşı çıkmalarına rağmen babalarının cenazesinin Müslüman mezarlığına gömülmesine izin vermez ve İslami geleneklere aykırı bir biçimde defin işlemi yaparlar. Bu duruma çok içerleyen Mihrali ne yapacağı konusunda planlar kurarken o gece rüyasında babasını görür ve babası “Utanmıyormusun, beni bu mezarlığa nasıl gömdürdün, eğer beni bu kâfirlerin arasından almazsan sana hakkımı haram ederim” der. 

Rüyanın etkisi ile yatağından fırlayan Mihrali, elbiselerini giyer, silahlarını kuşanır ve evden çıkarak doğruca mezarlığa gider. Mezarlık Rus askerleri tarafından korunmakta olduğundan sessizce babasının mezarına kadar giden Mihrali, mezarı kazar ve babasının cesedini mezardan çıkararak omuzun alır ve tam dışarı çıkmak üzere iken askerlere yakalanır. Mihrali cesedi yere koyup ellerini havaya kaldıracağı anda ani bir hareketle nöbetçilerin üzerine saldırır ve ikisini de oracıkta öldürür. Tekrar babasının cesedini omuzlayarak doğruca Müslüman mezarlığına götürür ve okuduğu dualarla tek başına gömer. 

Artık Mihrali için kaçak dönemi başlar… Ertesi gün olayın duyulması ile Tiflis valisi köyü ablukaya aldırır. Ancak Mihrali dağa çıktığından yakalanmaz. Korkunç bir takip başlar… Mihrali’yi aramak bahanesiyle Türk köylerine baskınlar düzenleyen Rus askerleri, yerli ahaliye zulmedip onun yerini öğrenebilmek için insanlara işkence ederler. Hele olayın Çar Aleksandr tarafından duyulması, baskı ve zulmün daha da artmasına ve başkaca insanların da dağa çıkmalarına sebep olur… Mihrali İran’a kaçar… Bu arada içerideki hainlerden Keçeli köyünde Hacı Veli, Mihrali’nin İran’da bulunduğunu ihbar eder. Çar, İran Şahına bir name yazarak Mihrali’nin yakalanmasını talep eder. Bu defa İran zaptiyeleri tarafından sıkıştırılan Mihrali, tekrar Rus tarafına geçer. 

Olayların sürekli bu şekilde gelişmesi ve Mihrali ve onunla birlikte hareket eden adamlarının yakalanmasındaki zorluğu gören Çar, bu ekibin içinden birkaç kişiyi affederek muhbir olarak kullanmak ister. Bu tuzağa düşenlerden Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin gizlice valiye gider, teslim olurlar. Serbest bırakılan bu hainler, Mihrali’nin baba evini basar, ağabeyi Mehmet Ali’yi öldürürler. 

Olaylar bu şekilde devam edip giderken Mihrali her sıkıştırıldığında birkaç Rus askerini daha öldürür… Artık yüzlerce Rus askeri Mihrali’nin peşindedir… Osmanlı Rus sınırına yakın bir bölgede meydana gelen şiddetli bir çatışma sonrasında Mihrali yaralı olarak Osmanlı topraklarına geçer ancak bir ihbar sonucu yakalanarak Kars hapishanesine atılır. Uyandığında kendisini elleri ve ayakları prangaya vurulmuş vaziyette bulur… Yarası kapanmaz… Durumu her geçen gün daha kötüye gider… Mahkûm arkadaşlarının getirttiği otlarla tedavi olmaya çalışır.

Bu arada mahkûmlardan birisinin karısı vasıtasıyla içeriye eğe, çekiç ve benzeri malzemeler getirirler. Mahkûmları organize eden Mihrali onların bir tünel kazmalarını ister. Epey bir uğraş sonucu tünelin sonuna gelinir… Ama ne yazık ki tünelin bitiş noktası tam nöbetçi askerlerin bulunduğu noktaya çıkar… Son taşı kaldırmazlar ve bir gün hapishanede isyan çıkartırlar… Gardiyanlarla mahkûmlar arasındaki ardabe devam ederken prangalardan kurtulan Mihrali tünelden geçerek son taşı kaldırdığında nöbetçi tarafından fark edilir ve askerin müdahalesi sonunda bacağından yaralanır. Kaptığı süngü ile askeri öldürür, sürünerek karşıdaki ahıra gider otların arasında saklanır. Hapishanede isyan bastırılır ve yapılan sayım sonrasında Mihrali’nin kaçtığı ortaya çıkar… Her tarafa atlılar salınarak aramalara başlanılır… Ancak hapishanenin hemen yakınındaki ahırda saklanan Mihrali bulunamaz. Gece ahırdan aldığı bir atla dışarı çıkan ve oradan uzaklaşan Mihrali Maraşlı köyüne gelir. Bu köyde Musa çavuşun evinde bir ay müddetle kalan Mihrali tüm yaraları iyileştikten sonra kendisine verilen bir at, silah ve erzakla buradan ayrılır. 

Mihrali Bey, 93 Harbi’nde

Bu sırada 93 harbi yani 1877-78 Osmanlı Rus savaşı başlar… Mihrali yanına topladığı 120 kadar adamı ile Ruslara yapmadığını bırakmaz… Ruslar bu belalı Karapapak’la baş edemeyeceklerini anlayınca onu orduya hizmet şartı ile affederler. Mihrali Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa’ya bir mektup yazarak Rus’lara karşı Osmanlı’nın yanında yer almak istediğini ve kendisinin affedilerek Osmanlı topraklarına geçişine izin verilmesini ister. Bu teklif kabul edilir ve Mihrali kuvvetleri ile Çıldır’a gelir. Kendisine Binbaşı rütbesi verilen Mihrali artık Osmanlı’nın bir kumandanıdır ve adamları ile birlikte Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın emrinde doğrudan savaşın içerisine girer…  

Ağustos ayında iyice kızışan savaşta Mihrali ve kuvvetleri Göle bölgesinde kendisinden sayı ve silah yönünden çok güçlü olan düşmanla karşı karşıya gelir. Amansız bir mücadele başlar… Güçlü düşman karşısında başarılı olmaya azmetmiş olan bu kahramanlar bir taraftan geri çekilme taktiği ile düşmanı üzerine çekerken diğer taraftan yan kuvvetler ile işin farkında olmayan Rus askerlerini çembere alırlar… Sonuçta çember kapatılır ve Rus kuvvetlerinin büyük bir bölümü imha edilir… Bu savaşta atı vurulan Mihrali elde ettiği ganimetlerle Kars Kalesine döndüğünde buranın da muhasara altında olduğunu görünce arkadan düşman güçlerine karşı saldırı emri vererek kuşatma altındaki kalenin kurtulmasını ve ganimetlerin günlerdir aç ve susuz olan kaledeki askerlere ulaştırılmasını sağlar. 

93 harbi Osmanlıyı güçsüz ve sıkıntılı bir döneminde yakalamıştır. Her türlü araç gereç ve silahtan yoksun olan komutanlar, top arabalarını çekmek üzere at veya gerekli hayvanları bulamadığı zamanlarda, bu görevi de o kutsal askerlerin yerine getirmelerini isterler… Çamurda, yağmurda ve her türlü zorluklara rağmen askerler tırnaklarını toprağa gömerek top arabalarını yeni mevzilere taşırlar…  

Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın sonsuz güvenini kazanan Mihrali her verilen görevden başarı ile döner ve her dönüşünde de düşmana ait mühimmat, hayvan ve çeşitli gıda maddelerini de beraberinde getirir… Yine bir defasında Gümrü -Tiflis yolu üzerindeki tüm telgraf tellerini keser, Rus müfrezelerini tepeler, düşmanı çaresiz ve kımıldamaz hale getirir. 

Bu kahramanın yaptıkları İstanbul’a II. Abdülhamid’e kadar uzanır ve kendisine Mecidiye Nişanı verilir. 

Mihrali daha sonra Gazi Ahmed Muhtar Paşa’dan izin alarak köyü Darvas’a gider, akrabalarını ve diğer Karapapakları toplayarak Osmanlı’ya göç eder. Bundan sonra Erzurum müdafaasında yer alan Mihrali bu savaşta ağır yaralanır… 12 Aralık 1877 tarihinde Gazi Ahmed Muhtar Paşa İstanbul’a çağrılır. Gazi Ahmed Muhtar Paşa Bir kızak hazırlattırarak Mihrali’yi de adamları ile birlikte yanına alarak yola çıkarlar. Mihrali ve sülalesi Sivas’ta kalırken Paşa yoluna devam eder. 

Mihrali Bey, Sivas’ta

Mihrali, Sıvas’ın Ulaş bucağına bağlı Acıyurt köyüne yerleşir. Onunla birlikte gelen Karapapaklar da bu civarda 40 kadar köye yerleşir... Bunların buralara yerleşmesine herhangi bir zorluk çıkarılmaz, çünkü Padişah Mihrali ve ahvadının dilediği yere yerleşmesini serbest bırakmıştır. 

Mihrali Bey, Bağdat’ta

Mihrali, Sivas’ta da boş durmaz, 40. Hamidiye Süvari Alayını kurar. Göçten on iki yıl sonra Kurt İsmail Paşa Mihrali’nin yanına gelir ve Bağdat’ta amansız bir eşkıyanın olduğunu, Arapları Osmanlı aleyhine kışkırttığını söyler. Mihrali bunun üzerine atlılarını toplar ve Kurt İsmail Paşa ile birlikte Bağdat’a gider. Burada anılan eşkıyayı etkisiz hale getiren ve kendisinden af dileyen bu hainleri Padişahın oluru ile affeden Mihrali ve beraberindekiler tekrar Sivas’a dönerler. 

Sivas’ta bir olay sonrası Kangal kaymakamı ile ters düşen Mihrali’yi Padişah’a şikâyet ederler. Padişah cevabi yazısında “O benim yularsız aslanımdır. Kimsenin ona baskı ve eziyet etmesine izin vermem” diyerek gelen şikâyetleri geri çevirir. 

Mihrali Bey, Yemen’de

Fakat Sivas’ta ki devlet erkânı Mihrali’yi rahat bırakmazlar. Biraz dik başlı olması onların da rahat hareket etmelerini engellemektedir. Bu arada Yemen İsyanı çıkar. Sivas valisi Reşit Paşa Mihrali’yi Yemen’e göndermek istese de Padişah II. Abdülhamid’in tercihi Mihrali’ye bırakır. “Gitmem” demeyi yiğitliğe sığdıramayan Mihrali yollara düşer uzun bir yolculuk sonrasında Yemen’e varır duruma el koyar, ama çöl sıcaklarına fazla dayanamaz hastalanır. Bir müddet hasta yattıktan sonra orada vefat eder… Adamlarının büyük bölümü şehit düşer, birkaç kişi ancak Sivas’a geri dönebilir. 


Ve son Yemen türküsü

Tabii ki Türk insanı vefalıdır… Mihrali’nin ardından ağıtlar yakılır, türküler çığrılır… Bu türkülerden birisi de bahsettiğim son Yemen türküsü olan  ‘’Ben gidiyom Rüştü Bey'im ağlama’’ türküsüdür… Bazı yörelerde ismi ‘’Mehrali Bey’’ türküsü diye bilinir. Türkünün ikinci kıtası şu şekildedir: (Türkünün tamamını yazımın sonunda veriyorum.)


‘’Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Endi m'ola Mehrali bey Yemen'e
Gurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Dert benim vallah kime ne’’

Bu son Yemen türküsü düşünen beyinlere, anımsayan zihinlere, hisseden yüreklere kim bilir neleri neleri hatırlatır… İşte Mihrali Bey böyle bir kahramandır… Ekranlarda ard arda, sıra sıra gördüğümüz mafya babalarına benzemez…

Allah rahmet eylesin, ruhu şâd olsun…

Osman AYDOĞAN

’'Ben gidiyom Rüştü Bey'im ağlama’’, Ahmet Turan Şan’ın sesinden:
https://www.youtube.com/watch?v=hOV2gq85qxE

Ben gidiyom Rüştü Bey'im ağlama

Ben gidiyom Rüştü beyim ağlama
Köz goyup da ciğerimi dağlama
Alay gitti beni burda eyleme’’

Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Endi m'ola Mehrali bey Yemen'e
Gurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Dert benim vallah kime ne

Ben gidiyom Rüştü (*) beyim sana bir nişan
Susuzluktan alaylarım perişan
Hiç iflah mı olur Yemen'e düşen

Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Endi m'ola Mehrali bey Yemen'e
Gurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Dert benim vallah kime ne

Mehrali'yi sokaklarda duttular
Ağamı da bir gurşuna sattılar
Mehrali'yi Yemen'e de attılar

Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Endi m'ola Mehrali bey Yemen'e
Gurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Dert benim vallah kime ne

(*) Türküde ismi geçen Rüştü Bey; Mihrali Bey’in oğludur.)

TRT Ankara Radyosu THM Şubesi tarafından derlenmiştir. Sivas, Acıyurt, Mehralibey Köyü'ne ait bir uzun havadır. Salih Turhan ve Abuzer Akbıyık, ‘’Şu Yemen Elleri, Yemen Türküleri’’ (Kültür Ajans Yayınları: 54, 2010, s.91-92) Ömer Şan derleyen kişi bilgisiyle, son bölüm verilmeden aktarılıyor. Bazı kaynaklarda derleyen kişi Kemal Keskin olarak gösteriliyor… Sözleri Çiğdem Gökay Seçkal’a ait olarak veriliyor. ‘’Mihrali’’ ismi türküde de olduğu gibi bazı yörelerde ‘’Mehrali’’ diye geçiyor…


Altun hızmav mülâyim

25 Mayıs 2021


Dünkü yazımda Süleyman Askerî Bey’i anlatırken hepimizin bildiği bir Kerkük türküsü olan ‘’Altun Hızmav Mülâyim’’ türküsünün Süleyman Askerî Bey için söylendiğinin rivayet edildiğini yazmıştım… Şimdi de ben bu türküyü anlatmasam olmaz!

TV ve radyolarda ne zaman bu türküyü duysam, ‘’mutlaka’’ derdim ‘’mutlaka bir sorun var Irak’ta, Musul’da veya Kerkük’te’’… Eskilerden Araplar saldırdığında Kerkük’e çalardı bu türkü TV’lerde, radyolarda… Şimdi ise Barzani saldırdığında Kerkük’e, değil TV ve radyolarda bu türküyü çalmak, Kerkük’ün adını bile anmıyorlar… Ancak benim zihnimde hazin hazin hep çalar bu türkü…

Birinci Dünya Harbi'nde Ali İhsan Paşa'nın basiretsizliği ve ihanetiyle İngilizlere teslim edilen harpten sonra da yine İngiliz oyunuyla Türkiye'nin elinden çalınan, gasp edilen Kerkük... Atatürk'ten sonra da Türkiye’nin hiç ama hiç ilgilenmediği, ilgilenemediği, arkasını döndüğü Kerkük... Bir zamanlar Antep kadar, Erzurum kadar, Sivas kadar Türk olan Kerkük... Önce Arap’ın, Saddam’ın, sonra da Peşmerge'nin, Barzani’nin vurduğu, talan ettiği, yağmaladığı, tecavüz ettiği Kerkük… Türkiye'nin bir zamanlar kırmızı kırmızı çizgisi olan ama zamanla sararan, solan, unutulan, bir mezhep sevdasına Barzani'ye peşkeş çekilen Kerkük...

Arif Nihat Asya'nın:

‘’Perdeleri örtük
Lambaları sönük
Sırtında yıllar yük
Hatıraları kırık dökük
Bir yer olacak orada
Adı Kerkük’’

dediği Kerkük...

İşte TV’lerde, radyolarda geçmişte sadece bu tecavüz zamanlarında duyduğum ve artık değil tecavüz, Kerkük Türkü katledildiğinde bile artık TV’lerde, radyolarda hiç mi hiç duymadığım ‘’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü bir Kerkük türküsüydü…

‘’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü; insanı bam telinden vuran, insanın içini acıtan, insanın yüreğini sızım sızım sızlatan, insanın boğazına yumruk gibi gelip gelip oturan, çok saf, çok temiz, tertemiz, insanı can evinden vuran bir Kerkük türküsüydü…

‘’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü; insana acı veren, bir kabullenme duygusunu, bir sineye çekme duygusunu verse de için için insanı isyan ettiren bir Kerkük türküsüydü.

’’Müzikteki 24 aralık, altının ‘en saf’ olan 24 ayar hâlinden mülhemdir!’’ (mülhem: esinlenmiş) diye bir veciz söz vardı… İşte ‘’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü sevginin, acının, hüznün, şikâyetin, çaresizliğin ve isyanın en saf halinden mülhem olan bir Kerkük türküsüydü…

‘’Altun hızmav mülâyim’’ türküsü; İngilizler'in "Mezopotamya Seferi" adı verdikleri seferle 1914 yılında Basra'yı işgali üzerine Basra'yı geri almak için, Binbaşılıktan Yarbaylığa terfi ettirilerek cephe komutanlığına atanan, yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe'de İngilizlere karşı taarruza geçen, üç gün süren savaşın sonucunda yenilgiye uğrayıp, bu savaşta bacağından yaralanan, gözlerinin önünde kendi yetiştirdiği gencecik vatan evlatlarının şakır şakır öldüğünü ve güvendiği Arap aşiretlerinin ihanetini görüp, üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında henüz 30 yaşında iken intihar eden (14 Nisan 1915) Süleyman Askerî Bey için yazıldığı rivayet edilen bir Kerkük türküsüydü…

Düşünüyor musunuz; türküde; "seni Hak’tan diledim" diyor. Hak’tan başka ne dilenirdi ki?... ''Yaz günü temmuzda, sen terle ben sileyim'' diyor... ''Menim lâl olmuş dilim, ne dedi yar incinir'' diyor... ''Gün gördüm günler gördüm, seni gördüm şâd oldum'' diyor... 

Ve türküyü dinledikten sonra türkünün şu dizesi zihninizde takılmış bir plak gibi döneeeer durur:

‘’Menim lâl olmuş dilim, ne dedi yar incinir?’’

Osman AYDOĞAN

1987 yılında Sema Moritz tarafından kurulan ve Türk müziğini “jazz a la turca” olarak seslendiren ‘’Sema & Taksim’’ grubunun müziği ve billur gibi duru ve muhteşem sesi ile Sema Moritz’in harika yorumu: Sema Moritz ve Sema & Taksim grubu: Altun hızmav mülâyim
https://www.youtube.com/watch?v=PXuUCcxaexM

Türkülerin şan yorumları pek güzel olmaz ama burada seslendiren, Kerkük asıllı tenor İhsan Ekber olunca mükemmel bir yorum ortaya çıkmış: Altun hızmav mülâyim
https://www.youtube.com/watch?v=CBioJvoXdBE

Gerçek adı Anaxanım Etibar qızı Tağıyeva olan ve Azerin adını kullanan Azerbaycanlı ses sanatçısı Azerin’in mükemmel yorumu: Altun hızmav mülâyim
https://www.youtube.com/watch?v=z9jsUAfytfo

Bu türkünün en güzel yorumu Abdurrahman Kızılay’ın yorumudur.  Bu türküyü Abdurrahman Kızılay’dan dinlemeyen bu türküyü dinledim demesin! Abdurrahim Kızılay: Altun hızmav mülâyim
https://www.youtube.com/watch?v=m3C8E0pYEAs

Bu türkü; TRT Türk Halk Müziği repertuarında (TRT repertuar No: 0014) ‘’Altun hızmav mülâyim’’ olarak geçen türküydü...

Bu türkünün kaynak kişi de; ilk ve orta öğrenimini Kerkük'te tamamlayarak müzik eğitimi için Ankara'ya gelen ve 1974'te Türk vatandaşlığına kabul edilen ve asıl adı Abdurrahman Ömer İbrahim olan Kerküklü Türkmen ses sanatkârı ve udi Abdurrahman Kızılay’dı…  Uzun yıllar Kerkük Kızılay’ında gönüllü olarak çalıştığı için Kızılay soyadı önerilmiş ve kendisi de bu soyadı kabul etmişti. 12 Aralık 2010’da Abdurrahman Kızılay’ın da vefatı ile Türkmenler gibi bu türkü de öksüz, sahipsiz ve kimsesiz kalmıştır.  

Derleyen kişi de Nida Tüfekçi’dir... (11.02.1970)

Altun hızmav mülâyim

Altun hızmav mülâyim

Seni haktan dileyim
Yaz günü temmuzda
Sen terle ben sileyim

Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şâd oldum

Altun hızmav incidir
Gömleği nar içidir
Menim lâl olmuş dilim
Ne dedi yar incinir

Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şâd oldum

Altun hızmav tomağa
Yaraşır al yanağa
Gel yarim görüşelim
Ben gidirem irağa

Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şâd oldum

Altun hızmav Arabi
Lebleriv gül şarabı
Uzağ yoldan gelipsen
Kuvvat olsun Çelebi

Gün gördüm günler gördüm
Seni gördüm şâd oldum

Kerkük’te ikinci tekil şahıs iyelik eki -v olduğundan, "Altın hızmav" şeklinde söylenir, ancak "altın hızman" anlamına gelir. 

Belki genç arkadaşlarım hatırlamazlar. Ben de türküyü anlaşılır kılmak için şöyle bir sözlük kullanayım:

Mülâyım; yumuşak, uygun..
Lâl; konuşamayan, dilsiz, suskun...
İrağ; ırak, uzak (ülke değil)...
Tomağ: Kazma, toprağı kazıyacak alet..
Şâd olmak; mutlu olmak, sevinmek...
Hızma; buruna takılan süs halkası...


Süleyman Askerî Bey

24 Mayıs 2021


Bir densiz müftü

Geçtiğimiz hafta 21 Nisan 2021 Cuma günü Düzce Akçakoca’nın, Müslüman olmuş ama İslamiyetten nasibini alamamış olan densiz müftüsü, Cuma hutbesinde yaptığı konuşmada Selanik göçmenlerini hedef alıyor. Filistin olayları ve Yahudilere değindiği vaazında müftü, Selanik göçmenlerinin yüzde 90’ının Sabetayist olduğunu ve Müslüman olmadığını söylüyor. “Yüzde 90’ı Selanik göçmeni ve Sabetayist. Ne demek Sabetayist? Müslümanlığa girmiş gözüken Yahudiler. Aslında Müslüman değil” ifadelerini kullanan müftü, ardından Gezi olaylarıyla bağlantı kuruyor…

Mehmet Âkif Ersoy ''Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti'' isimli şiirinde bu densizler güruhuna cevabını çoktaaan vermişti zaten:

‘’Düşme ey avare millet bunların hizlanına;
Vakıfız biz hepsinin pek muhtasar irfanına;
Şark'a bakmaz Garb'i bilmez, görgüden yok vayesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi!...’’

Peki bütün sermayesi bir kızarmaz yüz, bir yaşarmaz göz olan bu densiz müftünün Balkan göçmenlerine karşı olan bu kini ve nefreti nereden geliyor?

Yine tarihe döneceğiz…

Osmanlının anayurdu Balkanlar ve bir fay hattı

Çoğumuz üzerinde düşünmemişizdir ama ''Anadolu'', Selçuklunun bir anayurdu iken ''Balkanlar'' da Osmanlının anayurdu idi. Osmanlı öz be öz Türk olan evlâdını ‘’evlâd-ı fâtihân’’ olarak Balkanlara yerleştirdi. Bu nedenle Osmanlı tüm yatırımlarını, okullarını, medreselerini, camilerini, hanlarını, hamamlarını, yollarını ve üretim tesislerini hep Balkanlar'a yapmıştı. Anadolu’daki bütün eserler, köprü, yol, cami, medrese ne varsa hepsi Selçuklu eseridir. Başkenti Bursa'daki ve şehzadelerin eğitildiği Amasya ve Manisa’daki cami ve türbeler hariç Osmanlının Anadolu’da doğru dürüst bir tane dahi eserini bulamazsınız… Özellikle Osmanlı eğitim kurumlarının hemen hemen tamamı Balkanlarda idi...

İşte bu nedenledir ki, bu eğitim nedeniyledir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran neslin, sivil ve asker bürokrasisi ile sanat ve edebiyat camiasının nerdeyse hemen hemen tamamı evlâd-ı fâtihânın torunları olan Balkan kökenlidir... Osmanlı tarafından ihmal edilmiş, cahil bırakılmış Anadolu insanının bir kısmı ise kıskançlıktan mıdır nedir bu eğitimli, evlâd-ı fâtihânın torunu olan Balkan kökenli insanları pek hazzetmezler... Bu kıskançlık ve hazzetmeme durumu, muhtemel, genlere kadar işlemiş olacak ki Osmanlı tarafından ihmal edilmiş, eğitilmemiş, cahil bırakılmış bu insanların torunlarına kadar da bir damar halinde, bir fay hattı halinde günümüze kadar da devam eder hale gelmiştir. Bakın günümüz Türkiyesi'nin sosyo-politik yapısına, bu durumu net bir şekilde görürsünüz! Bugün bir takım siyasilerin bahsettikleri, dile getirdikleri ‘’suyun öte tarafından’’ (Meriç nehri kastedilir), ‘’Selanik göçmeni’’ şeklindeki ''kin ve nefret'' söyleminin kökeni teee oralara kadar gider. Bu ''kin ve nefret'', Osmanlının has evladının anayurdundan Anadolu'ya getirdikleri bilime ve  aydınlığa karşıdır. Zira Galileo söylemişti zaten; ‘'Hiçbir kin, cahilin bilime duyduğu kinden daha büyük olamaz.’'

Bu Müslüman olmuş ama İslamiyetten nasibini alamamış olan densiz müftü efendi bilmez ki o Selanik göçmeni olmasaydı eğer vaaz verdiği o cami muhtemel bir kilise olacaktı ve belki de kendisi de o kilisede papaz olarak vaaz verecekti...

Süleyman Askerî Bey


Bugün, kimseciklerin pek bilmediği o evlâd-ı fâtihânın bir torununu anlatacağım. Bu yiğit şimdiki dincilerin ve sözde milliyetçilerin itibar ettikleri, işbirliği yaptıkları ve örnek aldıkları mafya bozuntularına hiç mi hiç benzemez…

Bu anlatacağım evlâd-ı fâtihânın bir torunu olan Süleyman Askerî Bey’dir…

19. asrın son çeyreğinde doğan, İttihat ve Terakki çatısı altında, istibdat rejimine karşı mücadele eden, Trablusgarp’ta ve Balkan Harbi’nde savaşan ve burada bir de ''Cumhuriyet'' kuran ve sonunda Cihan Harbi’nde Irak cephesinde çarpışarak batmakta olan bir imparatorluğu kurtarmak isteyen, hem de tüm bunları gencecik bir 30 yaşa sığdıran Süleyman Askerî Bey’i kısaca anlatmak olmaz… Süleyman Askerî Bey’i sabrınıza güvenerek hakkıyla anlatmak istiyorum…

Süleyman Askerî Bey, Balkan kökenli bir ailenin çocuğu olarak 1884'te bugünkü Kosova'ya bağlı Prizren şehrinde doğar. Babası Harp Livası Halil Vehbi Paşa bir süre Afyon Redif Taburu'nun komutanlığını yapmış bir askerdir. Annesi ise Güzide Hanım’dır. 


Manastır zamanı

Süleyman Askerî Bey,1902 yılında Mekteb-i Harbiye'den, 5 Kasım 1905 tarihinde de Mekteb-i Erkân-ı Harbiye'den Mümtaz Yüzbaşı rütbesiyle mezun olur. İlk olarak Selanik'teki Üçüncü Ordu'ya bağlı olarak Manastır'a atanır. Manastır'da kaldığı günlerde İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne girer. Süleyman Askerî Bey'in İttihat ve Terakki Cemiyeti ile tanışıklığı, Edirne Askerî İdadisi'nde eğitim aldığı yıllara dayanır… Süleyman Askerî Bey, istibdata karşı çıkarak, Namık Kemal, Ali Suavi gibi aydın vatanseverleri okuyarak, meşrutiyet fikrini benimser…. Bu nesil yıkılmakta olan Osmanlı’nın kurtuluşunu, meşrutiyette görüyorlardır. 3. Ordunun neredeyse tamamı Jön Türklerden oluşmaktadır…


Süleyman Askerî Bey, İttihat ve Terakki Cemiyetinin teşkilât işleriyle meşgul olmaya başlar. Süleyman Askerî Bey’in politikada bazı sert müdahalelerinden dolayı İttihat ve Terakkicilerden bazıları ondan çekinirler. Enver ve Cemâl Paşaların kendisine fevkalâde dostlukları ve güvenleri vardır. Merhum Cemâl Paşa, hatıralarında Süleyman Askerî Bey’den şöyle bahseder:  "Süleyman Askerî Bey, biraz acul (aceleci-ici dar) ve biraz da fazlaca nikbin (iyimser) olmasına rağmen pek mükemmel ve müteşebbis bir idare adamı olduğu söylenebilir. Farklı zekâsı, son derece cesaretli ve güvenilir olan bu şahsiyet bilâhare (sonradan) konferansı esnasında ve devamında Türk – Bulgar ittifakı esasinin tespitinden memlekete, pek çok siyasi yararlıklar temin etti. "

Manastır, saraya muhalif hareketin Osmanlı’daki Selanik ile ana merkeziydi... Yurt dışında ise Paris, Jön Türkler için adeta bir başkent konumundadır… 1908 Temmuz ayında, Resneli Niyazi Bey’in ve çevresindekilerin, İttihat ve Terakki Cemiyeti emrinde, Makedonya’da dağa çıkmasıyla birlikte, bölgede bir otorite boşluğu doğar… İstanbul’dan Abdülhamit’in yakın adamlarından Şemsi Paşa durumu kontrol altına almak ve isyanı bastırmak için görevlendirilir.. Ancak Manastır’da Atıf Bey (Kamçıl)’in, Süleyman Askerî Bey, Yakup Cemil gibi gözü kara, idealist Jön Türklerle birlikte düzenlediği suikast girişimi 7 Temmuz 1908’de başarıya ulaşınca, Resneli Niyazi ve beraberindekiler dağda rahat nefes alır. Süleyman Askerî Bey, Atıf Bey’i Selanik’e kaçırır ve yurt çapında ismini bu suikast ile duyurur…

II. Meşrutiyet

24 Temmuz 1908’de ilan edilen Meşrutiyet ile Jön Türk Devrimi gerçekleşir…  32 yıl sonra meclis yeniden açılmıştır. Ancak, meşrutiyetin ilanının ardından İstanbul’da II. Abdülhamit avcı taburları ile yeniden meclisi tatil etmek girişiminde bulunur… 19 Nisan 1909’da Süleyman Askerî Bey’in de mensup olduğu 3. Ordu’ya ait birlikler, 31 Mart Vakası (Hicri Takvime göre 31 Mart 1324) üzerine, İstanbul’a girer… Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nda; başında Mahmut Şevket Paşa’nın bulunduğu, kurmay başkanlığını Mustafa Kemal’in (Atatürk) yaptığı orduda, İsmail Enver Bey (Paşa), İsmet Bey,(İnönü), Resneli Niyazi Bey (Hürriyet Kahramanı), Halil Bey (Enver Paşa’nın amcası), Yakup Cemil Bey gibi isimler vardır…


Makedonya dağları

Süleyman Askerî Bey Makedonya’da yürütülen çete takibinde teşkilatçı yapısıyla, ateşli, heyecanlı, cengâver kişiliği ile kendini gösterir.  Bu sırada Filibe'deki önemli ailelerden birine mensup olan Fadime Hanım ile evlenir… Fatma ve Dilek isimli iki kız çocuğu olur. Kız kardeşi, Mustafa Kemal Atatürk'ün en eski arkadaşı olan Mehmet Nuri Conker ile evlenir.


Bağdat

1909 yılında Kolağası rütbesine terfi eder. Bağdat’taki jandarma birliklerinin ıslahı için Selanik’ten Bağdat Jandarma Alayı'na atanır. Süleyman Askerî Bey, Albay Nuri Beyle Irak’a gider.


Trablusgarp

1911 yılında İtalya'nın Trablusgarp'a saldırması üzerine hoca ve derviş kıyafetine giren Süleyman Askerî Bey, bazı yakın arkadaşları ile ve Mısır yoluyla Bingaziye geçerek, savunmayı tesis eden Enver ve Mustafa Kemâl beylerle birlikte Bingazi'deki savaşlara katılır. Süleyman Askerî Bey, Derne ve Bingazi şehirlerinde bulunan aşiretlerin örgütlenmesini sağlar ve bölgede bulunan ve Senusi aşiretinin kazanılmasında ve imparatorluğa karşı hısımlıkları olan çeşitli aşiretlerle uzlaşmaya varılmasında etkili bir isim olur…


Aslında Trablus’taki İtalya işgali göz göre göre gelmiştir, Roma sefiri Kazım Bey’in, İstanbul’a bildirdiği İtalya’nın niyetleri hakkındaki uyarıları Babıali tarafından dikkate alınmaz. Trablusgarp’taki Osmanlı birlikleri bu sırada silahsız durumdadır çünkü burada bulunan martini tüfekleri mavzere çevrilmek üzere İstanbul’a gönderilmiştir…  

İtalyanlar sayı ve teknoloji bakımında yüksek olmasına rağmen, teşkilatçılık ve askerlik kabiliyetinin Türk subaylarda yüksek olması nedeniyle harp uzun sürer… İtalyanlar Trablusgarp’ı alamazlar ancak Balkan Harbi’nin patlak vermesi üzerine Trablusgarp’tan çekilmek zorunda kalınır... Uşi Anlaşması imzalanarak İtalya ile sulh sağlanır…

Balkan Savaşı

Balkan devletleri  ittifak halinde Osmanlı’ya saldırarak, Rumeli’nde Osmanlı’yı büyük bir bozguna uğratır… Osmanlı ordusu, teçhizat ve sayı bakımından, Bulgar-Sırp-Karadağ-Yunan kuvvetlerine karşı üstün iken, orduda ikilik vardır... Üstelik savaştan önce yedek birlikler kışlalardan terhis edilmiştir. İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkalarına mensup subaylar birbirine yardım etmek istemezler… Bulgar orduları hızla ilerleyerek, Çatalca önlerine kadar gelir… Osmanlı’nın eski başkentlerinden Edirne Bulgarların eline geçer… Arnavutluk bağımsızlığını kazanır… Makedonya tamamen kaybedilir… Dahası yüzbinlerce muhacir akın akın Anadolu’ya gelir…


Bu gelişmeler üzerine 23 Ocak 1913 günü Bab-ı Ali Baskını ile İttihat ve Terakki, hükümeti devirerek, iktidarı ele geçirir…  

1912 yılında  Balkan devletlerinin toprak paylaşma hırsını fırsata çeviren Enver Paşa, I. Balkan Savaşı sırasında kaybedilen Edirne'yi geri almak için Kuşçubaşı Eşref'i görevlendirir.. Bu harekâtta Süleyman Askerî Bey, Trabzon Redif Fırka Komutanı olarak yer alır...

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti

Bu harekât ile Doğu Trakya ve Edirne başarıyla geri alınır ancak bölgenin batı kısmındaki Müslüman topluluklar Bulgar çetelerinin eziyetlerinden mustariptir. Enver Bey’in emriyle Batı Trakya’ya sızan 116 kişilik bir müfrezenin içerisinde yer alan Süleyman Askerî Bey, Kuşçubaşı Eşref ile birlikte buradaki Bulgar çeteleri ile savaşır. Bu savaşta Süleyman Askerî Bey, Süleyman Zeynel Abidin adıyla faaliyetlerini sürdürür... En nihayetinde bölge çetelerden temizlenir… Çetelerden de ele geçirilen silahlarla ve gönüllülük prensibiyle bir tabur oluşturur…


Daha sonra Süleyman Askerî Bey, Batı Trakya’da 28 Ağustos 1913 tarihinde bir cumhuriyet ilan eder... Devlet başkanlığını Salih Hoca’nın üstlendiği ‘’Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’’’nin Süleyman Askerî Bey Erkan-ı Harbiye (Genelkurmay Başkanı) ve Garbi Trakya Hükümeti icraiye reisi (Başbakan) olur. 31 Ağustos-25 Ekim 1913 tarihleri arasında 55 gün yaşayabilen bu devletin; marşı, 6 bini Osmanlı Askerînden toplamda yaklaşık 30 bin kişilik ordusu, ay yıldızlı yeşil beyaz bayrağı, Fransızca ve Türkçe yayın yapan gazetesi, hatta kendine ait pulu bile vardır. 20. asırda bir devletin, devlet olarak kabul edilebilmesi için, kendine ait pulun ve para biriminin olması gerekiyordur. 2 Ekim 1913’te Yunanlılar Dedeağaç’ı Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ne bırakır... Bölgenin, Türk hâkimiyetinde kalması için ilan edilen Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin marşını da bizzat Süleyman Askerî Bey yazmıştır: (Marşın tamamını yazımın sonunda veriyorum)

"Ey şirin Batı Trakya! İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar! Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Şu bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak!"

Yunanistan, Bulgaristan’ın topraklarında kurulu bir Türk cumhuriyetinden memnunken, Batılı devletler özellikle Rusya bu durumdan çok rahatsızdır. 29 Eylül 1913’te Bulgaristan ile Osmanlı arasında imzalanan İstanbul Anlaşması gereğince, Doğu Trakya Osmanlı’ya, Batı Trakya ise Bulgaristan’a bırakılır… Bu anlaşma ile Batı Trakya Türk Cumhuriyeti feshedilir… Süleyman Askerî' Bey’e de Babıali tarafından Meriç'in doğusuna geçmesi için baskı yapılır… Zira Bulgarların Avrupa nezdindeki çabaları karşılık bulmuştur. Hâlihazırda maddi sıkıntı içerisinde olan Babıali Fransa'ya borçlu, gelen baskılara da direnç gösteremeyecek haldedir… Bu yüzden Süleyman Askerî Bey ve onun birliklerine geri dönmeleri için emir verilir... O sıralarda Muhacirun adlı göç komisyonu müdürü olan Süleyman Askerî Bey, kritik bir karar alır ve geri çekilme emrini protesto ettiğini açıklar; zira geri çekilirlerse bölgedeki Müslüman kıyımları devam edecektir. Eldeki silahlar ve mermiler daha sonra kullanılmak üzere toprağa gömülür… 25 Ekim’de Batı Trakya’ya giren Bulgar birlikleri 30 Ekim’e kadar tüm Batı Trakya’yı işgal ederek kendi topraklarına katarlar…

Babıali'nin Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'ni Bulgarlara terk etmesi sonucu Süleyman Askerî Bey, İstanbul'a dönmek zorunda kalır, artık direnecek bir şey kalmamıştır…

Teşkilat-ı Mahsusa Reisi

Süleyman Askerî Bey, İstanbul’a döndükten sonra 30 Temmuz 1914 tarihinde İttihat ve Terakki ile organik bağı gerekçe gösterilerek ordudan emekli edilir… İki ay sonra ise, bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatının öncüsü konumundaki, 17 Kasım 1913 tarihinde kurulan ‘’Teşkilat-ı Mahsusa’’nın başına getirilir…


Birinci Dünya Harbi

Bu sırada I. Dünya harbi kapıdadır. 20 yüzyılın başında jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında ‘’Körfez’’ her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz unsurudur. İngiltere, Osmanlı savaşa girsin girmesin Abadan petrolleri için Basra’ya mutlaka çıkarma yapacaktır… İngiltere’nin yığınağı bu yöndedir… Ancak Osmanlı İngiltere’nin bu maksadını ve hazırlığını göremeyerek Irak cephesini ihmal eder, hatta diğer cephelere bu cepheden kuvvet kaydırır… Irak cephesini destekleyecek menzil hattını (ikmal hattı ve ikmali) da zayıf tutar, destekleyemez… Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardır. Bunlar İngiltere ve Rusya’dır… Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıdır:  İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.


Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardır. 1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştır. 1914’te İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştır. Hemen arkasından gelen Sarıkamış felaketi de, muhtemel takviyelerin ve hatta Irak’tan bazı birliklerin acilen Kafkasya cephesine gönderilmesine yol açar…

Irak ve Havalisi Komutanlığı

İngilizlerin, 6 Kasım 1914’te Şattülarap’ta bulunan Fav kasabasına çıkarma yapması üzerine Irak Cephesi açılır… Süleyman Askerî Bey, ‘’Teşkilat-ı Mahsusa’’ başkanı iken 13 Aralık 1914’te kaymakamlığa terfi ederek Basra Valiliği ve Basra Tümen Komutanlığına, 10 gün sonra da 23 Aralık 1914’ te de Irak ve Havalisi Komutanlığına tayin edilir… Süleyman Askerî Bey’in bölgeye komutan olarak atanmasının; cesur, gözü pek ve nitelikli bir subay olmasının yanında, bölgede daha önce görev yapmış olması, Teşkilat-ı Mahsusa’nın başkanı olması ve Enver Paşa ile yakınlığın etkili olduğu söylenir…


Bu şekilde Süleyman Askerî Bey, başlıca muntazam kuvvetleri, bütün seri ateşli topları Erzurum cephesine alınarak tahliye edilmiş vaziyette kendi haline bırakılan Irak’ın müdafaasına memur edilmiş olunur…

Süleyman Askerî Bey, Rumeli’de vaktiyle kendisi ile birlikte çalışmış olan fedakâr subay ve gönüllülerden ve gençlerden oluşturduğu seçilmiş ‘’Osmancık Taburu’’ ile koca Irak’ta emniyet ve asayişi sağlamak, hatta Basra’yı da düzene koymak için azimli kararıyla İstanbul’dan alelacele, Irak çöllerine âdeta koşa koşa ve heyecanla yola çıkar. Bağdat’tan itibaren yol boyunca, yeni komutan Süleyman Askerî Bey, aşairin (kabileler, oymaklar) ve mahalli halkın coşkun sevgi gösterileriyle karşılanır…

Süleyman Askerî Bey, 2 Ocak 1915 tarihinde Üzeyir’de, Cavit Paşa’dan görevi teslim alarak, Irak ve Havalisi Umum Kumandanı olur..

Süleyman Askerî Bey, Basra'daki görevi sırasında bölgedeki nüfuz sahibi Arap aileler ile yakın temas kurar ve savaşan asker eksikliğini aşiret güçleriyle kapatır…

Zübeyir, Şuaybe ve Bercisiyye muharebeleri

Bu sıralarda cephe boyunca genel bir sükûnet vardır. Fakat bu sessizlik çok süreli olmaz… Süleyman Askerî Bey komutasındaki Osmanlı kuvvetleri 20 Ocak 1915’te, Dicle boyunda keşif harekâtı yapan İngilizlerle karşılaşır… Zübeyir Muharebesi olarak adlandırılan muharebede Osmanlı kuvvetleri başarılı olur fakat Süleyman Askerî Bey bacağından yaralanır. Süleyman Askerî’nin yarası ciddidir, derhal Bağdat’a sevk edilir… Süleyman Askerî Bey, Bağdat’tan durumunu İstanbul’a şöyle bildirir: ‘‘Sol bacağıma giren bir kurşun sağ bacağıma da girerek büyük kemik yarısından kırılarak kurşun içeride kalmıştır.’’ Tedavi için Bağdat’ta kalması gerekir ancak doktorların tüm ısrarlarına rağmen hastanede kalmayıp tekrar cepheye koşar…


Bu olaydan kısa bir süre sonra Basra yakınlarında Şuaybe ve Bercisiyye’de İngilizlere karşı kanlı mücadeleler tekrar başlar. (12 Nisan 1915) Uceymi Sadun Paşa ve aşireti de burada düşmana karşı Osmanlı kuvvetlerini destekler... Çarpışmaların ilk günlerinde başarılar elde edilse de düşmanın elindeki modern silahlar Türk kuvvetlerini çaresiz bırakır, iş piyade askerlerinin İngiliz askerleriyle göğüs göğüse çarpışmasına kalır. Bu çetin mücadele devam ederken İngilizlerin yardımına ihtiyat kuvvetleri yetişir ve durum birden Osmanlı Ordusunun aleyhine döner.

İhanet

Üç gün, üç gece Şuaybe mevkiinin önündeki arazi ve Bercesiye ormanı bombaların, topların ve humbaraların patlamaları, kurşunların vızıltısı, makinaların tıkırtısı ile sarsılıp durur... Üçüncü günün sabahı düşman savunmadan taarruza geçmek üzere huruç hareketlerini durdurmak görevini üzerine alan yerli Arap kabilelerinkinden Uceymi, Şammar, Necd ve İbnü’r Reşid haricinde maalesef hiçbir hareket görülmez… Harbin en nazik zamanında gösterilen bu alakasızlık ve hareketsizlik son mukavemet ümidini de kırar…


Yalnız bu tehlikeli anda Ziya Beyin emrindeki "Şammar" lıların ve Uceymi Sadun Paşa’nın komutasındaki gönüllülerin önemli hizmet ve faydaları görülür… (Burada Uceymi Sadun Paşa'ya hakkını vermek lazımdır ki Türk birliklerine çok faydası olmuştur.) Şuaybe boğuşmasında her iki tarafın da zayiatı büyüktür… Bu savaşta çok değerli bâzı subaylar şehit düşerler… Alay Komutanı Binbaşı Vedat Bey, Tabur Komutanı Binbaşı Riza, İtfaiye Taburu Kumandanlarından Yüzbaşı Hasan, Üsteğmen Yusuf Ziya, Serezli Mustafa Nâzım Beyler bu muharebenin ilk gününde düşman siperlerinde can verirler… Fedakâr gönüllülerden Gazi Osman da harb meydanında ağır surette yaralı kalan bayraktarla sancağı kurtararak Osmanlı tarafına getirir…

Felâket günü

Bu muharebenin üçüncü ve felâketin günü, ikindiye doğru, harekâtı yaralı bir halde sedye içinde yöneten Süleyman Askerî Bey, bunca ümit ve gayretlerin boşa çıkmasından son derece üzgün olarak, büyük bir gayretle sedyesinden kalkarak savaşa bilfiil katılmaya ve ileri hatlara savaşmaya yeltenir… Ancak bacağındaki kurşun yaraları, kemiğine kadar işlemiş olduğu için acıdan bir türlü atına binemediğinden ve gözleri dolarak kendini tekrardan sedyeye bırakır… Süleyman Askerî Bey bir aralık başını kaldırır.. Sinirlilikle etrafına bakınır… Gittikçe kızışan ve aleyhine dönmüş olan savaşa seyirci vaziyette duran, Osmanlı tarafından silahlandırılmış kabile reislerinden birine şöyle hitap eder: ‘’Kadınların bile muharebe etmesini beklediğim böylesi müşkül ve hayatî bir zamanda harbe seyirci kalmaktan utanmıyor musunuz? Köpekler bile yabancıları mahallelerine yaklaştırmazlar. Onlar kadar bile olamadınız!...’’


Osmanlı ordusunda savaşan Arapların bir kısmı, hücuma geçildiğinde yerlerinde kalmakla da yetinmezler! Bu Arapların bir kısmı taarruzun sonucunu bekleyip, kaybedeni soyarlar. Kaybeden Osmanlı askeri olunca, akbabalar gibi şehitlerin başlarına üşüşüp onları da soyarlar… Siyasal İslamcıların ‘’ümmet’’ diye öykündükleri işte böyle bir güruhtur…

Süleyman Askerî Bey, muharebenin ortasındadır, sağa sola düşmeye başlayan mermiler arasında arabasına bindirilir… İstihkâm subayı üsteğmen Fikri Bey de Süleyman Askerî Beyle birlikte arabaya bindiği esnada bir emri ile hatlarımıza acele yetiştirmek bahanesiyle Süleyman Askerî Bey tarafından geri gönderilerek yanından uzaklaştırılır… Komutan arabasına bininceye kadar Kurmay Binbaşı Adil, Yaver Rüsuhî, Kâtip Manastırlı Seyfi, Emir subayı Sadık, Topçu Yüzbaşı Şevki, Teğmen Hamdi Beyler ve diğerleri yanındadırlar… Araba yola çıkacağı sırada çok yakından bir silâh sesi işitilir… Topların müthiş gürültüleri arasında ortalık sarsılırken meydana gelen bu ses pek tabii olarak düşünülür… Lâkin biraz sonra, arabaya yaklaşıp da içerisine göz atınca birdenbire şaşırıp kalırlar. Manzara fecidir... Süleyman Askerî Bey tabancası elinde ve ağzı kan içinde arabanın orta yerinde cansız yatmaktadır...  

Araba bu durumda Nuhayle’deki komutanlık karargâhına götürülür… Süleyman Askerî Bey aynı gece hepsinin kanlı gözleri arasında sâde bir törenle sırtındaki yarbay üniforması ile çadırın içinde kazılan mezara defnedilir… (14 Nisan 1915).    

Süleyman Askerî Bey’in vefatından sonra Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına Edirne’de II. Kolordu 4.Tümen Komutanı olan Albay Nurettin Bey (Sakallı Nurettin Paşa) atanır… (Bundan sonrasını yine bu sitemde ‘’Kût Bayramı’’ isimli yazımda anlatmıştım)

İntihar nedeni

Süleyman Askerî Bey Arap aşiretlerine çok güveniyordur… Trablusgarp savaşında (1912) yerel halktan oluşturduğu milis gücünü Irak’ta da kullanacağını zanneder…  Ancak karşısında Trablusgarp’ta olduğu gibi başıbozuk İtalyan askerleri değil dünyadaki en modern teçhizat ile donanmış İngiliz ordusu vardır. Ayrıca Trablusgarp’ta vatanı için savaşan milislerin yerine Irak’ta İngilizlerle işbirliği yapan çapulcu bedevi ‘’ümmet’’, pardon Araplar vardır. Şuaybe muharebesinde Türk askerinin İngiliz makineli tüfekleri altında erimesine ve Arap aşiretlerinin korkarak cenk meydanından kaçmasına ve onların ölü soyuculuğuna dayanamaz… Bu durumdan kendini sorumlu tutan Süleyman Askerî Bey’in esas intihar nedeni budur…


Süleyman Askerî Bey’in ardından

1. Dünya Savaşı'nın sonuna doğru basiretsizliği sonucu Musul'u terk edecek olan 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis, anılarında Süleyman Askerî Bey'in intiharını şöyle değerlendirir: "Süleyman Askerî Bey, bu hesapsız cesaretini, hayatına kendi eliyle son vermek suretiyle ödemiş ve mesuliyetini bizzat tayin etmiştir. Bu hâzin netice, şerefli bir askerin takdir edilecek kahramanlık faciasıdır. Fakat durumu iyi muhakeme ederek, isabetli tedbirler ile kumandanlık vazifesini layıkıyla yapsaydı, vatana daha faydalı olurdu. Kendi hatası yüzünden görevindeki başarısızlığından dolayı başkalarının hitâplarına katlanmayı şerefine yakıştıramayan namuslu ve şerefli komutan, ölmeyi yaşamaya tercih etmiştir. Bu bir sinir buhranı mıdır? Hayır şeref ve kahramanlık numunesidir."

Süleyman Askerî Bey tabancasını şakağına dayadığında 30 yaşındadır. Geride gencecik bir dul eşi ve 8 ila 10 yaşında iki kız çocuğu vardır… Vefatından sonra kendisine Şura-yı Devlet kararı ile ‘’şehit’’ unvanı verilir.

Süleyman Nazif, Süleyman Askerî Bey’i Bağdat Valisi iken tanır ve hakkında şöyle konuşur: ‘’Süleyman Askerî Bey, vatanı için vatanından başka her şeyini isteyerek ve gülerek feda etmiş bir Osmanlı idi!...’’

Süleyman Askerî Bey’in ardında askerî dergilerde ve tarih dergilerinde kalmış birkaç bilgi dışında yazılmış, o da yeni yazılmış (2018) bir tek kitap vardır. O da araştırmacı Nurettin Şimşek’in yazdığı ‘’Süleyman Askerî Bey’’ (Altınordu Yayınları, 2018) isimli eseridir…

Bir de hepimizin bildiği bir Kerkük türküsü olan ‘’Altun Hızmav Mülayim’’ türküsünün Süleyman Askerî Bey için söylendiği rivayet edilir…

Bu coğrafyanın çocuklarının kaderi

Süleyman Askerî Bey, ne yazık ki ülkemizde değeri bilinmeyen yüzlerce kıymetli subayımızdan sadece birisidir. Bir başka ülkede ve bir başka millete ait olsa Süleyman Askerî Bey hakkında yüzlerce kitap yazılır, heykelleri dikilir, ardından destanlar, türküler, şiirler yazılırdı. Fakat Süleyman Askerî Bey bu coğrafyanın çocuğu olunca kaderinde, nasibinde sadece unutulmak olur…


Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’ diye… Ben de bu coğrafyanın talihsiz evlâdı unutulsun istemedim…

Ruhu şâd olsun…

Osman AYDOĞAN

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Marşı

Ey Batı Trakyalı asil Türk çocuğu ne mutlu sana,

Sen hayat verdin kanınla millî kurtuluş savaşına.
Yüce kahramanlığın nakşedildi cihanın her yanına,
Selam duruyor milletler senin şu millî bayrağına.

Bastığın şu yerler senin şanlı şehitlerinle dolu.
Düşmanlar taciz edemez yüce kahramanların ruhunu.

Şanlı şehitlerin sarılmış kurtuluş bayrağına,
Bu ne ulvi şereftir gömülmek ecdad toprağına.
Yurtta hürriyetin, istiklalin rüzgârı esiyor,
Kahraman mücahitler şu pis esareti deviriyor.

Bu şanlı milli istiklal savaşından asla dönülmez!
Karşımıza çelik ordular da çıksa, bizi ürkütemez!

Biz, milli istiklal için Meriç’i, Karasu’yu aştık,
Bütün müstevlileri ezerek, yenerek hedefe ulaştık.
Balkanlarda şanlı bir cumhuriyet çığırını açtık,
İlk defa hürriyet meş’alesini biz yaktık.

Bu bayrak dalgalanacak, cumhuriyet yaşayacak!
Karşımızdaki düşmanlar bizden ürküp kaçacak!

Binlerce yıl hür yaşayan bir milletin torunlarıyız,
Şu steplerin kurdu, arslanı, göklerin kartalıyız.
Mücahitlerin hamlesi her zaman fırtınalar andırır,
Savaşta heybetimizin dehşetinden düşmanlar bayılır.

Batı Trakya Cumhuriyeti yaşayacak,yaşayacak!
Terakkimizin karşısında milletler şaşıracak!

Ey şirin Batı Trakya!… İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar!… Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Su bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak

Süleyman Askerî Bey




Musul ve Kerkük’ün kaybı


23 Mayıs 2021

Türkiye’de günlerdir iç içe geçmiş mafya-siyaset-tarikat ve ticaret ilişkileri konuşuluyor. Gündem sadece bu… Siyaset-tarikat-ticaret ilişkilerini biliyorduk da bu mafya da yeni çıktı veya yeniden hortladı. Demek ki geçmiş zamanda siyaset mafyayla iş tutmuş, mafyayı taşeron olarak kullanmış, başkalarına karşı kullanılan mafyanın beklentileri karşılanmayınca da bu sefer de mafya namluyu kendini kullananlara doğrultmuş. Aslında son yirmi gündür Türkiye’de konuşulan konunun aslı, astarı, özü, özeti bu…

Ama siz buraya takılıp da canınızı sıkmayın. Tencere yuvarlanır, kapağını bulur. Her zaman yaptığım gibi gelin, ben sizi alıp yine tarihin bilinmeyen çekici taraflarına götüreyim…

Musul ve Kerkük’ün kaybı

29 Nisan 2021 günü Kût Zaferi’ni anlatırken zaferden sonra yapılan stratejik hatalar sonucu bu zaferin ziyan edildiğini daha sonra da Musul ve Kerkük’ün kaybedildiğini yazmıştım… Musul ve Kerkük’ün nasıl kaybedildiğini ve bu konuda yanlış bilinenleri kısaca anlatmak istiyorum…

30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması sırasında İngilizler Musul’un 60 km güneyinde bulunuyorlardı. Türk Ordusu ise, Musul-Erbil-Süleymaniye üçgenini kontrol altında tutuyordu. Kerkük merkezi hariç, Süleymaniye ve genel olarak Musul vilayeti 6. Ordu komutanı Ali İhsan Sabis Paşanın denetimi altındaydı.

Misâk-ı Millî

Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın, 28 Ocak 1920 tarihinde kabul ettiği Misâk-ı Millî, Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalandığı gün Osmanlı ordusunun denetiminde bulunan bölgeleri ifade ediyordu…

23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Ankara’da açılmasının ardından kurulan TBMM’nin hedefi, düşmanı “harîm-i ismet”inde boğarak, Misâk-ı Millî’yi gerçekleştirmekti.

Kurtuluş Savaşı’nın bir nevi "Siyasi Manifestosu" olarak kabul edilen Misâk-ı Millî’nin güney hududunu TBMM’nin açılışından yaklaşık bir hafta sonra Gazi Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden şu şekilde ifade ediyordu: "Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun'un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul'u, Süleymaniye'yi, Kerkük'ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!"   

Misâk-ı Millî sınırlarını bu şekilde netleştiren Mustafa Kemal Paşa, Musul’u Kerkük’ü ve Süleymaniye’yi Anadolu’nun bir parçası olarak tanımlıyordu.

Musul ve Kerkük’ün İngilizler tarafından işgali

Ancak Mondros Mütarekesinin 7. maddesi itilaf devletlerine gerekli gördükleri yerleri işgal yetkisi vermekteydi. İngilizler de bölgedeki Hristiyan halkın katledildiği bahanesi ile Musul’un boşaltılmasını Ali İhsan Paşadan istiyorlar. Ali İhsan Paşa’nın basiretsizliği sonucu İngilizler 10 Kasım günü Musul’u işgal ediyorlar…

İşte bu yazımda anlatmak istediğim Ali İhsan Paşa’nın bu basiretsizliği… Ancak bu konu o kadar da basit değil. Çünkü her konuda olduğu gibi bu konuda da ne yazık ki yanlış bilgiler var…

Musul ve Kerkük’ün kaybı konusunda yanlış bilgiler

TV’lere çıkanlar bu konuyu yanlış anlatıyorlar. Kitaplarda yazanlar bu konuyu yanlış yazıyorlar. Bu konuyu yanlış yazanlar veya TV’lerde yanlış anlatanlar İhsan Paşa'nın İstanbul'dan Saraydan gelen emri uygulama durumunda kaldığı için İngilizlere karşı koymadığını iddia ediyorlar… Bu kişiler kaynak olarak da Zekeriya Türkmen'in ''Musul Meselesi'' (Musul Meselesi, Askerî Yönden Çözüm Arayışları, 1922 – 1925, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, 2011) isimli kitabını gösteriyorlar…  

Ali İhsan Paşa'nın İstanbul'dan gelen emir üzerine Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bıraktığını iddia eden bahsi geçen kaynak kitapta, sözü edilen emrin şu şekilde olduğu iddia ediliyor: "Musul 'un elimizde kalması zaruri olmakla beraber, İngilizler ileri hareketlerinde ısrar ederlerse fiilen taarruz edinceye kadar ateş açılmaması ve onlar taarruz ettikleri takdirde protesto edilmesi."

Kitapta geçen sözde emir bu şekilde… Kitapta kaynak olarak da 59 numaralı kaynak veriliyor... 59 numaralı kaynağa gidiyorum. O da şu şekilde: (59) Hulki Saral, "Birinci Dünya Harbi Sonunda ve İstiklal Harbinde Musul Sorunu" (Silahlı Kuvvetler Dergisi, Sayı: 225, Ankara 1968, s. 29) Kaynak gösterilen bu dergiye gidiyorum: Orada da aradığım orijinal belge veya belge için atıf yapılan bir kaynak da yok... Kaynağın yazarına gidiyorum; Hulki Saral'a... O da 1960 olaylarında ordudan emekli edilmiş eski bir asker, akademisyenliği yok.... Zaten emrin içeriği bir tarafa koskoca Osmanlı İmparatorluğunun da böylesi bir emirde böyle bir üslup kullanma imkân ve ihtimali de yok…

Ancak Birinci Dünya Harbinin seyri ve hitamı esnasında Osmanlı Hükumetinin Ali İhsan Paşa'ya böyle bir emir vermesi akla ve mantığa, günümüzün deyimi ile hayatın olağan akışına aykırı olduğunu değerlendiriyorum. Çünkü ordusunu bu harpte İran'a bile gönderen, Mondros Mütarekesinde Musul ve Kerkük’ü ‘’Misaki Milli’’ sınırları içerisinde bırakan ve bu sınırları da muhafaza gücü var olan bir siyasi iradenin Ali İhsan Paşa’ya Musul ve Kerkük'ten çekilme emri vereceği, verebileceği akla ve mantığa uygun değildir diye kıymetlendiriyorum...

Gerçeğin kendisi

O zaman harbin bu kısmını cephede bizzat yaşayan Mustafa Kemal Atatürk bu konuda Nutuk’ta ne diyor, ona gidelim... Nutuk’taki bu bölümü gelin beraber okuyalım:

Nutuk, 5. Bölüm, ''1′nci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa’nın yarattığı durum'':

(Ali İhsan Paşa) Tevhidi efkâr gazetesinde yayımlattığı kendi savaş öyküleri arasında, Ateşkes Anlaşmasının yapıldığı günden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat’ta, Dicle Grubunun tutsak düşmesi sorumluluğunu yalnız, o zaman grup komutanı olan (şimdi Doğu Cephesinde Tümen Komutanı imiş) Yarbay İsmail Hakkı Bey’e yüklemesi de bu karakterinin açık bir kanıtıdır. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22’nci alaylarla avcı alayından kurulmuştu. Bunlardan başka, ayrıca Beşinci Tümenden 13 ve 14’üncü alaylar da parça parça tutsak verildi. Ateşkes Anlaşmasından bir gün önce 13.000 kişinin tutsak verilmesi, 50’ye yakın topun elden çıkması gerçekte kendisinin, duruma uygun olmayan bir buyruk vermesinden doğmuştur. İşte bu durum, Musul ilinin elden çıkmasına yol açtı. Oysa, Ateşkes Anlaşmasının (Mondros) yapılacağı biliniyordu. Gruba, Keyare dayangasına çekilmek için yönerge verilseydi İngilizler, Grubu tutsak etmek şöyle dursun, yenemezlerdi bile. (Dicle Grubuna) Beşinci Tümen de katılabilirdi. Böylece, Ateşkes Anlaşması yapıldığı zaman, tutsak düşen sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı. Ama alçak bir düşünce, mantığı yenmiştir.

(İhsan Paşa) savaş öykülerinde, Dicle boyundaki bütün başarıları ve Tavnzınd’ın (Townshend -1934 basımında “Tavşend”-) tutsak edilmesi şerefini yalnız kendisine mal etmiştir... Yaptırdığı yayınlarda her başarıyı yalnız kendisine mal etmekten amacı, kamuoyunu aldatarak ün ve mevki kazanmaktır. Ünlü kişilerle ilgili öyküleri yayımlamak, ulusta övünç duygularını sürdürmek için gereklidir. Ama tarihin sorumlu göstereceği kişilerin yaptıklarını övünülecek şeyler arasında saymak, tarihi lekeler ve gelecek kuşakları yanlış kanılara sürükler.

General Marşal’ın (Marshall): “Yarın öğleye değin Musul’dan çıkınız, yoksa savaş tutsağısınız.” buyruğunu aldığı zaman, o pek kurumlu Paşa Hazretleri, Sincar çölünü geçerek Nusaybin’e gitmek için, General Marşal’dan bir resmi belge ile, koruyucu olarak da iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey’le (şimdi Milli Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Âşir Paşa) beni Musul’da bırakarak Nusaybin’e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi erkini de kırdı ve bu durumu görenlerin içi sızladı. (Oysa), koruyucusuz olarak Zaho yoluyla gidebilirdi; ya da atlı olarak çölden gidebilirdi. Halep’te İngiliz generalinden kendisi için özel tren istedi ve yolda bir aşağılamaya uğramaması için trene koruyucu bindirilmesini istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde canını ve dirliğini korumak için ulusal onuru unutan Paşa Hazretlerinin ahlakına örnek olmak üzere yukarıdaki olayları yazdım… Eski komutanıma hoş görünmedim; çünkü sonsuz isteklerini yerine getirmedim ve dalkavukluk etmedim… Ulusa, Ulusal Orduyu kuran ve utkular kazanan büyük komutanlar gibi yüce ruhlu, uzdilekli kılavuzlar, komutanlar gerektir. Orduda birliğin ve uyumun bozulması, görev yapma isteğinin azalması için çalışanlar, üstün kişi de olsalar, dokuncalı kişilerdir. Ben, çekilen emekleri bildiğim…. girişilen savaşımda da başarıyı dilediğim için (bu raporu) -namusum ve kutsal bildiğim şeyler üzerine and içerim ki düşmanlık ve bir çıkar için yazılmış değildir- sunmaktan çekinmedim. İran’da, Kafkasya’da uzun süre (Ali İhsan Paşa’nın) emir subaylığını yapan Binbaşı Cemil Bey (Şimdi Birinci Ordu Harekât Şubesi Müdürü) son günlerde bana: “İyi ki Ali İhsan Paşa, Ulusal Eylemin başlangıcında Anadolu’da bulunmadı. Malta’da bulunduğu iyi oldu. Yoksa, hiç kuşkusuz, aykırı bir yol tutardı.” dedi. Karakterini çok iyi bilen Cemil Bey, pek doğru söylemiştir….. “Soğuktan uyuşmuş yılana Tanrı’m güneş göstermesin!” diye yüce Tanrı’ya yalvarırım. (“Mâr-ı sermâ-dideye Rabbim güneş göstermesin!” Şehrî.)

Sonuç

Nutuk’da Mustafa Kemal Atatürk, Musul ve Kerkük’ün kaybını bu şekilde anlatıyor. Ve Mustafa Kemal Atatürk, Musul ve Kerkük’ün kaybını tamamıyla Ali İhsan Paşa’ya, onun basiretsizliğine ve ihmaline yüklüyor… Görüldüğü gibi Ali İhsan Paşa’ya İstanbul’dan gönderilen İngilizlere karşı koymayın diye bir emir bulunmuyor… Zaten arşivlerde böyle bir belge de bulunmuyor…

Görüldüğü gibi Birinci Dünya Harbi'nde Ali İhsan Paşa'nın basiretsizliği ve ihanetiyle Musul ve Kerkük İngilizlere teslim ediliyor, harpten sonra da yine İngiliz oyunuyla Türkiye'nin elinden çalınıp, gasp ediliyor…

Günümüzde de ben içte ve dışta yaşananları görünce, “Mâr-ı sermâ-dideye Rabbim güneş göstermesin!” (Soğuktan uyuşmuş yılana Tanrı’m güneş göstermesin!) diye yüce Tanrı’ya ben de dua ediyorum... 

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Cucurrucucú Paloma

23 Mayıs 2021


Geçen hafta bu sayfada Nuh tufanındaki ‘’güvercin’’ efsanesinden sonra Batı kültüründe MÖ 492 yılında geçen ikinci bir ''güvercin'' efsanesine dayanan ‘’La Paloma’’ isimli bir folk şarkısının hikâyesini anlatmıştım.

Madem geçen Pazar gününü ‘’Paloma’’ ile geçirdik, bu Pazar günü de yine ‘’Paloma’’ ile devam edeyim istedim... Bu sefer de içinde yine ‘'Paloma’’ bulunan bir başka folk şarkısını anlatacağım: ‘’Cucurrucucú Paloma’’...

Cucurrucucú Paloma şarkısının kökeni

‘’Cucurrucucú Paloma’’ geleneksel bir Meksika halk sarkışıdır. Meksika'yı oluşturan 31 eyâletten birisi olan ve Meksika’nın merkez doğu bölgesinde yer alan Veracruz eyaletinin kuzeyindeki Huazteca bölgesinden yaşayan Meksika yerlilerinin müziğidir. "Huazteca" ya da "Son Huazteca" adı verilen bu tür şarkılar, aşkın en saf ve masum halini konu edinirler. ‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı Meksikalı müzisyen Tomás Méndez tarafından 1954 yılında bestelenir.  


’'La Paloma''; İspanyolca barış sembolü olan ''güvercin'' demekti... ‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı 1960’lı yılların sonundan itibaren Güney Amerika’daki diktatörlükler döneminde bir yandan gün be gün yaşanan şiddete karşı bir sembol olarak da politik bir anlam kazanırken diğer yandan da güvercinin temsil ettiği barışa ve daha güzel günlere özlemi yansıtır. 

Güvercin aynı zamanda saf sevgiyi de anlatırdı… Bu anlamda ‘’Cucurrucucú Paloma’’ şarkısı giden sevgilinin veya sevilenin ardından söylenen hüzünlü bir şarkıdır. Şarkıda ‘’Cucurrucucú’’ diye ağlayan güvercin ise aynı zamanda giden sevgilinin veya sevilenin ardından yakılan ağıtı, ona duyulan özlemi ve sevgilinin/ sevilenin geri döneceğine duyulan umudu simgeler.

Şarkı aynı zamanda aşkın ve sevginin saf ve masum halinin değerini bilmeyenlere de yapılan bir sitemdir aslında. Çünkü şarkı ‘’ağlama güvercinim ağlama, taşlar aşkın ne olduğunu bilmezler’’ diye sona erer!

Yıllar içerisinde şarkı birçok filmin müziğinde kullanılarak şarkıya uluslararası popülerlik kazandırır.

Film müziği olarak Cucurrucucú Paloma şarkısı

Şarkı ilk olarak 1955'te gösterime giren Meksika yapımı ‘’Escuela de Vagabundos’’ isimli komedi filminde kullanılır. Bu filmde filmin yıldızı Pedro Infante bu şarkıyı söyler. 


Bu Şarkı adını Amerikalı yönetmen Miguel Delgado'nun yönettiği 1965 yapımı bir Meksika filmi olan ‘’Cucurrucucú Paloma’’ filminde de duyurur. Filmde başrol oyuncusu Meksikalı şarkıcı Lola Beltrán tarafından bu şarkı seslendirilir. 

Bu şarkı en güzel şekilde İspanyol film yönetmeni Pedro Almodóvar’ın 2001 yılı yapımı, insanlık, dostluk, sevgi, iletişim, naiflik, yalınlık, içtenlik gibi birçok temayı mükemmel bir şekilde işlediği ‘’Hable Con Ella’’ (Konuş Onunla) isimli platonik bir aşkın olağanüstü bir şekilde anlatıldığı bir drama filminde kullanılır. Filmde bu şarkı Brezilyalı besteci, şarkıcı, gitarist, yazar ve siyasal aktivist Caetano Veloso tarafından mükemmel bir şekilde yorumlanır... Filmi akıllarda tutan, hafızlara kazıyan da bu şarkı olur.

Bu şarkı son olarak Amerikalı yönetmen ve yazar Barry Jenkins'in 74. Altın Küre Ödülleri'nde drama dalında ‘’En İyi Film’’ ödülünü kazandığı, Şubat 2017 yılında 8 dalda Oscar adayı olup yılın en iyi filmi seçildiği ve daha birçok ödülün sahibi olan 2016 yılı yapımı ‘’Moonlight’’ (Ay Işığı) filminde de kullanılır. Filmde yine Brezilyalı efsane Caetano Veloso'nun yorumu hep arka planda çalar...

Yazımın sonunda bu filmlerden sırasıyla Pedro Infante, Lola Beltrán ve Caetano Veloso’nun "Cucurrucucú Paloma" şarkısını söyledikleri sahnelerin bağlantısını veriyorum…

Şarkı bu filmlerin dışında ayrıca ‘’Le Magnifique’’, ‘’The Last Sunset’’, ‘’My Son’’, ‘’What Have Ye Done’’, ‘’The Five-Year Engagement’’ ve ‘’Happy Together’’ isimli filmlerde de kullanılır.

Cucurrucucú Paloma şarkısını yorumlayan diğer şarkıcılar

Bu şarkı 1954'te Tomás Méndez tarafından bestelenmesinden bu yana Luis Miguel, Rocío Dúcal, Perry Como, Miguel Aceves Mejía, Hibari Misora, Nana Mouskouri, Julio Iglesias, Shirley Kwan, Lila Downs, Joan Baez, Rosemary Clooney, Aida Cuevas, Harry Belafonte, Refrain de Franco Battiato, Juan Diego Flórez, Mireille Mathieu ve Demis Roussos gibi çeşitli popüler şarkıcılar tarafından da seslendirilir.

Cucurrucucú Paloma şarkısı üzerine

İçinizde fırtınalar koparacak, kalbinize, ruhunuza, gönlünüze dokunacak ve kalbinizi, kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibi çığlık çığlığa bağırtacak olan bu şarkının değişik yorumlarını aşağıdaki bağlantıda veriyorum. Bağlantıdaki bütün yorumları dinlemenizi isterim… Şarkının orijinal İspanyolca ve ardından da Türkçe olarak sözlerini yazımın sonunda veriyorum... Şarkının sözlerini okuyunca neden bütün yorumcuların bu şarkıyı bir feryâd bir figân halinde söylediklerini daha iyi anlayacaksınız...


Şimdi unutun zihninizdeki gamı, kederi, kasveti, kaseti, mafyayı, siyaseti, Koranayı… Tıpkı bir kuyu kazan adamın su olmayan her şeyi ata ata su seviyesine inmesi gibi sadece kendiniz kalana kadar siz de atın zihninizden gamı, kederi, kasveti, siyaseti, Koranayı… Sonra da bağlantılarını verdiğim şarkının bütün yorumlarını dinleyin… İnanın pişman olmayacaksınız… Fransız roman yazarı Andre Maurois derdi ya: ‘’Unutma olmayınca mutluluk da olmaz.’’

Sizlere sağlıklı, mutlu ve umutlu güzel bir Pazar günü dilerim… Her şey gönlünüzce olsun…

Osman AYDOĞAN

Film müziği olarak Cucurrucucú Paloma

Escuela de Vagabundos filminde Pedro Infante: 

https://www.youtube.com/watch?v=0uQ4W7afKLU

Cucurrucucú Paloma filminde Lola Beltran: 
https://www.youtube.com/watch?v=oc5Fv_94F3Y

Hable Con Ella filminde Caetano Veloso: 
https://www.youtube.com/watch?v=-CsA1CcA4Z8

Cucurrucucú Paloma’nın diğer yorumları:

İspanyol aslllı Fransız sanatçı Mireille Mathieu ve Yunan şarkıcı Demis Roussos:ikilisinden Cucurrucucú Paloma

https://www.youtube.com/watch?v=-DwUe7VuV1M

Meksikalı şarkıcı Luis Miguel: 
https://www.youtube.com/watch?v=swXFlEs8sKc

Meksikalı şarkıcı Aida Cuevas: 
https://www.youtube.com/watch?v=bLR6IHdnKM0

Perulu bir opera tenoru Juan Diego Flórez
https://www.youtube.com/watch?v=Q7yfsNFoUvk

Amerikan folk şarkıcısı Joan Baez: 
https://www.youtube.com/watch?v=zepMXy-Sj5c

Jamaikalı Amerikan şarkıcı Harry Belafonte: 
https://www.youtube.com/watch?v=iqYzRvaRPRk

Bir Meksika müzik grubu Los Tres Tenores
https://www.youtube.com/watch?v=4lvy8_TA6Tg

Meksikalı sanatçı Tomás Méndez
https://www.youtube.com/watch?v=le_84BLThqo

Cucurrucucú Paloma

Dicen que por las noches

Nomas se le iba en puro llorar,
Dicen que no comia,
Nomas se le iba en puro tomar,
Juran que el mismo cielo
Se estremecia al oir su llanto;
Como sufrio por ella,
Que hasta en su muerte la fue llamando
                                                                                
Ay, ay, ay, ay, ay,... cantaba,
Ay, ay, ay, ay, ay,... gemia,
Ay, ay, ay, ay, ay,... cantaba,
De pasion mortal... moria
                                                                                
Que una paloma triste
Muy de manana le va a cantar,
A la casita sola,Con sus puertitas de par en par,
Juran que esa paloma
No es otra cosa mas que su alma,
Que todavia la espera
A que regrese la desdichada
                                                                                
Cucurrucucu... paloma,
Cucurrucucu... no llores,
Las piedras jamas, paloma
Que van a saber de amores!
Cucurrucucu... cucurrucucu...
Cucurrucucu... paloma, ya no llores

Kukurrukukur, kumru

Diyorlar ki, akşamları,

Ağlamaktan başka bir şey yapmamış.
Yemek bile yemediğini söylediler.
İçmekten başka bir şey yapmamış.

Diyorlar ki, gökyüzü bile
Titremiş o ağlarken.
Birisi için ne acı çekti!
Ölürken bile onu sayıklıyordu.

"Ay ay ay ay ay" diye şarkı söylüyordu,
"Ay ay ay ay ay" diye inledi,
"Ay ay ay ay ay" diye şarkı söylüyordu,
İnanılmaz bir acıyla veda etti.

Üzgün bir kumru,
Sabahın erken saatlerinde gelir şarkı söylemek için,
Boş bir eve,
Küçük kapıları genişçe açılan.

O kumrunun,
O adamın ruhunu taşıdığına yemin ediyorlar.
Hala ümit ediyor,
Zavallı kadının geri döneceğini.

Kukurrukukur, kumru
Kukurrukukur, üzülme
Taşlar, kumru,
Aşkın ne olduğunu asla anlayamazlar.

Kukurrukukur, kukurrukukur
Kukurrukukur, kumru,
Artık onun yüzünden ağlama.




Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır (3)

22 Mayıs 2021

ABD Başkanı Joe Biden, 24 Nisan 2021 günü, 1915 olaylarının yıldönümüyle ilgili açıklamasında ''soykırım'' sözcüğünü kullanıyor… Bu açıklama üzerine Türkiye’de yine bazı tartışmalar yaşanıyor. Bu tartışmaya yazılarımla ben de katıldım… Türkiye tarafından hem bu açıklamadan sonra hem de çok daha önceleri bazıları bilinçsizce Ermenilerin üzüntülerini paylaşıyorlar…

Ermeni acılarını paylaşan paylaşana...

Söz konusu 1915 olayları ve Ermeni tehciri olunca Ermeni acılarını paylaşan paylaşana...

Bizde sorumlu siyasetçilerin Ermeni acılarını paylaşma ve taziye furyası 2014 yılında başlıyor ve günümüze kadar da devam ediyor... Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan, 24 Nisan 2015 tarihinde yayınladığı mesajında ‘’Ermeni toplumunun geçmişte yaşadığı üzüntü verici hadiseleri bildiğini ve acılarını samimiyetle paylaştığını’’ belirtiyor. Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan 24 Nisan 2016 tarihinde Ermeni Patrikhanesi’ne taziye mesajı göndererek ‘’Ermenilerin acılarını paylaşıyoruz’’ mesajını veriyor. Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan, 24 Nisan 2018 tarihinde de Ermeni Patrikhanesi’ne taziye mesajı göndererek ‘"Ermeni vatandaşlarımızın tarihte yaşadığı acılara ortak olmak, bu acıları paylaşmak, Türk milletinin vicdani ve ahlaki duruşunun bir gereğidir" mesajını veriyor. Bu yıl da dâhil bu her yıl böyle mesajlar verilior...

Katledilen Türkler  

Daha dün, 21 Mayıs 1864 tarihinden itibaren, Rus İmparatorluğu tarafından Çerkeslere uygulanan toplu katliamın yıldönümü idi… Siz hiç Çerkezlerin acılarını paylaşan bir Rus siyasetçi duydunuz mu? Balkan Savaşı'ndan sonra yüzbinlercesi katledilen, yüzbinlercesi de anayurdundan sürgün edilen Balkan Türklerinin acılarını paylaşan bir Yunan veya bir Bulgar veya bir Sırp siyasetçi duydunuz mu? Josef Stalin'in emriyle Sovyet hükûmeti tarafından 18 Mayıs 1944 tarihinden başlayarak Kırım Tatarları Sibirya’ya sürülmüştü… Bu sürgünde binlerce Kırım Tatar Türkü katledilmişti... Sağ kalanlar da ya sürgündeki ve Sibirya’daki olumsuz koşullar nedeniyle yaşayamamışlardı... 18 Mayıs daha dört gün öncesiydi, sahi siz bu katliamın yıldönümünde Kırım Tatar Türklerinin acılarını paylaşan bir Rus siyasetçi duydunuz mu? Boşuna hafızanızı zorlamayınız. Duyamazsınız… Çünkü böyle bir üzüntü paylaşımı olmamıştır…

Bu yazımda Çerkeş katliamını, Balkan Türkü katliamını, Kırım Türkü katliamını anlatmayacağım… Bu yazımda Ermenilerin Van’da, Bitlis’te, Erzurum’da, Erzincan’da yaptıkları Türk katliamlarını da yazmayacağım… Eğer Ermeni terminolojisin kullanacak olursak bunların hepsi birer soykırımdır… Bu yazımda kimseciklerin pek bilmediği bir Ermeni –Fransız işbirliği ile yapılan bir Türk katliamını anlatacağım…

Çukurova’nın Fransızlar tarafından işgali

Birinci Dünya Savaşından sonra Mondros Ateşkes Sözleşmesi bahane edilerek Kasım 1918 tarihinden itibaren Çukurova bölgesi Fransa tarafından işgal ediliyor… Bu işgal sırasında Fransa, bölgede bir Ermeni devleti kurma vaadiyle Ermenileri kandırıyor. Önce gönüllü Ermeni taburları oluşturuluyor. Daha sonra, ABD, Mısır, Suriye ve Fransa’dan 200 bin Ermeni getirtiliyor. Bu şekilde Fransız Doğu Lejyonu’na bağlı Ermeni Lejyonu kuruluyor. Bu özel birliğe Fransız üniforması giydiriliyor, ellerine Fransız silahı veriliyor… Benzer uygulamayı da 1914-1915 yılarında Çarlık Rusyası Doğu Anadolu’da yapıyor… Adı geçen birlik 1921 yılına kadar bölgede akıl almaz katliamlar yapıyor… İşte bu Ermeni – Fransız ortaklığı Çukurova’da katliamlara başlıyor… Kimler katlediliyor? Tabii ki Türkler katlediliyor…


‘’Kaç Kaç’’ olayı

Fransız işgali altındaki Adana’da Fransız ve Ermeniler tarafından 10 Temmuz 1920 tarihinde Türklere karşı yapılan bu katliamın en büyüğüne girişiliyor. Bu harekât sonucu onbinlerce Türk Toroslara doğru kaçıyor. Dört gün süren bu hareket tarihte ‘’Kaç Kaç’’ olayı olarak adlandırılıyor. ‘’Kaç Kaç’’ olayı aslında Kurtuluş Savaşının Çukurova’da geçen bir safhası oluyor ve Fransız-Ermeni işbirliğinin Çukurova halkına hayat hakkı tanımamacasına giriştikleri imha hareketi karşısında Adana halkının Toros Dağlarının yamaçlarına çekilmesi hareketi olarak Millî Mücadele tarihimize geçiyor…

Ankara Anlaşması sonrası

20 Ekim 1921’de TBMM hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’ndan sonra Fransız işgal kuvvetleri Suriye ve Lübnan’a çekilirken yanında bu katliamlara katılan 50 bin Ermeni’yi de götürüyor. Ardından, Fransızların Çukurova’da (Kilikya’da) yüzüstü bıraktığı Ermeniler önce Suriye ve Lübnan’a, daha sonra da Fransa’ya gidiyorlar... Fransa’da günümüzde yaşayan yaklaşık 600 bin Ermeni asıllı Fransız vatandaşının kökenini bu Ermeniler oluşturuyor…

Edebiyatta ‘’Kaç Kaç’’ olayı

Günümüzün popüler tarihçileri, edebiyatçıları pek bilmezler ama o günlerden kalan iki dörtlük ‘’Kaç Kaç’’ olayının o ürpertici manzarasını sanki bugünmüş gibi canlı canlı anlatıyor: (Yusuf Ayhan, Mustafa Kemal'in Pozantı Kongresi ve Adana'nın Kurtuluşu, Adana, İpek matbaası, 1963)


‘’On Temmuz bilseniz ne kara gündü
Obalar göç etti ocaklar söndü,
Adana bir yangın yerine döndü 
O günden ruhlarda bir sızı vardı

O gün döküldü masumlar kanı
Bu kaç kaç ateşi sardı Seyhan'ı
Boğulmak istendi Türkün imanı
Şafakta Kaç Kaç'ın izleri vardı…’’

Ne yazık ki bu olay ne bilimsel kaynaklarda ne edebiyat alanında ne de sinema alanında işleniyor…


Sadece, kendisi de bir Çukurovalı, Adanalı olan Yaşar Kemal’in hemşerisi ve aynı zamanda Yaşar Kemal’in halefi olan (ki kendisi de bunu bilmez) yazar Serpil Ciritci’ ‘’Kavin’’ (Kerasus Yayınevi, 2017) adlı kitabında bu ‘’Kaç Kaç’’ olayından bahsediyor. ‘’Kavin’’, yazar Serpil Ciritci’nin üçüncü kitabıdır. (Serpil Ciritci’nin diğer kitapları: Gümüşlük Meleği, Bizim Mahalle Yayınevi, 2012 ve Kuantumun Gücü, Puslu Yayıncılık, 2014)

‘’Kavin’’, ‘’Kaç Kaç’’ olayı ile başlıyor. Kitapta Çukurova’nın o zamanki çiftlikleri, köyleri anlatılıyor, sonra günümüze İstanbul'a kadar uzanıyor... Geri planda Marşal yardımı, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 olayları yer alıyor.

Kitabın adı olan ‘’Kavin’’, Farsça kökenli olup, ‘’güçlü ve cesur kız çocuğu’’ anlamına geliyor. Kitapta ismi geçen "Kayra" ise ‘’büyük bir kimseden gelen iyilik, ihsan’’ anlamına gelen Türkçe kökenli bir isim. Türk Mitolojisine bakıldığında ise ‘’Kayra’’ kelimesi “Tanrı” anlamına geliyor... 

Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır...

Tarihini bilmeyenler ise şaşkın ördek misali kimin kimden özür dileyeceğini şaşırıyorlar. Kavin kadar olamayanlar, her yıl Ermenilerin üzüntülerini paylaşanlar, onlardan özür dileyenler, Biden’in ‘’soykırım’’ suçlaması karşısında sus pus olanlar, bunun ardından ‘’tazminat’’ ve ‘’toprak’’ taleplerinin geleceğini hiç mi hiç görmüyorlar... 

Mustafa Kemal Atatürk’ün altını çizerek yanına çok mühim olduğunu belirtmek için iki defa çarpı işareti koyduğu Leone Caetani’nin dokuz ciltlik ‘’İslam Tarihi’’ isimli eserinde geçen bir sözü bu gök kubbede çın çın çınlıyor: 

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır...”

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Yanlış bilgi felaket kaynağıdır!

21 Mayıs 2021

19 Mayıs haftası nedeniyle Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile ilgili bir hikâye, bir hatıra İnternette dolaşıyor. Bu hikâyeyi bir yığın gazeteci ve yazar da bu hikâye, bu hatıra gerçek mi diye araştırıp sormadan, incelemeden gerçekmiş gibi gazetelerinde yazıyorlar, TV’lerde anlatıyorlar… Zaten bu hikâyeyi İnternette dolaştıranlar da kaynak olarak bunları kullanıyor…

Örneğin Rahmi Turan, Hürriyet (07 Kasım 2011), Altemur Kılıç, Yeniçağ (16 Ağustos 2009), Cemil Koçak, Star (22 Haziran 2012) gazetelerinde bu hikâyeyi yazıyorlar… Belgesel Tarih Dergisi bu hikâyeye yer veriyor (19 Mayıs 2019). Kimi sıfatında koca koca ‘’Profesör’’ yazan akademisyenler bu hikâyeyi yerel gazetelerde (Prof. Dr. İbrahim Bakırtaş, Karadeniz, 2 Mayıs 2019) ve değişik değişik internet sitelerinde paylaşıyorlar… Daha yeni 19 Mayıs 2021 Çarşamba günü ise Erol Mütercimler bu hikâyeyi Serhat Asker’in Halk TV'deki programında ciddi ciddi anlatıyor… Dediğim gibi bu hikâye, bu hatıra gerçek mi değil diye araştırmadan, incelemeden, sorgulamadan…

Bahsi geçen hikâye şu şekilde:

Emekli Hava Albayı Kemal İntepe hatıralarında anlatıyor

Hikâye ‘’Emekli Hava Albayı Kemal İntepe hatıralarında anlatıyor’’ diye başlıyor ve şöyle devam ediyor:

1941 yılında İngiltere'ye uçuş eğitimi için gitmiştik. Londra'ya vardığımızda, yaşlı bir İngiliz hava binbaşısı, irtibat subayı olarak görevlendirilmişti. Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe'yi bizlerden daha iyi konuşuyordu.

Mr. Salter'i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu. Emekli Binbaşı Salter bir akşam bana şunları anlattı:

‘’1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun'daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığı'ndan şifreli bir telsiz telgrafı aldım. Bu telgraf, ‘16 Mayıs 1919 günü, Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan ayrıldığını, eğer Samsun'a inecek olursa tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesini' istemekte idi.

Gerekli emirleri verdikten sonra Samsun'a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı. Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı görünüyordu. Siyah çizmeli, külot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkatimi çekti. Sonradan bunların Türk subayları olduğunu öğrendim. Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir'i işgal etmişler, Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyordu. Bütün gece hiç uyuyamadım.

19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Askerlerimle çevreyi kordon altına aldım.

Denizde, batı tarafında bir duman göründü. Sahildeki kalabalık heyecanlıydı. Bir de baktım ki, her askerimin arkasında siyah çizmeli, kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.

Vapur iyice göründü. Görevimi iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Mustafa Kemal Paşa'yı orada tutuklayacaktım.

Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak, tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım. Güvertede beni selamlayan iki tayfaya: ‘Vapurdaki generali görmek istiyorum' dedim.

Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi salona aldı... Herkes ayakta idi...

Ortada, mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü: ‘Taburum emrinizdedir!'

Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Rum tercümanım şaşırdı, bir an durakladı. Ben kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti.

Mustafa Kemal Paşa'nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktı.

Sanıyorum, bakışlarından etkilenip bir anda teslim olma kararı vermiştim. Gözlerinin, inanılmaz bir etkileyici gücü vardı.

Öteki sandallar da vapura ulaşmışlar, çevreyi doldurmuşlardı.

Mustafa Kemal Paşa, gemiye çıkan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra, vapurdan benim motorumla ayrıldık.

İskeleye vardığımızda muavinime, taburu safta toplayıp silah çattırmasını ve hepsinin Türk makamlarına teslim olmasını emrettim. Biraz durakladı, sonra asker selamı verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişiler teslim almıştı...

Bu yüzden, İngiltere'ye dönünce askeri mahkemede yargılandım. ‘Bir İngiliz subayı, nasıl olur da bir Türk generalin emrine girer? Bu vatan hainliğidir!' diyorlardı.’’

Mr. Salter, olayın devamını şöyle anlatıyor: ‘‘Mustafa Kemal Paşa benim yanıma, o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle ve kendi şoförümle birlikte, misafir edileceğimi söyledikleri Ankara'ya gönderdi.

Taburumun tutuklu erlerinin de, Çorum, Çankırı ve Kastamonu'da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğini öğrendim.

Türklerin Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar Ankara'da, Hacıbayram Camii'nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap evde kaldım.

Hizmetimi göreceğini söyledikleri, fakat aslında gardiyanım olan ve sıksa suyumu çıkaracak kuvvetteki bir kadınla dört seneye yakın bu evde oturdum. Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta'daki Türk esirlerle değiştirildik.

İngiltere'ye döner dönmez tutuklandım ve vatana ihanet suçundan divanı harbe verildim. Hakkımda ağır hapis isteniyordu!

Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi. Onlardan yararlanarak, kısa fakat öz bir savunma hazırladım. Bana isnat edilen suç, taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi. Savcı, teslimiyetimin vatana ihanetle eşdeğerde bir suç olduğunu iddia ediyor ve en ağır şekilde cezalandırılmamı istiyordu.

Yüksek Askeri Mahkeme'nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim:

‘Sayın hâkimler... Başbakanımız Lloyd George, Avam Kamarası'nda şöyle bir soruya muhatap olmuştur: Yunanlıları silahlandırarak 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkarttık... Ve o tarihten bu yana milyarlarca sterlini bulan masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlılar İzmir'de denize döküldüler. Ayrıca Anadolu'daki bütün Rumlar atıldılar veya göçe zorlandılar. Bu olayda bizim kazancımız nedir? Hiç... Bu akılsızca bir gaf, korkunç bir hata, büyük bir felaket değil midir? Bu sert ve suçlayıcı soruya karşılık Başbakanımız Lloyd George şu cevabı vermiştir: Yüzyıllar bir veya iki dâhi yetiştirir. 20'nci yüzyılın dâhisinin Mustafa Kemal adıyla Türkiye'den çıkacağını ben nereden bilebilirdim? Görüyorsunuz sayın hâkimler... Karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği 20'nci yüzyılın dâhisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi? Eğer ben o gün başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gelecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.'

Beraat ettim ve terhise tabi tutuldum. Ailemle birlikte Türkiye'ye gidip Mustafa Kemal Paşa'yı ziyaret ettim. Paşa beni muhteşem nezaketiyle karşıladı. Tekrar görevli olarak İngiltere'ye çağırılmasaydım, Türkiye'de kalacaktım...

İngiltere'ye döndüğümde beni, Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne aldılar ve... İstihbarat Başkanlığı'nda önemli bir görev verdiler. Türkiye ile İngiltere arasında irtibatı sağlayan grupta görev yapıyorum.’’

Emekli Hava Albayı Kemal İntepe anılarında Binbaşı Salter için “İki yıldan fazla bir süre birlikte olduk. Bu süre içinde her zaman bizleri savundu ve kendisini daima bizden biri saydı. Büyük bir Atatürk hayranıydı’’ diyor.

Bahsi geçen anı, hatıra, hikâye bu kadar...

Gerçeğin kendisi

Bu yazı veya anı veya hatıra her neyse yıllardır bu şekilde İnternette dolaşıp duruyor… Bu hikâye hala değişik İnternet sitelerinde kocaman kocaman duruyor… Ancak bu yazı veya anı veya hatıra adı her neyse gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını değerlendiriyorum…

İşin acı olanı ise bu yazıyı sözde kendilerini tarihçi, yazar, gazeteci olarak tanıtanların sayfalarına sütunlarına alıp işlemeleri, yayınlamalarıdır...

Daha acı olanı ise bu yazının TSK Dergisinin Mayıs 1984 tarihli 291 nolu sayısında da yayınlanmış oluşudur. Bu daha çok acıdır çünkü TSK Dergisi ATASE Başkanlığı çıkarıyor, içinde onlarca tarihçi barındırıyor.

Yazıyı yazan bu albayın (Kemal İntepe) yayınlanmış hiçbir kitabı bulunmuyor. Bu sözde anısı da yazdığım gibi sadece ve sadece TSK dergisinde yayınlanıyor… Sanırım diğer insanlar da bu dergiye ve sahibine güvenerek doğruluğunu araştırmadan, incelemeden, sorgulamadan oradan alıp yayınlıyorlar…  

Hatıratta deniyor ki Mustafa Kemal’i Samsun’da İngiliz askerleri tutuklayacaklardı... Ancak İngilizlerin verdiği böyle bir emir yoktur. Kaldı ki Mustafa Kemal’e İstanbul’dan Samsun vizesini İngilizler vermişlerdi. Gemi yolculuğu iki gün sürdüğüne göre İngilizler ne oldu ki fikir değiştiresinlerdi. Mustafa Kemal’i tutuklayacaksalardı İngilizler isteselerdi İstanbul’da iken Şişli’de tutuklarlardı.

Hatıratta Mustafa Kemal’in Samsun’da iskeleye çıkışında sabah namazından çıkan kalabalıklar tarafından karşılandığını yazıyor. Ancak Mustafa Kemal’i hiç de kalabalıklar karşılamıyor… O an Mustafa Kemal kurtarıcı da değildir. Kimse daha Mustafa Kemal’in niyetini ve kim olduğunu bilmemektedir.

İngiliz Subayın Mustafa Kemal'e verdiği “Taburum emrinizdedir” tekmili tamamen asılsız bir safsatadır. Kâzım Karabekir’in Erzurum’da söyleyeceği cümle buraya aşırılıyor…


Hatıratta geçen Samsun’da bir İngiliz İşgal Taburu olduğu doğrudur. Ancak Bilâl Şimsir’in “İngiliz Belgelerinde Atatürk” (Türk Tarih Kurumu, 1992) kitabında Samsun’daki İngiliz İşgal Taburu Komutanı olarak Binbaşı Salter’den değil, Yüzbaşı Hurst’dan bahsediyor… Aynı şekilde Gotthard Jaeschke de “Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri” (Türk Tarih Kurumu, 1991) aynı yüzbaşıdan (Hurst) bahsediyor…

Daha önce Mustafa Kemal Atatürk’ün biyografisini de yazan Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in daha bu ay yayınlanan ‘’Mustafa Kemal’le Anadolu’da Yolculuk’’ (Doğan Kitap, Mayıs 2021) adlı kitabında Ordu Müfettişi Mustafa Kemal’in Bnb. Salter ile olan karşılaşmalarını anlatıyor. (s.50-52) Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in kitabında Bnb. Salter, İngiliz İşgal Taburu Komutanı olarak değil İngiliz Samsun Kontrol Subayı olarak veriliyor. Bu kitaba göre Ordu Müfettişi Mustafa Kemal, Bnb. Salter ile iki kere karşılaşıyor; biri Samsun’da, diğeri ise Havza'da. Hiç de hatıratta geçtiği gibi ne Salter’in Mustafa Kemal’i tutuklamak istemesi ne de İngiliz İşgal Taburunun teslim olması söz konusu… Ancak Havza’daki karşılaşmada Mustafa Kemal, Bnb. Salter’i bir güzel azarlıyor. (s. 52)

16 Mart 1920'de İstanbul'un Müttefiklerce resmen işgali ve bazı milletvekillerinin tutuklanması ve Malta’ya sürgüne gönderilmeleri üzerine Mustafa Kemal'in emriyle Anadolu’daki İngiliz kontrol subayları tutuklanıyor… Mustafa Kemal, muhtemel olarak Malta'daki Türklerin serbest bırakılmasını hızlandırmak için bir pazarlık unsuru oluştursunlar diye bu İngiliz kontrol subaylarını tutuklatıyor. Bu tutuklular arasında Lord Curzon‘un yeğeninin kocası ve İngiliz Hükumetinde Dışişleri Komisyon Başkanının kardeşi olan Yb. Rawlingson da bulunuyor. Ancak tutuklular arasında Bnb. Salter’in adı geçmiyor. Muhtemel o da tutuklanıyor.  Kriz çözüldükten sonra da, Sakarya Muharebesi sonrası bu tutukluların tamamı serbest bırakılıyorlar.

Tutuklanan bu İngiliz subaylar öyle cezaevine, esir kampına falan da konulmuyorlar. Bu insanlar evlerde konuk edilerek gözetim altında tutuluyorlar. Gündüz dışarıda, çarşıda, pazarda vakit geçiriyorlar. Yalnızca vilayet dışına çıkmaları yasaktı...

Hatırata göre İngiliz Binbaşı dört yıl Ankara’da kalıyor, savaş bitince de Malta’daki Türk esirleriyle değiştiriliyor… Hâlbuki Malta’daki değiş tokuş yukarıda anlattığım gibi Sakarya Muharebesi sonrası, daha 1921 yılının Ekim ayında tamamlanıyor…


Hatıratta İngiliz Taburunun Çorum, Çankırı ve Kastamonu’da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğinden bahsediliyor. O zaman için bu illerde böyle bir esir kampı da bulunmuyor. Zaten Türkiye’deki Mustafa Kemal’in emriyle tutuklananlar hariç bütün İngiliz tutsaklar, Mondros ateşkes anlaşmasına göre serbest bırakılıyorlar…

Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonunda (1919) karacı binbaşı rütbesinde olan bu İngiliz subayının İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında (1941) tekrar göreve çağırılıp uçuş eğitimi veren havacı bir birlikte bu sefer de aradan geçen yirmi yıla rağmen hem hala binbaşı rütbesinde kalması hem de havacı olarak görev alması biraz fantezi oluyor…

Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk ne “Nutuk”ta ne de bir başka hatıratında veya söyleşisinde kendisini teslim almak isteyen veya hatıratta yazdığı gibi kendisine teslim olan bir İngiliz taburundan bahsediyor.

Asıl zararı Atatürk’e bu insanlar veriyorlar… Atatürk’e en büyük zararı okumadan, araştırmadan, incelemeden, bilmeden, sorgulamadan duyduklarına inananlar, duyduklarını aktaranlar zarar veriyor… Bu yazının TSK Dergisinde yayınladığı tarih: Mayıs 1984. 12 Eylül dönemi... Sözde Atatürkçülerin 12 Eylül yönetimine yaranmak için veya sözde Atatürkçü 12 Eylül yönetiminin Atatürk’ü efsaneleştirmek için uydurdukları bir hikâye olduğu akla geliyor…

Ben yazar, çizer, tarihçi, akademisyen falan değilim… Ben, sadece ve sadece dikkatli bir okurum. Hata yapma ihtimalimi saklı tutuyor ve konuyu gerçek tarihçilere havale ediyorum…

Çünkü yanlış bilgi felaket kaynağıdır…

Kazım Karabekir’in kızı Hayat Karabekir Feyzioğlu, Genelkurmay Karargâhında yapılan bir anma töreninde de şöyle konuşuyor: “Babamın bir sözü vardır, sık sık tekrarlamak ihtiyacı duyarım; ‘Vatandaş! Yanlış bilgi felaket kaynağıdır. Her işin evvela hakikatini ara ve öğren! Sonra münakaşasını istediğin gibi yap! Birincisi vicdanına, ikincisi seciye ve irfanına dayanır.’ ”

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN 


Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız.

20 Mayıs 2021

Asıl yazıma gelmeden önce uzun bir giriş yapmak istiyorum. Bu maksatla da 10. yüzyılda yaşamış Horasanlı mutasavvıf, şair, hekim ve eczacı Ferîdüddîn-i Attâr’ın ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’ (Ravza Yayınları, 2011) kitabında geçen bir hikâyeyi anlatmak istiyorum. Üç gün önceki yazımda da Ferîdüddîn-i Attâr’ın aynı kitabından bir başka hikâyeyi anlatmıştım…

Hikâyeyi yazan tasavvuf bilgini olduğuna göre hikâyenin daha iyi anlaşılması için hikâyede ve tasavvufta geçen ''Kaf Dağı'', ‘’Sîmurg’’ ve ‘’Hüdhüd'' hakkında önce kısa bir bilgi vermem gerekiyor.

Kaf Dağı

Kaf Dağı; masallarda yer alan, genellikle eski doğu ve daha çok İran mitolojisinde sözü edilen, aşılması güç olup dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten yapılmış bir dağdır. Kaf Dağı'nın Kafkasya’da olduğu rivayet edilir ama nerede olduğu bilinmez. Masallarda oraya gidilir ama oraya varılmaz…


Kaf Dağı zihinlerde bir ‘’öte’’ imgesi yaratır. Kaybolmuşların, kavuşamayanların, yurt özlemi içinde yaşayanların, sürgünlerin, sürülmüşlerin rüyasıdır Kaf Dağı… Bu nedenle Kaf Dağı ‘’âlem-i misal’’ de görülebilen bir dağdır. Âlem-i misal ise tasavvufta uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal bir âlemdir. Simgeler, yansımalar âlemidir âlem-i misal. Mistik ve tasavvufi inanışlarda âlemin, evren ile dünya arasındaki geçit yeridir âlem-i misal. İlahi âlemden maddi âleme yani dünyaya geçerken, ruhların geçiş yoludur âlem-i misal… Platon (Eflatun)'un ‘’idealar dünyası’'nın hemen hemen aynısıdır, kısmen de olsa karşılığıdır âlem-i misal…

Kaf Dağı sadece masallarda değil, masalımsı şiirlerde de yar alır. Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk şiirine kazandırdığı bir şaheser olan ‘’Mehlika Sultan’’da da geçer Kaf Dağı. (‘’Mehlika Sultan’’ı bu sayfada daha önceleri anlatmıştım.)

Sîmurg

İran mitolojisine ait Zümrüd-ü Anka kuşu da Kaf Dağı'nda yaşar. Zümrüd-ü Anka'ya İranlılar ‘’Sîmurg’’ diye de adlandırır. Bu kuşun, dağın tepesinde köşke benzer bir yuvada yaşadığı, insanlar gibi düşünüp konuştuğu, çok geniş bir bilgi ve hünere sahip olduğu, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yaptığına inanılır…


Hüdhüd

Arapça bir ad olan Hüdhüd, bizim bildiğimiz ibibik kuşudur, bir diğer adıyla çavuş kuşudur… Yuvasını genellikle ağaç kovuklarına, duvar deliklerine ve kaya oyuklarına yapar.


Hüdhüd kuşu Doğu, İslam ve tasavvuf edebiyatında apayrı bir simgedir. İslâmî literatürde Hüdhüd kuşunun "ebü'l-ahbâr’’, ‘’ebü'r-rebî'’’, ‘’ebû ibâd’’ ve ‘’ebû seccâd" gibi birçok künyesi vardır. Hüdhüd kuşu toprağın altındaki suyu görür. Eşine çok bağlıdır, eşi ölünce yeni bir eş aramaz. Anne babasına karşı çok hürmetkârdır; onlar yaşlandıklarında yiyeceklerini temin eder. Annesi öldüğünde uygun bir yer buluncaya kadar onu başında taşıdığı için mükâfat olarak güzel bir tepelikle donatılmıştır…

Hüdhüd, Kur’an’da Neml Suresi’nde (Neml 27/16-35) ''Murg-i Süleyman'' olarak karşımıza çıkar. Neml Suresi’nde Hazret-i Süleyman ile Sabâ Melikesi Belkıs arasında haber götürüp getiren kuşun adıdır Hüdhüd…

Bir İran efsanesine göre ise Hüdhüd evli bir kadındır. Ayna karşısında yarı çıplak bir durumda saçlarını taramakta iken kayınpederi habersizce odasına girer. O anda durumundan utanıp korkuya kapılarak kuş olur ve uçar, tarağı da başında kalır. Bundan dolayı Hüdhüd’ün Farsça'daki bir adı da "şâne-ser" dir (tarak başlı).

Tasavvufî mânası dışında Hüdhüd, İran edebiyatında daha çok sevgiliden haber getiren bir kuş olarak da yer alır…

Otuz kuş hikâyesi

Şimdi gelelim Ferîdüddîn-i Attâr’ın girişte bahsettiğim kitabında geçen ‘’Otuz Kuş’’ hikâyesine. Tasavvuftaki kesret-vahdet, zuhur-taayyün düşüncelerine dayanan bu sembolik hikâye İran ve Türk edebiyatlarında defalarca işlenir….


Bahsi geçen hikâye şu şekildedir:

Kuşlar kendi aralarında toplanıp hiçbir ülkenin padişahsız olmadığını, padişahsız ülkede nizam ve intizam kurulamayacağını belirtirler. Aralarında bulunan ve mürşidi temsil eden, Süleyman peygamberin mahremi ve postacısı Hüdhüd bu konuda onlara yol göstereceğini söyler. Kendilerine bir hükümdar seçmek için toplanan kuşlara Hüdhüd kılavuzluk ederek Kafdağı'nda Sîmurg’u aramaya karar verirler…

Fakat yolun uzak ve sıkıntılı olduğunu anlayınca bülbül, papağan, tavus, kaz, keklik, hümâ, doğan, balıkçıl, baykuş ve diğer bazı kuşlar birer mazeret ileri sürerek yolculuktan vazgeçmek isterler. Ancak Hüdhüd, kuşların hepsinin kaygılarına cevap vererek onları ikna eder.

Sonunda bütün kuşlar Hüdhüd’ün kılavuzluğunda yola çıkarlar. Yolculuk esnasında bitkin ve yorgun düşen binlerce kuş Hüdhüd’den şüphelerinin giderilmesini ister.

Hüdhüd her birinin soru ve itirazlarına cevaplar verir; önlerinde “talep, aşk, mârifet, istiğna, tevhid, hayret, fakru fenâ” denilen yedi vadinin bulunduğunu, bunları geçince bilginleri olan Sîmurg’a ulaşacaklarını anlatır…

Tekrar yola koyulan kuşlardan sadece otuzu hasta ve yorgun durumda bu vadileri aşıp Kaf Dağındaki yüce bir dergâhın önüne ulaşırlar..

Burada bir postacı gelip onların Sîmurg’u sorduklarını anlayınca önlerine birer kâğıt parçası koyarak okumalarını söyler. Kâğıtları okuyan kuşlar bütün yaptıklarının yazılı olduğunu görüp şaşırırlar. Bu sırada Sîmurg da tecelli eder, görünür...

Fakat gördükleri Sîmurg kendilerinden başka bir varlık değildir. Sîmurg’da kendilerini, kendilerinde Sîmurg’u görüp hayretler içinde kalırlar…

Bu arada bir ses duyulur: “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz; daha fazla veya daha eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz; burası bir aynadır”.

Neticede hepsi Sîmurg’da fâni olur… Artık ne yol ne yolcu ne de kılavuz vardır. Gölge güneşte kaybolur. Menzil-i maksûda vâsıl olan otuz kuş aradıkları Sîmurg’un kendileri olduğunu anlarlar…

Hikâye bu kadardır…

Hikâyede Hüdhüd başında hakikat tacı (Korona!) taşıyan bir kuş olarak gösterilir… Kuşların yolculuğu ise tasavvufta ruhun Allah'ı arayışının mistik seferini sembolize eder…

Zaten hikâyenin yazarı Ferîdüddîn-i Attâr da bir şiirinde sanki bu hikâyeyi özetlercesine şöyle derdi:

“Sırlar âlemine uçan kuş idim,
Alçaktan yükseğe çıkmak istedim.
Sırra mahrem kimseyi bulamayınca,
Girdiğim kapıdan ben yine çıktım.”

Hazine aramak

Aslında bu hikâyeyi bu kadar uzuuuun uzun anlatmam asıl yazıma bir giriş içindi… Lâle Devri ruhûnun en önemli temsilcisi olan şair Nedîm’e gelebilmek için Hüdhüd’ü anlatmam gerekiyordu…  


Hüdhüd, Nedîm'in belirttiği gibi bazen da herkesin göremediği şeye nüfuz etmenin mazmunu olur:


"Hüdhüd gibi bînâ gerek onu arayanlar
 Vîrânede bûm olmağıla genc bulunmaz."

(Bînâ: Göz, gören, görücü. Bûm: Baykuş. Genc: Define, hazine)

(Hüdhüd gibi gören gerek onu arayanlar
 Vîrânede baykuş olmağıla hazine bulunmaz.)

Hiç satıhta hazine bulunur muydu ki? Ancak derine inmeye de kimsenin; ne gücü, ne cesareti, ne kapasitesi, ne çapı, ne gözü, ne sabrı, ne de zamanı vardı… Nalburdan kuyumcu mu olurdu? Hüdhüd de değillerdi, virânede baykuş idiler, sandılar ki virânede olmayınan hazine bulacaklar…

Bu nedenle miydi ki acep beyaz camlardaki, kürsülerdeki, mevkiilerdeki ve makamlardaki insanların hep sığ ve yüzeyde kalması? Bu nedenle mi söylerdi İranlı sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati: ‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’

Bizler çok şansız bir nesiliz… Ali Şeriati'nin söylediği gibi gerçekten de sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde...

Arz ederim...

Osman AYDOĞAN

Bir açıklama:

Sûret: Dış güzellik, geçici olan, biçim, görünüş, kılık, yüzeysellik, zahirî olan, okyanusun maviliği… Sîret: Gönül güzelliği, kalıcı olan, derinlik, bâtıni olan, okyanusun derinliği…  Suretâ: Zahiren, görünüşte anlamına gelen Arapça sözcüklerdir. "Sûret-i haktan görünerek" dediğimiz zaman, "Hak suretinde" yani "Hak görünümünde" anlamı çıkar. Oysa "suretâ haktan görünerek" dendiğinde, doğrudan "görünüşte haktan yana imiş gibi yaparak" anlamına geliyor deyim. Çünkü suretâ sözcüğü görünüşte anlamına geliyor. Görüldüğü gibi deyimin her iki söyleniş biçimi de birbirine çok yakın anlamlar taşıyor. Deyimin anlamı "görünüşte haktan yana imiş gibi davranarak başka bir amaç gütmek" olduğu için, doğrusu "sûret-i haktan görünmek" değil, "suretâ haktan görünmek"tir. Sanıyorum, ‘’suretâ haktan’’ görünmek deyimi zamanla ‘’sûret-i haktan’’ görünmek olarak "galat-ı meşhur" yani yaygın kullanılan ve bu nedenle de kabul gören bir yanlış olmuş.




19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı

19 Mayıs 2021

Bugün 19 Mayıs 2021.  Mustafa Kemal Paşa’nın, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın 102. yıl dönümü…

19 Mayıs; modern zamanların dünya tarihinde bir eşi daha görülmemiş bir devrimin, Milli Mücadele’nin ve adına “Anadolu İhtilâli” de denilen bir başlangıcın tarihidir.

19 Mayıs; tarihi çok uzun bir geçmişe dayanan Türk ulusunun modern çağdaki kurtuluş atılımının başlatıldığı tarihtir.

19 Mayıs; ‘’Milli Misak’’ çerçevesinde ‘’Hâkimiyeti Milliye’’, ‘’İrade-i Milliye’’ ve ‘’Kuvayı Milliye’’ kavramlarının bu coğrafyada yeşermeye başladığı tarihtir... 

Osmanlı neden battı

Ama Tarih baba 19 Mayıs'ın ne olduğunu kısaca şöyle özetler:

19 Mayıs; başlangıçta Abbasi aydınlanmasını takip etmeyen, devlet yönetimini üretimden kopuk olarak Doğu Roma geleneği olan fetih – ganimet - vergi - sistemi üzerine oluşturan, Batıdaki her türlü reform, aydınlanma ve endüstrileşme girişimine sırt çevireren, her türlü yeniliğe ‘’Gâvur İcadıdır’’ diyerek karşı çıkan ve bu şekilde de kendi sonunu kendisi hazırlayan bir imparatorluğun enkazı üzerinde ulus temeline dayanan yeni ve çağdaş bir devlet, bir Cumhuriyet kurmak için Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ayak bastığı günün tarihidir...

19 Mayıs; bütün dünyanın ‘’Büyük Tarihçi’’ diye tanımladığı Fransız Tarihçi Fernand Braudel’in ifadesiyle; ‘’13. yüzyılda Moğol istilasının bütün şehir medeniyetlerini yıktığı, kütüphanelerini yaktığı, bu şekilde bir 'kasaba'ya dönüştürdüğü, Haçlı Seferleri ile de Akdeniz’den uzaklaştırılıp karalara kapattığı, Avrupa ekonomisinin merkantilizme ve bilime geçişini anlayamadığı ve bu nedenlerle de mistisizm ve dogmatizmin hâkim sürdüğü bu coğrafyada’’; tüm İslam dünyasının yüzüstü bıraktığı İbn-i Rüşt’ün yere düşen meşalesinin kaldırıldığı ve aydınlanma mücadelesinin başladığı tarihtir…

Kuvay-i Milliye Destanı

İşte bu batışın sonucu olarak bugün örneklerini her seviyede gördüğümüz işbirlikçiler de türemişti. Kimisi İngiliz muhibbi idi, kimisi Rus muhibbi… Kimisi işgalci Yunan işbirlikçisi idi, kimisi İşgalci Rus işbirlikçisi idi… Kimisi cehalet işbirlikçisi… Nazım Hikmet “Kuvay-i Milliye Destanı”nda bu ihaneti şöyle anlatır: ''Ateşi ve ihaneti gördük.’’ ‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu ateşe ve ihanete karşı, karanlığa ve cehalete karşı bir kutsal isyanın başladığı tarihtir...

‘'Ateşi ve ihaneti gördük 
ve yanan gözlerimizle durduk 
bu dünyanın üzerinde. 
İstanbul 918 Teşrinlerinde, 
İzmir 919 Mayısında 
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar : 
Mayıs ortalarından 
Haziran ortalarına kadar 
yani tütün kırma mevsimi, 
yani, arpalar biçilip 
buğdaya başlanırken 
yuvarlandılar... 
Adana, 
Antep, 
Urfa, 
Maraş : 
düşmüş 
dövüşüyordu... 
Ateşi ve ihaneti gördük. ''

‘’19 Mayıs’’ işte gördüğümüz bu manzaraya karşı, bu ateşe ve ihanete karşı bir kutsal isyandı. İşte bu kutsal isyan; insanımıza egemenlik ve bağımsızlığın yanında insanlık, özgürlük, onur ve gurur getirmiştir. 

19 Mayıs 1919’da Osmanlı’nın genel durumu

Mustafa Kemal Atatürk, işte tam da 102 yıl öncesi o günleri, batışın son günlerinin, Samsun'a çıkışını ve ülkenin genel durum ve manzarasını Nutuk'ta şu şekilde anlatır:

"1919 yılı Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve manzara: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durum, Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes antlaşması imzalamış, Büyük Harbin uzun yılları boyunca, millet yorgun ve fakir bir halde. Milleti ve memleketi Dünya Savaşı'na sokanlar, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını emniyete alabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükumet aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız Padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir duruma razı, Ordunun elinde silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri, ateşkes Antlaşmasının hükümlerine uymaya lüzum görmüyorlar. Birer vesileyle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da, Adana vilayeti Fransızlar, Urfa, Maraş, Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalya askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ve ajanlar faaliyette. Nihayet başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce 15 Mayıs 1919'da itilaf Devletleri'nin uygun görmesiyle Yunan ordusu İzmir'e çıkartılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafından Hristiyan azınlıklar gizli, açık milli emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devletin bir an evvel çökmesine, çalışıyorlardı."

Mustafa Kemal Atatürk, Samsun'a çıkışını ve ülkenin genel durum ve manzarasını bu şekilde anlatırdı.

Tarih Bilinci

Türkçemiz aziz bir dil… Başka hiçbir dilde olmayan kavramlar Türkçede var. Örnek olarak; ‘’bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ gibi, ‘’sevmek’’ ve ‘’sevinç’’ gibi, ‘’kıvanmak’’ ve ‘’kıvanç’’ gibi, ‘’övünmek’’ ve ‘’övünç’’ gibi... Liste uzatılabilir... ‘’Bilmek’’ ve ‘’bilinç’’ farklı anlamdadır. Bilirsiniz tarihi herkeslerden çok, gider tarih profesörü olursunuz, ama ‘’Tarih Bilinci’’niz yoksa bir koskoca hiçsiniz... Ki bunlardan onlarcasını beyaz ekranlarda hemen her gün görüyoruz zaten…

İnsanın kendi varlığını, aldığı duyguları sezmesi halidir bilinç. Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme sürecidir bilinç. Çok karmaşık insan bedeninin etkinliklerini, insanın dünyaya anlam vererek, gerçekleştirdiği yaşantısını, ruhsal, toplumsal, kültürel, siyasal boyutlarda süregiden yaşamını açıklamaya yarayan bir kavramdır bilinç. Bundan dolayıdır ki ‘’Felsefe; kendini bilinçli hale getiren düşüncedir’’ derdi Hegel…

20. yüzyılın önemli Alman filozoflarından Edmund Husserl şöyle derdi: “Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler." Bu nedenle 19 Mayıs’ı anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için iyi bir Tarih bilincine ihtiyaç vardır…

İşte bu nedenle; Tarih bilinci olmayanların, zaten askerî, siyasi ve ekonomik olarak bitmiş Osmanlının Sevr ile beraber tarih sahnesinden silindiğini, başta İstanbul olmak üzere Anadolu'nun neredeyse tamamen İşgal edildiğini görmeyenlerin,  Türk milletine ‘’Milli Misak’’ çerçevesinde ‘’Hâkimiyeti Milliye’’, ‘’İrade-i Milliye’’ ve ‘’Kuvayı Milliye’’ kavramlarını aşılayan 19 Mayıs'ı anlamalarının ve anlamlandırmalarının imkân ve ihtimali yoktur...

19 Mayıs'ı kutlamayanların ve kutlatmayanların niyetlerindeki işte bu bilinç eksikliğidir… Onların rehberleri ‘’Keşke Yunan kazansaydı’’ diyen aydınlık, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarıdır…

19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'mız kutlu olsun…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Âşık Mahzuni Şerif

17 Mayıs 2021


Bugün Âşık Mahzuni Şerif’in vefat yıldönümüdür (17 Mayıs 2002) Âşık Mahzuni Şerif’i ve onun en bilinen ve en güzel türküsü olan ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü anlatarak Âşık Mahzuni Şerif’i anmak istiyorum…

Âşık Mahzuni Şerif

Bizim bildiğimiz Âşık Mahzuni Şerif mahlasıdır ozanın... Bu mahlasın da anlamını kısaca açıklamak istiyorum:


Hz. Peygamber’in (asm) torunlarından Hz. Hüseyin’den gelen nesle, ’’efendi, bey, beyefendi’’ anlamına gelen ‘’Seyyid’’, Hz. Hasan’dan gelen nesle de ‘’şerefli, şanlı, şanı yüce’’ anlamına gelen ‘’Şerif’’ unvanı verilirdi. (‘’Seyyid’’ ve ‘’Şerif’’ unvanları için böyle bir ayırım olmasına rağmen ancak günümüzde ne yazık ki bu ayrım unutularak her iki nesli birden ifade etmek için sadece ‘’Seyyid’’ unvanı kullanılmaktadır.) ‘’Mahzun’’ ise ‘’üzgün, üzüntülü, hüzünlü, duygulu, gönlü üzgün, tasalı, neşesiz, gamlı, kederli’’ anlamındadır. Âşık Mahzuni Şerif;  ‘’Hz. Peygamber torunu Hz. Hasan’ın soyundan gelen, gönlü üzgün, hüzünlü, duygulu, gamlı ve kederli âşık’’ anlamındadır.  

Âşık Mahzuni Şerif ismi ozanın mahlasıdır demiştik. Ozanın Asıl adı Şerif Cırık’tır. Şerif Cırık 17 Kasım 1940 tarihinde Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinin Berçenek Köyü'nde dünyaya gelir…

Şerif Cırık 1955 yılında, sonradan Ankara'ya nakledilen Mersin Astsubay Okulu'na kaydolur. Öğrenci iken eşi Suna'yı kaçırır ve altı ay köyünde kalır. Bu sırada okulu Balıkesir'e nakledilir. Balıkesir’deki Okul Komutanı’nın çabası ile yeniden okula döner ancak altı ay devamsızlık yaptığına ilişkin bir ihbar üzerine okuldan ilişiği kesilince yeniden köyüne dönmek zorunda kalır. (Okul Komutanı deyince, yıllar yıllaaar sonra bu okulun komutanlığının bana da kısmet olduğunu -hem de iki ayrı zamanda toplam dört yıl- burada gururla ifade etmek istiyorum… )

Müzik dünyasına Âşık Mahzuni Şerif mahlasıyla atılır... 1964 yılında ilk plağı çıkar. 1989-1991 yılları arasında Halk Ozanları Federasyonu tarafından Dünya'nın en büyük üç ozanı arasında gösterilir… Çağımızın Pir Sulta Abdal’ı diye anılır. Son halk şairidir...

Kendi deyimiyle ömrünün ilk yarısı hapishanelerde, ikinci yarısı ise hastanelerde geçirir. Hapiste olduğu dönem türkülerinden uzak kalır… Bu uzaklığı da şöyle anlatır: "Bir balığı denizden çıkartın, kuma atın. O balık o denize nasıl baktıysa ben de türkülerime uzaktan öyle baktım." Başka nasıl izah edilirdi, başka anlatılırdı ki bu özlem!...

Mahzuni Şerif 17 Mayıs 2002 tarihinde Almanya’nın Köln şehrinde "ağaç olacağım, toprak olacağım, su olacağım, geleceğim yine geleceğim" diyerek Hakk’a yürür... Vasiyeti üzerine naaşı Hacı Bektaş Veli Külliyesi'nin yakınındaki Çilehane adı verilen bölgeye defnedilir.

Mahzuni Şerif’in mezar taşında kendisinin bu yalan dünyaya tamah etmediğini gösteren şu dizeleri yazılıdır:

‘’Eğer bana gel gel olsa yüceden,
çırpar kanadımı uçar giderim,
isteğim yok gündüz ile geceden,
ben bir Mahzuni'yim naçar giderim.’’

Mekânı cennet olsun, nûr içinde yatsın.

62 yıllık yaşamı boyunca 453 plak, 58 kaset ve 8 kitap yayımlar. Hakkında belgeseller yapılır, kitaplar yazılır. Toplumcu, özgürlükçü bir şairdir. Bu görüşleri savunduğu, türkülerine konu edindiği için her zaman başı derde girer. Defalarca saldırıya uğrar, evi yakılır, hakkında davalar açılır, mahpuslarda yatar. 2001 yılının sonunda, ölümünden birkaç ay önce “Elhamdülüllah Kızılbaşım ve laikim. Ben değil yedi sülalem Kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir!” dediği için Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ağır ceza talebiyle dava edilir. Ölmeseydi belki ceza yiyip hapis edilecektir. 

Hakkında çok kitap yazılır… En son Ali Öztunç’un ''Devr-i Mahzuni’'' (Doğan Kitap, 2017) isimli kitabı içlerinde en güzel olanıdır.  Ayrıca Âşık Mahzuni’nin 30 eserinin 32 sanatçı tarafından yeni yorumlarla seslendirildiği,  “Mahzuni’ye Saygı'' (Arda Müzik) albümü yayımlanır…

Şimdi de Âşık Mahzuni Şerif’in en bilinen o muazzam türküsü ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü anlatmak istiyorum... 

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

Mahzuni Şerif'in insana hüzün şırınga eden ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’ türküsünü Edip Akbayram’dan Sabahat Akkiraz’a, Kardeş Türküler’den İlkay Akkaya’ya, Feryal Öney’e pek çok sanatçı seslendirir… Ama hiç bir sanatçı Mahzuni Şerif gibi içten, dolu dolu, kalbe işleyen bicimde söyleyemez bu türküyü… Dinlerken insanın düğüm düğüm boğazı düğümleniyor, yağmur yağmış, güneş vurmuş kar gibi erim erim eriyor yüreği...


''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsü; bu toprakların en güzel eserlerinden, en güzel seslerinden birisidir, bir şaheseridir. Bu garip, bu sahipsiz, bu yalnız, bu güzel, doğası gibi insanları da talan edilen bu mahzun toprakların türküsüdür.  Yine bu sayfalarda yazdığım ‘’Tutunamayanlar’’ın, barınamayanların, gitmek zorunda olanların türküsüdür… Ötekileştirilenlerin, dışlananların isyan içermeyen kabullenişlerin türküsüdür. ‘’Güzel ve yalnız ülkemin’’ türküsüdür. Gidenlerin, terk edenlerin, terkedilenlerin türküsüdür… Vizontele filmindeki Deli Emin’in mezardaki annesine radyodan dinlettiği türküsüdür... ''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım'' türküsü; bir mekândan, bir diyardan, bir yurttan gidenlerin değil; bir gönülden, bir yürekten, bir kalpten gidenlerin, gitmek zorunda olanların, zamanı gelip de gitmesi gerekenlerin türküsüdür. Zaten türküdeki bu terkedilmişlik duygusu kafesteki yabani bir kuş gibi insanın yüreğinde çırpın çırpın çırpınır…

‘’Çeşm’’ Farsçada ‘’göz’’ demektir. ‘’Çeşm-i siyahım’’ ise ‘’siyah gözlüm’’ demektir, ‘’kara gözlüm’’ demek değildir… ‘’Kara’’ sözcüğü siyahı değil; büyüklüğü, iriliği, gücü, zorluğu ifade eder. Kara gözlüm; iri, büyük gözlüm demektir…

"Sermayem derdimdir, servetim ahım" derken sanki Anadolu’nun bin yıllık tarihini, geçmişini gözlerinizin önüne serer… Bu dizeler ömrünüzden seneler eskitir…

Cennet'i bırakıp da viran bağlara gidiş

"Ötmek istiyorum viran bağlarda / ayağıma cennet kiralansa da" dizeleri cenneti bile her şeyi bırakıp gitme isteğini kararlı, sessiz ve derinden anlatır. İnsanın cenneti bırakıp da gidecek ne gibi bir gerekçesi olabilir ki?  Viran bağlarda baykuşlar öter. Hem de cenneti bırakarak duyulma imkânının olmadığı viran bağlar da bir baykuş gibi ötmek bir nasıl duygudur ki? Böylesine, bir nasıl mecburiyettir ki gitmek?


‘’Bağladım canımı zülfün teline’’ derken ozan gerçek bir sevdayı, aşkı anlatır. Zülüf; şakaklardan sarkan saç lülesidir. Zülfüyâr; sevgilinin şakak saçıdır. Bu nasıl bir sevdadır, bu nasıl bir sevgidir ki sevilenin zülfünün bir teline can bağlanır? Bu nasıl sevdadır, bu nasıl bir sevgidir ki bir ömür, bir hayat, bir yaşam, bir benlik sevdiğin kişinin zülfünün tek teline bağlanır? Ve böylesine bir bağ ve böylesine bir sevgili bırakılıp da bir nasıl gidilir ki?

‘’Güldün Mahzuni'nin garip haline / Mervan'ın elinden parelense de’’ dizelerinde bahsedilen ‘’Mervan’’, Hz. Ali’ye düşmanlığı ve zalimliği ile bilinen Emevi Halifesi Mervan’dır… Sevgilinin Mahzuni'ye yaptığı Mervan'ın Hz. Ali'ye yaptığı gibidir... 

İşte bir gönülden, bir yürekten, bir kalpten gitmek zorunda kalanların, aslında gitmemek için çırpın çırpın çırpınıp da gitmek zorunda kalanların, giderken bile ayakları geri geri gidenlerin, gayri her ne olursa olsun gidenlerin türküsüdür; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım.’’

İnsan Cennet'i bırakıp da neden viran bağlara gider ki?

Bu kadar sevgiye, bu kadar bir bağlanmaya rağmen insan sevdiğinden neden ayrılmak ister, neden ayrılır?  Cenneti terk ederek viran bağlarda insan baykuş gibi neden ötmek ister? Sanırım bunun da cevabı yine bu sayfada yazdığım Oğuz Atay'ın ''Tutunamayanlar'' isimli kitabında gizli. ''Tutunamayanlar''da kitabın bir yerinde şöyle bir cümle geçerdi: "İnsani kalbinden tutamadınız mı, görün, nasıl kaybolup gidecek elinizden." Ey sevilenler! Ey sevenler! Anlıyor musunuz? 


Sanırım bu soruya bir başka cevap da erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında gizli. Anais Nin bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu topraklarda, bu kültürde bir türlü aşkın beslenmesinin bilinmeyişinden miydi insanlarımızın cenneti terk ederek viran bağlarda baykuş gibi ötmek isteyişi?  Ey sevenler, sevilenler! Anlıyor musunuz? 

Cemal Süreyya bir şiirinde şöyle derdi: ‘’Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git / Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti.’’ Ey sevenler, sevilenler! Anlıyor musunuz? 

Bu türkü sebepsiz yere aklınıza gelir ve her bir dizesi beyninizde takılmış bir plak gibi döneeeer durur saatlerce, günlerce, gecelerce, haftalarca, hatta aylarca:

''İşte gidiyorum çeşm-i siyahım
Önümüzde dağlar sıralansa da''

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Kendi sesiyle Âşık Mahsuni Şerif: ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’
https://www.youtube.com/watch?v=v72Z7weB9aA

Güler Duman; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=Fhap7fFsqzU

İlkay Akkaya; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=KWni7AceveE

Edip Akbayram; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’:
https://www.youtube.com/watch?v=vJI_jMok64g

Ahmet Aslan; ‘’İşte gidiyorum çeşm-i siyahım’’
https://www.youtube.com/watch?v=eJCDdjOodUE

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

Önümüzde dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir servetim ahım
Karardıkça bahtım karalansa da

Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin diline (gurbet eline)
Güldün Mahzuni'nin garip haline
Mervan'ın elinden parelense de


Bu da geçer yâ hû

16 Mayıs 2021


Uğur Mumcu, “Tarikat, Siyaset, Ticaret” (um:ag Yayınları, 2018) adlı kitabında; Amerikan emperyalizmini, Arap emperyalizmini ve bu iki emperyalizmin din ekseninde buluşması ve ittifakını ve bu ittifakın el ele içerdeki işbirlikçileri ile demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin altını bir nasıl oyduklarını anlatırdı. Ancak görüyoruz iki Uğur Mumcu eksik yazmış! Uğru Mumcu yaşasaydı da bu kitabını günümüzde yazsaydı sanırım adı ‘’ “Mafya, Tarikat, Siyaset ve Ticaret” olurdu. Görüyoruz ki bu ittifaka mafya da katılmış

Devletin altını oyan mafya, tarikat, siyaset ve ticaret ortaklığı, yönetilemeyen salgın, dibe vurmuş ekonomi, dibe vurmuş dış ve iç siyaset umudunuzu kırıyor, sizi ümitsizliğe düşürüyor değil mi? Ama bütün bunlar umudunuzu kırmasın…


Niye mi? Anlatayım o zaman…

Umutsuzluğa düşmememiz gerektiğini Osmanlıca bir deyimden bahsederek örnek vermek istiyorum: ’’Bu da geçer yâ hû’’.

Bu da geçer yâ hû

‘’Bu da geçer yâ hû’’ sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman ‘‘Bu da geçer’’ mânâsına gelen ‘‘k’afto ta perasi’’ derlermiş. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘’in niz beguzered’’ olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘’bu da geçer’’ haline getirilir. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna ‘’yâ Allah’’ mânâsına gelen bir ‘’yâ hû’’ ilave edilip ‘‘Bu da geçer yâ hû’’ haline gelir.  (Arapça da ‘’hû’’ ‘’O’’ anlamındadır ve Allah’ı kasteder. Mezar taşlarında yazan ‘’Hû-vel Baki’’ sözü ‘’O -Allah- kalıcıdır, biz öldük, bu cihandan geçtik, gittik lakin Allah kalıcıdır'' anlamındadır.)


‘’Bu da geçer yâ hû’’ sözü her şeyin fani olduğuna dair özlü bir sözdür. Bu söz; üzüntünün, gamın, kederin, derdin, tasanın, bela ve musibetin; şansın, sevincin, hazzın, talihin, ikbalin, mevkiin ve makamın hep geçici olduğu anlamında kullanılır.

Bu söz işgal altındaki İstanbul’da halkın arasında gizli bir slogan olarak da kullanılır. İstanbul 1918 yılında işgal edilip düşman savaş gemileri Boğaziçi'ni doldurunca, hattat İsmail Hakkı Altunbezer bir kâğıda '’Bu da geçer yâ hû’' yazıp atölyesine asar. Kısa sürede işyerleri, kahvehaneler, vapurlar, bu yazıyla donatılır. Halkın işgale karşı tepkisini dile getirmek üzere her yere astığı bu yazı o acı günlerin, mütareke döneminin bir simgesi haline gelir.  

Bugün müze olarak kullanılan Atatürk'ün Çankaya'daki konutuna da astığı tek hat yazısı da "Bu da geçer yâ hû" sözüdür.

Tarihçi yazar Cengiz Özakıncı'ya göre, ABD Başkanı Abraham Lincoln, Wisconsin'de yaptığı bir konuşmada bu söze duyduğu hayranlığı şöyle dile getirmiş: "Doğu'da bir padişah, danışmanlarından, her okunduğunda bulunulan durumu tüm gerçekliğiyle anlatacak bir söz bulmalarını istemiş. Bulmuşlar; 'Bu da geçer!' Öyle anlamlı bir sözdür ki bu, hem böbürlenmeyi dizginler; hem acılara dayanma gücü verir!"

Ferîdüddîn-i Attâr’dan bir hikâye

Burada ABD Başkanı Abraham Lincoln’ün bahsettiği ‘’Doğudaki Padişah’’ konusu; Horasanın en önemli dört şehrinden biri olan Nişabur´da doğan ve Moğollar tarafından şehid edilen mutasavvıf, şair, hekim ve eczacı Ferîdüddîn-i Attâr’ın (1120 – 1229) ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’’ (Ravza Yayınları, 2011) adlı eserinde geçen hikâyeye dayanır…

Bu kitapta geçen hikâye şu şekildedir:

Uzun bir yolculuktan sonra çok yorulan bir derviş, geldiği köyün zenginlerinden biri olan Şakir isimli ev sahibinin çiftliğinde misafir olur. Köydeki diğer bir zenginin ismi Haddad´dır. Çok iyi karşılanıan ve misafir edilen derviş tekrar yola koyulacağı zaman Şakir´e “Böyle zengin olduğun için hep şükr et.” der. Şakir şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir.''

Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı köye düşer. Şakir´i aramak ister, ama Şakir'in iyice fakirleştiğini ve bu yüzden Haddad´ın yanında çalıştığını öğrenir. Ailesi ile birlikte üç yıldır Haddad´ın hizmetkârı olan Şakir´i bulur derviş, bu sefer oldukça mütevazı olan evinde ve sofrasında misafirdir. Derviş Şakir´e başına gelenlerden duyduğu üzüntüyü ifade edince Şakir: “Üzülme!’’ der, “Unutma, bu da geçer…”

Tekrar yola düşen derviş yedi yıl sonra yolu yine o köyden geçmektedir. Bu yedi yıl içinde Haddad ölmüş, ailesi olmadığı için zengin mirasını, hayvanlarını, arazilerini ve tabi konağını da Şakir´e bırakmıştır. Derviş mutlulukla ne kadar sevindiğini söyler Şakir´e ama cevap aynıdır: “Bu da geçer…”

Derken bir zaman sonra yine köye uğrayan derviş eski dostunu bir tepede bulur. Şakir ölmüştür. Mezar taşında şu yazmaktadır: “Bu da geçer…” “Ölümün nesi geçecek?” diye düşünen derviş köyden ayrılır.

Bir sonraki yıl mezar ziyareti için yeniden gelir. Bakar ki ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel sonucunda Şakir´den geriye hiç bir iz dahi kalmamıştır.

O sırada ülkenin sultanının, umudunu tazeleyecek, mutluluğun tembelliğine kaptırmasını engelleyecek bir yüzük yaptırmak istediği konuşulmaktadır. Hiç kimse Sultanı tatmin edecek o yüzüğü yapamayınca bizim dervişi bulurlar. Derviş, Sultanın kuyumcusuna bir mektup yazar ve ulaştırır.

Sonrasında son derece sade bir yüzük Sultan´a sunulur. Yüzüğün üzerinde “Bu da geçer” yazmaktadır.

Hikâye bu kadardır.

Ancak anlı şanlı köşe yazarları, kendisine edebiyatçı payesini veren kimi yazarlar ise bu hikâyeyi Sultan II. Mahmut’a yakıştırırlar... Zülfü Livaneli de ‘’Leyla'nın Evi’’ (Doğan Kitap, 2012) isimli kitabında ‘’Bu da geçer yâ hû’’ ifadesinin hikâyesini detaylıca anlatır. Ancak yukarıda anlattığım gibi hikâyenin kaynağı Ferîdüddîn-i Attâr’ın ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’’ isimli kitabıdır.

Neyse biz dönelim konumuza, bu onların sorunu…

Sehl-i mumteni bir söz

‘’Bu da geçer yâ hû’’; görüldüğü gibi anlayana ‘’sehl-i mumteni’’ harikası bir sözdür... Katre içinde bir ummandır... (Sehl-i mumteni: kolay görünen, ancak benzeri söylenmeye kalkılınca zor olduğu anlaşılan, derin anlamlı özlü söz söyleme sanatıdır. Katre ise damla demektir. ‘’Umman’’ın da okyanus olduğu malum!)

Kendisi için ‘’Fâni’’ mahlasını kullanan ve vefatı (2007) ile günümüzdeki tasavvuf geleneği kesilen Lütfi Filiz’in çok güzel dört ciltlik bir kitabı var: "Noktanın Sonsuzluğu" (Pan Yayıncılık, 2000) Bu kitap tasavvufun temel kavramlarını, derinlemesine açıklayan bir kaynak kitaptır.

Ve bu kitapta Litfi Filiz’e ait bir şiir yer alır. Şiirin tamamını yazımın sonunda veriyorum. Şiirin ilk ve son iki dizesi şöyleydi:

Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hû...
Cemâliyle âyan olsa, bu da geçer de yâ hû...

Şiirin bu ilk ve son iki dizesi takılmış bir plak gibi zihninizde dönsüüüün dursun:

Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hû...
Cemâliyle âyan olsa, bu da geçer de yâ hû...

Osman AYDOĞAN

Lütfi Filiz’in şiiri

Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hû...
Cemâliyle âyan olsa, bu da geçer de yâ hû...

Bî karardır felek, daim döner durmaz bir an,
dursa bir an, ne yer kalır ne gök kalır be yâ hû...

Kâh-ı zulmet, kâh-ı envâr birbir ardın devreder,
kâh-ı lütuf, kâh-ı kahır, ondan olur be yâ hû...

İmtihan için oluptur daima neş'e, azâb
sen, "sen"i bilmek içindir, kahrı lütfu be yâ hû...

Fâniya vird-i daim et bu sözü her zaman,
gece gündüz hatırından hiç çıkmasın be yâ hû

Celâliyle zâhir olsa, bu da geçer be yâ hû...
Cemâliyle âyan olsa, bu da geçer de yâ hû...


La Paloma

15 Mayıs 2021

‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… ''Tarihi kök bilgiler, tarihi figürler ve tarihi motifler, güçlü bir ağacın kökleri gibi bir toplumu ayakta tutan ve besleyen unsurlardır'' derler... Derler de derler... Daha çok şey derler de ben şimdilik bu kadarı ile yetineyim...

Ben de biliyorsunuz bu düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim... Bu sitede Kudüs konusunu anlatacağım diye; teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı, yine tarihte daha bir geriye, teee üç bin iki yüz yıl geriye giderek ''Delilah'' (Dilayla) isminin hikâyesini ve ne anlama geldiğini ve yine iki bin yıl geriye giderek Oscar Wilde'nin ‘’Salomé’’ isimli oyunu anlatmıştım...

Bu sefer de, Koronadan, Filistin'den, Kudüs'ten, iç siyasetten uzak bir konuda yine iki bin beş yüz yıl geriye giderek çok sevilen bir folk şarkısının hikâyesini anlatmak istiyorum... 

Nuh tufanından sonraki ikinci güvercin efsanesi

Anlatacağım bu folk şarkısının hikâyesi Nuh tufanındaki ‘’güvercin’’ efsanesinden sonra Batı kültüründe bulunan ikinci bir ''güvercin'' efsanesine dayanır. M.Ö. 492 yılında geçen bu ''güvercin'' efsanesi şu şekildedir:

Pers Kralı Büyük Kiros'un oğlu Smerdis’in hükümdarlığı zamanında ölümsüzlerin komutanı olan General Darius, Smerdis'e karşı isyan bayrağı açar, soylularla birleşerek Smerdis'i devirir ve kral olur. Pers Kralı Kiros Asya'da gidebileceği en uç noktaya dek gitmiş ve orada ölmüştü. Darius kral olunca imparatorluğu Avrupa yönünde genişletmeye karar verir... Batı Anadolu'da İyonların isyanı, Perslerin dikkatini bu yöne çeker. İsyanı Yunan kentlerinin desteklediği anlaşılınca Darius Ege'nin karşı yakasına sefer kararı alır.

İşte Darius’un Ege'nin karşı yakasına yaptığı bu sefer esnasında bir Pers gemisi Athos dağı sahilinde fırtınaya yakalanır ve gemi dağa çarpıp, parçalanarak batar. Gemi batarken gemiden bir güvercin sürüsü havalanır. Başlangıçta bu kuşların batan gemideki denizcilerin ruhları olduğunu düşünülür. Ancak gerçek daha farklıdır. Her güvercin gemideki denizcilerden birine aittir. Ve bu güvercinler onların evlerine acı haberi götürmekle görevlidirler. Güvercin, ayağına bağlı bir mektup olmadan evine dönerse geminin battığı ve sahibinin öldüğü anlaşılacaktır. O zamandan beri tek başına uçan bir güvercin, böyle acı bir haberin sembolü olarak hatırlanır.

Bir İspanyol folk şarkısı: La Paloma

‘’La Paloma’’ isminde de bir İspanyol folk şarkısı vardır.  İşte bu ''La Paloma'' şarkısının teması da anlattığım bu ''güvercin'' efsanesine dayanır. ’'La Paloma''; İspanyolca barış sembolü olan ''güvercin'' demekti... ''La Paloma''; dünya çapında bir özlemi anlatırdı; güvercin sembolünde birleşen barışı... 

''La Paloma'', 1861 yılında Küba'yı ziyaret eden Basklı müzisyen Sebastián Yradier tarafından 1863 yılında bestelenen ve ''Habaneras'' (''Küba’dan gelen'' anlamında) adı verilen bir İspanyol folk müziğidir. Şarkı genellikle İspanyolca, Fransızca ve Almanca dillerinde söyleniyor... ''Müzik evrenseldir'' derler ya işte bu sözü ispatlarcasına bu şarkının  tüm dünyada iki bin civarında yorumunun olduğu tahmin ediliyor. Her dilde farklı sözlerle söylenmiş… Her dilde farklı söylenirken her ses tonu şarkıya farklı etkiler bırakmış. Kiminde derin bir hüzün, kiminde ise neşe dile getirilmiş... Bu şarkı Meksika'da çok popüler olmuş ve Meksikalı devrimcilerin dilinden düşmemiş. Latin Amerika ülkelerinde özgürlüğün, aşkın ve kardeşliğin melodisi olmuş, Zanzibar’da düğün müziği olmuş, Romanya’da cenaze marşı, Meksika’da isyan şarkısı, Almanya’da gemici ağıtı olmuş... 

Şarkının Almanca sözleri girişte anlattığım güvercin efsanesine dayanır... Almanca şarkı sözü özetle denizde bir gemide vedalaşmayı anlatır… Giden gelmeyecektir... ''Hayat'' der, ''hayat, denizin üzerinde bir dalga gibi bir gider bir gelir.'' der. Ve ''Kim anlayabilir ki?'' diye sorar... ‘’Ve ben geri gelmezsem... ağlama'' der... ''Denizleri aşarak sana beyaz bir güvercin gelecek ve sana benim selamımı getirecek ve sana bu gidişten hiç dönüş olmayacağını bildirecek…’’ Tıpkı efsanedeki İranlı gemicilerin güvercinleri gibi…

Almanca sözleri bana tam olarak Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Sessiz Gemi’’ isimli şiirini anımsatır. Sanatçı Hümeyra da çok güzel seslendirmişti ama keşke bu müziğe uyarlansaydı, sözleri de tam uyardı: ‘’Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; / Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.’’

Alman gazeteci, yazar ve tarihçi olan Sigrid Faltin’in bu şarkıyı anlattığı ‘’La Paloma’’ isimli bir de belgeseli var. Belgeselde üç kıtada geçen şarkının birçok ülkedeki yorumu ve şarkının o ülkedeki halka göre anlamı ve bir şarkının kültürel yaşamı nasıl etkilediğini ve dilden dile dolaşarak nasıl iki bin yoruma ulaştığını anlatılıyor. Bu belgeselde Meksika İmparatoru Maximilian’ın idam edilmeden önce en son isteğinin, La Paloma şarkısını dinlemek olduğu rivayet ediliyor...

La Paloma insanoğlunun besteleyebildiği en güzel müziklerden birisidir diye düşünüyorum... Bu şarkı her dinleyenin gönül telini tir tir titretmiş. İnsan dinlerken bu şarkıyı; üstüne yağmur yağmış, güneş vurmuş ve bir de üstüne sam yeli esmiş bir kar gibi ılgıt ılgıt erirmiş... Aşağıda bağlantılarını verdiğim belli başlı yorumları dinlediğinizde sanırım bana hak verirsiniz diye düşünüyorum... Aynı müzik ama farklı yorumları birbirinden o kadar güzel ki, yerinizde olsam bağlantısını verdiğim bütün yorumları dinlerdim.  Bu yorumlar gökkuşağının bütün renkleri gibi rengarenk...

Bu şarkıyı, bu yorumları dinlediğinizde zamanınızı bu dünyanın gamını, kederini, pisliklerini, mafyayı, mafya ile iç içe siyaseti ve Koronayı düşünmeğe harcamaktansa, değil bu zamanı, dünyanın tüm bir zamanını bu şarkıya feda etmeye değer olduğunu göreceksiniz.. ... Ve yine göreceksiniz ki Meksika İmparatoru Maximilian’ın idam edilmeden önce en son dileğinin La Paloma şarkısını dinlemek isteği boşuna değil...

El âlem ve biz

Anlattığım gibi el âlem basit bir folk şarkısında bile iki bin beş yüz yıl geriye giderek bir tarihi derinlik sunuyor... El âlem basit bir folk şarkısında bile tarihi bir efsaneye, tarihi bir figüre atıfta bulunarak iki bin beş yüz yıl önce Doğu'dan gelen bir tehlikeyi unutmuyor, unutturmuyor.. El âlem basit bir folk şarkısında bile birleşmeyi, bütünleşmeyi sağlıyor...

Bizim günlük siyasal, toplumsal ve kültürel yaşayışımız ise tıpkı kendi pop ve folk şarkılarımızın sözlerinde olduğu gibi şıkıdım şıkıdım, oynaya oynaya, lay lay lom geçip gidiyor… Ortak söyleyebileceğimiz bir şarkımız, bir türkümüz, ortak bir ulusal değerimiz, bir ülkümüz, bir inancımız, bir kıvancımız, ortak bir öykümüz, bir hikâyemiz, bir efsanemiz  kalmamacasına rüzgârların önündeki kuru yapraklar misali savrulup gidiyoruz... 

Einstein; ‘'Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir’' derdi… Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ derdi. Biz de günübirlik yaşayıp gidiyoruz işte...

Hayat; şarkının Almanca sürümünde söylendiği gibiydi zaten; ‘’Giden gelmeyecektir...'' ''Hayat denizin üzerinde bir dalga gibi bir gider bir gelir.'' Ve ''Kim anlayabilir ki?'' diye sorar... ‘’Ve ben geri gelmezsem... ağlama'' der...

Bugün artık Pazar, her ne kadar bu Pazar, zaten tam kapanma (!) sokağa çıkma kısıtlaması da var, siz de evde kalın ve şarkının bağlantısını verdiğim yorumların hepsini dinleyin… O kadar çok dinleyin ki zihninizde takılmış bir plak gibi gün boyu dönsüüüüün dursun… Zihninizde bu şarkı o kadar çok dönsün dursun ki zihninizde ne kadar olumsuz düşünce varsa hepsini unuttursun… Zaten ‘’unutma olmayınca mutluluk da olmaz’’ derdi Fransız roman yazarı Andre Maurois…

Tekrar bayramınızı kutluyor, sizlere pırıl pırıl, sağlıklı, mutlu ve umutlu güzel bir Pazar günü diliyorum…

Osman AYDOĞAN

La Paloma çok değişik sanatçılar tarafından yorumlanmıştır. En bilineni İspanyol asıllı Fransız sanatçı Mireille Mathieu'nun Almanca olarak söylediği yorumudur. Yine Mireille Mathieu'nun Yunan sanatçı Nana Mouskouri ile Fransızca düeti de var:

https://www.youtube.com/watch?v=2NXrhcbpiV0

Julio Iglesias ile Nana Mouskouri'nin de ''La Paloma'' düeti var:
https://www.youtube.com/watch?v=RkHWaMJ6fl0

André Rieu'in ''La Paloma''sı... Orkestra ile de daha bir güzel... Orkestra deyince Belçikalı tenor Helmut Lotti'den orkestra eşliğinde dinlenmeli diye düşünürüm:
https://www.youtube.com/watch?v=R5L1UAGow3k

''Çalışıkuşu'' dizisinde Feride’yi canlandıran Aydan Şener dizide piyano ile çalmıştı La Paloma'yı:
https://www.youtube.com/watch?v=foDKfzZbGz0

İspanyol besteci ve gitar virtüözü Francisco Tarrega tarafından yapılan gitar yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=9QJLUH97orU

İtalyan müziğinin divalarından sayılan Gabriella Ferri de çok güzel yorumlamış La Paloma'yı:
https://www.youtube.com/watch?v=UOl502lgWFk

La Paloma'yı Polonyalı sarkıcı, aktör ve piyanist Adam Aston da başka bir yorumla söylemiş: 
https://www.youtube.com/watch?v=Ogh7o9HpjAE

Los Panchos (Trio Los Panchos olarak bilinir, üç romantik Latin şarkıcılarıdır) daha güzel anlamlar katmış La Paloma'ya:
https://www.youtube.com/watch?v=D1kBZFNODi4

Arjantinli sanatçı Libertad Lamarque’nin yorumu:
https://www.youtube.com/watch?v=jebIpYs2UUI

İtalyan şarkıcı ve tenor Giuseppe di Stefano da bir başka yorumlamış:
https://www.youtube.com/watch?v=FbrB9pRvMM4

İspanyol soprano Victoria de los Angeles’in o billur sesi ile bir başka söylemiş: 
https://www.youtube.com/watch?v=nUFYBpF1mW8

İspanyol tenor Plácido Domingo’nun yorumu;
https://www.youtube.com/watch?v=Z8gLDihFduw

La Paloma’nin Almanca metni:

La Paloma

Wenn rot wie Rubin die Sonne im Meer versinkt

ein Lied aus vergangener Zeit in den Herzen klingt.

Das Lied
es erzählt von einem
der ging an Bord

und da sagte er zur Liebsten ein Abschiedswort:

Weine nicht

wenn ich einmal nicht wiederkehr!
Such einen andern dir
nimm es nicht zu schwer!
Und eine weiße Taube fliegt dann zu dir

bringt einen letzten Gruß übers meer von mir.

La Paloma

ade!
Wie die wogende See
so ist das Leben ein Kommen und Gehn

und wer kann es je verstehn?

Sie sah jeden Morgen fragend hinaus zum Kai -

sein Boot "La Paloma"
es war nie mehr dabei.
Denn eine weiße Taube zog übers Meer!
Da wußte sie
es gibt keine Wiederkehr!

La Paloma

ade!
Wie die wogende See
so ist das Leben ein Kommen und Gehn

und wer kann es je verstehn?



Ortadoğu’nun dünü ve bugünü

14 Mayıs 2021

Bugün için Filistin’de yine kan ve gözyaşı var… Ben bu sayfada bu kan ve gözyaşının gününü de anlattım ama geçmişini de anlatmak için teeee üç bin yıl geriye gittim… Üç bin yıl geriden ‘’Buhtunnasır’’i anlattım… Sonra da yine bir daha teeee üç bin yıl geriye giderek bir ‘'femme fatale’' (baştan çıkaran kadın) hikâyesi olan ‘’Samson ve Delilah’’ı anlattım…  

Bu kan ve gözyaşının dününü anlatmak için bu sefer de iki bin yıl geriye giderek yine Filistin’i ve bir başka ‘'femme fatale’' hikâyesini anlatmak istiyorum… Hep tarihe yönelerek, hem de üç bin yıl, iki bin yıl geriye giderek anlatıyorum, çünkü bu coğrafyanın genetik kodlarını bilmez isek eğer günümüzü de anlayamayız…

Hazırsanız eğer başlayalım iki bin yıllık bir geçmişe doğru yolculuğa…

Salomé

Bu yolculuğa bizi İrlandalı oyun yazarı, romancı ve şair Oscar Wilde (1854-1900)’ın ‘’Salomé’’ (İmge Kitapevi, 2014) isimli oyunu götürecek…

Oscar Wilde bu ‘’Salomé’’ isimli oyununu; Marcus (Marcos) ve Matta İncillerindeki bir hikâyeden ve bu hikâyenin üzerine yapılan Gustave Flaubert’in ''Hérodias'' ve Stéphane Mallarmé’nin ''Hérodiade'' isimli eserlerinden, Heinrich Heine’nin ''Atta Troll'' adlı şiirinden ve Gustave Moreau’nun ''L’Apparition'' adlı tablosundan esinlenerek yazar... Kutsal Kitap içinde anlatılan bir ‘'femme fatale’'in, ölüm fermanları verdirtecek kadar baştan çıkarıcı, ölüm fermanları isteyecek kadar ihtiraslı bir Doğu prensesinin tehlikeli, günahkâr ve dramatik öyküsüne Wilde’ın kayıtsız kalması imkânsızdır. 

Salomé “femme fatale” yani baştan çıkaran kadın karakterini işleyen bir oyun olduğundan döneminde müstehcen bulunarak ahlaki sebeplerle yasaklanır ve bu nedenle 1893’te yazılan eser ancak 1907’de seyirciyle buluşabilir. Alman besteci Richard Strauss da daha sonra Wilde’nin Salomé oyununu bir perdelik “müzikli dram” yapısında bir opera haline getirir. Wilde’ın “Salomé”si 1923, 1953 ve 2011 yıllarında da beyazperdeye uyarlanır.  

İki bin yıl önceki Filistin'de geçen bir hikâye

Hikâye Roma İmparatorluğu altındaki Filistin ve İsrail’de Galile (Celile) Kralı Hirodes, üvey kızı Salomé, Kâhin Yahya ve diğer karakterler arasında geçer. Oyun Salomé'nin ihtiras yüzünden yavaş yavaş insani duygularını kaybederek canavarlaşmasını anlatır.

Galile’de, daha İsa’nın adı duyulmadan önce herkese onun geleceğini haber veren bir kişi vardır. Bu kişi "Mesih geliyor ve hepinizi kurtaracak" diyerek buna inananları vaftiz eder. Bu kişi dinler tarihine "Vaftizci Yahya" diye geçen çok ünlü bir kişidir.

Doğduğunda Hz. İsa'yı da Erden (Şeria) nehrinde vaftiz eden Vaftizci Yahya, kısa bir süre önce öldürdüğü üvey erkek kardeşi Herod Filipus'un karısı Hirodias ile evlenmek isteyen Kral Hirodes'e "Kardeşinin karısını almak sana caiz değildir" diyerek arzusuna karşı çıkar. Kral buna rağmen öldürttüğü üvey kardeşinin karısıyla evlenir. Kralın evlendiği kadının ‘’Salomé’’ adlı çok güzel bir kızı vardır.

Kral, Vaftizci Yahya’nın  bu evliliğe karşı olması ve karısını aşağılayıcı söylemlerinden ve de halkı kışkırtmasından korktuğu için Vaftizci Yahya’yı zindana attırır. Fakat kutsal ve değerli bir adam olduğunu düşündüğü için onu öldürtmez. Karısı Hirodias ise Yahya'ya içten içe kin duyar.

Günlerden bir gün Kralın karısının ilk kocasından olan kızı Salomé, kraldan habersiz zindanda Vaftizci Yahya’yı görmeye gider. Salomé Vaftizci Yahya’yı gördüğü an ona âşık olur.

Salomé Vaftizci Yahya’ya şunları söyler: ‘’Senin bedenine âşığım Yahya! Bedenin tırpancıların hiç biçmediği bir zambak tarlası kadar beyaz. Bedenin Judaea (Yahuda, günümüzde Batı Şeria'nın bir parçası olan dağlık bölge)’nın dağlarında yatan ve vadilere dökülen karlar gibi beyaz. Arap Kraliçesi’nin bahçesindeki güller bile senin bedenin kadar beyaz değildir. Ne Arap Kraliçesi’nin bahçesinin gülleri ne de Arap Kraliçesi’nin baharat bahçesi; ne yaprakların üstünde parlayan gün ışığının ayakları ne de denizin gönlünde yatan ayın yüreği; dünyada senin bedenin kadar beyaz başka hiçbir şey yoktur. Bedenine dokunmama izin ver.” 

Vaftizci Yahya ise ona hiç karşılık vermez. "Dışarı Babil’in kızı. Tanrı’nın seçilmiş kuluna sakın yaklaşma" diye bağırır ve onu kovar. Salomé ise onu şiddetle arzulamaktadır. "Bırak, hiç olmazsa bir kere dudağını öpeyim" der. Yahya aynı öfkeyle cevap verir: "Asla; Sodom (Lût kavmiyle birlikte helâk edilen beş şehirden birisi)’un kızı; asla..." İstediği erkeği öpemeyen Salomé, reddedilmenin verdiği hınçla ve öfkeyle oradan ayrılır.

Kralın da üvey kızı Salomé’ye zaafı vardır. Bir saray eğlencesinde Salomé’nin dans etmesini ister. Kral Salomé'ye "dile benden ne dilersen, sana vereceğim" der. Hatta "benden ne dilersen, ülkemin yarısına kadar sana vereceğim" diye de yemin eder.  Salomé ne diyeceğini bilemez ve gidip annesine danışır. Sonra Salomé, daha sonra söyleyeceği bir dileğinin yerine getirilmesi şartı ile dansa razı olur. Kral söz verir. Salomé üzerindeki yedi tüllü elbise ile dansa başlar. (The Dance of the Seven Veils). Tülleri teker teker çıkarır. Son tül çıkarıldığında dans biter. Kral mest olmuştur. Çünkü Salomé insanlık tarihinin en güzel striptizini yapmıştır.

Kral bir süre bu muhteşem genç kızı seyreder ve "dile benden ne dilersen" der. Derin ve meraklı bir sessizlik salona iner. Gözler Salomé’ye döner.  Salomé iktidarının doruğa ulaştığı bu anı büyük bir hazla uzatır. Salondan çıt çıkmamaktadır. Annesine bakar. Misafirleri küçümseyen gözlerle süzer. Etrafındakilere böcek muamelesi yapan gözler, sonunda aynı umursamazlık ve emin ifadeyle krala döner: "Bana gümüş bir tepside Vaftizci Yahya’nın başını getirin..."

Salomé'nin bu cevabı Richard Strauss'un ayni isimli bir perdelik operasında 
Wiener Staatsoper'in salonu çın çın çınlatır: "Ich will den Kopf des Jochanaan." (Yahya’nın başını istiyorum) 

Kral korkar, çok direnir, bir din adamının başını almayı istemez. Ancak şehvetin esir aldığı kralın yapabileceği bir şey kalmamıştır. Emir verilir.  Vaftizci Yahya’nın kanlı başı gümüş bir tepsi içinde getirilip Salomé’nin önüne konur.

Salomé, kendisini reddeden erkeğin başını eline alır ve onunla konuşmaya başlar: "Dalgalar da, seller de söndüremez ihtiras denilen ateşi...” Ve kesik başa bakarak devam eder Salomé; ’’Bir prensestim, beni aşağıladın. İffetliydim, damarlarımı ateşe verdin. Aşkın gizemi, ölümün gizeminden daha büyük."

Sonra oradakilerin hayret dolu bakışlarına hiç aldırmadan, kendisini reddeden erkeğin kesik başını kendine doğru çeker ve ağzından öper. İntikam sahnesi Salomé'nin şu cümleleriyle biter:

"Ah! Öptüm ağzını Yahya, senin ağzını öptüm. Acı bir tat vardı dudaklarında. Kan tadı mıydı? Hayır; ama belki aşkın tadıydı... Aşkın acı bir tadı olduğunu söylerler... Ama ne önemi var? Ne fark eder? Senin ağzını öptüm Yahya, ağzını öptüm."

Kral verdiği sözden pişman olmuştur. Salomé’nin kesik başı öpmesi onu iğrendirmiştir. Kral Salomé’nin de kafasının kesilmesini emreder.

Halbuki ‘’Salomé’’ İbranice ‘’barışçıl’’ anlamına gelen bir sözcüktü. Arapça ''selam'' sözcüğünün kökeni de buradan gelir...

Eserdeki hikâye bu kadar.

Salomé’nin hikâyesini Oscar Wilde’nin dışında Avustralyalı yazar Toni Bentley "Salomé’nin Kız Kardeşleri" (Agora Kitaplığı, 2006) isimli eserinde daha detaylı anlatır.

İhtiras

Bu hikâye bana bir İspanyol atasözünü hatırlatır: “İnsanı, hangi zevkle günah işliyorsa o zevk öldürür!” Pek çok insanın sonunu ya tutku ya da saplantılarının getirdiğini, pek çok muktediri iktidardan “alışkanlıklarının” indirdiğini Tarih bize göstermiştir.

Çünkü ihtiras tehlikelidir, içinde vicdan barındırmaz. İhtiraslıların haset duygusu da güçlüdür. Evlerden ırak bir duygudur ihtiras; yıkıcıdır, tahrip edicidir, öldürücüdür. İhtiras, doymak bilmez bir canavardır. İhtiras bir kere adamın yakasına yapıştı mı, mantık ağlayarak ve tehlikeyi haber vererek onu terk eder... İhtirasları alt etmek, silah gücüyle tüm dünyayı hüküm altına almaktan daha zor, daha çetindir.

İşte bu nedenle Salomé Yahya’nın kesik başı tepsi içinde kendine sunulduğunda aslında tarihi bir tespiti söylüyordu: “Dalgalar da, seller de söndüremez ihtiras denilen ateşi...” Ama İspanyol atasözü de bu gerçeğin sonunu hatırlatıyordu: ''İnsanı, hangi zevkle günah işliyorsa o zevk öldürür!”

Harese

Bir de genellikle Ortadoğu'ya özgü bu ihtirası Zülfü Livaneli “Huzursuzluk” (Doğan Kitap, 2017) isimli romanında anlatır. Kendi hırsıyla, ülkenin yaralarıyla, kanıyla sarhoş olanların anlatıldığı bu romanda şöyle bir diyalog geçer:

“Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.” 

Ortadoğu’nun dünü ve bugünü

Tarihte de günümüzde de Ortadoğu böyledir işte… Ortadoğu’da kendi hırsıyla, ülkenin yaralarıyla, kanıyla sarhoş olan bütün muhterislerin sonu zevkle işledikleri ve gevişledikleri günahları gibi olmuştur. Ancak kendi sonlarını hazırlarken de halklarını da mahvetmişlerdir…

İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger: ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzundur'' derdi tam da Ortadoğu’nun dününü bir cümleyle özetlercesine… İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov da ‘‘Terör; yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür’’ derdi tam da Ortadoğu’nun bugünü anlatırcasına

İhtiras, harese, Ortadoğu’nun genetik kodlarından birisidir… Bu çözülmedikçe hiçbir şey çözülmez…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

İngiliz film müzikleri bestecisi Edward Shearmur’un bestesi eşliğinde; 1987 ve 1994'teki uçak kazalarından İki kere mucizevi şekilde ölümden dönen ancak 2000 yılında genç yaşta (43) ecele yenilen İsrailli şarkıcı, söz yazarı, oyuncu ve kusursuz sesiyle iyi bir mezzo-soprano olan Ofra Haza’nın sesinden Salomé: (Dinlemenizi isterim.. Konuyu bilince müzik daha bir anlamlı!)

https://www.youtube.com/watch?v=pYklwmgeKYs

Bir başka ‘’The Dance of the Seven Veils’’ müziği:

https://www.youtube.com/watch?v=xLmMYlU9Yok

Salomé’nin üzerindeki yedi tüllü elbise ile başlayıp tülleri teker teker çıkardığı dans (The Dance of the Seven Veils) gösteri dünyası da ilgisiz kalmaz. Bu dans değişik şekillerde sahnelenir:

https://www.youtube.com/watch?v=Q0ZEgK3qPSI

Gustave Moreau’nun Salomé'nin hikâyesini anlatan L’Apparition adlı tablosu:


Bir not:


Gerçek ismi "Michelangelo Merisi Caravaggio"  olan ve ismini doğduğu kasabadan alan ve Rönesans'ın ideal güzelliğine, Da Vinci'ye ve tüm Rönesans ustalarına bir başkaldırı hareketi olan Barok sanat akımının ilk büyük sanatçısı, İtalyan ressam Caravaggio (1571 - 1610)’nun da kendi oto portresi olan bir kesik baş tablosu vardır: ‘’Davud ve Golyad’ın Başı’’ Ancak bu tablonun farklı bir hikâyesi vardır ve bu tablonun konusu da Filistin'de geçmesine rağmen anlattığım Vaftizci Yahya’nın hikâyesini anlatmıyor...

Caravaggio, Rönesans'ın aksine insanı tanrısallaştırmaz, tanrıyı insanlaştırır. Bu durum ise kilisenin öfkesini çeker. Meryem Ana'nın ölümünü resmederken, nehirde boğulan gerçek bir kadın cesedini mezarından çıkarıp, model olarak kullanır. Bazı resimlerinde model olarak fahişeleri kullanır ve onları Meryem Ana'ya çevirir. Caravaggio, artık kilise için katlanılmaz hale gelir. Sonunda biri onu mahkemeye verir ve suçlu bulunur. Bu arada da adı birkaç cinayete de karışır.

Caravaggio çözümü Roma’dan kaçmakta bulur… Caravaggio kendisini affettirmek için tablolarında kendi kellesini kendisi alır. Tablolarındaki kesik baş hep Caravaggio'nun kendi yüzüdür... Bu şekilde başına ödül koyan Roma'ya, kendi elleri ile başını teslim etmek ve affedilmek ister..

Sonunda af çıkar. Roma’ya dönerken yolda bir limanda aftan haberleri olmayan askerler tarafından hapse atılır. Roma’ya beraberinde getirmek istediği resimlerini taşıyan gemi onsuz yola devam eder…

Caravaggio yollara düşer, bataklık bir arazide sıtmaya yakalanır. Temmuz sıcağının da etkisi ile havale geçirir. Bir rivayete göre Caravaggio bu nedenle yakınlardaki bir hastanede can verir. (18 Temmuz 1609)

Bir başka rivayate göre ise resimlerini taşıyan gemiye ulaşamadan, yolda askerle bir sorun yaşar orada öldürülür. Bir başka rivayete göre de işlediği cinayetin yakınları tarafından pusuya düşürülerek öldürülmüştür. Bu gün halen nasıl öldüğü bilinmemektedir…

Caravaggio'nun “David ve Goliath’ın Başı” resmi anlattığım Vaftizci Yahya’nın resminden farklıdır. Efsaneye göre, daha bir çocuk olan David, korkunç bir dev olan Goliath’ın Musevilere meydan okumasına tüm cesareti ile karşı durur. Goliath dev olması yetmiyormuş gibi bir de zırhı vardır. David elinde beş taş bir de sapanla Goliath’ın karşısında dikilir. Goliath duruma güler, David ile dalga geçer. David taşı tam alnına isabet ettirip, Goliath’ı öldürür ve başını keser. Cravaggio için otoportre olan bu resmin anlamı ise hem yetenekli ve cesur halini David’in yüzüne, hem de bir saldırıda gaddar ve parçalanmış yüzünün halini Goliath’ın yüzünde resmetmiş olmasıdır.

Caravaggio'nun “David ve Goliath’ın Başı” resmi:




Üç bin yılın şarkısı ve Kudüs


13 Mayıs 2021

Üst üste iki yazımda Kudüs sorununu anlatırken tarihte yaklaşık üç bin yıl geriye giderek ‘’kimse üç bin yıl öncekini unutmuyor’’ diye Bâbil hükümdarı Nemrut Buhtunnasır’ı, Yahudileri ve Kudüs’ü anlatmıştım. 

Yaklaşık üç bin yıldan beridir Kudüs’ün başkent olması Yahudilerin hedefi idi… Ve bunu yaklaşık üç bin yıl sonra Yahudiler başardılar…

Nasıl başardıklarını yazımda anlatmıştım. Nesilden nesile bu ideal nasıl aktarılmıştı? Bu defa da yazımın devamı olarak buna bir başka örnek vermek istiyorum. Bir ‘’kök bilgi’’nin nasıl da filizlenerek devasa bir ormana dönüştüğünün küçük örneklerinden bir tanesidir anlatacağım.

Anlatacağım örnek; bir hikâyenin, bir kök bilginin müzikle nasıl nesilden nesillere aktarıldığının bilgisidir.

Hikâye yine üç bin yıl öncesine dayanıyor… Hikâye üç bin yıl önce Kudüs’te geçiyor…

Samson ve Delilah’ın hikâyesi:

Anlatacağım bu hikâyenin konusu Eski Ahit'de ve İncil'de geçiyor.. Bu hikâyenin arka planında son yüzyılda Filistinlilere sistematik olarak saldıran, katleden Yahudi krallığının 3 000 yıl önce, yaklaşık olarak Milattan önce 12’nci yüzyılın sonunda Filistinlilerin esareti altında iken çektikleri acılar yer alıyor. Hikâyede İsrail halkı, Filistin krallığı tarafından zulme uğratılmaktadır.

Hikâyenin ön planında ise müthiş bir aşk hikâyesi vardır. Aslında bir aşk öyküsü olmaktan çok bir hırs, ihtiras, zaaf ve intikam öyküsüdür. Hikâyede adı geçen Samson İsrailli, Delilah (Okunuşu: Dilayla) ise Filistinlidir.

Hikâyede adı geçen Samson, İsrailoğullarının Filistinlilere karşı direnişinde etkin bir rol oynayan bir kahramandır. Ve Herkül gibi gücüyle ünlüdür. Elleriyle aslan öldürecek kadar da kudretlidir. Bir defasında bir eşek çenesi kemiği ile binlerce Filistinliyi öldürmüştür. Bir başka ünü de Filistin kadınlarına olan düşkünlüğüdür. Delilah işte bu kadınlardan biridir. Delilah ve Samson büyük bir aşkla severler birbirlerini. Fakat Samson Delilah’ın kız kardeşi Semadar'a âşık olur ve Delilah’ın öfkesini üstüne çeker. Delilah, bir eşek çenesi kemiği ile binlerce Filistinliyi öldüren Samson’un gücünün nereden geldiğini öğrenmeye karar verir. Türlü hileyle, bütün cazibesi ve ‘’femme fatale’’ karakteriyle Samson’dan gücünün saçlarında gizli olduğunu öğrenir. Samson’u koynunda uyutarak saçlarını kazıtır ve onu Filistinlilere teslim eder.

Samson’u Filistinlilere teslim ederken bir damla kanının akıtılmayacağı sözünü alır. Ama Filistinliler tarafından gözlerine mil çekilerek kör edilip bir değirmende değirmen taşını çevirmek için prangaya vurulur. Filistinliler tarafından bu büyük gücün küçük düşürülmesini halkına göstermek için Karnak Tapınağı’na getirilir. Bütün Filistin halkı tapınaktadır. Gözleri görmeyen Samson’a türlü işkenceler yapılır. Cüceler tarafından üstüne ağ atılır, yere düşürülür. Sonra da cüceler ellerindeki çene kemikleriyle vücudunda yaralar açarlar. Bu eziyete daha fazla dayanamayan Delilah, Samson’un yanına gelir, pişman olduğunu ve hâlâ Samson’u sevdiğini söyler. Delilah, Samson’u cücelerin elinden kurtarıp tapınağın ayaklarına getirir. Bu sırada Samson Tanrı’dan son bir defa eski gücüne kavuşmasını diler. Saçları biraz uzayan Samson’a Tanrı’dan eski gücü tekrar verilir.

Samson, Delilah’a kendisini tapınağı tutan iki sütunun arasına getirmesini ister. Delilah’ın da tapınağı terk etmesini söyler. Fakat Delilah onu terk etmez ve onu hüzünle seyreder. Samson bu iki sütunu ellerini dayayarak itmeye başlar. Filistin halkı bu duruma kahkahalarla gülerler. Fakat sütunlar Filistinlilerin şaşkın bakışları arasında çatırdayarak bütün Tapınak yerle bir olur. Bütün Filistin halkı Samson ve Delilah da dâhil bu yıkıntıların altında kalarak yok olurlar.

Hikâye bu kadardır.

Samson ve Delilah’ın hikâyesinin günümüzdeki yansımaları:

Bu hikâyeden yola çıkarak Delilah çoğu zaman ‘’fettan kadın’’, ''femme fatale'', aldatan, kötü kadın anlamında kullanılan bir sıfat haline gelir...

‘’Samson ve Delilah’’ hikâyesi tarihte ünlü ressamlar tarafından da resmedilir. Bu resimlerde genellikle Samson'un gücünün kaynağı olan saçları kesilirken tasvir edilir. Bu resimlerden iki örneğe yazımın sonunda yer veriyorum. 

Hikâye birçok defalar filme de alınır. Bu filmler sinemalarda önemli bir yere sahip olurlar. Bunlardan ilki hikâyeyi filme alan zamanın büyük rejisörlerinden Celil B. de Mille'nin başarılı yönetimi filmin yıldızlarından Victor Matur, Hedy Lamarr, George Sanders ve Angela Lansbury'nin oyunlarıyla birçok ödüller kazanmış bir film olarak Hollywood tarihine altın harflerle yazılır. 1949 yapımı ''Samson and Delilah'' isimli bu filmde ikiliyi Hedy Lamarr ve Victor Mature canlandırır. 

Bu filmin müzikleri de pek güzeldir. Bu filmin film müziği olan "Delilah Delilah" isimli şarkısı tüm dünyada ve ülkemizde de defalarca yorumlanır ve sevilir. 

Sadece sinemada değil müzik dünyası da bu öyküye kayıtsız kalmaz.

Leonard Cohen'in ‘’Hallelujah’’ adlı olağanüstü bestesi ve Regina Spector’ın ‘’Samson’’ adlı şarkısı bu hikâyeye değinir. 1989'da İrlanda'da kurulan bir rock grubu olan ‘’The Cranberries’’ grubu da bu hikâyenin müziğini yapar.

Tom Jones ve Delilah

Ancak bu hikâyeyi konu alan en bilinen müzik parçası Galli şarkıcı Tom Jones'un 1968 tarihli unutulmaz şarkısı olan ‘’Delilah’’ şarkısıdır. Les Reed ve Barry Mason tarafından bestelenen ve sözleri Whittingham Mason tarafından yazılan bu meşhur şarkı yayınlandığı dönemde İsviçre ve Almanya gibi birçok ülkede müzik listelerinde 1 numaraya yükselir. Ayrıca bu şarkı aynı yıl ‘’İvor Novello’’ ödülünün de sahibi olur. Farklı türlerde ve dillerde defalarca yorumlanan şarkı, halen daha önemli bir klasiktir. Şarkının ‘’la nostra favola’’ adlı İtalyanca bir versiyonu da vardır. Ayrıca ‘’Romance and Cigarettes'' ve ‘’Amerikan Hustle’’ gibi filmlerde de bu şarkı kullanılır.

Tom Jones'un meşhur ettiği bu şarkıda Tom Jones’in sesi kulaklarınızda çın çın çınlar:

‘'My, my, my, Delilah
Why, why, why, Delilah''

Tom Jones’un bu şarkısı ülkemizde döneminin en muhteşem filmlerinden biri olan Kartal Tibet ve  Hülya Koçyiğit’in başrolleri oynadığı 1968 yapımı ‘’Sarmaşık Gülleri’’ adlı Türk filminde de kullanılır. Ertan Anapa'nın ‘’Aşkım dillere destan’’ olarak söylediği şarkı da Tom Jones’in bu ‘’Dalilah’’ şarkısıdır.

Tom Jones’in aşağıda bağlantısını verdiğim bu ‘’Delilah’’ şarkısını dinlediğinizde belki de hikâyesini bilmeden nasıl bir şarkıyı sevdiğinize şaşıp kalacaksınız!...

Lay, lay, lom geçip giden hayatımız

El âlem basit bir pop şarkısında bile üç bin yıl geriye giderek bir tarihi derinlik sunuyor… Bu tarihi derinlikte de geçmişini, geçmişinde çektiği sıkıntıları, eziyetleri unutmuyor, unutturmuyor. 

Bizler her ne kadar mitinglerde milletin gazını almak için ‘’ey, ey, ey İsrail!’’ diye günü geçiştirsek de el âlem basit bir pop şarkısında bile ‘’why, why, why, Delilah'' diye tarihi bir figüre atıfta bulunarak üç bin yıllık geçmişini unutmuyor, unutturmuyor...

Bizim günlük siyasal, toplumsal ve kültürel yaşayışımız ise tıpkı kendi pop şarkılarımızın sözlerinde olduğu gibi lay lay lom geçip gidiyor…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Tom Jones, Delilah:
https://www.youtube.com/watch?v=ZGMy88TxXCc

‘’Amerikan Hustle’’ filminde ‘’Dalilah’’:
https://www.youtube.com/watch?v=yEygBvQ8HAk

Aşağıdaki bağlantıyı hoşgörünüze sığınarak veriyorum. Ancak bir açıklama yapmam gerekiyor. Bu bağlantının görüntüleri uygunsuz gibi gelse de şarkının sözlerini birebir anlatır ve bir de zamanla fettan kadın, ''femme fatale'', aldatan kadın, kötü kadın anlamında kullanılan bir sıfat haline gelen Dalilah’ı anlatır… Unutmayın ki Dalilah Filistinlidir. Anlıyorsunuz değil mi? Şarkının sözlerini önce İngilizce sonra da Türkçesini yazımın en sonunda veriyorum.

‘’Romance and Cigarettes’’ filminde ‘’Dalilah’’:

https://www.youtube.com/watch?v=yZ_wgNOEiv0

‘’Samson ve Delilah’’ hikâyesi ünlü ressamlar tarafından da resmedilmiştir. Bu resimlerde genellikle Samson'un gücünün kaynağı olan saçları kesilirken tasvir edilir. Bunlardan biri bugünün Belçikalısı sayılan 17. Yüzyıl Barok resminin önemli isimlerinden birisi olan Flaman ressam Anthony van Dyck’dır.  Bu önemli isim, 21 yaşındayken İncil’de geçen Samson ve Delilah‘ın hikâyesini resmeder. Hikâyeyle aynı adı taşıyan tablo bugün İngiltere’deki Dulwich Resim Galerisi’nde sergilenmektedir.


“Samson ve Deliılah” hikâyesini resmeden bir diğer ressam da Barok tarzın önde gelen isimlerinden olan Flaman ressam Peter Paul Rubens (1577, Siegen – 1640, Anvers) dir. Tablo halen Londra’da Natonal Gallery de sergilenmektedir.


Delilah

I saw the light on the night that I passed by her window

I saw the flickering shadows of love on her blind
She was my woman
As she decieved me I watched and went out of my mind

My, my, my, Delilah

Why, why, why, Delilah

I could see that girl was no good for me

But I was lost like a slave that no man could free
At break of day when that man drove away, I was waiting
I cross the street to her house and she opened the door
She stood there laughing
I felt the knife in my hand and she laughed no more

My, my, my Delilah

Why, why, why Delilah

So before they come to break down the door

Forgive me Delilah I just couldn't take any more
(insert trumpet solo here)
She stood there laughing
I felt the knife in my hand and she laughed no more

My, my, my, Delilah

Why, why, why, Delilah

So before they come to break down the door

Forgive me Delilah I just couldn't take any more
Forgive me Delilah I just couldn't take any more

Dilayla

Penceresinin yanından geçtiğim gece ışığı gördüm

Jaluzisinde aşkın alevlenen gölgelerini gördüm
O benim kadınımdı
Bana ihanet ettiğinde izledim ve delirdim

Benim, benim, benim Delilah’m

Neden, neden, neden Delilah

O kızın benim için hayırlı olmadığını fark edebilmiştim

Ama hiç kimsenin serbest bırakamayacağı bir köle gibi kaybettim
Şafakta o adam arabayla uzaklaştığında, bekliyordum
Evine doğru caddenin karşısına gittim ve kapıyı açtı
Gülerek dikeliyordu orda
Elimdeki bıçağı yokladım ve artık gülmüyordu

Benim, benim, benim Delilah’m

Neden, neden, neden Delilah

Yani onlar kapıyı kırmak için gelmeden önce

Affet beni Delilah, sadece daha fazla katlanamadım
Gülerek duruyordu orda
Elimdeki bıçağı yokladım ve artık gülmüyordu

Benim, benim, benim Delilah’m

Neden, neden, neden Delilah

Yani onlar kapıyı kırmak için gelmeden önce

Affet beni Delilah, sadece fazla tahammül edemedim
Bağışla beni Delilah, sadece daha fazla katlanamadım




Her gününüz bayram gibi olsun, bayramınız da mutlu olsun.

13 Mayıs 2021


Dün Ramazan ayının son günü ve arife günü idi… Hicri takvime göre onuncu ay olan Şevval ayının ilk üç günü de bayramdır. Arapça ismi ‘’Ayd-ül Fitr’’dır. Farsçada da aynıdır. ’’Ayd’’ Arapça bayram demektir. ‘’Fitr’’ ise fıtır sadakası ya da fitre olarak bilinen oruç tutamayacak durumdaki Müslümanların verdiği sadakadır. Şükür sadakası olarak da bilinir. Bütün Arap ülkelerinde ve İran’da bu bayram ‘’Ayd-ül Fitr’’ olarak kutlanır. “Ayd-ül Edhâ” da “Kurban Bayramı’’dır.

Ramazan bayramı ve Kurban bayramı Kur’an’da geçmez. Oruç için Kur’an’da açık açık yazdığı gibi (“Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi size de yazıldı”, Bakara Suresi - 183-184) bayramlar için Kur’an’da böyle açık bir ayet yoktur. Bu bayramlar Kur'an'da olmadığı gibi bu bayramlarda kılınan bayram namazı da Kur’an’da yoktur. Ramazan ayında kılınan teravih namazı da Kur’an’da yoktur…

Ancak bu bayramlar hadiste vardır. Horasan doğumlu Muhaddis Ebû Dâvud'un, Ehl-i Sünnet tarafından en sağlam hadis kaynakları olarak kabul edilen ve ''kütüb-i sitte'' (altı kitap)den birisi olan hadis kitabı ‘’es-Sünen’’de bildirdiğine göre; Resulullah (s.a.s) Medine'ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin eğlenip neşelendiği iki bayramları vardı. Hz. Peygamber (s.a.s) Medinelilere özgü olan, cahiliye izleri taşıyan bu bayramların yerine bütün Müslümanların sevinip eğleneceği İslâm'ın iki bayramını onlara haber verir: "Allah Teâlâ size, kutladığınız bu iki bayramın yerine, daha hayırlısını, Ramazan bayramı ile Kurban bayramını hediye etti." (Sünen-i Ebû Dâvud, Salat, 239) Ebû Dâvûd (817 -  889) Resulullah (s.a.s)’dan 200 sene sonra doğmuştur. İçinde 4800 hadisi topladığı eseri ‘’es-Sünen’’ Kahire’de neşredilir. (1280) Her iki bayramın da Müslümanların kendi aralarında gerçekleştirmiş oldukları toplumsal kabul ve uygulamalar olduğu ve toplumun kültüründen kaynaklanmakta olduğunu değerlendirilmektedir.

Osmanlı ve Cumhuriyette 1981 yılına kadar kutlanan ‘’Şeker Bayramı’’

Eski Türkçe’de “şükür” ve “şeker” kelimeleri Arap harfleriyle aynı şekilde (şkr) yazıldığı için okunmakta olan bir metinde ‘’şükür’’ün mü yoksa ‘’şeker’’in mi kastedildiği cümlenin gelişinden anlaşılırdı. Aslı “Şükür Bayramı” olan ifade, zamanla işte bu aynı yazılıştan kaynaklanan okuma hatası yüzünden “Şeker Bayramı” halini almış ve Osmanlı’nın tüm zamanlarında ve Cumhuriyet döneminde ‘’Şeker Bayramı’’ olarak kutlanır. 1935 tarihli ‘’Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’’ ile de bu bayram “Şeker Bayramı” olarak tescillenir.  


Gelelim günümüze…

Kelimenin gücü

Dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler. Mitolojide ise ‘’sözcük’’ (kelime) ; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.


Ayrıca ‘’kelimeler’’ muktedirlerin eylemlerini kapatmak için de kullanılır. İkinci Dünya Savaşında Almanlar toplama kamplarını ‘’Die Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgür kılar) sözcükleriyle dünya çapında bir katliamın üzerini örtmüşlerdi. Bir ‘’fıtrat’’ (*) diyorsunuz ihmalin, tedbirsizliğin sonucu toprak altında bıraktığınız 301 madencinin üstünü bir daha örtüyorsunuz. Bir ‘’Barış harekâtı’’ diyorsunuz savaşın üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’demokrasi getireceğiz’’ diyorsunuz işgalin (ABD’nin Irak’ı işgali) üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’ileri demokrasi’’ diyorsunuz he türlü otoriter yönetimin, antidemokratik uygulamanın üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’külliye’’ diyorsunuz bin odalı bir israf sarayının üstünü örtüyorsunuz. Bir ‘’Orta Asya’’ diyorsunuz üç bin yıllık Türk yurdu (Türkistan) ile olan bağı koparıyorsunuz… Bir ‘’istikşaf’’ kelimesi ile sonuçlarını beğenmediğiniz bir seçimi tekrarlayabiliyorsunuz… Bir ‘’şehit’’ diyorsunuz sakat yapılan binanın çökmesiyle 15 vatandaşın ölümündeki ihmalinizin, denetimsizliğinizin, sorumluluğunuzun üstünü örtüyorsunuz… Bu listeyi uzatmak mümkün… Onun için derdi bir Yunan atasözü: ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’

1981 yılında çıkarılan kanunla adı değiştirilen Bayram...

İşte bu nedenlerle otoriter yönetimlerde de sözcüklerin içeriğine ve ne anlama geldiğine de güç sahipleri karar vermektedirler. Böyle olduğu için yüz yılların “Şeker Bayramı” 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, ABD hatırına ihtiyaç duyulan ‘’Yeşil Kuşak’’ için 17 Mart 1981 tarihinde çıkarılan 2429 sayılı “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Yasa” ile “Ramazan Bayramı” yapılır… (2429 sayılı bu yasa 1935 yılındaki kanunun özünü aynen korunmakla beraber bu kanunla ‘’Şeker Bayramı’’nın adı ‘’Ramazan Bayramı’’ olarak değiştirilir.)


Ramazan Bayramı Kur’anda geçmez. Hiçbir hadiste de ‘’Ramazan Bayramı’’ diye bir ifade yoktur. Hiçbir İslam Arap ülkesinde ‘’Ramazan Bayramı’’ diye kutlanmaz. Bizden başka da ‘’Ramazan Bayramı’’ olarak kutlayan Müslüman da yoktur. Bize özgüdür dini kavramları siyasete alet edip kanunla belirlemek. Bu gidişle yarın bir başka iktidar gelir, bir başka kanun çıkarır ve bir başka adla kutlanmasını isterse ne olacak?

Burada bir başka bilgisizlik daha vardır. İbnü’l Arabî ''Ramazan'' isminin Allah’ın ‘’Esma-i Hüsna’’sından (güzel isimlerinden) bir isim olduğunu ifade eder. Bu sebeple İbnü’l Arabî’ye göre Ramazan ayı kastedilirken ‘’Ramazan geldi’’ yerine “Ramazan ayı geldi” denilmelidir. Aynı şekilde eğer bayramı kastediyorsanız ve kelime olarak illa ‘’Ramazan’’ı kullanacaksanız bari ‘’Ramazan Ayı Bayramı’’ deseydiniz... Ne yapalım, bu kadar inceliği ve dini bilgiyi nereden bilelim değil mi?

Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandı…

Mehmet Âkif Ersoy’un ‘’Bayram’’ isimli şirinin ilk kıtası şöyle başlardı: ‘’Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır; Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!’’ Burada geçen ‘’şetâretli’’ sözcüğü Osmanlıcada ‘’neşeli, şen, cıvıl cıvıl’’ demekti. Benim yaşımdaki arkadaşlarım çocukluğumuzun o zaman adı ‘’Şeker Bayramı’’ olan bayramın ne şetâretli bir bayram olduğunu hatırlarlar. Şimdi ey muktedirler, ‘’Şeker’’ ismini kaldırıp yerine ‘’Ramazan’’ı koydunuz. Osmanlıya öykünürsünüz ama Osmanlıdan kalan gelenek; büyükleri ziyaret bitti, meddahlar gitti, Karagöz Hacivat gitti, yerine “erkân”a uymayıp “ekran”a itibar eden, mâbetten medyaya transfer olan, bir “pop-star”a dönüşen ağlak medyatik hocalara, İslamiyet’le, dinle hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplara, melankolik, bir anlamsız matem havasına bıraktınız. Çocukluğumuzun şetâretli Ramazan ayını ve Şeker Bayramını bir hüzne, bir kasvete, bir kedere, bir matem havasına soktunuz. Şimdi şetâret mi kaldı?…


Nasıl adlandırıyorsa adlandırılsın, adından ziyada mânası önemlidir diye düşünüyordum ama bayramın da bayramlık hali kalmadı zaten.

Günümüzde bayramlar

21. yüzyılda İslam coğrafyasına, Afganistan'a, Irak'a, Libya'ya, Suriye'ye, Yemen’e, Filistin’e yapılan Haçlı Seferleri, bu seferlerin sözde Müslüman işbirlikçileri, birbirinin gırtlağını boğazlayan, birbirinin ayaklarının altını oyan sözde Müslümanlar, gelecekteki muhtemel bir Şii-Sünni çatışmasının ayak sesleri, imkân bulanların küffar diyarlarına iltica etmeye çalıştığı, imkân bulamayanların ise birbirini boğazlamaya çalıştığı, sefalet ve kan deryası içinde yüzdüğü, bir mezbahaneye dönen İslam dünyası, Arapların aşiret kavgalarına balıklama dalan yönetimler, gafletin, dalaletin, tedbirsizliğin, ihmalin ve ihanetin sonucu art arda gelen kazalarda yitirilen yüzlerce canlar, kadın ve çocuk cinayetleri, sübyan tecavüzleri, tinerciler, bonzaiciler, memleketin her köşe başını tutmuş dilenen Suriyeli Müslüman mülteciler, neredeyse hemen hemen her gün gelen asker şehadet haberleri, çiğnenen hukuk, ırzına geçilen adalet, TV’lerde alenen yapılan iç savaş çığırtkanlıkları, açıklanan katliam listeleri, kız öğrencilerine alenen sarkan üniversite dekanları, evlilik maskesi adı altında 12-15 yaşlarındaki kız çocuklarına tecavüzü savunan profesörler, kamuya açık kürsülerde toplumu bölecek şekilde kinden, nefretten, garezden, hasedden bahseden, kem sözleri dillerinden hiç mi hiç eksik etmeyen hatipler, siyasetçiler, çöp kutularında rızık toplayan insanlar, vb. haberler kutlanacak ne bayram bıraktı ne de şetâret…


Bu şartlar altında bayrama ''Ramazan Bayramı'' deseniz ne olacaaaak, ''Şeker Bayramı'' demeseniz ne olacaaak? Daha da ötesi; bu şartlar altında hangi yüzle, hangi hakla, neyin bayramını kutlayacaksınız ki?

Eskiler zaman zaman derdi zaten: “El, ayd-ü ekber eyledi. Biz matem eyledik.” (Ayd-ü ekber: Büyük bayram) El, bu şartlar altındaki İslam dünyasının haline bakarak ayd-ü ekber eyliyor... Gerçek bayramı el yapıyor... Düşünen beyinlere, hisseden yüreklere, hassas ruhlara ise matem eylemek kalıyor...

Bayramınız kutlu olsun

Siz bakmayın benim böyle karamsar yazdığıma... Ben zaten hep böyleyimdir... Bu sayfanın (Şehriyar) bütünü ve gizli öznesi zaten matemdir, bir feryâd, bir figândır.... Maksadım bayramı kutlamak... Malum, salgın nedeniyle her şeyin uzaktanı yapılıyor artık, ''uzaktan eğitim'' gibi... Madem eski zamanlara gittim, şekerden, şetâretten, ayd-ü ekber'den bahsettim. Ben de bayramı ''uzaktan'' eskiler gibi kutlayayım o zaman:


''Rûzun hemîşe ıyd ola, ıydin saîd ola…'' (Her günün bayram olsun, bayramın da mutlu olsun.)

Bayramınızı kutlar, her gününüzün bayram gibi olmasını, bayramınızın da mutlu, huzurlu ve şetâretli olmasını dilerim…

Osman AYDOĞAN

(*) Fıtrat; Yüce Allah’ın doğuştan, yaratılıştan canlılara kattığı özelliktir. ‘’Kedinin fıtratında tırmalamak vardır’’ diyebilirsiniz. ‘’Akrebin fıtratında sokmak vardır’’ diyebilirsiniz. ‘’İnsanın fıtratında nankörlük vardır’’ diyebilirsiniz. Ama ‘’Karayollarının fıtratında kaza vardır’’ diyemezsiniz. Ama ‘’Madenciliğin fıtratında göçük vardır’’ diyemezsiniz. Yani kendi kusurunuzu, kendi kabahatinizi, kendi ihmalinizi, kendi tedbirsizliğinizi Yüce Allah'a yükleyemezsiniz!


Kudüs, üç bin yıl sonra İsrail’in başkenti olurken…

12 Mayıs 2021


Tarihi kararlar öyle durduk yerde alınmaz. Hesaplanır, kitaplanır, ortamı hazırlanır, karara menfi edecek hususlar ortadan kaldırılır ve zamanı gelince de alınır... Bu kararlar bazen onlarca, bazen de yüzlerce, bazen de binlerce yıl sürebilir…

Dünkü yazımda son günlerde Kudüs’te yaşanan olayları anlatırken, İsrail’in düşmanı ve Filistin destekçisi ülkelerin nasıl ortadan kaldırıldığını ve Arap devletlerinin de İsrail’i tanımak için nasıl sıraya girdiklerini yazmıştım…

Bütün bunların sonunda şu an için Kudüs İsrail’in başkentidir.

Ve İsrail bu sonuca tam tamına üç bin yıl sonra ulaşır. Cicero: "Kendi doğumundan önce olanları bilmeyen, sürekli çocuk kalmaya mahkûmdur..." derdi… Bizler hep çocuk kaldığımız için pek hatırlamayız İsrail’in bu sonuca nasıl ulaştığını...

Gelin, kendi doğumumuzdan önceki bir zamana, üç bin yıl geriye gidelim…

İbrâhîm

Çoğumuzun anımsamadığı '‘garip’' akımında yer alan ve gerçekten de döneminde garip kalan ve nev'i şahsına münhasır, unutulan çok önemli bir şairimiz var; Asaf Hâled Çelebi…


Şiirlerinden birisinin adı da; İbrâhîm

ibrâhîm

içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim

(Asaf Hâled Çelebi tüm şiirlerinde hep küçük harf kullanır. Bu nedenle ben de şiirin aslına sadık kaldım.)

Eserleriyle geçmiş ve gelecekle, hikâyeler, efsaneler ve masal âlemi arasında bağ kuran Asaf Hâled Çelebi’nin "İbrahim" şiirinde putları kıran Hz. İbrahim aracılığı ile Divan Edebiyatındaki sevgiliye, kadir kıymet bilmeyene, anlamayana, unutana, düşünmeyene, vefasıza, hayırsıza, namerde, muhannete ve haksızlık edene ve zalime gönderme yapılarak "gönlü put sanıp da kırandan" şikâyet edilir;

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

İbrahim
gönlümü put sanıp da kıran kim

Söz konusu şiirde söz edilen Hz. İbrahim, Bâbil'de puthaneye giderek en büyüğü dışındaki bütün putları kırar. Putları kırdığı baltayı da büyük putun bileğine asar. Bu Bâbil’in en büyük tanrısı Marduk, yani Güneş Tanrısıdır. Kavmi döndüğünde durumu görünce onu sorgular. İbrahim, büyük putun diğerlerini kırdığını, bunu ona sormaları gerektiğini söyler. Kavmin ileri gelenleri, putların konuşamayacağını belirtmesi üzerine onlara, konuşamayan o nesnelere niye taptıklarını sorar. Cezalandırılmak için ateşe atılan İbrahim, ateşte yanmaz, ateş gül bahçesine döner.

Bu olay Kutsal Kitap Kuran’da Enbiya Suresinde anlatılır; ‘’Biz de dedik ki: Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol." (Enbiya Suresi, 69-71)

Nemrut Buhtunnasır

Osmanlı hükümdarlarına ‘’Sultan’’, Mısır krallarına ‘’Firavun’’ dendiği gibi Bâbil krallarına da ‘’Nemrut’’ genel adı verilir. Birinci Nemrut, Hz. Nûh’un oğlu Hâm’ın soyundandır. Babil şehrini kurar. Bilinen bir diğer Babil kralı Nemrut Hammurabi’dir. İnşa ettirdiği ünlü asma bahçelerle tanınan bir başka Bâbil hükümdarı da Nemrut Buhtunnasır’dır. Buhtunnasır’ın Yahudilerce kullanılan diğer adı da Nebukadnezar veya Batı’da bilinen adıyla Nabucco’dur. (M.Ö. 605-562).


Şiirde bahsi geçen ve Buhtunnasır’ın inşa ettirdiği asma bahçeler Bâbil'in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir.

Söylentiye göre Buhtunnasır, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Medes kralının kızı Semiramis için yaptırmıştır. Söylentiye göre Mezopotamya’nın düz ve sıcak ortamı onu bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için yapay dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis'in asma bahçeleri olarak da anılır. Bâbil'in asma bahçelerinin günümüze gelen kesin izleri yoktur. Fakat bölgede araştırma yapan arkeologlar, Bâbil'deki sarayın kuzeydoğusunda görünüşü garip olan temel ve tonozlar bulurlar. Bunların Bâbil'in asma bahçelerine ait olduğu düşünülmektedir. Irak işgalinde bu asma bahçelerden kalan son kalıntılar da Amerikan tanklarının paletleri altında yok edilir…

Asaf Hâled Çelebi’nin "İbrahim" şiirinde mitolojiden faydalanılarak "zamansız bahçeleri kucaklamak" ifadesiyle Hz. İbrahim'in cezalandırılmak için atıldığı ateşin dönüştüğü gül ve Buhtunnasır'ın yaptırdığı asma bahçelere gönderme yapılır. Söz konusu yerler maddîdir ve yok olmuştur. Burada şairin öteki âlemde mevcut sonsuz ve sınırsız bahçelerde yaşama arzusu dile getirilir.

Şiirde ismi geçen Bâbil hükümdarı Buhtunnasır (Nebukadnezar - Nabucco) karısının hatırına Bâbil'in asma bahçelerini inşa ettirmesinin yanı sıra özellikle tapınaklar, yollar, sulama kanalları yaptırmıştır.

Buhtunnasır’ın rüyası

Rivayete göre Buhtunnasır, bir rüya görür ve kâhinlerini çağırıp rüyasını tabir ettirmek ister ancak rüyasını hatırlamamaktadır. Kâhinler hem Buhtunnasır’ın ne rüya gördüğünü bilecekler hem de bu rüyayı tabir edeceklerdir. Kâhinler bunu yapamazlarsa öleceklerdir. Semâvî dinlerin tümünde peygamber olarak kabul gören, İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerden olan Hz. Danyâl (Batı kaynaklarda adı "Daniel" olarak geçer, mezarı Kerkük'te Cami avlusundadır), bu imkânsız görünen işi yapar ve kâhinleri kurtarır.


Hz. Danyâl, Buhtunnasır’a der ki; ‘’Yerde ve gökte olan her şeyi bilen bir Allah var. O bana rüyanızı söyledi.’’ Buhtunnasır rüyasında beş katlı bir heykel görmüştür. Sonra heykel yuvarlanarak yıkılmış ve parçalanmıştır. Hz. Danyâl bu rüyayı şöyle yorumlar: ‘’Bütün bölgeyi (Orta Doğu) egemenliğiniz altına alacak ve tek bir devlet oluşturacaksınız. Ancak sizden sonra gelenler bu ülkeyi bir daha bir arada tutamayacaklar ve ülkeniz parçalanacak ve halkınız ıstırap çekecek, kan ve gözyaşı dökecek, sürekli birbiriyle savaşacak ancak ülken bir daha asla bir araya gelemeyecek ve senin ve halkının Tanrı'lık (büyüklük) iddiasındaki liderlerinin akıbeti de hiç de iyi bir sonla bitmeyecek.’’

Ki daha sonra Buhtunnasır Kudüs’ü ele geçirerek (MÖ 587) Kudüs’ün devlet adamı, yazar ve sanatçı gibi ileri gelenlerini tutsak edip Babil’e götürür, Yahudi devletini ortadan kaldırıp Kudüs´teki Hazreti Süleyman Mabedi’ni yıkarak Babil Devleti’ni Suriye’den Mısır’a kadar genişletir. Böylece Buhtunnasır, tüm Orta Doğu’yu -ilk, tek ve son olarak- birleştirir. O zamanki Kudüs’ten Bâbil’e yapılan bu sürgünden dolayı bugün hala Irak’ta Yahudi asıllı Arap ve Kürtler vardır. Günümüzde de İsrail yana yakıla bu Yahudilerden kalanları aramaktadır.

Matrix filmi

Bizler genellikle pek dikkat etmeyiz ama çağımız semboller çağıdır; başlı başına Yahudiliği anlatan meşhur Hollywood filmi Matrix Reloaded, tıpkı birinci Matrix filmi gibi baştan sona kadar sembollerle donatılmış bir filmdir. İçinde saklanmış semboller, fark edilmeden ve bunların tekabül ettiği şeyler düşünülmeden seyredilirse, ancak bir sürü saçmalıkla doldurulmuş Hong Kong malı kung-fu filmlerinden bir tanesi daha seyredilmiş gibi olur. Öte yandan semboller tespit edilip, üzerlerinde kafa yorulmaya başlanırsa, filmin aslında anlatmaya çalıştığı pek çok şey olduğu fark edilecektir.

Matrix, işte Buhtunnasır'ın bu rüyası üzerine kurgulanmıştır. Filmin kadın oyuncusu Trinity vurulunca dehşetle uyanan Neo, bunun bir rüya olduğunu anlar. Uykudan uyanan Neo’nun filmde bindiği geminin adı da Nebukadnezar'dır. Seçilmiş kişi (the one) aslında rüyasında gelecekte olacakları görüyor. Filmin sonunda gemi (ismi Nebukadnazer'di) patlatılarak batırılır. Bu bir bakıma Yahudilerin Bâbil'den ve  Nebukadnazer'den (Buhtunnasır’dan) aldıkları sanal bir intikamıdır.

Bâbil’den bitmeyen intikam

Tevrat’da 97 kez Nabukadnezar’ın ismi geçer. Yahudiler Nebukadnezar'ı asla unutmadıkları gibi, Bâbil'den intikam almaktan da asla vazgeçmediler. Bu umutlarını şiir ve edebiyatlarına da yansıttılar. İşte bunlardan biri;

‘’Bâbil'in nehirlerinin kenarında oturduk ve Sion'u andıkça ağladık.
Oradaki söğütlerin dallarına çalgımızı astık.
Çünkü orada bizi sürgün edenler bizden şarkılar istemişti.
Ve bize acı verenler, azap edenler bizden eğlence istemişti.
Sion şarkılarından birini okuyun bize demişlerdi.
Bâbil topraklarında Tanrı'nın şarkıları nasıl okunur ki?
Eğer unutursam seni ey Yeruşalim sağ elim çalmayı unutsun.
Eğer seni anmazsam,
Eğer Yeruşalim'i en büyük sevincimden üstün tutmazsam.
Dilim kurusun, damağıma yapışsın.
Onu temeline kadar yıkın, yıkın diyen Edomoğullarına karşı,
Hatırla Yeruşalim gününü Ey Tanrım.
Ey sen harap olası Bâbil kızı, bize karşı yaptığın,
Karşılığını sana verecek olana ne mutlu,
Senin yavrularını tutup da, kayaya çarpacak olana ne mutlu.’’

Bu şiirde bahsi geçen Sion, Kudüs'ün eski adıdır, Siyonizm de bu kelimeden gelir. Aynı zamanda Kudüs’te Yahudilerin kurduğu ilk kaledir. Tevrat’ta ise Kudüs’ün doğu tepesine verilen addır. Matrix filminde de insanlığın son kalesinin ismi olması da tesadüf değildir.

Bu şiirde bahsi geçen Yeruşalim; Batı’daki ismiyle Jarusalem, Doğu’daki ismiyle Kudüs’tür, Kudüs'ün İbranice'deki karşılığıdır, dindar Yahudiler, Kudüs’ten bu şekilde bahsederler. Yine şiirde bahsi geçen Edomoğulları ile ilk Hıristiyanlar kastedilmektedir.

Bizlere Irak savaşından da tanıdık gelecektir bu Nabukadnezar ismi. Saddam'ın tugaylarından birinin adı da Nebukadnezar'dı. Diğer bir tümenin adı da Hammurabi tümenidir. Saddam'sa kendini Bâbil ve Nabukadnezar ile bağdaştırıyordu.  Tüm Ortadoğu'da tek devlet düşüncesindeydi. Sonunda Saddam Hüseyin iktidara geldiğinde, 2590 yıl sonra, ne tesadüf; Abraham (!) tankları, Nebukadnezar ve Hammurabi tümenlerini savaşmadan bozguna uğratır. Eski Bâbil toprakları işgal edilir. İlk, Bâbil Kızları dedikleri Müslüman kadınlar öldürülür, evleri bombalanır, onlara tecavüz edilir, katliamlar yapılır. ‘‘Öldürme’’ diyen on emirden biri olan emir Yahudilerin kendi aralarındaki bir düzenlemedir. Yoksa Tevrat’da kendilerinden olmayan kadın, çocuk demeden çok sayıda gerektiğinde öldürme, katliam yapma emirleri vardır.

19. yüzyıl İtalyan operası ekolünden gelen en ünlü İtalyan besteci  Giusepper Verdi (1813-1931) ilk büyük başarısını elde ettiği bestesi Nabucco adlı eserinde işte Yahudiler’in Bâbil’e bu sürgün edilmelerini konu alır. 

Biz de sözde Orta Asya’dan (!) gelip ülkemizden geçerek Avrupa’ya gidecek doğal gaz boru hattına balıklama atlayarak Nabucco ismini veririz; güya anlaşmanın yapıldığı günün akşamı ilgili ülkelerin enerji bakanları Verdi’nin Nabucco Operasını dinledikleri içinmiş!!!

Yoksa Nabucco Doğalgaz Boru Hattı Projesi Nabocco’nun ülkesinin doğalgazını Batı’ya ulaştıracaktı da bunun için mi bu ad verildi? Öyle ya, Nabucco’nun ülkesinin milyonlarca metreküp tutan doğal gazı Batı’ya nasıl taşınacaktı ki??? Orta Asya gazının Nabucco ile ne ilgisi vardı ki???

Neyse… Gelelim Buhtunnasır’ın akıbetine:

Buhtunnasır’ın akıbeti

Bir rivayete göre Tanrı'lık iddiasındaki Buhtunnasır’ın burnuna bir sinek kaçar ve beynine kadar ilerler ve sinek orada dönmeye başlar. O andan itibaren Buhtunnasır’da müthiş bir baş ağrısı başlar. Buhtunnasır baş ağrısına çare olarak başını tokmaklattırmakta bulur. Her tokmakta sinek hareketini keser, böylece baş ağrısı durur. Buhtunnasır başına tokmağın her inişinde daha hızlı vurun diye talimat verir. Böylece Tanrı’lık (büyüklük) iddiasındaki Buhtunnasır başına inen tokmaklarla çırpına çırpına can verir.


Buhtunnasır’ın rüyasını Hz. Danyâl Peygamberin tabirinde olduğu gibi; işte o günden bugüne Orta Doğu'nun halkı bir daha  bir araya gelemezler… İşte o günden bu güne Orta Doğu'nun halkı etnik, dini, mezhebi, siyasi, demokratik, sosyolojik ve kültürel yapısı ile birbiriyle kavga ederler. Orta Doğu'nun halkı hâlen de birbirlerinin kuyusunu kazmakla ve birbirlerinin boğazını kesmekle meşguldürler.  

Ders olarak Tarih

İşte o günden bugüne Orta Doğu'nun liderlik iddiasındaki adamların akıbeti de Buhtunnasır'ın akıbetinden öteye geçemez… Günümüzde bile Saddam’ın, Kaddafi’nin, Nasır’ın, Mübarek’in akıbetleri Buhtunnasır’dan farklı olmaz…


Einstein; ‘'Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir'’ derdi…

Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ der. Görüldüğü gibi kimse üç bin yıl öncesini unutmuyor ama vazgeçtim üç bin yılı, üç yüz yılı, son yüzyılı, son yılı, biz dünü unuttuk dünü…

Dünü nasıl unuttuğumuzu, Kudüs'ün üç bin yıl sonra nasıl İsrail'in başkenti olduğunu da zaten dünkü yazımda anlatmıştım…

Üç bin yıl geçti üstünden! Ne rüyan varmış be Buhtunnasır?


Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Kudüs’te neler oluyor?

11 Mayıs 2021

Malum son günlerde Kudüs’ten şiddet haberleri geliyor.. Önce orada neler oluyor anlamaya çalışalım..

Kudüs Günü

İsrail'in Doğu Kudüs'ü işgal ettiği, 1967'deki Altı Gün Savaşı'nın yıl dönümünü İsrail'de bazı fanatik Yahudiler, İbrani takvimine göre "Kudüs Günü" olarak kutluyor. Her yıl İbrani takvimine göre kutlanan Kudüs Günü'nde yüzlerce fanatik Yahudi ellerinde bayraklarla Müslümanlar için kutsal olan bu Mescid-i Aksa bölgesine yürüyerek sloganlar atıyor ve İsrail marşları söylüyor. Bu kutlamalar, Filistinliler için "bilerek yapılan provokasyon" olarak değerlendiriliyor.

Bu yıl bu takvime göre Kudüs günü 9-10 Mayıs'a, yani Ramazan ayının son günlerine denk geliyor… Bu durum ise gerginliği daha da artırıyor…

Kudüs Günü'nün böyle bir güne denk gelmesi nedeniyle Filistinli gruplar, yürüyüş yapacak olan bu fanatik Yahudilerin Mescid-i Aksa'ya baskın düzenleyecekleri endişesi ile Harem-i Şerif ve Mescid-i Aksa çevresinde barikatlar oluşturarak, burada nöbet tutarak bu grupları engellemeye çalışıyorlar… Bu maksatla Kudüs dışında yaşayan yüzlerce Filistinli de hafta sonu otobüslerle Mescid-i Aksa'ya akın akın gelerek nöbete katılıyorlar…

Ancak bu yürüyüşten önce de zaten bölgede bir aydır süren gerilimin yaşanıyor… Nisan ayı ortasında Ramazan'la birlikte Filistinlilerin Ramazan geleneği olan, oruçlarını eski kentin Şam Kapısı'nın merdivenlerinde açmak istemeleri ve bunu da polisin engellemesi gerginliğin başlamasına vesile oluyor…

Doğu Kudüs'te en şiddetli olaylar ise 22 Nisan Perşembe akşamı yaşanıyor. Doğu Kudüs'te aşırı sağcı Yahudi eylemciler, Filistinliler ve İsrail polisi arasında çıkan şiddetli çatışmalarda yaralananlar oluyor… Gerginliğin çok daha eskiye dayanan son sebebi ise, Doğu Kudüs'ün Şeyh Cerrah bölgesinde yaşayan Filistinli ailelerin tahliye edilmesi planları oluyor…

İşte bu gerilimli atmosfer içerisinde 07 Mayıs 2021 günü İsrail polisi akşam iftardan kısa bir süre sonra, işgal altındaki Doğu Kudüs'te bulunan Mescid-i Aksa’ya, Eski Şehir bölgesinin Şam Kapısı’na ve Şeyh el-Cerrah mahallesindeki Filistinlilere plastik mermi ve ses bombalarıyla saldırıyor. Bu saldırılarda İsrail polisi, Mescid-i Aksa’ya girerek cemaate ses bombaları atıyor, Şeyh Cerrah Mahallesindeki Filistinlilere destek veren Arap milletvekillerine de saldırıyor. İsrail güçlerinin, Doğu Kudüs'ün farklı noktalarında düzenlediği bu saldırılarda 520 kişi yaralanıyor…

Bu çatışmalar üzerine de dün, 10 Mayıs 2021 günü Hamas, Gazze bölgesinden İsrai’e roket saldırısında bulunuyor. Roketlerin bir kısmı hedefine ulaşmadan Patriot’lar tarafından havada imha ediliyor, roketlerin bir kısmı da boş araziye düşüyor. Hamas’ın roket saldırından bir can kaybı yaşanmıyor ancak bu roket saldırı üzerine İsrail, hava saldırısı ile Gazze’yi bombalıyor. Bu hava saldırısında 13'ü çocuk olmak üzere 49 Filistinli hayatını kaybediyor…

Kudüs’te son günlerde yaşananlar işte böyle…

Ancak benim konuyu burada bırakmam olmuyor… Konunun daha iyi anlaşılması için yazımda geçen ‘’Doğu Kudüs’’, ‘’Mescid-i Aksa’’, ‘’Eski Şehir’’ ve bu bölgede bulunan ‘’Şam Kapısı’’ ve yine bu bölgedeki ‘’Şeyh el-Cerrah Mahallesi’’ni açıklamam gerekiyor. Çünkü bu saydığım mekânlar sıradan mekân ve bölgeler değildir. Her birisinin tarihi ve manevi anlamları vardır…

Batı Kudüs ve Doğu Kudüs

İsrail devleti 1948 yılında kuruluyor. Nasıl kurulduğu ayrı bir yazı konusu. Ancak İsrail’in kuruluşunda geçen iki Kudüs vardır: Batı Kudüs ve Doğu Kudüs...

Ne Batı Kudüs’te, ne de ‘’eski şehir’’ olarak bilinen Doğu Kudüs’te İsrail’in hâkimiyeti hukuki meşruiyete dayanmıyor. İsrail, hukuken ne Batı Kudüs üzerinde egemendir, ne de Doğu Kudüs. Devletler hukukuna göre İsrail, her ikisi üzerinde de işgalci konumunda bulunuyor…  

BM Genel Kurulu’nun 1947 tarihli 181 sayılı bölünme kararında, Filistin’de İngiltere mandası sona erdiğinde bir ‘’Yahudi Devleti’’ kurulması, bir de ‘’Filistin Devleti’’ kurulması ve bu arada üç tek tanrılı din bakımında da kutsal kent kabul edilen Kudüs’ün BM tarafından yönetilmesi öngörülüyor. Kudüs’ün bir bütün olarak “Corpus Separatum” adı verilen BM idaresindeki kent yönetimi, uluslararası statüye sahip olması öngörülüyor. Bu kararın ardından, Yahudi komitacılar 14 Mayıs 1948 tarihinde bir oldu-bitti ile İsrail Devletini kuruyorlar. Bu arada Filistin Devletinin kurulması için tahsis edelin toprakların bir bölümünü de işgal ediyorlar… O dönemde Kudüs’ün batı bölümü İsrail tarafından işgal ediliyor, doğu bölümü de Ürdün idaresinde kalıyor. Filistin devleti kurulamadığı için yerlerinden edilen yüzbinlerce Filistinli de başka ülkelere iltica ediyorlar…

İsrail, 1967 savaşında kentin eski şehir olarak da bilinen doğu bölümünü de işgal ediyor…

1980 yılında İsrail’de Menachem Begin başbakan iken Kudüs kenti İsrail tarafından başkent ilan ediliyor. Ama hiçbir ülke, büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımıyor… Ta ki…. Bu bölümü birazdan anlatayım…

Mescid-i Aksa,  Şam Kapısı ve Şeyh el-Cerrah Mahallesi

Mescid-i Aksa, Müslümanların ilk mescididir. Hz. Muhammed’in miracı burada gerçekleşiyor. Kuran-ı Kerim'deki İsra suresinin ilk ayetinde Mescid-i Aksa'nın adına yer veriliyor. Hristiyanlık, Kudüs’ten, Mescid-i Aksa’dan yayılmaya başlıyor. Yahudilerin ibadet ettikleri Ağlama Duvarı burada bulunuyor…

Şam Kapısı (Bab El-Amud) İşgal altındaki Doğu Kudüs'ün yedi ana kapısından birisi oluyor. Şam Kapısı, kentin surlarla çevrili olması ve Mescid-i Aksa'nın yolu üzerinde olması nedeniyle en çok bilinen ve kullanılan kapı oluyor. Şam kapı, Osmanlı döneminde Kudüs kenti ulaşım araçlarının son durağı oluyor. Şam Kapı, Kudüs, İngiliz mandası altındayken Filistinli devrimcilerin idam yeri olarak kullanılıyor. Son yıllarda da Doğu Kudüs protesto gösterilerinin merkezi haline geliyor.. Yakın zamanda da ABD Başkanı Donald Trump'ın 6 Aralık 2017 çarşamba günü açıkladığı Kudüs'ü "İsrail'in başkenti" olarak tanıma ve ABD'nin Tel Aviv Büyükelçiliğini Kudüs'e taşıma yönündeki kararını protesto eden Filistinliler, gösterilerini burada yapıyorlar…

Şeyh Cerrah Mahallesi ise işgal altındaki Doğu Kudüs'te Eski Şehir'in kuzeyinde bulunan bir Filistin yerleşim bölgesi oluyor. Mahalle yaklaşık 2.800 Filistinli vatandaşa ev sahipliği yapıyor ve Orient House, American Colony Hotel ve Filistin Ulusal Tiyatrosu gibi birçok diplomatik misyonu ve tanınmış simge yapıları içeriyor. Yahudi yerleşimci gruplar, stratejik konumu nedeniyle bölgede yeni yerleşim yerleri kurmak için son yıllarda Şeyh Cerrah’daki arazi ve mülkleri ele geçirmek için ısrarlı bir çaba sergiliyor.  

İsrail’in Doğu Kudüs’teki Eski Şehir’de bulunan Şeyh Cerrah mahallesinde yaşayan Filistinlilerin arazileri ve mülklerine zorla el koyarak Yahudi yerleşimcilere veriyor. BM raporları, Filistinlilerin mülklerine nasıl el konulduğuna dair detaylar veriyor. Doğu Kudüs’teki problemlerin çoğu da bu sorundan kaynaklanıyor…


Bu noktaya nasıl gelindi biraz geriye gidiyorum…

İsrail’in işgalleri

İsral’in devlet hedefi; Kudüs’ü başkent yapmak ve Tel Aviv’i oraya taşımak, Golan Tepelerini ilhak, Filistin’i işgalini geliştirerek sürmek ve Filistin’i haritadan silmektir… Bu amaç doğrultusunda İsrail milim milim değil arşın arşın ilerliyor. Ve bu amaçları önündeki bütün engelleri de kendileri kaldırmıyor. Amaçları önündeki bütün engelleri de Müslümanlara kaldırtıyor…

İsrail, 1967 yılındaki savaşta Doğu Kudüs ve Batı Şeria'nın yanı sıra stratejik öneme sahip Suriye'nin Golan Tepeleri ile Mısır'a ait Sina Yarımadası'nı işgal ediyor. .

BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul tarafından alınan çeşitli kararlarda, İsrail’in yaptıklarının hukuka aykırı olduğu, güç kullanılarak toprak kazanılamayacağı belirtiliyor. BM Güvenlik Konseyi’nin 1967 savaşından sonra kabul ettiği 242 sayılı kararda İsrail, işgal ettiği tüm topraklardan çekilmeye çağrılıyor. Bu kararın altında ABD’nin de imzası bulunuyor. Benzer şekilde 1973 savaşından sonra BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen 338 sayılı kararda da İsrail’in işgal ettiği toprakları terk etmesi ve 1967 öncesi sınırlara dönme çağrısı yapılıyor. Günümüzde AB, eskiden AT olarak adlandırılan Batı Avrupa’daki bütünleşme hareketinin o dönemde yeni canlanan ortak dış politika perspektifinde de iki devletli çözüme atıf yapılıyor. AT’nin 1980 tarihli Venedik Deklarasyonunda bu husus üzerinde ağırlıklı olarak duruluyor. Kararda, İsrail- Filistin anlaşmazlığına ancak Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı temelince ve BM kararlarına uygun çözüm bulunabileceğine işaret ediliyor…

İsrail o günden, işgal ettikleri toprakları ilhak ede ede bugüne geliyor..

Yüzyılın Anlaşması…

28 Ocak 2020 günü, ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, düzenledikleri ortak basın toplantısında '’Yüzyılın Anlaşması'’ adlı tek taraflı planı açıklıyorlar… Bu açıklamada Trump, "Kudüs bölünmeden İsrail’in başkenti olacak" diyor…

Bu açıklamada bir yanlış vardır. Bu bir ‘’anlaşma’’ değil, ‘’tek taraflı bir irade beyanı’’dır. Çünkü planın hazırlanması aşamasında Filistin tarafı ile irtibat /ilişki kurulmuyor. Plan, İsrail ve ABD’deki Yahudi lobisi tarafından ortak hazırlanıyor…

Sözde Barış Planı, bir yandan başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin Devletini öngörüyor, diğer yandan da “Birleşik Kudüs’ün İsrail’in ebedi başkenti” olacağını öne sürüyor… Planın temel amacı, İsrail’in bölgedeki fiili işgalini meşrulaştırmayı öngörüyor…

Sözde Barış Planında İsrail ile Filistin’in barış içerisinde bir arada yaşayacağı iki devlet modeli öneriliyor. Ancak planın hiçbir yerinde iki devletli çözüm için uluslararası toplumun asgari müşterek oluşturduğu 1967 sınırlarına dönmekten bahsedilmiyor.  Barış Planında, Haziran savaşı olarak da bilinen 1967 savaşında İsrail’in işgal ettiği, Gazze Şeridi, Batı Yakası, Golan Tepeleri ve Sina Yarımadası'nın yanında Kudüs’ün doğu bölümünden hiç bahsedilmiyor….

Trump’un önerdiği iki devletli çözüm haritası incelendiğinde 1967 sınırlarından bahsedilmediği, Batı Şeria'da işgal edilmiş topraklardaki Yahudi yerleşim birimlerinin meşrulaştırıldığı ve İsrail topraklarının ayrılmaz parçası olarak nitelendirildiği görülüyor.

Trump'ın sözde Barış Planı, öncelikle İsrail’in Kudüs üzerindeki tahakkümünü güçlendiriyor ve devletler hukukuna göre meşru olmayan fiili durumu yasallaştırma amacı taşıyor...


İsrail’in ve ABD’nin bu cüreti nereden geliyor?

‘’İsrail’in işgalleri’’ başlığı ile verdiğim bölümde İsrail’in amaçları önündeki bütün engelleri de Müslümanlara kaldırttığını yazmıştım…

İşte şimdi İsrail’in bunu nasıl başardığını veriyorum:

Filistinlilere yapılan Arap katliamları

Ayrıca Arapların belki de İsrail’den daha fazla yaptıkları Filistin katliamları bulunuyor… Ürdün ordusu 16 Eylül 1970 tarihinde Filistinlilere yönelik yaptığı operasyonlarda 11 gün süren katliamda 3 bin 400 Filistinli savaşçıyı öldürüyor… Yine Ürdün ordusu, Mart 1971 tarihinde başlayıp Temmuz 1971 tarihine kadar süren çatışmalarda 15 binden fazla Filistinli savaşçıyı ve sivili katlediyor.  

Hafız Esad’ın desteklediği Lübnan’daki Şii Emel örgütü militanları da 1985 yılında Beyrut’ta bir Filistin mülteci kampına saldırarak büyük bir Filistinli mülteci kıyımı gerçekleştiriyor… Şii Emel örgütü ile Filistinlilerin savaşı üç yıl sürüyor. Bu savaşta Şii Emel Örgütü tarafından 3000 Filistinli katlediliyor… Bu liste daha uzuyor ama ben burada keseyim.

Filistin’in kendi içinde tükenmesi

70’li yıllardan 90’lı yılların sonuna kadar tüm dünya antiemperyalist kamuoyunun büyük desteğine sahip laik karakterli Filistin hak arama mücadelesi, FKÖ’nün belkemiğini oluşturan El Fetih yerine Arap ülkelerinin desteği ile 2007 yılından sonra İslamcı ve İhvan’cı Hamas ile yapılmaya başlanıyor..

Hamas’ın; aşırı dinci dili, sert, şiddet yanlısı söylemi, Siyonizme karşı çıkarken ırkçılığa varan söylem ve tutumları ve Filistin’in kurtulmasından önce İslamcılaştırılmasına öncelik veren tutumu dünyanın Filistin’e olan desteğini çekmesine yol açıyor. Bu ise Filistin mücadelesinin dünyada yalnız kalmasına yol açıyor…

Neyse, bu konu ayrı bir yazı konusu.. 


İsrail'in düşmanları, Filistin'in dostları yok ediliyor


Daha dün, evet dün İsrail’in baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçisi Saddam’lı Irak idi… Hatırlarsınız değil mi Körfez Savaşında Saddam Hüseyin’in İsral’e Scud füzeleri gönderdiğini… ABD Saddam’ı ve Irak’ı yok ederken yani ABD İsrail’in baş düşmanını ve dünyadaki Filistin’in en büyük destekçisini ortadan kaldırırken ABD’ye en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyor...

Daha dün, evet dün İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu Kaddafi’li Libya idi… ABD tarafından Kaddafi’li Libya yani İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu ortadan kaldırılırken ABD’ye yine en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyor…

Daha dün, evet dün İsrail’in yine en büyük üçüncü düşmanı Suriye idi. Suriye’ye karşı İsrail’in bile cesaret edemediği düşmanlığı yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler yapıyor…

Kısaca 21’inci yüzyıldaki İslam dünyasına yapılan ve İsrail’in bölgedeki güvenliğini pekiştiren ABD öncülüğündeki modern Haçlı seferlerine en büyük desteği yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyor... (‘’Haçlı seferi’’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, -pardon- Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemişti.)

Arap ülkeleri İsrail'i tanımaya başlyor

Bir taraftan İsrail’in baş düşmanı, Filistin’in can yoldaşı ülkeler böylesine diğer İslam ülkeleriyle bertaraf edilirken, ABD güdümünde ve desteğinde İsrail’in Kudüs’te ve bölgesinde işgalinin tanınması için Arap ülkeleri sıraya giriyor…


Bu kapsamda;

Eylül 1978: Mısır "Camp David'’ anlaşmasıyla İsrail'i tanıyarak, İsrail’i, işgal ettiği topraklardaki varlığını meşru sayan ilk Arap devleti oluyor…

Ekim 1994: Ürdün ile İsrail arasında yapılan ‘’Vadi Arabe’’ anlaşmasıyla iki ülke arasında diplomatik ilişki kuruluyor…

Ağustos 2020: İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında ilişkilerini normalleştirdikleri duyurusunu yapılıyor...  

Eylül 2020: İsrail ve Bahreyn "ilişkilerini tamamen normalleştirmek konusunda anlaşmaya vardıkları" ilan ediliyor… İsrail, BAE ve Bahreyn arasında ‘'İbrahim (Abraham) Anlaşması'’nı imzalanıyor. Bu anlaşmadan sonra ABD Başkanı Trump "Mescid-i Aksa'nın saldırı altında olduğu nesilden nesile aktarılan bir yalan’’ olduğunu ifade ediyor… Bu anlaşmadan kısa süre sonra da İsrail ve Bahreyn istihbaratları "İran'a karşı iş birliği" başlatıyor… 

Ekim 2020: Sudan, İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesini kabul ettiğini açıklıyor…  Lübnan, İsrail ile masaya oturmak üzere çerçeve anlaşmasına varıldığını duyuruyor…

Aralık 2020: İsrail ile Filistin'in ilişkileri normalleştirmek üzere anlaştığı duyuruluyor… Fas, İsrail ile ilişkilerini yeniden başlatacaklarını açıklayarak bu normalleşme kapsamında İsrail ile dört anlaşma imzalıyor…

Suudi Arabistan ise baştan beri ABD’nin Ortadoğu projelerinin merkezinde, israil’in yanında ve Filistin’in karşısında yer alıyor…

Bu arada da Filistin yönetimi; Kıbrıs'ta Rum yönetiminden, Karabağ sorununda Ermenistan'dan yana taraf tutuyor… Sözde Ermeni Soykırımı için pul bastırıyor… 

Köpeksiz köyde değneksiz gezmek

Daha dün, evet dün ABD, tüm Ortadoğu’yu parçalayıp da sınırlarını değiştirirken, ABD tüm Ortadoğu’yu bir ateş topuna çevirirken ve İsrail’e bulunduğu bölgede dikensiz bir gül bahçesi sunulurken onun müttefiki ve eşbaşkanları Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler oluyor… ..

ABD biliyordu ki;

* ABD, Kudüs’ü, İsrail'in başkenti olarak ilan ederken (06 Aralık 2017),

* ABD, Büyükelçiliğini Kudüs'e taşırken (14 Mayıs 2018),

* ABD, İsrail’in 1967 yılında işgal, 1981 yılında ilhak ettiği Golan tepeleri üzerindeki egemenliğini tanırken (25 Mart 2019),

* ABD, tek taraflı olarak açıkladığı '’Yüzyılın Anlaşması'’nda Kudüs’ü bölünmeden İsrail’in başkenti olarak ilan ederken (28 Ocak 2020) ve

* İsrail, Gazze’yi yerle bir ederken, Şeyh Cerrah Mahallesi’nin yerlileri olan Filistinlileri söküp atarken ve Mescid-i Aksa’yı yakıp yıkarken, artık bölgede bu kararlarına ve bu yaptıklarına ve bu eylemlerine karşı duracak hiçbir güç bulunmuyor... 

ABD ve İsrail biliyor ki; bu kararlara ve bu yaptıklarına karşı çıkan sesler ise etkisi, müeyyidesi olmayan sadece iç politikaya dönük, anlamsız kuru gürültüden ibaret kalıyor...

Timsah Gözyaşları

Bu kararlar karşısında en çok şikâyet edenler, en çok tepki gösterenler, en çok feryâd edenler ise bu kararlara en çok çanak tutanlar oluyor!

İslam dünyası tarih boyunca hiç bu kadar zelil duruma düşmüyor…...

Eğer gerçekten Kudüs sevdalısı, Filistin destekçisi iseniz ve hâlâ BOP eşbaşkanı değilseniz eğer bırakın hamasi hamasi nutuklar atmayı, bu salgın ortamında caddelerde kuru kalabalıklar oluşturmayı, derhal barışın Suriye ile Mısır ile Irak ile ve bırakın Libya’ya asker göndermeyi, ABD’nin bu Siyonist, bu emperyalist planına karşı birleşin bölge ülkeleri ile! Tüm enerjinizi, gücünüzü ve dikkatinizi Kudüs’e yöneltin.

Eğer bunu yapmayacaksanız döktüğünüz timsah gözyaşlarına bile yazık!

Ha bir de, Malatya Kürecik’teki NATO görünümlü ABD üssü ve buradaki radarlar, buradaki Patriotlar da İsrali’i İran füzelerinden korumak içindir. Hani gerçekten İsral’e bir müeyyide uygulayacaksanız eğer hatırlatayım istedim… Bu Koronalı günlerde protestolara çıkan insanlarımıza acıyın bari…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


24 Haziran 2018 CB seçimleri ve Abdullah Gül konusu

10 Mayıs 2021

DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, 09 Mayıs 2021 tarihinde Halk TV’de gazetecilerle bir görüşme yapıyor. Bu görüşmelerde Babacan özetle; "2018'de ortak aday çıkmadı Türkiye beş yıl kaybetti. Abdullah Gül'e teklif yapıldığında ben de masadaydım. Aday olsa kazanıyordu. ‘Ortak aday olursanız biz sizi destekleyeceğiz’ diyenler sözlerinin arkasında dursaydı, o gün o iş olurdu" ifadelerini kullanıyor…  Ancak bu görüşmede Babacan, Abdullah Gül’ün muhalefetin ortak aday olması konusu kimin fikriydi, olaylar nasıl gelişti hiçbir bilgi vermiyor… Babacan bu görüşmede ketum davranıyor, fazla bilgi vermiyor...

Bu açıklamalar üzerine değişik çevrelerden çok farklı tepkiler geliyor... Her zaman olduğu gibi konuyu bilenler susuyor, bilmeyenler konuşuyor… .

Ben de bu konuya girmeden önce 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Türkiye nasıl bir atmosferde, nasıl bir ortamda giriyor kısaca bir hatırlatmak istiyorum… Ondan sonra da Abdullah Gül’ün bu seçimlerde hangi şartlarda ve nasıl ortak aday olarak girmesi için hangi çalışmaların yapıldığını anlatmak istiyorum…  

CHP'nin hataları ve yetersizlikleri

Türkiye’nin günümüze gelmesinde ana muhalefetin (CHP) büyük hataları, büyük ihmalleri ve büyük yanlışları bulunuyor.. Zaten oldum olası Türkiye’de sol siyaset hiçbir zaman stratejik düşünemiyor, sol siyaset pratiğe her zaman için teorik bir sorun olarak bakıyor ve her zaman pratiğin karşısına teoriyi çıkararak kısır çekişmelerin içinde kayboluyor…

Bu konuda örnekleri sıralayacak olursam:

Yıl 1994… Yerel seçimler… Ankara’da ve İstanbul’da sol tandanslı SHP, DSP ve CHP ayrı ayrı adaylar çıkarıyorlar, merkez sağ da ANAP ve DYP diye bölününce her iki şehirde de RF’nin adayları kazanıyor… Ancak sol bundan ders almıyor, 1999 seçimlerinde de aynı hayatı tekrarlıyorlar…

Yakın zamana gelecek olursak…

Yargıyı siyasetin emrine veren ve “Yetmez ama ‘Evet’çi” liberal solcular tarafından desteklenen 12 Eylül 2010 halkoylamasında CHP yetersiz kalıyor…

Belediye meclisi üyelerinin bile seçime girmek için kamu görevlerinden istifa etmeleri gerekirken, o zamanki Başbakan'ın Başbakanlık görevinden ayrılmadan, tüm yetki ve imkânlarıyla, 2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmasında yine CHP yetersiz kalıyor… Bu karar sırasında Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Sadi Güven’dir… Yine bu seçimlerdeki CHP’nin Ekmelettin İhsanoğlu vakası tam bir beceriksizlik örneği oluyor…

7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında çoğunluğu yitiren AKP yönetiminin iktidarı bırakmaması ve ülkeyi 1 Kasım’da tekrar seçime götürmesi sürecinde CHP, AKP’nin ‘’İstikşafı görüşmeler’’ oyalamasında oltaya takılıyor, CHP yine yetersiz kalıyor…

15 Temmuz 2016’daki FETÖ darbe kalkışması sonrasında 20 Temmuz’daki AKP iktidarının OHAL sivil darbesinde CHP yine yetersiz kalıyor… CHP bununla da yetinmiyor, 7 Ağustos 2016 tarihinde yapılan Yenikapı mitingine figüran olarak katılıyor…

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diye adlandırılan ve parlamenter demokrasiyi bitiren ve ucube bir rejimi yürürlüğe sokan ve OHAL koşullarında, yoğun bir baskı ortamında, eşitsiz koşullarda, gayri meşru biçimde ve yasalara aykırı uygulamalarla yapılan 16 Nisan 2016 halkoylamasında CHP’nin çok büyük hataları oluyor. CHP kanunsuz bir seçimi ‘’şaibeli’’ olarak niteleyerek atı alanın çoktan Üsküdar’ı geçmesine vesile oluyor. YSK Başkanı bu sırada da yine Sadi Güven’dir.

24 Haziran 2018 CB seçimlerine giderken Türkiye


Bütün bu hataların üzerine Nisan 2018 tarihinde yapılan ‘’Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’’ esnasındaki CHP yine yetersiz kalıyor. 18 Nisan 2018 tarihinde TBMM’inde alınan OHAL’in üç ay daha uzatılması ile 24 Haziran 2018’deki erken seçim kararının aynı gün alınması karşısındaki CHP’nin tepkisizliği aslında 24 Haziran 2018 seçim sonuçlarını çoktan belirleyici oluyor…

Özetle; 18 Nisan 2018 tarihinde OHAL’in üç ay daha uzatıldığı gün (aynı gün) OHAL süresi içinde, OHAL şartlarında erken seçim kararı alınıyor… Şaibeli YSK’nın aynı kadrosu ile yasalara aykırı olarak seçime gidiliyor… (Biliyorsunuz FETÖ, ülkede iki kuruma sızmamıştır; birincisi siyasete, ikincisi ise YSK’na!!!) HDP’nin genel başkanı, milletvekilleri ve belediye başkanları hapiste, Güneydoğudaki şehirlerin yönetimi kayyumların elinde iken seçimlere gidiliyor…

Seçimlere doğru muhtarlar grup grup, Doğu’daki köy ağaları, aşiret reisleri teker teker Saray’a davet ediliyor… Milyarlarca lirayı bulan, haddi, hududu, hesabı olmayan örtülü ödenekler bu dönem haddinden fazla harcanıyor…

Geçen süreçte CHP’nin birinci önceliği OHAL şartlarında ve bu YSK kadroları ile bir seçime gitmemek olmalıydı… Siyasetin zaten zemininin kalmadığı bu ortamda bu yasa ile bu şartlarda artık ne sandığa giren oylar demokratik sayılması ne de oradan çıkacak sonuç demokratik kabul edilmesi mümkündü…

İşte ülke bu şartlarda 24 Haziran 2018 CB seçimlerine gidiyor.

Askerlikte bir kural vardır: ‘’Eğer düşmanınızı yenemiyorsanız onun kazanmasına engel olacaksınız’’. O tarihte AKP’nin yenilme imkânı bulunmuyor… O halde AKP’nin kazanmaması için çalışılması gerekiyor… Siyaset de zaten bu yönde çalışıyor…

Buraya kadar verdiğim bilgiler, yorumsuz ve bilinen konular. Ancak bundan sonrası vereceğim bilgiler gazetecilerin deyimiyle ‘’kulis bilgileri’’dir. Bundan sonraki bilgiler birer rivayettir, belki de dedikodudur…

Rivayetler ve dedikodular

İşte bu şartlarda SP Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu inisiyatif alıyor. HDP’ye gidiyor. Kafasındaki fikri açıklıyor: ‘’Abdullah Gül muhalefetin ortak adayı olarak CB seçimine girmelidir.’’ HDP öneriyi kabul ediyor. SP ve HDP’den oluşan heyet bu sefer CHP’ye gidiyor. Kılıçdaroğlu’da bu öneriyi kabul ediyor. Bu sefer de SP, HDP ve CHP’den oluşan heyet İYİ Parti’ye gidiyor. Akşener, önceden Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklamıştır. Bu görüşmede Akşener; ‘’Herkes hemfikir ise, Abdullah Gül de kabul ederse ben adaylığımdan çekilirim’’ diyor…

Bunun üzerine bütün bu partilerden bir heyet oluşuyor. Bu heyet Abdullah Gül’e gidiyor… Abdullah Gül’e şu teklifi yapıyorlar: ‘’Sizin siyasi görüşünüzü ve düşüncenizi biliyoruz. Size CB ortak aday teklifimizi bu görüşleriniz için yapmıyoruz. Sizin parlamenter demokrasiye olan inancınız, geçmişteki dışişleri bakanlığı, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı ve devlet tecrübenize binaen CB seçildiğinizde yasaların size verdiği gücü parlamenter demokrasiden yana kullanacağınızı değerlendirdiğimiz için size bu teklifi yapıyoruz…’’ Benzer görüşmeler birkaç kez tekrarlanıyor…

Tabii Gül ile bir protokol hazırlanması planlanıyor. Bu protokole göre; seçimler kazanılınca hızlı bir şekilde parlamenter demokrasiye uygun bir anayasa hazırlanılıp Meclis’teki çoğunluğa göre ya Meclis’te ya da halk oylamasıyla yeni anayasa kabul edildikten sonra seçime gidilecekti. Dolayısıyla bu süreç beş yıllık bir süreyi kapsamayacaktı…

Özellikle 1980 darbesinden sonra Türkiye tektonik bir şekilde sağa kayıyor… CHP’nin 2018 yılı CB seçimine giderken oy oranı %25 -26 arasında bulunuyor. Seçimde ise baraj %50 +1’dir… Dolayısı ile bu seçimde CHP adayı öyle bir kimse olmalıdır ki CHP oylarının yanı sıra da sağ seçmenden, özellikle AKP’den de oy almalıdır… Abdullah Gül AKP’nin kurucu kadrosundandır, sağ seçmenden, özellikle AKP’den oy alma potansiyeli bulunuyor. Abdullah Gül’ün AKP içerisinde %15 gibi bir kişisel oy oranı olduğu varsayılıyor.  Abdullah Gül, bu ülkede dış işleri bakanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Seçildiğinde ülkenin her iktidar değişikliğinde yaşadığı rövanşist politikalardan uzak kalacağı, sahip olacağı gücü ülkenin en kısa sürede parlamenter demokrasiye geçmeyi sağlamada harcayacağı değerlendiriliyor. Abdullah Gül her ne kadar kurucusu olduğu AKP’yi doğrudan eleştirmese de gidişatın iyi bir gidiş olmadığını de her fırsatta dile getiriyor… Cumhurbaşkanlığının son günlerinde kendisine karşı AKP üst yönetimi tarafından yapılan nezaketsizlikler nedeniyle AKP üst yönetimine de kırgın bulunuyor…


O gün için yapılan anketlerde, başkanlık seçimi için AKP ile MHP’nin oylarının %46 civarında olduğunu gösteriyor… Ancak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki sandıklarda ise;  bölgedeki hâkim parti HDP’nin belediyelerinin yönetimi kayyumda, parti genel başkanları ve milletvekilleri hapiste iken, OHAL şartlarında, korucu, ağa ve jandarma baskısı altında, taşınacak sandıklar ve mühürsüz olup da geçerli sayılacak oylarla AKP adayının fazladan %6 civarında bir oy alacağı kıymetlendiriliyor… Eğer AKP’den de oy alabilecek ortak bir aday çıkarılmaz ise sonuç olarak da toplamda %52 ile başkanlık seçiminin ilk turda AKP lehine sonuçlanacağı değerlendiriliyor… Ki zaten de öyle oluyor… .

Sonuç ikinci tura kalsa bile ve ‘’Millet İttifakı’’nı oluşturan parti liderlerinin ikinci tura kalması muhtemel CHP adayını destekleyecekleri mesajını verseler bile CHP dışındaki ittifak parti tabanlarının oylarını CHP adayına verecekleri de şüpheli gözüküyor…

İşte Abdullah Gül’e bu şartlarda ortak CB adayı teklifi yapılıyor…

Sonuçta Abdullah Gül de çatı adayı teklifine sıcak bakıyor…

Ancak yerin kulağı, pardon AKP’nin her şeyden haberi oluyor...

CB sözcüsü Kalın ve Genelkurmay Başkanı Akar, Abdullah Gül’ün İstanbul’daki konutuna helikopterle ziyarete geliyor. Kamuoyu bu ziyareti bir kez biliyor. Ancak Kalın ve Akar tarafından Abdullah Gül’e helikopterler üstü üste üç ayrı ziyaret yapılıyor. Son ziyarette ne konuşulmuş ise konutta tansiyon o kadar yükseliyor ki Hayrunnisa Hanım baygınlık geçiriyor, doktor çağırılıyor…

Sonuçta Abdullah Gül son anda aday olmayacağını sitemkâr bir dille kameralar önünde açıklıyor...

Genelkurmay Başkanlığı'nın 27 Nisan 2007 tarihinde Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda yaptığı "e-muhtıra" (post modern muhtıra) Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına engel olamıyor ancak bu "e-muhtıra"dan 11 yıl sonra bir başka genelkurmay başkanının Abdullah Gül’e helikopterle yaptığı ziyaretin (dost modern muhtıra) muhtemel Abdullah Gül’ün bu kararında etkili olduğu değerlendiriliyor…

Abdullah Gül’den başka da çatı adayı olmayınca her parti kendi adayını açıklamak zorunda kalıyor… Kılıçdaroğlu, Abdullah Gül’ün çatı adaylığı konusunda gerçekten samimi bir çaba harcıyor…

2018 yılı Parlamento seçimleri

Çatı adayı çıkaramayan muhalefet, ‘’İttifak yasası’’ çerçevesinde yine Kılıçdaroğlu’nun samimi çabaları sonunda ‘’Millet İttifakı’’nı kuruyor. Bu gelişmeler esnasında YSK seçime girecek partileri açıklama sürecinde, YSK’nun 23 Nisan 2018 pazartesi günü açıklayacağı listede İYİ Partinin listede olmadığı istihbaratını İstanbul’da iken alan Kılıçdaroğlu 21 Nisan Cumartesi günü Ankara CHP Genel Merkezine telefon açarak 15 milletvekilinin partiden istifa ederek İYİ Partiye geçmesini sağlıyor… Bu şekilde Kılıçdaroğlu İYİ Parti’nin gurup kurarak seçime girme yeterliliğini sağlıyor… Bu hareket, talimatla hareket etme gibi bir kültürü olmayan CHP’de Kılıçdaroplu’nun partiye olan hâkimiyetinin de bir kanıtı olduğu değerlendiriliyor… CHP’nin bu kararında ne Akşener’den ne de İYİ Partiden CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na herhangi bir talep ve istek gelmiyor… İYİ Parti’nin seçime girebilecek olması iktidar kanadının hesaplarını ve kimyasını bozuyor…

Kılıçdaroğlu ‘’Millet İttifakı’’ içerisinde HDP’nin de bulunması için ciddi çaba harcamışsa da HDP kendisi ile yapılan görüşmelerde bu konuda ‘’fazla ısrarcı olmayın’’ anlamında mesaj vererek biraz lakayt davranıyor. HDP’nin bu davranışının kökeninde kamuoyu önünde dışlanmış, mağdur algısını yaratmak isteği ile kendi yaptıkları anketlerde de zaten barajı geçtikleri, ittifaka gerek kalmadığı inancı yatmakta olduğu değerlendiriliyor…

2023 CB seçimleri

Rahmetli Süleyman Demirel “siyasette bazen 24 saat bile uzundur...’’ derdi. 2018 yılından bugüne koskoca üç yıl geçiyor. O günden bu yana köprülerin altından çooook sular akıyor… Bugün için ülkedeki politik durum üstünlüğü AKP’den muhalefet tarafına ve CHP'ye geçiyor… 2018 yılında üzerinde durulan isimlerin yerlerine yeni yeni isimler ve düşünceler geliyor… Mevlânâ’nın söylediği gibi ‘’Dünle beraber gitti cancağızım ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…’’

Son söz: Gelecek kısmet olarak gelmiyor insana, insan geleceğe geliyor, kendinde olanla giriyor onun içine…

Arz ederim..

Osman AYDOĞAN




Gazalî’den günümüze İslam Dünyası


09 Mayıs 2021


Giriş

Hicri takvime göre içinde bulunduğumuz ay İslam’ın kutsal saydığı üç ayların sonuncusu Ramazan Ayı… Bu ay vesilesiyle de bu ay boyunca, bir kısmı eski yazılarım da olsa İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazayım istedim… Ancak bu konuda birkaç yazı yazabildim, araya güncel konular girince ara vermek zorunda kaldım…


O halde kaldığım yerden devam ediyorum…

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm

19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin en önemli devlet adamlarından, yazar, şair ve devlet adamı Ziya Paşa’nın (1829-1880, asıl ismi Abdülhamid Ziyaeddin) 1870 yılında yazdığı çok güzel bir gazeli vardır. Gazel şöyle başlardı:


‘’Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm’’

(Kâfirler -Batı- diyarını gezdim, gelişmiş yerleşim yerleri gördüm
İslam topraklarını dolaştığımda da sadece viraneler gördüm.)

Gerçekten de Ziya Paşa, Sultan Abdülaziz döneminde Avrupa'ya kaçarak Genç Osmanlılar arasına katılır. Hemen hemen tüm Avrupa’yı görür. Görevleri nedeniyle Şark’ı da bilir.

Bana da kısmet olmuştur, Ziya Paşa’dan tam 150 yıl sonra Almancam sayesinde diyar-ı küfrde hemen hemen görmediğim ülke kalmadı, orada yaşadım, orada beldeler, kâşeneler gördüm. Arapçam sayesinde de mülk-i İslam’da kısa da olsa Şam’ı, Kahire’yi, İskenderiye’yi gezdim, oralarda da bütün viraneler gördüm…

Aradan 150 yıl geçse de gördüm ki değişen bir şey yoktur… İslam Dünyası’nda günümüzde sadece viraneler, sadece yoksulluklar yoktur… Günümüz İslam Dünyası’nda ayrıca savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır.

Peki, bu neden böyledir? İslam Dünyası neden geri kalmıştır? İslam Dünyası'nda bugün neden savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır?

‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… Ben de biliyorsunuz çok sık kullandığım bu iki düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim... Bu sitede sizlere daha yakın zamanda Kudüs konusunu anlatacağım diye teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı, Delilah (Dilayla)'ı anlatmaya çalışmıştım...

Bu sefer de, o kadar değilse bile bir bin yıl geriye giderek diyar-ı küfrü ve mülk-i İslam'ı sadece gören, gezen ve oralarda yaşayan birisi olan değil aynı zamanda bu konuda mürekkep yalamış birisi olarak da İslam Dünyası'nın neden geri kaldığını, İslam Dünyası'nda bugün neden savaş olduğunu, neden kan, gözyaşı ve işgal olduğunu, huzursuzluk olduğunu anlatmak istiyorum…

İmam-ı Gazalî ve etkisi

Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmasının en başta gelen sebebinin,  İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) düşüncesinin egemen olmasıdır diye değerlendiriyorum…


İşte bu yazımda da anlatmak istediğim konu bu konudur; Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki tartışma ve bu tartışmanın İslam Dünyası'na olan etkisidir...

Bu konuda Fransız tarhçi Fernand Braudel (1902– 1985) farklı bir tez ortaya koyar. Braudel’e göre 13. yüzyılda Moğol istilası İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Yani Braudel benim anlattığım kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…  Braudel'in tezi yabana atılmaması ve ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. 

Tehâfütü’l-Felâsife

Gazalî 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak)  “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için (!) akılcı gidişi önlemeye çalışır…

Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli kitabında şöyle yazar: “…Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Allah’ı akıl ile açıklamaya çalışmak, Allah’ı yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Allah’ın iradesini yadsıma sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkânsızdır.”  

Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ isimli eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’ (Say Yayınları, 2013)’sında geçen düşünceleri de eleştirir. Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka Tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır.

İhya’u Ulumid-Din

Gazalî, “İhya’u Ulumid-Din” (Din Bilimlerinin Dirilmesi) (Hikmet Neşriyat, 2012) kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia eder, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunur… Gazalî kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenir: “Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.” 


Gazalî, bu eserini dört cilt hâlinde düzenler, ciltlere sırasıyla İbadetler (İbâdât), Âdetler (Âdât), Helak Edici Hususlar (Mühlikât) ve Felaha Erdirici Ameller (Münciyât) adlarını verir, her bir cildi de on konu hâlinde işler…

Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatır. İmam-ı Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlar…

Gazalî ve İbn-i Rüşd tartışması

İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü Halife İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı)  (Bordo Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Felsefe, 2012) adlı denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, hadis, vahiy) de uygundur.’’


Gerçekte de İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.”  “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.” “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.”  “Bir saatlik  tefekkür – düşünüş - 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır” gibi İslam’ın bilim  ile çatışmadığını, evrensel  bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed (SAV)’in hadisleri vardır.

Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir;  ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler.’’ Bir kısım yorumcular bu ayette geçen ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986)

Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün  belirttiği gibi; “Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme, mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygun düşer.” (Ord. Prof. Enver Ziya Karal, -1923-01- Fatih Özdemir Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 1990, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II ) sözü ışığı altında İslam dinin akla ve bilimsel faaliyetlere önem verdiğini görmekteyiz.

Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir.

Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilmektedir. Ancak İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybetmiştir.  Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi desteklemişler, İbn-i Rüşd’ü ise ihmal etmişlerdir. İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri Gazalî’yi desteklemişlerdir çünkü Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.

Gazalî’den sonra İslam Dünyası

Ancak İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilmektedir. 

Harun Reşit, oğlu Memun ve Mutezile (Mutezile mezhebi: Sorunları akıl ve mantık yoluyla çözmeyi esas alan bir mezhep) döneminde doruğa çıkan Doğu'nun Rönesansı olarak tanımlanan Abbasi aydınlanması Moğol istilası ile sona ermiş ancak ne yazık ki bu coğrafyada Gazalî etkisiyle bir daha yeni bir aydınlanma dönemi başlayamamıştır. 

İslam dünyasındaki bu aklın dışlanma sürecinde de bu süreç İslam dünyasında çeşitli alanlarda da desteklenir... Bu alanlar; hukuk (fıkıh), kelam (ilahiyat) ve tasavvuf alanlarıydı. ''Fıkıh''ta İbn-i Hanbel, ''Kelam''da Eşari ve ''Tasavvuf''da da İbn-i Hallaç bu alanlara öncülük ettiler. Bu alanların ve bu öncülerin ortak noktaları imanı aklın, kalbi zihnin önüne koymalarıydı...

Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olur. Öyle ki Fatih İstanbul’u kuşatması esnasında sur önlerinde top döktürecek kadar ileri teknolojiye sahipken 1529’da bu teknoloji kaybolur ve o Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Anadolu’dan Viyana’ya öküzlerle top çekmek zorunda kalır. (1683’de de aynısı tekrarlanır) Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulur, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilir ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin en başında gelir…

Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilir ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatır. Özellikle Ortaçağ çalışmalarıyla ünlü, İslam tarihi ve Haçlı Seferleri üzerine eserleri olan Fransız Marksist tarihçi Claude Cahen (1909 -1991) bir eserinde şunları yazar: “Batı dünyası İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd ile düşünmeyi öğrenmiş olduğunu asla unutmamalıdır... Kurtuba Camisi olmadan Fransa’da Le Puy Katedrali tasarlanamazdı.”

İslam dünyası ve özellikle o dönemin lideri olan Osmanlı da anlattığım gibi Gazalî''nin etkisiyle ne Abbasi aydınlanmasını takip edebilir ne de 14. yüzyılda başlayan bu Avrupa Rönesansını yakalayabilir… Osmanlı da bu nedenle bilimle, teknolojiyle, sanatla, felsefeyle pek bir ilişki kuramaz… Osmanlı ne Abbasi döneminde İslamın altın çağında yetişen bilginlerden, astronomlardan, felsefecilerden, matematikçilerden, güzel sanatçılardan, botanikçilerden, mekanikçilerden bir tanesini bile yetiştirebilir ne de çağında Avrupa Rönesansını yaşarken bu rönesansın yetiştirdiği Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat, bilim ve düşün dünyasının yapısını tanıyabilir…

Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gider… Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Denilebilir ki Mustafa Kemal Atatürk İbn-i Rüşd’ün manevi öğrencisidir. Ancak tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde, o da Türkiye’de kazanan İbn-i Rüşd'ün bilimsel düşüncesi Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından sonra ne yazık ki cehalet, taassup ve Batı'nın jandarmalığı nedeniyle kesintiye uğrar…  

İslam’ın Hastalığı

İslam Dünyası sadece İbn-i Rüşd’den ayrılmakla kalmaz. İslam Dünyası bağrından çıkardığı; Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Buharî gibi ‘’bilimci, aydınlanmacı, kapsayıcı, kucaklayıcı ve sevgi içerikli’’ İslam anlayışının temsilcilerini de dışlayarak ‘’lüks, israf, gösteriş, şatafat, şiddet, kin ve nefret içerikli’’ Arap Emevi Müslümanlığına yönelir… Böylesi bir Müslümanlık da İslam Dünyasını bugünkü yaşadığımız Selefi – Vahhabi – İŞİD İslam’na dönüştürür..


Bu dönüşümü anlatmak için bir kitaba yer vermek istiyorum. Dedesi de babası da İslám âlimi olan ve kendisi de dört yaşında iken Kur’an eğitimine başlayan Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in güzel bir kitabı var: ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis Yayıncılık, 2005)

Abdelwahab Meddeb, bu kitabında; günümüzdeki İslam’ın kendi geleneklerinin ve tarihinin zenginliğinden mahrum kalmasına yol açan İslam’ın hastalığının şeceresini çıkararak,’‘Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizim olduysa, İslam’ın hastalığının entegrizm olduğu kesindir.’’ (s.11) tespitinde bulunur…

Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı ret, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, dogmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme vb…

Meddeb, bu kitabında, İslam'ı cihatla bir tutan anlayışın köklerine iner. Meddep, bu kitabında yedinci yüzyıl Medine'sinden başlayan İslam tarihini on sekizinci yüzyıl Arabistan'ında Vahhabilik'in kuruluşuna kadar takip ederek İslam uygarlığının altın çağına damgasını vuran yaratıcılık ve çoğulculuktan uzaklaşılmasıyla gerileme ve yoksulluk evresine geçildiğinin altını çizer…

Meddeb, İslam’ın hastalığının köklerini ‘’Medine Ütopyası’’ adını verdiği ‘’asr-ı saadet’’ (altın çağ) yorumuna bağlar… ‘’Medine Ütopyası’’na göre, İslam yeniden güçlü, yeniden öncü ve yeniden egemen olmak istiyorsa, en güçlü olduğu zamana geri dönüp onu taklit etmelidir. Bu konuyu Meddeb kitabında şöyle açıklar: ‘’Yarı okumuş ajitatörler, kendi geleneklerine dönüş çağrısında bulunurken, demokrasinin başarısızlığa uğrama nedeninin, zikrettikleri geleneğin temelindeki despotik atacılık olduğunu unuturlar. Ama Medine kökenine geri dönüşü idealize ederek bu güçlüğü es geçerler. Medine ütopyasının sık sık yeniden etkinleştirildiğini görmüştük. Modern zamanlarda sınırlı kalırsak, bu ütopyanın Vahhabiliğin kökeninde olduğunu, daha yukarda zikrettiğimiz 19. yüzyıldaki o Selefiler’in, fundamentalistlerinin de amentüsünü oluşturduğunu hatırlayalım. 1920-1930’lu yıllardan itibaren Müslüman Kardeşler hareketinin su yüzüne çıkmasıyla entegristlerin derme çatma kurdukları sistemin de merkezinde bu ütopya olacaktır.’’ (s.100)

13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye, Selefiliğin kurucusudur ve varlığını ‘’bilimci, aydınlanmacı, kapsayıcı, kucaklayıcı ve sevgi içerikli’’ İslam anlayışına ve bu anlayışın temsilcilerine olan keskin karşıtlığına ve nefretine borçludur. Yani Selefiliğin hamurunda bu nefret vardır. Selefiliğin ve onun devamı Vahhabiliğin sonu ise İŞİD'e çıkmaktadır. İŞİD'in kaynağı da Selefilikte ve Vahhabilikte aranmalıdır... 18. yüzyılda ortaya çıkan Vahhabilik de Selefiidir. Vahhabilik ismi daha çok kendilerine muhalif kimselerin onları andığı isimdir. Vahhabiler kendilerine Selefi derler.

Günümüzde Türkiye

Meddeb’in ‘’İslamın Hastalığı’’ kitabında, günümüzün entegristi olan Müslüman Kardeşler’in kurucusu El Benna’yı, Pakistanlı Ebu’l A’lá Mevdudi (1903-1979) ile Mısırlı öğrencisi Seyyid Kutb’u (1926-1966) görüyoruz. Bu kişilerin de 1970’lerden itibaren Türkiye’deki İslamî hareketlerin hocası ve ilham kaynağı olduğunu da burada aktarmak istiyorum….


Günümüze ve ülkemize gelecek olursak, ülkemiz; Mavlânâ’yı, Yunus’u, Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve Ahmet Yesevi’yi yaratarak oluşturduğu ‘’bilimci, aydınlanmacı, kapsayıcı, kucaklayıcı ve sevgi içerikli’’ Türk Müslümanlığından, yüzyıllar sonra, ‘’şiddet, kin ve nefret içerikli’’ Arap entegrizmine, Arap Müslümanlığına ve Selefi - Vahhabi zihniyetine dönme tehlikesi yaşıyor… Bir başka deyişle; Araplar, 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye’nin etkisiyle Selefiliğin girdabına kapılmışlardı… Yüzyıllar sonra Anadolu coğrafyası da günümüzde; İbnü’l Teymiyye’nin izinden gidenlerin peşine takılarak Selefiliğin girdabına kapılma tehlikesini yaşıyor… Günümüzde TSK dâhil devletin bütün kadrolarına, bütün bakanlıklarına, üniversitelere sızmış, yerleşmiş, yerleştirilmiş kökü Arap Selefi – Vahhabi geleneğine dayanan tarikatların ve cemaatlerin varlığı bu tehlikeyi daha bir görünür hale getiriyor…

Günümüzde İslam dünyası 

Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD, Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (11. yüzyıl) olmuştur.  Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir.


2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlanır. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son bin (1000) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır.

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade eder: “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da... Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.)

İslam Dünyasında olmayan bilim, felsefe, sanat ve siyaset

O günden (1100-1200) bugüne; İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve -her ne kadar yanlış anlaşılsa da- İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramamıştır.

Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam Dünyası'nı 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcileri de olmamıştır. Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının Thomas Hobbes, Baruch Spinoza,  Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich  Hegel, Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville,  Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam coğrafyasında olmamıştır. Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam coğrafyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmazdı.

Geleceğin Muharebe Sahası

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı vardı; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamı İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir. 1970’lı yıllardan bu güne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ABD güdümlü ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler içeride işbirlikçiler, eşbaşkanlar bulunarak uygulamaya konulur. Bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmaz, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplar… İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir.   

Büyük Ortadoğu Projesi

Yakın bir geçmişte; Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar İslam coğrafyasında siyasi iktidarlar yerli Müslüman işbirlikçilerinin ve eşbaşkanlarının desteği ile emperyalistler tarafından parçalanarak bu ülkelerdeki devlet kapasitesi çökertilir… Bu coğrafyada paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolur, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşur ve bu boşlukta  El Kaide, El Nusra gibi radikal dinci çeteler, IŞİD gibi terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye kalkışırlar… Bu sefer de İŞİD ile mücadele bahanesiyle emperyalist devletler bölgeye girerler ve mezhep ayrımı da tetiklenerek bütün bölge bir kan gölüne, bir ateş topuna çevrilir… Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi İslam coğrafyasının da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia ederler… Yaratılan bu ortamda ise İsrail'e çevresinde dikensiz gül bahçelerinden oluşan bir coğrafya sunulur…

Gerçi ayrı bir konudur ama böylesi bir ortamda Kudüs'ün neden şimdi İsrail'in başkenti ilan edildiğini ve ABD elçiliğinin neden şimdi Kudüs'e taşındığını sormak ve bundan şikâyetçi olmak herhalde bu tablonun müsebbiplerine hiç düşmemektedir. 

Sonuç olarak;

İslam Dünyası'nın Batı karşısındaki bu gerileyişinin mevcut siyasal, ideolojik, sosyolojik, etnik ve mezhep kavgalarının ve ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer ve bir sonuç olduğu düşünülmektedir.


Gazalî’den bugüne İslam dünyası, dünya mutluluğu peşinde değildir, öbür dünya mutluluğu peşindedir. O günden bugüne İslam’ın yatırımı bu dünyaya değil öbür dünyayadır. Batı medeniyetinde bu dünya vardır, bu dünyanın nimetleri olan; bilim, sanat, edebiyat, şiir, resim, refah, neşe, mutluluk vardır. Ne yazık ki Gazalî’nin İslam dünyası böyle bir refah toplumu öngörmemektedir. İşte tam da bu nedenle Gazalî düşüncesinin hâkim olduğu İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ufku, amacı ve ideali yoktur, imkân ve ihtimali de yoktur…

Bu nedenle de Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu coğrafya, o günden (11. yüzyıl) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle insanlarının birbirini boğazladığı bir mezbahana haline gelir…

Anlatmaya çalıştığım bu sebeplerin sonucu olarak bu coğrafyada bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı ilkesiz ve ülküsüz siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı olduğunu yaşayarak görmekteyiz...

İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov’un bir tespiti vardır: ‘‘Terör; yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Emperyalist güçler bu coğrafyadan elini çekmediği ve İslam coğrafyası da emperyalizme alet olduğu sürece, İslam coğrafyasının metafiziğin dipsiz kuyularından ve mezhep kavgalarından kurtulup bilime ve akla yönelmediği sürece, bu coğrafya halklarının etnik tuzaklardan uzaklaşmadığı sürece bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmeyecektir. Bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmediği sürece de bu coğrafyada terör yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörü olmaya ve bu coğrafya bu ateş çemberi içinde cayır cayır yanmaya devam edecektir...

Barışın ve huzurun tesisi

Bu coğrafyada barışın ve huzurun tesisi aslında basittir: Emperyalist güçleri bölgeden uzak tutmak… Etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşamak… Bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim… Çatışma kültüründen uzaklaşarak uzlaşı kültürünü bölgede hâkim kılmak…. Bu coğrafya ülkeleri ve insanları arasında uyum, ahenk ve işbirliğini sağlamak… Ve bunlarla beraber yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesini bölgede hâkim kılmak…

Bir de bu coğrafyanın manevi evrenini koskoca bir morg olmaktan çıkarmak için insanlarına yaşama sevincini aşılamak ve insanlarını “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” gibi kavramları ile beslemek gerekmektedir. 

Bütün bunlar olduğu takdirde Hz. İbrahim’in bir ateş çemberi içine atılmışken birden yeşil çimlere düştüğü gibi bu coğrafya da ancak o zaman bir cennete dönüşecektir.

Bu ateş çemberinden kurtuluşun bundan başka seçeneği ve çaresi de yoktur. Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmış olması bir sonuçtur.  Ve sebepler ortadan kalkmadan bin yıl da geçse sonuçlar değişmeyecek ve bu dünya bu geri kalmışlıktan ve bu ateş çemberinden kurtulamayacaktır.   

Yeniden Ziya Paşa

Yazımın girişinde Ziya Paşa’dan bahsetmiştim ya! Yazımın sonunda da yine ondan bahsedeyim... Ziya Paşa sürgünden döndükten sonra, önce Suriye, sonra Konya ve 1878 yılında da Adana Valiliğine atanır. Ölümüne kadar geçen sürede de Adana Valisi olarak görev yapar. Ziya Paşa Adana valisi iken kendisi hakkında aşağıdaki hikâye anlatılır.

1879 yılında Çukurova’da ortalığı kasıp kavuran bir kuraklık hüküm sürer. Ekinler kurur, sebze ve meyve bahçeleri kuraklıktan ürün vermez olur. Çiftçi, tüccar bir grup Adanalı eli böğründe perişan bir durumda müftüye giderek yağmur duasına çıkılmasını isterler. Müftü efendi de durumu arz etmek ve izin almak üzere Vali Paşaya sorar; ‘’Paşa hazretler nasip olursa yarın Cuma namazını eda eyledikten sonra cemaatle birlikte topluca duaya gideceğiz.  Zat-ı Devletleri de buna iştirak etmeyi düşünürler mi?’’ Ziya Paşa müftü efendinin bu teklifini alır almaz ayağa kalkar ve konağın penceresinden aşağıda gürül gürül akan Seyhan nehrini seyre dalar. Sonra da müftü efendiye dönüp şöyle söyler; ‘’Baka müftü efendi, ben Cenab-ı Hakkın huzuruna yağmur istemek için çıkmaya hayâ ederim. Utanırım. Hemen yanı başımızda koca bir ırmak akıyorken, onun kenarında durup yağmur duası yapmak ne ola ki. Hak Teâlâ benden bunun hesabını sormaz mı? Yarın Ruzi- Mahşer’de bana ‘Ey Ziya, önündeki nimeti görmezden gelip sen ne yüzle karşıma çıkıp yağmur dilersin’ demez mi? Yok müftü efendi yok. Beni mazur gör. Rabb-ül Alemin’im huzurunda beni rüsva eyleme.’’

Aslında buraya kadar uzun uzun anlatmak istediğimi Ziya Paşa'nın bu hikâyesi açık ve net bir şekilde özetliyor...

İbn-i Haldun; “Coğrafya kaderdir” derdi… Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck de; ‘’Kaderinden şikâyetçi olan, kendi beceriksizliğinden de şikâyetçi olmalıdır.’’ derdi… Bu coğrafya bize kaderdir diye şikâyetçi olacaksak eğer öncelikle aynaya bakarak Maeterlinck’in dediği gibi kendi beceriksizliğimizden şikâyetçi olmamız gerekecektir! Zira Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu coğrafyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN




Anneler Günü


09 Mayıs 2021


Kırılmışlar

Halil Cibran’ın ‘’Kırık Kanatlar’’ (Kaknüs yayınları, 2017) isimli eserinde annesiyle yaptığı bir söyleşi şöyle geçerdi…


''Yirmi yaşımdayken annem bana şöyle demişti: 

- 'Manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım.' 
- 'Eğer manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim' dedim. 
- 'Dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı oğlum' dedi. 
- 'Evet, ama dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben' diye karşılık verdim. 
- 'Dünyaya gelmeseydin cennette bir melek olarak kalacaktın' dedi. 
- 'Ama ben hâlâ bir meleğim' diye cevapladım. 
Gülümsedi ve dedi ki;
-'Kanatların nerede peki?'
Elini tutup omzuma koydum ve;
-'Burada' dedim. 
-'Kırılmışlar' dedi. 

Bu konuşmadan dokuz ay sonra, annem dönülmez ufukta yitip gitti. Ama 'kırılmışlar' sözü içimde yankılanmaya devam etti...''

Halil Cibran da mektuplarında insanın söyleyebileceği en güzel kelimenin ‘’anne’’ kelimesi, en güzel sözün de ‘’anneciğim’’ sözü olduğunu ifade ederdi… Anne dönülmez ufukta kaybolup gidince kimin kolu kanadı kırılmaz ki?

Engin ufuklar

Yahya Kemal Beyatlı ''Ufuklar'' isimli şiirinde anneyi ebediyete, sonsuzluğa uğurlayışını şöyle anlatırdı


''Ruh ufuksuz yaşamaz. 
Dağlar ufkunda mehabet, 
Ova ufkunda huzur, 
Deniz ufkunda teselli duyulur. 
Yalnız onlarda bulur ruh ezeli lezzetini. 
Bu ufuklar avutur ruhu saatlerce, fakat 
Bir zaman sonra derinden duyulur yalnızlık. 
Ruh arar kendine bir ruh ufku. 
Manevi ufku pek engin ulu peygamberler 
- Bahsin üstündedir onlar-lakin 
Hayli meud idiler dünyada; 
Yaşıyorlardı havarileri, ashabiyle; 
Ne ufuklar! Ne güzel ruh imiş onlar! Yarab!

Annemin naşını gördümdü; 
Bakıyorken bana sabit ve donuk gözlerle, 
Acıdan çıldıracaktım. 
Aradan elli dokuz yıl geçti. 
Ah o sabit bakış elan yaradır kalbimde, 
O yaşarken o semavi, o gülümser gözler 
Ne kadar engin ufuklardı bana; 
Teneşir tahtası üstünde o gün, 
Bakmaz olmuşlardı artık bu bizim dünyaya.

Yaşıyan her fani 
Yaşıyan ruh özler, 
Her sıkıldıkça arar, 
Dar hayatında ya dost ufku, ya canan ufku.''

Aradan değil elli dokuz, yüz elli dokuz yıl da geçse hala acıdan çıldırırsınız... O sâbit bakış elʹan yaradır kalbinizde. O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler ne kadar engin ufuklardı size değil mi?


Unuttum, nasıldı annemin yüzü

Ataol Behramoğlu da anneyi ebediyete, sonsuzluğa uğurladıktan sonraki zamanı anlatırdı ''Unuttum, nasıldı annemin yüzü'' isimli şiirinde:


''Unuttum, nasıldı annemin yüzü
Unuttum, sesi nasıldı annemin.
Gece bir örtü olsun anılardan
Kara yüreğime örtüneyim

Unuttum, nasıldı annemin gülüşü
Unuttum nasıldı ağlarken annem.
Yaşam sallasın kollarında beni
Küçücük oğluyum onun ben.

Unuttum, elleri nasıldı annemin
Unuttum gözleri nasıldı bakarken.''

Ve o unutulan annenin makberinden kuru ot kokusu getirsin istenir rüzgârdan yağmurlar usulcacık yağarken.

Seni düşünürüm

Ve Nazım Hikmet ''Seni düşünürüm'' şiirinde annenin işte o yeri doldurulmaz boşluğunu anlatırdı:


''Seni düşünürüm
anamın kokusu gelir burnuma
dünya güzeli anamın.
Binmişim atlıkarıncasına içimdeki bayramın
fır dönersin eteklerinle saçların uçuşur
bir yitirip bir bulurum al al olmuş yüzünü.''

İçinizdeki bayramın atlıkarıncasına bindiğinizde; etrafınızda etekleriyle saçları uçuşarak fır fır dönen, al al olmuş yüzünü bir yitirip bir bulduğunuz annenizin kokusu gelir burnunuza...

Bugün anneler günü...

Bu vesile ile Hakk'ın rahmetine kavuşmuş olan, başta bize özgürlüğümüzü, gururumuzu ve onurumuz kazandıran Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım olmak üzere tüm şehitlerimizin annelerini, Hakk’ın rahmetine kavuşmuş tüm anneleri ve sevgili annemi rahmetle anıyorum. Yine başta sevgili eşim başta olmak üzere anne arkadaşlarımın, anne adayı arkadaşlarımın ve tüm annelerimizin anneler gününü en içten dileklerimle kutluyor, sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum...


Osman AYDOĞAN


Kadir Gecesi

08 Mayıs 2021


Üç aylar ve mübarek geceler

Bilindiği gibi Hicri takvimin üç ayı, Recep, Şaban ve Ramazan aylarına ‘’Üç Aylar’’ denir ve mübarek aylardan sayılır. Bu mübarek aylarda da sayısı beş olan ''mübarek geceler'' bulunmaktadır. Bu gecelerden; ''Regâip Gecesi'' ve ''Miraç Gecesi''; Recep ayında, ''Berâet Gecesi''; Şaban ayında, ''Kadir Gecesi'' ise Ramazan ayında bulunmaktadır. ''Mevlit Gecesi'' de Rebiyülevvel ayında bulunur.


Bu beş mübarek geceden Regâib, Berâet ve Mevlit gecelerinin kutsallığı kesin olmadığı gibi bu gecelerde yapılacak ibadetler hakkında da kaynaklarda açık ve doğru bilgiler yoktur.  

Miraç; Arapça'da ‘’uruc’’ sözcüğünden türetilmiş olup merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam'da Hz. Peygamber (s.a.s)' in göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesi olayıdır... Ancak Miraç ile ilgili bir kutlama söz konusu değildir. Kur’an’da Miraç açık açık yazmadığı için din bilginlerinden kimilerine göre bu yükselme manevi ve ruhi, kimilerine göre maddi ve fiziki, kimilerine göre hem maddi hem de manevi, kimilerine göre de ne tam anlamıyla maddi ne de tam anlamıyla manevidir. Burada manevi ve ruhi anlamdan kastedilenin gönül ve ruh temizliğinden geçip, ahlaki erdemlere yükseliş olduğu üzerinde din bilginlerince mutabakat vardır. 

Kadir (Kadr) adıyla anılan sûrede Kur'an'ın inişine, dolayısıyla İslâm'ın doğuşuna vurgu yapılmaktadır.. Ancak zaman olarak da bir kesinlik yoktur. Duhân sûresindeki âyetlerde (44/2-6), Kadir Gecesi’nin vahyin inmeye başladığı yılda Ramazan ayına denk geldiği bilgisinden başka bir bilgi yoktur.

Bu geceler, Osmanlı padişahı II. Selim zamanında minarelerde kandiller yakılarak kutlanmaya başlandığı için “kandil” olarak da adlandırılır. Diğer Müslüman ülkelerde de bu geceler ''kandil'' olarak adlandırılmaz, ''gece'' olarak ifade edilir, Regâib gecesi (Leyle-i Regaip), Berâet gecesi (Leyle-i Berâet) gibi.

İnzâl ve Tenzîl

İşte bu gecelerden son olarak Ramazan ayının müjdecisi Berâet Gecesi’ni tam 40 gün önce kutlamış idik. Berâet Gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği geceydi. Buna "inzâl" denir.


Bugün ise (Ramazan ayının 27’inci gecesi) ''Kadir Gecesi''dir. Kur'an-ı Kerim, Kadir Gecesi'nde Hz. Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.

Bu noktada Kur'an-ı Kerim'in kendisinden dünya semasına indirildiği Levh-i Mahfûz'dan bahsetmek istiyorum.

Levh-i Mahfûz

Levh-i Mahfûz, Arapça’da ‘’korunmuş levha’’ anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için ‘’Kader Kitabı’’ da denir. ‘’Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap’’ anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır. 


Kur'an'da geçen ‘’Ümmü'l-Kitap’’ (Kitapların Anası, Ana Kitap), ‘’Kitabun Mübin’’ (Apaçık Kitap), ‘’Kitabun Hafîz’’ (Koruyan Kitap), ‘’Kitabın Meknun’’ (Saklanmış Kitap), ‘’İmamun Mubin’’ (Apaçık İnen Kitap) ve sadece ‘’Kitap’’ ifadeleri Levh-i Mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.

Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir. Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i Mahfûz; içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22), her şeyin sayılıp tespit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. İsrâ Sûresi 58. ayette de "Bu, Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen ‘’apaçık kitap’’ Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.

Kadir Gecesi

Kadir Gece’si müstesna bir gece olduğundan müstakil bir sûre ile şerefi yükseltilmiştir. Kur'an-ı Kerim’in 97. Sûresi (Kadr Sûresi) Mekke döneminde inmiştir. Beş âyettir. Sûre, Kadir gecesini anlattığı için bu adı almıştır. Kadr, Arapçada ‘’azamet’’ ve ‘’şeref’’ demektir. Kur'ân'da adı geçen tek ay “Ramazan” ayıdır; tek gece ise “Kadir Gecesi”dir. 


Yüce Allah Kadr Sûresi’nde şöyle buyuruyor:  "Doğrusu, Biz, onu (Kur'an'ı) Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir." 

Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: "Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Allah'tan bekleyerek Kadir gecesini ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır." 

Peygamberimizin saygıdeğer eşi Hz. Aişe (R.A.) diyor ki: ''Peygamberimize 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?' diye sordum. Peygamberimiz: 'Allah’ım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet' diye dua et" buyurdu.

Ancaaaak…

Bu kutsal gecelerde affedilen günahlar sizin eksik ibadetleriniz nedeniyledir. Kılmadığınız namazlarınız, tutmadığınız oruçlarınız, vermediğiniz zekâtlarınız, sadakalarınız içindir. Allah’ın yarattıklarına karşı işlediğiniz suçlar, onlara karşı yaptığınız haksızlıklar, zulüm, kin, nefret, kem söz ve sevgisizlik ne kadar dua ederseniz edin, ne kadar ibadet ederseniz edin, ne kadar tövbe ederseniz edin affedilecek değildir. Yüce Rabbimiz Kur’anı Kerim’de buyuruyor ki; ‘’bana her türlü günahla gelin affederim, ancak kul hakkıyla gelmeyin’’. ‘’Başkasının hakkından daha kutsal bir şey yoktur’’ der Allah’ın elçisi. Allah’ın yarattıklarına karşı her türlü günahı işleyeceksiniz sonra da böyle bir kutsal gecede sabaha kadar dua edeceksiniz ve affedileceksiniz! Yok öyle bir şey…


Bütün İslam coğrafyası kana bulanmışken, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Libya’da, Afganistan’da bombalar patlayıp çocuklar, insanlar ölürken Katar’da, Suudi Arabistan’da, Kuveyt’te zenginler keyif çatarken, insanlar birbirinden nefret etmişken, nefretin de ötesinde komşularına dair katliam listeleri hazırlamışken, kutuplaşmanın, bölünmenin, kinin ve nefretin, kem sözlerin zirvesine çıkmışken, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, hayâsızlık, ahlaksızlık ve sevgisizlik ayyuka çıkmışken kutlanacak kandil, kılınacak namaz, tutulacak oruç da yoktur aslında…

Günümüzü, dünyada bırakıp gideceğimiz şeyler için tüketmekten kurtulup "istediğim Hakk'tır benim" diyebilme umuduyla Kadir Geceniz mübarek olsun. Dualarınızın; barışa, huzura, adalete ve hayırlara vesile olmasını dilerim...

Osman AYDOĞAN

Aşağıdaki fotoğraflar Halep Emevi Camisi'ne aittir. Yüzyılların eskitemediği bu mâbedi bu hale getirenlerin, bu tabloya sebep olanların ne kıldıkları namaz namazdır, ne tuttukları oruç oruçtur ne de kutladıkları kandil kandildir. İnsanlarımızın arasına kin ve nefret tohumu ekenlere, insanlarımızı kutuplaştıranlara, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik yaratanlara, hayâsızlık, ahlaksızlık ve sevgisizlik saçanlara ibret vesikası olması dileğimle...




İsrail Doğu Kudüs’e saldırırken dökülen timsah gözyaşları

08 Mayıs 2021


Dün akşamüzeri ajanslara ‘’son dakika’’ başlığı ile peş peşe haberler düşüyor... Gelen haberlere göre İsrail polisi dün akşam iftardan kısa bir süre sonra, işgal altındaki Doğu Kudüs'te bulunan Mescid-i Aksa’ya, Eski Şehir bölgesinin Şam Kapısı’na ve Şeyh el-Cerrah mahallesindeki Filistinlilere plastik mermi ve ses bombalarıyla saldırıyor. Bu saldırılarda İsrail polisi, Mescid-i Aksa’ya girerek cemaate ses bombaları atıyor, Şeyh Cerrah Mahallesindeki Filistinlilere destek veren Arap milletvekillerine de saldırıyor. İsrail güçlerinin, Doğu Kudüs'ün farklı noktalarında düzenlediği bu saldırılarda 205 kişi yaralanıyor…

Sürekli yazıyorum, Türk Dışişleri Bakanlığı son yıllarda Kınama Bakanlığına dönüştü diye…  Son yıllarda Türk Dışişleri Bakanlığı hep reaktif davranmaktadır. Yani olaylar olup bittikten sonra tepki göstermektedir. Hâlbuki dış politika ağlama, sızlama, serzenişte bulunma, tepki gösterme makamı değil, önlem alma makamıdır. Dış politikada esas olan tepki göstermek değil, tepki gösterilebilecek olayı önlemektir. Şimdiki moda da böyle; tepki göstermek, kınamak, hem de çok sert kınamak… Ancak bütün bu kınamalarda ortak bir nokta var: Türk Dışişleri Bakanlığı hangi olayı kınamış ise o olayın olmasına da katkı vermiş olduğudur…

Çok yakın zamanlardaki olayları örnek verirsem;

Avrupa Birliği tarafından Akdeniz’de ''Irini'' adını verdikleri operasyon kapsamında Almanya’nın ‘’Hamburg’’ isimli firkateyni Akdeniz’de Libya'nın Misrata kentine doğru ilerleyen Roselina-A adlı Türk bandıralı yük gemisini, 22 Kasım 2020 Pazar günü Akdeniz açıklarında durduruyor ve gemi uluslararası hukuka aykırı bir şekilde saatlerce aranıyor… Türk Dışişleri Bakanlığı hemen olayı kınıyor… Ancak ‘’Irini’’ operasyonuna sebep Libya’nın yıkılmasıdır. Libya yıkılırken Türkiye ABD’den sonra en büyük deniz ve hava gücünü veriyor, hatta Libya’ya yapılan hava harekâtının da merkezi İzmir oluyordu... 

Kosova ile İsrail arasında diplomatik ilişkilerin resmen başlatılmasına yönelik anlaşma 1 Şubat 2021 tarihinde imzalanıyor… Aynı gün de İsrailli yetkililer, Kosova'nın Kudüs'te büyükelçilik açmak için yaptığı başvuruyu onayladığını açıklıyor… Türk Dışişleri Bakanlığı da hem olayı kınıyor: "Kosova'nın Kudüs'te Büyükelçilik açmasını, derin endişeyle karşılıyor ve en güçlü şekilde kınıyoruz." Zaten yazımın sonunda da bu noktadaki hatırı sayılır katkımızı da yazacağım..

Papa Franciscus, 05-08 Mart 2021 tarihleri arasında Irak’a resmi bir ziyaret esnasında, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) bu ziyaret anısına, üzerinde Hatay, Sivas, Erzurum, Kars gibi birçok ilin sözde Büyük Kürdistan haritası içinde gösterildiği bir hatıra pulu bastırıyor. Tabii ki Kınama Bakanlığı, pardon Dışişleri Bakanlığı bu pulu çok şiddetli bir şekilde kınıyor… Ancak, Irak parçalanırken, IKBY kurulurken en büyük katkıyı Türkiye veriyordu... 

Daha dün 24 Nisan 2021 tarihinde ABD başkanı Biden 1915 olaylarını ‘’soykırım’’ olarak tanıdığını açıklıyor, İstanbul için ‘’Konstantinopolis’’ ifadesini, ‘’siz yaparsınız’’ anlamında ‘’bir daha olmasın’’ ifadesini kullanıyor. T.C.’ni temsil eden bütün makamlar yine bu ifadeleri kınıyorlar. Gerçi çok sert kınamıyorlar ya, olsun, yine de kınıyorlar. T.C. yetkilileri ABD Başkanı Biden’in açıklamalarını kınıyorlar da ABD’ye bu cüreti verenin kim olduğunu da çok iyi biliyorlar…

Yine bu son olayda, Doğu Kudüs’teki İsrail saldırılarına da sadece Dışişleri Bakanlığı değil devletin bütün kademeleri ‘’Kınama Kademeleri’’ haline gelerek olayı kınıyorlar. Hem de en sert şekilde, en sert biçimde, en sert ifadelerle kınıyorlar. Kınamaların şiddeti o kadar sert ki muhtemel bu şiddet İsrail’i temelinden sarsıyor!...

İsrail’in Doğu Kudüs'e yaptığı saldırıya dönük T.C. makamlarının kınamaları

Önce bu sert, ama çok sert kınamaları aktarmak istiyorum. Ne kadar sert olduklarını bir de sizler görün:

Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklama: "İsrail güvenlik güçlerinin Mescid-i Aksa’da ibadet eden Filistinlilere yönelik gerçekleştirdiği ve çok sayıda Filistinli sivilin yaralanmasına sebep olan saldırıları şiddetle kınıyoruz."

TBMM Başkanı Mustafa Şentop: ‘’Her Ramazanda olduğu gibi İsrail'in şiddet ve zulmünün arttığı günlere şahitlik ediyoruz. Bu gece, Mescid-i Aksa'da, namaz kılan cemaate saldırı açık bir devlet terörüdür. Şiddet ve zulüm eken barış ve huzur biçemez. Mescid-i Aksa'daki terörü lanetliyorum.’’

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay: ‘’İsrail devleti Filistin topraklarında insanlık ve savaş suçu işlemektedir. Dünya bu işgal ve hukuksuzluğa göz yumdukça zulmünü devam ettirecektir. Hiçbir kutsala saygısı olmayan İsrail’in ilk kıblemiz Mescid-i Aksa'ya yönelik saldırılarını şiddetle kınıyorum. Derhal durdurulmalıdır.’’

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun: ‘’İsrail’in Filistinlilere yönelik sürdürdüğü işgal ve şiddet politikasını endişeyle takip etmekteyiz. İsrail’in kutsallarımıza saldırması asla kabul edilemez. Bugün, ilk kıblemiz Mescid-i Aksa’ya ses bombalarıyla gerçekleştirilen baskını şiddetle telin ediyoruz.’’ Altun, daha sert, daha etkili olsun diye bu açıklamasını da sosyal medya hesabından yapıyor!

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın: ‘’İsrail polisinin Mescid-i Aksa’ya girerek ses bombalarıyla saldırmasını şiddetle kınıyoruz. Mübarek Ramazan günlerinde hiçbir kutsala saygısı olmayan İsrail işgal güçleri Mescid-i Aksa’yı derhal terk etmelidir. Bu menfur ve pervasız saldırılar derhal durmalıdır.’’

Dediğim gibi bu kadar sert, bu kadar haşin, bu kadar gaddar kınamalar karşısında İsrail korkudan tir tir titriyordur. Belki de akşama kalmaz İsrail diz çöker, özür diler, af diler….

Bütün bu açıklamalar ve kınamalar aslında timsah gözyaşlarıdır…

Neden mi? İsterseniz şöyle bir yakın tarih turu yapalım…

İsrail’in devlet olarak hedefleri

Cicero şöyle derdi: "Kendi doğumundan önce olanları bilmeyen, sürekli çocuk kalmaya mahkûmdur." Lüzum yok aslında doğumumuzdan önceye, o kadar geriye gitmeye. Gözümüzün önünde olup, son yıllarda yaşadıklarımız bir bakalım…

İsral’in devlet hedefinin Kudüs’ü başkent yapmak ve Tel Aviv’i oraya taşımak olduğunu, Golan Tepelerini ilhak niyetinde olduğunu, Filistin’i işgalini geliştirerek sürmek ve Filistin’i haritadan silmek olduğunu bilmeyen var mı? Bunu Türk Dışişleri Bakanlığını bilmemesi mümkün mü? Değil tabii ki…

Peki, İsrail’in bu hedefleri konusunda en bük engel hangi ülkeler ve kimlerdi?

İsrail’e bölgesinde sunulan dikensiz gül bahçesi

Daha düne kadar İsrail’in bu hedefleri konusundaki en büyük engeli ve baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçisi Saddam’lı Irak idi… Hatırlarsınız değil mi Körfez Savaşında Saddam Hüseyin’in İsral’e Scud füzeleri gönderdiğini… ABD Saddam’ı ve Irak’ı yok ederken yani ABD İsrail’in baş düşmanını ve dünyadaki Filistin’in en büyük destekçisini ortadan kaldırırken ABD’ye en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu...

Daha düne kadar İsrail’in bu hedefleri konusundaki en büyük ikinci engeli ve ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu Kaddafi’li Libya idi… ABD tarafından Kaddafi’li Libya yani İsrail’in ikinci baş düşmanı ve Filistin davasının ikinci en yılmaz savunucusu ortadan kaldırılırken ABD’ye yine en büyük desteği Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu…

Daha düne kadar İsrail’in bu hedefleri konusundaki en büyük üçüncü engeli ve üçüncü baş düşmanı ve Filistin davasının üçüncü en yılmaz savunucusu Suriye idi. Suriye’ye karşı İsrail’in bile cesaret edemediği düşmanlığı yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler yapıyordu…

Kısaca 21’inci yüzyıldaki İslam dünyasına yapılan ABD öncülüğündeki modern Haçlı seferlerine en büyük desteği yine Türkiye’den Suudilere Müslüman devletler sağlıyordu... (‘’Haçlı seferi’’ tabiri bana ait değil, bu tabiri bizzat Üçüncü Haçlı Seferi Kumandanı Richard the Lionheart, -pardon- Onuncu Haçlı Seferi Kumandanı George Bush söylemişti.)

Daha dün, evet dün ABD, tüm Ortadoğu’yu parçalayıp da sınırlarını değiştirirken, ABD tüm Ortadoğu’yu bir ateş topuna çevirirken ve İsrail’e bulunduğu bölgede dikensiz bir gül bahçesi sunulurken onun müttefiki ve eşbaşkanları Türkiye’den Suudilere Müslüman devletleri oluyordu…

Babil Kralı Nemrut Buhtunnasır bile, karısı Semiramis için yaptırdığı asma bahçelerde böylesine dikensiz güller yetiştirip de karısı Semiramis'e  sunamamıştı... 

Kılçıksız balık

ABD artık biliyordu ki; Kudüs’ü, İsrail'in başkenti olarak ilan ederken (06 Aralık 2017), Büyükelçiliğini Kudüs'e taşırken (14 Mayıs 2018), İsrail’in 1967 yılında işgal, 1981 yılında ilhak ettiği Golan tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanırken (25 Mart 2019) ve tek taraflı olarak açıkladığı '’Yüzyılın Anlaşması'’ ile Kudüs’ü bölünmeden İsrail’in başkenti olarak ilan ederken (28 Ocak 2020) aldıkları bu kararlara karşı duracak artık bölgede hiçbir güç kalmamıştır. 

İsrail de artık biliyor ki; dün, 07 Mayıs 2021 tarihinde Doğu Kudüs'te bulunan Mescid-i Aksa’ya, Eski Şehir bölgesinin Şam Kapısı’na ve Şeyh el-Cerrah mahallesine saldırdığında değil 205 Filistinlinin yaralanması, bu saldırılarda 205 bin Filistinliyi öldürse bile kendisine ‘’dur’’ diyecek hiçbir güç kalmamıştır.

ABD ve İsrail artık biliyorlar ki; bu kararlara ve bu tür olaylara karşı çıkan sesler ise etkisi, müeyyidesi olmayan sadece iç politikaya dönük, anlamsız kuru gürültüden ibarettir.  


Timsah Gözyaşları

Bu kararlar ve bu olaylar karşısında en çok şikâyet edenler, en çok tepki gösterenler, en çok kınayanlar, en çok feryâd edenler ise anlattığım gibi bu kararlara en çok çanak tutanlar olmaktadır! Sahi, dün Barzani’ye Papa ziyareti anısına BOP haritasını gösteren pul bastırdı diye celallenenler BOP haritası gerçekleşirken ABD’ye BOP için eşbaşkanlık yapıyorlardı değil mi?.

Eğer gerçekten Kudüs sevdalısı iseniz, eğer gerçekten Filistin destekçisi iseniz ve eğer hâlâ BOP eşbaşkanı değilseniz derhal barışın Suriye ile Irak ile Mısır ile ve ABD’nin ve İsrail’in bu Siyonist, bu emperyalist planına karşı birleşin bölge ülkeleri ile! Tüm enerjinizi, gücünüzü ve dikkatinizi Kudüs’e yöneltin.

Yok bunları yapmayacaksanız eğer, pula mula kızmak, Avrupa’nın en küçük ülkesi Kosova’ya kızmak, posta koymak, İsrail'in Doğu Kudüs'e yaptığı saldırılarda 205 kişi yaralandı diye çok sert (!) kınamalar yapmak hiç de inandırıcı gelmiyor.

Dökülen timsah gözyaşlarına da yazık…

Osman AYDOĞAN


Fasîh Dede

07 Mayıs 2021


Bugün de İstanbul'da yaşayıp da kimseciklerin pek bilmediği bir tarihi mekândan ve bir tarihi kişilikten bahsedeceğim; Fasîh Dede'den…

Fasîh Dede

Fasîh Dede, 17. yüzyıl Osmanlının Divan şairidir. Türkçe, Arapça ve Farsça akıcı üslupta şiirler yazar. Asıl adı Fasîh Ahmed’dir. Fasîh Dede olarak nam salar. İstanbul’da doğar ancak doğum tarihi belli değildir. 1699’da İstanbul'da vefat eder. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa’nın hazine kâtipliğini yapar. Görevinden ayrılarak Galata Mevlevihane’sine girer, Gavsi Dede’ye bağlanarak Mevlevi olur. Fennî Mehmet Dede Efendi’den resim dersleri alır. Kendisi dönemin ünlü hattatlarındandır. Geçimini de kitap kopya ederek sağlar. Şiirleri ''Farsça Divançe'' (Çantay Kitap, 2007) isimli bir kitapta toplanmıştır. 


Şiirlerinden bir örnek:

"Geceler azmettiğim ol mâh'a sâyem havfidir.
Bir tarik ile kabul etmez muhabbet şirketi" 

(O ay yüzlünün yanına hep geceleri gitmemin sebebi, gölgemin de benimle gelmemesi içindir. Çünkü sevgi, hiçbir yolla ortaklık kabul etmez.)

Fasîh Dede'nin Mersiye-i Kerbelâ'sını da yeni yazıyla ve hat sanatıyla yazılmış orijinal halini de yazımın sonunda veriyorum. 

Fennî Mehmet Dede’den aldığı resim dersleri sayesinde bir oto portresini yapar ve resmi ‘’Elfakir Fasihü’l Mevlevi’’ olarak imzalar. 1104 (1692/93) tarihli bu resim, Fasîh Dede’yi başında Mevlevi külahı ve Mevlevi giysileri içinde gösterir. Bu oto portreyi de yazımın sonuna ekliyorum.

Fasîh Dede ve kedileri

Fasîh Dede’nin dergâhında onlarca kedileri vardır… Fasîh Dede kedilerine dergâhtaki hücresini paylaşacak kadar düşkündür. Dergâh sakinleri de onca kedinin bir dergâh odasında barınmasına, bakılıp beslenmesine, koridorlarda dolaşmasına, bahçeye girip çıkmasına, şüphesiz diğer odaları da ziyaret etmesine ses çıkarmazlar. Çünkü dergâh sakinleri de varlığın sırrını bildikleri için, uyuyan sokak köpeklerini dahi uyandırmamak adına onların sağından solundan geçen insanlardır…


Fasîh Dede’nin kendisinden önce otuz dokuz kedisi ölür. Onların tamamını kefenleyip dergâh mezarlığına gömer. Demek ki bir zamanlar İstanbul’da; bir kediye bile, öldüğünde ona saygıyla yaklaşıp kefenle, ritüelle uğurlayan insanlar vardır!

Fasîh Dede 1699 yılında vefat ettiğinde aynı gün kara kedisi de ölür ve beraber kefenlenip beraber gömülürler. Mezarı Galata Mevlevîhânesindedir. Mezar taşında; ''Göçdi bekâ mülküne Derviş-i Fasîh-i Mevlevî'' ibaresi yazılıdır. Mezar taşının fotoğrafını da yazımın sonunda veriyorum…

Fasîh Dede’yi anlatan kaynaklar

Fasîh Dede'nin eserleri vardır ancak kendisini anlatan yazılı bir eser ne yazık ki yoktur. Sadece Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 12. Cilt ile Rehber Ansiklopedisi, 7. Ciltte Fasîh Dede'den bahsedilmektedir…

Fasîh Dede’yi bu kadar anlatmamın nedeni onunla ilgili bir hikâye…


Fasîh Dede ve bir imam hikâyesi

Fasîh Dede her akşam Galata Balıkpazarı’nda, bir meyhanede demlenir, dergâha, “Âheste reviş hüsn-i edâ Mevleviyâne” (Mevlevihaneye yavaşça gitmek) bir tarzda, Osman Hamdi Bey'in tablosundaki kaplumbağa terbiyecisi gibi elleri arkada, sallana sallana, yalpa vura vura çıkar ve dergâha yakın Şah Kulu Mescidi’nin önünde oturup akşam namazını bekleyen imama, mestâne (sarhoş gibi, kendinden geçmişçesine) bir “Selâmün aleyküm imam!” dermiş. İmam, başta sikke, sırtta hırka, bu Mevlevi dervişinin halini ibretle seyreder, başını sallar, lâ-havle çeker, selamını kerhen alırmış…


Fasîh, bir gün, yine elleri arkada, sallana sallana aynı eda ile gelirken imam Fasîh’in selamını almamaya karar verir, inat eder, kararını da yerine getirir…

İmam o akşam rüyasında görür ki kendisi kurbağa olmuş. Badik badik giderken havadan süzülüp inen bir kartal, imamı pençesine taktığı gibi havalanır. Kurbağa şeklindeki imam bir aralık aşağıya bakar, sivri, yalçın kayalarla dolu bir yer. ''Eyvah'' der, “pençesinden kurtulursam düşüp pestilim çıkacak, düşmezsem akıbetim belli.” Tam bu sırada kartal birdenbire pençesini açar ve imam hızla düşer. Fakat bir de ne görsün? Aşağıda Fasîh Dede eteğini açmış bekliyor. Lop deyip eteğine düşer ve irkilerek kan ter içinde uyanır imam. Sarhoştan keramet, bu nasıl şey? Bir hayli düşünür uykusu kaçar imamın. Sabah da yakın, abdestini tazeler camiye gider…

Günün dağdağası rüyasını unutturmuştur. Akşam namazını, yine cami önündeki alçak ve arkalıksız hasır iskemlesine oturmuş beklerken bir de bakar ki Fasîh, yine elleri arkasında sallana sallana yukarıya doğru geliyor. Geceyi hatırlar yüreği oynar, önünü kavuşturur. Derken Fasih, imamın hizasına gelince, harfleri çiğneye çiğneye der ki:

-''Selamün aleyküm imam. Gördün ya, dün gece Fasîh’in eteği olmasaydı yamyassı olacaktın.''

Allah'ın, elleri arkasında sallana sallana yürüyen öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez, hele hele Şah Kulu Mescidi’nin imamları ise hiç bilmez. Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Her daim hulus-u kalp ile boyun büker, dua eder, vazifelerini yaparlar...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Mersiye: Bir ölünün ardından duyulan üzüntü ve acıyı anlatmak, ölen kişiyi övmek amacıyla kaleme alınan düzyazı ya da şiirdir. Kutsal günlerde, ölüm törenlerinde mersiye okuyan kişiye de ‘’mersiyehan’’ denir.

Mersiye-i Kerbelâ

Bu mâtemde olan derd- ile hicrâna devâ olmaz,

Bu, feryâd-ı Hüseyni’dir, dahi uşşak nevâ olmaz,

Hüseyn- ile Hasen’dir, ol Resûl’ün kurret’ül’ aynı,
Sevenler âl-ü evlâdı, eşiğinden cüdâ olmaz.

Tevellâsın, teberrâsın bilen uşşâka aşk- olsun,
Tariykatte budur âyin, buna illâ ve lâ olmaz.

Hüseyn-i Kerbelâ’nın vâkîât-ı mâtem-engiyzi,
Zebân ü hâme vü savt ü hurûf- ile edâ olmaz.

Fasiynâ Nüh-felek yâkût u rummân- ile pür olsa,
O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.

Fasîh Dede’nin bu Farsça divançesi “În nağme-i Mâtem-i Huseyn est’’ (Bu Hz. Hüseyin’in Matemi’nin nağmesidir) başlıklı bir kaside de yer almaktadır. Bu kaside otuz beyitten oluşmaktadır. Bu kasidede Fasîh Dede, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi üzerine kendi yüreğinde hissettiklerini dile getirmektedir. Şair sürekli ağlamakta, kanlı gözyaşı dökmekte olduğundan, aklını şuurunu yitirdiğinden bahsetmekte, kasideyi Hz. Hüseyin’in kabrinin Resulullah’ın alnının nuruyla dolması dileğiyle bitirmektedir.

Mersiye-i Kerbelâ'nın hat sanatıyla yazılmış hali:

Burada Mersiye'nin aşağıdaki son iki beyti yazmaktadır:

Hüseyn-i Kerbelâ’nın vâkîât-ı mâtem-engiyzi,
Zebân ü hâme vü savt ü hurûf- ile edâ olmaz.

Fasiynâ Nüh-felek yâkût u rummân- ile pür olsa,
O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.

Fasîh Dede'nin ‘’Elfakir Fasîhü’l Mevlevi’’ olarak imzaladığı oto portresi. (1104)  (1692/93)


 

Fasîh Dede’nin Galata Mevlevîhânesindeki üzerinde ''Göçdi bekâ mülküne Derviş-i Fasîh-i Mevlevî'' ibaresi yazılı mezar taşı ve mezarı:




Mahur Beste (2)


06 Mayıs 2021


Bugün Deniz Gezmiş'leri anmak için Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiirini anlatırken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, birisinin de adı ‘’Mahur Beste’’ olan üçlemesinden bahsetmiştim… Bu şekilde de kendi kendime pas vermiş oldum… Şimdi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu üçlemesini anlatmasam olmaz!…

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sırasıyla ‘’Mahur Beste’’ (Dergâh Yayınları, 1998), ‘’Sahnenin Dışındakiler’’ (Dergâh Yayınları, 2010) ve ‘’Huzur’’ (Dergâh Yayınları, 2000) romanları birbirinin devamı olan Tanzimat’tan Cumhuriyete bir iç buhran üçlemesidir.

Bu kitaplarda geçen roman kahramanları da aynı kişilerdir. "Mahur Beste", sadece aynı adı taşıyan romanda değil, "Sahnenin Dışındakiler" ve ''Huzur''da da tam bir roman kahramanı edasıyla yer alır... Bu kişiler ‘’Sahnenin Dışındakiler’ romanında gençlik, ‘’Huzur’’’ romanında da olgunluk yaşlarıyla anlatılır. 

Özetle bu üç kitabı anlatacağım. Üçlemenin ilk kitabı olan ‘’Mahur Beste’’yi en son anlatacağım…

Sahnenin Dışındakiler

‘’Sahnenin Dışındakiler’’ romanı Tanpınar'ın 1920'li yılların, yani işgal ve Millî Mücadele yıllarının romanıdır. Romanda Anadolu'da süren Kurtuluş Savaşı ve İstanbul'daki aydınlarla birlikte halkın değişik kesimlerinden insanların farklılaşan hayatları ve bu mücadeleye dâhil oluşları işlenir.


Roman adını ve konusunu; "sahnenin dışında" olanlardan ve onların içlerinde ve etraflarında olup bitenlerden, onların geçmişlerinden, hasretlerinden ve ihtiraslarından alır. ‘’Sahnenin Dışındakiler'' romanında kalabalık bir insan kadrosu vardır. Bunlar içinde gözden düşmüş fakat kendilerinin her an hatırlanacağını uman devlet adamları, harp vurguncuları, idealistler, hainler, fedakâr kadınlar, düşmüş kadınlar, değişen hayat şartları içinde yerlerini arayanlar, ıstırabın hayatlarını kararttığı insanlar yer alır.

Romanda şu konuşmalar geçer:

Romanın kahramanlarından İhsan romanın bir yerinde şöyle konuşur: "Orada (Anadolu'da) mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız"

"En çok hataya düşenler, kendilerinden kudretlerinin üstünde şeyler isteyenler, kendilerini olduğu gibi kabul etmeyenlerdir.."

 "Az okuyoruz, hatta hiç okumuyoruz ve galiba hiç de düşünmüyoruz."

"Biz evvela kelimeleri öğreniriz, sonra yaşadıkça teker teker manalarını." 

''Niçin kadere bu kadar bağlı olan insanlar, bir türlü ona razı olmaz? Hiçbiri kendi hayatını yaşamıyor da onun için.’’

‘’Sahnenin Dışındakiler’’, düşündüren, öğreten, öğretirken de insanı içine düşüren bir kitaptır…

Huzur

‘’Huzur’’ romanına gelince… Tanpınar, kültürümüzü bir "iç âlem medeniyeti"nin tezahürü olarak görür. Bu medeniyeti, belirli bir ahlâkı taşıyan "mânevi vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefislerini terbiye etmiş" insanlar meydana getirmiştir. Huzur'un kahramanlarından Mümtaz, roman boyunca kendisini "huzur"a kavuşturacak bir "iç nizam"ı aramaktadır. Eserde hastalık, ölüm, tabiat, kozmik unsurlar, medeniyet, sosyal meseleler, çeşitli ruh halleri ve estetik fikirler iç içe verilir. Ancak bütün bunların üzerinde romana hâkim olan Mümtaz'la Nuran'ın aşklarıdır. İstanbul, bu aşkın yaşandığı çevre olmaktan çıkarak, âdeta bir roman kahramanı gibi ele alınır. Roman kahramanları Mümtaz, Nuran, Sabih ve Adile Hanım'ın vapur sohbetlerinin konusu hep müzisyenlerdir.


‘’Huzur’’ romanı Osmanlı ile Cumhuriyet arasına sıkışmış; bir yandan yüzlerce yıllık Osmanlı geleneğinden kopuşun öte yandan da yeni Cumhuriyetin getirdiklerinin ikilemini yaşayan insanların hikâyesini anlatır. ‘’Huzur’’ romanı için; belli bir dünya görüşüne ve bir hayat nizamına kavuşamamış Cumhuriyet aydınlarının "huzursuzlukları"nı dile getiriyor denebilir.

Kitap dört bölümden oluşur: İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz. Tanpınar’ın, kitabın ilk bölümü olan "İhsan"da Fransız tarihçi Albert Sorel'den alıntıladığı "dünya gömlek değiştireceği zamanlarda, hadiseler sakınılmaz bir kader halini alırlar" cümlesi aslında kitabın içeriğini anlatmak için yeterlidir…

‘’Huzur’’, ABD’inde "A Mind at Peace" (Archipelago Books, 2008) adıyla yayınlanır ve hakkında The los Angeles Times gazetesinde şu yorum yapılır: "Bir başyapıt… Seçkin, dâhiyane, melankolik bir destan… Gerek tasvirler, gerekse anlatılan hikâyeler ve uçuk karakterleriyle… Romantizm ve kültürel değişimleri bir araya getiren 20. asrın büyük romanlarından.'' (By Rıchard Eder, ‘A Mind at Peace’ by Ahmet Hamdi Tanpinar, March 1, 2009) The Guardian gazetesi editörü Maya Jaggi ve ABD’li genç yazar Joshua Cohen tarafından da ‘’Huzur’’ romanı Türk edebiyatının ‘’Ulysses’'i olarak tanımlanır. (Maya Jaggi, ''Tanpınar, who died in 1962, wrote the Turkish Ulysses, A Mind at Peace.'' The Guardian, 01 Dec. 2009, Literary Review, Dec. 2013) Ulysses, İrlandalı yazar James Joyce’un modern edebiyatın en önemli eserlerinden biri olan romanıdır. ‘’Huzur’’ romanı 2015 yılında da Japonya’da Fujiwara Shoten (Fujiwara Yayınevi) tarafından aynı adla Japonca olarak yayımlanır...

Romanda geçen konuşmalar:

"Her düşüşün altında bir başkası vardır ve herkes kendinin mezarıdır.’’

"Wagner'i, Debussy'i dinleyip Mahur Beste'yi yaşamak, işte bizim talihimiz bu."

"İnsanlık fena bir ihtimali bir kere kendisine ufuk bilmesin; bir kere uçurumu görmesin. Bir daha ondan geriye dönemez, onu giyinir. Kıymetli bir şeyiniz, iyi bir yazma, güzel bir gramafon, bir acem halınız var mı, sakın onu satmayı bir imkân gibi düşünmeyin, evliyseniz karınızı boşamayı, seviyorsanız sevdiğiniz kadına darılmayı bir kere olsun aklınıza getirmeyin. Sonra bu işlerden ne kadar çekinirseniz çekinin, mıknatıslanmış gibi, arkanızdan itiyorlarmış gibi onu yaparsınız, insan hayatında sakınmak yoktur. Hele kütle halinde, asla. Bir kere uçurum göründü mü, ölüm simsiyah dili ile konuştu mu?"

"Istırap günlük ekmeğimizdir; ondan kaçan insanlığı en zayıf tarafından vurmuş olur, ona en büyük ihanet ıstıraptan kaçmaktır. Bir çırpıda insanlığın talihini değiştirebilir misin? Sefaleti kaldırsan, bir yığın hürriyet versen, yine ölüm, hastalık, imkânsızlıklar, ruh didişmeleri kalır. O halde ıstırap karşısında kaçmak, kaleyi içten yıkmaktır."

‘’Bir şeyden korkmak, biraz da onun geleceğini beklemektir.’’

"Son ümit nedir bilir misiniz? Çok defa son ümit, temennilerimizin imkânsızlığa akseden çehresidir."

"Siyasi bir harbin sakınılması o kadar kolay ki... Bir dümen kırışı, aklıselimin bir saniye için dönüşü her şeyi halledebilir. Fakat bir medeniyet krizini yenmek, onun arızaları içinde şuurunu muhafaza etmek, ona karşı gelmeğe çalışırken dümeni ellerinden kaçırmamak, bir selde sürüklenmemek, bir tayfunda boğulmamak, bir yıldız müsademesinde toz haline gelmemek kadar güç."

"Bir insanda fazla gecikilmez birçok şeyler gibi insanlar da kuyuya benzer. İçlerinde boğulabiliriz. Arasından geç, git. Bir fikrin etrafında düşüncenin hür oyunlarını dene..."

"Bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir."

"Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil arkasında durduğumuz içindir."

"Zannetme ki, sana kabuğunu kır, diye cevap vereceğim... O zaman dağılırsın! Sakın kabuğunu kırma; genişlet... Ve kendine mal et, kanınla işle ve canlandır. Kabuğun kendi derin olsun."

"Hiçbir şeyi kendimize kader yapmağa hakkımız yoktur. Hayat o kadar geniş ve insan o kadar büyük meseleler içinde ki... Onu kavramak için düşüncelerimizde ve hayatımızda hür olmalıyız."

‘’Bütün fecaat, insanın insanla karşılaşa karşılaşa, en sonunda kendisini tanımayacak hale gelmesi... Fikirler de öyledir: hayatla karşılaşa karşılaşa tanınmaz hale gelir."

"Talihimizin en hazin tarafı neresidir biliyor musun Mümtaz? İnsanın yalnız insanla meşgul olması. ... Farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor."

"...kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi Wagner olmadığı için, Yunus'u Verlaine, Bâki'yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz."

“Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız.”

"Hiçbir yara kurcalamakla iyileşmez."

“Kendi kendime biz gurbetin insanlarıyız diyorum. Mesafelerin terbiye ettiği insanlar.”

"Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol!"

"Fikir ve sanatı hür bırakacağız. Çünkü onlar hürriyet, mutlak hürriyet isterler. Masal bir anda, biz istiyoruz diye teşekkül etmez. O hayatın içinden fışkırır.’’

Mahur Beste

‘’Mahur Beste’’ romanında, Tanpınar'ın sonraki romanları olan ‘’Sahnenin Dışındakiler’’ ve ‘’Huzur’’da da önemli bir motif olan "Mahur Beste" teması önemli yer tutar. Tanpınar, Türk müziğini medeniyet öğeleri arasında sayarak klasik Türk musikisini medeniyetimizin özlü bir yansıması olarak kabul eder. Zaten ''Mahur Beste'', acı bir aşk hikâyesinin klasik musiki kalıplarıyla soyutlanmasıdır. Bu nedenle de Türk müziğinin en eski ve en önemli makamlarından birisi olan ‘’Mahur’’ aynı zamanda bu romana isim ve ilham kaynağı olur… ‘’Mahur Beste’’ sadece romana bir ad olmaktan da öte insanî tamlığın olmazsa olmaz bir öğesi olarak sunulur... Bu anlamda Tanpınar "Çok insan anlayamaz eski musikimizden / ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden" diyen Yahya Kemal Beyatlı’nın düşüncesindedir… Zaten Tanpınar, Yahya Kemal’i en iyi anlayıp izleyenlerden birisi olarak kabul edilir…


Mahur Beste'de Tanpınar'ın diğer eserlerinde de görülen medeniyet meselesi büyük bir ağırlıkla ele alınır. Mahur Beste, Tanzimat sonrasında Cumhuriyet başlangıcında toplum hayatımızın her yönüne yansıyan değişim ve başkalaşımın yansıtıldığı ve her fırsatta tartışıldığı bir roman özelliğindedir. Tanpınar bu kitabında Doğu-Batı medeniyeti, ihtilal, kişisel açmazlar ve Türk aydını üzerine yoğunlaşır. Romanda üç farklı zihniyeti temsil eden Mülkiyeli Behçet, İhtilalci Sabri Hoca ve Molla İsmail romanın başkarakteridirler... Her biri Tanzimat sonrası Osmanlı ilmiye sınıfının üç farklı zihniyetini temsil ederler.  Ancak üçünün de ortak düşüncesi ilmiye sınıfının toplum içinde ar­tık eski gücünü koruyamadığı ve bunun sonucunda da toplumda geleneksel değerler boşluğu ortaya çıktığıdır. Bu değerler boşluğu da Osmanlı dünyasını sarsan derin bir bunalıma yol açar.

‘’Mahur Beste’’ ilk kez 1944 yılında tefrika halinde yayınlanır, roman olarak da  ilk 1975 yılında basılır. “Mahur Beste” diğer ilk iki romanın gölgesinde kalsa da Tanpınar’ın bir bütün olarak anlaşılmasını sağlar.

‘’Mahur Beste’’de geçen Talât Bey çarkçı yüzbaşıdır. Musikişinastır. Mevlevi muhibbidir. Fatma (Nurhayat) Hanım, Talât Bey’in karısıdır. Fatma (Nurhayat) Hanım’ın adı, ‘’Mahur Beste’’ romanında adı ‘’Fatma’’ olarak geçer. ‘’Huzur’’un tefrika edilen metninde de aynı ismi taşır. Huzur’un tefrika metni kitaplaştırılırken ismi Nurhayat’a çevrilir. Nurhayat Hanım, en geniş şekilde ‘’Huzur’’ romanında,  torununun kızı Nuran üzerindeki etkisiyle anlatılır.

Mahur Beste'de trajik bir olay vardır:

Talât Bey’in karısı Fatma Hanım, Mısırlı bir binbaşıya âşık olunca kocasını terk eder. Talât Bey onun ardından Mahur Beste’yi besteler. Hakikatte tam bir fasıl yapmak istiyordur. Fakat tam o esnada Mısır’dan gelen bir dostu Nurhayat Hanım’ın ölümünü haber verir. Daha sonra ise bu ölümün eserin bittiği geceye tesadüf ettiğini öğrenir...

Romanda geçen konuşmalar

"Fikirlerimiz, onları taşıyacak kudrette olduğumuz nispette bizimdirler."


“Freud ile Bergson’un beraberce paylaştıkları bir dünyanın çocuğuyuz. Onlar bize sırrı; insan kafasında, insan hayatında aramayı öğrettiler.”

''Sevginin, merhametin eşiğini atlayanlar, ıstırabın gömleğini de kendiliğinden giyinirler. Acımak, söylendiği kadar kolay bir şey değildi. İnsanın her tattığı şey, içinde bir bıçak gibi çalışıyordu.''

"Behçet Bey, bütün ömrünce, yerinden kımıldamadan 'kaçmak, gitmek!' diye çırpınanlardandı."


‘’Atâ Molla Bey, bu yeniçerisiz, sipahisiz kazansız, ihtilalsiz İstanbul’u beğenmiyor, ‘ulema’ sınıfını fetvahane kedisi haline getiren ve sarayında tek başına memleketi idare eden bu hükümdardan hoşlanmıyor, etrafındaki her şeyi küçük, bayağı ve manasız görüyordu.’’

''Oğlum Behçet, sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin?'' dedi. ''İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet, insanı insan yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü? Cahilsin; okur, öğrenirsin. Gerisin; ilerlersin. Adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok; kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur. Sen cilt yapıyorsun; şiraze nedir bilirsin. Bizde insanoğlu şirazesiz kalmış. Hayat onun için ahenksiz, birbirini tutmayan, günün hayatına cevap vermeyen bir yığın ölü kıymetler tarafından idare ediliyor. Dünyaya baktığımız zaman ayrı görüyor, kendi kendimize kaldığımız zaman ayrı düşünüyoruz. Yığınlarla tezat içinde yaşıyoruz, bütün şark dünyası bir ıstırap içinde. Muttasıl gömlek değiştiriyor, Hint’i, Çin’i, Efgan’ı, Arap’ı, Türk’ü hep soyunuyoruz; soyundukça üstümüzden attığımız şeylerin alelade ekler olduğunu, daha derinden birtakım şeyler çıkarıp atmak lazım geldiğini görüyoruz. O zaman korkuyoruz; olduğumuz yerde imdat arar gibi sağa sola bakmıyoruz. Sonra tekrar başlıyoruz, gene tabaka tabaka soyunuyoruz, tırnaklarımızla derimizi yüzer gibi bir şeyler daha atıyoruz. Zaten biz soyunmasak bile onlar üzerinden lime lime dökülüyorlar. Fakat olmuyor; bize lazım olan, gömlek değiştirmek değil, içten değişmektir. Bu sadece dıştan yapılacak şey değil. Bunu olduğumuz yerden yapamayız, içten, dıştan her ufuk, bir görüş zaviyesidir. Bütün cemiyet hayati zihniyet etrafında döner, insani yeni bastan, yeni esaslara kurmamız lazım; yeni kıymetlerle yasayan bir insan. Hâlbuki bu imkânsız.’’ 

Karıştırılan ‘’Mahur Beste’’ler…

Tanpınar’ın kitaplarında ve özellikle ‘’Mahur Beste’’de geçen mahur besteler genellikle birbirine karıştırılır. Roman ile ilişkilendirilen üç adet ‘’Mahur Beste’’ vardır.


Eyyubí Ebubekir Ağa'nın ‘’Mahur Beste’’si

Bunlardan birincisi Klasik Türk Musikisinin en büyük bestekârlarından biri olan Eyyubí Ebubekir Ağa'nın ‘’Mahur Beste’’sidir. Tanpınar, ‘’Mahur Beste’’ romanını Eyyübi Ebubekir Ağa'ya ithaf eder. Bu nedenle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu besteden etkilenmiş olduğu düşünülür. Bu beste gerçektir ve bestenin bağlantısını yazımın sonunda veriyorum.

Eyyubí Ebubekir Ağa'nın bu eserinin sözleri şu şekildedir:

''Bir âfet-i meh-peyker ile nüktelerim var, fehmetmesi müşkil
Aşkı gibi sînemde bulunmaz güherim var, sad şevke muâdil

Ebrûleri îmâ ile gizli eder iş'âr, bir bûse atâsın
Ahdî'ye nihânî kereminden haberim var, müjde sana ey dil

Ah ben senin hayrânınam
Ah ben senin kurbânınam''

Tâlat Bey’in hayali ‘’Mahur Beste’’si

Bunlardan ikincisi; ‘’Mahur Beste’’ romanında Tâlat Bey’in,  Sultan IV. Murat, Sultan İbrahim, IV. Mehmed gibi padişahlarla; Köprülü Mehmed Paşa, Köprülüzâde Fâzıl Ahmet Paşa gibi devlet büyüklerine kasideler yazan 17. yüzyılın usta şairi, Neşâtî’nin bir gazelinden yaptığı hayali bestedir. Ancak bu beste romanda sadece ad olarak kullanılır. Notalandırılmamıştır. Zaten ‘’Mahur Beste’’ romanında geçen Talât Bey de kurmaca bir kişiliktir.

Neşâtî’nin bahsi geçen gazelinin ilk beyti şöyledir:

"Gitdin emmâ ki kodun hasret ile cânı bile
istemem sensiz geçen sohbet-i yârânı bile"

Neşâtî'nin bu beyti roman boyunca ve hatta üçlemenin diğer romanı olan Huzur'da da sıkça tekrarlanır.

Dr. Refik Tâlat (Alpman) Bey’in ‘’Mahur Saz Semai''

Bunlardan üçüncüsü Bestekâr Dr. Refik Tâlat (Alpman) Bey’in ‘’Mahur Saz Semai'' adlı bestesidir. Ancak adına aldanmayın, bu beste Nihavend makamındadır! Romanda geçen ‘’Mahur Beste’’ ile ilgisi yoktur… Romanda geçen kurmaca bir kişilik olan Tâlat Bey ile Bestekâr Dr. Refik Tâlat (Alpman) Bey’in adlarının ve beste adlarının (‘’Mahur Beste’’ ve ‘’Mahur Saz Semai'') benzerliği genellikle karıştırılmasına yol açar.


Ancak bu konuyu karıştıranlar da haksız değillerdir. Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oya Levendoğlu bu konuda bana şu bilgiyi göndermişti. Kendisine şükranlarımı sunuyorum:

‘’Mahur Saz Semai’’nin, romanda geçen 'Mahur Beste' ile ilgisi olmamasına karşın bu saz eseri romanı en güzel yansıtacak eserlerden birisidir. Refik Tâlat Alpman'ın en tanınmış eserlerinden biri olan bu ’Mahur Saz Semai’sinin son hanesi Nihavend makamında bestelenmiş ve Mahur makamının parlak ve coşkulu rengini tek bir perdenin değişimiyle yumuşacık romantik bir renge dönüştürmüştür. Bu tür renk değişimleri klasik gelenekte, eserlerin zemin bölümlerinin ardından sıklıkla yapılır. Hele ki peşrev ve saz semailerinin ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerinde yapılan böylesi geçkiler, adeta her roman karakterinin sahip olduğu farklı renkleri temsil eder gibidir.’’

Dr. Refik Tâlat (Alpman) Bey’in ‘’Mahur Saz Semai''sinin bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum. Bağlantısını verdiğim Mahur Saz Semai’ni dinlerken videonun görselini de tam ekran yapıp öyle dinleyin… Mahur Saz Semai’ni dinlerken de bu görselin içinde kaybolun... Kuantum teorisinin ''gözlemleyenle gözlemlenenin bir olduğu, ayrılmaz olduğu'' ana fikri gibi, Fransız filozof Michel Foucault ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında ‘’bakanın bakılan olduğu’’nu yazdığı gibi görseldeki manzara içinde müzik eşliğinde manzara ve müzikle bir olun, beraber olun, manzara ve müziğin içinde eriyin, bitin, kaybolun…

Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’si

Sonra da Tanpınar’ın bu üçlemesinin verdiği tüm bir mesajı ve ‘’Mahur Beste’’ musikilerinin bu atmosferi içinde, uzaklardaki bir gücün politikaları doğrultusunda darağacına gönderilen üç fidan için Attila İlhan’ın yazdığı ağıtın, feryâdın, figânın adının neden ‘’Mahur Beste’’ olduğunu bir de bu gözle düşünün…

Zaman Tanpınar'ın bu üçlemesini okuma, ‘’Mahur Beste’’yi ve ''Mahur Saz Semai''sini dinleme zamanıdır! 

Ve ben bu üçlemeyi okurken ve ''Mahur Beste''yi dinlerken bu dünyaya bir daha Ahmet Hamdi Tanpınar gibisi gelmez diye hayıflanıyorum... 


Osman AYDOĞAN

Dr. Refik Talât (Alpman) Bey'in Mahur Saz Semai: 
https://youtu.be/3eknB-3fWpc

Eyyubí Ebubekir Ağa'nın ‘’Mahur Beste’’si:
https://www.youtube.com/watch?v=j1L5OlX8MHs


Mahur Beste

06 Mayıs 2021

‘’Mahur Beste’’,  Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üçlemesinin ilk romanının ismidir. Diğer ikisi ''Sahnenin Dışındakiler’’ ve ''Huzur'' adlı romanlardır. ‘’Mahur Beste’’,  Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zekâ ve yaratıcılığını ustaca konuşturduğu, bir solukta okunan, insanı birden kavrayıp yavaş yavaş, hüzünle yere indiren, ruhta hoş bir seda bırakan, güzel mi güzel çok özel bir kitabıdır...

Bu roman Türk edebiyatında o kadar güzel bir eser ki ‘’Mahur Beste’’ ismi romanda kalmaz başka edebî eserleri de etkiler. Bunlardan birisi de Attila İlhan’ın en güzel şiirlerinden birisi olan ‘’Mahur Beste’’ isimli şiiridir...

Ancak Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiirini anlatmadan bir açıklama yapmam gerekiyor…

Edebiyatta ''tevriye'' sanatı

Edebî sanatlarda ‘’tevriye’’ diye bir kavram vardır. Sesteş bir kelimenin bir dizede, beyitte, dörtlükte iki gerçek anlama gelecek biçimde kullanılmasına ve bir sözcüğün yakın anlamını söyleyip uzak anlamını kastetmeye tevriye sanatı denir.

Bu sanatta sözün yakın anlamı söylenir, uzak anlamı anlatılmak istenir. Daha doğrusu uzak anlam ilk anda okuyucu tarafından kavranmayacak biçimde gizlenir. Okur, yakın anlamla oyalanır, ama anlatılmak istenen uzak anlamda gizlidir. Bu uzak anlam şiire ayrı bir güzellik katar…

Tevriye sanatı ile ilgili en iyi örnek 17. yüzyıl Türk şairlerinden Nef’î’nin bir dörtlüğüdür:

''Tahir efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zahirdir,
Maliki mezhebim benim zira,
İtikadımca kelp tahirdir.''

Bu dörtlükte kullanılan ‘’Tahir’’in iki anlamı vardır: Birincisi ''Tahir Efendi'' anlamında, ikincisi ise ''temiz, pak'' anlamında.

Kelp ise Arapça kökenli bir kelime olup ‘’köpek’’ demektir. Bu dörtlükte hem, köpek temiz hayvandır hem de asıl köpek Tahir Efendi'dir anlamı var. Maliki mezhebinde köpek, temiz hayvandır.

Tevriye sanatına ikinci bir örnek de Divan Edebiyatı'nda yaşarken "Sultanü'ş Şuârâ" (Şairler Sultanı) unvanını alan ve asıl adı Mahmud Abdülbâki olan Divan Şairi Bâki’nin ‘’Huma kuşunun gölgesi’’ isimli şiiridir. Beş dizelik bu şiirin üçüncü dizesi şu şekildedir:

‘’Âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş’’

Bu dizede Bâki, ''Bâki'' sözünün yakın anlamı olarak ''sonsuzluğu'' zikrederken, uzak anlam olarak da şair kendi adını işaret etmektedir...

Şimdi gelelim Attila İlhan’ın şiirine…

Mahur Beste

Attila İlhan’ın ‘’Mahur Beste’’ isimli şiiri de tevriye sanatının en güzel örneklerinden birisidir. Şiirde geçen ‘’Müjgân’’ ilk anda yakın anlam olarak kadın ismi olarak anlaşılırsa da uzak anlam olarak ‘’kirpik’’ anlamında kullanılır... Müjgân, Farsça bir sözcük olup ‘’kirpik’’ anlamındadır…

Attila ilhan, bu güzel şiiri, güneşten ışık yontabilecek cesarette üç sert adam;
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan için yazar. Attila İlhan’ın kendi anlatımıyla şiirinin hikâyesi şu şekildedir:

“12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı… Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra… Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm.’’ 06 Mayıs 1972

Bu şiir hem Ergüder Yoldaş hem de Ahmet Kaya tarafından bestelenir. Ergüder Yoldaş'ın bestesi gerçekten ''mahur'' makamındayken, Ahmet Kaya'nın bestesi ''nihavent'' makamındadır.  

Bir şiir bu kadar mı güzel yazılır, bir şiir bu kadar mı ruha dokunur, bir şiir insanı bu kadar mı hüzünlendirir?

''Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı 
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı 
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı 
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.''

Devlet Ana

Bu nasıl bir ‘’Devlet Ana’’dır ki çoook uzaklardaki bir gücün politikaları uğruna idealist çocuklarını şefkatsizce, insafsızca, merhametsizce hapur hupur yer? Ama aynı ‘’Devlet Ana’’ bu idealist evlatlarından esirgediği sevgiyi, şefkati, merhameti, nedense; hırsızlarına, uğursuzlarına, namussuzlarına, hortumcularına, kendisini soyanlara ve altını oyanlara cömertçe gösterir...

Ve o mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız...

‘’Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız 
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız..

Osman AYDOĞAN

Mahur Beste, Ahmet Kaya:
https://www.youtube.com/watch?v=EVwYvmoG8Ms

Mahur Beste

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız 
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız 
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız 

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı 
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı 
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı 
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı 

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra 
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara 
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara 
Geceler uzar hazırlık sonbahara


St. Gotthard / Mogersdorf Muharebesi


04 Mayıs 2021


Osmanlıların Batılı kültür sahasına girmelerinden sonra 14’üncü yüzyıldan itibaren 17’inci yüzyıla kadar Avusturya’nın güneydoğu sınırı boyunca Osmanlılar ile Avusturyalılar arasında sert muharebeler cereyan eder…

Avusturyalıların kendilerini ve Alman İmparatorluğunu korumaya yönelik Türklerle olan savaşlarında, derinliklerinde iki ayrı dünyanın, iki ayrı yaşam tarzının ve dinin bulunduğu iki kavram çarpışır: Garp ülkesi ve Şark ülkesi, Hıristiyanlık ve İslam, Avrupa ve Asya… Avusturyalılar, Osmanlı Devleti ile yaptıkları bu savaşlardaki her yenilgiyi, diğerlerine göre daha bir korkunç ve her zaferi diğerlerine göre daha bir büyük ve abartılı olarak tasvir ederler…

Avusturyalılar tarafından bir zafer olarak adlandırılarak ve abartılarak büyütülen muharebelerden biri de işte bu 01 Ağustos 1664 tarihinde yapılan Saint Gotthard / Mogersdorf muharebesidir. Bu muharebe bütün Batılı kaynaklarda ve özellikle Avusturya kaynaklarında bir zafer olarak algılanarak fevkalade mübalağalarla süslenip bir destan haline getirilir…

Aslında Saint Gotthard muharebesi Osmanlı İmparatorluğu’nun 1663/1664 yıllarında Fazıl Ahmet Paşa komutasında yapmış olduğu ve başarı ile sonuçlanan Avusturya Seferinin (Uyvar Seferi) bir muharebesidir. Zaten Avusturya tarihçileri de bu savaşa ‘‘Der Türkenkrieg 1663-1664’’ ismini vermişlerdir.[1] Bu seferde bütün Avrupa’da ‘‘imprenable’’ (düşürülemez) olarak tanınan Uyvar Kalesi ele geçirilir. [2]   Bu sefer içerisindeki Saint Gotthard Muharebesi de Avusturyalıların iddia ettikleri gibi kaybedilmiş bir muharebe değil, büyük kısmın muharebeye girmediği ve öncü kuvvetlerle yapılan neticesi alınamamış bir taarruz harekâtıdır.

Muharebenin Raab Irmağının kıyısında yapılmasından dolayı Osmanlılar tarafından ‘‘Rabe Cengi’’ olarak da adlandırılan bu muharebe için Silahtar Fındıklılı Mehmet Ağa; ‘‘Bu vakayı orduda ahşamdan sonra bile işitmemiş âdem nihayetsiz idi’’[3] (Bu olayı akşamdan sonra bile duymamış çok insan vardı) diye Saint Gotthard muharebesini âdetâ bir müfreze müsâdemesi şeklinde gösterir… Hâlbuki Avusturyalılar bu muharebeyi Osmanlılara karşı büyük bir zafer olarak görür ve bu zafer (!) bütün Avrupa’da kutlanır, şiirler yazılır, şarkılar bestelenir, anıtlar dikilir, resimler yapılır, kitaplar yazılır ve paralar basılır… Halen Avusturya kütüphanelerinde bu muharebe üzerine yazılmış onlarca kitap, Avusturya müzelerinde sergilenen onlarca eser bulunmaktadır.

Osmanlılar tarafından bir müfreze müsademesi şeklinde anılan bu muharebe için var olan Türkçe kaynaklar Avusturya kaynaklarına göre oldukça yüzeysel kalır… Asıl adı ‘’Esfar-ı Osmaniye Hatıraları 1073-75 Seferinin Vekayi-i Esasiyesi - Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu’’ olan, 1910 yılında İstanbul’da Osmanlıca basılan Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın ‘’Sen Sengotar’da Osmanlı Ordusu’’[4] isimli eseri Türkçe kaynaktaki bu eksikliği gidermek ve Batılıların bu abartısını düzeltmek amacıyla yazılmıştır.

Fındıklılı Mehmet Efendi’nin ‘‘Silahtar Tarihinde’’[5], bir heyet tarafından yazılan ‘‘Mufassal Osmanlı Tarihinde’’[6] , Genkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayınlanan ‘‘Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi’’nde[7] bu muharebeden bahsedilir ve Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı[8] ve İsmail Hakkı Danışmend[9] eserlerinde bu muharebeye çok kısa olarak (2-3 sayfa, yarısı da kroki) değinmişlerse de; günümüz diliyle ve anlaşılır ve en kapsamlı olarak bu konuda yazılan tek detaylı eser Genkur. ATASE Bşk.lığı tarafından yayınlanan ve Em. General Kemal YÜKEP tarafından yazılan ‘‘Sengotar Muharebesi 1664’’ isimli yayındır.[10] Ne yazık ki bütün Türk bu eserlerin tamamında bu muharebe bir yenilgi olarak zikredilir…

Avusturya tarafından ise bu muharebe üzerine yazılan onlarca kitaba rağmen bu konudaki derli toplu tek eser ‘’Avusturya Askerî Tarih Enstitüsü’’ tarafından yayınlanan ve Kurt Peball tarafından yazılan ‘‘Die Schlacht bei St. Gotthard-Mogersdorf 1664’’ isimli eserdir.[11] Ayrıca Avusturya Harp Arşivi Dairesinde bulunan bizzat Montecuccoli tarafından yazılan eserler[12] de kaynak olarak kullanılır. Bu eserlerden biri Türkçe’ye çevrilir.[13]

Bu yazıdan amaç; ülkemizde pek bilinmeyen, bilenlerin ve yazanların da ne yazık ki yenilgi olarak bildiği ve yazdığı, bir kısım bilenlerin de Avusturya kaynaklarına göre bildiği bu muharebeyi izah etmek ve Avusturya kaynaklarında kendi zaferleri olarak kabul edilen bu muharebede gerçeği ortaya koyarak bu muharebenin bir yenilgi olmadığını hatırlatmaktır.

St. Gotthard muharebesini tarihteki yerine oturtabilmek için kısaca Osmanlının Avusturya'ya yaptığı seferlere bir göz atmamız gerekiyor...

Osmanlının Avusturya’ya yaptığı seferler

Osmanlı İmparatorluğu’nun Avusturya’ya karşı yaptığı ilk seferi zannedildiği gibi 1529 yılı değildir. Avusturya kaynaklarında daha 1396 ve 1418 yıllarında Avusturya içlerine yapılan Türk akınlarından[14] bahsedilmektedir. 1453’de İstanbul’un fethinden hemen sonra Osmanlı Akıncıları Avusturya içlerine doğru daha da fazla ilerlerler. Viyana’nın daha batısındaki Klagenfurt’un dış kenarı 1476’da, Drava kıyısındaki Spittal 1478’de, Leoben, Rottenmann ve Graz 1480 yılında Osmanlı Akıncıları tarafından kuşatılır…


Bu akınlardan maksat; bu şehirleri ele geçirmek olmayıp ganimet elde etmek ve istihbarat sağlamaktır… Bazı Avusturya şehirlerinde bu akınların izlerini hâlâ görmek mümkündür. Graz Katedrali’nin güney tarafında soluklaşmış bir fresk İstirya’nın 1480 yılındaki üç sıkıntısını tasvir eder: Bunlar kütü hasat, veba ve Türklerdir. Tasvir de ‘‘Tanrı’nın Gazaplarının Resmi’’ diye adlandırılır. Büyük Venedik Dağı’nda (Grossvenedig) buzullardan birinin adı ‘‘Türk Ordugâhı’’dır. Karenti’de köy çeşmelerinde kimi taştan kimi tahtadan Türk başları hala Türk süvarilerini hatırlatır. ‘‘Çeşme Türkü’’ veya ‘‘Tatar Adamcığı’’ diye çok yaygın bir kavram olarak kullanılır.[15]

Viyana hedeflenerek ciddi olarak yapılan ilk sefer 1528 seferidir. (Bu konuyu dün anlatmıştım) Kanuni 1528 ilkbaharında İstanbul’da toplanan ordusuyla harekete geçip Filibe civarında büyük ovada ordugâh kurar… Fakat gece başlayan sağanak yağışlar ırmakları büyük sel akıntılarına dönüşür, sel çadırları sürükleyip götürür, depo edilmiş cephane ve yiyecek stoklarını yok eder… Dev boyutlarda malzemenin kaybolması bir yana ordunun morali de bozulur… 1528 yılında başlatılan bu seferden Sultan vazgeçmek zorunda kalır… Hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a geri dönülür…

İkinci sefer bizim aslında ‘’Birinci’’ diye bildiğimiz 1529 seferidir… Bu sefer ayrı bir yazı konusudur. Bu nedenle burayı geçiyorum… Üçüncü sefer ise 1532 seferidir… Dünkü yazımda bu seferi de anlatmıştım.

Viyana olarak hedeflenen dördüncü sefer ise 1663 /1664 Uyvar Seferi’dir. Beşinci sefer ise bildiğimiz 1683 Viyana seferidir.

Bu yazımda; kimseciklerin pek bilmediği Viyana hedeflenerek yapılan 1663 /1664 Uyvar Seferi’nde yapılan ve Avusturyalılar tarafından bir zafer olarak adlandırılıp abartılarak büyütülen 1 Ağustos 1664 tarihinde yapılan Saint Gotthard muharebesini anlatmak istiyorum…

Ama önce bu muharebeden önce yaşanan olayları kısaca özetlemem gerekiyor..

1663 Muharebeleri

1580’lerden 1606’ya kadar süren uzun savaşlardan sonra, Avusturya ve Macaristan ile uzun bir süre küçük çaplı sınır çatışmaları hariç savaş yapılmaz. Habsburg İmparatorluğu Otuz Yıl savaşlarıyla, Osmanlılar da Asya sınırlarında ve Girit’teki savaşla uğraşıyorlar.


Türklerin vasal devlet saydıkları Hristiyan Erdel Voyvodalığı’nda Georg II. Rakoczy bağımsız bir hükümdarmış gibi, kendi başına siyasal eylemlere girmeye başlar. Budin Paşası kendisini yola getirmek üzere üstüne yürüyünce, Rakoczy onu 1658 yılında yenilgiye uğratır… Bunun üzerine Osmanlı sadrazamı rahat edebilmek için vasal beyliği tümüyle ele geçirmek ve burasını bir paşalık yapmak üzere sefere çıkar. Büyük kayıplar pahasına Grosswardein’i (Oradea-Varad) fetheder ve Klausenburg’u (Cluj) kuşatır.

Bu savaşlar Viyana’nın gözünde artık sadece Osmanlı Devletinin bir iç sorunu olmaktan çıkar. Erdel’de cereyan eden olaylar, Avusturya İmparatorunun çıkarlarıyla doğrudan ilgilidir… I. Leopold ne kadar barış yanlısı olursa olsun, Grosswardein ile Klausenburg’un elden gitmesine kayıtsız kalamazdı. Yine de İmparator görüşmeler yoluyla barışın sağlanacağını umudundadır. İmparatorun özel elçisi, bir sıcak savaşı önlemek amacıyla yola çıkmışken, yeni Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa savaşa hazırlanmıştır bile.

Türk ordusunun önü sıra Kırım Tatarları at sürmektedir; yüz bin kişidirler, Moravya’ya (Morava) kadar ilerlerler… Sadrazam ise ordunun büyük kısmıyla bunların ardından Tuna boyunca ilerler, Avusturya sınırına yaklaşır. Fakat burada yapılmış hiçbir hazırlık yoktur; bir dehşete kapılma duygusu gittikçe büyüyerek herkesi kaplar… Bu sırada en azından 70.000 insan bu duygunun etkisiyle Viyana’yı terk edip daha batıya, Linz’e kaçar… İmparator Leopold uzunca süre başkentinde kaldıysa da, sonunda o da kentten ayrılmak gereğini duyar. Bu durumda Viyana’yı ancak ve ancak bir mucize kurtarabilirdi!

Ne var ki gerçekten de bir ‘‘Avusturya mucizesi’’ olur: Bir kez daha iyi tahkim edilmiş küçük bir kent, olağanüstü güçteki Türklerin ileri yürüyüşünü durdurur. Tıpkı 1532’de Közseg (geçen hafta anlatmıştım), 1566’da Zigetvar gibi, bu sefer de Neuhäusel (Nove Zamky-Uyvar) kalesi haftalarca şiddetli ateşe karşı koyar… Türkler 175 topla surları döverler, hendeklerdeki suyu başka yöne akıtırlar, sonra da saldırıya geçerler… Kaledeki küçük garnizon üç defa bu saldırıları püskürtür, fakat dördüncü saldırıda, 25 Eylül 1663 günü askerler başkaldırıp komutanlarını teslim olmaya zorlarlar…

Bu sırada güz yağmurları başlamış, Tuna’nın iki yakasındaki çamurlu alçak arazi yol vermez olmuş ve İmparatorun çağırdığı birlikler de sonunda bir araya gelebilir… Bir defa daha Viyana üzerine yürümek için mevsim gecikir… Sadrazam sadece Neuhäusel (Uyvar) kalesini onarmakla yetinir, kaleye bir garnizon yerleştirdikten sonra ordusuyla gerisin geri Belgrat’ın yerini tutar.[16]

1664 St. Gotthard – Mogersdorf Muharebesi

Muharebe öncesi

Viyana’nın atlattığı bu tehlike ve Moravya’nın tümüne yakınının yıkılması bütün Almanya’da ve Avrupa’da yankılar uyandırır. Fransa Kralı XIV. Ludwig (Louis) inisiyatifinde 1663 yılında Almanya’nın Regensburg kentinde toplanan İmparatorluk Parlamentosu Papa VII. Alexander’ın Türklere karşı bir Batılı koalisyonu hayata geçirme çağrısı üzerine bir ittifakı kararlaştırırlar… Bu ittifak Hıristiyan ordularını tekrar bir araya getiren bir koalisyon olarak Haçlı ruhunu canlandırır…


Bu ittifaka; Papa ve İspanya Kralı V. Philipp para ve savaş malzemesi yardımı, Bayern, Brandenburg ve Sachsen yardım birlikleri, Rheinische Allianz (Ren Birliği) 5.000 kişilik yaya ve 200 at, Fransa * 4.000 piyade ve 2.000 atlı, İmparatorluk ordusu 30.000 yaya, Macar soylularından 25.000 atlı ve yaya birlikler ile Avusturya çoğu istihkâmlarda olan 15.000 süvari ve 36.000 yaya birlikler ile katılırlar… Teorik olarak Koalisyon ordusu 100.000 kişiye ulaşır ancak uzun seferberlikten sonra ancak 50.000 kişi sefer için toplanabilir… Her birlik kendi milli komutanlarının komutası altındadır… Bu koalisyona İtalya, İspanya ve İsveç de katılır…

Görüldüğü gibi Fransa bu koalisyona 4.000 piyade ve 2.000 atlı ile katılır. Ancak Fransa ülkesinin Osmanlı ile olan ilişkilerini aksatmamak için bu yardımı resmen yapmaktan kaçınır. Nasıl Akdeniz’de Fransızlar, Papalık bayrağı altında Türklere karşı yelken açtılarsa burada da Alsaslılar olarak Ren Birliğinin kontenjanı altında Macaristan sınırında ortaya çıkarlar. Fransız elçisi M. de Nointel, 1673 yılında (St. Gotthard Muharebesinden sonra)  Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’ya sunmuş olduğu bir takım öneriler yanında Osmanlı sınırlarında yaşayan Katoliklerin koruyucusunun Fransa Kralının olması isteğini de yeniler. Bu istekler karşısında şaşıran Sadrazam, Fransız elçisinin eski dostluktan bahsetmesi üzerine, ‘’Fransa eski dostumuz lakin her zaman düşmanlarımızla birlikte buluyoruz’’ cevabını vererek Fransa’nın Saint Gotthard Muharebesi ile Girit kuşatmasına yapmış olduğu yardımları hatırlatır.[17]

Bu koalisyon ordusunun komutası da Avusturya’nın en ünlü komutanlarından İtalyan asıllı Mareşal Raimund Graf Montecuccoli’ye verilir… Montecuccoli öncelikle Avusturya ordusunu yeniden düzenler.[18]

Mareşal Raimund Graf Montecuccoli ‘’Otuz Yıl Savaşları’’nda, Ganimet Savaşlarında ve Türk Savaşlarında tecrübe kazanmış deneyimli bir general ve aynı zamanda askerî teorisyen olarak uluslararası değeri vardır. İtalyan asıllıdır. Mareşal Gian Giacomo de Trivulzio’ya (1441-1518) ait ‘‘Savaşın üç şeye ihtiyacı vardır; bunlar para, para ve bir kez daha para’’ sözü kendisine tarafından tanıtılmıştır.

Bu arada Osmanlı Ordusu’nun kışlığa çekilmesinden yararlanan Avusturyalılarla Hırvat Beyi Niklas Zrinyi (Zigetvar komutanının oğlu) kuvvetlerini birleştirerek 50.000 kişilik bir ordu ile Kanuni’nin son seferine zapt edilmiş olan Zigetvar’a doğru harekete geçerek Babocsa palangasını işgal ettikten sonra Zigetvar Kalesini muhasara ederler...

Bunu haber alan Fazıl Ahmet Paşa 31 Ocak 1664 günü birkaç bin kişi ile Belgrat’tan Zigetvar istikametinde yola çıkar. Bunu haber alan Avusturyalılar 6 Şubat 1664 günü muhasarayı kaldırarak geri çekilirler…

Avusturyalılar 29 Nisan 1664 günü 60.000 kişilik bir kuvvetle Kanije’yi muhasara ederler ancak 7 Mayıs 1664 de Fazıl Ahmet Paşa’nın Belgrat’tan hareket ederek 4 Haziran günü Kanije’nin bir saat mesafe yakınına gelince muhasarayı bırakarak çekilip giderler...

Kanije’yi bırakan Avusturyalılar Kanije’ye iki saat mesafede Drava ve Mura nehirlerinin kavşağında ve Drava’nın sol sahilinde bulunan Yenikale’ye (Serinvar) çekildikleri için Fazıl Ahmet Paşa da bu istikamette ilerler… Bunun üzerine Avusturyalılar karşı sahile çekilirler. Yenikale Osmanlılar tarafından muhasara edilir… Bu kale 20 gün süren muhasaradan sonra zapt ve tahrip edilir… Önceki görüşmelerde Osmanlıların barış şartı olarak ileri sürdükleri bu kalenin tahribi böylece mümkün olur…

Yenikale’nin ele geçirilmesinden sonra Fazıl Ahmet Paşa Raab (Yanık) Kale’nin zaptına karar verir. Bu kale III. Murat Zamanında ele geçmiş, III. Mehmet zamanında elden çıkmıştır.

Osmanlı Ordusu Serinvar’dan Yanık Kale’ye (Raab) ilerlerken o civarda yol üzerinde bulunan Komeron, Egersek, Poeleske, Egervar, Kemendvar ve Kapornak kaleleriyle palangaları karşı koymadan teslim olurlar…

Raab Kalesi, Raab Nehrinin sol sahilinde bulunduğu için nehrin sağ sahilinde bulunan Osmanlı Ordusu nehrin yukarı taraflarından münasip bir geçit yerinden karşıya geçmek zorundadır…  

Montecuccoli’nin komutasındaki Alman, Avusturya, Macar ve Fransız askerlerinden kurulu müttefik ordusu da nehrin sol sahilini takip ederek, Osmanlı Ordusunun Raab Suyunu kuzeye geçmesini önlemeye çalışırlar…

Bir taraftan 1663’de Uyvar ve yukarıda adları geçen civar kalelerin Osmanlıların eline geçmesi, diğer taraftan Viyana ve Silezya yönlerinde yapılan akınlar, Avusturya ve Almanya’da büyük bir korku uyandırır… Bu kez Anadolu’dan gelen birliklerle Osmanlı Ordusu’nun daha da kuvvetlenmesiyle Raab Kalesi’nin zaptını hedef tutan faal hareketi karşısında, Avusturyalılar 29 Temmuz 1664’de Çakani (Czakany) mevkiinde Fazıl Ahmet Paşa’ya barış teklifinde bulunurlar... Avusturyalıların teklifi kabul olunur… Ancak 10 madde olarak hazırlanan barış antlaşması metni, Avusturya Hükümeti tarafından tasdik edilinceye kadar Osmanlı Ordusu muhasamatı devam ettirme hareketinde serbest olacağı taraflarca kabul edilerek harekâta devam olunur.[19]

Bu antlaşma ile 1663 seferinden amacına ulaşan ve istediğini elde eden Fazıl Ahmet Paşa muhasamatı devam ettirme serbestisini elinde bulundurur. Çünkü Fazıl Ahmet Paşa Avusturyalıların asla ikinci bir ordu çıkaramayacağını biliyordur. Buradaki ordu yenilgiye uğratılınca, kendisine Viyana yolu açılmış olacaktır. Birkaç gün içinde Tatarların öncüleri oraya ulaşabilir, asıl ordu da en geç iki haftada kentin önüne varırdı.

Bir yıl önce gidemediği İmparatorluk başkenti, artık ona elinin altındaymış gibi görünüyordur.[20]

St. Gotthard / Mogersdorf Muharebesi

Osmanlı Ordusu 30 Temmuz 1664 günü nehrin sağ sahilindeki Saint Gotthard Köyüne gelir ve sahile paralel olarak uzanan tepelerin sırtlarında çadırlarını kurar… Bu sırada Avusturya Ordusu da karşı yakada Mogersdorf Köyü’nün önlerine gelir… O zamanlar bu köyün adı Nagyfalva (Grossdorf) idi. 1698 tarihinde Mogersdorf adını alır.


Bu muharebedeki Osmanlı Ordusunun mevcutları hakkında Avusturya kaynakları mübalağalı rakamlar kullanırlar.[21] Avusturya kaynakları Osmanlı Ordusunu 50-60.000 kadarı muntazam asker olmak üzere 120 -130.000, Avusturya Ordusunu ise 30.000 olarak gösterirler… Hatta bazı kaynaklar Avusturya Ordusunu daha da küçülterek 26.000 olarak gösterirler.[22] Osmanlı kaynaklarına göre ise Avusturya Ordusu 50-60.000 kişidir.[23]  Kaldı ki bu miktarı diğer başka Avusturya kaynakları da teyit etmektedir. 1663 yılında Almanya’nın Regensburg kentinde toplanan ittifak başlangıçta 100.000 kişi toplanmasını kararlaştırmışsa da muharebe meydanına ancak 50.000 asker toplanabilir.[24]

Osmanlı Ordusu St. Gotthard’a geldiği gün, öncüler bu köyün bir saat (4 km) kadar güneybatısında dört atın yan yana geçebileceği, derinliği üzengi ıslatacak kadar olan bir geçit yeri keşfederler. Bu geçit nehrin kavis yaptığı bir bölge üzerindedir. Bu şekilde düşman ateşi kavisin en dış noktasından itibaren eğilmekte olan sahille örtülü kalmış olur. O gece karşı yakaya bir yeniçeri müfrezesi geçirilir ve ertesi günü bu geçit üzerinde hafif bir piyade köprüsü kurulur. Gece karşıya geçen müfreze fundalıklarda kendilerine siper kazarak yerleşirler. Daha ertesi günü (1 Ağustos) karşı yakada bir köprübaşı mevzii ele geçirmek maksadıyla Bosnalı İsmail Paşa komutasında 5.000 asker geçirilir. Ancak o gün başlayan yağmur nehrin sularını kabartır ve kabaran sulardan ve geçişlerden etkilenen köprü yıkılır… Karşıya geçen müfrezelerin Avusturyalılarla çarpışmaya başladığını gören Fazıl Ahmet Paşa Tatar süvarilerinin terkilerine bindirerek 5.000 kişi daha karşıya geçirir…

Nehri ilk geçen grup başarılı olur, karşı taraf birlikleri ne geçişi ne de tahkim çalışmalarını sezmişlerdir. Öyle ki, nehri ilk geçen askerler Avusturyalılarla muharebeye tutuştuğunda, bu Avusturya birliğinin komutanı Leopold Wilhelm von Baden-Baden ancak savaş başladığında yatağından kaldırılabilir.[25]

Yağan yağmur nehrin sularının yükselmesine, köprünün yıkılmasına ve geçişlerden dolayı nehir kıyısının kayganlaşmasına neden olur. Bu yüzden de Fazıl Ahmet Paşa karşı kıyıya takviye imkânı bulamaz…

İşte, Avusturya kaynaklarınca St. Gotthard Meydan Muharebesi diye ballandırılarak adlandırılan bu savaş; Raab nehrinin karşısına geçirilen ve takviye imkânı olmayan 10.000 kişilik Osmanlı Müfrezesinin 50-60.000 kişilik Avusturya büyük kısmıyla olan muharebesidir.

Başlangıçta nehri geçen birlikler süratle ilerleyerek Montecuccoli’nin çadırına birkaç metre kadar yaklaşırlar… Bu durum karşısında Montecuccoli’nin kurmaylarının kendisine ordunun imha olmaması için geri çekilmeleri gerektiğini söylemeleri Avusturya Ordusunun o andaki durumunun vahametini gösterir…  

Montecuccoli, boşta kalan kanatlarını merkeze çekerek ilerleyen Osmanlı kuvvetlerine taarruz ettirir. Osmanlı kuvvetleri çekilmek zorunda kalırlar.

Montecuccoli’nin boşta kalan kanatlarını merkeze çekerek ilerleyen Osmanlı kuvvetlerine taarruz ettiği zaman, nehri geçen Osmanlı kuvvetlerinin başlangıçta elde ettikleri başarıyı yeterli görerek hedefi ele geçirdiklerini düşünerek rahatladıkları, süvarilerin atlarından inerek ıslanmış elbiselerini kurutmakla meşgul oldukları ve ikindi vaktine kadar muharebe ettikleri için yorgunluklarını gidermek için istirahat ettikleri andır.[26]

1 Ağustos saat 12 civarında Montecuccoli kurmayları ve komutanları ile bir görüşme yapar. Avusturya kuvvetleri ya bulundukları mevzilerde savunma durumunda kalacaklar, ya da karşı taarruza geçeceklerdir. Montecuccoli’nin tüm kurmayları ve komutanları karşı taarruz hareket tarzını onaylamazlar. Bu hareket tarzının kendilerine çok pahalıya mal olacağını iddia ederler. Montecuccoli derhal karşı taarruza geçilmesi fikrindedir. Fransız birlikleri komutanı ‘‘İmparatorumuz bize askerlerimizi tehlikeye atmamamızı emretti’’ diyerek başlangıçta taarruza katılmak istemez. Montecuccoli’yi komutanlarından sadece Coligny destekler ve fikrini şu şekilde savunur: ‘‘Eğer düşman bu gece mevzilerinde kalırsa, sabaha hiçbirimizin kafası gövdesinin üzerinde kalmaz.’’

Bu sırada Osmanlı süvarileri (Nehri geçebilenler) kanatlardan taarruza başlayarak Avusturya Ordusunu kuşatmaya çalışırlar. Montecuccoli konuşması ile generallerini ikna eder, ya zaferi kazanarak ordusunu kurtaracağını ya da öleceklerini söyler ve karşı taarruza başlarlar.[27]

Burada Montecuccoli, Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale Muharebelerinde Gelibolu’da oynadığı rolü oynar. Montecuccoli hatıratında bu olayı şu şekilde anlatır: ‘’Bir gece evvelden Türklerin aldığı çok sayıda yardım kuvveti karşısında Avusturya askerleri kokuya kapılarak kaçmaya başladılar. Tam bir bozguna uğrayacak iken Alman takviye birliklerini yanıma alıp savaş yerine yetiştim. Avusturya askerlerini biraz düzelterek bunlarla da Türklerin açık yanlarına taarruza geçtim. Türkler, bu taarruz karşısında dayanamayarak nehre doğru çekilmeye başladırlar. Bu durumu gören birlikler Türkleri nehre kadar takip ettiler… Eğer Türkler bizi önleyici bir taarruza geçselerdi imha edilmemiz muhakkaktı… Yanlarda kuvvetli bulunmak bizim için çok iyi oldu. Türkler bizi kuşatsalardı bir kişi bile kurtulmazdı.’’[28]

Osmanlı Ordusunun nehri geçen birlikleri suların yükselmesi ve köprünün yıkılması nedeniyle takviye edilemedikleri için karşı taarruza direnemezler. Ancak kahramanca savaşarak geri çekilirler. Montecuccoli hatıralarında bu askerlerin vuruşmalarını ‘‘takdire, hatta hayrete değer’’ şeklinde vasıflandırır.[29]

Karşıda kalan müfreze gittikçe yıprandığı için askerler geçit başında toplanırlar… Düşman kuvvetlerinin taarruzu karşısında kısmen düşman ateşi ile kısmen de nehirde boğularak Osmanlı kaynaklarına göre 4.000 şehit verilir…

Bu muharebede bulunmuş olan Evliya Çelebi de ‘’Seyahatname’’sinde şehit olarak; üç vezir, altı Sancak beyi, 11 Alay beyi, 1.080 yeniçeri, 1.800 sipahi ve dört bin kadar diğer askerlerden bahseder.[30]

Şehit sayısında da Avusturyalılar mübalağalı rakamlar vererek savaşta ölenleri 6.000 nehirde boğulanları ise 8.000 kişi olarak gösterirler. Hatta 25.000 rakamı bile mevcuttur. Fakat bu 14 ve 25 bin mevcutları karşı sahile geçen 10 bin kişilik birlik mevcudundan 4-14 bin fazladır.[31] Hatta bazı Avusturya kaynakları bu muharebede Osmanlı Ordusunun tamamının az kalsın yok olacağı iddiasında da bulunur.[32] Hâlbuki Osmanlı Ordusunun büyük kısmı nehrin sağ sahilinde ve muharebeye girmemiş durumdadır. Silahtar Fındıklılı Mehmet Ağa; ‘‘Bu vakayı orduda ahşamdan sonra bile işitmemiş âdem nihayetsiz idi’’[33] (Bu olayı akşamdan sonra bile duymamış çok insan vardı) diye bu muharebeyi âdetâ bir müfreze müsâdemesi şeklinde gösterir.

Resmin ortasında Raab suyu, üstünde Osmanlı Ordusu, Raab suyun altında beri kıyıda ise Avusturya Koalisyon Ordusu görülmektedir. Nehrin kıvrım yaptığı geçiş yerindeki yığılma resimde net olarak seçilmektedir. Kaynak: 800 Jahre Mogersdorf, Gemainde Mogersdorf.

Avusturyalıların isteği üzerine 29 Temmuz 1664’de Çakani’de hazırlanıp St. Gotthard Muharebesinden sonra 10 Ağustos 1664 tarihinde imzalanan ve Osmanlıların yararına olan Vasvar barış Antlaşması hükümlerinde, Avusturyalılarca, büyük bir başarı olarak ilan edilen St. Gotthard Muharebesinin hiçbir etkisi olmaz ve on iki gün önce hazırlanan esaslara göre aynen imzalanır…

Vasvar Barış Antlaşması (10 Ağustos 1664)

Vasvar Barış Antlaşmasının belli başlı hükümleri şöyledir:[34] Avusturyalılar Erdel’de işgal ettikleri kalelerden çekilecekler ve bu memleketteki Avusturya ve Osmanlı kuvvetleri aynı zamanda çıkacaklardır. Türk himayesinde bulunan Erdel prensi yerinde kalacak ve Osmanlılara haraç vermeye devam edecektir. Son savaşlarda ele geçirilen Uyvar ve Novigrad kaleleri Osmanlılara bırakılacak. Osmanlı Ordusunun yıktığı Yenikale (Serinvar) tekrar yapılmayacaktır. Avusturya İmparatoru bir defaya mahsus olmak üzere 200.000 florin altın kıymetinde bir hediye verecek, Osmanlı Hükümdarı da münasip gördüğü hediyeyi gönderecektir.

Bu Avusturya seferi, Erdel sorunu yüzünden açıldığı için sefer sonunda imzalanan bu antlaşma, Avusturya’nın Türk üstünlüğünü bir kere daha kabul ettiğini göstermektedir.

Sonuç

Avusturya kaynaklarınca St. Gotthard Meydan Muharebesi diye ballandırılarak adlandırılan bu savaş; görüldüğü gibi Raab nehrinin karşısına geçirilen ve takviye imkânı olmayan 10 bin kişilik Osmanlı Müfrezesinin 50-60 bin kişilik Avusturya koalisyon ordusunun büyük kısmıyla olan muharebesidir.

Aslında Saint Gotthard/Mogersdorf Muharebesi Osmanlı İmparatorluğunun 1663/1664 yıllarına Fazıl Ahmet Paşa komutasında yapmış olduğu ve başarı ile sonuçlanan Avusturya Seferinin bir muharebesidir. Gerçekte Saint Gotthard Muharebesi kaybedilmiş bir muharebe değil, anlatıldığı gibi büyük kısmın muharebeye girmediği ve öncü kuvvetlerle yapılan neticesi alınmamış bir taarruzi harekâttır.  Gazi Ahmed Muhtar Paşa da ‘’Sen Sengotar’da Osmanlı Ordusu’’ adlı kitabında ‘’Osmanlılar için uzun süreli ve sonuç itibariyle başarılı geçen savaşın talihsizce nihayetten bir cephesinden ibaret olan çatışma, muhatapları tarafından dünyaya kendi zaferleri olarak sunulmuştur.’’[35] sonucuna varır.

Avusturya kaynakları bu muharebedeki güç dengesini Osmanlıların sayısını artırarak, kendi sayılarını küçülterek, Osmanlı kayıplarını çok, kendi kayıplarını az göstererek kaybettikleri bir savaşı bir zafer halinde kuşaktan kuşağa anlatarak canlı bir tarih bilinci yaratırlar.

Raab Nehri üzerinde 31 Temmuz 1664 günü kurulan köprüden Avusturya kaynakları pek bahsetmezler. Yağmur ve yükselen nehir suları nedeniyle yıkılan bu köprü nedeniyle birlikler takviye edilememiştir. Karşı kıyıya geçen birliklerin tek takviye noktası bu köprüdür. Eğer bu köprüyü yok sayarsanız (ki Avusturya kaynakları pek dikkate almıyorlar) karşı kıyıdaki 10 bin kişilik kuvvet muharebe ederken sanki hazır bekleyen 110 bin kişilik Osmanlı Ordusunun 50-60 bin kişilik Avusturya Ordusundan çekindiği için muharebeye girmemiş veya 50-60 bin (Avusturya kaynaklarına göre de 26 bin kişilik) Avusturya Ordusu karşısında mağlup olmuş olduğu sonucu çıkar ki bu da incelemede görüldüğü gibi doğru değildir.

Zaten muharebeden önce yapılan ve Osmanlı İmparatorluğu lehine olan antlaşmanın Avusturya Ordusunca kabul edilmesi bu savaşta gerçek galip tarafın kim olduğunu göstermektedir.

Vasvar Antlaşmasının bir an önce imzalanmasını isteyen tarafın da Avusturyalılar olması St. Gotthard muharebesinden sonra hala dimdik ayakta duran Osmanlı Ordusunun mukabil bir harekâtından Avusturyalıların çekindiği sonucu çıkmaktadır.

Avusturya, başlangıçta bu muharebeyi abartarak zafer olarak adlandırıp sonradan Vasvar antlaşmasına mecbur kalınca ne kendi ne de Macar kamuoyunu tatmin edebilir. Hatta Macarlar ihanete uğradıklarını düşünürler. [36]

Osmanlı Ordusunun hataları

Bu muharebenin neticesi alınmamış bir harekât olarak kalmasında Osmanlı Ordusunun tabii ki hataları olmuştur. Ahmet Muhtar Paşa ‘‘Saint Gotthard’da Osmanlı Ordusu’’ isimli eserinde bu hataları ‘‘Sen Gotar Meydan Muharebesinde İstihsâl-i Galebe olunamamasının Esbâb-ı Aslîyesi’’ başlığı altında şu şekilde sıralar:[37]

1. İlk defa olarak Raab Suyunu geçen ve imparatorluk ordularını kendi ordugâhları ortasında emniyetli bir şekilde istirahat ederken baskına uğratan Bosnalı İsmail Paşa komutasındaki Osmanlı kolunun himayesinde ihmal ve kusur olunarak zamanında ona lazım gelen takviyelerin gönderilmemesi ve bu şekilde düşman ordusu üzerine vurulacak kesin darbe imkânının elden kaçırılması,

2. Raab Nehri henüz yağmur nedeniyle yükselmeden Avusturya ve müttefikleri Ordusunun her iki kanadına da uzun süre hiç dokunulmayarak kanatlar serbest bırakılarak ve bu suretle Montecuccoli’ye kendi merkezi için bu kanatlardan yardım ve takviye imkânı verilmesi,

3. Kanatlar hücumlarına pek geç başladığı halde icralarında da gevşek davranılması, buna rağmen bu hücumların netice vereceği ve düşman ordusunun yok olmasına sebep olacağı anda nehir sularının yükselerek harekâtı engellemesi,

4. Şiddetle yağan yağmurların etkisiyle Raab Nehrinin öğleden sonra birdenbire şiddetle taşarak geçit yerinde nehir üzerinde kurulan hafif köprüyü alıp götürmesi ve bu suretle nehrin iki tarafı arasındaki irtibatın ve takviyenin kesilmesi,

5. Ordu beraberinde her şarta göre kurulması mümkün köprü takımlarının ve nehrin karşı sahile hâkim olacak menzilli topların ve hatta düşman ordusuna oranla yeterli miktarda adi topların dahi bulunmaması,

6. Müttefik askerlerin başkumandanı olan Montecuccoli’nin çok iyi yetişmiş, tecrübeli, bilgili, cesur, zeki ve metanetli bir general olması,

7. Bu muharebenin; kendi harp esaslarımızın bozulmaya, Avrupa askerliğinin ilerlemeye başladığı bir zamanda meydana gelmesi. Gerçekten de bu muharebe Avrupa ve Avusturya’nın 30 yıl denen savaşlardan sonra yeni ve hareketli savaş teknikleri tecrübeleri edinerek çıktıkları, Osmanlı Ordusunun ise bu zaman zarfında pek ciddi bir muharebeye katılmadıkları ve müttefik ordularına göre savaş teknikleri açısından daha geride oldukları bir döneme denk gelmiştir.

Bu muharebe aynı zamanda Osmanlı silah teknolojisinin artık eskidiği, Avrupa silah teknolojisinin de gelişim çağı içerisinde olduğu bir zamana denk gelir ve bu muharebe Osmanlının askerî teknoloji olarak geri kalmasının ilk işaretlerini verir… Montecuccoli Osmanlı topçusunun hantal ve ağır olduğu, hâlbuki Koalisyon Ordusunun toplarının ise daha seri, çevik ve isabetli atışları olduğunu hatıratında şu şekilde bahseder: ‘’Çok sayıdaki Türk topları, vurdukları noktada etkili olmalarına karşın kullanımda atak değil, yeniden yüklenmesi ve onarımı ise zaman alıyor. Çok miktarda cephane tüketiyor, gürültü yapıyor ve çarkları, yatakları, siper ve toprak setleri parçalıyor. Bizim toplarımız daha kullanışlı ve bizim Türklerden daha üstün oluşumuzun sırrı burada...’’[38]

Montecuccoli ise çağının en iyi generalidir. Eserleri tüm Avrupa askerî düşünürlerini ve generallerini etkiler, Napolyon dahi onun eserlerini okuyarak bilgi edinir.

Mohaç Meydan Muharebesi ile mukayese edildiğinde; orada Macar Ordusu kesin bir yenilgiye uğradığı halde bu kısa süreli zafere rağmen Osmanlı Ordusu her ihtimale karşı asker, at üstünde ve silah elde olarak harp meydanında kalırken; bu muharebede ise nehri geçen kuvvetler başlangıçtaki zaferi yeterli görüp emniyeti de terk ederek süvariler at üzerinden inerek ıslak elbiselerini kurutma gayretine girerler...  Bu durum; taktik kurallar içerisinde yer alan ‘‘hedefte tertiplenme ve yeniden teşkilatlanma’’ faaliyetinin ne kadar önemli olduğunu gösterirken aynı zamanda da Osmanlı Ordusunun artık Kanuni zamanındaki disiplininin ve askerî bilgisinin de kaybolduğuna işaret eder…

Bu muharebenin Avusturya’ya etkisi

Bu muharebenin Avusturya açısından en önemli sonuçlarından birisi de bu muharebenin Avusturya tarafından bir zafer olarak adlandırılması ile Avusturya’ya göre Osmanlı Ordusunun Avrupa’da ilk defa olarak yenilgiye uğratılıyor olarak gösterilmesidir.

Böyle bir psikolojik etkiye Avusturya’nın o zaman için ihtiyacı vardır. Avusturya’ya göre Osmanlı Ordusunun ‘‘yenilmez’’ unvanı sona eriyordur ve Osmanlı Ordusu artık ‘‘yenilebilir’’ bir hale gelmiştir. Bu etkiyi Avusturya 1683’de çok iyi bir şekilde kullanacaktır.

Bu duyguyu pekiştirmek için bazı batılı kaynaklar bu muharebeyi, bu muharebeden 300 yıl önceki Osmanlıların Sırpları ve Macarları yendikleri ‘’Sırp Sındığı’’ muharebesi ile mukayese ederek bu muharebeye ‘‘Türk Sındığı’’ ismi ile anarlar.[39]

Seferin lojistik açıdan incelenmesi

İstanbul’dan Avusturya sınırlarına kadar olan uzaklığa 100.000 mevcudu aşkın bir ordunun bütün silah, araç ve gereçleriyle yürümesi Türk Ordusu’nun hareket yeteneği bakımından üstünlüğünü işaret eder. Bu arada büyük bir orduyu ana vatandan uzaklarda beslemek, bütün ihtiyaçlarını sağlamak Türk Ordusu’nun lojistik bakımından da yeterli olduğunu ve seferin iyi hazırlandığını gösterir.

Buna karşılık Avusturyalılar kendi topraklarında aç ve susuz kalırlar.[40] Bizzat Montecuccoli anılarında ordusunda yiyecek ve cephaneleri kalmadığı için Türk Ordusunun takip edemediklerini, kendi ikmal işlerinin çok başıbozuk, Türklerdeyse mükemmel olduğunu yazar.[41]

Bazı Macar tarihçilere göre Osmanlı Ordusunun vurucu kuvvetinin Avrupa’da erişebileceği son hudut Macaristan arazisidir. Bu tarihçilerden Géza Perjés’[42] bu devirde bir ordunun en çok günde 20 km yol alabileceğine, insanların ve hayvanların dinlenmesi, erzak ve yem tedariki dolayısıyla da her dördüncü veya beşinci günü istirahat etmesi gerektiğine göre, günde ortalama 15 kilometrelik yol alabileceği neticesini çıkarır.

Ulaşım, erzak ve yem temini, konaklama güçlükleri dolayısıyla, kışın harbe çıkılmaz ve bu sebeple seferler ilkbahar ile sonbahar arasındaki aylarda yapılabilir. Bu zamanın 180 gün olduğu kabûl edildiğine göre ve günde 15 kilometre yürünebildiği anlaşılınca, bir ordunun bir harp mevsimi içerisinde alabileceği en uzun yol 2.700 kilometredir. Bu sayıdan dönüş çıkarılınca 1.350 km elde edilir. Lâkin 180 günlük muharebe zamanının en az bir ayı çarpışmalara ayrılınca, ordunun vurucu tesir sahası 900 km eder. Bu hesaptan anlaşılacağına göre, çarpışmalara ayrılması gereken 30 gün aşıldığı takdirde, ordunun kışlalara dönmesi gerektiğinden düşmanla muharebe suretiyle elde edeceği neticeyi alamadan çekilmeye mecbur kalacağı açıktır.

Bu hesabı dikkate Alan Fazıl Ahmet Paşa 1663 Uyvar Seferinden sonra İstanbul’a geri dönmez ve kışı Belgrat’ta geçirir. Kış içerisindeki Avusturya tehditlerini manevraları ile bertaraf eder. Ancak 1 Ağustos 1664 St. Gotthard Muharebesinden sonra kendisinin planladığı Girit Seferi, mevsim ve dönüş şartları nedeniyle ve Vasvar Antlaşmasının kendi lehine sonuçlanması üzerine bu seferden kesin neticeyi alamadan (Avusturya Ordusunu imha edemeden) İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Avusturya kaynaklarının iddia ettikleri gibi Fazıl Ahmet Paşa bu muharebede yenildiği için geri dönmemiştir.

Milli kaynakların önemi

Bu muharebeden çıkarılacak en büyük sonuç ise tarih araştırmalarında yabancı kaynaktaki bilgilerin mutlaka yerli ve milli kaynaklarla mukayesesinin yapılması gerektiğidir. Bu mukayese yapılmadan yabancı kaynaktaki bilgilerin doğruluğuna şüphe ile yaklaşılmalıdır. Her ülke şimdiki ve gelecekteki nesillerine övünç ve şeref duyacakları bir tarihi geçmiş bırakmak istemekte ve bu nedenle de tarihi olayları ve kayıtları kendileri lehine sübjektif olarak değerlendirmektedirler.

Ancak bizde bu böyle değildir… Tabii ki tarihi olayların objektif olarak verilmesi ve değerlendirilmesi gerekir. Subjektif bir tarih bilgisi ve yorumu tabii ki arzu edilmez. Ancak bazı akademisyenlerin kendi tarihlerini bilmeden yabancı kaynakları esas almaları ve kendi tarihini küçültmeleri kabul edilir bir şey değildir. Örneğin bir tarihçi akademisyen (Dr. Erhan AFYONCU, şimdi Prof. Dr.) Avusturya kaynaklarını esas alarak yazdığı bir makalesinde St. Gotthard’da Avusturya Ordusunun kendisinden çok daha güçlü olan Osmanlı Ordusunu mağlup ettiğinden bahseder... Yine bu akademisyen aynı yazısında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dan bahsederken yine Avusturya kaynaklarını esas alarak Kara Mustafa Paşa’nın kemiklerinin ve kafatasının ayrı ayrı Avusturya’da olduğunu iddia eder.[43]  Hâlbuki Türk kaynaklarına göre Kara Mustafa Paşa’nın kafatası bal dolu bir kıl torba içerisinde Edirne’ye getirilmiş, burada saray avlusunda ibret taşında sergilenmiş ve naaşı İstanbul Beyazıt’taki Kara Mustafa Paşa Türbesine nakledilmiştir.[44][45]  Ancak burada daha hazin ve daha vahim olan ise kendi tarihinden ve ‘’milli’’ kaynaklardan böylesine bi haber bu akademisyenin başında ‘’milli’’ sıfatı olan bir üniversitenin (Milli Savunma Üniversitesi) halen rektörlüğünü yapıyor oluşudur…  

1664 St. Gotthard / Mogersdodf Muharebesinden Avusturya’da kalan izler.

Avusturya’ya göre bu muharebede bir zafer elde edildiği ve Osmanlı Ordusu Avrupa’da ilk defa yenildiği için bu zafer bütün Avrupa’da kutlanır, şiirler yazılır, şarkılar bestelenir, anıtlar dikilir, resimler yapılır, kitaplar yazılır ve paralar basılır… Tabii Osmanlı Ordusundan ele geçirilen eserler ve ganimetler de çeşitli müzelerde sergilenerek muhafaza edilir…

Bu bölümde bunların önemli olanlarına kısaca yer verilmesinin uygun olacağı değerlendiriyorum:

Muharebenin icra edildiği Mogersdorf köyünün hemen kuzeyinde yer alan Schlössberg üzerinde yapılan müzede (daha önce bitki kurutma odası olarak kullanılan bir binada) muharebede Türklerden ele geçirilen silahların bir kısmı, belge ve resimler sergilenir…

Bu müzenin hemen ilerisinde bu muharebe anısına yapılmış olan küçük bir kilise bulunur. Bu kilise İkinci Dünya savaşında tahrip edilir ancak yeniden tekrar yapılmaz ve 1664’ün 300. yılı kutlamaları çerçevesinde 1984 yılında yeniden restore edilerek tahrip edildiği haliyle bırakılır. Bu kilisenin hemen yanında bu muharebenin anısına 15 m yüksekliğinde bir haç dikilir.  

Weisses Kreuz, Fotoğraf: Osman Aydoğan

Muharebenin yapıldığı Raab suyu geçiş yerinin hemen yakınında ve Mogersdorf köyünün batı tarafından girişinde yer alan ‘‘Weisses Kreuz’’ (Beyaz Haç) bu muharebe anısına 1840 yılında yapılır. Diğer bir adı da ‘‘Türkenkreuz’’ (Türk Haçı) olan bu haç üzerinde Almanca, Latince, Macarca ve Fransızca yazılmış bir yazıt vardır;

‘’Nice yürekli kahraman burada,

Göğüs gererek Türkün silahlarına,
Can verdi 1664 yılında
Tanrı, imparator ve vatan uğrunda’’

Friedenstein, Fotoğraf: Osman Aydoğan

Bu haçın hemen yanında 1.60 m boyunda ve 1984 yılında yapılmış olan ‘‘Friedensstein’’ denilen bir Türk anıtı vardır. Bu anıtın iki yüzünde Almanca ve Türkçe yazılmış bir yazıt vardır; ‘‘Den im Jahre 1664 gefallenen türkischen Soldaten gewidmet - Friede allen, die hier ruhen’’ (1664 yılında şehit düşen Türk askerlerine ithaf edilmiştir. Burada herkes huzur içinde yatsın) Diğer iki yüzünde de çeşitli dillerde BARIŞ yazısı bulunur: FRIEDE, BARIŞ, BEKE, MIR VE PAX

Beyaz Haç’ın yaklaşık 300 m doğusunda köy tarafında yine savaşın anısına 1670 yılında yapılmış küçük bir kilise bulunur. ‘’Annakapella’’ denilen bu kilisenin özelliği bir Türk çadırına benzer şekilde yuvarlak bir biçimde yapılmış olmasıdır. Halk arasındaki inanışa göre bu muharebede Avusturyalıları Türklerden Hz. Meryem koruduğu için kendisine adak olarak bu kilise yapılır. Ayrıca yörede anlatılanlara göre 19. Yüzyılın sonuna kadar her yıl 1 Ağustos günü bir Türk heyeti gelerek bu kilisede şehit Türk askerlerinin anısına çelenk koyarlarmış. Hatta şekli Türk çadırına benzediği için kilisenin Türkler tarafından yapıldığına dair inanışlar da bulunmaktadır.[46]

Mogersdorf köyü Kilisesinin duvarlarında da 1912 yılında yapılmış olan ve bu muharebeyi anlatan bir resim bulunur.

Mogersdorf köyünün hemen yakınındaki Fürstenfeld'de bu muharebe anısına dikilen '‘Mariensäulen’’ (Maria sutunu) Bu anıtın dikiliş hikâyesi farklıdır. 1 Ağustos 1664 günü bir kısım Avusturya askeri Türklerin ilk hücumunda yenildiklerini zannederek bu köye (Fürstenfeld) dolarlar. Halkta panik başlar. Köyde büyük maddi zararlar meydana gelir. Ancak daha kötüsü Avusturyalı askerler köylülere bir salgın hastalık bulaştırırlar ve Ağustostan Ekime (1664) kadar  köyde bu hastalıktan dolayı 300 insan ölür. Bu anıt 1668 yılında köyün bu hastalıktan kurtulmanın anısına dikilmiştir. Kaynak: Militärhistorische Schriftenreiche, Heft, 64

Mogersdorf köyünün hemen yakındaki Fürstenfeld’de, Graz’da, Ilz, Gleisdorf, Pischelsdorf ve Mureck’de bu muharebe anısına dikilmiş ‘‘Mariensäulen’’ isimli anıtlar bulunur…  

Montecuccoli’nin Süvari Komutanı olan Graf Johann von Sporck’un zırhı Viyana Askerî Müzesinde muhafaza edilir. Viyana Askerî Müzesinin hemen girişinde sol tarafında Montecuccoli’nin, sağ tarafında ise Sporck’un bir heykeli bulunur. İlginç olanı Sporck’un heykelinin ayakları dibinde başı kesilmiş bir yeniçeri kafası heykelinin de sergileniyor olmasıdır.

Viyana Askerî Müzesi girişindeki Montecuccoli’nin Süvari Komutanı olan Graf Johann von Sporck’un heykeli. Ancak burada dikkati çeken husus heykelin ayakdibindeki bir kesik yeniçeri kafasının sergileniyor olmasıdır. Fotoğraf: Osman Aydoğan

Viyana Askerî Müzesi girişindeki Montecuccoli’nin Süvari Komutanı olan Graf Johann von Sporck’un heykeli. Ancak burada dikkati çeken husus heykelin ayakdibindeki bir kesik yeniçeri kafasının sergileniyor olmasıdır. Fotoğraf: Osman Aydoğan

Viyana Askerî Müzesinde sergilenen bir ilginç bir ganimet daha vardır; günün saatlerinden başka, haftanın günlerini ve aylarını gösteren gümüş bir muhafaza içerisindeki bir cep saatidir bu. Osmanlı takvimine göre 1 Ağustos 1664 öğleden sonra üçte durmuş, halen bu vakti göstermektedir. Saat bir Türk komutana aittir.

Viyana Askerî Müzesindeki St. Gotthard muharebesinden kalan bir Osmanlı Subayın ait saat. Saat günün saatlerinden başka, haftanın günlerini ve aylarını gösteren gümüş bir muhafaza içerisindeki bir cep saatidir bu. Osmanlı takvimine göre 1 Ağustos 1664 öğleden sonra üçte durmuş, halen bu vakti göstermektedir. (Kollarınızdaki İsviçre saatleri ile mukayese etmek üzere.. Yıl 1664) 

Müzede ayrıca bu muharebede ele geçirilen bir Türk’e ait zincir bir gömlek de sergilenir.

Avusturya Sanat Tarihi Müzesinde (Kunsthistorischemuseum) de bu muharebe anısına basılan paraların bir kısmı sergilenir.

Graz’da ve Eisenstadt’daki Eyalet Arşivlerinde ve Viyana’daki Harp Arşivi Dairesinde bol miktarda bu muharebede kullanılan harita ve dokümanlar bulunur.  

Montecuccoli’nin kendi el yazması bu muharebe ile ilgili yazıları da Viyana’daki Harp Arşivi Dairesindedir. 


Bu muharebeyi Avusturya’da canlı tutan ve kuşaktan kuşağa yayılmasını sağlayan önemli nedenlerin birisi de ünlü şair Rainer Maria Rilke’nin ‘‘Sancaktar Christoph Rilke’nin aşkının ve ölümünün şarkısı’’dır. (Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke) Christoph Rilke’nin 1899 yılında yazdığı bu şiirinin ana kahramanı yine adı Christoph Rilke olan ve Sporck’un süvari birliğinde bu muharebeye katılmış ve Sporck’da kendisine sancaktarlık unvanını verdiği bir askerdir.

Avusturya Geseke’de Papaz Schmidt Diehl tarafında 1900 yılında Sporck’un 300’üncü doğum günü nedeniyle yazılan şiir bestelenerek hala Geseke’deki festivallerde söylenmektedir. Bu şarkının CD’si de halen Geseke’de Heimatverein’da (Yurt Birliği) satılır.

Avusturya kaynaklarına göre Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya ait olduğu iddia edilen gerçek bir kuru kafa Viyana Şehir Tarihi Müzesinde sergi salonunda 1983 tarihine kadar sergilenir. 1983 yılında bu kuru kafa Viyana Şehir Tarihi Müzesinin teşhir salonundan müzenin deposuna kaldırılır. Halen burada muhafaza edilmektedir. Aynı zihniyetle Viyana Askerî Müzesinde mermerden kesik bir yeniçeri kafası heykeli Sporck’un ayakları dibinde, müze girişinde sergilenir.

Fazıl Ahmet Paşa’nın Biyografisi

Fazıl Ahmet Paşa Köprülü Mehmet Paşa’nın büyük oğludur. 1635 yılında Vezirköprü’de doğar. Yedi yaşında iken İstanbul’a getirilerek medrese eğitimi alır, müderris olur, 22 yaşında iken babası Sadrazam olunca Erzurum Valiliğine atanır. Daha sonra Şam ve Halep valiliklerinde bulunur…


Babası Köprülü Mehmet Paşa ölünce yerine 1661 yılında 26 yaşında iken Sadrazam olarak atanır. Osmanlı tarihinin en önemli sadrazamlarından ve devlet adamlarından birisidir.

Fazıl Ahmet Paşa’nın araştırma içinde bahsedildiği gibi Kanuni Sultan Süleyman’ın kuşatıp alamadığı Uyvar kalesini fethi esnasında askerlerine karşı tutumu ve ihsanları, şehri ele geçirdikten sonra Hristiyan halka tanıdığı can, mal ve yaşama güvencesi, centilmenliği ile ona Avrupa’da büyük bir ün kazandırır. Avrupa’da adından çokça söz ettiren Fazıl Ahmet Paşa, Fransızca ‘’Fort Comme Un Turc’’ yani ‘’Türk gibi güçlü’’ deyiminin doğmasına neden olur. Bugün hala Fransızcada kullanılan bu deyim, güçlü ve dayanıklı anlamlarıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.

Fazıl Ahmet Paşa üç sene Avusturya ve Macaristan’da, iki buçuk sene Venediklilerle Girit’te (Kandiye Kalesinin fethi Avrupa ülkeleri askerî okullarında ders olarak okutulmaktadır), üst üste üç sene Lehistan’da savaşır. Bu suretle 15 sene süren sadrazamlığının dokuz senesi cephede muharebe ile geçer…

Hasta olarak padişahla Edirne’ye giderken yolda ağırlaşarak 3 Kasım 1676 günü Ergene civarındaki Karabiber Çiftliği’nde 43 yaşında vefat eder… Ölümü Osmanlı tarihi için büyük bir kayıp olur. Kaynaklardan anlaşıldığına göre ölüm nedeni olarak aşırı çalışmaya bağlı yorgunluk ve yıpranma gösterilir… Cenazesi İstanbul’a nakledilerek Divanyolu’nda babasının yanına defnedilir… Ölümü üzerine kendisinden duyulan memnuniyetin ve güvenin bir göstergesi olarak üvey kardeşi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadrazamlığa getirilir…

Fazıl Ahmet Paşa iyi bir eğitim almış, olgun, bilgili, dürüst ve mert bir yapısı vardır. El yazısı hattat derecesinde iyidir. Silahtar tarihi yazarı yaşıtı Mehmet Halife, Fazıl Ahmet Paşa hakkında o zamanki kelimelerle şu ifadeyi kullanır: ‘‘..Pâşâyı mezbur âlim ve halim ve selim, fâzıl, kâmil, âdil, uğru açık, aklü firasette ve fikri kiyasette ve sehâ ve keremde rahm ve şefakette bî-nazîr, hüsn-i hulk sâhib-i, âli-cenab, çelebi-meşreb ve zamane vezirlerinin serefrâzı ve misli bulunmaz gazi bir adamdı’’ (Adı geçen paşa, bilgin, yumuşak huylu, kusursuz, erdemli, olgun, adaletli, uğru açık, akıl ve anlayışta ve cömertlikte, yardım edicilikte, esirgeyip korumakta benzersiz, güzel ahlak sahibi, şerefli, zarif, görgülü, zamanın vezirlerinin en üstünü ve benzeri bulunmaz gazi bir adamdı) demektedir. Yumuşak huylu, anlayışlı ve fazilet sahibi olduğu için kendisine ‘’Fazıl’’ lakabı takılır… İcazetli bir hattat, nesir alanında iyi bir kalem, fıkıh ve felsefe alanında da iyi bir akademisyendir.

İstanbul Divanyolu’nda babasının medrese ve türbesinin yakınındaki kütüphaneyi Fazıl Ahmet Paşa yaptırır ve sahip olduğu kitaplarını oraya vakfeder… Kendisinin namına Uyvar, Kamaniçe ve Kandiye’de birer camii vardır.

Fazıl Ahmet Paşa’nın çocukları olmayıp Köprülü Ailesi şehit kardeşi Fazıl Mustafa Paşa’dan yürür.[47] Allah rahmet eylesin.

Mogersdorf, Viyana’ya iki saat mesafede güney tarafında Avusturya – Macaristan –Slovenya sınırı üçgenindedir. Avusturya’daki tek şehitliğimiz Mogersdorf’da bulunan ‘‘Friedenstein’’ ismi verilen yukarıda bahsi geçen bu anıttır. Burada yatan şehitlerimiz ruhlarına Fatiha okuyacak ziyaretçilerini beklemektedir.

Osman AYDOĞAN

Notlar:

1. Bu araştırmam için kimseden görev, talimat, emir ve izin almadım. Amacım; bu muharebe için Avusturya kaynaklarını esas alıp da bizzat Türk tarihçiler tarafından Fazıl Ahmet Paşa’ya yapılan bir haksızlığı ortadan kaldırmak ve Fazıl Ahmet Paşa’nın hakkını teslim etmektir... Başarılı olmuşsam ne mutlu bana…


2. Bu araştırmam için Viyana Üniversitesi Tarih Bölümü akademisyenlerinden Dr. Kerstin Tomenandal, Dr. İnanç Feigl (Prof. Dr. Erich Feigl’in manevi evlâdı), Avusturya Ordusundan Tümgeneral Heinrich Schmidinger ve Macar asıllı zarif eşi Eva Schmidinger ile beraber ailece Mayıs 2001 yılında bir hafta süreyle Macaristan’da Fazil Ahmet Paşa’nın at üzerinde yaptığı seferi biz otomobille adım adım takip ederek St. Gotthard muharebe alanına geldik. Graz Üniversitesi Tarih Bölümünde şimdi ismini hatırlayamadığım bir akademisyen (Doç. Dr.) de bize St. Gotthard’da iştirak etti. St. Gotthard muharebe alanını hep beraber adım adım dolaştık. Rab Nehrindeki geçiş yerini, muharebeyi inceledik. Yine Avusturya Ordusundan Tuğgeneral Heribert Temmel bana bu muharebe hakkındaki tarihi kaynakları ulaştırdı. Yine Viyana Üniversitesi Tarih hocalarından Prof. Dr. Bertrand Michael Buchmann hem bana bu konudaki kitabını verdi hem de anlatımıyla bana danışmanlık yaptı.

Ahmed Muhtar Paşa’nın ‘’Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki, Esfar-ı Osmaniye Hatıraları, Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu, İstanbul 1326’’ isimli eserini yetersiz Osmanlıcam nedeniyle Sn. Dr. Öğ. Alb. Ahmet Tetik bu çalışmam için 2001 yılında Osmanlıca aslından Türkçeye çevirdi. (Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın bu eserinin ilk Türkçe baskısı ‘’Sengotar’da Osmanlı Ordusu’’ adıyla ilk olarak 2005 yılında yapıldı- Emre Yayınları, İstanbul, 2005) 

Burada bu dostlarımı minnetle ve şükranla anıyorum…  

3. Bu çalışmamı önce Silahlı Kuvvetler Dergisinde (Ocak 2004, sayı: 379) sonra da Mehmetçik Vakfı Dergisinde (Mayıs 2015, sayı: 32) yayınladım ola ki gerçek bir tarihçinin dikkatini çeker de üzerinde çalışma yapar diye. Bu yazım bu dergilerde yayınladığım yazımın geniş bir özeti şeklindedir. Mehmetçik Vakfı dergisindeki yazımın bağlantısını aşağıda veriyorum. (s: 39-56)
https://www.mehmetcik.org.tr/site/assets/files/1368/mehmetcik-vakfi-dergisi-sayi-32.pdf

Dipnotları

[1] Bertrand Michael BUCHMANN, Österreich und das Osmanische Reich. Eine bilaterale Geschichte, WUV- Universitätsverlag, 1999, s. 125

[2] Yılmaz ÖZTUNA, Büyük Türkiye Tarihi, 5. Cilt, Ötüken Yayınları, İstanbul 1977, s. 384

[3] İsmail Hami DANIŞMEND, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 3, Türkiye Basımevi, İstanbul 1950, s.435

[4] Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki Ahmet Muhtar, Esfar-ı Osmaniye Hatıraları. Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu, İstanbul 1326

[5] Fındıklılı Mehmet Efendi, Silahtar Tarihi, Cilt X, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1928, Topkapı H., 1336

[6] Mufassal Osmanlı Tarihi, 4. Cilt, Baha Matbaası, İstanbul 1960

[7] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, III. Cilt 3. Kısım, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No. 2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1981

[8] Ord. Prof. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi III. Cilt, I. Kısım, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XIII. Dizi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983, s. 412-413

[9] İsmail Hami DANIŞMEND, a.g,e. s. 434-435

[10] Sengotar Muharebesi 1664, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi IIIncü Cilt 3 ncü Kısım Eki, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No.2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1978

[11] Kurt PEBALL, Die Schlacht bei St. Gotthard-Mogersdorf 1664, Militärhistorische Schriftenreiche, Heft 1, Militärhistorisches Institut, ÖBV Pädagogischer Verlag GmbH, Wien, 1997

[12] Raimund Graf MONTECUCCOLI‚ Della guerra col Turco in Unghheria’ (Über den Krieg mit den Türken in Ungarn), Aforismi dell’arte bellica (Gedanken über die Kunst des Kriegführens), im Kriegarschiv Wien

[13] Raymond Graf MONTECUCCOLI , Fenni Harp, Tercüme Latif Bin İbrahim el yazısı, Nuri Osmaniye Kitaplığı, No. 3237

[14] Leopold TOIFL und Hildegarb LEITGEB, Die Türkeneinfälle in der Steiermark und in Kärnten vom 15. bis zum

[15] Georg SCHREIBER, Edirne’den Viyana kapılarına kadar Türklerden kalan, Milliyet yayınları No: 4

[16] Georg SCHREIBER, a.g.e., s. 112-201

[17] Von HAMMER Purgstall Joseph, ‘Büyük Osmanlı Tarihi’, Üçdal Neşriyat, Okusan Yayınevi, İstanbul 1989

[18] Bertrand Michael BUCHMANN, ‚a.g.e., s. 128-129

[19] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s.300-301

[20] Georg SCHREIBER, a.g.e. S. 203

[21] Kurt PEBALL, a.g.e. S. 13

[22] 800 Jahre Mogersdorf, Marktgemeinde Mogersdorf, Universitätbuchdruckerei Styria, Graz, s. 42

[23] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, s. 302

[24] Bertrand Michael BUCHMANN, a.g.e. s. 128

[25] Georg SCHREIBER, a.g.e. s. 202

[26] Ebubekir S. YÜCEL, ‚Mühürdar Hasan Ağa’nın Cevahirüt Tevarihi’ (Basılmamış Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1996)

[27] Kurt PEBALL, a.g.e., s. 17

[28] Raimund Graf MONTECUCCOLI, a.g.e.

[29] Yılmaz ÖZTUNA, a.g.e., s.386

[30] Ord. Prof. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, a.g.e., s. 412

[31] İsmail Hami DANIŞMEND, a.g,e. s. 435

[32] Bertrand Michael BUCHMANN, a.g.e. S. 129

[33] İsmail Hami DANIŞMEND, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 3, Türkiye Basımevi, İstanbul 1950, s. 435

[34] Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, a.g.e., s. 303

[35] Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki Ahmet Muhtar, a.g.e.

[36] Bertrand Michael BUCHMANN, a.g.e. s. 130

[37] Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki Ahmet Muhtar, a.g.e.

[38] Raimund Graf MONTECUCCOLI, a.g.e.

[39] Purgstall Joseph von HAMMER, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 6, 2. Baskı, Üçdal Neşriyat, Okusan Yayınevi, İstanbul 1989, s. 135

[40] Sengotar Muharebesi 1664, a.g.e., s. 45

[41] Raimund Graf MONTECUCCOLI, a.g.e.

[42] Géza PERJÉS, Mohaç Meydan Muharebesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988, 14-15

[43] Dr. Erhan AFYONCU, Kara Mustafa Paşa, Hürriyet Tarih, 6 Ağustos 2003, s. 9

[44] N. Berin TAŞAN, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Mezarı ve Viyana Müzesindeki Kafatası, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Uluslararası Sempozyumu, Merzifon, 08-11 Haziran 2000, Ankara 2001, s. 289-293

[45] M. Münir AKTEPE, Mustafa Paşa, İ A.., C. VIII, s. 738

[46] 800 Jahre Mogersdorf, a.g.e. s. 56

[47] Ord. Prof. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi III.Cilt, 2.Kısım, Osmanlı Vezir-i Âzamları, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983, s.418-420

Kaynaklar:

Avusturya kaynakları

1. BUCHMANN Bertrand Michael, Österreich und das Osmanische Reich. Eine bilaterale Geschichte, WUV- Universitätsverlag, 1999


2. Von HAMMER Purgstall Joseph, ‚Büyük Osmanlı Tarihi’, Yay. Haz. Mümin ÇEVİK, Erol KILIÇ, Cilt 6, 2. Baskı, Üçdal Neşriyat, Okusan Yayınevi, İstanbul 1989

3. MONTECUCCOLI Raimund Graf, Della guerra col Turco in Unghheria (Über den Krieg mit den Türken in Ungarn), Aforismi dell’arte bellica (Gedanken über die Kunst des Kriegführens), im Kriegarschiv Wien

4. PEBALL Kurt, Die Schlacht bei St. Gotthard-Mogersdorf 1664, Militärhistorische Schriftenreiche, Heft 1, Militärhistorisches Institut, ÖBV Pädagogischer Verlag GmbH, Wien, 1997

5. PERJÉS Géza, Mohaç Meydan Muharebesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988 (Macar Kaynağı)

6. SCHREIBER Georg, Edirne’den Viyana kapılarına kadar Türklerden kalan, Milliyet yayınları No: 4

7. SCHEUCH Manfred, Historischer Atlas Österreich, Der Standard Bibliothek, Verlag Christian Brandstätter, Wien 1994

8. TOIFL Leopold und LEITGEB Hildegarb, Die Türkeneinfälle in der Steiermark und in Kärnten vom 15. Bis zum 17. Jahrhundert, Militärhistorische Schriftenreiche, Heft 64, Militärhistorisches Institut, Bundesverlag Wien, 1991

9. 800 Jahre Mogersdorf, Marktgemeinde Mogersdorf, Universitätbuchdruckerei Styria, Graz

Türk kaynakları

1. Ahmet Muhtar, Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn Nazırı Erkân-ı Harp Feriki, Esfar-ı Osmaniye Hatıraları, Sen Gotar’da Osmanlı Ordusu, İstanbul 1326


2. DANIŞMEND İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 3, Türkiye Basımevi, İstanbul 1950

3. Fındıklılı Mehmet Efendi, ‚Silahtar Tarihi’, Cilt X, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1928, Topkapı H., 1336

4. ÖZTUNA Yılmaz, ‚Büyük Türkiye Tarihi’, 3. Cilt, Ötüken Yayınları, İstanbul 1983

5. ÖZTUNA Yılmaz, ‚Büyük Türkiye Tarihi’, 5. Cilt, Ötüken Yayınları, İstanbul 1977

6. UZUNÇARŞILI Ord.Prof. İsmail Hakkı, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Osmanlı Tarihi II.Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983

7. UZUNÇARŞILI Ord.Prof. İsmail Hakkı, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Osmanlı Tarihi III.Cilt, I.Kısım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983

8. UZUNÇARŞILI Ord.Prof. İsmail Hakkı, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, XIII. Dizi, Osmanlı Tarihi III.Cilt, 2.Kısım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983

9. YÜCEL Ebubekir S., Mühürdar Hasan Ağa’nın Cevahirüt Tevarihi (Basılmamış Doktora Tezi, Erciyes Üniversitesi, 1996)

10. YÜCEL Yaşar, Prof. Dr. Muhteşem Türk Kanuni ile 46 Yıl, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XXIV. Dizi, sa.1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1987

11. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Osmanlı Devri, IIIncü Cilt 3ncü Kısım, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No. 2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1981

12. Sengotar Muharebesi 1664, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi IIIncü Cilt 3 ncü Kısım Eki, Gnkur. ATASE Bşk.lığı As. Tarih Yayınları No.2, Gnkur. Basımevi, Ankara 1978

13. Mufassal Osmanlı Tarihi, 4. Cilt, Baha Matbası, İstanbul 1960

14. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Uluslararası Sempozyumu, Merzifon, 08-11 Haziran 2000, Ankara 2001




1532 Viyana Seferi ve bu seferde yaşanmış iki olay

03 Mayıs 2021


Üst üste tarih ile ilgili olarak yazınca 1532 yılında Avusturya'ya yapılan bir seferi ve bu seferde kimseciklerin pek bilmediği birebir yaşanmış gerçek iki olayı anlatmak istedim... Çünkü tarihi ‘’tarih’’ yapan ve tarihi daha çekici, daha sevimli ve cezbedici hale getiren içindeki ayrıntılardır... Gündemin, siyasetin, ekonominin ve havanın Koronavirüs gibi boğucu olduğu bu günlerde bir nebze de olsa nefes alalım istedim! 

Ancak bu iki olayı tarihteki yerine oturtmak için çok kısa (!) bir giriş yapmam gerekiyor!…

Bizler Osmanlının Viyana’ya iki sefer yaptığını biliriz… İlki 1529 ve ikincisi de 1683.. Bu bilgiler gerçeği yansıtmaz. Osmanlının Viyana’ya toplam beş seferi vardır.

Tarihte Viyana'ya yapılan Türk seferleri

Viyana hedeflenerek yapılan ilk sefer 1528 seferidir.

Kanuni 1528 ilkbaharında İstanbul’da toplanan ordusuyla harekete geçip Filibe civarında büyük bir ovada ordugâh kurar… Rumeli ordusunun toplanması burada beklenilir… Fakat gece başlayan sağanak yağışlar ırmakları kabarttır ve taşkınlar baş gösterir, küçük dereler büyük sel akıntılarına dönüşür, sel çadırları sürükleyip götürür, depo edilmiş cephane ve yiyecek stoklarını yok eder, onlarla beraber içinde askerlere verilecek paraların da bulunduğu mahfazalar ve sandıklar da sulara kapılarak gider… Her yanı kaplayan kargaşalık içerisinde Sultan bile ölüm tehlikesi atlatır… Dev boyutlarda malzemenin kaybolması bir yana ordunun morali de bozulur… 1528 yılında başlatılan bu seferden Sultan vazgeçmek zorunda kalır… Hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a geri dönülür…


1529 Seferi

İkinci sefer bizim aslında ‘’Birinci’’ diye bildiğimiz 1529 seferidir… Bu sefer ayrı bir yazı konusudur. Bu nedenle burayı geçiyorum…


Üçüncü sefer ise 1532 seferidir…

Yazımın başında bahsettiğim kimseciklerin pek bilmediği iki olay işte bu sefer esnasında geçer…


Bu iki olaya geçmeden önce yaşadığım bir hatıramı anlatmak istiyorum…

Yıl 2002. Macaristan’a yapılan resmi bir gezide heyet başkanıyım… Heyete, bize bir Macar tümgeneral refakat ediyordu… Szombathely şehrinde bir Macar askerî eğitim merkezini ziyaret edecektik. Kışlaya giriş yaptık. Kışla girişinde bizi törenle karşıladılar… Bina girişinde iç mekânda sağ taraf duvarda camekân içinde bir büst vardı. Büstün altında da ‘’Niklas Yurisiç’’ (Jurisich Miklos) ismi büyük harflerle yazılmıştı. Heyete refakat eden Macar tümgenerale sordum: ‘’Bu Niklas Yurisiç kimdir?’’ Macar tümgeneral cevap veremedi... Bize karşılayan kışla komutanı da yanımızdaydı, benim sorumu tümgeneral kışla komutanına sordu. O da bilemedi... Bu sefer kışla komutanı refakatindeki subaylara sordu... Onlar da bilemedi… Kimseden cevap alamayınca ‘’bakın ben size Niklas Yurisiç’i tanıtayım’’ dedim...(Kendi çektiğim Niklas Yurisiç’in bu fotoğrafını yazımın sonunda veriyorum)

‘’Bu Hırvat Beyi Niklas Yurisiç’e siz Macarlar ve Avusturyalılar çok şey borçlusunuz’’ dedim ve başladım anlatmaya:

Köszeg kuşatması

‘’1532 seferinde Kanuni Sultan Süleyman komutası altındaki Osmanlı Ordusunun gücü 130 000 ile 220 000 arasında değişmekteydi. Bu kadar çok insan ve hayvanı besleyebilmek için yürüyüşün üç yıl önce yapılan (1529) seferinin dışında kalmış bir bölgeden geçecek şekilde yapılması gerekliydi. Bunun için tekrar Budin üzerinden değil de, güneyde Plattensee (Balaton Gölü) yanından gidilmesi gerekiyordu. Böylece ordu bugün için Macaristan’ın kuzeyinde Avusturya sınırına yakın müstahkem Güns (o zaman adı Köszeg idi) kenti önüne varır...  9 Ağustos 1532 de kuşatma başlatılır… Şehri, işte kışla girişinde büstü bulunan Hırvat Beyi Niklas Yurisiç pek fazla bir umudu olmadığı halde inatla savunur… Kuşatma tam üç hafta sürer…


Burada cevaplanamayan soru, Sultanın neden burada bu kadar uzun bir süre oyalandığıdır. Aslında kenti kuşatmak için bir kaç bin kişi yeterdi, asıl ordu da pekâlâ Viyana üzerine yürüyebilirdi. Bir ihtimal, Sultanın Közseg’i zapt edemezse, Viyana önünde başarıya ulaşamayacağına inanıyor olmasıdır. Bir ihtimal de Viyana kuzeyinde toplanan imparatorluk ordusunun Közseg kuşatmasına yardıma geleceğinin Sultan Süleyman tarafından düşünülüyor olmasıdır. Eğer bu Ordu kuşatmaya yardıma gelecek ise Sultan Süleyman bir meydan muharebesi için uygun alan olan Közseg ile Neusiedlersee arasındaki bölgede muharebeyi kabul edecektir. Bu nedenle de Sultan Süleyman bu bekleme nedeniyle burada muharebe için uygun mevsimi harcar…

Sultan Süleyman, Yurisiç’le yüz yüze yaptığı bir görüşmede, gösterilen mukavemete duyduğu hayranlık dolayısıyla kentin sembolik olarak teslimiyle dahi yetinebileceğini bildirir. On yeniçeri kalenin en yüksek burcuna Türk bayrağı çekecekler, bunlardan başka hiçbir Türk kente girmeyecektir. Yurisiç bu öneriyi seve seve kabul eder, zira savunmayı yürütenlerin yarısı ya ölmüş ya da yaralanmış, cephanesi bitmiştir… Kenti bir gün daha elde tutmak olanaksızdır…

Diğer bir adı Güns olan Köszeg kenti, kurtulduğu günün anısını hala korumaktadır. Kentte her gün saat 11’de kilise çanları çalar, çünkü 30 Ağustos 1532’de Sultan Süleyman, tam bu saatte ordusuna hareket emri vermiştir.’’

Bu noktada Macar tümgeneral bana itiraz etmişti... ‘’Bu mümkün değil’’ demişti... ‘’Bizde kiliseler her gün değil sadece pazar günleri çanlarını çalar’’ demişti… Ben de kendisine ‘’Evet haklısınız, sadece sizde değil tüm dünyada kiliseler pazar günleri çan çalar. Ancak Közseg kenti kilisesi bu kurtuluşun anısına her gün saat 11’de çalar.’’ Bir süre sonra tümgeneral yanımdan ayrıldı... Beş dakika sonra geri geldi... Bana demişti ki; ‘’haklıymışsınız efendim. Közseg kenti Belediye Başkanını aradım. Bu konuyu sordum. Meğer Közseg’de kilise her gün saat 11’da çanlarını çalarmış…’’

Sultan Süleyman, Közseg’den ayrıldıktan sonra Viyana üzerine yürümez, çünkü Niklas Yurisiç’in kendisini oyaladığı üç hafta içerisinde, beklediği Ordu orada toplanır… Gerçi sayıca Türk ordusunun yarısı kadar bile güçlü değildir ama buna karşılık iyi bir topçuya sahiptir, üstelik Sultanın Tuna yoluyla taşınan topları da Estergon’a takılıp kalır… Bu ağır toplar olmaksızın müstahkem hiçbir kent alınamaz. Bunun böyle olduğu Közseg önünde görülmüştü. Aynı durum dönüş yolunda da görülür; Viyana’nın Neustadt’ı o kadar iyi korunur ki, Türkler saldırıya geçmeyi denemezler bile; Hartberg ile Graz’ın da önünden geçerler, Marburg’da (Maribor) saldırı girişiminde bulundularsa da başarı kazanamazlar. Buna rağmen Sultan, İstanbul’a vardığı 18 Kasımda büyük bir zafer şenliği yaptırır…

İşte 1532 seferinde anlatmak istediğim iki ayrıntıdan birisi bu Köszeg kuşatması idi…

Purbach’lı Türkün hikâyesi

Anlatmak istediğim 1532 seferindeki ikinci ayrıntı ise Purbach’lı Türkün hikâyesidir…

Osmanlının bu seferi esnasında da Türk akıncıları ordunun yüzlerce kilometre ilerisinde akın yaparak keşif faaliyetlerinde bulunurlar. Bu sefer sırasında akıncılar Tuna’nın güneyinde kalan hemen hemen her vadiye akın yaparlar. İşte bu akınlardan birisi de Purbach köyüne yapılan akındır. 

Purbach, Neusiedler gölünün batı kıyısında, o zamanki adı Feketevaroş olan bir kasabadır. 1532 Seferi sırasında diğer bağcı köyler gibi Türklerin saldırısına uğramıştı. Köylüler Türkler gelmeden köyü terk ederler… Gelen akıncılardan birisi bir evin mahzenine girer, orada bir fıçı içerisinde şarabı görür, sonra da oturup kana kana şarap içer... Sonra da mahzende sızıp kalır... Sızıp kalınca da arkadaşlarının köyden ayrıldıklarının farkına varmaz… Ayılınca da köye geri dönen köylüleri görür. Korkusundan evin bacasının içine saklanır. Ocakta ateş yakılınca da dumandan boğulmamak için yukarı tırmanır. Böylece bacaya kadar çıkar, orada etrafa bakınırken görülür. Sonra da köylüler bu yeniçeriyi yakalarlar…


Purbachlılar onu asmaya falan kalkmazlar… Aksine vaftiz edilerek dinini değiştirmesini ve yanaşma olarak kasabada kalmasını önerirler.. O da kabul eder… Sonunda yörenin nefis şarapları bir yandan, Purbach’ın kızları öbür yandan verdiği bu karardan asla pişman olmamasını sağlarlar. Daha sonra da kızlardan biri ile evlenince, kaynatası onun taştan bir büstünü yaptırır. Bu heykel onu başında sarığı ile bacadan etrafı gözlediği andaki halini gösteriyor... Bizzat kendi çektiğim bu heykelin fotoğrafı da yazımın sonunda veriyorum…

Bu bir köy efsanesi olabilir, taşlaşmış Türk belki de kimsenin tasviri değil de, sadece bir direniş figürü de olabilir… 1532 yılındaki gibi kendileri açısından geçerli felaketleri savuşturmuş olmayı da simgeliyor olabilir. Gerçek olan bu öykünün bir hayli allanmış pullanmış olarak hala anlatılıyor olmasıdır. Hatta ilkokul çocuklarının okuduğu masal kitabı halinde de halen Avusturya’da satılır. Bu kitabın kapak fotoğrafını da yazımın sonunda veriyorum...

Bu köyde (Purbach) akıncının yakalandığı ev halen olduğu gibi duruyor... Yeniçerinin şarap içtiği mahzen de lokanta haline getirilmiş. . Burada ikram edilen şaraplar da özel olarak üretilmiş ‘’Purbacher Türke’’ (Purbachlı Türk) ismindedir. Köyde o günden bu yana halen şarap üretilmektedir. Şarap köyün tek geçim kaynağıdır…

Ailemle beraber bu köye ilk geldiğimde bu evde mahzende yemek yiyoruz. Her masada küçük bir el broşürü var... Broşür bu olayı kısaca anlatıyor. Broşürün sonunda ‘’Köyde eğer badem gözlü birisini görürseniz bilin ki bu Türkü hatırlatıyor’’ diye bir cümle vardı. ‘’Badem gözlü’’ Almanca ‘’Mandelaugen’’ demekti... Bize hizmet eden çok hoş zarif bir genç kadın garson vardı. Çağırdım, bilmiyormuş gibi ‘’Mandelaugen’’ ne demek diye sordum. Kadın benim gözlerimi göstererek ‘’sizin gözleriniz gibi’’ demişti…

İşte bizim Avrupa’ya ilk işgücü (Almancı!, Gastarbeiter!) ihracımız bu akıncıdır!

Bu sefer sırasında Tuna’nın güneyinde hemen her vadiye dalan Türk akıncılar ve bu akıncılara karşı koyan Avusturya köylüleri

Türk akıncıları ordunun yüzlerce kilometre ilerisinde akın yaparken tabii ki herşey yüzde yüz yolunda gitmezdi. Zaman zaman akıncı askerler anlattığım Purbach'lı asker gibi tutsak da olurlardı. 

Genellikle tutsak düşen Türklerin şansı bu yeniçeri gibi böyle yaver gitmez. Daha doğrusu tutsak alındıkları olmaz, öfkeli köylüler ya onları hemen öldürürler ya da derin bir uçurumdan aşağı hemen atarlar. Aşağı Avusturya’da Pittental’da ‘‘Türkensturz’’ (Türk uçurumu) ve Piestingtal’da, Pernitz’de ‘’Türkenloch’’ (Türkler çukuru) gibi yer adları böyle olayların tanıkları gibidir.  Akıncılar Tuna’nın güneyinde hemen hemen her vadiye dalarlar ve her yerde de atlısı yayası, köylüsü kentlisi, avcısı oduncusu onlara karşı çıkar, tuzaklar kurar, pusuya düşürür veya doğrudan üzerlerine saldırırlar…

Bu sefer esnasında Ybbsitz kasabasından sonra akıncılar Ybb ırmağı kıyısında Waidhofen kentine saldırırlar. Kentin kalesi iyi tahkim edilmiştir.  Kenti savunan halk, üzerlerine atılan alevli oklar yağmur gibi yağdığı halde sinmez, aksine bir karşı saldırıyı göze alırlar.  Bunun için en önde tırpan yapan demirciler çırakları ile birlikte yer alır, oduncular ve kömürcüler de saldırır. Akıncılar bu çarpışmada sadece savaşçı değil, at ve silah da kaybederler…

Bu olayın anısına Waidhofenliler heybetli bir kule yaptırırlar, üstüne de olup bitenleri anlatan bir yazıt koyarlar… Bundan dolayı demirci çırakları sokaklarda gösteri yürüyüşü yapma imtiyazını elde ederler… Loncalarının yıldönümünde savaş havaları ile caddelerden geçerler, bu sırada halk da onlara armağanlar verir ve ikramlarda bulunurlar… Bu görenek 489 yıldan beri sürüp gitmektedir. Ne var ki gösteri yürüyüşü şimdi pek mütevazı bir hal alır, çünkü törene katılacak demirci sayısı azalmıştır. Bu törenlerde kafilenin başında bir demirci ustasıyla iki ulak yürür, hep birlikte eski savaş narasını haykırılar: ‘‘Tanrı adına davranın, Türkler geliyor!’’

Üç yıl önceki Viyana kuşatmasına (1529) oranla 1532 yılında yapılan bu sefer hemen hemen tümüyle unutulmuştur. Pek hatırlanmaz…

Viyana’ya yapılan dördüncü sefer 

Viyana’ya yapılan dördüncü sefer 1663-1664 Uyvar Seferi’dir… Bu sefer esnasında yapılan 1664 St Gotthard – Mogersdorf muharebesi bizdeki bütün büyük tarihçiler (İsmail Hakkı Uzunçarşılı’dan İsmail Hami Danişmend’e kadar) üç-beş sayfalık (bir sayfası da bu muharebenin krokisidir) yazı ile ‘’yenildik’’ diye bitirirler... Ben bu muharebe üzerine iki yıl çalıştım... Bütün Avusturya kaynaklarını, bütün Türk kaynaklarını taradım. Muharebe alanını Viyana ve Graz üniversitelerinden akademisyen tarihçilerle ve Avusturya Ordusunun askerî tarihten sorumlu bir tümgeneraliyle bir hafta boyunca adım adım dolaştım... Sonunda uzun bir yazı ile belgeleriyle ''yenilmediğimizi'' ortaya koydum. İki ulusal dergide de bu yazımı yayınladım... Yarın da bu yazımı sizlerle paylaşayım!


Viyana’ya yapılan beşinci sefer

Viyana’ya yapılan beşinci sefer ise bizim İkinci Viyana Kuşatması diye bildiğimiz 1683 seferidir... Ancak tarihçilerimizin bu sefer hakkında bildikleri de buzdağın üstü gibi tüm gerçeklerin sadece yüzde onu gibi bir orandadır... Bilmediğimiz ve yanlış bildiğimiz o kadar çok şey var ki! 1683 seferi de çok uzun ve hazin bir hikâyedir… Tek günah keçisi de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa değildir…


Ahh ''Tarih Baba'' ah!.. Sen neler söylersin sen!..

Osman AYDOĞAN

Macaristan'ın Szombathely şehrinde bir Macar askerî eğitim merkezi girişinde bulunan Niklas Yurisiç'in büstü... Fotoğraf bana ait..

 
Avusturya'ya Türk akınları Avusturya masal kitaplarında böyle resmedilmişti...

Purbachlı Türk anlatan Avusturya çocuk masal kitabının kapağı

 

Purbach köyünde olayın geçtiği evin bacasına yerleştirilen yeniçeri heykeli. Fotoğraf bana ait..




1944 Irkçılık-Turancılık Davası
 örneğinde hami gücün güdümünde iç politika ve savrulmalar

03 Mayıs 2021

Dünya tarihinde hiç unutulmayan siyasi davalar vardır: Dreyfus Davası (Fransa), Rosenbergler Davası (ABD), Mykonos Davası (Almanya) gibi… Bunların üçünü de sayfamda yazmıştım…

Türk tarihinde de, günümüzde yakından ilgilenenler hariç artık pek kimseciklerin bilmediği bir dava vardır: ‘’Irkçılık-Turancılık Davası’’

Irkçılık-Turancılık Davası; II. Dünya Savaşı’nın bitimine doğru 7 Eylül 1944'te başlayan ve 29 Mart 1945'e kadar süren, Türk siyasetinde önde gelen 23 ismin Irkçılık-Turancılık suçlamasıyla yargılandığı bir davanın adıdır.

Davaya konu olaylar şu şekilde gelişir:

Nihal Atsız – Sabahattin Ali Davası

1944 yılı Mart ayında Nihal Atsız, ‘’Orkun’’ dergisinde Başbakan Şükrü Saraçoğlu'na açık bir mektup yazar… Nihal Atsız, mektubunda Rus yanlılarının devletin çeşitli kademelerinde, özellikle Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde yuvalandıklarını iddia ederek dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'i hedef gösterir… Nihal Atsız bununla da yetinmeyerek Rus destekçisi olarak gördüğü Sabahattin Ali'yi ‘’vatan haini’’ diye de itham eder…

Bu yazı / mektup üzerine Sabahattin Ali, Nihal Atsız aleyhine tazminat davası açar… Bu dava üzerine Nihal Atsız'ın ‘’Orkun’’ dergisi 1 Nisan 1944 tarihinde kapatılır... 9 Nisan 1944 tarihinde de açılan tazminat davası Ankara’da görülmeye başlanır… Nihal Atsız’a destek için mahkeme salonuna gelen Turancı gençler Sabahattin Ali ve Hasan Ali Yücel aleyhine sloganlar atarak taşkınlık yapınca duruşma 3 Mayıs 1944 tarihine ertelenir…

Ankara Nümayişi

3 Mayıs 1944 günü yapılan duruşmada Nihal Atsız söz konusu davadan 4 ay hapse mahkûm olur… Turancı gençler kararı protesto amacıyla Ulus’ta toplanarak başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüşmek için bakanlığa doğru yürümeye başlarlar. Polisin eylemcilere müdahalesi sert olur… Göstericilerden bazıları tutuklanır…

Ancak olaylar burada bitmez…

Bu yürüyüşe katılıp tutuklananlar hakkında dava açılır… Ancak bu dava sıradan bir nümayiş davası değildir. Gösteriye katılıp tutuklananlar dışında çok sayıda Turancı da tutuklanır… Tutuklananlar arasında o dönemde üsteğmen olan Alparslan Türkeş dâhil askerler de vardır… Tutuklular meşhur (!) Sansaryan Han'a götürülürler. Tutuklular o dönemden sonra ‘’tabutluk’’ adı verilecek olan hücrelerde tutulurlar ve pek de iyi muamelelere maruz kalmazlar, işkence görürler...

Irkçılık-Turancılık Davası

Tutuklular 7 Eylül 1944 tarihinde İstanbul 1 No’lu Örfi İdare (Sıkıyönetim) Mahkemesi’nde "gizli teşkilat kurarak kurulu düzeni yıkmaya teşebbüs" suçundan yargılanırlar. Sekiz ay süren yargılama sonucunda 29 Mart 1945 tarihinde içlerinde Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaş Fer, Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Cebbar Şenel ve Cemal Oğuz Öcal’ın bulunduğu bir kısım sanıklar çeşitli cezalara çarptırıldılar. İşte bu dava tarihte adını ‘’Irkçılık-Turancılık Davası’’ olarak alır…

Nihal Atsız mahkûmiyet kararı kendisine tebliğ edildiğinde "turan için mahkûmiyet benim için şereftir" beyanında bulunur. Üsteğmen Alpaslan Türkeş de 9 ay 10 gün hapse mahkûm olur, ancak Askerî Mahkeme’nin temyizi ile fazla cezaevinde kalmaz.

Bu davadan hüküm giyenlerin cezaları Tophane Askerî Hapishanesinde infaz edilir…

3 Mayıs Türkçülük Günü

Günlerden 3 Mayıs 1945 günüdür.  3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan Nihal Atsız -Sabahattin Ali davasının ve dava sonunda yapılan ‘’Ankara Nümayişi’’nin birinci yıldönümüdür… Tophane Askerî Hapishanesinde bulunan Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Nejdet Sançar ve Reha Oğuz Türkkan başta olmak üzere 10 mahkûm; Türkçülük-Turancılık davasının gerekçelerinden biri olarak gösterilen Nihal Atsız -Sabahattin Ali davasının duruşmasından sonra yaşanan “Ankara Nümayişi”ni anmak amacıyla örtüsüz bir masa etrafında toplanırlar… İşte ilk defa 3 Mayıs 1945 tarihinde yapılan ve daha sonraki senelerde de devam eden toplantılar Türkçülük Günü (Bayramı) diye anılır…

Bu siyasi davanın arka planı

Bu dava siyasi bir davadır… Her siyasi davanın mutlaka siyasi bir maksadı ve bir uluslararası boyutu vardır tıpkı Dreyfus Davası’nda, Rosenbergler Davası’nda olduğu gibi… Tıpkı Balyoz-Ergenekon siyasi davalarında olduğu gibi… Düşünsenize; Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı 15 Temmuz menfur darbe girişim olur muydu? Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı Türkiye Suriye – Libya bataklığına girer miydi? Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı Türkiye’de rejim değişip ülke tek adama teslim edilir miydi? Balyoz – Ergenekon davaları olmasaydı ülke Diyanetin vesayetine girer miydi?

Neyse bu konular çetrefilli konular... Biz gelelim ‘’Irkçılık-Turancılık Davası’’na…

İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıç yıllarında Almanya ve İtalya’nın başını çektiği faşist blok Avrupa’da hızla ilerlerken Türkiye savaşa girip girmemek konusunda kararsızdır… Her iki taraftan gelen baskılara direnmektedir. O günlerde Türkiye’deki Turancılar savaşa Almanya’nın yanında savaşa girerek Kafkasya’daki Türklerle birleşmenin doğru olduğuna inanmaktadırlar… Bunu gören ve durumdan faydalanmak isteyen Alman hükümeti de bu konuda Turancılara destek verir… (Tıpkı Ilımlı İslam için ABD’nin ve AB’nin AKP hükümetine ülkede ''ulusal'' olan ne varsa yok etmek için verdikleri destek gibi...)

Almanya'nın o dönemki Ankara büyükelçisi von Papen Turancı çevrelerle görüşerek Orta Asya Türk cumhuriyetleri hakkında bilgi toplar ve destek arar… 1942 yılında Almanya Sovyetler'e doğru ilerlemekteyken Alman Büyükelçi von Papen İsmet İnönü ile de görüşür… Ancak büyükelçi tarafsız kalmaya kararlı İnönü’den beklediği desteği bulamaz… Ancak İnönü, Alman desteğiyle süren Turancı akımların da pek fazla üzerine giderek Almanya’nın tepkisini çekmek de istemez… Hatta o dönem Nazım Hikmet gibi, Sabahattin Ali gibi solcular hapislerde süründürülürken Turancılar baş tacı edilir, resmî ideoloji tarafından hoşgörüyle karşılanır, hatta bizzat hükümetten destek bulur…

Ta ki Ruslar Alman kuşatmasını kırarak Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlayıncaya kadar...

Almanya'nın savaşı kaybedeceği anlaşılınca rüzgâr tersine döner… 3 Mayıs 1944 tarihine kadar faşist Almanya’ya şirin görünmek için Turancılar baş tacı edilirken, bir anda Sovyet ilerleyişine karşı kalkan edilmek uğruna bu insanlar tabutluklara tıkılır… Olayı gülünç kılan ise, bu insanlara isnat edilen suçun "Turancılık" olmasıdır…

Hem Dreyfus Davası’nda, hem Rosenbergler Davası’nda hem de bu davada devletin şizofrendik halini görürüz… Bu dava sonrasında Sabahattin Ali saldırıya ve hakaretlere maruz kalır, sonrasında da öldürülür… Sabahattin Ali’yi öldüren kişi ‘’vatanperver hislerle’’ bir ‘’vatan haini’’ni öldürdüğünü söyler… Hani zaman zaman devletimizin en tepesinden ‘’hain’’ sesleri çokça dillendiriliyor ya! Bir hatırlatayım istedim en tepeden böylesi söylemlerin nelere mal olabileceğini…

Hoş devlet ‘’Balyoz –Ergenekon davaları’’nda az mı şizofrendi? O davalarda kaç yurtsever aydın ve subay katledildi? O davalarla devletin altına dinamit koyup patlatmadılar mı?

Neyse bunlar çetrefilli konular, benim boyumu aşar... Yine biz konumuza dönelim…

Yazar Çağrı D. Çolak ‘’1944 Irkçılık – Turancılık Davası: Tutuklamalar, İşkenceler, Savunmalar’’ (Doğu Kütüphanesi Yayınları, 2019) isimli kitabında bu davanın Türkçü - Turancı harekete dâhil olmayanlar tarafından bile eleştirilen dava olduğunu ifade eder… Çağrı D. Çolak bu kitabında Niyazi Berkes ve Uğur Mumcu’nun dava hakkında görüşlerine yer verir:

Niyazi Berkes: "Turancılık olayı, Rusların gözüne girmek için tezgâhlandı. Rusların bu oyunu yutmadığı görülünce, Turancılar aklandı."

Uğur Mumcu: "1944 Irkçılık - Turancılık Davası, nereden bakarsanız bakın bir siyasal davaydı. Her siyasal davada olduğu gibi, bu davanın sorgularında da sanıklara işkence yapıldı. Fakat Almanlarla işbirliği yaptıklarını ortaya koyacak bir kanıt çıkmadı."

Olayların ve duruşmaların kahramanlarından biri ve doğrudan doğruya şahidi olan Nejdet Sançar’ın günü gününe tuttuğu notlardan oluşan ‘’1944 Irkçılık Turancılık Davası-Mahkeme Günlükleri’’ (Bozkurt Yayınevi, 2018) isimli kitabının bu konuda yazılmış en iyi eser olduğunu düşünüyorum…

Tabii ki dış güçlerin ve dış gelişmelerin iç politikaya yansımasına bu örnek ilk ve tek değildir. Bu konuyu birkaç örnekle açıklamak istiyorum:

II. Dünya Savaşında Romanya’da kahvelerdeki duvar resimleri

Hitler Romanya üzerinden Moskova’ya giderken işgal ettiği bölgelerde kahvelerde duvarlarda Hitler’in fotoğrafı vardır… Hitler Moskova’da bozguna uğrayıp çekilirken ve arkasından da Rus askerleri gelirken yine aynı kahvelerdeki duvarlarda da bu sefer Stalin’in fotoğrafı vardır. Burada tuhaf olan bu fotoğrafların arkalı önlü olmalarıdır; bir yüzünde Hitler’in fotoğrafı, diğer yüzünde ise Stalin’in fotoğrafı. Çünkü bazı bölgeler birkaç kez el değiştirirler.

II. Dünya savaşındaki Türkiye’deki resim

Türkiye II. Dünya Savaşına katılmadığı için kahve duvarlarında değişen fotoğraflar yoktur ama anlattığım gibi ülke siyasetinde değişen fotoğraflar vardır. Özetle Hitler Moskova’ya ilerlerken Türkiye’de ne kadar solcu varsa tutuklanırlar… Hitler Moskova’da bozguna uğrayıp çekilirken ve Ruslar karşı taarruza geçmişken de bu sefer de solcular serbest bırakılıp ülkede ne kadar Türkçü, Turancı, milliyetçi varsa onlar tutuklanırlar.

ABD, NATO, Kızıl Tehlike ve Türkiye

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş döneminde Türkiye ABD yanında yer alıp NATO’ya girer. Bu dönemden sonra, ABD yönetiminin McCarthy döneminden (1950'ler) bu yana tüm dünyaya yaydığı “kızıl tehlike” kavramıyla birlikte Türkiye’de de bu kavrama uygun olarak Türkiye Cumhuriyetinin hemen hemen bütün kuruluş değerlerinden vazgeçilir. Köy Enstitüleri bu dönemde kapatılır. Milli Savunma Sanayiinden, sanayileşmekten, kalkınmaktan, tam bağımsızlıktan, laik ve aydınlanmacı eğitimden bu dönemde vazgeçilir…

‘’Kızıl tehlike’’ kavramına karşı Türkiye’nin laik eğitim sistemi bir engel olarak görülür. Türkiye'nin 10. Genelkurmay Başkanı ve 5. Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay, 1968 yılında şu sözleri söyler: ‘’Memleketin yönetimini laik okullardan yetişen gençlere bırakamayız, devletin kilit noktalarını İmam Hatip lisesi mezunlarına teslim edeceğiz.’’

Bu çerçevede yapılan 12 Mart 1971 Muhtırası ile gerek siyasetteki ve gerekse de ordudaki antiemperyalist sol akımlara büyük darbe vurulur…

Yeşil Kuşak Projesi ve Türkiye

Yeşil Kuşak Projesi, 1977 yılında Başkan Jimmy Carter döneminin ulusal güvenlik danışmanı olan Zbigniev Brzezinski tarafından ortaya atılan, ABD’nin Komünizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği bir projedir...

Bu projenin esası; Komünizmin ve Sovyetler Birliği’nin ilerleyişini durdurmak ve petrol zengini körfez ülkelerinde ve bölge üzerinde etkisini engellemek amacıyla radikal İslam’ın kalkan olarak kullanılmasıydı.

Burada önemli olan konu; ABD’nin Komünizmin, Sovyetler Birliği’nin ve Çin’in yayılmasını engellemek için Afganistan, Pakistan, İran ve Türkiye gibi ülkelerde Komünizme, Sovyetler Birliği’ne ve Çin’e karşı demokratik yönetimleri güçlendirmek, ekonomiyi kalkındırmak yerine bu bölgelerde radikal İslamcı akımların güçlenmesini sağlamış olmalarıdır. Bu kapsamda; Afganistan’da Babrak Karmal’a karşı El Kaide ve Usame Bin Ladin ortaya çıkartılır, İran’da Batı yanlısı Şah Rıza Pehlevi, Ayetullah Humeyni tarafından devrilir, Pakistan’da Zülfikar Ali Butto, General Ziya Ül Hak tarafından asılır, Filistin’de El Fetih’in gözden düşürülüp Hamas güçlendirilir…

Bu projenin Türkiye’deki tezahürü de 12 Eylül 1980 askerî darbesi olur. Bu darbe ile beraber Türkiye’de Türk-İslam sentezi uygulanmaya başlanılır. Bu proje çerçevesinde bilim ve siyaset dünyasında ve ordu içerisinde aydın, Atatürkçü ve antiemperyalist sol ve milliyetçi sağ düşünceler tasfiye edilirken İslami akımlar güçlendirilir…

Ilımlı İslam Projesi ve Türkiye

ABD’nin bu ‘’Yeşil Kuşak Projesi’’, 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ters teperek kendi yarattığı güçlerin hedefi haline gelir…

ABD’ye yapılan 11 Eylül 2001 saldırıları bu konuda bir milat olur. Bu sefer de ABD, radikal İslam’ı dizginleyebilmek adına ‘’Ilımlı İslam Modeli’’ni ileri sürerek bu doğrultuda BOP (Büyük Orta Doğu Projesi)’ni uygulamaya koyar. BOP’a göre Türkiye dâhil olmak üzere 22 devletin sınırlarının değişmesi öngörülür. Bunun sonucu olarak da ilk olarak Irak işgal edilip dağıtılır, Irak kuzeyinde IKBY kurulur, ardından Tunus’ta başlayıp Mısır, Libya ve Yemen ‘de iktidar değişikliklerini sağlanır. Ancak bu uygulama Suriye’de Rusya’nın devreye girmesiyle şimdilik sekteye uğrar… Bu proje Suriye’de sekteye uğramasaydı sıranın hangi ülkeye geleceğini bilmek için de müneccim olmaya gerek yoktur.

ABD’nin bu ‘’Ilımlı İslam Politikası’’na ve projesine uygun olarak da Türkiye’de FETÖ palazlandırılır, AKP ile ittifaka sokularak Türkiye’de bu Ilımlı İslam Projesine ters düşen veya bu politikaya engel olabilecek ülke içindeki bütün ulusal değerler ve varlıklar, ordu dâhil tarumar edilir. Zaten 1950'lerden beri bozulan laik eğitim sistemi iyice terk edilir. Balyoz – Ergenekon kumpas davaları da bu çerçevede yapılır.  ABD'nin Ilımlı İslam ve BOP çerçevesinde Irak'ın, Libya'nın ve Suriye'nin parçalanmasında koç başı olarak Türkiye kullanılır...

ABD’de yeni bir dönem ve Başkan Jeo Biden

Jeo Biden, Barack Obama döneminde Somali, Yemen, Afganistan ve Pakistan bombalanırken ve Türkiye’yi ‘’Ilımlı İslam’’ politikası için kullanırken başkan yardımcısıydı… Bu nedenle Jeo Biden’in, ABD’nin dünyadaki ve Ortadoğu’daki emperyalist politikalarını aynen hatta daha da sertleştirerek sürdüreceğini tahmin edilmektedir… Jeo Biden, bütün siyasal hayatı boyunca Yunan ve Ermeni lobilerinin müttefikiydi. Biden’in 24 Nisan 2021 günü yaptığı açıklamalar, bu açıklamasında kullandığı ve her birinin diplomaside bir karşılığı olan “soykırım”, “Konstantinopolis” ve “bir daha olmasın” sözcükleri yenilir yutulur ifadeler değildir…

Jeo Biden’in gerek seçim konuşmalarında gerekse de önceki politikalarında bakarak Türkiye hakkında Trump’tan daha farklı bir politika izleyeceği ve Türk-Amerikan ilişkilerinin Biden’ın başkan olması ile farklı bir eksende hareket etmeye başlayacağı tahmin ediliyor…

Türkiye’de Jeo Biden’in seçilmesinden sonra çeşitli kamu kurumlarından belli isimlerin görevden alınmaları, belli makamlardan istifa gibi politik davranışlar, ‘’hukukta yeni bir reform’’, ‘’hukuk devleti’’ gibi söylemler ve Biden’in 24 Nisan açıklamalarına karşı verilen yumuşak tepkilerin ABD’de Biden yönetimine karşı verilmek istenilen mesajlar, bir ön konumlanma ve bir yeni mevzilenme niteliği taşıdığı, bir başka deyişle ‘’duvardaki resmin’’ değiştirilmeye çalışıldığı izlenimini vermektedir..

Millet, Meclis ve Ordu üçlüsü

Çok uzattım ama sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Eğer yeterli gücünüz yoksa ve iç cepheniz zayıfsa iç politikanızı bile dış gücün isteği doğrultusunda icra ediyorsunuz

Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz (1780-1831), "Savaş Üzerine’’ (vom Kriege) (Doruk Yayınları, 2015) isimli eserinde "Millet, Yönetim (Meclis) ve Ordu" üçlüsünün önemine işaret eder: "…Bunlardan bir tanesini hesaba katmak istemeyen, ya da bunların arasında keyfi bir ilişki kurmaya yönelen teori, derhal gerçekle öyle bir çelişkiye düşer ki, sırf bu yüzden tüm değerini yitirir."

Mustafa Kemal Atatürk de bu durumu şu sözleriyle ifade eder: “…hazırlamak ve tamamlamak zorunda bulunduğumuz savaş vasıtalarının ne olduğunu arz edeyim: Tam üç vasıtanın hazırlığının yeterli olduğunu görmek gereğini duyuyorum. Birincisi, en önemlisi ve asıl olanı doğrudan doğruya milletin kendisidir… İkinci vasıta, milleti temsil eden Meclis’in millî isteği ortaya koymakta ve bunun gereklerini inanarak uygulamakta göstereceği kararlılık ve yiğitliktir... Üçüncü vasıta …ordumuzdur…”

Yani Mustafa Kemal Atatürk düşmanla mücadelede üç kuvvetin tayin edici olduğunu ifade eder: Bunlar sırasıyla; Milletin kendisi, TBMM ve Silahlı Kuvvetlerdir. Bu üç kuvvet iki cephede savaşır; Birincisi iç cephe, diğeri ise dış cephedir. Mustafa Kemal Atatürk bu düşüncesini Nutuk’ta şöyle açıklar:

“Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp olabilir; fakat bu durum, hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarılı da olmuşlardır. Gerçekten 'kaleyi içinden almak', dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu amaçla şahıslarımıza kadar temasa gelebilen bozguncu mikropların, araçların varlığını iddia etmek doğrudur. Meclis’in düşünüş biçimi, çalışması, vaziyeti, düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına olanak ve olasılık yoktur....”

Bilmem, ‘’illet, zillet’’ diye aşağılanan, ''bizden - onlardan'' diye, Türk-Kürt-Alevi diye ve mezheplere, camaatlere ve tarikatlar bölünen ve ekonomik krizlerle zayıflatılan iç cephenin, önemi, işlevi ve ağırlığı yok edilen TBMM’nin ve kumpaslarla tarumar edilen ordunun anlam ve önemini anlatabildim mi? Eğer bu üçlü (Millet, Meclis ve Ordu) sağlam değilse sonbahar yaprakları gibi rüzgâra göre sağa sola savrulur, çamurlarda kaybolur gidersiniz…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN




Galiçya ne yana düşer Kumandanım? Afganistan ne yana? Libya ne yana?


01 Mayıs 2021


Geçen ay Çanakkale Muharebelerini andım… İki gün önce de Birinci Dünya Harbinin Irak cephesi olan Kut’ül Ammare Muharebesi’ni andım... Hem Çanakkale Cephesi hem de Irak cephesi bana yine kalbimdeki bir başka yarayı, yani Birinci Dünya Harbi’ndeki bir başka cepheyi hatırlattı: Galiçya Cephesini…

Budapeşte’deki Türk Şehitliği

Geçmiş yıllarda Macaristan’a heyet başkanı olarak resmî bir ziyarette bulunmuştum… Ziyaretimizin ilk günü, karşılamadan sonra büyükelçilikteki görevlinin yönlendirmesiyle Budapeşte'de, Osmanlı'nın son Budin Beylerbeyi olan Abdurrahman Abdi Paşa (*)'nın mezarına çelenk koymuştuk…


Bize refakat eden üst düzey Macar görevliye ‘’ben bu çelengi saymıyorum’’ dedim ve asıl çelengi Galiçya Türk şehitliğine koymak istediğimi ifade ederek ziyaret planına bu isteğimi dâhil etmelerini istedim… Ziyaretimizin son gününde de resmî çelengimizi bu şehitliğe saygı duruşu ile ihtiramla ve dualarla koyduk… Bu şehitlikte Galiçya Cephesi'ndeki Türk kolordusunun vermiş olduğu 12 binin üzerindeki şehitten Budapeşte civarında bulunan ve buraya nakledilen 512 şehit yatmaktaydı. Anıt mezarlarda ‘’Türk oğlu Ahmet’’, ‘’Türk oğlu Mehmet’’ diye ama bir kısmı da ‘’Meçhul asker 1916’’ diye yazıyordu…

Budapeşte’deki Türk Şehitliği Galiçya Muharebelerinin tek Tük şehitliği değildir. Galiçya Muharebeleri sırasında 13 ayrı yerde Türk şehitlikleri yapılarak şehit olan Türk askerleri buralara defnedilmiştir. Yaralanıp da daha sonra şehit olanlar ise tedavi gördükleri ülkelerdeki  (Almanya, Avusturya, Bulgaristan gibi)  şehitliklere defnedilmişlerdir. Bu şekilde Galiçya Türk Şehitlikleri sekiz ayrı ülkede toplam 17 adettir. (**) 

Mazi kalbimde bir yaradır

Benim için bütün bir dünya tarihi bir tarafa ama Birinci Dünya Harbi bir tarafadır… Birinci Dünya Harbi hatıralarını her okuyuşumda sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosu aklıma gelir: 

‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’

Birinci Dünya Harbi deyince mazi kalbimde bir yaradır… Hele hele Galiçya denince işte beni ağlatan bu hazin hatıradır…

Neden mi? Gelin size kısaca (!) anlatayım… Ama önce Galiçya’ya nasıl ve neden asker gönderdiğimizi anlamak içim kısa (!) bir tarih turu yapalım…

Osmanlı Devletinin Almanya yanında Birinci Dünya Harbine katılması

Osmanlı Devleti, 1911‘de İtalya ve 1912- 1913 yıllarında Balkan Savaşlarından yenik çıkar. Yaklaşan dünya savaşında kendisini güvenceye almak için önce, İngiltere – Fransa - Rusya ile anlaşma imkânları arar ancak bulamaz…


‘’Drang nach Osten’’ (Doğu’ya yönelim) politikası gereği Osmanlı toprakları üzerinden Orta Doğu’ya açılmak isteyen Almanya da Osmanlı İmparatorluğuna yaklaşır… Özellikle Enver Paşa Almanlarla işbirliğine girer. Almanya ile işbirliğine giden Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranıdır…

Almanya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki niyetleri

Almanya’nın ise bu işbirliğinden çok daha farklı niyetleri vardır. Almanlar kendi araştırmalarında Mezopotamya’da petrol yatakları olduğunu keşfetmişlerdi. 1871’de birliğini henüz yeni sağlamış Almanya’nın hem yeni pazarlara ve hem de hammadde ve petrol kaynaklarına ihtiyacı vardı. İngiltere ve Fransa ile dünyayı paylaşım yarışında geç kalan Almanya için Anadolu, Suriye ve Mezopotamya Almanya’nın ‘’Hindistan’’ı olabilirdi.


Alman şövenistler de Alman halkının Ukrayna’ya, Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya yerleştirilmelerini istiyorlardı. Daha 1848 yılında Alman ekonomist Ruscher Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra Almanya’nın miras olarak Anadolu’yu alacağını düşünüyordu.

1897 yılında, Türkler tarafından çok sevilen ve Türkleri çok seven General von der Goltz ise Türklerin İstanbul’u terk ederek Anadolu ve Mezopotamya’ya sürülmelerini ve Alman yönetimi altında buraları reforma tabi tutmaları gerektiği teklifini yapıyordu.

‘‘Alman Birliği’’ örgütü ise kurulduğu 1890 yılından itibaren Alman halkının Anadolu’ya yerleştirilmeleri ve Anadolu’nun Almanya’nın bir kolonisi olması gerektiği propagandasını yapmaktaydı. ‘’Alman Birliği’’nin başkanı Prof. Hasse’nin yayınladığı bir broşürün adı da ‘’Osmanlı mirasında Alman hakları’’ idi. Onun fikrine göre İngiltere’nin Hindistan’a yaptığı gibi alman bilimi Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman toprağı haline getirebilirdi…

1886 yılında Dr. Aliys Sprenger, Anadolu’nun diğer devletler tarafından istila edilmeyen yegâne bir yer olduğunu söylüyordu. Eğer Almanlar burayı Ruslardan önce ele geçirebilirlerse dünyanın en iyi parçasını almış olurlardı…

Pancermenist Dr. K. W. Stettin’e göre ise Almanya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu birleşerek tek bir imparatorluk teşkil etmeliydiler. Elbe ağzından Fırat ağzına kadar uzanan böyle bir imparatorluk yüksek ve soylu bir ulusa layıktı. Böyle bir imparatorluğun Alman yönetimi altında olacağından da hiç şüphe yoktu tabii ki.

Yeni Alman politikası İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı yönlendirilmişti. İngiltere Süveyş kanalını işletmeye açtıktan sonra Almanya, Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa ile rekabet edebilmek ve buraya ulaşabilmek amacıyla Berlin - Bağdat demiryolunu inşa etmek istedi. Türkler bu yatırım sayesinde ülkelerinin kalkınacağını umut ederken, Almanya ise bu hattan nasıl istifade edebileceği hesabını yapıyordu.

Almanlar imtiyazını daha Abdülhamit zamanında aldıkları ve inşasına başladıkları İstanbul-Bağdat demiryolu hattının iki yanına Alman göçmenler yerleştirmeyi resmen talep etmişlerdi. Abdülhamit bu isteği geri çevirdi. Göçmen görüşmelerini yürüten Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa anılarında, “O zamanki Alman siyaseti, hattın iki tarafını Alman muhacirlerle iskân etmek ve buralarını bir Alman sömürgesi haline getirmek amacını güdüyordu’’ diye yazar…

Alman hayranı Osmanlılar

Müttefikimiz Almanya’nın planları ve düşünceleri bu iken Başkomutan Vekili Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranı idi.

Sadece Enver Paşa ve bir kısım subaylar değil, özellikle birçok Osmanlı entelektüeli de aşırı bir Alman yanlısıydılar. Pantürkist Yusuf Akçura, Almanya’nın gelecekte Asya’nın kültürünü pozitif olarak değiştirebileceğine inanmıştı.

Daha sonra, İstiklal Marşımızın şairi olacak olan Mehmet Akif’in şu dizeleri kaleme almış olması, ne durumda olduğumuzun en güzel göstergesidir:

“Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın,
O halde fikir ile vicdana sahip insan;
Bilir misin ki, senin şarka meyleden nazarın
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların”

Kısacası Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı öncesinde, Almanya’nın yanında yer almak, devletin bekası ve ulusal çıkarlar açısından tek akıllı tutum, tek seçenek olarak görülüyordu. Bu görüşte olanların arasında yer alan Mehmet Akif, dürüstlüğü, yurtseverliği tartışma götürmez, tertemiz bir insan ve seçkin bir şairdi.

Bu şartlar altında Almanya Osmanlının tek adamı Enver Paşa’yı ikna etmesi sonucu Osmanlı Devleti 11 Kasım 1914’de Rusya, İngiltere ve Fransa’ya karşı harp ilan eder. Bu şekilde Osmanlı Devleti Almanların yanında Birinci Dünya savaşına girmiş olur…

Birinci Dünya Harbi’ne yönelik Osmanlı yığınaklanması ve bu yığınaklanmada yapılan hatalar

İsmet İnönü’nün bir sözü vardı: “Yığınaklarda yapılan hatalar harp meydanlarında düzeltilemez”… Osmanlının Birinci Dünya Harbi öncesi yığınaklanması sanki bu sözü doğrulamak için yapılmıştı…


Birinci Dünya savaşı genel olarak bir Almanya –İngiltere hesaplaşması idi… Birinci Dünya Savaşının İngilizler açısından ağırlık merkezi Hindistan ve Hindistan yolunun güvence altına alınması idi… Çünkü 20. Yüzyılın başındaki jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu maksatla savaş öncesi yapılan yığınaklanma da İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşında ana mihverinin ve ağırlık merkezinin Körfez, Basra ve Irak olacağını göstermekteydi.

Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardı. Bunlar İngiltere ve Rusya idi. Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıydı:  İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.

Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardı. 1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştı. 1914’te Irak’taki Ordu kâğıt üzerinde üç tümene çıkarılmıştı ama İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştı.

Sonuç olarak; Osmanlının savaş öncesi yığınaklanması hiç de Osmanlının maruz kaldığı tehditlere dönük olarak yapılmamıştı. 

Birinci Dünya Harbi

Askeri harekât, İngilizlerin 06 Kasım’da Basra Körfezi’nde Fav’a çıkartma yapması ve Rusların 08 Kasım’da doğu sınırını tecavüzleri ile başladı. 1914 yılının en önemli savaşı, 22 Aralık 1914’te başlayıp, 04 Ocak 1915’te biten Sarıkamış Harekâtı idi. 1915’te ise 14 Ocak 1915 ’te başlayıp 15 Şubat’a kadar süren Kanal Harekâtı ve 18 Mart 1915’te önce deniz harekâtı ile başlayıp sonra karaya intikal eden ve yıl sonuna kadar süren Çanakkale Harekâtı idi. Ardından da Irak cephesinde 29 Nisan 1916 yılında Kût-ül Ammâre Muharebesi’inde İngilizler yenilmiş ancak zaferin ardından yapılan hatalarla Irak kaybedilmişti…


Birinci Dünya Savaşının başlangıcında Almanlar önce Belçika’ya ve 20 Ağustos 1914’ten itibaren de Fransa’ya taarruz ettiler. Fakat Alman taarruzları Marne’da durduruldu. Almanların savaş sonuna kadar beş büyük saldırısına rağmen, muharebeler bu bölgede kilitlendi ve kesin sonuç alınamadı.

Doğu Avrupa’da ise askerî harekât, Rusların Almanya ve Avusturya-Macaristan’a taarruzuyla başladı. Rus ilerlemesi, Almanlar tarafından Tannenberg’de durduruldu. Buna karşılık Ruslar Galiçya’da başarılı oldular ve Doğu Galiçya’yı ele geçirirler. Osmanlı Ordusu, işte bu muharebelerin devamı sırasında bu bölgede, Galiçya’da görev aldı.

Galiçya Cephesi

Galiçya; Orta Avrupa’da bulunan 80.000 km2’lik bir coğrafya parçasıdır. Kuzeyinde Polonya, doğusunda Ukrayna, güneyinde Romanya ve batısında Macaristan ve Slovakya bulunur, Podolya Yaylası ve Karpat Dağlarının kuzey yamaçlarını içinde barındırır.


Osmanlı Ordusunun, Türk ve Alman Kurmaylarının işbirliği ile hazırladıkları Birinci Dünya Harbi harekât planının temel ilkesi, savaşın kesin sonuç bölgesi olan Avrupa Cephelerinde Alman Ordusunun yükünü hafifletmesine dayanıyordu. Başkomutan Vekili Enver Paşa da böyle düşünüyordu. Bu sebeple 1916 yılı başların da Çanakkale Cephesinde serbest kalan birliklerin (15. Kolordu) Avrupa Cephesine yardımcı olacak bir bölgede kullanılabileceğini, müttefiki Alman ve Avusturya—Macaristan Başkomutanlıklarına bildirmişti...

Bu birliklerin Avrupa Cephesine yardım edecek bir bölgede kullanılması konusunda Enver Paşa’nın yaptığı teklif, başlangıçta hem Alman siyasi makamlarınca hem de Alman Başkomutanlıklarınca geri çevrildi. Fakat Rusların 04 Haziran 1916’da Galiçya’da başlattıkları taarruzun büyük bir başarı kazanması ve bölgedeki Alman, Avusturya—Macaristan Ordularının çok ciddi sıkıntılar içine düşmesi üzerine, bu kuvvetlerin süratle bölgeye gönderilmesi Osmanlı Başkomutanlığından talep edildi.

Galiçya’da harekâtın gelişimini konuyu dağıtmamak için yazının sonuna ekliyorum. İlgilenen okuyucu buradan okuyabilir. Galiçya Cephesi konusunda en güzel eser; bu muharebeye Harbiye öğrencisi olarak katılan ancak Harbiye’yi savaştan sonra Cumhuriyet döneminde bitiren,  daha sonra da IX. ve X. Dönem Elazığ Milletvekilliği yapan Mehmet Şevki Yazman'ın anılarından oluşan  ‘’Kumandanım Galiçya Ne Yana Düşer’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007) isimli kitabıdır.

Osmanlı Başkomutanlığı, Galiçya’da göndermek üzere l5’inci Kolorduyu görevlendirdi. Bu maksatla da 15. Kolordu en iyi askerlerle takviye edildi ve en iyi silah ve teçhizatla donatıldı… Ancak şunu söyleyeyim ki Galiçya’daki muharebeler esnasında, Avusturyalı ve Alman komutanlar Türk askerlerini Rus ordusunun yoğun top atışlarına karşı "top hakkı" yani kurbanlık kıtalar olarak kullandılar… Müttefik Avusturya askerlerinin Türk askerlerine ‘’Kanonenfutter’’ yani "top yemi" demelerinin nedeni de budur!

Galiçya cephesine gönderilen askerler için bir de şöyle bir hikâye anlatırlar: Enver Paşa, Galiçya'ya da asker göndermeye karar verince; birliklerde talimler yoğunlaşır... Bazı onbaşılar da, acemi eratı yetiştirmeye çalışırlar... Bu eğitim esnasında bir onbaşı, askere yeni gelmiş bir neferi çekmiş önüne; ''Sol yanın doğu, sağ yanın batı, önün güney; söyle bakalım'' demiş, ''söyle bakalım, arkanda ne kaldı?'' Nefer boynunu bükmüş: ''Arkamda'', demiş, ''arkamda genç bir kadınla, iki küçük çocuk kaldı...''

Ve ve ve bu askerler Galiçya Cephesinde ''top yemi'' olarak kullanılır!...


Bir jest uğruna harcanan Türk evladı

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devletini çok kötü şartlar altında yakalamıştı. 1877 - 1878 Osmanlı-Rus Savaşının ağır sonuçlarına, 1911 - 1912 Balkan Savaşı felaketi eklenince, yalnız ekonomik ve sosyal açıdan değil, siyasal ve askerî açıdan da çok ciddi bir çöküntü içine girilmişti.


Bir savaşa, bir başka ‘’Büyük’’ devletin ‘’vesayeti altında’’ girmek, büyük bir talihsizliktir. Zira bu durum, ‘’Küçük’ devletin, kendi siyasi ve askeri menfaatlerini ikinci plana atarak, ‘’Büyük’’ devletin emellerine hizmet etmesini, kaçınılmaz surette zorunlu kılar. 1’inci Dünya Savaşı’nda da öyle olmuş ve Osmanlı Devleti, siyasi ve askerî hedeflerini geri plana atarak, her türlü askerî ve siyasi manevralarını, Almanya’nın menfaatlerini destekleyecek hedeflere yöneltmişti…

Osmanlı’nın, pek çok cephedeki birlik ihtiyacını dikkate almadan, Galiçya’ya asker göndermesi, işte bu olgunun bir sonucudur. Bu sonucun doğmasında; Başkomutanlık Karargâhındaki Alman general ve kurmay subaylarının etkileri ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın, bağımsız ve derin düşünemeyişinin en büyük tesiri yarattığı şüphesizdir.

Üstelik Galiçya’ya gönderilen Çanakkale muzafferi l5’inci Kolordu, bu konudaki tek örnek de değildir. Aynı yıl içinde Eylül ortasında 6’ncı Kolordu (5’inci ve 25’inci Tümenler) Dobruca’ya; 20’inci Kolordu (46’ıncı ve 50’inci Tümenler ve l77’inci Piyade Alayı) Bulgarlara yardım için Makedonya’ya gönderilmişlerdir. İşte bu nedenle de Süleyman Nazif; ‘’Çanakkale bundan sonra bir isim değil, bir tarih olacaktır. Galiçya da onun zeyli (eki)’’ derdi…

Galiçya’ya Almanlara yardıma kolordular gönderilirken Osmanlı cephelerindeki durum

Oysa yurtdışındaki müttefik cephelerine bu asker sevkleri devam ederken, 1916 yılının ikinci yarısında Osmanlı cepheleri şöyle idi: Doğu cephesinde taarruz eden Ruslar, Trabzon ve Erzincan dâhil bütün Doğu Anadolu’yu işgal etmişlerdi. Rus taarruzları Sivas kapılarına dayanmıştı. Durumu tehlikeli gören bölgedeki 3’üncü Ordu’nun Komutanı Mahmut Kamil Paşa, İstanbul’a gelerek Enver Paşa’dan kuvvet istemiş, kendisine “Kesin sonucun Avrupa’da alınacağı ve gerekirse Sivas’a kadar çekilebileceği” cevabı verilmişti. Irak ve Sina cephelerinde de İngilizler taarruz hazırlıklarını geliştiriyorlardı. Bu hazırlıklar sonunda başlatılan taarruzlar, cepheler de yeterli nicelik ve nitelikte birlik bulunduramamak yüzünden, Osmanlı açısından peş peşe gelen felaketlerle sonuçlanmıştır.

Bu duruma ilave olarak, Almanlarla 02 Ağustos 1914’te imzalanan ittifak anlaşmasında, Osmanlı’ya bu konuda hiçbir sorumluluk ve zorunluluk öngörülmemişti. Tersine, müttefiklerinin Osmanlı’ya her türlü yardım ve desteği sağlayacağı belirtilmişti. Buna rağmen, başta Enver Paşa olmak üzere, yöneticiler, ‘’Hami Devlet’’ Almanya’ya ‘’jest’’ yapmak ihtiyacı duymuşlardır.

Ve böylece, mevcudu yüz bini aşan seçkin ‘‘Türk Evladı’’, ülke menfaatlerine aykırı olarak yurt toprakları dışında harcandılar.

15’inci Kolordu’nun yurtdışına gönderilmesinin siyasi ve askerî sebep ve sonuçları ne olursa olsun, gerçek olan bir husus vardır ki; onun, ülkesinin, ordusunun, birliğinin, sancağının ve üniformasının şan ve şerefine leke sürdürmediği ve bu mukaddes varlıklara, yeni şanlar ve şerefler kattığıdır... Türk ordusu vatanlarından uzakta, savaştılar…  Görevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Ve bu görev esnasında Türk ordusu tam 12 bin şehit verdi. 

Birinci Dünya Harbi’ni Almanlar kazansaydı?

İsmet İnönü'nün tarihe geçen çok güzel bir sözü vardır. ‘’Büyük devletlerle dostluk kurmak bir ayı ile yatağa girmek gibidir’'... Dost bile olsa ayı, yatakta insanı ezer mi, tırmalar mı, ısırır mı, belli olmaz! Büyük devletlerin de çıkarları doğrultusunda ne yapacağı hiç belli değildir.

Bu sözü doğrularcasına İnönü de anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler'' ifadesini kullanır. Doğan Avcıoğlu da, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” der.

Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırdılar. Bu haberi Maliye Nazırı Cavit Bey ilk kez olarak, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildirir. Tam bir sürprizle karşılaşır. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletleri İstanbul’a saldırırlarsa, Osmanlı’yı savunmayacaklarını anlatmaktadır. En sonunda Sefir; ‘’Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz’’ der.

Daha da vahimi; Almanlar savaşta Osmanlı ile müttefik olmalarına rağmen sadece kendi çıkarlarını takip ediyorlardı. Buna bir örnek; Rusların savaştan çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun dağılmasından sonra Kafkasya’da Türk ve Alman çıkarları çatışmaya başladı. Osmanlı’nın açık hedefi Tiflis-Bakü iken, Almanlarınki ise Bakü’deki petrol yatakları idi. Bunun üzerine Almanya Kırım’da bulunan bir tümenini Kafkasya’ya kaydırdı. Karşılıklı harekât sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı muharebeler cereyan etti. Türk durum haritalarında Alman birlikleri düşman olarak gösterilmişti. Türklerin Bakü‘yü talepleri üzerine alman General Ludendorf şöyle diyordu; ‘‘Bu çapulcu Türklerin istekleri de çok fazla oluyor.’’

Tarih tekerrürden ibarettir

Malumdur ki tarih tekerrürden, ama biraz da tefekkürden ibarettir. Bu konu sık tartışılmasına rağmen yaşanan olaylar; tarihin tekerrürden ibaret olduğunu, ancak pek de tefekkürden ibaret olmadığını defalarca göstermiştir.


Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy bu konuda şu manzum cevabı veriyor: ‘’Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!’’ Millî şairimizin söylediği gibi tarih ders alınmadığı için birebir tekerrür etmektedir. Gerçekten de eğer tarihten ders alınmıyorsa tarih diye okunanlar masaldan öteye geçmez… Bana da kızıyorlar tarihi anlatırken hep çıkarımlar yapıyorum diye. Ben tarihten çıkarımlar yapmazsam o zaman masal anlatmış olmaz mıyım?   

Tarihten almadığımız dersler ve tekerrürler

ABD ve NATO aşkına Kore’ye asker göndermemiz konusuna, BM’deki oylamada Cezayir’in bağımsızlığı konusunda Fransa yanında saf tuttuğumuz konusuna girmeyeyim...

Türkiye 20’yi aşkın ülkede askerî güç bulundurmasına rağmen bunların içinde en dikkat çekici olanı ve zayiat verdiği ülke Afganistan’dır. 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin öncülüğünde Afganistan için bir koalisyon gücü oluşturuldu. Kabil bu koalisyon güçlerinin denetimi dışında tutuldu. BM Güvenlik Konseyi kararıyla Kabil için bir de NATO komutası altında Uluslararası Güvenlik ve Yardım Gücü (ISAF) oluşturuldu. Türkiye, 2001 yılı sonunda, ‘’Büyük Devlet’’ ABD’nin ‘’vesayeti altında’’ ISAF’a katılma kararı aldı. ISAF bünyesinde 50 ülkeden 130 bin asker vardı ve bunların 1646’sı Türk’tü…

Asker bulundurduğumuz diğer bir ülke de Lübnan’dı. BM Lübnan Geçici Barış Gücü Bünyesi'ndeki Türk İstihkâm Birliği 2006 -2013 yılları arasında yedi yıl süreyle görev yaptı… Türkiye’de Güneydoğu’nun dağları mayın kaynarken, neredeyse o dönem he rgün mayına basıp askerlerimiz şehit olurken, biz Lübnan’a İsrail sınırına İstihkâm birliği gönderdik…

Başlangıçta ‘’NATO’nun ne işi var Libya’da’’ diye kükreyip ertesi günü ABD’den sonra en büyük Hava ve Deniz unsurlarını Libya’ya ABD yanında Libya’yı yıkmak için gönderiyoruz…

Max Weber’in ‘’Güç Kuramı’’ ve günümüzün ‘’Güç Kuramı’’

Max Weber’in bilinen bir ‘’Güç Kuramı’’ vardır; ‘’iradenizi bir başkasına zorla kabul ettirmek.’’ Günümüzün ‘’Güç Kuramı’’ ise daha farklıdır; ‘’İradenizin, sanki kendi kararlarıymışçasına müttefikleriniz tarafından kabul edilmesidir.’’ ABD’ye 11 Eylül saldırısından başka bir saldırı olmadı, ancak ABD günümüzün ‘’Güç Kuramı’’ doğrultusunda tüm müttefiklerini seferber ederek önce Afganistan’da sonra da Irak’ta görevlendirdi.

Türk askeri Afganistan’da

ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Türkiye’nin de ABD’nin yanında işgale ortak olması için TBMM’den tezkerenin neden çıktığını o zamanki T.C. Başbakanı; ‘’Tezkereyi ABD istedi, biz de çıkardık’’ diyerek izah etmedi mi? Biz Afganistan’a milli çıkarlar için mi gittik, yoksa ABD çıkarları için ABD istediği için mi?

Türkiye kırk yıldan beridir terörle mücadele ediyor. Aynı Türkiye yine terörle mücadele için Afganistan’a asker gönderiyor.

Kimse müttefiklikten, sorumluluktan, milli çıkarlardan ve büyük devlet olmaktan bahsederek Türk milletini kandırmasın. Kimse Atatürk’ün de Afganistan’a asker gönderdiğinden bahsetmesin. Atatürk bağımsız bir ülke olarak kendi iradesi doğrultusunda eğitim yardımı için Afganistan’a asker göndermişti. Şimdi, BM veya NATO, hangi şapka altında olursa olsun işgalci bir ABD’nin yanında Afganistan’a işgalin bir parçası olarak asker gönderdik...

Afganistan’da günlük onlarca masum sivil insan kimi yanlışlıkla, kimisi cinnet geçiren ABD askerlerince katledilmiyor mu? Peter Ustinov; ‘’Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür’’ derdi. Afganistan’da bir devlet (ABD) terörü yok mudur? Biz bu teröre ortak olmuyor muyuz?

Tarihte Afganistan’a; ‘’imparatorluklar mezarı’’ derlerdi. John Berger’e ait olan; ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun.’’ sözünü doğrularcasına Afganistan’dan mevsimler gibi; İskender geçti, buradan Cengiz Han geçti, Timur geçti, Hintliler geçti, buradan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçti, onların hepsi sözde galiplerdi, hepsi de boylarının ölçülerini aldılar burada. Bunun nedeni işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması değildi. Nedeni sadece, bu ülkenin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan yapısıdır. Yarın Ruslar gibi ABD de buradan er ya da geç ayrılacak, biz ise işgale ortaklık ettiğimizle kalacağız.

Bu çarpıklıkları birisi izah etmeli!

Terörün kökünü kurutmak için taaa Amerika’dan gelip Afganistan’ı işgal eden müttefikimiz ABD, bizim terörün kaynağı Irak’ın kuzeyine girmemize engel olurken biz de ABD için Afganistan’a, İsrail için Lübnan’a asker göndermekteyiz! Bu çarpıklığı birisi izah etmeli!

Ruslar Sivas’a merdiven dayamışken, Galiçya’ya, Makedonya’ya ve Dobruca’ya Alman çıkarları için asker göndermekle; teröristler Irak kuzeyinden, Kandil dağından ülkeme sızarak mayın döşeyip, pusu kurarak askerimizi şehit ederken, ABD çıkarları için Afganistan’a, Libya’ya, İsrail çıkarları için Lübnan’a asker göndermek arasında ne fark vardır?

Enver Paşa’nın koskoca bir imparatorluğun yıkılmasına sebep olan o zamanki Alman hayranlığı ile günümüzde ülkenin bekâsını tehdit ettiği artık aşikâr olan BOP eşbaşkanlığı arasında ne fark vardır?

Suriye’ye karşı bu düşmanlık niye idi? ABD istedi diye mi? Teröristin başı Şam’da karargâh kumuş iken ve Suriye bize düşman iken ABD neredeydi? O zaman Suriye ABD’nin en iyi bir müttefiki değil miydi? O zaman Suriye Basra’daki koalisyon güçlerine ABD yanında asker vermiyor muydu?

Dün Birinci Dünya savaşında çıkarlar çatışınca harbin içinde Osmanlı ile Almanya Bakü’deki petrol yatakları için karşılıklı muharebeye girerken, bugün çıkarlar çatışınca müttefikimiz ABD Irak’ta başımıza çuval geçirmedi mi? ABD’nin çıkarları değişince Suriye’de Esad yanlısı olmadılar mı? Çıkarları değişince ABD, Suriye’de PKK’nın kolu PYD’yi desteklemeye başlamadı mı? ABD, PYD’yi bölgesel müttefik olarak ilan etmedi mi? ABD, Irak’tan çekilirken geride Irak’ın kuzeyinde malumu ilan edilmemiş bir Kürdistan bırakmadı mı? ABD, Suriye’den de elini eteğini çektiğinde geride Suriye’nin kuzeyinde bir başka Kürdistan bırakmayacak mıdır? Bu mudur stratejik derinlik?

Sürekli tekerrür eden ama tefekkür etmeyen tarih!

Millî şairimizin söylediği gibi; ‘’hiç ibret alınsaydı, Tarih tekerrür mü ederdi?” Ne diyordu Mehmet Akif:

''Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! 
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 
'Tarih'i ' tekerrür' diye tarif ediyorlar; 
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?''

‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de Mehmet Akif gibi tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’ Günümüzde yaşadığımız bütün olaylar tarihin sanki bir komedi gibi tekrarından başka bir şey değil midir?

Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın. 1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşulları yinelenmektedir. Hem de komedi olarak. Sadece aktörler isim değiştirmiştir. İngiltere'nin yerini ABD, Almanya'nın yerini AB, Rusya İmparatorluğunun yerini yine Rusya, Osmanlı'nın yerini Türkiye Cumhuriyeti almıştır. Tek fark paylaşım savaşının kısmen artık topla tüfekle yapılmayacak olmasıdır…

Yaklaşık yüz yıl önce sormuştu Mehmetçik; ‘’Galiçya ne yana düşer Kumandanım?’’ diye. Suriye’de hüküm süren savaşın, bütün Batılı kaynaklar tarafından 1618 – 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve mezhep savaşı olarak nitelenen ‘’30 Yıl Savaşları’’na benzetildiği bir ortamda ve eşiğinde bulunduğumuz ve tüm dünyanın Doğu Akdeniz’de karşımızda bulunduğu, Karadeniz’de suların ısındığı Üçüncü Paylaşım Savaşı öncesinde ben de sorayım istiyorum; ‘’Afganistan ne yana düşer Kumandanım? Suriye ne yana? Libya ne yana?’’

Ölüm hep bana, bana mı düşer usta?

Ünlü ABD’li ünlü finans spekülatörü George Soros, Türkiye’nin en iyi ihraç ürünün ordusu olduğunu söyleyerek, emperyalist ülkelerin ülkemizden beklentisinin ne olduğunu ortaya koymuştu. Soros, 02 Mart 2002 tarihinde Sabancı Üniversitesi’ndeki konferansında kendisinden Türkiye ile Arjantin’i karşılaştırmasını isteyenlere şu yanıtı vermişti: “Türkiye’nin Arjantin’den tek farkı stratejik pozisyonudur. Bu stratejik pozisyonuna bağlı olarak, Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü de ordusudur.” Kore’ye Türk askeri gönderildiği dönemde, zamanın ABD Dışişleri Bakanı Dulles, Türk askerinin kendilerine maliyetinin “23 sent” olduğunu söylemişti. (Müttefik güçler, en ucuz askeri Türkiye’den temin ediyor, bir Türk askerinin maliyeti 23 Cent’e denk geliyor.)

Ve benim aklıma Refik Durbaş’ın ‘’Çırak Aranıyor’’ adlı şiiri geliyor:

‘’Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?

Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?

Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta’’

İşte bu nedenlerledir ki mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıralardır.

Osman AYDOĞAN

Galiçya muharebeleri

Galiçya Kolordusu, l9’uncu ve 2O’inci Tümenleri bünyesinde bulunduruyordu. Kolordu birlikleri Şarköy ve Keşan bölgelerinde toplanmıştı. İlk hazırlık emri 09 Temmuz 1916’da alındı. Bir gün sonra, Galiçya’ya gidileceği bildirildi. Birlikler hazırlıklarını süratle tamamlamaya çalıştılar. Birçok silah ve teçhizat ile bazı kıtalar, diğer tümenlerden alınarak tamamlanabildi.


17 Temmuz’da ‘’Konakçı Müfrezesi’’ Macaristan’daki ilk konak bölgesi olan Şabatka (Subatitsa ) hareket etti. Kolordu birliklerinin Uzunköprü ve Alpullu istasyonlarından trenlere binmesi planlanmıştı. İlk kafile 23 Temmuz’da, son kafile 11 Ağustos’ta hareket etti. 27 Temmuz’da 5’inci Ordu Komutanı Mareşal Liman Van Sanders, ertesi gün de Başkomutan Vekili Enver Paşa Uzunköprü’ye gelerek birlikleri denetlediler ve kolordunun durumu hakkında bilgi aldılar.

İlk kafilesi 02 Ağustos’ta bölgeye varan birlikleri Enver Paşa, beraberinde Avusturya generalleri ile Alman ve Avusturya subayları olduğu halde, 04 Ağustos’ta Macaristan da tekrar denetledi. Ertesi gün 05 Ağustos’ta birliklerin ilk kafilesi Yataynisa istasyonundan cepheye hareket etti. 12 Ağustos’ta l9’uncu Tümen Miçiçov’da muharebe karargâhını kurmuştu.

15’inci Kolordu geldiği zaman, bölgede, Alman genel karargâhına bağlı ‘’Balkan Cephesi Ordular Grubu’’ ve Avusturya genel karargâhına bağlı ‘’Avusturya Veliahdı Karl Ordular Grubu’’ bulunmakta idi.

l5’inci Kolordu, Karl Ordular Grubuna bağlı, komutanlığını Orgeneral Graf Van Bothmer’in yaptığı ‘’Alman Güney Ordusu’’ kuruluşuna dâhil edildi.

15’inci Kolordunun bölgeye intikali sırasında, Rusların 04 Haziran’da başlattığı ve büyük başarı kazandığı muharebeler sürmekte idi. Bu yüzden, muharebe sahasına ilk gelen ve muharebe karargâhını 12 Ağustos’ta kuran l9’uncu Tümen, hemen iki gün sonra, 14 Ağustos’ta, Zlotalipa doğu sırtlarında Rus kuvvetleri ile ilk muharebesine girdi.

20’inci Tümen de 22 Ağustos’ta Pototory ile Bozykw arasında bulunan 54’üncü Avusturya Tümeninden savunma bölgesinin sorumluluğunu devir alarak muharebelere dâhil oldu.

Kolordu, 22 Ağustos 1916 günü saat 12.00 itibarıyla göreve başladığını, orduya bildirdi. Ordu Komutanı Orgeneral Bothmer, gönderdiği yazı ile Çanakkale kahramanı l5’inci Kolordunun, bölgesinde görev almasından duyduğu memnuniyeti belirtti ve başarı diledi.

15’nci Kolordunun cephe sorumluluğunu almasından hemen sonra, Eylül ayının ortasından itibaren muharebeler giderek şiddetlendi. 16 ve 17 Eylül’de, Ruslar, iki gün boyunca sürekli olarak ve kütleler halinde taarruz ettiler. l5’inci Kolordu, 20 km’den fazla cephede ve en kötü arazi şartlarına rağmen, Ordu cephesinin yarılmasını önledi. Bu başarıya karşılık, 95 subay ve 7.000 er zayiat verdi. 6 tabur ve 22 bölük komutanı şehit oldu. Bazı bölüklerde hiç subay kalmadı. Rusların, beş kat fazla zayiat verdiği tespit edildi.

18 Eylül’den itibaren oluşan kısmi sükûnet, 30 Eylül’de Rusların başlattığı yeni taarruzla tekrar bozuldu. Çetin süngü muharebelerinin cereyan ettiği bu savaşlarda, Türk askeri, komuta kadrosundaki büyük yoksunluğa rağmen azimle dövüştü. Günlerce süren savaş, yeniden 15 subay ve 3.000 er kaybına sebep olurken, Rusların kaybı kat kat fazlaydı.

Bu muharebeler sonunda, çok ağır kayıp veren 2O’inci Tümen cephe gerisine alındı ve yeniden düzenlendi.

Kasım ayı, cephede durgunlukla geçti. Birlikler, önceki muharebelerden alınan derslerden yararlanarak eğitime ve tahkimata ağırlık verdiler. Aralık ayının ikinci yarısında, Rus siperlerinde hareketlenmeler görüldü. Erler, savaşın gereksizliğinden, enternasyonal barış ve dostluktan bahsediyorlardı. Buna rağmen Ruslar, 28 Ocak 1917’de, 25 Şubat ve 05 Mart’ta, yeni taarruzlar başlattılar. Fakat hepsi, l5’inci Kolordu tarafından ağır zayiat verdirilerek geri püskürtüldü. Nisan ayı ortalarından itibaren, Rus siperleri iyice hareketlendi. Haziran başından itibaren Ruslar yeni bir taarruz hazırlığına giriştiler.

Bu arada 19’uncu Tümen, 12 Haziran’dan itibaren Anavatana geri çekildi.

Ruslar, beklenen taarruzlarını 29 Haziran günü saat 05.00’te başlattılar. Taarruzlar, ertesi gün de sürdü, ağır zayiatla geri püskürtüldü. Fakat 01 Temmuz’daki taarruzları 24’üncü Alman Tümeni bölgesinde derin girmeler yarattı. 02 ve 03 Temmuz’da yapılan karşı taarruzlarla durum güçlükle düzeltilebildi.

Bu arada, 15nci Kolordu Karargâhı da 15 Temmuz’dan itibaren Anavatana döndü.

Rus birliklerinin savaşma gücü ve moralinin çok zayıfladığı anlaşılınca, Alman ve Avusturya Başkomutanlığı, genel karşı taarruz kararı verdi. İleri harekât 20 Temmuz’da başladı. 22 Temmuz’da Rus Cephesi çözüldü. Genel karşı taarruza 2’inci Tümen de katıldı. Ay sonuna kadar süren muharebelerde tümen, birçok bölgeyi ele geçirdi. Ağustos başında, taarruz durduruldu.

20’inci Tümen, 05 Ağustos’ta Anavatana dönüş emri aldı. 16 Ağustos’ta topçular, 22 Ağustos’tan itibaren de piyadeler trenle intikale başladılar. 26 Eylül’de tüm birlikler yurda dönmüştü.

Galiçya’da savaş, 03 Mart 1918’de imzalanan Brestlitovsk Antlaşması ile son buldu.

Osman AYDOĞAN

(*) Abdurrahman Abdi Paşa

Osmanlı vezirlerinden Abdurrahman Abdi Paşa, 17'nci yüzyılda yaşar. Arnavut kökenli Abdi Paşa, Budin Valiliği sırasında Haçlı Ordusunun kuşatmasına karşı durur ve 3,5 aylık kuşatma süresince 18 kez Haçlıları püskürttür. Abdi Paşa, askerleriyle ön saflarda savaştığı sırada 70 yaşında şehit olur. Budin'e daha sonra yerleşen Macarlar tarafından Abdi Paşa'nın şehit olduğu yere dikilen mezar taşında, "Kahraman düşmandı, rahat uyusun." ifadesi yazılıdır. Kitabedeki tam ifade şu şekildedir: "145 yıllık Türk egemenliğinin son Buda Valisi Abdurrahman Abdi Paşa bu yerin yakınında 1686 Eylül ayının ikinci günü öğleden sonra, yaşamının 70. yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı. Rahat uyusun." Çelenk koyduğumuz yer bu mezardı...

(**) Galiçya Muharebeleri Türk şehitlikleri

Budapeşte’deki Türk Şehitliği Galiçya Muharebelerinin tek Tük şehitliği değildir. Galiçya Muharebeler sırasında 13 ayrı yerde Türk şehitlikleri yapılarak şehit olan Türk askerleri buralara defnedilmiştir. Yaralanıp da daha sonra şehit olanlar ise tedavi gördükleri ülkelerdeki  (Almanya, Avusturya, Bulgaristan gibi)  şehitliklere defnedilmişlerdir.

Galiçya Türk Şehitlikleri sekiz ayrı ülkede toplam 17 adettir. Bunlar şunlardır:

Ukrayna’da; Verkhnya Lipitsya Şehitliği, Lopuşnya Şehitliği, Meçişçiv Şehitliği, Gutisko Şehitliği, Rohatin (Rogatin) Şehitliği ve Pukiv Şehitliği,

Çek Cumhuriyetinde; Hodonin Türk Şehitliği, Pardubice Türk Şehitliği ve Valasske Mezirici Türk Şehitliği,

Romanya’da; Braila Türk Şehitliği, Bükreş Türk Şehitliği ve Slobozia Türk Şehitliği,

Diğer ülkelerde ise; Polonya’da Krakow Rakowicki Uluslararası Mezarlığı, Budapeşte Türk Şehitliği, Viyana Merkez Mezarlığı, Almanya Berlin Türk Şehitliği ve Bulgaristan Varna Türk Şehitliği..




1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı

01 Mayıs 2021

Türkçeyi çok iyi kullanan yazar ve şair Murathan Mungan’ın çok güzel bir şiiri vardı, ‘’Eskidendi, çok eskiden’’… Murathan Mungan’ın söylediği gibi hatırlar mısınız, eskiden çoook eskiden ‘’1 Mayıs İşçi Bayramı’’ kutlanırdı görkemli törenlerle… Şimdi ‘’nerede o bayramlar’’ der gibi ‘’şimdi nerede o törenler’’ diye hayıflanıyorsunuz değil mi?

Neden hayıflandığınızı anlatmadan önce kısaca 1 Mayıs İşçi Bayramının kısa bir tarihçesine bakalım…

1 Mayıs İşçi Bayramı tarihçesi

Tarihte ilk kez 1856'da Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar bir yürüyüş düzenlerler… 1 Mayıs 1886'da da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bırakırlar.  Değişik kentlerde binlerce siyah ve beyaz işçi, birlikte yürürler…

14 Temmuz - 21 Temmuz 1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü " olarak kutlanmasına karar verilir...

Zamanla 8 saatlik işgünü birçok ülkede resmen kabul edilir…1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliğini kazanır.

Türkiye’de 1 Mayıs İşçi Bayramı

1 Mayıs İşçi Bayramı Türkiye'de ilk kez 1923'te resmî olarak kutlanır… 1923 yılındaki bu kutlama için kadın şairimiz Yaşar Nezihe, Türkçedeki ilk ‘’1 Mayıs İşçi Bayramı’’ şiirini ‘’1 Mayıs’’ başlığı ile Mayıs 1923’de kaleme alır…  Bu şiiri yazımın sonunda veriyorum… (Bu sayfada yazdığım Şükûfe Nihal gibi, İhsan Raif Hanım gibi hazin bir hikâyesi vardır şair Yaşar Nezihe’nin)

İşçi Bayramı, 2008 Nisan'ında "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edilir. 2009 Nisan’ında da TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilir.

Şimdi gelelim baştaki hayıflanmamıza… Sadece bizde değil, tüm dünyada da 1 Mayıs İşçi Bayramları gittikçe sönük bir şekilde kutlanmaktadır…

Peki neden?

1989 dönüşümü

1989 yılında Sovyetler’in yıkılması çok şeyi bitirdi. Çift kutuplu dünya ile beraber çok şey de yitip gitti... Tek kutuplu dünyaya geçtik… Tek kutuplu dünya ile birlikte siyasetin ideolojik içeriği sıfırlandı... Kapitalizm rakipsiz kaldı… Küreselleşme icat edildi…

İnsanlar özgürleşiyor derken, tıpkı Roma döneminde olduğu gibi duvarlar yükseldi (Die festung Europa). Yine Roma döneminde olduğu gibi Avrupa dışındaki herkes barbarlar (Barbaren) olarak nitelendirildi, algılandı.

1989 dönüşümü sonrası dünya

Bu tarihten sonra Avrupa solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı bocaladı... Schröder’ler, Blair’ler, adları sol da olsa iktidarları boyunca hep neo liberal politikalar uyguladılar. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett, İngiltere’den bir daha Thomas More, Oscar Wilde, James Joyce, Thomas Stearns Eliot ve Virginia Woolf  çıkmadı...

Avrupa’ya yönelik göç dalgası, birbiri ardına gelen terörist saldırılar, milliyetçilik ve ırkçılık akımları ve Brexit Avrupa Birliği’nin iktidarsızlığını artırdı.  

İnternet teknolojisi ise bütün bu oluşumların üzerine tuz biber ekerek siyasette ‘’reality’’ ortamına prim veren iklimi yarattı. Küstahlığın, vasatlığın, kabalığın ve teşhirciliğin geçer akçe olduğu yeni bir iklim doğdu. Bu şekilde bir ‘’meşhuriyet’’ çağı başladı.

İşte TV’lerde, boyalı basında gördüğünüz vıcık vıcık seviye, kişiliksizlik ve küstahlık bu iklimin ürünü! Bu sadece Türkiye’de değil tüm dünyada böyle… Avrupa’dan ABD’ye, Rusya’dan Arap dünyasına kadar bu böyle…

Bütün bunların da sonucu olarak; “Batı” kapitalizminin krizi ve ABD dış politikasında da Soğuk Savaş’ın bitiminden beri görülen yalpalama ABD’de Trump’u yükseltti. Diğer ülkelerde de Rusya’da Putin, Macaristan’da Urban gibi Trump’ın kopyaları ortaya çıktı…

Küreselleşme sonucu

Son olarak küreselleşmenin dayatmasına da insanlık etnik-dini bir yeniden ‘’kavimleşme’’yle, ‘’ümmetleşme’’yle, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’popülizm’’le yanıt verdi. ‘’Sanayi kapitalizmi’’nin yerini ‘’finans kapitalizmi’’ aldı. Sanayi kapitalizminin yapısı çöktü. İşçi sınıfı kalmadı. Sendikacılık tükendi. Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı. Gerek Avrupa’da ve gerekse de Türkiye’de bu değişimi anlayamayan, algılayamayan ve bu değişime göre politika belirleyemeyen ve çözüm getiremeyen sol ve sosyal demokrat içerikli partiler bocaladılar, kendi içinde bölündüler, ideoloji olmayınca çıkar nedeniyle kendi içlerinde kendileriyle kavga ettiler…

Ve Türkiye

Bu süreç Türkiye’de çok daha trajik yaşandı… 1980 sonrası Türkiye sağ ideolojiye teslim edilirken sol kendi içerisinde bölündü… Örneğin 1994 yerel seçimlerinde Ankara’da ve İstanbul’da sol tandanslı SHP, DSP ve CHP ayrı ayrı adaylar çıkardılar, merkez sağ da ANAP ve DYP diye bölününce her iki şehirde de dini referans alan RF’nin adayları kazandı… Ancak sol bundan ders almadı… 1999 seçimlerinde de aynı hayatı tekrarladılar… Daha da trajik olanı ise bu tabloya sebep olan sol siyasetçilerin günümüze kadar hala itibar görmeye devam ediyor olmalarıdır…

Böylece Türkiye'de Sol; CHP, SHP ve DSP adı altında üst üste aynı seçimlere girerek ülkeyi ''demokrasiyi hedefe ulaşınca inilecek bir tramvay olarak gören'' bir zihniyete iktidarı altın tepside sundular... Hatta Türk Solu'nun bir kısmı ''Hukuk''u böylesine bir zihniyetin emrine verecek bir anayasa değişikliğine ''yetmez ama evet'' diyebilecek kadar kullanılışlı olup idraksiz kaldılar… Türk Solu'nun bir kısmı da askerî darbeleri ''iyi darbe'' ve ''kötü darbe'' diye tasnif edebilecek kadar demokrasi bilincinden, ''Enverist'' karakterdeki darbeleri de ''Kemalist'' karakterde zannedecek kadar siyaset bilincinden ve ulusal davalarda da emperyalistlerin düşünleriyle örtüşecek kadar da ulus ve tarih bilincinden yoksun kaldılar… Bir kısmı da liboş, bir kısmı da dönek, bir kısmı da ilkesizdiler. Ve Türk Solu her daim pratiği teoriye kurban ederek darbe üstüne darbe yediler, yenilgi üstüne yenilgi yaşadılar ve halen de bocalamaya devam ederler…

Neyse bu faslı kapatalım… Yoksa bu liste sıralamakla bitmez…

Tüm bunların sonucu olarak da sol partiler sürekli oy kaybettiler. Bu şekilde de işçi sınıfının en büyük siyasi ve ideolojik desteği yok oldu...

Günümüzde siyaset

Günümüzde bu şekilde ideolojisiz kalan işçi sendikaları da iktidarlara yamandı... Sarı sendika haline geldi...  İşçi ücretleri yerlerde süründü... Kâr hırsı uğruna iş güvenliği ihmal edildi...  Yüzlerce işçinin toprak altına gömüldüğü iş kazalarının hesapları sorulmadı... Bir ‘’fıtrat’’ sözcüğü ile üstü örtüldü… İktidarın adamları yerlerde işçi tekmelediler, ''açız'' diyen işçi kadına ''geber'' dediler... Bu Korona günlerinde işçi sahipsiz, aç ve açıkta bırakıldı... Bu konuları gündeme getirecek ''Sivil Toplum Kuruluşları'' ve aydınlar da kalmadı, onların yerine iktidardan beslenen dinci vakıflar, STÖ’leri ve Körfez harekâtının ‘’Embedded journalism’’i gibi ‘’saray gazeteciliği’’ ve ‘’embedded aydınlar” türedi… Sonuçta işçi haklarını takip edecek kimse kalmadı… 

Sanayi kapitalizminin yapısı çöküp sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi alınca da tek ilah ''para'' haline geldi. Emeğin, emekçinin değeri kalmadı... Böylece ortada işçi sınıfı kalmadığı gibi işçi haklarını takip edecek ''insanlık'' da kalmadı. İnsanlar sadece pazarda değil hastanelerde, eğitim kurumlarında ve hayatın her alanında müşteri haline geldi. Doğa katledildi... Kâr uğruna hava, su, çevre, insan kirlendi... 

1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı kutlaması

Hal böyle olunca da ortada ne kutlanacak bayram kaldı ne de bu bayramı kutlayacak heyecan…

Bugün, böyük böyük adamlar ''Emek en yüce değerdir...'' diye 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramını kutlayacaklar... Bu sözle, bu sloganla işçi aldatılırken aynı zamanda emek sömürüsünün de üstünü örterek bir taşla iki kuş vuracaklar...

Ama ben yine de tüm çalışanların, tüm emekçilerin bayramını canı gönülden kutlamak istiyorum:

‘’1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’’ kutlu olsun…

Ben her ‘’1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’’nda Cem Karaca’nın 1968 yılında çıkardığı o meşhur ‘’Tamirci Çırağı’’ şarkısını hatırlarım… Bu şarkının bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum…

‘’Gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar yanar
Ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar..’’

Osman AYDOĞAN

Cem Karaca; ‘’Tamirci Çırağı’’
https://www.youtube.com/watch?v=388-ZnlMoO4

Yaşar Nezihe Hanim’ın ‘’1 Mayıs’’ şiiri

Ey işçi…
Bugün hür yaşamak hakkı seninken
Patronlar o hakkı senin almışlar elinden.
Sa’yınla edersin de “tufeyli”leri zengin
kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin?
Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd;
lakin seni fakr etmede günden güne berbâd.
Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.
Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.

Ey işçi…
Mayıs birde bu birleşme gününde
Bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde…
Baştanbaşa işte koca dünya hareketsiz;
yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz.
Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin
ta’zim ile hürmetle sana başlar eğilsin.
Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi.
Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi.
Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay
Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say…
Birgün bırakınca işi halk şaşkına döndü.
Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü.
Sayende saadetlere mazhar beşeriyet;
Sen olmasan etmezdi teali medeniyet.
Boynundan esaret bağını parçala, kes, at!
Kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlat.

Yaşar Nezihe


Siyasal bir sorun olarak 1915 olayları

30 Nisan 2021

24 Nisan 2021 günü ABD Başkanı Joe Biden, 1915 olaylarının yıldönümüyle ilgili açıklamasında hem ''soykırım'' sözcüğünü kullanıyor, hem günümüz Türkiye’sini de suçlayarak açıklamasında ‘’… bu tür zulümlerin bir kez daha tekrarlanmaması için yeniden taahhütte bulunuyoruz" ifadesini kullanıyor hem de İstanbul yerine de '’Konstantinopolis’' adını kullanıyor... Biden’ın açıklamasında her birinin diplomaside bir karşılığı olan hem “soykırım”  hem de “Konstantinopolis” sözcüğünü kullanıyor. Üstüne üstlük bir de  “bir daha olmasın”... diye de parmak sallıyor.

Neresinden bakarsanız bakın yenilir yutulur bir açıklama, sözcük ve ifadeler değil.…

Türkiye bu siyasi açıklamaya siyasi bir tepki göstermeyerek en yukarıdan en aşağıya tepkilerde sadece ‘’kınama’’ yapıyorlar:  ‘’Kınıyoruz!’’... ‘’Hem de çok sert kınıyoruz!’’… Türkiye’de en üst seviyeden en alt seviyeye kadar bütün siyasiler sorunun, bir tarih, arşiv, belge meselesi değil, bir siyaset meselesi olduğunu görmezden gelerek Türk siyasetinin değil de Türk Tarih Kurumu’nun bir üyesi gibi cevap veriyorlar…  

Bir vahşet olarak tarih

Tarih, sanılanın aksine sadece kahramanlıkların tarihi değildir. Tarih, aynı zamanda vahşetin, şiddetin, gaddarlığın, öldürmenin, ahlaksızlığın, yağmanın, hırsızlığın ve tecavüzlerin de tarihidir. ABD, 70 milyon Kızılderili soykırımı üzerine kurulur… ABD tarafından Vietnam’da kimi iddialara göre 13 milyon insan öldürülür. Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de ABD tarafından yapılanları, oralarda olanları daha yeni gördük. Almanların Hitler’in yaptıklarını.. Belçika’nın, Hollanda’nın, Fransa’nın, İtalya'nın Afrika’da yaptıkları katliamlarını, soykırımlarını… Stalin Rusya’sının yaptıklarını… Kırım Türklerine, Kerkük Türklerine yapılanları… Ermenilerin yaptıkları Türk katliamını… Kim hangi tarihiyle yüzleşiyor? Kim kimden özür diliyor… ABD’nin, Fransa’nın, Hollanda’nın, Belçika’nın, İtalya'nın Rusya’nın tarihiyle yüzleştiğini, birilerinden özür dilediğini siz hiç gördünüz, hiç duydunuz mu?

Bu noktada örnek olarak Almanların Nazi geçmişleri ve Yahudi soykırımı ile nasıl yüzleştiklerini anlatmak istiyorum.

Almanlar Nazi geçmişleri ve Yahudi soykırımı ile yüzleştiler mi?

Almanya bile Nazi geçmişiyle yüzleşmez. Galip devletler, savaşın bitiminden sonra sözde “Nazilerden Arınma” faaliyetlerine girişirler. Hem Rus tarafında hem ABD, İngiltere ve Fransa tarafında yürütülen temizlik çalışmaları tam bir hayal kırıklığı yaşatır. Çünkü bir müddet sonra “gerçek suçlular cezalandırılmalı, hüsnüniyetli Naziler affedilip bırakılmalı” fikri kabul edilir…

Nazi hukukçuları da bu fikirden oldukça istifade ederler. 17 Şubat 1947'de on altı Alman hukukçusunun, savaş suçu, insanlık suçu ve örgüt suçu nedeniyle yargılanması kabul edilir. Hesap vermesi gereken asıl aktörlerden Hitler (1945), Adalet Bakanı Franz Gürtner (1941), Halefi Otto Georg Thierack (1945), İmparatorluk Mahkemesi Başkanı Erwin Bumke (1945) ve Alman Halk Mahkemesi’nin Başyargıcı Roland Freisler (1945) zaten çoktan terk-i diyâr etmiştirler…

Hayatta olanlardan ise bir dönem Adalet Bakanlığı yapan Franz Schlegelberger, Bakanlık müsteşarları Curt Rothenberger ile Ernst Klemm, Başsavcı Joel, Divân’da görev yapan İmparatorluk Başsavcısı Ernst Lautz, İmparatorluk savcısı Paul Barnickel mahkeme huzuruna çıkarılırlar. Schlegelberger ve Klemm ömür boyu, diğerleri ise 5–10 yıl arası hapis cezası alırlar. Hiçbirisi cezasının tamamını çekmez, hepsi zamanından evvel serbest kalırlar.

Yargılananlar; “Vaktiyle yasal olan, bugün haksız olmaz” gerekçesine sığınarak kimse mevcut suçları üstlenmez. Binlerce Nazi hâkimi, bir müddet sonra ortalık sakinleşince yine hâkim olarak çalışmaya devam ederler sanki hiçbir şey olmamışçasına. İçlerinde kariyer yükselişlerine kaldıkları yerden devam edip terfi ettirilenler ve hatta Hilde Benjamin gibi Adalet Bakanlığı yapanlar bile olur. Çoğu çalışıp emekliliklerini alıp hayatlarını huzur içinde tamamlarlar.

Savaş sonrası Alman toplumu ve siyasi kadroları, geçmişle hesaplaşmazlar, geçmişe dair hiçbir şey duymayarak faillere sahip çıkmayı tercih ederler. Ne yargıda ne diğer alanlarda suç defterleri hiç açılmaz. Bir şekilde açılmış defter varsa da göstermelik işlemler yapılıp rafa kaldırılır. 1945–1965 arası 61716 suçluya karşı yürütülen tahkikatların neticesinde sadece 6115 kişi hakkında hüküm verilir. Bunlar da genellikle birkaç sene hapis yatıp erken tahliye edilirler. Bazıları hakkında dava açılsa da hiçbirisine ceza verilmez. 

Diğer ülkeler, Fransa, Belçika, Holllanda, İtalya ve ABD

Diğer ülkelerde de durum aynıdır. Hiçbir ülke geçmişiyle yüzleşmemiş ve geçmişindeki katliamların hesabını vermemiştir. Hiçbir ülke Afrikada'ki katliamların hesabını vermemiştir. Vietnam'daki katliamların hesabı verilmemiştir. Daha yeni Bosna'da,  Afganistan'da, Irak'ta, Libyada, Suriye'de yapılanların hesabı verilmemiştir. Kimse buralardaki katliamlarla yüzleşmemiştir. Çünkü günümüz dünyasında uygulanan güçlülerin hukukudur...

Osmanlı tehcirde kusuru bulanları yargılayıp idam etti

Ancak Osmanlı Ermeni tehcirinde kusurlu bulduğu insanlarını ciddi ciddi yargılamıştı...

1915 olayları ile ilgili olarak o dönem üç farklı mahkeme süreci yaşanır. 1916'da ve 1919'da kurulan 1. ve 2. Divan-ı Harp Mahkemeleri ve ikinciyi izleyen Malta yargılamaları.

1. Divan-ı Harp Mahkemeleri daha 1. Dünya Savaşı sürerken yapılır. 2. Divan-ı Harp Mahkemeleri ise savaşı sona erdirmek üzere toplanan Paris Konferansı devam ederken yapılır. Her ikisinde de toplam 1637 sorumlu yargılanır. Bunlardan 524 kişi, idam da dâhil çeşitli cezalara çarptırılır.

11'i gıyabında, 31 İttihat ve Terakki üyesi ile hükümet yetkilisinin yargılandığı ana İttihat ve Terakki davasında Talat, Enver ve Cemal Paşalar ile Doktor Nazım Bey hakkında gıyabında idam cezası verilir. Yozgat ve Trabzon yargılamalarında da bir grup hakkında, yine gıyabında idam cezaları verilir.

Ancak, İttihat Terakki'nin tasfiyesi sürecinde İngilizlerin etkisindeki Tevfik Paşa kabinesi tarafından kurulan bu mahkemelerin yürüttüğü sürecin ne kadar sağlıklı olduğu şüphelidir… Bu süreçte, Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf vekili olan Mehmet Kemal Bey’in idamı sonrasında, İttihat Terakki hareketini destekleyenlerin görünür tepkileri üzerine, İngilizler mahkemeleri Malta’ya taşımaya karar verirler.

Ancak Malta'da İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından açılan dava sonucunda hiçbir sanık ceza almaz. Çünkü soykırım gibi bir suçları yoktur.

Ermeni militanlarca Talat Paşa, Berlin'de, Prens Sait Halim Paşa, Roma'da, Cemal Paşa, Tiflis'te suikastlerle öldürüldü. Onlarca diplomatımız yurt dışında görevleri başında, bir kısmı aileleri ile beraber katledildi. Katillerin bir tanesi bile doğru dürüst yargılanıp cezalandırılmadı.

Bir siyaset aracı olarak tarih

Görüldüğü gibi kanlı tarihiyle yüzleşen hiçbir ulus yoktur. Yine de Osmanlı harb esnasında bile tehcirde sorumlu gördüğü inanlarını yargılayarak cezalandırmış, bir kısmını da idam bile etmiştir. İçte ve dışta Türkiye'ye dayatılmak istenilen ''yüzleşme'' kampanyası tamamen bir maskedir. 

Amerikan Başkanı Joe Biden’ın 1915 olaylarını “soykırım” olarak nitelendirmesi ve diğer açıklamaları da tarihi olayların bir nasıl siyaset aracı olarak kullanıldığının en yakın ve en çarpıcı örneğidir.

Gerçekte Batılılar sözde soykırım iddialarının bir yalan olduğunu bizlerden daha iyi biliyorlar. Türkiye’de ve dünyada hiçbir arşivde, hiçbir arşivin hiçbir köşesinde soykırım iddialarını kanıtlayan bir belge, bir bulgu yoktur. Bu yönde bir mahkeme kararı da yoktur… Konu tamamen siyasidir ve maksat; Türkiye Cumhuriyeti’ni soykırım yaparak kurulan bir devlet olarak tanımlayıp, tanıma ve yüzleşme dayatmalarıyla sonunda Türkiye’den toprak ve tazminat talep etmektir. Dolayısıyla konu, bir tarih, arşiv, belge meselesi değil, bir siyaset meselesidir. Türkiye’de siyasi sorumlular konuyu böyle kavramalı, böyle anlamalı, böyle tepki vermeli ve böyle mücadele etmeliler…

Geçmişte Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Masası Başkanlığı da yapan Prof. Dr. Hikmet Özdemir, bu konuda TÜRKGÜN Gazetesi’inden Bahadır Çoban’a bir mülakat veriyor. Tarihin, kara bir propaganda ile bir nasıl siyaset aracı olarak kullanıldığına örnek olarak TÜRKGÜN’de bugün, 30 Nisan 2021 tarihinde yayınlanan bu mülakatın geniş bir özetini aşağıda sunuyorum.

Arz ederim.

Osman AYDOĞAN

Prof. Dr. Hikmet Özdemir: Türkiye Cumhuriyeti dikteyi kabul etmez


Ermeni soykırımı yalanları ne zaman dillendirilmeye başlıyor?

1915 yılında hem İngiltere hem Fransa hem de İtalya bir deklarasyon yayınlayıp diyorlar ki: “Bakın bu Ermenileri zorla göç ettiriyorsunuz, savaş suçlusu olarak biz sizi yargılarız” diyorlar. Bu arada Avrupa şehirlerinde, Amerika’daki kiliseler yardımıyla muazzam bir propaganda kampanyası yürütülüyor. Şöyle ki İngiltere Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı, İngiltere’nin tanınmış profesörlerini ve gazete yayın yönetmenlerini topluyor. Burada diyorlar ki, “Biz her bölgeye bir tane görevli tayin ediyoruz” Örnek olarak söylüyorum: Arnold Toynbee, İngiliz tarihçi sonradan çok ünlü oldu biliyorsunuz, o sırada genç ve hırslı bir tarihçi.

Buna diyorlar ki “Sen Osmanlı İmparatorluğu masası sorumlususun” Aylığına ne kadar ücret verdikleri belli, onu da yazmışlar. Muazzam bir propaganda faaliyeti, bu propaganda faaliyeti şunu düzenliyor: Harp cephelerinden gelen haberleri bunlar yazacaklar. Bu haberleri ve yayınlanması gereken fotoğrafları da bunlar verecekler. Nitekim bu daha sonra “black propaganda” diye adlandırıldı. Bu konuda akademik çalışmalar falan da yapıldı İngiltere’de. Şimdi bu propagandanın çok temel bir amacı var: İngiltere ve Fransa aslında Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa girmesini istiyor. Fakat Amerika Birleşik Devletleri kuruluşundan itibaren Avrupa’nın meseleleriyle ilgili değil. Diyorlar ki “Biz bu işe karışmayız kardeşim, bunlar ne halt ederlerse etsinler” Fakat İngiltere o kadar kurnaz bir propaganda politikası ve sistemi kuruyor ki, harp cephelerinden mektupların geldiği iddia ediliyor ki bu mektupların bir kısmı da sahte mektuplar. Bu evrakları incelediğiniz zaman sahte olduklarına dair bilgiler toplayabiliyorsunuz. Bu sahte mektuplar çeşitli katliam sahneleri anlatıyor. Bir olayı başka türlü anlatıyor, çarpıtıyor. Diyorlar ki “Ermenileri katlediyorlar” Almanlar o sırada Belçika’yı işgal etmişti. Belçika’da katliam yapıyor Almanlar. Mesela Alman ordusunun yaptığı katliamlarla ilgili fotoğraf da veriyorlar. Fotoğrafta bir Alman askerin elinde silah, üstünde de süngü var, süngünün üstünde de bir bebek var. Bebeğin karnından girmiş, süngülemiş. Sonradan araştırmalarla ortaya çıkıyor ki bu fotoğraflar 1907’de Afrika’da bir savaşta çekilen fotoğraflar. Ama 1915’teki propaganda kampanyasında kullanılıyor.

Mavi Kitap

Bu şekilde hazırlanan broşürler var. Bunları Arnold Toynbee de yazıyor. “Mavi Kitap” dediğimiz propaganda kitabı o şekilde oluşuyor. Bu broşürleri İngiltere’de basıyorlar ve gemilerle Amerika’ya gidiyor. Ben bunların tek tek hangi yayınevleri tarafından basıldıklarını, birer örneklerini de almak suretiyle tespit ettim. Amerika’da her pazar kiliselerdeki ayinlerde bu broşürler dağıtılıyor. Muazzam bir katliam kampanyası. Bir süre sonra yavaş yavaş Amerika’daki kiliselerde müthiş bir Türk ve Türkiye düşmanlığı başlıyor. Bir süre sonra zaten Amerika Birleşik Devletleri savaşa dâhil oluyor.

ABD’de suikast girişimi

Bu kampanya Amerikan kamuoyunda o kadar etkili oldu ki… Buna iki örnek vereceğim. Bunlardan bir tanesi, 1927 yılında bizim Cumhuriyet dönemimizin ilk elçisinin başından geçen hadisedir. Daha önce Osmanlı elçileri de vardı, mesela onlardan birisi olan Ahmet Rüstem Bey, hayranlık duyulacak birisidir ve Amerikan hükümetine kafa tutmuştur. 1927 yılında uçağın henüz çok yaygın kullanılmadığı dönemde bizim ilk büyükelçimiz Amerika’ya, Baltimore Limanı’na denizden gidiyor. Amerikan güvenlik birimlerine Türk büyükelçinin öldürüleceği istihbaratı geliyor ve onu korumalı bir şekilde çıkarıyorlar. Yani muazzam bir nefret ve düşmanlık var.

ABD’deki Türk algısı

1942 yılında Orta Amerika eyaletlerinden birinde, bir üniversitede tarih bölümü ikinci sınıf öğrencilerine bir anket uygulanıyor. Ankette bir sütun hâlinde birtakım sıfatlar var. Sıfatlar şu şekilde: “Cesur, kahraman, yiğit, ırz düşmanı, güvenilmez” diye olumlu olumsuz sıfatlar alt alta yazılmış. Onun karşısında da birtakım milliyet isimleri var. Vietnamlı, Türk, Suriyeli, Rus vesaire. Öğrencilere, ki tarih öğrencileri bunlar, diyorlar ki bu sıfatlarla bu milliyetler arasında bir rabıta, bir ilişki var mı, çizgi çizmek suretiyle bunlar arasında bir bağlantı kurun. “Irz düşmanı, katil” gibi sıfatlara Türk’ü işaret ediyorlar. Ben bunun üzerinde çok düşündüm. Yani 1942 yılında, “Yarabbi dedim, nasıl olur?” Yani üniversite ikinci sınıf talebeleri Türk’ü böyle tanımlıyorlar. Türk algısı bu şekilde. Sonradan tabii Londra’daki arşivde çalışınca şunu gördüm ki, hakikaten o propaganda muazzam bir etki yapmış Amerikan kamuoyunda.

İhanetin itirafı

Başlangıçta bunlar (Ermeniler) Birinci Cihan Harbi bittikten sonra “Biz sizin için çok savaştık. Silahlı mücadele verdik. Şu kadar kaybımız var” diyorlar ve Paris’e gidiyorlar. Paris Barış Görüşmelerinde galip devletler olarak İngiltere var, Fransa var. Ermeniler de oraya birkaç tane heyet gönderiyorlar.

Ermenistan Cumhuriyeti’nden gelenler ve Avrupa’daki bazı Ermeni gruplarının temsilcilerinin de içinde yer aldığı heyetler bunlar. Bunların hepsi raporlar sunuyorlar ve diyorlar ki “Biz bu illerde çoğunluğuz.” Dikkat edin, 1919-1920 Paris Görüşmelerinde “Biz buralarda çoğunluğuz” diyorlar.

Birader siz 1915’te tehcire tabi tutulmuştunuz, hani hepiniz ölmüştünüz? Şimdi nasıl çoğunluk oluyorsunuz? Ermeniler orada istatistikler veriyorlar. Şu vilayette şu kadar, bu vilayette bu kadar diye. Bir şey daha var. Orada “Biz” diyorlar, “Sizin için çarpıştık” Yani ihaneti de itiraf ediyorlar, orada tutanaklarda var. “Biz sizin için çarpıştık, bize bunun karşılığını vereceksiniz”

Mustafa Kemal Paşa’nın iradesi

Ermenilerin talep ettiği şeyleri ABD Başkanı Wilson mı vermedi yoksa biz mi verdirmedik? Burada Mustafa Kemal Paşa’nın iradesi, Milli Mücadele çıkıyor ortaya. Evet, biz verdirmedik. Yoksa Wilson verdi. Nasıl verdi? Bir harita hazırladılar, “Ermenilere verilecek toprakların sınırını Wilson çizsin.” dediler. Wilson o haritaya ABD Başkanlık mührünü bastı, bir de imzasını attı. O harita elimizde, internette de var, çok meşhur bir harita. Wilson, masanın bir numaralı patronu o tarihte ve Ermenilerin hamisi oldu.

Atatürk, Harbord’u ikna ediyor

General Harbord, Sivas’ta 20 Eylül 1919 günü Mustafa Kemal Paşa’yla görüşüyor. Bir rapor hazırlıyor. O rapor tabii etkili oluyor. Mustafa Kemal Paşa ikna ediyor. Hatta adamı öyle ikna ediyorlar ki Erzurum’da Karabekir Paşa’ya da haber veriyorlar, Karabekir Paşa Erzurum’da askeri törenle karşılıyor. O zamanki Erzurum’un belediye reisi Harbord’a diyor ki, “Şu mezarları görüyor musun, bunların hepsi Müslüman” diyor. “İşte bunlar Ermenilerin katlettikleri” diyor. “Burada bir tane Ermeni mezarlığı yok” diyor. Harbord’u ikna ediyor bizimkiler ve adamın yazdığı raporlar da olumlu.

Karabekir Paşa, Ermeni birliklerini dağıtıyor

Wilson, General Harbord başkanlığında Anadolu ve Kafkasya’ya bir heyet gönderdi, bölgenin durumuna bakmaları için. Ermeni delegelere soruldu, “Biz size burada bir bağımsızlık versek ne kadar silahlı asker çıkarırsınız?”

Onlar da rakam verdiler, şu kadar asker çıkartırız diye. Bir Fransız general itiraz ediyor, diyor ki “Hayır, bunlar o kadar asker çıkaramazlar” diyor. Yani bölgede bir Ermeni nüfus var. Bu nüfus Rus Ermenileri değil, bizim Osmanlı Ermenileri. Biraz sonra 1920’de Kâzım Karabekir Paşa onların oluşturduğu orduyla savaşacak ve o ordunun silahlarını alacak. O silahları da biz Sakarya Meydan Muharebesi’nde kullandık.

Lozan’da Türk heyetine bir talimat verildi ve “Bakın arkadaşlar, şu maddeyi görüşebilirsiniz, şunu tartışabilirsiniz” denildi. 14 maddedir bu talimatlar, hükümetin İsmet Paşa’ya verdiği direktifler. “Bu 14 maddede bazı maddeler var ki bunları hükümete sorun” denildi.

Masayı terk edin

“Ermenilere misak-ı milli sınırları içerisinde bir yurt verilecekse kalkıp gelin, masayı terk edin” dediler. Bu kadar kararlı Ankara’daki irade. İsmet Paşa bunu hatıralarında anlatmış. Orada heyetler görüşmek ister İsmet Paşa’yla. Acı olan şu ki, bu heyetlerden birinin başkanlığını daha önce Osmanlı Hariciye Nazırlığı yaptığını söylediğim Noradunkyan Efendi yapmaktadır. Paşa der ki, “Ne istiyorsunuz?” Tabi Noradunkyan Efendi’yle önceden tanışıyorlar, adam Osmanlı’da nazırlık yapmış. Derler ki “Bize yurt verin” İsmet Paşa da der ki, “Siz bizi arkamızdan vurdunuz. Artık bir arada yaşayamayız.”

Ermeniler ne istiyor?

Ne zaman büyük bir savaş çıksa bu Ermeniler ortaya çıkıyor, “Bize bir toprak verin” diye. Şimdi 3T dediğimiz meseleye geliyoruz: Tanıma, tazminat ve toprak.

İlk defa 1947 yılında 50 tane ülkeden Ermeni delegasyon, Amerika’da bir Ermeni milli kongresi altında toplanıp bir deklarasyon yayınlıyorlar.

“Biz bu toprakları istiyoruz” diyorlar. İstedikleri yer, Van, Bitlis, Erzurum, Sivas; o bölgeyi istiyorlar. Bu konuda BM Genel Kuruluna da müracaat ediyorlar. Fakat böyle bir şey gündeme alınmıyor.

Bıden, ikinci Wılson’dır

Bugün ABD Başkanı Biden, ki ben Biden’a “İkinci Wilson” diyorum, o da onların safında açıkça yer aldı ve 24 Nisan günü bunu beyan etti. “Ermeni diasporası onu teslim aldı” falan diyorlar ama ben farklı bakıyorum olaya. Biden zaten baştan beri İkinci Wilson’lığa adaydı. Senatörlüğünden beri bir çizgisi var. Birinci Wilson haritayı çizmişti, mührü basmıştı, imzalamıştı. Bu da şimdi “Ben resmi olarak tanıyorum” diyor. Bu yeni bir evre artık...

Burada beklenmedik bir gelişme oldu. Son Karabağ savaşında Azerbaycan ordusunun zaferiyle bir kısım toprakları Azerbaycan Cumhuriyeti’nin geri alması. Türkiye’nin de bu mücadelede Azerbaycan’ın yanında yer alması, bu durum bütün her şeyi altüst etti, bütün dengeleri değiştirdi. Diasporayı ve destekçilerini kudurttu. Dikkat ederseniz orada bizim Cumhurbaşkanımızın ifadesiyle 6’lı bir barış projesi gündeme getirildi. Şimdi orada ne yok? Amerika Birleşik Devletleri yok. Bir de bu işte çok öne çıkan Fransa yok. Bu dışlanmışlığı ABD yönetiminin hazmetmesi o kadar kolay değil. Eski ABD Başkanı Wilson, Sevr Antlaşması’yla bize birtakım şeyleri dikte etmek istedi. Şimdi İkinci Wilson da çıkıp “Ben bunu böyle kabul ediyorum, siz de böyle kabul edeceksiniz” diyor. Fakat Biden da şunun farkında ki Türkiye Cumhuriyeti dikteyi kabul etmez. Bu mümkün değil.

Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR

Geçmişte Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Masası Başkanlığı da yapan Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in TÜRKGÜN Gazetesi’inde 30 Nisan 2021 tarihinde yayınlanan mülakatı:
https://www.turkgun.com/turkiye-cumhuriyeti-dikteyi-kabul-etmez-makale-149358


İyi, Kötü ve Çirkin


30 Nisan 2021

Bir film

‘’İyi, Kötü ve Çirkin’’, İtalyan film yönetmeni Sergio Leone'nin yönettiği,1966 yapımı bir Italyan Spagetti Western filmidir. Başrollerini Clint Eastwood, Lee Van Cleef ve Eli Wallach paylaşır. Film Türkiye'de 13 Ocak 1969'da gösterime girer…

Bu film, ‘’Bir Avuç Dolar’’ (1964) ve ‘’Birkaç Dolar İçin’’ (1965) filmleriyle başlayan ve aralarında konu bağlantısı olmayan üçlemenin sonuncusudur. Clint Eastwood bu filmiyle dünya çapında tanınan bir aktör haline gelir… Film; dünya çapında film, dizi ve televizyon programı değerlendirmesi yapan Internet Movie Database (IMDb)'de dünyanın gelmiş geçmiş en iyi 250 filmi arasında 9. sırada yer alır…

Şimdi ‘’Tam kapanma’’ (!) nın başladığı bu günde evde kalacağınız günler için size film tavsiyesi için bu filmi tanıtmadım. Benim bu filmde ilgi çeken yönü adı idi: ‘’İyi, Kötü ve Çirkin’’…

Bir düşünür

Çinli düşünür Lao Tzu, filmin adında geçen ’'İyi, Kötü ve Çirkin'' ile toplum arasında bir bağ kurar. Lao Tzu'ya göre toplum; iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın, çirkin ve güzelin bir birleşimidir.

Ve bir hikâye

Bu karışımın performansı şu hikâyede özetlenmiştir;

İyi iş yapan bir aşçı dükkânı açan birisine arkadaşı sorar:
''Nasıl başardın?''
''Yeni bir köfte formülü buldum. Güvercin köftesi yapıyorum.''
''O kadar güvercin etini nereden buluyorsun?''
''Biraz at eti karıştırıyorum.''
''Ne kadar?''
''Yarım güvercine yarım at katıyorum.''

Türkiye’nin en büyük sorunu

Türkiye’nin en büyük sorunu; kötünün, yanlışın ve çirkinin; iyinin, doğrunun ve güzelin karşısındaki artan oranıdır. Ve bu oran gitgide güvercin aleyhine radikal bir şekilde değişmektedir.

Ve vakit geç olmaktadır. Alarm seviyesi kırmızıya kadar gelmiştir...

Arz ederim...

Osman AYDOĞAN


Kût-ül Ammâre Muharebesi


29 Nisan 2021

Bugün 29 Nisan 2021... Kût Zaferi'nin 105. yıl dönümü...

1’inci Dünya Harbi'nde kazandığımız iki büyük zaferden birisidir “Kût Zaferi”.

Kût-ül Ammâre Muharebesi; Birinci Dünya Harbi esnasında 29 Nisan 1916'da, Mirliva Halil Paşa komutasındaki Altıncı Ordu’nun, General Townshend  komutasındaki İngiliz birliklerini  teslim aldığı bir muharebedir..

Mirliva Halil Paşa komutasındaki bu zaferden dolayı Halil Paşa, soyadını “Kût” olarak alır. Selman-ı Pak Muharebelerinde bulunan subayların bazıları da o zaferin anısını hep yaşamak istediğinden “Selmanıpak” soyadını alırlar…

Tarihte İngilizlerin kaybettiği dört muharebeden birisi olan Kût-ül Ammâre Muharebesi

Kût-ül Ammâre Muharebesi İngilizlerin tarihlerinde verdikleri en büyük kayıptır. Tarihte bunun başka bir örneği yoktur. Kût-ül Ammâre zaferi, Birinci Dünya Harbinde Osmanlı imparatorluğunun Çanakkale'den sonra kazandığı ikinci büyük zafer olmuş ve Dünya'da geniş yankılar uyandırmıştır…

Bu muharebede Türk ordusu kuşatma altında tuttuğu Kût şehrine girerek İngilizlerin 13 generali, 481 subayı ve 13.300 erini esir aldılar... Bu kadar İngiliz esir İngiltere tarihinde bir ilktir, tektir ve sondur.

Bu muharebe tarihte İngilizlerin kaybettiği dört muharebeden birisidir. Bu muharebenin büyüklüğü için İngilizlerin tarihte kaybettikleri diğer iki muharebeden de kısaca bahsetmek istiyorum.

Bu dört muharebeden birincisi; 1839-1842 yılları arasında yaşanan ve tarihte I. İngiliz-Afgan Savaşı diye geçen muharebede, 6 Ocak 1842 tarihinde Kabil ile Celâlâbâd arasındaki Gandarmak geçidinde İngilizler tarihlerinin en büyük mağlubiyetlerini almışlardı. Gandarmak geçidinde İngiliz İmparatorluk ordusunun 18500 askeri ilkel silahlara sahip Afgan kabilelerince yok edilmişti...

Bu dört muharebeden ikincisi; İngiltere'nin Napolyon Savaşları ile I. Dünya Harbi arasında girdiği en büyük ve en pahalı savaş olan ve 11 Ekim 1899 ve 31 Mayıs 1902 tarihlerinde yaşanan İngiliz-Boer Savaşı’dır. Bu savaşta Güney Afrika yerlileri olan Boer’ler İngilizleri 10-15 Aralık 1899 ve Ocak 1900 yıllarında yapılan muharebelerde ağır yenilgiye uğrattılar…

Bu dört muharebeden üçüncüsü Çanakkale Muharebeleri, dördüncüsü de Kût-ül Ammâre Muharebesi'dir... 

Kût Muharebesi hakkında İngiliz ve Avusturyalı yazar ve tarihçiler şunları söylerler:

‘’1842’deki Kabil bozgunundan beri İngiliz ordusunun yaşadığı en aşağılayıcı hezimet.’’ 

Knightley Phlillip and Simpson, Colin The Secret Lives of Lawrance of Arabia, Nelson, Lonfra, 1969

“İngiliz prestijinin 1’inci Dünya Harbi’nde yediği en büyük darbe."
Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart

"Kır bir atın üzerinde şık üniformalı, kelebek gözlüklü, dimdik duran Albay'ın komutasındaki sağlam, dayanıklı, kirli haki üniformalı, sırtları çantalı, bin kilometre yürümekten postalları parçalanmış Türk askerleri, trampetlerin ritmine uygun bir yürüyüşle şehre girdiler. Araplar alkışlıyor ve Albay’ın çizmelerini öpmeye çalışıyorlardı. Ama Albay onları itti… İngiliz subayları teker teker kılıçlarını teslim ettiler, o da başıyla selamlayarak alıyor ve ellerini sıkıyordu. General Townshend'in kılıcını Halil Paşa özel olarak gelerek aldı ve kendisine iade etti.’’
Avustralyalı yazar Russel Braddon

Halil Paşa’nın zaferden sonraki emri

29 Nisan 1916 tarihinde aşağıdaki metin Halil Paşa tarafından Altıncı Türk Ordusu'na günlük emir olarak yayınlanarak bu gün Kût Bayramı olarak ilan edildi.


29 Nisan 1916 tarihli günlük ordu emri;

‘’Orduma


Arslanlar,

Bugün Türklere şerefü şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın müşemmes (güneşli) semasında şühedamızın (şehitlerimizin) ruhları şadühandan (sevinçten, bahtiyarlıktan) pervaz ederken (uçarken), ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.

Bize iki yüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah'a hamdü şükür eylerim. Allah'ın azametine bakınız ki,  bin beş yüz  senelik İngiliz Devleti'nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden Cihan harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir.

Ordum gerek Kût karşısında ve gerekse Kût’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve on bin neferini şehit vermiştir. Fakat buna mukabil bugün Kût’da 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir.

Şu iki farka bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır.

İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale'de, ikinci vakayı burada görüyoruz.

Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tekemmül eden vaziyeti harbiyemiz karşısında muvaffakiyeti atiyemizin (büyük, paramparça eden başarımızın) parlak bir başlangıcıdır.

Bugüne ‘’Kût Bayramı’’ namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü tesit ederken şehitlerimize yasinler, tebarekeler, fatihalar okusunlar. Şühedamız, hayatı ulyatta (ulvi hayatta), semevatta (göklerde) kızıl kanlarla pervaz ederken (uçarken), gazilerimiz de atideki (gelecekteki) zaferlerimize nigehbân (gözcü) olsunlar..

     Mirliva Halil

     Altıncı Ordu Komutanı’’

Kût Zaferinden sonra

Enver Paşa, temel harp prensiplerinden olan ‘’başarıdan faydalanma’’ kuralını uygulayacağına, bu muzaffer ordu ile güneye Basra’ya kadar inip İngilizleri denize dökeceğine Kût Zaferi’ni kazanan Ordu’ya Almanların da telkiniyle “İran Seferi”ni hedef gösterdi. “Turan Seferi” de denilen bu sefer “hayalperest” bir sefer olmasına rağmen bu muzaffer Ordu, İran’a da girdi. Ancak burada İngiliz kuvvetlerini tutmaktan başka (Almanlar lehine) bir sonuç alamadı. Ancak Basra’daki İngiliz kuvvetleri ihmal edilmişti. İngilizler takviye kuvveti getirdikten sonra Bağdat istikametinde ilerlemeye başladılar.


Bu sefer muzaffer ordu ‘’Turan seferi’’ denilen hayalperest seferini bırakarak tekrar Irak’a döndü ise de İngilizler çoktan önemli mevzileri ele geçirmişlerdi. Sonuçta Kût-ül Ammâre kaybedildiği gibi Bağdat da kaybedildi. Mütarekeden sonra da Musul ve Kerkük kaybedildi. Dolayısıyla müthiş bir zafer ziyan edilmiş oldu…

Bu muhteşem zafer ziyan edilmeyip de bu muzaffer ordu Alman telkiniyle İran’a değil de Basra’ya yönlendirilseydi tarihin akışı daha farklı olurdu. 

Başkalarının telkinleriyle dış politika belirleyenlerin sonunu ‘’Tarih Baba’’ hep ‘’hüsran’’ olarak kaydetmiştir.

Kût Zaferi geçmişte kutlanmış mıydı?

Kût-ül Ammâre zaferi için NATO’ya girişimizden sonra İngilizleri gücendirmemek için kutlamaktan vazgeçtiğimiz iddia edilir. Ancak 1945 yılına kadar da Kût Muharebesinin kutlandığına dair hiçbir belge, bilgi, haber, yazı ve kaynak yoktur. Sadece 1950 yılında romancı Feridun Fazıl Tülbentçi’nin bir yazısı vardır. Hepsi o kadar…


Muhtemeldir ki bu unutuluşun arkasında bu muhteşem zaferin ziyan edilmiş olması yatar.

Kût Şehitliği

1920 yılında Bağdat’a 356 km uzaklıkta Kût-ül Ammâre’de bir şehitlik inşa edilmiştir. Burada yedi subay ve 43 er olmak üzere 50 şehidimizin mezarı bulunmaktadır. 


Kût Muharebesi şehidi Dedem

Bu günü kimsecikler kutlamasa da ben kutlamasam olmaz! Çünkü Dedem de (Babamın babası, Yusuf oğlu Hasan, 18'inci Kolordu, 51'inci Fırka, 7'inci Alay, 2'inci Tabur, 5'inci Bölük. Şehadet tarihi ve yeri: 08 Ekim 1916, Kût-ül Ammare) bir Kût muharebesi şehididir... Ruhu şâd olsun...


Hani, Çiçero derdi ya zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.'' Şehitleri yaşatan da yaşayanların bellekleridir.

Kût şehitlerimizin ve gazilerimizin ruhları şâd olsun. ‘’Kût Bayramımız’’ kutlu olsun!   

Osman AYDOĞAN

Meraklı olan okuyucularıma aşağıda bu muharebenin kısa bir özeti…

Kısa bir özet dediğime bakmayın. Böyle derli toplu bir özeti başka yerde bulamazsınız. Kût-ül Ammâre zaferini anlamak için kaçırmayın derim. Buradaki bilgiler, Kût Zaferi'nin 100. yılı nedeniyle 2016 yılında Gazi Üniversitesinde düzenlenen ve benim de konuşmacı olarak katıldığım sempozyumda hazırladığım notlarımdan istifade edilerek derlenmiştir... 


Birinci Dünya Harbi’nde Osmanlı imparatorluğu ile İngilizler arasında 8 Aralık 1915 - 26 Nisan 1916 tarihleri arasında Irak’ta cereyan eden ve Türk ordusunun zaferi ile sonuçlanan Kût-ül Ammâre Muharebesi

Birinci Dünya Harbi Öncesi Genel Durum ve Yığınaklanma
     


Birinci Dünya Harbi, genel olarak bir Almanya –İngiltere hesaplaşması idi… Birinci Dünya Harbi’nin İngilizler açısından ağırlık merkezi Hindistan ve Hindistan yolunun güvence altına alınması idi… Çünkü 20. Yüzyılın başındaki jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Bu yığınağın bir başka belki de asıl amacı da Körfez Arap şeyhlerinin ve aşiretlerinin kendilerini Osmanlıya karşı desteklemeye hazır oldukları mesajını vermekti. Bu şekilde Türklerle Arapların ayrıştırması amaçlanmıştı.

Bu maksatla; İngiltere, daha Osmanlı savaşa girmeden 29 Eylül 1914 tarihinde (Osmanlı savaşa 29 Ekim 1914’te girmişti, Osmanlının savaşa girmesine daha bir ay vardır) iki zırhlı savaş gemisi ile (Espiegle ve Dalhousie isimli zırhlılar) Osmanlı iç suyu statüsündeki Şattülarap’a girerek Hürremşehr yönüne ilerlemiş, daha sonra da Odin ve Lawrance zırhlıları da Basra’da Şattülarap çıkışına konuşlandırarak Basra’yı abluka altına almışlardır…

Daha önce de İngiltere Alman zırhlısı Goeben ve Breslau’u bahane ederek Çanakkale çıkışını abluka altına almıştı. Böylelikle İngiltere daha Osmanlı savaşa girmeden Çanakkale ve Basra çıkışlarını abluka altına almıştır. Daha sonra da Osmanlının İskenderiye’de bulunan birkaç eski Osmanlı hücumbotunun bulundukları yerden ayrılmalarına izin vermeyeceklerini belirterek Çanakkale ve Basra’dan sonra Suriye ve Filistin kıyılarını da abluka altına almıştır.

20 Ekim 1914 tarihinde ise (Osmanlı savaşa 29 Ekim günü girmişti) Hindistan’dan getirdiği Sefer Görev Gücünü Bahreyn’e konuşlandırmıştır.

Bütün bu yığınak İngiltere’nin Birinci Dünya Harbi’nde ana mihverinin ve ağırlık merkezinin Körfez, Basra ve Irak olacağını göstermekteydi.

Ayrıca İngiltere; Goeben ve Breslau Çanakkale’ye gelmeden (16 Ağustos 1914) önce Osmanlı hanımlarının yüzüklerini satarak alımına katkıda bulundukları ‘’Sultan Osman I’’ ve ‘’Reşadiye’’ zırhlılarını son taksiti ödenmesine rağmen Osmanlı denizcileri toka töreni için gemiye çıktıklarında gemilere tam Osmanlı sancağı çekileceği anda el koymuşlardır. (28 Temmuz 1914)

Kısaca Osmanlı Birinci Dünya Harbi’ne girsin girmesin Abadan petrollerini ve Hindistan yolunu korumak ve Arapları yanlarında tutmak için İngilizler Basra’ya çıkarma yapacaklardı. İngiltere’nin hazırlığı ve yığınağı bu yöndeydi…

Ancak Osmanlı İngiltere’nin bu maksadını ve hazırlığını göremeyerek Irak cephesini ihmal etmiş, hatta diğer cephelere bu cepheden kuvvet kaydırmıştır. Irak cephesini destekleyecek menzil hattını (ikmal hattı ve ikmali) da zayıf tutmuş, destekleyememiştir.

Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardı. Bunlar İngiltere ve Rusya idi. Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıydı:  İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.

Hal böyleyken; Balkan Harbi’nde Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardı.

1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştı. 1914’te Irak’taki Ordu kâğıt üzerinde üç tümene çıkarılmıştı ama İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştı.

Hemen arkasından gelen Sarıkamış felaketi, muhtemel takviyelerin ve hatta Irak’tan bazı birliklerin acilen Kafkasya cephesine gönderilmesine yol açtı.

İngiltere’nin amacı

İngiltere’nin bu yığınaktan ve stratejiden amacı Osmanlı imparatorluğunun Güneydoğu Anadolu bölgesi ile Irak, Suriye ve diğer Arap memleketlerinin Fransa ile paylaşılması kapsamında;


-Abadan petrollerini korumak,
-Kuzeye doğru ilerleyerek Rusya ile birleşmek ve
-Türk kuvvetlerinin İran’a girerek Hindistan yolunu tehdit etmesini önlemek maksadıyla Irak Cephesi açılmıştır.

Osmanlı imparatorluğunun harp planı

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Harbinde Irak cephesinin yanında ayrıca; Çanakkale Cephesi, Kafkas Cephesi,  Suriye Cephesi ve Avrupa’daki cepheler olmak üzere beş cephede muharebe etmiştir.


İngilizler Irak cephesini açmadan önce Osmanlı imparatorluğunun savaş planı;

-Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden Rusya‘ya darbe vurmak,
-Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât ve
-Çanakkale’yi korumak için Trakya’da önemli bir kuvvet bulundurmayı ön görüyordu.

Bu plan ise tamamen Osmanlıyı korumaktan ziyade Alman cephelerini rahatlatmak için açılmıştı. Şöyle ki;

- Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden harekât yaparak bu bölgede Rus askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,

- Süveyş Kanalı ve Mısır’a karşı harekât yaparak bu bölgede İngiliz askerlerini tespit edip Avrupa’da Alman cephelerini rahatlatmak,

- İleride bahsedileceği gibi Irak Cephesinde Kût-ül Ammâre zaferinden sonra --başarıdan faydalanılmayarak -  harekâta devamla İngilizleri Basra’dan döküp atmak yerine muzaffer orduyu İran’a göndererek İngilizlerin körfezde kalmalarını sağlayarak bu güçlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek,

- Hatta Çanakkale Deniz zaferinden sonra kara savunma harekâtını kıyıda tutmayarak İngilizlerin karaya çıkmasını, böylece savaşın uzamasını sağlayarak bu kuvvetlerin Avrupa’da Almanlar karşısına çıkmasını önlemek.

Irak’ta İngiliz Harekâtı ve Cereyan Eden Muharebeler

İngiliz ırak seferi kuvvetleri Orgeneral Perry Lake komutasında; bir adet Hint kolordusu (üç adet piyade tümeni, üç adet piyade tugayı ve bir adet topçu tugayı) bir adet piyade tümeni ve iki adet piyade tugayından teşkil edilmişti.


İngilizler'in "Mezopotamya Seferi" adı verdikleri Irak Cephe’si, Hindistan'ın Bombay şehrinden hareket eden, İngiliz ve Hintli birliklerden oluşan kuvvetlerin 15 Ekim 1914'te Bahreyn ve 21 Kasım 1914'te Basra Körfezi'ndeki Fav Yarımadası'ndan başlayarak Irak Basra'yı işgali ile açıldı. Bu bölgede askeri gücü oldukça zayıf olan Osmanlı kuvvetleri işgale karşı direnemediler. Basra'yı geri almak üzere, Binbaşılıktan Yarbaylığa terfi ettirilen Süleyman Askerî Bey cephe komutanlığına atandı.

Yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe'de İngilizlere karşı taarruza geçen Süleyman Bey, üç gün süren savaşın sonucunda yenilgiye uğradı. Bu savaşta bacağından yaralanan Süleyman Askerî Bey, gözlerinin önünde kendi yetiştirdiği gencecik vatan evlatlarının şakır şakır öldüğünü görüp, üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında intihar etti. (Nisan 1915)

Artık önemli bir direnişle karşılaşmayacağına inanan İngilizler, Basra vilayetindeki önemli stratejik mevkileri ele geçirerek buradaki durumlarını sağlamlaştırmayı ve Bağdat'a İlerlemeyi hedefliyorlardı. Gerçekten de fazla bir direnişle karşılaşmadan önce Kurna'yi daha sonra da Ammâre'yi işgal ettiler.

23-24 Nisan 1915 tarihinde Edirne’deki 4. Tüm. Komutanı Albay Nurettin Irak ve Havalisi Genel Komutanlığına atandı. Albay Nurettin 15 Mayıs 1915’te Bağdat’a gelerek göreve başladı.

İngilizlerin devam eden ileri harekâtında Albay Nurettin Bey tarafından olağanüstü azim ve kararlılıkla savunulan Kûtü'l- Ammâre, savaş malzemesi eksikliği ve kuvvet yetersizliğinden fazla dayanamayarak 25 Eylül 1915'te düştü.

Kût-ül Ammâre kaybedilmesi Bağdat'ı büyük bir tehlikeye düşürmüştü. İngilizler Bağdat'a oldukça yaklaşmışlar, yolları üzerinde mağlup Osmanlı kuvvetleri düzgün bir şekilde Selman-ı Pak'a çekilerek burada bulunan hazır mevzilere yerleşip, savunma önlemleri aldılar.

Selman-ı Pak’a kadar Osmanlı kuvvetleri ile İngilizler arasında şu muharebeler cereyan etti:

- Seyhan Muharebesi (14-15 Kasım 1914 )

- Harabe ( Kût-ül Zeyn) Muharebesi (17 Kasım 1914)
 - Birinci ve İkinci Mezira muharebeleri (4-7 Aralık 1914)
- Birinci Rota Muharebesi ( 20 Ocak 1915 )
- Şuayibe Muharebesi ( 12 –14 Nisan 1915 )
- İkinci Rota Muharebesi ( 31 Mayıs 1915 )
- Nasırye ve Ümm ün Necim muharebeleri ( 13-24 Temmuz 1915)
- Birinci Kût-ül Ammâre Muharebesi ( 26 Eylül 1915 )
- Selman-ı Pak Muharebesi ( 22-24 Kasım 1915

Selman-ı Pak Muharebesi

İngiliz kuvvetlerinin ırak topraklarına çıkması ile birlikte iki taraf arasında cereyan eden bu dokuz adet muharebeden Selman-ı Pak Muharebesi hariç olmak üzere hepsi İngilizlerin lehine sonuçlanmıştır.


1915 Kasım’ında 45. Tümen ve Kafkaslardan da 51. ve 52. Tümenler bölgeye gönderilerek Selma-ı Pak takviye edildi. Bu arada Bağdat’ta bulunan 45. Tümen’in de eksiklikleri tamamlandı. 45, 51 ve 52. Tümenler Osmanlı Ordusunun en seçkin birlikleri arasındaydı.

İngilizler kuzeye doğru ilerlerken, tarih boyunca bütün orduların başına gelen durumla karşılaştılar. Kendi ikmal hatları uzarken, hasımlarının yolu kısalıyordu.

22 Kasım 1915'te Selman-ı Pak'a taarruz eden İngilizler şiddetli bir direnişle karşılaştılar. İngilizler, Osmanlı kuvvetlerinin karşı taarruzu sonucu 4.500 kişi civarında kayıp vererek 25 Kasım'da Selman-ı Pak’tan ayrılarak Kût-ül Ammâre'ye doğru çekildiler…

Kût-ül Ammâre Kuşatması

Osmanlı kuvvetleri taktik prensiplere uygun olarak çekilen kuvvetlerle teması sürdürerek sıkı bir takip harekâtına giriştiler. 51. Tümen İngilizleri takip etti, Aziziye’de İngilizler imhadan kurtuldular. İngiliz kuvvetleri takipten kurtularak nefes almak için aslında savunmaya hiç de müsait olmayan Kût-ül Ammâre’ye sığınmak zorunda kaldılar taktik prensiplerden olan ‘’yeniden tertiplenemeden ve teşkilatlanamadan’’. Ve İngiliz kuvvetleri burada hızla sıkı bir kuşatma altına alındılar. (05 Aralık 1915)


Muharebenin cereyan ettiği Kût-ül Ammâre bölgesi Basra’ya 415 km Bağdat’a 356 km mesafede ve Dicle dirseği içerisinde yer alan bir bölgedir. Üç tarafı bataklıkla kaplıdır. Açık olan tek tarafı ise Osmanlı kuvvetleri tutmuştu.

Osmanlı kuvvetleri bir taraftan 18. Kolordu (45. ve 51. Tümenler) ile Kût-ül Ammâre’yi kuşatırken diğer taraftan da 13. Kolordu (35. ve 52. Tümenler)  ile İngilizlerin güneyden gelecek kurtarma kuvvetlerine karşı Kût güneyinde savunma mevzi oluşturdular. Bu şekilde hem içe hem dışa bakan klasik siper hatları oluşturularak Kût-ül Ammâre Basra’dan koparıldı. Bu savunma sayesinde İngilizlerin yardıma gelen kuvvetlerini tamamı yenilgiye uğratıldı.

Bu arada Aralık 1915 yılında Bağdat merkezli 6. Ordu kuruldu, Alman Goltz Paşa Ordu komutanı olarak atandı ve ‘’Irak ve Havalisi Komutanlığı’’ emrindeki birliklerle beraber ‘’Irak Cephesi Komutanlığı’’ adı altında 6. Ordu’ya bağlandı. 6. Ordu; 13 ve 18'inci kolordularla Musul Tümeninden teşkil edilmişti.

Nurettin Bey de Kût’u kuşatan kuvvetlerin Komutanı olarak görevlendirildi. Bu durumdan memnun olmayan Nurettin Bey Enver Paşa’ya uzun bir mektup yazarak memnuniyetsizliğini belirterek mektubunu şöyle bağladı: ‘’Bu üzüntü şahsi değil millidir.’’


Ayrıca Nurettin Bey elindeki tüm imkânları kullanarak derhâl Kût’a saldırarak sonuç almak istiyordu. Goltz Paşa ise takviyeler gelmeden bu taarruzların yapılmasına karşı çıkıyordu. Aralık ayında Nurettin Bey kendi inisiyatifi ile yaptığı üç saldırıda büyük kayıplar verdi. (Nutuk’ta da M. K. Atatürk bu gereksiz kayıplardan bahseder.)

Bu gelişmeler üzerine Nurettin Bey 10 Ocak 1916 tarihinde görevden alınarak Kafkas Cephesine 9. Kolordu Komutanlığına tayin edildi. Nurettin Bey’i’n yerine Enver Paşa’nın kendisinden iki yaş küçük amcası 52. Tümen Komutanı Halil Bey (Mirliva-Albay) atandı.

İngilizlerin kuşatmayı yarmak için gönderdikleri kuvvetlerle altı muharebe yapıldı. Bu muharebelerin ikisi hariç hepsini de İngilizler kaybetti. Bu taarruzlar 35 ve 52. Tümenlerin oluşturduğu dışa bakan savunma mevzileri sayesinde büyük kayıplar ve fiyaskoyla sonuçlandı.  (Sırasıyla: 7 Ocak: Şeyh Saad, 13 Ocak: Vadi, 21 Ocak: Hanna, 7-9 Mart: Düceyla, 5-8 Nisan: Hanna ve Fellahiyeh, 7-22 Nisan: Beyt Ayşe ve Sennaiyat)

Halil Bey, Nurettin Bey’in aksine Kût’u taarruzla değil, yiyeceği tükenen İngilizleri açlıkla teslim almayı düşünüyordu ve bu nedenle Arap ahalinin kasabadan ayrılmasını engelliyordu. Ayrıca toplarla sürekli taciz ateşi açıyordu.

İngiltere, General Aylmer komutasındaki birliklerin başarısız olan birinci taarruzun ardından Irak cephe komutanı J. Nixon’ı azledip Percival Lake’i bu göreve getirdi; ancak yeni komutan da kuşatmadaki birliklerini kurtaramadı.

Çaresiz kalan İngilizler, savaşa birlikte girdikleri Rusya’dan yardım istedi. O dönemde İran’ın Kirmenşah bölgesini işgal etmiş olan Rus kuvvetlerinin komutanı Baratov’un Kût üzerine yaptığı intikal de sonuçsuz kaldı.

Basra’daki İngiliz genel karargâhının dünya harp tarihinde ilk olarak uçaklarla yaptığı ikmal harekâtı da başarısızlıkla sonuçlandı. Uçaklar ya Türk uçaksavar ateşine maruz kaldılar, ya da malzemelerini Türk mevzilerine attılar. Bir kısım malzemeler de Dicle’nin balıklarına yem oldu.

Basra’daki İngiliz genel karargâhının son ikmal denemesi Julnar isimli gemi ile yapmak istedikleri ikmal takviyesi oldu. 24 Nisan 1916 günü 270 ton yiyecek malzemesi ile Kût-ül Ammâre’ye hareket eden Julnar gemisi kıyılardan açılan makineli tüfek ve top atışları sayesinde kıyıya oturtularak 25 Nisan 1916 günü ele geçirildi.

Kurtuluş ümidi kalmayan, erzak ve cephane sıkıntısı çeken General Townshend, önce, kimi kaynaklara göre bir milyon, kimi kaynaklara göre ise iki milyon Pound değerinde altın vererek esaretten kurtulmaya çalıştı. (Arap Lawrence olarak bilinen Thomas E. Lawrence de bu planın bir parçasıydı.) Müzakerelerin sonunda Halil Bey kayıtsız şartsız teslim olmalarını talep etti. General Townshend Halil Bey’e 26 Nisan’da mektup yazarak Kût’u teslim etmeye hazır olduklarını bildirdi. Halil Bey ise birlik, silah ve cephaneleri teslim etmesi şartıyla istediği yere gidebileceği cevabını verdi.

Townshend ise tüm silah ve cephanesini yok ettirerek 29 Nisan 1916’da teslim oldu.

Yaklaşık beş ay süren kuşatmanın ardından, 13 general, 481 subay ve 7 bini Hintli 13 bin 300 İngiliz askeri Türk birliklerine teslim oldu. Tarihe Kût-ül Ammâre zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti.

Savaşın bu aşamasında da emsalsiz bir insanlık örneği sergileyerek aylardır açlık, susuzluk ve iklim şartlarından dolayı perişan haldeki İngiliz ve Hint askerlerine beş gün önce ele geçirdikleri Julnar’dan kalan erzaktan ikram ederek Türk askerinin büyüklüğünü göstermişlerdir.

İngiltere Kût-ül Ammâre’deki yenilginin sebebini soruşturmak üzere Mezopotamya Komisyonu oluşturmuş; burada askerî hatalar, coğrafya, iklim ve ulaşımdan kaynaklanan sorunlar ve sağlık problemleri tartışılmıştı. Buna rağmen hazırlanan raporda hezimette Osmanlı Ordusunun başarısının payı imâ dâhi edilmemiştir.

Metinde Osmanlı Ordusunu öven, yenilgide onun gösterdiği çabanın da rol oynadığına işaret eden dolaylı ifadeler dâhi yoktur. Bu da İngilizlerin uğradıkları hezimete karşılık Osmanlı Ordusuna yukarıdan bakmayı sürdürdüklerini göstermektedir.

Kût-ül Ammâre Sonrası

Bu zaferden sonra Başkomutanlık büyük bir yanılgıya kapılarak Dicle bölgesindeki harekâtın sona erdiğine hükmederek, bu cepheyi ihmal etmiş, Almanların telkiniyle 18. Kolordu İngilizlere karşı yalnız bırakılarak 13. Kolordu’nun İran cephesine gönderilmesi, cephenin zayıflamasına neden olmuştur. Sonradan 13. Kolordu Irak Cephesine getirilmiş olmasına rağmen sonuç değişmemiştir. İngiliz karşı taarruzuyla önce 22 Şubat 1917’de Kût-ül Ammâre’yi tekrar ele geçirmişler, sonra da 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmişlerdir. Mütarekenden sonra ise Musul ve Kerkük kaybedilmiştir.


Sonuç olarak muhteşem bir zafer ziyan edilmiştir.

İtilaf devletleri Çanakkale’den çekilirken Irak’a 1915/16 kışında gönderilen takviyeler durumu biraz düzeltip Kût zaferini sağlamıştı ama bu İngilizlerin nihai ilerlemesini geciktirmekten başka işe yaramadı. Enver bu sırada, yani stratejik dengenin sürdüğü 1916 yılında en güçlü dört tümenden oluşan 15. Kolordu’yu Galiçya’ya, 13. Kolordu’yu da İran bozkırlarına göndermiştir. Hâlbuki bu iki kolordu Güney cephesinin savaşın sonuna kadar tutulmasını sağlayabilirlerdi.  

Ancak şu da bir gerçektir ki İngiliz işgali altındaki İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920'de oy birliği ile kabul edilip 17 Şubat'ta kamuoyuna açıklanan ve Türk Kurtuluş Savaşı'nın siyasî manifestosu olan Misak-ı Millî’ye Anadolu’da Mustafa Kemal’in Erzurum ve Sivas kongreleri ve Çanakkale zaferi kadar Kût-ül Ammâre zaferi de cesaret vermiştir…

Osman AYDOĞAN




Kaht-ı rical

27 Nisan 2021

‘’Kaht-ı rical’’ deyimi Osmanlı’dan günümüze aktarılan bir deyimdir. Bu deyim Osmanlı’da 19. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır… Önce deyimi açıklamamız gerekiyor.

Deyimin açıklaması

‘’Kaht’’, ‘’kıtlık, yokluk, kuraklık, vb.’’ anlamlarında kullanılan Arapça bir kelimedir. ‘’Rical’’ ise Arapça ‘’recûl’’ kelimesinin çoğuludur. ‘’Recûl’’  ise yetişmiş, eğitimli insan anlamımdadır. ‘’Kaht-ı rical’’; yetişmiş, eğitimli insan kıtlığı anlamındadır. Ancak bu deyimin birebir Türkçe karşılığı böyle olsa da bu deyim genellikle devlet yönetiminde kullanılır ve anlamı; ‘’devlet yönetiminde liyakat isteyen alanlarda, kültür, bilgi ve birikimiyle yetişmiş, kalifiye insanın bulunamaması’’ durumunu anlatır… Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat’ta bu iki kelime bir arada ‘’devlet yönetiminde muteber adam kıtlığı" anlamında verilmektedir...

Fenerle adam arayan filozof Diyojen'in ‘’’gerçek adamı’’’ aramak için gündüz fener yaktığını herkes bilir. Fenerle ne aradığını soranlara, onların dikkatini çekmiş olmanın hazzıyla; ‘’adam arıyorum, adam!’’ dermiş. Yani demek istemiş ki Diyojen; ‘’Suretâ adam çok (yani, şeklen insana benzeyen çok), fakat sîrette adam yok (yani, ahlaki ve manevi açıdan gerçek insan yok)…"

Osmanlıdaki kaht-ı rical sorunu

Osmanlıda kaht-ı rical sıkıntısı çok daha eskiye 18. yüzyıla dayanır… Ancak bu dönemde kaht-ı rical sıkıntısı anlatılırken bu kelimeden bahsedilmez…

Osmanlı Devleti'nin Avrupalı devletler ile savaş içinde olduğu zor bir dönemde 16 yıl 3 ay padişahlık yapan ve padişahlığının son döneminde ağır yenilgiler almış olan III. Mustafa (1717 – 1774) şehzadeliği boyunca iyi bir öğrenim görerek yüksek din ilimleri, edebiyat, tarih, coğrafya ve askerî bilimleri konusunda dönemin büyük âlimlerinden ders alır. ‘’Cihangir’’ mahlasıyla şiirler yazar. İşte bu şiirlerinden birinde kaht-ı ricalden şöyle şikâyet eder:

‘’Yıkılıpdur bu cihân sanma ki bizde düzele
Devlet-i çarh-ı denî verdi kamu mübtezele 
Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezer hep hezele 
İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-yezele’’

(Düzeleceğini zannetmeyin, dünya yıkılıp gidiyor;
 Alçak felek devleti aşağılık adamlara teslim etti.
Mutluluk kapılarında şimdi bu aşağılık, âdî adamlar dolaşıyor
İşimiz artık Allah’ın merhametine kaldı.)

III. Mustafa'nın oğlu ve yenilikçi padişah olarak adlandırılan III. Selim (1761 -  1808) de şehzadeliği boyunca iyi bir öğrenim alır, müzik ve şiirle ilgilenir, yüksek din ve fen ilimleri, Arapça ve Farsça öğrenir. Bu nedenle sanatçı kişiliğe sahip olan III. Selim yaşamı boyunca müzik ve şiir ile ilgilenir, "İlhami" mahlasıyla şiirler yazar. İşte bu şiirlerinden birinde III. Selim de daha veliaht iken devletin bozulan düzeninden, (kaht-ı rical meselesinden) duyduğu üzüntüyü şöyle dile getirir:

‘'Sakın aldanma gönül âleme yok zerre vefâ
Devletin tab'ı bozuk ver ana yâ Rabbi şifâ
Zevk eyyâmı değil şimdi harâm oldu safâ
Edelim Hakka recâ şimdi harâb oldu cihân’’

(Günümüz Türkçesine aktarılamayacak kadar açık ve net söylemiş III. Selim)

Araştırmacı, yazar Şaban Çibir’in ‘’Sultan 1. Abdulmecid - Su Uyur Düşman Uyumaz - Ah Vatanım’’ (Parola Yayınları, 2016) isimli kitabında II.Abdülhamid'in kaht-ı rical sıkıntısından bahsettiğini yazar:

‘’II. Abdülhamid'in kızı, babasının hatıratını ihtiva eden kitabında babasının; ‘Bu milletin uğradığı en büyük sıkıntı kaht-ı rical meselesidir’ dediğini nakleder. Ki; o koca Sultan, sadrazam tayin etmek istemiş, fakat devlet adamı sıfatını taşıyan bir kimseyi bulamamanın sıkıntısı ile ‘ah kaht-ı rical!’ diye inlemiş.  (…)

Osmanlıda kaht-ı rical sorunu II. Abdülhamid'den evvel başlamıştı. Osmanlı son iki asrında hep bu sorunla karşı karşıya kaldı. O kadar ki, tarih sahnesinden silinmelerinin başta gelen sebeplerinden biri budur dense yanlış olmaz. Her şeyin parayla ölçüldüğü; makam ve rütbelerin insani değerlerin önüne geçtiği; liyakatin değil isimlerin, dostlukların ve adam kayırmanın; gurur, kibir, ihtiras, benlik, çekememezlik, bencillik duygularının öne çıktığı bir toplumun çökmesinde nasıl bir gariplik aranabilir ki?

Prof. Vahdettin Engin, “II. Abdülhamid ve Dış Politika” (Yeditepe Yayınları, 2005) adlı eserinde de Abdülhamid’in Osmanlıdaki kaht-ı rical sorununu anlattığı bir bölüm var… Kitabın bu bölümünde Japon İmparatoru’nun, İslamiyet’in muhtevasını, iman esaslarını, gayesini, felsefesini, ibadet kaidelerini izah edecek kudrette bir din heyetinin ülkesine gönderilmesini Sultan Abdülhamit’ten talep ettiğini yazıyor. Abdülhamid’in bu talep üzerine verdiği cevap kitapta şu şekilde verilir: “Düşündüm ki, Japon İmparatorunun istediği Müslüman din âlimleri kendi ülkemizde olsa ve onları ben bulabilseydim, Japonlardan evvel kendi milletimin ve Halife, yani Peygamberimizin vekili olarak İslam âleminin istifadesini temin ederdim.’’

Osmanlı devlet adamı, diplomatı, çevirmen ve oyun yazarı, ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda İstanbul vekili ve bu meclisin başkanı, iki defa maarif nazırlığı (eğitim bakanı) ve iki defa başvekillik (sadrazamlık, başbakanlık) görevini yapan, 16 dil bilen bilim adamı Ahmet Vefik Paşa da Osmanlının yaşadığı kaht-ı rical sorununu daha farkılı dile getirir…

Ahmet Vefik Paşa’nın ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ (Türk Dil Kurumu Yayınları, 2000) isimli bir kitabı var. Ahmet Vefik paşa bu kitabında iyi bir siyasetçide ve iyi bir yöneticide şu sıfatları arar;  Muteber, mutedil, mu'tezim (azimli), mutena, mutlif (affedici), muvaffak, muvakkit, muzaffer, mübeccel (yüceltilmiş), mübeşşir (sevindirici haber veren), mücerreb (tecrübe edilmiş), müdebbir (tedbirli), müeyyit (sağlam), müfekkir (düşünen), müheyya (hazır). Hatta der ki kitabında Ahmet Vefik Paşa; '’bir siyasetçi ve yöneticide ne kadar ‘m’ harfi ile başlayan özellik varsa siyasetçi - yönetici o kadar mühim işler yapar.’’

Ahmet Vefik Paşa tüm bu '’m’'li özellikleri saydıktan sonra ekler; ‘'Bu evsafın hepsine sahip olmak da yetmez. Bir şey daha lazımdır. O da devletin bu idareciye hakikaten salahiyet vermek isteyip istemediğidir’.'’

Türkiye Cumhuriyeti’nde kaht-ı rical

Ülkemizde yaşanan son olaylar göstermiştir ki vatandaş bu evsafa sahip siyasilere, siyasiler de bu evsafa sahip yöneticilere görev vermemiştir. Bakınız nâzırlara, meselâ Dâhiliye Nâzırı’na, Hariciye Nâzırı’na, Müdafaa Nâzırı’na!... Bakınız teşkilat reislerine, meselâ Diyanet Reisi'ne! Bakınız medreselere, meselâ medreselerdeki müderrislere! Bakınız ceridelere, meselâ bu ceridelerdeki muharrirlere! Bakınız renkli ekranlara, meselâ bu renkli ekranlarda her daim boy gösteren, kürsülerde arz-ı endâm eden müverrihlere, müderrislere, vükelaya! Bu evsafta mı dırlar?

Günümüz ülkemizde, ‘’yetişmemiş adam yoktur’’ demek Osmanlının aksine haksızlık olur. Dünya çapında yetişmiş insanlarımız vardır. Sorun bu insanların devlet katında görev almamış olmalarıdır. Bunun nedenini de en iyi Ortadoğu, İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi hakkında uzman Amerikalı tarihçi Bernard Lewis anlatır. Bernard Leweis’in ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (Orjinal isim: The Political Language of Islam) (Phoenix / Siyaset Dizisi, İstanbul, 2007) isimli kitabında bu hususu şöyle anlatır:

“Türkiye’de yazarlar, düşünürler, üniversite profesörleri ve işadamları dünyadaki benzerleri düzeyinde yetenekli, iyi eğitilmiş, deneyim sahibi kişiler olmalarına karşın siyasal sistem, bu insanları son derece etkin bir biçimde iktidardan uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da Türk demokrasisi engellenmiş durumdadır. Başka hiçbir ülkede eğitimli seçkinlerin düzeyiyle siyasal sınıfın düzeyi arasındaki fark, Türkiye ölçüsünde büyük değildir. Onlarca yıldır Türkiye’nin önemli siyasal partileri bir tek kişi ya da kimi zaman işbirliği içindeki küçük bir grup tarafından yönetilmiştir. Bu kişiler ise kamu görevi için tek bir ölçütü kullanarak seçim yaparlar: ‘kör bir itaat’... Yalnızca dalkavuk kabul edilir, bağımsız düşünürlerden ölümcül salgın virüsü taşıyorlarmış gibi kaçılır. Yalnızca statükoya bağlı bir avuç soğukkanlı tutucunun egemen olduğu siyasal sistem böylece kemikleşmiştir...”

İşte böylesine bir kemikleşmenin sonucu olarak bugün bir nasıl zalimce cezalandırıldığımızı da Fransız düşünürü Alain Badiou bize anlatır: ‘’Siyaset üzerine düşünmek zorundayız. Eğer bunu yapmazsak bir gün zalimce cezalandırılırız.’’

Osmanlı hicvinde kaht-ı rical

Böylesine zalimce cezalandırılmanın sonucu ne olur derseniz ben cevap olarak yine çok sevdiğim eskilerde yer alan hicve gideyim.. Ne varsa işte orada eskilerde var… Sorular da orada, cevaplar da oradadır:

Ziya Paşa’nın devlet katında geçerli olan zihniyet üzerine özdeyiş haline gelmiş birçok mısra ve beyti vardır... Ziya Paşa’nın zamanın siyasetçileriyle bürokratlarına kızarak yazdığı mısralardan birisi de şu şekildedir:

‘’Asiyab-ı devleti (devletin değirmenini) bir har (eşek) da olsa döndürür.’’

Bundan cesaret alan Türk edebiyatının hiciv ustası Şair Eşref de gecikmeden Ziya Paşa’ya cevabını yapıştırır:

‘’Asiyab-ı sengi'yi bir har da olsa döndürür,
Döndürür ama mili kırar çarka s…çar harabeye döndürür.’’

Taşlama şairi Neyzen Tevfik de onun mısrasına bir “nazire” olarak, şöyle bir beyit oluşturur:

‘’Öyle harlar koştular kim asiyab-ı devlete,
Birbirin çiğnemekten, dolab-ı devlet dönmüyor.’’


Bir Çin atasözü

Hani demişti ya II. Abdülhamid: ‘‘Bu milletin uğradığı en büyük sıkıntı kaht-ı rical meselesidir.’’ Hani inlemişti ya II. Abdülhamit: ‘’Ah kaht-ı rical!’ diye…  Aradan yüzyıl geçer... Hep beraber inleriz yine  ‘’Ah kaht-ı rical ahhh!’’ diye...


Aslında Osmanlının kaht-ı rical olarak ortaya koyduğu bu sorunu Çinliler, neticesi ile beraber bir atasözü ile anlatmışlardı:

''Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette Güneş batıyor demektir.''

Asiyab-ı devlet neden mi harabeye döndü sanıyorsunuz, Güneş bu memlekette durduk yerde mi batıyor zannediyorsunuz…

Güneş battıkça o gölge uzar, güneş battıkça o gölge uzar, uzar, uzar, uzar sonra güneş ufka indiğinde gölge en uzun halini alır ve gölge o an bir saniye içinde yok olur gider!... Ama bu durumu gölgeleri uzayan o kısa boylu adamlar bir türlü idrak edemezler!

Arz ederim

Osman AYDOĞAN




Dış politikada etkinlik, tutarlılık, saygınlık ve İran diplomasisi

26 Nisan 2021


24 Nisan 2021 günü ABD Başkanı Joe Biden, 1915 olaylarının yıldönümüyle ilgili açıklamasında hem ''soykırım'' sözcüğünü kullanıyor, hem günümüz Türkiye’sini de suçlayarak açıklamasında ‘’… bu tür zulümlerin bir kez daha tekrarlanmaması için yeniden taahhütte bulunuyoruz" ifadesini kullanıyor hem de İstanbul yerine de '’Konstantinopolis’' adını kullanıyor...

Neresinden bakarsanız bakın yenilir yutulur bir açıklama ve ifadeler değil.…

Şimdi Türkiye tarafından verilen tepkilere bakalım diyeceğim ama bakmayalım. En yukarıdan en aşağıya tepkilerde sadece ‘’kınama’’ var: ‘’Kınıyoruz!’’... ‘’Hem de çok sert kınıyoruz!’’…

Son yıllardaki Türk diplomasisinin tepkileri veya tepkisizliği!

Tabii geçmiş tecrübelere bakarak kınamaktan başka da bir şey yapılmayacağını görürüz… Dost ve müttefik ABD, 04 Temmuz 2003 günü, Irak’ın Süleymaniye kentinde Irak’taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan askerlerince Türk ordusunun seçme birliklerinin derdest edilip başına çuval geçirilmesi karşısında nota bile veremeyenlerin, 02 Haziran 2016 tarihinde Alman Federal Meclisi'nin 1915 olaylarını '’soykırım’' olarak nitelemesinin ardından sessiz ve tepkisiz kalanların bu açıklama karşısında da sessiz ve tepkisiz kalacakları gözüküyor.  Ancak ABD’nin 1915 yılı olaylarını ‘’soykırım’’ olarak nitelemesi Almanya’nın nitelemesine benzemez.

Son yıllarda Türk Dışişleri Bakanlığı hep olaylar olup bittikten sonra tepki göstermektedir. Hâlbuki dış politika ağlama, sızlama, serzenişte bulunma, tepki gösterme makamı değil, önlem alma makamıdır. Dış politikada esas olan tepki göstermek değil, tepki gösterilebilecek olayı önlemektir… Olayı önleyememişseniz, olay olmuş, bitmiş ve olaya tepki vermek durumunda kalmışsanız eğer, bu olaya karşı öyle bir tepki verirsiniz ki, karşı taraf veya bir başkası bir daha böyle bir eyleme girişemez...  İncil’de geçen ‘’sağ yanağına vurana sol yanağını da çevir’’ (Matta 5, 39) veya "bir yanağına tokat atana diğer yanağını çevir" (Luka, 29) sözlerinden alınan Fransızca deyim olan "tendre l’autre joue" diplomaside geçerli değildir… Diplomaside sağ yanağınıza vurana siz daha şiddetli vurmazsanız sol yanağınıza da aynı tokadı, belki de daha şiddetlisini yersiniz.

Son yıllarda Türk diplomasisi olayları önleyemediği gibi gösterdiği tepkilerinde de hep; içe dönük, duygusal, reaktif ve uluslararası ilişkilerde; iki tarafın arasında müzakereler ve doğrudan görüşmelerle değil de sonuç almaktan çok, tribünlere oynamak amacıyla basın aracılığıyla yapılan ve adına Batı’da ‘‘megafon diplomasisi’ denilen yöntemler uygulamaktadır.. Bunun örneklerini son yıllarda ‘’Eyyy Almanya!’’ ‘’Eyyyy Avusturya!!’, ‘’Siz yolunuza biz yolumuza’’, ‘’faşist Avrupa’’, ‘’Macron’un tedaviye ihtyacı var’’ vb. gibi söylemlerle çok gördük….

Dış politikada tepki nasıl verilir? İran Örneği

Bu yazımda dış politikada rasyonel tepki nasıl verilir İran örneğini vererek anlatacağım. Önce çok yakın zamanda gerçekleşen İran ile ilgili bir olayı anlatıp örneğimi yine İran üzerinden daha sonra vereceğim.

Kasım Süleymani’nin öldürülmesine İran tepkisi

Geçen sene, 03 Ocak 2020 tarihinde saat 01:20’de Irak'ın başkenti Bağdat'ta İran Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ile İran yanlısı Haşdi Şabi örgütünün Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi el Mühendis, ABD’nin düzenlediği hava saldırısında öldürülmüşlerdi. Bu olaydan hemen sonra İran 08 Ocak 2020 günü gece yarısından sonra yine saat 01:20’de, yani Süleymani’nin öldürüldüğü saatte ABD'nn yine Irak'taki el-Esed ve Erbil üslerini İran Devrim Muhafızları Ordusu 12’den fazla balistik füzeyle vurarak tepki vermişti…

Medyada yapılan yorumlarda İran’ın bu karşı tepkisinin dengeli olduğu, olayı tırmandırmayan ancak ABD’nin suikastına karşı tepkisiz de kalmayan bir cevap verdiği değerlendirilmesi yapılmıştı…

İran’ı bilmeyenler ‘’Molla Rejimi’’ diyerek İran’ı ve İran diplomasisini küçümserler. Doğru sözler nazik olmaz, doğru sözler eğri görünür. Ama ben yine de doğruyu söyleyeyim:  Ne yazık ki İran diplomasisi bölgede Türk ve Arap diplomasisinden fersah fersah üstünde nitelik ve etkinlik göstermektedir. Ben Almanya’da iken bir diplomatımız bana ‘’İran diplomatının forsu bu ülkede benden daha fazla’’ demişti… Nasıl mı? İran diplomasisini bir örnek ile anlatmak istiyorum…

Mykonos Davası

1995-1997 yılları arasında yüksek lisans maksadıyla Almanya’daydım… Ben gittiğimde, Berlin'de 17 Eylül 1992 yılında Mykonos adlı bir Yunan lokantasında üç İran rejimi karşıtı İranlı Kürt liderinin öldürülmesinin ardından başlamış ve devam eden bir dava vardı. Alman basınında ''Mykonos Prozess'' (Mykonos Davası) olarak adlandırılıyordu…

Berlin mahkemesi cinayetin İran gizli servisi tarafından İran hükümetinin emri ile yapıldığını düşünüyordu. Böylelikle ilk defa bir Batı Avrupa mahkemesi resmi olarak İran Hükümetini uluslararası kamuoyu önünde cinayetle suçluyordu.

Ayrıca Berlin Mahkemesi, suikastın İran hükümeti tarafından düzenlendiğinden şüphe duymadığını belirterek, o zamanki dini lider Ali Hamaney, Devlet Başkanı Ali Ekber Rafsancani, İran Gizli Servisi Başkanı Ali Fallahiyan ve Dışişleri Bakanı Ali Akbar Velayeti’yi de bu cinayetten sorumlu tutuyordu.

Bunun ardından da Tahran’da Almanya’ya karşı bir karalama propagandası ve soğuk bir savaş başladı. İran basını Almanya’da yargının bağımsız olmadığına yönelik yazılarıyla sert bir cephe oluşturdu. Zaman zaman Almanya’nın Tahran büyükelçiliği önünde protesto gösterileri düzenleniyordu. Bu arada Almanya’da da İran ile politik ilişkiler ve mahkeme kararının sonuçları tartışılmaya başlanmıştı.

Mykonos davasının yarattığı gerginlik, karşılıklı söz düellosu ve protestolar 1997 yılı Nisan ayında alınan mahkeme kararına dek sürdü. Berlin Yüksek Mahkemesi 1997 yılı Nisan ayında aldığı kararla zanlıları suçlu bulurken İran yönetiminin de cinayetlerden sorumlu olduğu yargısını ilan etti.

Bunun üzerine taraflar laf dalaşına girmeden hem Tahran hem de Bonn (O zaman başkent henüz Bonn idi) büyükelçilerini geri çekme kararı aldı. Avrupa Birliği ülkeleri de bu kararı desteklediler ve Almanya’ya eşlik eden ilk ülke Yunanistan oldu. Muhammet Hatemi’nin Kasım 1997 tarihinde iktidara gelmesinden üç ay sonra bütün AB ülkeleri büyükelçileri Tahran’ı terk ettiler.  

Avrupa devletlerinin İran’daki diplomatlarını büyükelçilerini protesto için geri çekmeleri üzerine İran’a karşı ekonomik ambargo uygulanabileceği de tartışıldı.

Ancak; sadece Almanya’nın o zamanki rakamlara göre 10 milyar Mark’ın üzerinde İran’dan alacağı bulunuyordu. Almanya’nın İran ile yıllık ticaret hacmi de 2 milyar Mark’ın üzerindeydi. Almanya senelerdir İran’la yüksek teknoloji ve ağır makine sanayii konularında yoğun ekonomik ilişkiler içindeydi. Ve bu ilişkiler dâhilinde askerî teknoloji de vardı. Fransa ve İngiltere de benzer konularda İran’la ticari bağlantılar sürdürüyorlardı.

Kısacası Mykonos davası ardından hiçbir Avrupa ülkesinin İran’la ekonomik ilişkilerini kesecek ve bu ülkeye de insan hakları ve terörizm konusunda yaptırımlar uygulatacak hali yoktu.

Ancak; Mykonos davasının hükmünden sonra diplomatik mekanizmalarını harekete geçirip, notalar ve mesajlar veren ülkeler "Realpolitik" kurallarını ve siyasi ekonominin gerçeklerini anımsayınca şimdiye kadar geçerli olan tutumlarını değiştirme gibi bir lükse de sahip olmadıklarını anlamaları uzun sürmedi.

Sonuçta İran’daki büyükelçilerini protesto için geri çeken Avrupa devletleri sadece bir ay dayanabildiler ve tekrar diplomatlarını İran’a göndermek istediler... Ancak İran’ın cevabı da şöyle oldu: ‘’Avrupa devletleri büyükelçileri tabii ki Tahran’a tekrar geri dönebilirler. Ancak içlerinde Alman Büyükelçisini görmezsek mutlu oluruz.’’

İşte beğenmediğimiz İran diplomasisi böyle bir şeydi... Sessiz, sakin, kararlı ve tutarlı...

Diplomasi nedir ne değildir?

Diplomasi; dış politikada olası sorunları henüz oluşmadan önlemek,önlenememiş sorunları da barışçıl yöntemler ve müzakereler yoluyla çözme sanatıdır. Siyaset ise; sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Diplomasi; var olan düşmanlıkları yok etmek, dostlukları pekiştirmek ve dost kazanma sanatıdır. Siyaset ise; içeride birlik ve beraberliği pekiştirmek, iç barışı sağlamak sanatıdır. Diplomaside; duygulara, tepkisel ve anlık davranışlara, zig zag politikalara ve iç politik konularının dış politikada kullanılmasına yer yoktur.

Diplomaside; sorun olmasına engel olunamamışssa ve bu sorunlar barışçıl yöntemler ve müzakereler yoluyla çözülememiş ise buna yapılacak tepkiler de sözlerle olmaz. Yukarıda anlattığım gibi eylemlerle olur, misliyle mukabele ile olur, mütekabiliyet esasına göre olur…

İran’ın ''Mykonos Davası''ndaki tutumunu ve Süleymani’nin öldürülmesi karşısındaki tepkisini düşünün bir de; 02 Ekim 1992 tarihinde planlı bir NATO tatbikatında, TCG Muavenet muhribine ABD’ye ait USS Saratoga uçak gemisi tarafından atılan füze ile vurulması karşısında tepkisiz kalanları, 04 Temmuz 2003 günü Irak’ın Süleymaniye kentinde Irak'taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan askerlerince Türk ordusunun seçme birliklerinin derdest edilip başına çuval geçirilmesi karşısında nota bile veremeyenleri, 02 Haziran 2016 tarihinde Alman Federal Meclisi'nin 1915 olaylarını '’soykırım’' olarak nitelemesinin ardından sessiz ve tepkisiz kalanları ve son olarak da 24 Nisan 2021 günü ABD Başkanı Joe Biden’in, 1915 olaylarının yıldönümüyle ilgili açıklamasında ''soykırım'' sözcüğünü kullanması karşısında hala ‘’kınama’’ hariç tepki vermeyenleri düşünün… Halbuki Türk diplomasisi geçmişte dünyaya örnek gösterilebilecek nitelikte etkin ve tutarlı idi…

Türk diplomasisi ‘’Eyyyyy!!’’ nidaları ile bu gök kubbeyi inim inim inletirken girişte de anlattığım gibi ne yazık ki uzun yıllardır İran diplomasisi sessiz ve sedasız olarak Türk diplomasisinden daha ciddi, daha tutarlı ve daha kararlı bir tavır ve nitelik sergilemektedir.

Diplomaside etkinlik, tutarlılık ve saygınlık…

Diplomaside birinci kural saygınlığınızı, soğukkanlılığınızı ve tutarlılığınızı kaybetmemenizdir…

Diplomaside saygınlığınızı; kişisel nitelikleriniz, hukuka olan saygınız, demokrasiye olan inancınız ve uluslararası alandaki sosyal ilişkilerinizle kazanırsınız. Uluslararası alandaki sosyal ilişkilere örnek istiyorsanız eğer beğenmediğiniz şimdiki İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'i alın bir inceleyin derim. Henry Kissinger, ‘’Diplomasi’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2018) isimli kitabını Cevad Zarif’e ‘’Muhteşem düşmanıma’’ diye imzalayarak hediye ediyor…

Diplomaside soğukkanlılığınızı kullandığınız üslupla sağlarsınız, mahallenin kabadayısı havasıyla değil. Bu konuda örnek istiyorsanız eğer Almanya Federal Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier ile Başbakanı Angela Merkel’in ve yine İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'in üsluplarını bir inceleyin derim. 

Diplomaside etkinliğinizi, tutarlılığınzı ve saygınlığınızı; BM'lerce tanınan bağımsız bir devlet olan Suriye’nin terörist kabul ettiği ÖSO, El Nusra gibi örgütlere siz, kendiniz ev sahipliği yaparken, Almanya'yı, Belçika'yı, Hollanda'yı PKK'ya destek veriyor diye suçlayarak sağlayamazsınız…

Diplomaside etkinliğinizi, tutarlılığınzı ve saygınlığınızı; Libya’nın meşru hükümetine destek için asker göndereceğiz diye teskere çıkarırken, Suriye’deki meşru bir hükumeti köstek için, devirmek için Suriye’deki meşru hükumetin terörist saydığı gruplara askerî destek vererek sağlayamazsınız…

Diplomaside etkinliğinizi, tutarlılığınzı ve saygınlığınızı; Suriye’ye topu topu 30 kilometrelik bir derinliğe askerî harekât yaparken devletin en üstündekilerin ‘’fetih’’, ‘’Kızılelma’’ söylemleri ve asker kıyafetiyle poz veren bir Dışişleri Bakanı ile sağlayamazsınız…

Diplomaside etkinliğinizi, tutarlılığınzı ve saygınlığınızı; sorunlarınız olan ülkeye ‘’Eyyyy!’’ naraları atarak sağlayamazsınız…

Diplomaside etkinliğinizi, tutarlılığınzı ve saygınlığınızı; dış ülkelere atadığınız büyükelçilerin şaibeli nitelikleriyle sağlayamazsınız…

Öğrenmek ayıp değil ki! Diplomaside etkinliğinizi, tutarlılığınzı ve saygınlığınızı kazanmak için gidip de biraz beğenmediğiniz İran’dan ve Zarif’ten diplomasi dersi alsaydınız bari…

Bakın o beğenmediğiniz Molla Rejimi tüm bir Ortadoğu'da, Suriye'de, Irak'ta, Lübnan'da, Yemen'de cirit atarken siz daha otuz km Suriye'ye girdiniz diye tüm bir dünyayı karşınıza alıyorsunuz...

Son söz

Dış politikada esas olan; aleyhinize vuku bulacak olan olayı önlemektir. Bu olayı önleyememişseniz eğer, tepki, ‘’kınamak’’ ile değil, maruz kaldığınız haksızlığa ve olaya aynıyla mukabele ve mütekabiliyetle olur… "Tendre l’autre joue" sözü diplomaside geçerli değildir…

Arz ederim

Osman AYDOĞAN


ABD Başkanı Biden’in 1915 olaylarına dönük açıklamaları


25 Nisan 2021

Dün, 24 Nisan 2021 günü ABD Başkanı Joe Biden, 1915 olaylarının yıldönümüyle ilgili açıklamasında ''soykırım'' sözcüğünü kullanarak; "Her yıl bu gün, Osmanlı döneminde yaşanan Ermeni soykırımında ölenleri anıyoruz’’ cümlesini kullanıyor. Hatta hatta daha da vahimi günümüz Türkiye’sini de suçlayarak cümlesinin devamında ‘’Bu tür zulümlerin bir kez daha tekrarlanmaması için yeniden taahhütte bulunuyoruz"" ifadesini kullanıyor… Biden konuşmasında ayrıca ‘’soykırım’’ sözcüğünün dışında İstanbul yerine de '’Konstantinopolis’' ifadesini kullanıyor...

Neresinden bakarsanız bakın masumane, yenilir yutulur bir ifade değil bu açıklama…

Tepkiler

Biden’in ‘’soykırım’’ sözcüğünü kullanması üzerine; önyargı ve duygularımızın bizi beslemesi; okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmesi; hamasetten bilgi seviyesine gelememiş olmamız, tarihten hiç ders almamamız ve rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimiz gibi toplum olarak en büyük yanlışlarımızı yansıtan tepkiler vermeye başladık….

Bu nedenle de tepkilerde hep; içe dönük, duygusal, reaktif ve uluslararası ilişkilerde; iki tarafın arasında müzakereler ve doğrudan görüşmelerle değil de sonuç almaktan çok, tribünlere oynamak amacıyla basın aracılığıyla yapılan ve adına Batı’da ‘‘megafon diplomasisi’ denilen yöntemler uygulandı…

Bu tepkilerin hepsini burada saymaya gerek yok!... ABD’nin geçmişte yaptığı katliamları, soykırımları saymaktan, ABD’yi kınamaktan, NATO’dan çıkmaktan,  ABD’ye misilleme yapıp ABD üslerini kapatmaktan bahsedenler oldu koca koca kerli ferli adamlar, gazete köşelerinde TV kürsülerinde…

Hesap yapılmış ise, ideolojik ve duygusal değil de akılcı, analitik ve rasyonel düşünülmüş ise bunlar da yapılır; NATO’dan da çıkılır, ABD üsleri de kapatılır…

Tarihte ABD soykırımları ve katliamları

ABD için tabii ki söylenecek çok şey var. İnsanlık tarihi açısından dünyada en kirli tarih ABD’nde desek hiç de yanlış söylememiş oluruz. ABD'nin kirli tarihini veya ABD’nin soykırım tarihini kısaca özetleyecek olursak:

Amerika kıtasının keşfedildiği süreçte 70 milyon Kızılderili kendi topraklarında katledilir.  ABD bu katliamlar üzerine kurulur…

16’ncı yüzyılla 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar toplamda 15 milyon Afrikalı köleleştirilerek Amerika Kıtası’na getirilir. Bu süreçte otuz beş milyon Afrikalı işkence ve kötü muamele neticesinde hayatını kaybeder…

ABD, II. Dünya Savaşı sonunda 1945 yılında teslim olmuş Japonya’ya iki atom bombası atarak 350 bin kişinin ölmesine ve binlerce insanın da sakat kalmasına sebep olur.

ABD, yine II. Dünya Savaşı sonunda 1945 yılında Almanya’nın Saksonya Eyaleti’nin başkenti olan Dresden kentine üç gün süreyle havadan bomba yağdırarak, çocuk ve kadınların çoğunlukta olduğu 200 bin kişiyi katleder…

1950 yılında ABD savaş uçakları tarafından üç yıl boyunca bombalanan Kuzey Kore’de dört milyona yakın insan ölür…

1950 yılında Guatemala’da CIA, destekli darbe sırasında 200 bin sivil Guatemalalı öldürülür…

1955 yılında Endonezya, Laos, Kamboçya’da çok sayıda CIA operasyonu düzenlenir. Bu operasyonlarda binlerce sivil öldürülür…

1950-1959 yılları arasında Küba’da ABD destekli Batista birliklerince 60 bin kişi katledilir…

1962-1975 yılları arasında ABD, Vietnam Savaşı boyunca kimi kaynaklara göre üç milyon, kimi kaynaklara göre on üç milyon Vietnamlı sivil hayatını kaybetmesine sebep olur… Vietnam savaşında ABD, sivil halk üzerinde zehirli portakal gazı kullanarak soykırım yapar…

ABD, 1991 yılında Birinci Körfez Savaşı olarak adlandırılan savaşta Irak’ı işgali esnasında ederken Irak’a altı haftada 85 bin ton bomba yağdırır. Bu bpmbalama esnasında 113 bin sivil Iraklı ölür… Ayrıca bu yüzden 1991’den 1998’e kadar, kötü beslenme ve hastalık nedeniyle yarısından fazlası çocuk olan bir milyonun üzerinden Iraklı hayatını kaybeder…

2001 yılında Afganistan’ı işgali sırasında Afganistan’da 150 bin sivilin ölmesine yol açar…

2003 yılında ‘‘Özgürleştirme’’ bahanesiyle Irak’ı işgal eden ABD bir milyondan fazla Iraklıyı katleder… ABD’nin saldırıları sonucu 4,7 milyon Iraklı evini terk eder.

ABD’nin yardım sağladığı ve silahlandırdığı İsrail hükûmeti, yüz binlerce Filistinliyi öldürür…

2011-2018’de ABD, Orta Doğu politikası kapsamında Suriye’de çıkardığı iç savaş esnasında yüz binlerce insanın ölmesine ve milyonlarca Suriyelinin evlerini terk etmesine sebep olur...

Afrika'nın en büyük petrol rezervlerine sahip Libya'ya “demokrasi” getirmek için yola çıkan ABD, 2011’den bugüne bir türlü istikrar sağlayamayan bir enkaz bırakır… ABD “demokrasisi”nin getirdiği enkazının altında binlerce Libyalı kalır…

Biraz uzun oldu ama gerçekten böyle. Say say bitmez. İnsanlar ve siyasetçiler aynaya bakarak gördüklerini başkaları için söylerlermiş. Zahir Biden dün aynada baka baka gördüklerini söylemiş…

Çuvaldız ve iğne hikâyesi

Tabii ki ABD’ye çuvaldızı batıralım. Ama bir Türk atasözüne de uyarak iğneyi de kendimize batıralım…

Yıllardır Ermenilerin “Soykırım Günü” olarak andıkları 24 Nisan gününü her yıl ABD başkanı bu sene ne diyecek, ‘’soykırım’’ sözcüğünü kullanacak mı kullanmayacak diye bekledik… .

Bu her yıl böyledir. Ancak bu sene görünen köy kılavuz istemiyordu, Biden’in 1915 olaylarını ‘’soykırım’’ olarak tanıyacağı hemen hemen belli idi… Son yıllarda Türk Dışişleri Bakanlığı hep reaktif davranmaktadır. Yani olaylar olup bittikten sonra tepki göstermektedir. Hâlbuki dış politika ağlama, sızlama, serzenişte bulunma, tepki gösterme makamı değil, önlem alma makamıdır. Dış poltikada esas olan tepki göstermek değil, tepki gösterilebilecek olayı önlemektir. Şimdiki moda da böyle; tepki göstermek. Şimdi olduğu gibi, Biden’in açıklamasında ‘’soykırım’’ sözcüğünü kullanmasının ardından gösterilen tepkiler gibi…

Peki geçmiş yıllarda da ABD başkanların her 24 Nisan gününü ‘’soykırım’’ sözcüğünü telaffuz etmeden anarlardı da ne oldu da bu sene ABD başkanı ‘’soykırım’’ sözcüğünü kullandı… İşte bu noktada iğneyi kendimize batırmamız gerekiyor…

Türkiye’ye batırılacak iğneler:

1. Dışişleri Bakanlığı

AKP hükümeti işbaşına geldiğinde Dışişleri Bakanlığının mevcut yetişmiş, nitelikli personeli, özellikle büyükelçiler önce ‘’monşer’’ denilerek aşağılandı, dışlandı… Sonra da mevzuat değiştirilerek Dışişleri Bakanlığı’na dışarıdan büyükelçi atanması sağlandı… Sonra da yönetmelik değişikliği ile de Hariciyenin hafızası olarak bilinen mevcut büyükelçiler, bakanlığa personel alım süreçlerinden dışlandılar… Bu şekilde ‘’monşerler’’ diye küçümsenen, alay edilen Dişleri Bakanlığı kurumsal hafıza ve yeteneği darmadağın edildi.

Almanya’da, Avusturya’da ve Slovenya’da bu bahsi geçen ‘’monşerler’’in birkaçı ile beraber çalışmıştım... Ben Almanya’da iken Büyükelçi Onur Öymen idi… Hamburg Konsolosu Ülkü Başsoy idi... Ben Avusturya’da iken de Viyana Büyükelçisi Ömer Akbel idi... (TRT eski spikerlerinden Can Akbel’in kardeşi idi… 2015 yılında vefat etti… Allah rahmet eylesin) Akredite olduğum Slovenya’da ise Lübliyana Büyükelçisi Halil Akıncı idi. (Büyükelçi Halil Akıncı daha sonraları 2008-2010 yılları arasında Moskova Büyükelçiliği yapmıştı)… Büyükelçi Ömer Akbel ile Büyükelçi Halil Akıncı 1999 ve 2001 yıllarında kendileri ile beraber çalıştığım ve kendilerini yakından tanıdığım mükemmel hariciyecilerdi…

Büyükelçi Ömer Akbel ile ilgili iki olayı anlatmak istiyorum:

Sözde Ermeni soykırım tasarısı Avusturya meclisine gelmişti. Oylama öncesi Büyükelçi Ömer Akbel, Avusturya Dışişleri Bakanı ile görüşmüştü. Avusturya Dışişleri Bakanı’nın Büyükelçi Ömer Akbel’e verdiği cevap şöyleydi: ‘’Sayın Büyükelçim, müsterih olun. Ben Bakan olduğum sürece bu tasarı Avusturya Meclisinden geçmeyecektir.’’ Ve bakanın söylediği gibi tasarı Avusturya meclisinden geçmedi…

Yine Büyükelçi Ömer Akbel ile beraber o zamanki Avrupa Parlamentosu (AP) Sosyalist Grup Başkanı ve AP Türkiye Röportörü olan Hannes Swoboda ile aynı masada beş saat süreyle bir görüşme yapmıştık… Hannes Swoboda benim misafirimdi, benim için Brüksel’den Viyana’ya gelmişti... Hannes Swoboda derinliği olan ve Avrupa'da saygın bir yeri olan bir politikacıydı… Büyükelçi Ömer Akbel, Hannes Swoboda ile olan bu görüşmede ferasetini, bilgisini, kalitesini konuşturmuş, Swoboda'yı kendisine hayran bırakmıştı... Büyükelçi Ömer Akbel'in kalitesini bu görüşmede bir kez daha anlamıştım…

Bu anlattığım Hariciyeciler ''Monşer''diler... Gelelim günümüz Dışişlerine… Yani günümüzün ‘’monşer’’ olmayan Dışişlerine…

Sadece tanık olduğum bir olayı anlatacağım… Hani Napolyon’a atfen anlatılan bir fıkra vardı ya: Napolyon, komutanına sormuş; "Savaşı neden kaybettik?.." Komutan cevaplamış; "Asaletmeap, üç tane sebebi vardır!.." Napolyon sormuş: "Nedir bunlar!.." Komutan başlamış anlatmaya; "Bir, barutumuz bitmişti!..." Napolyon konuşmayı kesmiş; "Yeter, başka söze gerek yok, konu anlaşılmıştır!.." Ben de bu olayla konunun anlaşılacağını ve Türk Dışişlerinin ne halde olduğunu anlamak için başka söze gerek olmadığını düşünüyorum:

Yıl 2010… Sonbahar aylarıydı. Yeni emekli olmuş, ben de Ankara’ya taşınmıştım. Her zaman ve her yerde olduğu gibi öğretmen olan eşimi ulaşımın olmadığı dağ başında uzak bir okula vermişlerdi. Ben de Milli Eğitim camiasından tanıdığım bir arkadaşım aracılığı ile Ankara Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan’dan bir randevu almıştım. (Kamil Aydoğan, yakın zamanda vefat etti. Aydın bir insandı. Daha önce İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü yapmıştı. Kendisini oradan tanıyordum. O görüşmemizde söz vermesine rağmen işimizi yapmamıştı. Zaten kimse de yapmadı. Eşim iki yıl yollarda eziyet çektikten sonra emekliliğini istedi. Soyadı benzerliği de tamamen tesadüftü…)  

Eşimle beraber randevu zamanında Kamil Bey’in makamına geldik. Kamil Bey bizi içeri odasına davet etti. Eşimle içeri girdik. Tam söze başlayacağız sekreteri odaya girerek ‘’diğer misafiriniz de geldi efendim’’ diye söyledi. Kabil Bey bizden izin isteyerek bu misafiri de odaya kabul etti…  

İçeriye ütüsüz pantolon, buruşuk bir ceket, kravatsız, hafif sakallı, hafif göbekli bir tip girdi… Sanki uzun yoldan gelmiş bir kamyon şoförü gibiydi. Kamil Bey önce şaşırdı... Belli ki bu kişi beklediği kişi değildi… Kamil Bey bu gelen kişiye hitaben ‘’Siz falanca  Bey misiniz?’’ diye sordu. Gelen kişi ‘’Evet efendim. Ben Dışişleri Bakanlığı Strateji Daire Başkanı falancayım’’ diye cevap verdi… 

Tabii ki kimseyi kıyafeti ile yargılamaya hakkım yok. Türk Dışişleri Bakanlığını halini anlamak için başka söze de gerek yok diye düşünüyorum… Çünkü gelen kişinin ‘’monşer’’ olmadığı kesindi…

Şimdi isim saymama gerek yok. Bir de şimdiki büyükelçilerin hallerine bir bakınız. Hangisinin bulundukları ülkede bir ağırlığı var? Hangisi T.C’ni layıkıyla temsil ediyor? Tüm büyükelçilerimizi kastetmiyorum tabii ki. Burada kastettiğim basında adları olumsuz geçen büyükelçiler…

Böylesi Dışişleri personeli ile milli ve uluslararası sorunlarla baş edemezsiniz…

2. Türkiye’nin İsrail Politikası

ABD’nin, kendileriyle gerçek anlamda sarsılmaz çıkar bağları olan, bütün temel konularda aynı görüşleri paylaşan ve aynı politik çizgiyi izleyen iki stratejik ortağı vardır. Bunlardan birisi İngiltere, diğeri ise İsrail’dir.  Churchill, ABD’nin bu iki stratejik müttefiki şöyle ifade etmişti: “Ne zaman Manş ve Atlantik ötesi arasında bir tercih yapmak gerekse hep Atlantik ötesini seçen İngiltere, ikincisi ise kurulduğu günden beri, Ortadoğu’daki en büyük Amerikan jandarması olan, bölgede Amerika’sız varlığını sürdürmesi bile imkânsız İsrail’dir.” 

Bu strateji doğrultusunda ABD’nin başına bir Cumhuriyetçi mi yoksa bir Demokrat mı gelmiş, hiç fark etmeksizin ABD’nin birinci dış politika önceliği hep İsrail olmuştur…

Türkiye’de ise AKP hükumetinin ideolojik olarak İsrail düşmanlığı, İhvan ve Hamas yakınlığı beraberinde ABD ile olan ilişkilerinin bozulmasını getirmiştir. İsrail de, yani ABD, Türkiye ile olan ilişkileri bozulunca bölgede kendisine müttefik olarak PKK’yı, IKBY’ni, PYD/YPG’yi seçmiştir.

ABD ile olan ilişkileri düzeltmenin yolu İsrail’den geçmektedir.

3. S-400 sorunu

Bu konuyu daha önceleri uzun uzun yazdım. Bu nedenle bu bölümü kısa geçiyorum. Ancak şunu söylemeliyim ki; ''ABD, Türkiye'ye Patriot satmak istemedi'' diye basında geçen ve siyasetçilerin dilinde dolaşan söylem doğru değildir.. ABD, Türkiye'ye Patriot satmak istediği gibi hatta füze teknolojisi hariç araç, taşıt ve rampa gibi Patriot parçalarını Türkiye’de üreterek %30 civarında bir yerli katkı imkânı bile sunduğu halde NATO ülkesi Türkiye ihalesiz olarak, hiçbir yerli katkı payı olmadan, doğrudan Rusya’dan S-400 satın almıştır. Nisan 2020 yılında aktif hale getirilmesi gereken bu füzeler halen aktif hale getirilmemiştir.

Açık ve net: S-400 füzeleri Türkiye’yi terk etmeden Türk – ABD ilişkileri düzelmeyecektir.

4. Ayasofya Konusu

Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından 532-537 yılları arasında inşa edilen, 916 yıllık kilise olarak hizmet veren, 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u almasıyla adı aynı kalıp camiye çevrilen, 481 yıl cami olarak kalıp,  24 Kasım 1934'te Atatürk'ün de imzasını taşıyan Bakanlar Kurulu kararıyla, 1 Şubat 1935'ten bu yana müze olarak kullanılan, ancak bir kısmı ibadete açık olan ve "Kutsal Bilgelik" anlamına gelen Ayasofya Danıştay 10. Dairesi’nin, Ayasofya'nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etmesiyle 24 Temmuz 2020 tarihinde ibadete açıldı… Açılış töreninde Diyanet İşleri Başkanı elde kılıç minbere çıkmıştı…

Ancak Ayasofya Batı dünyasının kutsal simge bir mabedi idi. Düşünün ki İslam dünyasının ilk kıblesi olduğuna inanılan Mescid-i Aksa kiliseye çevrilmiştir. İslam Dünyası buna ne hissederse Batı dünyası da Ayasofya’ya aynı şeyi hissetmiştir…

Ayasofya’nın minberde elde kılıç cami olarak açılması Batı dünyasında Türkiye aleyhine olumsuz bir hava oluşmasına sebep olmuştur.

5. Ülkedeki demokrasi eksikliği

Bu konu da çetrefilli bir konu. Buraya çok şey yazılabilir. Türkiye demokrasiden, haktan, hukuktan ve adaletten uzaklaştıkça Batı dünyasından hem AB’den hem de ABD’den uzaklaşmaktadır.

6. Türkiye’nin ekonomik durumu

Türkiye ekonomik olarak zayıfladıkça siyasal olarak edilgen ve tepkisiz hale gelmektedir. Bu konu açık ve nettir. Uzatmaya gerek yoktur…

7. Türkiye’nin stratejik konumu

Bütün bir soğuk savaş süresince söylenen Türkiye’nin stratejik konumu artık kalmamıştır. Türkiye’nin o zamanki konumu; Türkiye’nin Doğu ve Batı arasındaki sağlıklı bir köprü olan rolünden ve Türkiye’nin Doğu dünyasına rol model olmasından kaynaklanıyordu. Batı’nın demokrasi değerlerinden uzaklaşan Türkiye’nin hem köprü hem de rol model olması durumu kalmamıştır. Bu ise Türkiye’nin stratejik konumunu sıfırlamıştır.  Türkiye’de hala İncirlik diye sayıklayanlar varsa bu Yunanistan’daki, Irak’taki ve Ürdün’deki ABD üslerini görmediğinden kaynaklanmaktadır… Tabii böylesine stratejik konumunu kaybeden bir ülkeye de…


8. Türkiye’deki Batı düşmanlığı

Sağı ile solu ile Türk aydının bir Batı ve ABD düşmanlığı vardır. Bu aydınlar zannediyorlar ki Osmanlı İmparatorluğu Hindistan gibi Batı sömürgesi altındaydı. Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman bir sömürge altında kalmamıştır. Osmanlı İmparatorluğunu sömürge haline getirecek Sevr de Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarınca çöpe atılarak hiç uygulanmamıştır.

Bu Batı ve ABD düşmanlığı yapan aydınların AVRASYA tezi vardır. Türkiye tabii ki Rusya ve Çin ile iyi ilişkiler kurmalı ve işkillerini geliştirmelidir. Ancak bu Batı düşmanlığını gerektirmez. Türkiye’nin bin yıldan beri yönü Batı olmuştur. Türkiye’yi refah, huzur, medeniyet, demokrasi, adalet ve hukuk yönünden geliştirecek olan Batı dünyasıdır. Türkiye’nin bu konularda Rusya ve Çin’den alabileceği hiçbir şey yoktur. Rusya ve Çin, Türkiye için Batı dünyasının alternatifi değildir. Zaten tezat olan da şudur ki AVRASYA’yı savunup da Batı düşmanlığı yapan aydınların neredeyse hemen hemen tamamı ya kendileri ya da çocukları AB ülkelerinde veya ABD’nde okumuş veya oralarda yaşıyor olmalarıdır. AVRASYA’cı olup da bir tane bile Rusya’da veya Çin’de yaşayan bir aydın bulamazsınız!...

Böylesi bilinçsiz bir Batı düşmanlığı ise Türkiye’nin AB ve ABD ilişkilerini zora sokmaktadır...

9. Aydın aymazlığı


Türkiye’de bir kısım sözde aydınlar belli bir tarih bilgisi ve bilinci olmadan Birinci Dünya Savaşı koşullarında Türkler ve Ermeniler arasında yaşanan kanlı bir çatışmayı, mukateleyi ve tehciri ‘’soykırım’’ olarak nitelemektedirler. Böyle bir niteleme de hem Ermeni diaspoarsının hem de 1915 olaylarını kullanmak isteyen devletlerin işini kolaylaştırmaktadır. Ne yazık ki aynı sözde aydınlar Balkan Harbi’nde milyonlarca Türkün katledildiği bir Balkan Türk soykırımını, Stalin zamanında yapılan bir Kırım Türk soykırımını görmek istemezler. Zaten Türkiye, oldum olası bir aydın karanlığında alev alev yanmaktadır…

10. Türkiye’nin komşuları ve diğer ülkelerle olan ilişkileri

Bugün için Türkiye’nin iyi geçindiği komşusu yok gibidir. Türkiye, neredeyse tüm komşularıyla kavgalı hale geliştir… Bugün için bölgemizin en önemli ülkeleri olan Suriye, İsrail ve Mısır’da büyükelçimiz yok… Bir İhvan sevdası nedeniyle Arap ülkelerinin en önemlisi Mısır, Suudi Arabistan’la, BAE ile papaz olduk… Mısır ki, iktidarda kim olursa olsun, ister Mübarek, İster Mursi ister Sisi, Mısır; Arap dünyasının kültürel ve siyasal kutup yıldızıdır. Mısır ile bozuk olan ilişkiler bütün Arap ülkeleri ile olan ilişkileri olumsuz olarak etkilemektedir.

Bir ülkenin komşuları ve diğer ülkelerle olan iyi ilişkileri o ülkenin dünya siyasetindeki ağırlığını belirler. Türkiye’nin komşu ülkeleri ile diğer Arap ülkeleri ile ve AB ve ABD ile bozuk olan ilişkileri Türkiye’nin dünya siyaset alanındaki ağırlığını sıfırlamıştır. İşte bu nedenledir ki daha yeni (29 Temmuz 2019) Yunanistan’ın Başbakanı Miçotakis'in Kıbrıs ziyaretinde söylediği; "Yunanistan'ın stratejik hedefi buradaki Türk askerinin işgalini sona erdirmek ve ortadan kaldırmak’’ sözüne karşı Türk Dışişleri Bakanlığı hâlâ cevap vermemiştir. İşte bu nedenledir ki Yunanistan Dışişleri Bakanı dün (14 Nisan 2021) hem de Türkiye’de Türkiye’ye posta atıp gitmiştir. İşte bu nedenledir ki ABD başkanları Trump’ın da Biden’in de hakaretlerine cevap verilememektedir...

Türkiye bir an önce komşularıyla ve diğer ülkelerle olan ilişkilerini normalleştirmelidir..

11. Yetersiz veya hiç olmayan tanıtım.

Türkiye’nin 1915 yılı olayları konusunda Batı dünyasına dönük tanıtımı neredeyse hiç yoktur. Arşivleri açıyoruz ve zannediyoruz ki Batılı akademisyenler gelecekler, burada gerçekleri öğrenip dünyaya tanıtacaklar. Günümüzde böyle bir dünya yok.

Viyana’da iken Viyana Üniversitesi Kütüphanesinde, Harp Tarihi Müzesinde, İmparatorluk arşivlerinde çalışırken çok sayıda Türkiye’nin tezlerini destekleyen belgelere rastladım. Bağlı olduğum kuruma yazdım: ‘’Buraya Almanca bilen bir akademisyen gönderin, ben rehberlik edeyim, tezimizi destekleyen Avusturya İmparatorluk belgelerini gün yüzüne çıkaralım’’. Heyhat ki heyhat… Bana cevap bile vermediler…

Tüm Batı dünyasının insanları okuyan insanlardır. Yolda, yolculukta, toplu taşımada, plajda, parklarda, bahçelerde hep okurlar. Sırf bu mekânlarda okunabilsin diye ‘’Taschenbuch’’ (Cep kitabı) adında taşınması kolay küçük kitaplar basılmıştır. Avrupa’da en çok da bu kitaplardan satılır.

Bu kitaplardan birisini okumayan Alman vatandaşı yok gibidir. Bu Taschenbuch (cep kitabı) kendisi de bir Alman Yahudi’si olan Franz Werfel’in 1929 yılında Suriye ve Antakya’yı dolaşmasından sonra 1932-1933 yılları arasında Şam’da yazdığı bir kurgu roman olan ‘’Die vierzig Tage des Musa Dagh’’ (Musa Dağda Kırk Gün) ” (Fischer Verlag, 1990) isimli romanıdır.

Bu kurgu romanda; 1915 yılında Deyr Zor’a tehcir kararına uymayarak, Musa Dağı’na çıkan ve orada Osmanlı Ordusu’nun kuşatması altında haftalarca direndikten sonra bir Fransız savaş gemisinin onları Mısır’daki Port Said Limanı’na götürmesiyle kurtulan 4 bin Ermeni’nin hikâyesi anlatılır. Ancak tarihte Fransız savaş gemisi ile Mısır’daki Port Said Limanı’na götürülerek kurtulan 4 bin Ermeni diye böyle bir hikâye yoktur. Zaten kitabın isminde yer alan “Musa Dağı” da gerçekte yoktur. Ancak Filistin toprakları içinde Yahudilerin tarihinde çok önemli bir yer tutan ‘’Masada’’ isimli bir dağ vardır. Bu dağda da bir kale vardır. Tarihte bu kale Filistinli Yahudilerin Roma İmparatorluğu’na karşı direnişinin son kalesidir... Romalı askerler, ancak son Yahudi öldüğünde MS 73 yılında bu kaleyi ele geçirirler. Kendisi de bir Yahudi olan Franz Werfel kitabında “Musa Dağ” ismini Masada Dağını hatırlatmak için kullanır.

Franz Werfel’in kitabı işte anlattığım gibi sözde Türk katliamdan kurtulmak için dağa kaçan Ermenileri anlatır ki tamamen hayal ürünü, beş para etmeyen kara bir propaganda kitabıdır. Ancak kitap anlattığım gibi günümüzde Almanya’da bir Taschenbuch (cep kitabı) şeklinde çok yaygın olarak satılır. Ve sıradan Alman halkı Ermeni sorununu bu kitaptan öğrenir… Yine sıradan Almanlar bir başka cep kitabı ve kara propaganda kitabı olan ‘’Durchs wilde Kurdistan’’ (Vahşi Kürdistan’dan) (Karl-May-Verlag, 2019) adındaki bir kitaptan Kürt sorununu öğrendikleri gibi.. Her iki kitabın filmi de çekilmiştir!

1915 olaylarını ve Kürt sorununu bu şekilde öğrenen bir Alman’a hiçbir şekilde gerçeği öğretemezsiniz… Avusturyalı tarihçi Prof. Dr. Erich Feigl’ın ‘’A Myth of Terror Armenian Extremism’’ (Edition Zeitgeschichte, 1986) isimli kitabı üst düzeyde akademisyenler arasında kalmış, halk nezdine inerek yeterli olmamıştır.  Türkiye’nin özellikle 1915 olaylarını Batı dünyasına gerçeği ile aktaracak iletişim araçlarını bulmak zorundadır.

Sonuç

Bir nehir; membağı, uzunluğu, genişliği ve debisi ile bir akarsudur. Bu bir “bilgi”dir. Bu nehir  karşısında “duygulanmak” da insan olmamızın gereğidir. Biri bilim alanı, öbürü duygu ve değerler alanına giren bir kavramdır. Fakat toplum olarak bu kavramları bizler hep birbiri ile karıştırırız. ‘’Bilgi’’ye ihtiyacımız olduğu yerde ‘’duygu’’muzu kullanırız. 


Fakat bizlere bilgi ağır gelir. Çünkü toplum olarak önyargı ve duygularımızdan kurtulamadığımızdan, hamasetten bilgi seviyesine gelemediğimizden, bilgiye ulaşmak için okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimiz engellenmiş olduğundan, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimiz olduğundan olaylara daha çok duygusal bakarız. Bu nedenle de dün ABD Başkanı Biden’in 1915 olaylarını ‘’soykırım’’ olarak tanımasına hep bilimsel değil, duygusal tepkiler verdik… İnanmıyorsanız şöyle bir sosyal medya turu ve TV açık oturumlar turu yapınız…

İki gün önce, 23 Nisan 2021 tarihinde, ABD Başkanı Biden’in bu açıklamasını da tahmin ederek ‘’Kehânet’’ başlığı ile bir yazı yazmıştım. ABD Başkanı Biden’in açıklamaları tabii ki yenilir yutulur bir açıklama değildir. Eğer ABD’nin bu açıklamasını rasyonel değil de duygusal tepkilerle geçirirsek eğer benim yazdığım ‘’Kehânet’’ başlıklı yazım olduğu gibi gerçekleşecek demektir.

Güneşin batışı, günbatımı, özellikle denizde grup vakti çok romantiktir. Bu manzara karşısında duygulanır, ‘’Güneş batıyor’’ diye duygularımız dile gelir, romantik şarkılar, şiirler söyleriz. Duygularımız bizi böylesine rehavete sokarken bilim bize ‘’Güneşin battığı falan yok, dünya ekseni etrafında hareket ettiği için durduğun yer güneşe arkasını dönüyor, güneşe göre asıl sen batıyorsun, karanlığa gömüleceksin’’ diyerek bize acı gerçeği söyler…

‘’Güneş’’ ve ‘’batıyor’’ deyince bir Çin atasözü aklıma geldi: ’’Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette Güneş batıyor demektir.’’

Arz ederim…

Bu konuya devam edeceğim...


Osman AYDOĞAN


1915 Tartışılırken Gözden Kaçırılanlar

24 Nisan 2021

Akşamüzeri bütün ajanslara ABD Başkanı Joe Biden’in, 1915 olaylarının yıldönümüyle ilgili açıklamasında ''soykırım'' sözcüğünü kullandığı haberi düştü… Haberde Biden’in açıklamasında "Her yıl bu gün, Osmanlı döneminde yaşanan Ermeni soykırımında ölenleri anıyoruz" diye konuştuğu belirtildi…

1915 olaylarının ''soykırım'' olarak tanımlanması, hem Biden'ın, hem de Başkan Yardımcısı Kamala Harris'in seçim vaatlerinden biriydi. Biden aynı zamanda, Delaware Senatörü olduğu dönemden bu yana sözde soykırımın resmen tanınması yönünde çağrı yapmış bir isimdi. Ayrıca ABD Kongresi'nin her iki kanadı da 2019 yılında 1915 olaylarını ''soykırım'' olarak tanımlayan kararları kabul etmiş, son olarak her iki partiden 100’ün üzerinde üye Biden’a bir mektup göndererek 24 Nisan’daki açıklamasında sözde soykırımı resmen tanıma çağrısı yapmıştı. Yani köy görünüyordu.

Görünen köy kılavuz istemezken, Biden’in sözde soykırımı tanıyacağı hemen hemen belli iken AKP Hükumetinin neden bunu önlemediği veya önleyemediği ayrı bir yazı konusu... Bu sorumsuzluğu ve vurdumduymazlığı burada bırakıp özellikle genç arkadaşlarıma bu sözde soykırım konusu nedir, ne değildir kısaca bir bilgi aktaracağım… Ancak bu bilgiyi de 1915 Ermeni tehciri konusunda ülkemizdeki nadir uzmanlardan birisi olan siyasetbilimci, siyaset bilimi ve kamu yönetimi profesörü olan Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in bir konferans notlarına dayanarak aktaracağım.

2006 yılında Kocaeli Üniversitesi öğretim üyesi ve Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Başkanı olan Prof. Dr. Hikmet Özdemir, 24 Nisan 2006 tarihinde "1915 Tartışılırken Gözden Kaçırılanlar" konulu bir konferans verir. TTK’nun İnternet sitesinde yer alan bu konferansın notlarını aşağıda sunuyorum…

Soykırım sanal bir dindir

Prof. Özdemir, Ermenilerin sanal bir bellek ve buna bağlı olarak '’’sanal bir soykırım dini’' yarattıklarını savunarak, Türklerden ve dünyadan bu dine biat etmelerini istediklerini söyledi: "Bu sanal dini sorgulamak yasak. Fransa'da yasak, Sabancı ve Bilgi üniversitelerinde yasak, Bu durumu sorgulamak istediğiniz zaman 'inkârcı' kabul ediliyorsunuz. Bizler bilim adamıyız. Bizim işimiz sorgulamaktır. Ben bir Türk üniversitesinden maaş alıyorum. Avrupa Birliği (AB) fonlarından, Soros Vakfından, ya da Ermeni diasporasından değil. Sorgulama hakkımı kullanmam için gelir kaynaklarımın nereden olduğu çok önemli. Geçim kaynağınız başka yerlerden ise onların istediği gibi düşünüyorsunuz. Dışarıdan beslenen bazı vakıflar ve bazı aydınlar, Ermeni tezlerinin bilimsel olduğunu savunuyorlar. Türk üniversitelerinden maaş alan bir aydın bu yaklaşımı sorgulamaya başladı mı hemen kendisine 'resmi tarihçi' deniyor. Her ulusun bir tarih tezi vardır. Bunu ortaya atmak, yazmak hiçbir şekilde onur kırıcı değildir. Aksine onur vericidir. Türk tarihi ne benim ne de başka birinin ortaya attığı bir şeydir. Türk tarihi, Afyon Kocatepe'de, Anafartalar'da şehit kanlarıyla yazılmıştır. Bizim o tezi değiştirme yetkimiz yoktur."


Türk Cumhuriyeti sorgulanıyor

Ermenilerin, 1915 yılındaki olayları da tartışmaktaki asıl amacının Türkiye Cumhuriyeti'nin neden bu topraklarda kurulduğunu sorgulamak olduğunu ileri süren Prof. Özdemir, Lozan'da anlaşmaya varılan konularda yeni tartışmaların ortaya atılmasını ise anlamadığını söyledi. Özdemir, "Türkiye Cumhuriyeti devletinin uluslararası alanda kabul edildiği Lozan Anlaşmasını imzalayan devletlerin bugünkü parlamentoları, günümüzde farklı şeylerin peşindedir. Salt bu konuda değil, diğer alanlar da faaliyet gösteriyorlar" iddiasında bulundu.

Ermeniler gerçeklerden kaçıyor

Prof. Dr. Özdemir, Türkiye'nin 1. Dünya Savaşı'na katıldığı yıllardaki özgün koşullarını, o dönemlerde ülkenin etnik yapısını, uluslararası konjonktürü ve Ermenilerin böylesi olağanüstü şartlarda geliştirdiği olayları, ardından gelişen zorunlu göç (tehcir) ve gerçekleşen ölümlerin nedenleri üzerinde önemli saptamalarda bulundu. Konuşmasına, tarafların olayları irdelerken kullandıkları yöntemleri ve delileri anlatarak başlayan Özdemir, "Ortadaki sorun şudur. Ermeniler 1915 olaylarına 'soykırım' diyorlar; Türk tarafı ise 'hayır değil' diyor ve ekliyor; 'bu durum savaş altında bir kriz yönetimdir.' Ermeniler hiçbir bilimsel gerçekliğe dayanmadan ileri sürdükleri bu 'soykırım' yalanını asla tartışmak istemiyor. Türk tarafı ise her türlü tartışmaya açık olduğunu söylüyor. Yine Türk tarafı diyor ki; 'iki taraf arasında bir komisyon kurulsun ve herkes elindeki belgeleri ortaya koysun. Başbakanımız daha da ileri giderek 'böyle bir komisyonun araştırmaları sonucunda çıkacak olan bilgiye herkes katlansın' diyor. Ermeniler bunların hiçbirine yaklaşmıyor. Israrla 'biz konuşmayız, siz soykırımı kabul edin' diyorlar" şeklinde başladı. Bu durumun söz konusu sorunu çözmede önemli bir engel yarattığını anlatan Özdemir, Türkiye'de sözde soykırıma destek veren '’Ermeni Muhipleri Cemiyeti’' konumunda aydın kesimlerin olduğunu söyledi.

Türk-Ermeni İhtilafı 

Dört yıl önce Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Başkanlığına getirildiğini hatırlatan Özdemir, bu süre içinde başta İngiliz arşivleri olmak üzere, Cenevre'de Birleşmiş Milletler (BM) arşivinde önemli bilgi ve bulgulara ulaştığını anlattı. Özdemir, "Bu görev için Ankara'ya gittiğimde her şeye sıfırdan başlayan bir doktora öğrencisi gibiydim. Bu konuda yazılışmış, ortaya atılmış hemen her türlü belge, bulgu, kitap ne varsa araştırdım. Sonuçta, Türk-Ermeni ihtilafı olduğunu gördüm. Daha da önemli bir sonuca ulaştım. Bu ihtilafı 1915 olaylarına hapsedersek, hiçbir noktaya varamayacağımızı anladım. O nedenle bu ihtilafın üstesinden gelmek için üç ayrı evrenin varlığını ortaya koymak gerektiğini düşündüm. İlki Birinci Dünya Savaşı ve seferberlik ilanı, ikincisi; savaş koşulları, üçüncüsü ise Mondros Mütarekesi. Bu üç evrede yaşanan süreci doğru irdelemek sorunu tüm çıplaklığıyla ortaya koydu" dedi.

Mustafa Kemal ve Ermeniler

Prof. Özdemir, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kadroların ve önderi Mustafa Kemal'in Ulusal Kurtuluş Savaşı verirken, gayrimüslimlere bir çağrıda bulunmadığını ifade etti. Özdemir, "Mustafa Kemal Amasya Genelgesinde Ulusal Kurtuluş Savaşı verecek olan kesimlere çağrıda bulunurken, Ermenileri ve Rumları buna dâhil etmemiştir. Sadece ve sadece Anadolu coğrafyasında yaşayan Müslüman unsurlara çağrıda bulunmuştur. Erzurum ve Sivas kongrelerine katılan hiçbir gayrimüslim yoktur. Çünkü o dönemlerde Türkiye'deki gayrimüslimlerin çok azı dışında büyük bir çoğunluğu işgalci güçlerle işbirliği içindedir" şeklinde konuştu.

Soykırım yoksa Ermeniler nerede?

Bazı çevrelerin '’soykırım yoksa o dönem birçok şehirde yaşayan Ermeniler şimdi nerede?’' şeklindeki sorularının ise basit bir yanıtı olduğunu savunan Özdemir, sözlerini şöyle sürdürdü: "Şöyle sorular geliyor mesela; 'o dönemler İstanbul'da 120 bin Ermeni yaşıyordu, şimdi neden 50 bin Ermeni var, diğerlerine ne oldu?' Tüm bunların yanıtları Lozan'da verilmiştir. Verilmemiş olsaydı, Türkiye Cumhuriyeti kurulamazdı. Bu tür soruları hasta düşünceli insanlar soruyor. O insanlar şu soruyu sormuyorlar ama: Selanik'te, Üsküp'te, Erivan'da şu kadar Türk vardı bunlar nereye gitti diye. Örneğin 1910 yılında Erivan'da yaşayan nüfusun yüzde 67'si Türk'tü ve birçok camileri vardı. Bunlar nereye gitti?''

Savaş koşullarında kriz yönetimi

‘'Tehciri'’ savaş koşullarında kriz yönetimi olarak adlandıran Özdemir, döneme damgasını vuran Ermeni çetelerinin eylemleri hakkında da bilgi verdi. Özdemir, "Ermeniler savaş başladığında nasıl bir iç tehdit oluşturuyordu? Bunun yanıtı verilmeden tehcir konusu anlaşılamaz. Örneğin, Meclisi Mebusan'da Erzurum mebusu olarak görev yapan Karakin Pastırmacıyan Ermeni gençleri Kafkasya'da eğiterek gönüllü birlikler oluşturuyordu. Bu çeteler sivil halka saldırıyordu. Köylerde katliam yapıyorlardı" dedi. Hükümetin tehcir kararı aldıktan sonra, göç eden Ermeni kafilelere yönelik yapılan saldırılara da değinen Özdemir, bizzat Talat, Cemal ve Enver paşaların bu eylemleri en ağır şekilde cezalandırdığını belirtti. Bu eylemlere karışmış Türk askeri ve idari yönetiminde 67 kişinin idamla cezalandırıldığını söyleyen Özdemir, söz konusu yıllarda sadece Ermenilerin değil, Rumların ve Suriye'deki Arapların da zorunlu göçe tabi tutulduğunu anlattı.

Ermeniler hiçbir ilde çoğunluk değildi

Prof. Özdemir, o dönemler Ermenilerin en yoğun yaşadığı Muş da bile nüfusun yüzde 37'sini oluşturduğunu, diğer 6 ilde ise bu oranın çok daha düşük olduğuna dikkat çekti. Özdemir, "İngiliz arşivlerinden derlediğim önemli bilgiler var bu konuda. Ermeniler o zamanlar 'vilayeti sitte' denilen 6 ilde yaşıyordu. En fazla bulundukları yer Muş'ta nüfusun yüzde 37'sini oluşturuyorlardı. Bu oran diğer illerde yüzde 15 ile 20 arasındaydı. Zorunlu göç Suriye'ye gerçekleşiyor. Göç kararı alınmadan önce Ermeniler Muş, Bitlis, Tokat, Suşehri ve Samsun'da çatışmaya giriyorlar. Şubat 1915'e kadar Kars ve Ardahan'da 30 bin Türkü katlediyorlar. Ardından Maraş'ın Zeytun bölgesinde çatışmalar çıkıyor. Tehcir kararından önce de sonra da devam ediyor bu katliamlar. Ardından Van'da büyük bir katliam yapıyorlar. Bu katliam Ermeni kaynaklarında Dilman Muharebesi olarak geçiyor. Bu savaşta 25 Ermeni ölürken, 45'i yaralanıyor, Türklerden ise 700 şehit var. Ayrıca bu rakam Ermeni kaynaklarında 5 bin Türk olarak geçiyor. Ben bu rakamı abartılı bulduğum için en alt rakamı almayı uygun gördüm. Dilman'dan sonra Van şehri yakılıyor. O dönemler Van'da Ermeniler bir askeri yönetim kuruyorlar ve başlarında da Aram Manukyan adında biri var. Tüm bunlara rağmen hükümeti, hala tehcir kararı almış değildir" şeklinde konuştu.

Tehcir siyasi bir karar değildir

Tehcirin siyasi bir karar olmadığını savunan Prof. Özdemir, olayın savaş koşullarının ürünü olduğunu söyledi. Özdemir, "Tehcir hiçbir şekilde siyasi bir karar değildir, savaş koşullarının ürünüdür. Kaldı ki 1913'deki seçimlerde Ermeni Taşnak Partisi ile İttihat ve Terakki Partisi ittifak yapmıştır. Dışişleri Bakanı, Sayıştay Başkanı ve Nüfus idaresinin başındaki kişiler Ermenilerdir. Tehcir önceden planlanmış bir şey değildir" dedi. Ermenilerle tehcirden önce irili ufaklı 35 çatışmanın içerisine girildiğini ifade eden Özdemir, etnik yapı gereği güvenliği tehdit eder duruma geldiklerinin saptanması sonrası böyle bir kararın alındığını vurguladı.

İki taraf da salgında çok kurban verdi

Prof. Özdemir, söz konusu yıllar içinde ülkede büyük salgınlar yaşadığını kaydederek, 1. Dünya Savaşı yıllarında resmi verilere göre 440 bin askerin salgın hastalıktan hayatını kaybettiğini söyledi. Özdemir, "Sadece 3. Ordu'dan 120 asker salgın hastalık yüzünden hayatını kaybetti. Türk hekimleri bu hastalıkları tedavi edebilmek için kendilerini de denek olarak kullandı. Bu sırada sivil vatandaşlar da salgın hastalıklardan hayatını kaybetti. Bunların arasında Ermeniler de vardı. Ermeni akademisyenler, Türk askeri hekimlerini, Ermenileri aşılarda denek olarak kullandığı yönünde eleştirilerde bulunuyor. Bu aşıları Türk hekimleri kendi üzerlerinde denemişlerdir. İki subay da bu denemeler sırasında hayatını kaybetmiştir" dedi.

Çalışmalara hız vermeliyiz

Türkiye'yi yönetenlerin çok dikkatli olması gerektiğini belirten Özdemir, Ermenilerin bir takım yeni stratejiler geliştirdiğini dikkat çekerek şunları söyledi: "Bugün Türkiye'yi yönetenler hemen her şeyi planlamak zorundadır. Ermenilerin bu konudaki yeni stratejileriyle ilgili Kevok Bardakçıyan adındaki bir kişinin 'Anadolu'da yaşayan Ermeniler Türk ders kitaplarına örf ve adetleriyle girmelidir' diyerek kendilerine uyan Türk bilim adamlarıyla çalışmak istediklerini belirtiyor. Bu amaçlarından ilkini İstanbul'da gerçekleştirdiler, şimdi ülkenin diğer alanlarına yaymak istiyorlar. Özür dilemeyi kabul etmiyorlar. Türk bilim adamlarına yönelik dertleri var." Bilim adamlarının fazla konuşmaması gerektiğini de belirten, Özdemir, "Bunun yerine daha fazla araştırma yapmalıyız" diyerek sözlerini tamamlamadı. 

Kaynak: http://dunyasavasi.ttk.gov.tr/tr/ermeni-dosyasi/yazilar/1915-tartisilirken-gozden-kacirilanlar-prof-dr-hikmet-ozdemir-552.html

O zaman Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Başkanı olan Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in konferansı özet olarak bu kadar… Ancak bu sorun bu kadar değil. Bu konuya devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN

Kehânet!

23 Nisan 2021


Sanıyoruz ki içinde yaşadığımız bu vatanın tapusu sonsuza kadar bizim!... Ve bu rehavetle de bir mirasyedi gibi bu ülkenin, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaklaşık yüz yıllık maddi ve manevi her türlü birikimini bilinçsizce, belki de kasıtlı olarak har vurup harman savuruyoruz ya…

Ben, hiç de öyle rahat olmayalım diyorum.. Bu düşüncemin nedenini de her zaman olduğu gibi yine tarihe giderek anlatayım istiyorum… Çünkü ne varsa ‘’Tarih Baba’’da var...

Fatih ve bir Bizans kâhini

Baştan söyleyeyim ben, kâhinlere, kehanete inanmam… Ancak tarihe sadık birisi olarak tarihte olanları belgesiyle anlatmak zorundayım..

Şöyle bir tarihi rivayet vardır: Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra, Bizans’ın ünlü bir kâhininin zindanda olduğunu öğrenir. Kâhini huzura çağırır, sorar: “Seni niye zindana kapattılar?” Kâhin, Kral Konstantin’in geleceği öğrenmek için kendisini çağırdığını, krala “Sonunuz yaklaştı, Bizans yıkılacak, Türklerin eline geçecek” demesi üzerine kralın kızdığını, kendisini zindana attırdığını söyler.


Fatih, “Bizans’ın sonunu görmüşsün, peki bizim geleceğimiz ne olacak” diye sorar. Kâhin, “Sizin sonunuz da Bizans’a benzeyecek” der. Fatih’in, “Nasıl olur, Anadolu’da birliği sağladık, Balkanlar elimize geçti, akıncılarımız Avrupa ortasında at oynatıyor” itirazı üzerine kâhin, “Sizi parça parça koparacaklar” öngörüsünde bulunur…

Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu parça parça koparılır… Sevr Antlaşması’yla son nokta konulacakken Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının çabası, özverisi ile bu süreç durdurulur… Geri kazanımlar başlar…

Fatih’in konuştuğu bu kâhin kimdir? Bu kâhini, tekrar dönmek üzere şimdilik burada bırakalım…

Bir Bizans tarihçisi: Laonikos Chalkokondyles

Çeşitli kaynaklarda 1423-1432 yılları arasında doğduğu ve 1480 ile 1490 yıllarında öldüğü ileri sürülen gerçek adı Nikolaos olan Atinalı bir tarihçi vardır: Laonikos Chalkokondyles. (Laonikos Halkokondilis)  Laonikos Chalkokondyles’in Bizans İmparatorluğu'nun son 150 yılını (1298–1463 dönemini) inceleyen ve Türkçe’ye “Tarihin Belgeleri” diye çevrilebilecek olan ‘’Apodiksis Istorion’’ isminde on ciltten oluşan bir tarih kitabı var… Ancak Chalkokondyles, Yunanca yazan diğer tarihçilerin aksine eserinin merkezine Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünü değil yükselen Osmanlı Devleti’nin tarihini alır. Bu yönüyle Chalkokondyles, bir Bizans tarihçisi olmaktan ziyade eserini Osmanlı idaresi altında Yunanca yazan bir Osmanlı tarihçisi olarak da kabul edilir. 


Laonikos Chalkokondyles’i bizim açımızdan ilginç yapan ise onun Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki öngörü ve kehanetleridir. Chalkokondyles’in bu kitabının bir bölümü "Türk  İmparatorluğu’nun yıkılışına dair kehanetler" ismini taşımaktadır. Araştırmacı yazar Aytunç Altındal da bu bölümü "Kehanetler Kitabı" (Destek Yayınları, 2018) adıyla Türkçe‘ye çevirir...

Chalkokondyles'in kitabının bizim için ilginç yapan Aytunç Altındal'ın çevirdiği ve kitap olarak da yayınladığı işte bu bölümüdür.

Chalkokondyles'in kehânetleri

Chalkokondyles, kitabında Osmanlı İmparatorluğuna, Türklere ve Türkiye Cumhuriyetine ait çok miktarda ve çok ilginç kehanetlerde bulunur. Bu kehanetlerden önemli olan belli başlıcaları şunlardır:

Laonikos Chalkokondyles’in kitabındaki öngörülere, kehanetlerine göre; İstanbul'u ele geçirecek olan padişahın adı ile teslim edecek olanın adı aynı olacaktır. Her ikisinin adı da "Mehmet'tir. Kehanet doğru çıkar. (1453 Fatih Sultan Mehmet ve Sultan Mehmed Vahdeddin, 1918 İstanbul’un işgali.)


Chalkokondyles’in kehanetine göre ‘’bir Tatar Hanı, Osmanlı’ya yardım etmeyecektir.’’ Kırım Hanı Murat Giray II. Viyana kuşatmasında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile görüş ayrılığına düştüğü için Lehleri durdurmaz, kuşatma başarısız olur, yükselme devri sona erer.

Kitapta “Fatih Sultan Mehmet'ten sonraki 16. padişah döneminde Osmanlı Devleti içeriden çökmeye başlayacak ve padişahı kendi tabasından biri devirecektir” deniliyor. Fatih Sultan Mehmet'ten sonraki 16'ıncı padişah III. Ahmet'tir. 29 Eylül 1730'da Arnavut ve Hıristiyan asıllı yeniçeri Patrona Halil tarafından tahttan indirilip yok edilir ve Osmanlı'nın çöküşü de böyle başlar.

Kitapta, "üç kez üç yüz yıl ve bir de yirmilik tarihinde Osmanlı Devleti yok olacaktır’’ deniliyor. Gerçekten de Osmanlı üç kez üç yüz yıl (3X300=900) ve 20 yıl, yani 1920'de (TBMM kurulunca) Osmanlı Devleti yok oluyor.

Bununla da bitmiyor kehanetler.

Kehanetlerden biri Mustafa Kemal Atatürk'ü işaret ediyor. Kitapta. “Osmanlı'nın çöküş döneminde kendisi Hıristiyan topraklarında yetişen ama Müslüman olan bir prens ve başkomutan ortaya çıkacak. Ancak Hıristiyanlar tarafından hiç dikkate alınmayan bu başkomutan, Türk devletini yeniden kuracak ve Batı'ya yönlendirecektir” öngörüsü yapılıyor. Bu kişi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'tür.

Kitapta ‘’Katolik Kilisesi ile İstanbul'daki Ortodoks Kilisesi kardeşçe kucaklaşacaklardır’’ diyor. Bu kucaklaşma, aynı ifadelerle Kasım 2006'da İstanbul’da gerçekleşiyor.

Kitapta kehanetler devam ediyor.

Kehanete göre, bu yeni kurulacak Türk İmparatorluğu'nun başına geçecek 11. kişinin adında 11 harf var. Çok ilginçtir ki, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ad ve soyadındaki harflerin toplamı da 11…

Ve kitapta “11. Prens döneminde yeni Türk devleti, büyük bir sarsıntı yaşayıp yıkılma noktasına gelecektir” öngörüsü var. Ayrıca “Hristiyan prensliklerin birleşmesi, bu yeni Türk imparatorluğunun sonunu getirecektir” kehaneti de var… Bu cümleden olarak burada da Hristiyan prensliklerin birleşmesinden kastedilen AB olduğu aşikârdır... Biraz aşırı bir yorum olacak ama bu birleşmenin (AB) yeni Türk imparatorluğunun sonunu getirecektir kehanetinden de anlamamız gereken Türkiye'nin AB'den uzaklaşması sonucu mu olacağı üzerinde de kafa yorulması gerekiyor…

Tabii kehanetlerin sonu yoktur. Kehanetler devam ediyor kitapta…

‘’Önce, Müslüman şeriatı artacaktır. Eğer yedinci seneye kadar kaldırılmazsa, on ikinci seneye kadar buranın hâkimi olacaktır. Sonra, Hristiyan silahlarıyla bir tutsaklık dönemi gelecektir.’’

Ve devam ediyor kehanet:

‘’İstanbul'un camileri ve Ayasofya üzerinde haçlar dikilecektir. Bu haçlar, saplanacağı yere silahlı ellerle saplanacaktır. Bu muhteşem şehrin yıkımı gelecektir. Yıkım, sadece orada yaşayanlar sevdiği dini değiştirirse duracak ve şehir lanetten kurtulacaktır. Yıkım adaletsizliklerin en kötülerinin gerçekleştiği bir dönemin ardından olacaktır. Tüm Doğu ülkeleri de Hıristiyanlarca fethedilecektir. Böylece, ölü yaşayan, soyulmuş ve felç olmuş bir yönetim sona erecektir.’’ Burada da ''yıkım adaletsizliklerin en kötülerinin gerçekleştiği bir dönemin ardından olacaktır'' kehaneti de ilgi çekicidir!

Evet, Laonikos Chalkokondyles’in rivayetleri, öngörüleri, kehanetleri -artık her ne dersek-  bu kadar…

Belki de kim bilir yazımın girişinde bahsettiğim Fatih’in konuştuğu kâhin ile Laonikos Chalkokondyles aynı kişidir…

Tabii ki bu kehanetlere ‘’deli saçması’’ der ve gülüp geçebiliriz. Ancak Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethine şahitlik etmiş daha öncesinde de II. Murat’a İstanbul kuşatmasını kaldırması için gönderilen ekipte yer almış Chalcondlyles'in çoğu sonradan gerçekleşmiş bu kehanetleri görmezden gelinir, yabana atılır gibi değildir…

İsterseniz gelin bu uçuk kehanetleri bir kenara bırakıp size bir kurgu romandan bahsedeyim.

Destina

Gazeteci, araştırmacı yazar Mine G. Kırıkkanat’ın ‘’Destina’’ (Literatür Yayıncılık, 2008) isimli bir kurgu romanı var. Mine G. Kırıkkanat, henüz yaşanmamış yakın bir geleceği anlattığı Destina romanı için şunları söyler: "Bu romanda yazılı her şey doğru, hiçbir şey gerçek değildir." Bu kurgu romana göre yakın bir gelecekte İstanbul ''Küresel Yönetişim'‘in idaresine geçer ve Türkler de göç ettikleri farklı ülkelerde asimilasyona uğrarlar. Böylece Haç ile Hilal‘in savaşı sona erer ve yerini Hıristiyanlığın mezhep çatışması alır…


Ama isterseniz bu kurguyu da bir kenara bırakıp tarihi bir gerçeğe dönelim:

Endülüs Emevi Devleti

Emevilerin yıkılmasından sonra, Endülüs’te (Güney İspanya) Endülüs Emevi Devleti 756’da kurulur ve 1492 yılına kadar 736 yıl süreyle İspanya'da varlığını sürdürür… Türklerin Anadolu’daki birliği Fatih’le sağlanır. Bu birliğin kuruluşunu 1450 yılı olarak alsak henüz birliğin kuruluşunun üzerinden bugüne 570 yıl geçmiş olacak ki henüz Endülüs Emevi Devleti’nin İspanya'daki yaşam süresi kadar bile değildir. Henüz Anadolu'da, Emevilerin İspanya'da bulundukları sürenin yaklaşık üçte ikisi kadarında varız...


Muhtemel ki Endülüs Emevileri İspanya’da sonsuza kadar yaşayacaklarına, var olacaklarına inanıyorlardı…

Günümüz ve geleceğimiz

Girişte bahsettiğim gibi sanıyoruz ki Anadolu’nun mülkiyeti sonuna kadar, sonsuza kadar bize ait. Etrafımızdaki ve uzaklardaki aç kurtların ve akbabaların varlığını, içine düştüğümüz çukuru, sığlığı, rehaveti, sefaleti, kutuplaşmayı, bölünmüşlüğü, girdabı, dağınıklığı görmezden geliyoruz…


Suriye’ye, Libya’ya… ABD’ye, AB’ye, Rusya’ya… Kanal İstanbul’a, Atatürk Havaalanına, Dolar’a, Euro’ya… Ekonomiye, MB’dan kayıp yüzlerce milyar dolarlara, hayat pahalılığına, işsizliğe, kapanan işyerlerine… Silahlanan cemaatlere, kayıp silahlara, kontrolsüz bir şekilde bol keseden dağıtılan silah ruhsatlarına, ekranlarda alenen ilan edilen ölüm listelerine… Hatip kürsülerinde en üst perdeden seslendirilen millet, illet, zillet, kin ve nefret söylemlerine, ötekileştirmelere, biz ve onlar ayrımına… Türkiye Cumhuriyeti’nin temelli olan Lozan ve Montrö antlaşmalarını tartışmaya açan söylemlere… Milli egemenliğin tecelli bulduğu TBMM’ni devre dışı bırakılıp ülkeyi tek adama mahkûm edilmesine… Yabancılara satılan vatan topraklarına… Balyoz ve Ergenekon kumpaslarıyla, FETÖ tezgâhlarıyla tarumar edilen orduya… En iyi bildikleri konuda açıklama yaptılar diye şerefiyle, haysiyetiyle yaşayan emekli amirallere yapılanlara… Askerliğin temeli olan doğruluk, dürüstlük, onur, gurur, şeref ve haysiyet vasıfları cezalandırılırcasına doğruyu söyledi, yalana aracı olmadı, dik durdu diye evi aranan, ifadeye çağrılan emekli generale, askerlere… Resmi arabası ile resmi üniforması ile sarığı ile cübbesi ile tekkeye giden amirale… Ordunun elindeki 30 yaşındaki savaş uçaklarına, 60 yaşındaki tanklarına… Eğitime, üniversitelere, kültür hayatına, okunmayan kitaplara, yetişmeyen insanlara, niteliksiz siyasetçilere…

Bu liste uzayabilir… Suni gündemlerden kurtulup, başınızı kaldırıp da bir etrafınıza bakarsanız eğer karanlığın sandığınızdan da çok daha karanlık, bir zifiri karanlık olduğunu göreceksiniz.

Bağnazlıktan, taassuptan, mezhep, etnisite ve kimlik kıskacından kurtulamaz isek; farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görmez isek; kimseyi ötekileştirmeden, nefret söylemini kullanmadan, sevgi dilini geliştirip, bilime yüzümüzü dönmez isek ve kendi içimizde ve komşularımızla hak, hukuk ve adaleti tesis edip barış içinde bir ve beraberce yaşayamazsak eğer… Korkarım ki; Bizans tarihçisinin yazdığı, Bizans kâhininin Fatih’e söylediği kehanetler ve Mine G. Kırıkkanat’ın kurgusu gerçek olacaktır… Endülüs Emevi Devletinin akıbetine biz de uğrayacağız demektir…  Eğer inanmıyorsanız gelin en eski Türk uygarlığı olduğu ve bu coğrafyada yaşadığı iddia edilen Etrüsklere ne olduğunu bir araştırın derim!...

Esas bekâ sorunu burada yatmaktadır. Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur... Zira içinde bulunduğumuz ve etrafımızdaki karanlık sandığınızdan da çok daha karanlıktır…

Ve tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Geçme kapım önünden yüreğim yaralıdır

23 Nisan 2021


Bu sitemde ''sanat'' bölümünde çooook türkü anlattım. Bugün de bir Balkan türküsünü anlatayım.... Biliyorsunuz, her şeyi, ama her şeyi, türküleri bile tarihe bağlamasam olmaz! Öyleyse her zaman olduğu gibi önce kısa bir tariih turu... 

Osmanlının anayurdu Balkanlar ve bir fay hattı

Çoğumuz üzerinde düşünmemişizdir ama ''Anadolu'', Selçuklunun bir anayurdu iken ''Balkanlar'' da Osmanlının anayurdu idi. Bu nedenle Osmanlı tüm yatırımlarını, okullarını, medreselerini, camilerini, hanlarını, hamamlarını, yollarını ve üretim tesislerini hep Balkanlar'a yapmıştı. Anadolu’daki bütün eserler, köprü, yol, cami, medrese ne varsa hepsi Selçuklu eseridir. Başkenti Bursa'daki ve şehzadelerin eğitildiği Amasya ve Manisa’daki cami ve türbeler hariç Osmanlının Anadolu’da doğru dürüst bir tane dahi eserini bulamazsınız… Özellikle Osmanlı eğitim kurumlarının hemen hemen tamamı Balkanlarda idi...

İşte bu nedenledir ki, bu eğitim nedeniyledir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran neslin, sivil ve asker bürokrasisi ile sanat ve edebiyat camiasının nerdeyse hemen hemen tamamı Balkan kökenlidir... Osmanlı tarafından ihmal edilmiş, cahil bırakılmış Anadolu insanının bir kısmı ise kıskançlıktan mıdır nedir bu eğitimli Balkan kökenli insanları pek hazzetmezler... Bu kıskançlık ve hazzetmeme durumu, muhtemel, genlere kadar işlemiş olacak ki Osmanlı tarafından ihmal edilmiş, eğitilmemiş, cahil bırakılmış bu insanların torunlarına kadar da bir damar halinde, bir fay hattı halinde günümüze kadar da devam eder hale gelmiştir. Bakın günümüz Türkiyesi'nin sosyo-politik yapısına, bu durumu net bir şekilde görürsünüz! Bugün bir takım siyasilerin bahsettikleri, dile getirdikleri ''kin ve nefret'' söyleminin kökeni teee oralara kadar gider. Bu ''kin ve nefret'', Osmanlının has evladının anayurdundan Anadolu'ya getirdikleri bilime ve  aydınlığa karşıdır. Zira Galileo söylemişti zaten; ‘'Hiçbir kin, cahilin bilime duyduğu kinden daha büyük olamaz.’'

Neyse dönelim konumuza, konumuz Türkiye'nin sosyo-politik durumunun analizi değil, konu sosyologların konusu, zaten ben de konunun uzmanı değilim, konumuz tarih, kaldığımız yerden devam edelim...

Balkan Harbi’nde kaybedilen anayurt

Ve biz Balkan Harbi’nde anayurdumuzu kaybetmiştik... Nedense bu husus tarih öğretilerinde pek dile gelmez, getirilmez!…

Füruzan’ın ‘’Balkan Yolcusu’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli güzel bir kitabı var. Füruzan bu kitabında eski Yugoslav topraklarında kalmış yaşlı bir nine ile sohbet eder… Yaşlı nineye sorar Füruzan; ‘’teyzem’’ der ‘’sen neden göç etmedin?’’ Yaşlı nine cevap verir; ‘’evladım'' der, ''bir vakitler burada bir umman vardı, o umman çekildi gitti. Bırak da bari buralarda o ummanın hatırası bu küçücük göletler kalsın.’’

Ninenin kastettiği o ummanın ne olduğunu anlıyorsunuz değil mi?

O umman o yataklardan çekilirken ne acılar çekilmiştir bilir misiniz?

İşte bu acılar hep Rumeli türkülerinde ses bulmuştur. Bu nedenle hep hüzünlüdür Rumeli türküleri, hep hazindir Rumeli türküleri, hep insanın yüreciğini sızlatır Rumeli türküleri…

Saba makamında bir Balkan türküsü: Mendilimin yeşili

Bugün size sadece bu Rumeli türkülerinin değil, dünyanın en hüzünlü, en hazin, en dokunaklı türküsünü anlatmak istiyorum...

‘’Saba’’ makamındadır bu türkü... İnsanın tüylerini diken diken eden ‘’Saba’’ makamından, tıpkı sabah ezanı gibi, tıpkı şafak vakti gibi, tıpkı seher rüzgârı gibi... Balkan türkülerinin aynı zamanda da en güzelidir bu türkü…

Seferberlik ilan edilmiştir, oğlan tam sevdiceğiyle evlenecekken silah altına alınır, kızımız oğlan gitmeden ona kenarında bir parça yeşil işlemesi olan mendilini verir. Ve gidiş o gidiştir. Oğlan bir daha da geri dönemez.

Sonra sonra, zihinlerden, yüreklerden, gönüllerden bir türkü ortaya çıkar; çaresiz dertlere düşenlerin türküsüdür bu türkü: ‘’Mendilimin yeşili’’... Bizler genellikle bu türkünün ilk iki kıtasını biliriz… Son iki kıta nedense hiçbir yerde de yer almaz. Bu türkünün sözlerinin tamamını yazımın sonunda veriyorum... Şöye başlardı türkü:

''Mendilimin yeşili
Ben kaybettim eşimi
Al bu mendil sende dursun
Sil gözünün yaşını

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare''

Bu türkü TRT kayıtlarına göre 02.11.1949 tarihinde Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiştir.

Bu türküyü bizim zamanımızda uzun dalga 1648 m Ankara radyosundan Nezahet Bayram’dan dinlerdik... Nezahet Bayram kendi sesinden bu türküyü dinlerken bazen için için, bazen hıçkırık hıçkırık ağlarmış… Bu türküyü Nezahet Bayram’ın sesinden olan bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum...

Balkan Harbi’ni neden kaybettik

Biz Balkan Harbi’nde anayurdumuz olan Balkanları neden kaybettik biliyor musunuz? Bu konuda Tüccarzâde İbrahim Hilmi’nin çok güzel bir kitabı var: ‘’Balkan Harbi'ni Niçin Kaybettik?’’ (İz Yayıncılık, 2017) Kitapta çok şeyler anlatılır. Ama özetle: Ordumuz kendi yönetimince hırpalandığı için kaybettik... Ordumuz kendi yönetimince aşağılandığı için kaybettik... Ordu kendi içinde mektepli alaylı diye bölündüğü için kaybettik... Orduya siyaset bulaştırıldığı için kaybettik... Ordu siyasete malzeme yapıldığı için kaybettik... Ordunun yeterli, modern silah ve teçhizatı olmadığı için kaybettik..


Eskilerin ''okula, camiye ve kışlaya asla siyaset sokmayın'' tenbihinin geri planını anlıyorsunuz değil mi? Allah göstermesin ki bir yüzyıl sonra Orta Asya bozkırlarından bir yerlerde yine bir başka Şehriyar; ''o zamanki siyasetçiler okula, camiye ve kışlaya siyaset soktukları için, dini ve orduyu siyasete alet ettikleri için, orduyu Balyoz ve Ergenekon kumpaslarıyla, FETÖ tezgâhlarıyla tarumar ettikleri için, orduyu her fırsatta aşağıladıkları için, orduyu 30 yıllık savaş uçaklarına, 60 yıllık tanklara mahkûm ettikleri için, bilime sırtlarını dönüp yeniden hurafenin peşine düştükleri için, milli egemenliğin tecelli bulduğu TBMM’ni devre dışı bırakıp ülkeyi tek adama mahkûm ettikleri için Balkanlardan sonra Anadolu'da da tutunamadık, anayurdumuz Anadolu'yu da kaybettik'' diye yazmaz inşallah! Allah korusun...

Geçme kapım önünden, benim yüreğim yaralıdır.

Osman AYDOĞAN

Nezahet Bayram: ''Mendilimin Yeşili''

https://www.youtube.com/watch?v=jQwJDCNkjbU

Aliye Mutlu’nun o billur sesi ile yorumu bir başka:
https://www.youtube.com/watch?v=1-b2NLQPz8A

2010 yılında Toronto'da kurulan ve Türkçe müzik yapan Kanadalı bir müzik grubu olan ‘’Minor Empire’’ tarafından yorumlanan ‘’Mendilimin yeşili’’ (‘’Minor Empire’’ adı Anadolu'nun tarihte kullanılan adlarından biri olan Küçük Asya (Asia Minor) ve Türk müziğinde sık kullanılan minör akorlardan esinlenerek oluşturulmuştur.):
https://www.youtube.com/watch?v=gGu4dtxAkhc

Mendilimin yeşili

Mendilimin yeşili

Ben kaybettim eşimi
Al bu mendil sende dursun
Sil gözünün yaşını

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare

Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare

Mendilim benek benek

Ortası çarkıfelek
Yazı beraber geçirdik
Kışın ayırdı felek

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare

Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare

Mendilim turalıdır

Sevdiğim buralıdır
Geçme kapım önünden
Yüreğim yaralıdır

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare

Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare

Ana dersen ana yok

Baba dersen baba yok
Gurbet elde hasta düştüm
Bir yudum su veren yok

Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare

Çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare



23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı

23 Nisan 2021

23 Nisan 1920, Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ve Türk halkının egemenliğini ilân ettiği tarihtir…

Mustafa Kemal Atatürk, 23 Nisan 1924'te 23 Nisan gününü ‘'23 Nisan Milli Bayramı’’’' olarak kutlanmasına karar verir. Bu tarihten beş yıl sonra da 23 Nisan 1929 tarihinde de Mustafa Kemal Atatürk bu bayramı çocuklara armağan eder. 1929 yılında 23 Nisan, ilk defa ‘’23 Nisan Çocuk Bayramı’’ olarak kutlanmaya başlanır… 23 Nisan’da çocukların resmî makamlara kabul etme geleneği de Mustafa Kemal Atatürk’ün 1933 yılında bu bayramda çocukları makamına kabul etmesiyle başlar… 1980 döneminde ise Millî Güvenlik Konseyi, bu bayrama "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını verir… O günden beridir de 23 Nisan bu adla kutlanır.

Bugün, Türk milletinin iradesini temsil eden TBMM’nin açılışının 101’ünci yılıdır…

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu; Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildiğinde, bu işgale karşı yapılan Kurtuluş Savaşı 23 Nisan 1920 tarihinde açılan Büyük Millet Meclisi tarafından yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılan devrimler de yine bu Meclis çatışı altında yapılmıştır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet, yine bu Meclis çatısı altında ilan edilmiştir. Türkiye Cumhuriyetini dünyaya kabul ettiren Lozan Antlaşmasını 23 Ağustos 1923 tarihinde, boğazların egemenliğini Türkiye’ye veren Montrö Sözleşmesini 31 Temmuz 1936 tarihinde yine bu Meclis onaylamıştır. Cumhuriyet'in demokrasi ile taçlanması yine bu Meclis çatısı altında olmuştur... 

Türk milletinin iradesini temsil eden TBMM, Türkiye Cumhuriyetinin varlık sebebidir, temelidir, ana direğidir, bel kemiğidir, çatısıdır...

Bugün için Türkiye Cumhuriyetine karşı en büyük tehlike, tehdit ve bekâ sorunu; Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet devrimlerini yürüten, Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıran, Türkiye Cumhuriyetinin temeli, belkemiği, ana direği ve çatısı olan TBMM’nin ve parlamenter demokrasinin; işlevini, önemini ve ağırlığını yitirerek aşındırılması, erozyona uğratılması ve rafa kaldırılmasıdır… Türkiye Cumhuriyetinin ve açılışının 101. yılında TBMM'nin önündeki en büyük tehdit, tehlike ve bekâ sorunu budur... Böyle bir tehlikenin varlığını ve sonuçlarını daha önce sitemde II. Dünya savaşı öncesindeki İtalya ve Almanya örneğini vererek anlatmıştım.

101 yıl önce, 23 Nisan 1920’de TBMM’ni açan ve bu Meclis'in çatısı altında Kurtuluş Savaşını yürüten ve Cumhuriyet devrimlerini gerçekleştiren başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm vekilleri ve emeği geçenleri rahmet, minnet ve hürmetle anıyorum…

1920’de o muazzam adımı atanları alkışlamak ve o günü artan bir coşku ile bayram olarak kutlamak boynumuzun borcudur…

Bu bayramın adı da ''23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı''dır... 

Bu bayramın anlamı Türk milletinin iradesini temsil eden, Türkiye Cumhuriyetinin varlık sebebi, temeli, ana direği, bel kemiği ve çatısı olan TBMM’nin üstünde hiçbir güç ve kuvvetin bulunmadığıdır…

Yaşasın 23 Nisan… Yaşasın TBMM!

Bu anlamlı bayram kutlu olsun!

Osman AYDOĞAN

‘’Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!’’

Mustafa Kemal Atatürk, 19 Ekim 1922 tarihinde, Bursa’da kendisini karşılayan çocuklara böyle seslenir. 

 




BMC


21 Nisan 2021

İki gün önce Tosyalı Holding'in, Ethem Sancak'ın Katar ortaklığı olan BMC'deki yüzde 25 oranındaki hissesinin alımı için görüşmeler yaptığı haberi basına yansıyor… Bu haber bana sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı, 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu hatırlatıyor:

‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’

Peki, mazi benim kalbimde neden bir yaradır? Bunu açmak için kısa bir yakın tarih turu yapmam gerekiyor…

British Motor Corporation

BMC, 1964 yılında  British Motor Corporation (Britanya Motor Kuruluşu) adı altında %74 yerli sermaye ve yerli bir ortakla İzmir'de kuruluyor. Fabrikanın açılışına İngiltere Kraliçesi de geliyor…

BMC, İlk yıllarında Austin ve Morris markalı ticari araçları üreterek işe başlıyor. BMC, 1966 yılından itibaren kamyon, kamyonet, traktör ve motor üretmeye başlıyor...

BMC, 1976 yılında, Türkiye'de ilk dizel motor üretimini ve benzinli motorların dizel adaptasyonunu gerçekleştiriyor. BMC, motorlu araçların yanı sıra, endüstriyel motorları, jeneratörleri, deniz motorlarını ve askerî amaçlı ürünleri de üretmeye başlıyor. Yine bu yıllarda, ‘’Leyland’’ serisine ait ilk hafif ticari araç olan ‘’Leyland 30’’ kamyoneti piyasaya sunuyor. 1983 yılında Volvo Truck Corporation ile ortaklık kuran BMC, Türkiye'nin ilk turbo motorlu ticari araçları olan ‘’Yavuz’’ serisini üretiyor. 1985 yılında anlaşma yaptığı Cummins Engine Company ile Cummins motorlu ‘’Fatih’’ serisi kamyonları üretmeye başlıyor…

Yüzde yüz yerli ve milli BMC

1989 yılında şirketin bütün hisseleri Çukurova Holding tarafından satın alınıyor. Böylece BMC'nin başlangıçta %74 olan yerli sermaye oranı 1989 yılında %100 yerli sermayeye ulaşmış oluyor. Bu şu anlama geliyor: Artık Türkiye’nin motorlu araç üreten ve geliştiren %100 yerli bir şirketi vardır.

BMC, 1990 yılında ünlü İtalyan tasarım kuruluşu Pininfarina ile iş birliği anlaşması imzalayarak, altı yıl süren yoğun çalışma ve 120 milyon ABD Doları'nı aşan yatırımın sonucunda, 1996 yılının Haziran ayında sınai ve ticari mülkiyeti BMC'ye ait olan ‘’Profesyonel'i üreterek piyasaya sürüyor…

Böylece BMC 2,8 tondan 40 tona kadar yük ve yolcu taşımacılığının tüm sınıflarında özel araç üretimi yapan Türkiye'nin tek Dünyanın ise dört üreticisinden birisi haline geliyor…

Ayrıca BMC fabrikaları bünyesinde, müşteri isteğine göre 6 ay gibi kısa bir sürede araç tasarlayıp üretebilen bir firma haline geliyor.

BMC, 2004 yılında 40 milyon dolarlık yatırımla tüm mühendislik çalışmaları BMC’ye ait, 74 mühendis ve 159 teknik elemanın 5 yıl süren zorlu çalışmasının ürünü olan, üstün teknolojisi ve modern tasarımıyla hafif ticari araç pazarında yepyeni bir sayfa açan, farklı sektörlerin her tür ihtiyacını karşılayabilecek vanlar, kombiler, kombi vanlar, minibüsler ve kamyonetlerden oluşan 19 modeli olan ‘’Megastar’’ı yaratıyor…  

BMC, Türkiye’de bazı ilklerin de sahibi oluyor: BMC; Türkiye’deki yerli ve milli olarak ilk dökümhane, ilk dizel motor üretimi, ilk çıraklık eğitim merkezi, ilk turbo motorlu araç, ilk yerli hafif ticari araç, ilk çevreye duyarlı doğal gazlı otobüs, ilk tam alçak tabanlı otobüs ve ilk yerli taktik tekerlekli zırhlı araç üretimi gibi sektöre yön veren ilkleri gerçekleştiriyor...

Hiçbir başarı cezasız bırakılmıyor!

Ancak burası Türkiye’dir ve hiçbir başarı cezasız bırakılmıyor…

18 Mayıs 2013 tarihinde Çukurova Holdinginin en büyük hissedarı olan Mehmet Emin Karamehmet'in, Cavit Çağlar ile İnterbank ile ilgili kredi ilişkilerinden kaynaklanan 440 milyon dolar borçtan kalan 75 milyon doların ödenmemesi nedeniyle TMSF tarafından holdingin Skyturk 360, Show TV, Akşam Gazetesi ve BMC şirketlerine el konuluyor. Hâlbuki Türkiye’nin ilk yerli ve milli motorunu da üretebilen ticari araç şirketi olan, TSK’ne Kirpi gibi zırhlı taktik tekerlekli ve diğer askerî araçları ve kamu birimlerine ve belediyelere ihtiyacı olan araçları üretip satan, yani pazarı hazır olan BMC’nin 75 milyon doları bulan borcu ödeme gücü bulunuyor. Ancak buna fırsat tanınmıyor…

BMC, 30 Nisan 2014 tarihinde TMSF tarafından yapılan ihalede tek katılımcı olarak teklif veren iş adamı Ethem Sancak'a ait olan "Es Mali Yatırım ve Danışmanlık AŞ"ne 200 milyon Dolar’a (o zamanki TL karşılığı 751 milyon TL’ye) satılıyor. Etik olan, ihalede tek katılımcı olması nedeniyle satılan şirketin değerini bulması için ihalenin tekrarlanmasıdır. Ancak zaten maksat da şirketin değerini bulması değildir. BMC, 751 milyon TL’ye satıldığında şirketin sadece arsa değeri 1.5 milyar TL’yi buluyor…  

Rekabet Kurumu 21 Mayıs 2014 tarihinde internet sitesinden yaptığı açıklamayla BMC'nin Es Mali Yatırım ve Danışmanlık AŞ.'ne devredilmesi işlemine izin verilmesinde sakınca bulunmadığını duyuruyor.

Üç ay içerisinde alınıp satılanlar

Ethem Sancak, BMC’yi aldıktan hemen üç ay sonra BMC’nin % 25 hissesini 100 milyon Dolara Öztreyler Şirketine, % 49.9 hissesini de 300 milyon Dolara Katar Ordusuna satıyor.

Katar'ın BMC'ye ortak olması ihale yoluyla değil, Es Mali Yatırım ve Danışmanlık AŞ’ne ortak olmasıyla gerçekleşiyor. Haziran 2014’de Es Mali Yatırım ve Danışmanlık AŞ’nin sermayesinin yüzde 191 artırıyor. Bu artırımda Katar Silahlı Kuvvetleri Endüstri Komitesi %49.9 pay ile iştirak ediyor. Böylelikle Katar'ın Es Mali Yatırım ve Danışmanlık AŞ’ndeki ve BMC'deki payı yüzde 49.9 oluyor… Hemen ardından Ticaret Sicil Gazetesi'nde şirketin yönetim kuruluna yedi Katar vatandaşı atandığı yazıyor…

Yani Ethem Sancak 2014 yılı Nisan ayında %100’nü 200 milyon dolara satın aldığı BMC’nin %75’ini, BMC’yi satın aldıktan sadece üç ay sonra, 2014 yılı Haziran ayında 400 milyon dolara satıyor.

Yüzde 49.9’u Katar’ın olan BMC’ye verilenler

2015 yılında Sakarya Karasu'da 2.2 milyon metrekarelik arazi, bu arazi üzerinde savunma sanayi ürünleri, tren ekipmanı üretimi yapması için BMC’ye tahsis ediliyor…

Bu sırada BMC, Otokar'ın 2009'da prototip üretimi ihalesini aldığı, 2012-2014 arasında 5 prototipini ürettiği Altay Tankı'yla ilgilenmeye başlıyor. Yapılan seri üretim ihalesine Otokar ile beraber BMC ve FNSS de giriyor. SSB, bu ihalede Otokar'ın teklifini yüksek bulduğunu gerekçe göstererek süreci iptal ediyor. SSB, Nisan 2018'de yeniden seri üretim ihalesine çıkıyor. BMC o ihalede sürpriz bir şekilde Otokar ve FNSS'i geride bırakarak Altay Tankı seri üretimi için SSB ile sözleşme imzalıyor.

BMC, SSB’den Nisan 2018’de Altay Tankı’nın seri üretim ihalesini aldıktan hemen sonra Mayıs 2018'de Cumhurbaşkanlığı kararı ile BMC’ye karşılığı 1,4 milyar TL'yi bulan süper teşvikler veriliyor… Bir yıl sonra da Cumhurbaşkanlığı kararı ile 31 Aralık 2019 tarihine kadar devir işlemleri tamamlanmak üzere Arifiye Tank-Palet Fabrikası 25 yıllığına BMC'ye kiralanıyor.

SSB’de değerlendirmeler yapılırken O zamanki Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli 11 Ocak 2018 tarihinde şu açıklamayı yapıyor: “Teklifler verildi. Şu anda değerlendirilmesi yapılıyor. Birçok kriter var. O çerçevede en uygun teklifi kim vermişse ihaleyi o alacak. Öyle herhangi bir kişinin, grubun dışlanması diye bir şey söz konusu olamaz. Bunlar zaten açık yapılıyor, tankın seri üretimine 2019 yılının sonu, 2020’nin başında geçeceğiz.” 

SSB tarafından yayımlanan 2017-2021 yılı stratejik planında, ilk 15 ALTAY ana muharebe tankının 2020 yılında hizmete gireceği, 2021’de ise 20 tankın teslim edileceği bilgisi yer alıyor.

Bu işlemler yapılırken 2016’da İSO 500 listesine 137. sıradan giren BMC, 2017’de 79., 2018’de 61., 2019’da 51. sıraya ulaşıyor. Şirketin 2016 yılında 783 milyon TL olan cirosu, 2018’de 2 milyar 676 milyon TL’ye, 2019’da 3 milyar 386 milyon TL’ye yükseliyor…  

İki gün önce ajanslara bir haber düşüyor… Ajanslar çelik üreticisi Tosyalı Holding'in, BMC’nin yüzde 25'ini kontrol eden işadamı Ethem Sancak ile hisseleri satın almak için masaya oturduğunu yazıyor…

Tosyalı Holding'in, Ethem Sancak'ın BMC'deki yüzde 25 oranındaki hissesinin alımı gerçekleşirse Ethem Sancak tamamen BMC’den çekilmiş oluyor… Böylece Ethem Sancak BMC’deki aracılık misyonu tamamlamış oluyor. Böylece BMC; ortakları %49.9 Katar, %25 Öztreyler Şirketi ve %25.1 Tosyalı Holdingin olan bir şirkete dönüşüyor…

Tosyalı Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Fuat Tosyalı’dır. Fuat Tosyalı, halen Tosyalı Holding bünyesindeki görevinin yanı sıra; Türkiye Cumhuriyeti Varlık Fonu Yönetim Kurulu Üyeliği, Türkiye Çelik Üreticileri Derneği (TÇÜD) Yönetim Kurulu Başkanlığı, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) İcra Kurulu Üyeliği yapıyor. Fuat Tosyalı aynı zamanda Türkiye-Cezayir İş Konseyi Başkanlığı görevini de yürütüyor…

Olmayan tanklar

İşte böyle; ajanslarda Sancak’ın, %49 Katar ortaklığı BMC’deki hisselerinin Tosyalı Holding’e devrederek BMC’den çıkacağı haberi yer alıyor. Ancak sözleşme gereği TSK'ya 2019 sonu veya 2020 başında teslim edilmesi gerekirken hala bir tanesi bile teslim edilmeyen tanklardan kimsecikler bahsetmiyor…

M1 Abrams ABD tankını ABD milli şirketi Chrysler Defense firması tasarlayıp ABD milli şirketi General Dynamics Corp. üretiyor. Leopar Alman tankını Alam milli şirketi Kraus-Maffei üretiyor. Leclerc Fransız tankını Fransız milli firması Nexter üretiyor. Challenger İngiliz tankını, İngiliz milli firması Alvis Vickers, BAE Systems üretiyor. T-84 Ukrayna tankını Ukrayna milli şirketi Malyshev Factory üretiyor. T-14 Armata Rus tankını Rus milli şirketi Uralvagonzavod üretiyor. K2 Black Panther Güney Kore tankını Güney Kore milli şirketi Hyundai-Kia Automotive Group şirketinin bünyesinde bulunan ROTEM üretiyor. Merkeva İsrail tankını İsrail milli şirketi MANTAK, IDF Ordnance üretiyor. Bu liste uzar da uzar. İstisnası yoktur. Pardon, unutmuşum. Bu listenin tek bir istisnası vardır: Türkiye’nin milli tankı olan Altay Tankı’nı üretmesi görevini %49.9 hissesi Arap Katar şirketinin olan BMC'ye veriliyor...  

Mazi kalbimde bir yaradır

1989 yılından beri, ürün tasarım, geliştirme ve mühendislik çalışmalarını dışa bağımlı olmadan sürdüren, %100 milli ve yerli ilk ve tek Türk otomotiv kuruluşu olan BMC, artık 2014 yılından beri  %49.9’u yabacı olan bir şirkettir. Hani şimdilerde Türkiye’nin ilk yerli ve milli TOGG diye bir otomobili üretmeye çalışıyorlar ya. Biz elimizdeki %100 yerli ve milli bir otomotiv şirketini Arap Katar’a altın tepside sunuyoruz. Bir de üstelik ondan bize tank yapmasını bekliyoruz… Godot'yu beklesek daha iyi sanki...

BMC, bir milli şirket olarak öylesine benimseniyordu ki Şanlıurfa’nın Ceylanpınar İlçesi’nde kamyon sürücüsü Mehmet Yıldız isimli bir vatandaş, yıllarca hayalini kurup alamadığı BMC kamyonun markasını kızına ad olarak veriyor. Şimdi merhum Mehmet Yıldız kızı doğduğunda nüfus müdürüne kızının ad olarak ‘’BMC’’ adını vermek istediğini söylüyor... Ancak nüfus müdürü, kızın nüfus kâğıdına BMC yerine ‘’Bemece’’ diye yazıyor... (Hürriyet Gazetesi 16.11.2004)

Sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı, 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosunu neden hatırladığımı anlıyorsunuz değil mi?

‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’

Osman AYDOĞAN


Beyoğlu Hüseyin Ağa Cami

20 Nisan 2021

Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiş ve bu kapsamda da dün Bursa Ulu Cami’sini anlatmıştım... Bu yazımda da İstanbul Beyoğlu'nda yer alan ''Hüseyin Ağa Cami''sini anlatacağım... Bu cami halk arasında daha çok ‘’Ağa Cami’’ olarak tanınır, bilinir…

Ağa Cami'sini anlatmadan önce İstanbul camileri için yazılan şiirlerden kısaca bahsetmek istiyorum... Çünkü Türk şiirinde camiler büyük yer tutar. Özellikle İstanbul camileri. 

Türk şiirinde İstanbul camileri

Türk şiirinde İstanbul camilerinin önemli bir yeri vardır. Bunların en başında Yahya Kemal’in ''Süleymaniye'de Bayram Sabahı'' isimli şiiri gelir. Yahya Kemal şiirine şöyle başlardı:

‘’Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede

 Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de’’

(Mehâbet: Büyüklük, ululuk, yücelik)

Mehmet Akif de ''Fatih Kürsüsü'nde'' şiiriyle Fatih Cami'nin ihtişamını, caminin cemaatini ve Osmanlının son halini anlatır. Şiirin sonlarında da Osmanlıyı diğer milletlerle mukayese eder. Âkif şiirinde diğer milletlerden şöyle bahseder:

‘’Heriflerin, hani dünya kadar bedayii var:

Ulumu var, edebiyyati var, sanayii var.’’

(Bedayii: Eşi ve benzeri olmıyan güzel, mükemmel ve yeni şeyler. Ulum; İlmin çoğulu)

Rıza Tevfik, Divan tarzında hece ile Üsküdar Mihrimah Sultan Cami için yazdığı ''Harap Mabet'' adlı kendisine seslendiği ve ‘’Vardım eşiğine yüzümü sürdüm’’ diye başladığı şiirini şöyle bitirirdi: ’’Hey Rıza! Secdeye baş koy da inle…’’

Ve Nâzım Hikmet’in Beyoğlu’ndaki ‘’Ağa Cami’’ için yazdığı ve kimseciklerin pek bilmediği bir şiiri var. Zaten bu yazımın amacı da bu şiiri ve bu şiir vasıtasyla ''Ağa Cami''ni tanıtmaktı. Bu nedenle de bu noktaya gelmek için Türk şiirindeki İstanbul camilerinden bahsettim...

Bu nedenle de önce Nâzım Hikmet'in bu şiirin tamamını veriyorum... Ancak bahsettiğim diğer şiirleri de bulup okumanızı isterim...

Ağa Cami

Havsalam almıyordu bu hazîn halî önce

Ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce

Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım;

Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım.

Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!

Böyle sokaklarda kî, anası can verîrken,

îşıklı kahvelerde kendî öz evladı var…

Böyle sokaklarda kî, çamurlu kaldırımlar,

En kîrlenmîş bayrağın taşıyor gölgesînî,

Üstünde orospular yükseltîyor sesînî.

Burda bütün gözlerî bîr sîyah el bağlıyor,

Yalnız senîn göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

Kendî elemîm gîbî anlıyorum ben bunu,

Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

Bu îmansız muhîtte öyle yalnızsın kî sen

Bîr tesellî bulurdun ruhumu görebîlsen!

Ey bu camînîn ruhu: Bîze mucîze göster

Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

Bîr gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,

Baştan başa tutuşsun göklerîn yangınıyla!

("İlk Şiirler", Yapı Kredi Yayınları, 8. Kitap, s. 117)

Bu şiiri Nâzım Hikmet 1921'de Mütareke yıllarında, Mütarekenin ve İstanbul’un işgalinin verdiği hüzünle yazar.  Şiir ilk kez, 21 Mart 1921'de "Anadolu'da Yeni Gün" adlı yayında çıkar.

Mevlevî Nâzım Hikmet

Ağa Cami’ni anlatmadan önce Nâzım Hikmet’in böylesine bir şiiri nasıl yazdığını anlatmak istiyorum… Ama en önce de Nâzım’ın bir Mevlevî olduğunu söylemek istiyorum…

1902 yılında Selanik’te doğan Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Bey ile Celile Hanımın evlilik hayatları uzun sürmez. Çift, Nâzım ve Samiye adında iki çocukları olduktan sonra ayrılırlar. Celile Hanım resim tahsil etmek için Paris’e gider. Çocuklar dedeleri Nâzım Paşa’nın evine sığınırlar. Nâzım Hikmet, hemen hemen bütün çocukluğunu Nâzım Paşa’nın evinde geçirir. Bu yüzden hayatında dedesinin önemli bir yeri vardır.

Dede Nâzım Paşa şairdir ve şiirlerini aruz vezninde yazmaktadır. Ne var ki Nâzım Hikmet zamanın çocuğudur. Günün genç şairleri ise yalnız hece vezniyle şiir yazmaktadırlar. Ziya Gökalp’in 1910'da Selanik’te ‘’Genç Kalemler’’ ile açtığı akım bütün şair ve aydınları sarıvermiştir. Nâzım da bu akımdan etkilenerek ilk şiirlerini hece vezninde yazar.

Nâzım, kendisi için şöyle der: “ ...Şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Fransızcayı çok iyi bilirdi, ama Osmanlıcayı bilmezdi. Benim gibi... Büyük babam, Mevlevî Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde şiir baş köşeydi...”

1920’ye kadar olan hayatında ‘’Milli Edebiyat’’ akımının tesirlerinde kalan ve tema olarak vatan, Mevlânâ, sevgi konularını işleyen Nâzım’ın gençliğinde yazdığı şiirleri pek fazla kişi bilmez.

Nâzım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa Mevlevî tarikatına bağlı dindar bir adamdır. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşamaktadır. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılır. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir eder. 

Çocuk Nâzım, özellikle Mevlevîhane’ye gidip Mevlevîlerin zikir ve mukabele-i şeriflerini seyretmeye bayılır. Başlarında uzun külahları, sırtlarında tennureleri ile semazenlerin dönüşleri ve musiki çok etkileyicidir. Nâzım’ın bu ortamda Mevlevî tarikatından etkilenmemesi mümkün değildir. Nâzım’ın aşağıdaki şiiri bu etkiyi çok güzel gösterir:

‘’Sararken alnımı yokluğun tacı

Gönülden silindi neşeyle acı.
Kalbe muhabbette buldum ilacı,
Ben de müridinim işte, Mevlânâ.

Ebede set çeken zulmeti deldim

Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalbten temizlendim, huzura geldim,
Ben de müridinim, işte Mevlânâ.’’

Bu şiirin hikâyesini ise Vâlâ Nureddin “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” (İlke Kitap, 2011) adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde anlatır…

Nâzım Hikmet’in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde bu dini hassasiyet görülür. (*) İşte Beyoğlu’ndaki Ağa Cami şiiri de bunlara bir örnektir. 

Şimdi de gelelim Ağa Cami’ne…

Ağa Cami

Halen Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Ağa Cami, Galatasaray ağası olan Şeyhülharem Hüseyin Efendi tarafından 1594 (bazı kaynaklarda 1597 diye geçer) yılında yaptırılmıştır. Hadika’nın yazma nüshalarının birinde, adı Emin Bey Cami olarak da geçer. 1597 yılında yapılan ilk cami kubbeli imiş, günümüzde ise düz çatılıdır. Cami’nin mihrabı, duvarları ve minaresi ilk yapıdan kalmıştır. İçeride dört kalın kare prizma ayak, baskılı çatıyı tutar.

Kıble duvarında ve yan duvarlarda, dörderden iki sıra pencere yer alır. Kemerli pencereler renkli camlarla tezyin edilmiştir. Duvarlar yakın zamanlardaki onarımdan sonra belli bir yüksekliğe kadar Kütahya çinisiyle yenilenmiştir. İç avluları yeşil-mavi Kütahya çinileriyle süslüdür. Tavan ve tonozlar ise renkli kalem işleriyle bezenmiştir. Cami içindeki hatlar, son büyük hattatlarımızdan İsmail Hakkı Altunbezer’e aittir. Yapının minberi ve kürsüsü ahşaptandır. İstiklal Caddesi tarafından avluya girildiğinde sağ tarafta mihrap hizasında, çimenlerin arasında iki tane mezar taşı vardır. Bunlardan biri caminin banisi, Galatasaray'ın kapı ağalarından Hüseyin Ağa'ya, diğeri de Davut Ağa'a aittir…

Caminin avlusunda, Mimar Sinan’ın eseri olan bir şadırvan bulunur. Bu şadırvan Kasımpaşa Sinan Paşa Cami’nden buraya nakledilmiştir. Tek şerefeli minaresi caminin sağ tarafında yükselir. Dönemlerin Beyoğlu’sunda oturan İstanbul beyefendilerinin ve hanımefendilerinin uğrayabileceği Ağa Cami çok kez hasar görür. Daha önce avlu kapısı üzerinde duran tuğralı, sekiz satırlık kitabesinden, 1800’de, 1864’de ve daha sonraki yıllarda yapıda oluşan hasarların, bizzat Sultan II. Mahmut tarafından 1834 tarihinde tamir ettirildiği bilinmektedir. Son zamanlarda bir kez daha yanar ve Suzan Hanım isminde bir hayırseverin çabalarıyla tamir edilir… Uzun yıllar bakımsız kalan Ağa Cami, üçüncü ve son tamiratını 1938 yılında görür. Ancak o son tamirata kadar epey bir harap haldedir ki Nâzım Hikmet’in şiiri de zaten o haraplıktan yola çıkıyor.

Ancak Ağa Cami’nin bu harap vaziyeti bakımsızlığındandır. Aslında Ağa Cami yapıldığı gibi, aradan geçen dört yüzyıla, geçirdiği yangınlara rağmen sapasağlam, dimdik ayakta kalır... Ta ki birileri, 2008 yılında, Ağa Cami’nin temelini, duvarlarını, taşlarını çatlatana kadar….

Bu noktada, Ağa Cami'nin başına gelenleri anlatmadan, bir ara verip yine Beyoğlu’ndaki şimdi olmayan bir başka camiden bahsedeyim...

Satılan Taksim Camisi

Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı yıllarında para bulabilmek için ülke içindeki kaynaklara yönelerek İstanbul’daki bazı gayrimenkulleri satışa çıkarır. (Tıpkı şimdi para bulmak için Araplara, Katar’a satılan vatan toprakları, milli şirketler gibi) Taksim Kışlası ve Talimhane Meydan’ı da satışa çıkarılan gayrimenkuller arasındadır. Talimhane ve Kışla, Şubat 1913 tarihinde 500 bin liraya Fransız sermayeli “İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyesi”ne satılır. Ancak o Taksim Kışlası içinde Mehmetçiğin ibadeti için bir de cami vardır. 1913 yılındaki satış sözleşmesine kışlanın içindeki “bu caminin korunması” hükmü koydurulur. Sözleşmeye göre Taksim Camisi ibadete açık olacaktır.

Ancak çok geçmeden I. Dünya Savaşı çıkınca Taksim Kışlası’nı satın alan Fransız şirket İstanbul’u terk eder. I. Dünya Savaşı’ndan sonraki işgal sürecinde (Mütareke döneminde) Fransız şirket yetkilileri İstanbul’a geri dönerler. Ancak Fransız şirket bu sefer kışla içindeki Taksim Camisi’ni de satın almak ister. Daha önceki hükümetlerin ve Padişah Mehmet Reşat’ın özellikle satmadığı Taksim Camisi’ni Padişah Vahdettin, İstanbul Hükümeti’nin Maliye Nezareti Vekili Tevfik Bey imzasıyla Fransız şirkete 23 Ağustos 1922 tarihinde 7000 lira bedelle satılır. (Atilla Oral, ‘’Charles Harington, ‘Sömürge Valisi’nin Himayesinde Vahdettin’in İhanetleri ve İşgal İstanbul’u’ ‘’, Demkar Yayınevi, 2013, s. 352)

Beyoğlu Hüseyin Ağa Camisi’nin satışa çıkarılması

İşgal yıllarında İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Beyoğlu’nun göbeğindeki bu tarihi Ağa Cami’ni de arsası için Taksim Cami gibi satmaya kalkar. Ancak cami mütevellisinin muhalefeti yüzünden bu satış gerçekleşmez. (Oral, age, s. 354)

Bu sırada Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı kazanması ve İstanbul’un, işbirlikçi İstanbul Hükümeti’nden ve işgalcilerden kurtarılması sayesinde Ağa Cami de satılıp yok edilmekten, muhtemel bir kilise olmaktan son anda kurtulur…

Ağa Cami; aradan geçen dört yüzyıla, işgal yıllarına, işgal yıllarında satılıp, yıkılıp, arsa olarak kullanılmkatan son anda kurtulmasına rağmen hep dimdik ayakta kalır. Ta ki, bahsettiğim gibi birileri, 2008 yılında, Ağa Cami’nin temelini, duvarlarını, taşlarını çatlatana kadar…

Ağa Cami'nin çatlayan temelleri, duvarları

Beyoğlu İstiklal Caddesinde Ağa Cami’nin tam karşısındaki bir alana, sahip olduğu medya grupları ile iktidarın başdestekçisi Demirören Grubuna bir AVM yapılmak üzere 2004 yılında 19 bin metrekare inşaat izni verilir. 1983 tarihli, 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’na göre oraya değil devasa bir bina yapmak çivi bile çakmak yasaktır aslında… Ancak Demirören AVM, 7 yılda 19 bin metrekare inşaat iznine karşın 50 bin metrekarelik inşaat alanına ulaşır. İstanbul BB Teftiş Kurulu raporuna göre bu AVM’nin hem son iki katı, hem yeraltındaki kısımlarının bir bölümü, hem de arkaya uzanan blokların bir parçası kaçaktır. Her gün binlerce insanın girdiği Demirören AVM iskânsız olarak ve yangın yönetmeliklerine aykırı olacak şekilde açılır.

Kaçak AVM’nin bu kısmının Ağa Cami ile ilgisi yoktur... Ancak 2008 yılında inşaat nedeniyle yerin 30 metre altına inen hafriyat, yanı başındaki bu yüzyılların eskitemediği, yüzyılların, işgal yıllarının bir taşını bile yerinden oynatamadığı 16. yüzyıldan kalma işte bu Ağa Cami’ni tahrip eder, duvarlarını çatlatır, taşlarını yerinden oynatır. Sonunda da Ağa Cami ibadete kapatılmak zorunda kalınır. Sadece Ağa cami etkilenmez bu hoyratlıktan, inşaatın yakınında birçok tarihi bina da hasar görür.

Tıpkı Üsküdar’da sahil şeridinde bulunan ve 1580 yılında Şemsi Ahmed Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan ‘’Şemsi Ahmed Paşa Cami’’ (Kuşkonmaz Cami)’nin de 2017 yılında İBB tarafından sahile çakılan kazıklar nedeniyle temelinin ve duvarlarının çatlatılması gibi…

Bir onarım yüzsüzlüğü

İşte bu nedenle tahrip edilen, hasar gören Ağa Cami’nin, Demirören Holding desteğinde İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü kontrolünde, 20 Nisan 2012 tarihinde onarımına başlanır. Onarım iki yıl sürer…

Bu onarımın sürdüğü iki yıl süresince Ağa Cami’nin etrafına bir perde çekilir ve bu perdede kocaman kocaman harflerle bu onarımın ‘’Demirören Grubu’’ tarafından yapıldığı yazılır.

İşte bu yazı insanın yüreğini burkar, insanın içini sızlatır…

Caminin temelinin sarsılmasına, zedelenmesine, duvarlarının çatlamasına, taşlarının yerinden oynamasına, harap olmasına, yıkım tehlikesi geçirmesine ve bu nedenlerle de ibadete kapatılmasına neden olup, sonra da '’restore ediyoruz, onarıyoruz’' diye pankart asmak ancak bu devrin yandaşlarına mahsus bir yüzsüzlük olsa gerek…

20 Nisan 2012 tarihinde başlayan Ağa Cami’nin onarımı iki yıl sürer ve 14 Nisan 2014 tarihinde tamamlanır. Açılışı, Vakıflar Genel Müdürlüğünün bağlı olduğu o zamanki Devlet Bakanı Bülent Arınç tarafından yapılır. Bülent Arınç açılışta Nâzım Hikmet’in işte bu ‘’Ağa Cami’’ isimli şiirini okur. Ancak tören öncesinde Bülent Arınç'ın Nâzım Hikmet’in bu şiirinden haberi yoktur. Bülent Arınç, okuması için bu şiir eline tutuşturulduğunda şiirin Nâzım’a ait olduğuna inanmaz ve şiirin Nâzım’a ait olup olmadığını inceletir. Tüccar gibi dini siyasetlerine araç olarak kullanan bir zihniyetin ''Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım; Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım'' dizelerindeki samimiyeti ve içtenliği anlaması beklenemezdi zaten...

Tabii ki İstanbul’un her tarafına, daha cami mimarisini bilmeden, minare yüksekliği ile kubbe çapı oranı arasındaki ilişkiyi dahi anlamadan, her boş araziye hiçbir sanatsal ve mimari değeri olmayan ucube ucube beton yığını camiler yapıp -hem de devletin kesesinden adının dahi ne anlama geldiğini bilmeden ‘’Selatin Cami’’ diyerek-, gerçek birer sanat ve mimari şaheser olan tarihi camilerin siluetlerini kaba kaba beton yığınları ile kapatan, örten, yüzyılların yıpratamadığı tarihi camilerin temellerini, duvarlarını, taşlarını bir rant uğruna yerinden oynatan, sarsan, çatlatan, peşkeş çeken bir iktidarın mensubunun Nâzım’ın ‘’Ağa Cami’’ şirini bilecek ve anlayacak hali olmazdı zaten… Ki kendisine bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü nedeniyle bu caminin korunmasından sorumlu birisiyken tahrip edilmesini seyreden birisi olarak... Ki İstanbul Beyoğlu Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü, temelleri Demirören AVM inşaatı nedeniyle tahrip edilen Ağa Cami’sine 200-300 m mesafede iken… Kendisinin böylesine bir sorumluluğu varken restorasyondan sonra açılışını yapıp, onarıma katkı sağladı diye tahrip edenlere teşekkür etmek, şilt vermek böylesi bir zihniyete ait bir yüzsüzlük olsa gerek...

Yapılan restorasyon da restorasyon olsa neyse! Ağa Cami’ye restorasyon adı altında yapılan çalışmada; Ağa Cami’ye; 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında yapılan tarihi belge niteliğindeki bütün eklemeler silinir, uyduruktan doğramalarıyla, saçaklarıyla, kafa penceresi dediğimiz üstteki pencereleriyle her şey tamamen orijininden farklı uygulamalar yapılır, Pimapen gibi pencereler takılır. Bu şekilde Ağa Cami’ye ait bütün tarihi izler silinir…

Demirören grubunun yaptığı inşaat nedeniyle hasar gören ve bu yüzden restore (!) edilen Ağa Cami’nin açılışında, Ağa Cami hiç de Gölcük depreminde zaar görmemişken, Beyoğlu Belediyesi'nin yaptığı; “Gölcük depremine hasar gören tarihi Hüseyin Ağa Cami, restorasyon çalışmalarıyla depreme dayanıklı hale getirildi” açıklaması ise bu yüzsüzlere mahsus bir başka yüzsüzlük olsa gerek...  


Dün Bursa Ulu Cami'sini anlatırken Ulu Cami içinde duvarda yer alan "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisinden bahsetmiştim. Bu hadiste Allah Rasûlü (s.a.v.) bizleri sorumluluğu olan şu yedi "vav'’dan sakının, çekinin buyuruyordu. Bunlar; vali olmak, veli olmak, varis olmak, vekil olmak, vezir olmak, vakıf malını değerlendirmek, vâllahi yemininde bulunmak… Manayı bilmeyenler, kendilerini ''elif'' sanıp da ''vav'' olamayanlar, sorumluluklarındaki Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü’nün 200-300 m mesafesinde yer alan, yüzyılların yıpratamadığı tarihi bir caminin temellerinin, duvarlarının, taşlarının bir rant uğruna yerinden oynamasına, sarsılmasına, çatlamasına engel olamayanlar, resterasyon adı altında Ağa Cami'nin bütün tarihi izlerinin silinmesine göz yumanlar, yani ‘’vav’’ olamayanlar, kameralar ve mikrofonlar önünde ‘’vay’’ diye feryâd ederek ‘’vaveyla’’ yaparlar... 

Bu nedenle Ağa Cami’nin her önünden geçişimde ''havsalam almıyordu bu hazîn halî önce, ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce'' diye hazin hazin iç geçirir, sonra da sorarım kendi kendime ‘’Ağa Cami’’ mi yoksa ‘’Ağlayan Cami’’mi diye…

Son yıllardaki bütün araştırmalar, Türkiye’de ateizmin ve deizmin arttığını ve dindarlığın azaldığını gösteriyor… Devr-i iktidarlarında sadece dinin temelleri sarsılmıyor, görüldüğü gibi dinin yüzlerce yıllık mabetlerinin de temelleri sarsılıyor...

Bir rant uğruna ya Râb ne mâbetler yıkılıyor...

Osman AYDOĞAN

(*) Burada bir açıklama yapmam gerekiyor:

Nâzım Hikmet, bir dönem ‘’Ben de müridinim’’ dediği Hz. Mevlânâ ile de kavga eder! 1945 yılında Bursa Hapishanesi’nden Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade ediyordu:

“Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlânâ’ya kadar götürmüşüm. ‘Sureti hemi zillest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap:

'Bir gerçek alemdi gördüğün, ey Celâleddin, heyula filan değil,

Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illeti-ula filan değil,
Ve senin kızgın etinden kalan rübailerin en muhteşemi;
Sureti hemi zillest falan diye başlayan değil...' ’’

(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)

Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile geliyor. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür, o kadar. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer, öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.


Bursa Ulu Cami

19 Nisan 2021


Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiştim… Bugün de herkeslerin bildiği bir camiyi, Bursa Ulu Cami’sini tanıtacağım…

Benim bu tanıtımım Ulu Cami’nin farklı bir özelliği ile olacak… Ancak benim Ulu Camii’nin bu özelliğini anlatabilmem için kısa (!) bir giriş yaparak Arapça’daki ‘’vav’’ harfini anlatmam gerekiyor… Şimdi diyeceksiniz ki Bursa Ulu Cami ile Arapça'daki ''vav'' harfinin ne ilişkisi var? Ama demeyin, sabredin...

Arapça ''vav'' harfi...

Türkçe’de “ve” diye seslendirdiğimiz harfe Arapça’da “vav” denir. Arapça’da on yedi tane farklı anlamda “vav” vardır.


‘’Ve’’ bizde sadece bağlaçken bu anlamdaki ''ve''ye Arapça’da ‘’atıfa’’ denir: ‘’Vav-ı atıfa’’. ’Vav-ı atıfa’’ basit, ‘’ve’’ demek. Burayı hızlı geçelim… Arapça’da bir de ‘’yemin vav’’ı var: ‘’Vav-ı kasem’’. ‘’Vav-ı kasem’’i biraz uzun anlatmam gerekiyor:

''Vav-ı kasem'': Herhangi bir kelimenin, çok defa Allah isminin evveline gelerek, yemin için kullanılan ‘’vav’’ harfidir. Türkçe’ye “andolsun, yemin olsun” şeklinde tercüme edilir… ‘’Vav-ı kasem’’, yani ‘’yemin vav’’ı, arkasından dikkatlerimizin çekilmek istendiği önemli bir şeyin geliyor olacağını haber eder... Kur’anı- Kerim’de çoğu vakitler üzerine -kuşluk vaktine, fecre, geceye, gündüze (vel-fecr, ve’d-duha, ve’n-nehâr, ve’l-asr, ve’l-leyl…) ve bunların alametleri sayılan güneşle aya yemin edilir. Asr sûresinde, mutlak mânâda zamana yemin edilerek, akıp giden vakti dikkatle değerlendirmesi konusunda insanoğlu uyarılır.

’’Vav-ı kasem’’ için bir örnek ‘’Duhâ’’ sûresidir. Duhâ sûresi, sûre ’'Ved duhâ’’ ile başladığı için genellikle ‘’Ved duhâ sûresi’’ diye de anılır. Duhâ, kuşluk vakti demektir.  Ved duhâ: ''Andolsun kuşluk vaktine'' mealindedir...

Hatta bu konuda (ved duhâ) bir de fıkra bile var…

Geçmiş zamanda, medresenin sınav günü gelip çatar. Mollalar sıra ile sınav ekibinin önüne diz çöküp yöneltilen sorulara yanıt veriyor. Sıra bizim mollaya gelince ser mümeyyiz (baş gözetmen) sormuş: ''Ved duhâ’nın vavı, ‘’vav-ı atıfa’’ (bağlaç) mı yoksa ‘’vav-ı kasem’’ (yemin vav’ı) mı?''

Molla büyük bir ciddiyetle “vav-ı atıfa” (bağlaç) demiş. Baş ayırtman yüzünde oluşan gülücüklerle ''aferin evladım, demiş çıkabilirsin.''

Mümeyyizler şaşkın. Çünkü cevap yanlış. Biri dayanamayıp “yanlış söyledi ama siz aferin dediniz” diye itiraz edecek olmuş. Efendi hazretleri nedenini açıklamış: ''Yahu siz bilmezsiniz. Ben bunun babasını da sınava çekmiştim. O 'ved duha’da 'vav' yoktur' diyordu...''

Bu fıkrada sağa sola atılacak mebzul miktarda taş vardır ama neyse biz mevzuyu dağıtmadan dönelim konumuza…

'’Vav’’ harfi Arapça’da ‘’vâv’’ diye okunur ve Arap alfabesinin yirmi altıncı, Osmanlı alfabesinin ise yirmi dokuzuncu harfidir. Arapça ve Farsça sözcüklerin yazımında ‘’vav’’ harfi v, o, ö, u, ü harflerinin bugün karşıladığı sesler için kullanılır… Türkçe sözcüklerdeki o, ö, u, ü sesleriyse “vav"la değil, harekeyle (zemme ya da ötre) gösterilir…

Ancak Arapça'daki ‘’vav’’ ile bilgi bu kadar değildir. Arapça'da ve Divan edebiyatında ''vav'' harfinin daha derin dînî, felsefi ve sanatsal anlamı vardır. Hazır ''vav'' harfiyle yola çıkmışken, Bursa Ulu Cami'ye de gelmeden bunlara da kısaca değinmek istiyorum...

Divan edebiyatında ''vav'' harfi...

Divan şiirinde harflerin yeri hiç şüphesiz çok büyüktür. Harfler Divan şiirinde aşkı, âşıkı ve mâşuku anlatmak ile mükelleftir. Bunu hem birbirleriyle olan temasları sonucu yazı şeklinde ortaya koyarlar, hem de her harfin sahip olduğu şekil aşkı, âşıkı ve mâşuku bize hatırlatır. Mesela ‘’elif’’ harfi kendisinden sonra gelen hiçbir harfle birleşmediği için kesrete/çokluğa bulaşmamış olarak yorumlanır. Bu harf başlangıç harfidir ve Allah’ı sembolize eder. Başlangıç Allah olduğuna göre, her şey O’ndan sonradır.


Divan edebiyatında başka bir harfimiz ise ’’sad’’dır. ‘’Sad’’ harfi sevgilinin gözünü simgeler. Bu harfin noktalısı olan ‘’dat’’ ise sevgilinin gözünün üstündeki ‘’ben’’dir. ‘‘Nun’’ harfi ise sevgilinin ebrularını yani kaşlarını simgeler. ‘’Nun’’ harfi çok kavisli olduğundan kemanı andıran ebrular bu harfte vücud bulmuş gibidir. ‘’Cim’’ harfi sevgilinin yanağıdır. ‘’Cim’’ harfinin ortasındaki nokta ‘’ben’’dir. Sevgilinin ağzı ‘’mim’’dir. Çünkü sevgilinin ağzı ‘’mim’’ harfinin yuvarlağı kadar küçüktür. ‘’Mim’’, ''yokluk'' demektir. Dudak tasavvufta ''yokluk'' anlamındadır. 

Divan edebiyatında "vav" harfinin, sevgi ve vefaya delalet ettiği söylenir…

''Vav'' harfinin dînî anlamı...

‘’Vav’’ harfi, ebced hesabında 6 rakamına denk gelmektedir. (Ebced hesabı, alfabetik bir sayı sistemini kullanarak, kelimelerin sayısal değerinin hesaplanmasına denilmektedir.) Bu 6 rakamı ise imanın altı şartını işaret etmektedir. İki “vav” yan yana geldiğinde ise, 66’ya tekabül eder. “Allah” lafza-i celalinin müfredatı da 66'dır. Aynı şekilde “Lâle ve Hilâl” de 66’ya tekabül etmektedir. Bazı Allah dostlarına göre, iki “vav” Allah’ı sembolize eder. Çünkü ebced değerleri aynıdır. Halk arasında "İşini 66’ya bağlamak’’ (Allah'a havale etmek) tabiri de buradan gelmektedir…


‘’Vav’’ harfi, aynı zamanda Allah’ın vâhid (bir) ismini ve birliğini simgelemektedir. Yani vahidiyeti, vahdaniyeti bildirir. Vâhid (tek ve eşsiz) olan; eşi benzeri olmayan, ortağı bulunmayan, tek İlah olan, kendisinden başka ilah bulunmayan, sıfatlarında ve işlerinde asla benzeri olmayan el-Vâhid ile kastedilen anlam, Allah’ın (c.c.) sadece sayı olarak bir olması değildir. El-Vâhid, Allah (c.c.) bölünemeyen ve parçalanamayan birdir, manasına gelir. Yani sıfatlarında ve güzel isimlerinde bir ortağı yoktur. İlahlık O’na mahsustur. O’nun dışında hiçbir varlık ilahlık mertebesine ulaşamaz. Bunun dışında “vav” harfi, Allah’tan başka her şeyi (mâsivâ'yı) terk etmek manasına da gelir.  Lafz-ı ilahi (Allah’ın sözü) elifle başlar. Elif cümle kâinatın anahtarıdır, ‘’vav’’ ise kâinatın ta kendisidir.

Hat sanatında ''vav'' harfi...

‘’Vav’’’ın taşıdığı şekil hususiyetiyle, hat sanatında, bilhassa, sülüste, önemli bir yeri vardır. ‘’Vav’’ harfi, hat sanatını temsil etmektedir. Mahreci iki dudak arasında olduğundan yolun sonu da ona aittir. 


Talebe için ‘’vav’’ harfi bir eğitimdir. Hâlistir, mukaddestir, müfrettir ve ürkütücüdür. Her hali ile tefekkürü ifade eder. Kavisinin zorluğu sebebiyle yapımı oldukça ustalık ister. Duruşunun zarifliğini vermek sabır, azim ve aşk işidir. 

Hat sanatında ‘’vav’’ harfinin önemini vurgulamak için şu meşhur hikâye hep anlatılır: 

Hattat Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş’a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur. Kayıkçıya; 

- “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir 'vav' yazayım, bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın” der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. 

Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz; 

- “Hafız Osman vav’ı” diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata “vav”ı satar kayıkçı. Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu “vav” ile kazanmıştır. 

Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır. Sıra Hafız Osman’a geldiğinde Kayıkçı; 

- “Hafız Efendi para istemez, sen bir 'vav' yazıver yeter” der. Hafız Osman gülümseyerek; 

- “Efendi o ‘vav’ her zaman yazılmaz. Sen dua et para kesemi yine evde unutayım” der.

''Vav'' harfi

‘’Vav’’, bir nevi hayatın özetidir. Yaşantısı Allah'a (cc) yakın olan bir kulun büyük sevdasıdır.... Bir hattatın baş tacıdır her daim... Hat sanatının ilk öğrenilen harfidir o. Yeryüzündeki bütün harflerin en estetiğidir o. O yazılınca, diğerleri peşinden bir bir dökülüverir... Diğer bütün harfleri, kelimeleri bir araya getiren, eksik parçaları tamamlayan bir harftir "vav". Tıpkı ayrı duran hatları sımsıkı birleştiren bir çengel gibidir ''vav''... Koca bir kalp dolusu aşktır, maharettir, sabırdır, sevgidir ‘’vav’’…


İnsan ‘’vav’’ şeklinde doğar da bir ara doğrulunca kendini ‘’elif’’ sanırmış… Rabbi ise kullarını ‘’vav’’ gibi mütevazı olsun istermiş…

Yazımın başlığı ‘’Ulu Cami’’ ancak şimdiye kadar hep ‘’vav’’ harfinden bahsettim. Şimdi bu noktaya kadar hep ‘’vav’’ harfinin Ulu Cami ile olan ilgisini merak ettiniz. Şimdi sıra ona geldi...

Ancak birazcık daha sabır...

Önce esas konum Bursa Ulu Cami hakkında kısa bir bilgi:

Bursa Ulu Cami...

Ulu Cami, Osmanlı Devleti'nin dördüncü padişahı Yıldırım Bayezid Han tarafından 1396 yılında Niğbolu Savaşı'nı kazanmasından sonra mimar Ali Neccar'a yaptırılır. Cami 1399 yılında ibadete açılır. Ulu Cami, sadece Türkiye’nin değil, İslam âleminin manevi yönden beşinci büyük mabedi olarak bilinir.


İçerisinde büyük bir şadırvana sahip olması ve Osmanlı’da yapılan ilk Cami-i Kebir (Büyük Cami) olma özellikleri Ulu Cami’yi diğer büyük camilerden ayırmaktadır. Şadırvan daha sonraki yıllarda İstanbul’dan Bursa’ya siyasi sürgün olarak gelen Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi tarafından yaptırılmıştır. 

Seyyah Evliya Çelebi 1640’lı yıllarda suyu Uludağ’dan gelen bu güzel havuzun içinde alabalıkların yüzdüğünden bahsetmektedir. Suyu en tepeden tek merkezden kaynayan bu şadırvanda su, havuza dökülürken Allah’ı tesbih edercesine 33 ayrı yerden akmaktadır.

Çok zengin hat sanatı örneklerine sahip olmasıyla ünlü olan Bursa Ulu Cami; içerisindeki 13 ayrı yazı karakteri ile 41 ayrı hattat tarafından yazılmış askılı ve sabit toplam 192 hat levhası ile bir nevi ‘’Hat Sanatları Müzesi’’ gibidir. Şu anda 9 ayrı yazı karakteri ve 21 sanatkârın 132 adet yazısı bulunmaktadır…

Cami içindeki bu levhalarda; Fatiha, İhlâs ve Nas sureleri başta olmak üzere, üç adet sûre, üç ayrı tarzda Ayet'el-Kürsi, 47 farklı ayet, 14 hadis-i şerif, Esma'ül-Hüsnâ'daki isimler, Allah (CC), Muhammed (SAS) ve İslam büyüklerinin isimleri, 25'ten fazla dua ve tespih sözü ile birkaç beyit ve iki şiir bulunmaktadır…

Şimdi gelelim Bursa Ulu Cami'nin ''vav'' harfi ile olan ilişkisine:

Bursa Ulu Cami ve ''vav'' harfi...

''Vav'' harfini ve anlamını bu kadar uzun uzun anlatmamın nedeni Ulu Camii’nin her duvarında derin ve farklı anlamları olan ‘’vav’’ harflerinin yazılı olması ve bu ''vav'' harflerinin daha iyi anlaşılması içindi...


Ulu Cami'nin her duvarında yazılı bu ''vav'' harflerinin en güzeli, rivayetleri ile ünlü, tezhib sanatı ile süslenmiş ve ucuna lâle motifi işlenmiş ‘’vav’’ harfidir. Lâle süsleme sanatında Allah’ı (c.c.) sembolize eder…

Rivayet olunur ki; Ulu Cami’nin yapılışı sırasında Somuncu Baba adında bir zat her gün gelir, işçilere hayrına somun dağıtırmış. Somuncu Baba bir gün gene orada ekmek dağıtırken Hızır Aleyhisselam'ın da orada olduğunu fark etmiş. Kolundan tutup ‘’sen Hızır’sın ben anladım’’ demiş. ‘’Senden buraya gelip her gün namaz kılmanı istiyorum, eğer söz vermezsen buradaki herkese senin Hızır olduğunu söylerim’’ demiş. Hızır (a.s) her gün geleceğine dair söz vermiş ama o da bir istekte bulunmuş ve ‘’hangi vakit geleceğim bana kalsın’’ demiş. Bunun üzerin Hızır (a.s.)’ın Ulu Cami’deki ucuna lale motifi işlenmiş olan ‘’vav’’ harfinin önünde her gün gelip namaz kıldığı rivayet edilir fakat hangi vakit olduğu bilinmezmiş… Halen halk arasında bu rivayetin yaygın olması sebebiyle birçok kişi, dualarının kabul olacağı düşüncesiyle ucuna lale motifi işlenmiş olan ‘’vav’’ harfinin önünde namaz kılarlar…

İtteku'l- vâvât

Ulu Cami'nin her duvarında yazılı bu ''vav'' harflerinin en anlamlısı da Ulu Cami içinde caminin batı cephesinde günümüzde kadınların namaz kıldığı yerin batı duvarında çok değişik bir şekilde işlenmiş büyük ‘’celi sülüs’’ dört tane ‘’vav’’ harfidir. Mehmed Şefik Bey'in tashih ettiği yazılardan biri olan bu ‘’müsenna çifte vav’'ın kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta da, "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi yazılıdır. Bu önemli bir nasihattir. ‘’Vav’’ harfi ile başlayan kelimeler sorumluluk gerektiren işleri ihtiva eder. Allah Rasûlü (s.a.v.) bizleri sorumluluğu olan şeylerden sakınma noktasında uyarıyor ve zorunlu olmadıkça şu yedi "vav'’dan sakının, çekinin buyuruyor. Bunlar; vali olmak, veli olmak, varis olmak, vekil olmak, vezir olmak, vakıf malını değerlendirmek, vâllahi yemininde bulunmak… Bu hadis, vazifeleri yerine getirirken hassas olmamızı, ölçülü davranmamızı tavsiye eder…

İşte böyledir Bursa Ulu Cami’nin ve ‘’vav’’ harfinin ol hikâyesi… Bursa Ulu Cami'nin İslam âleminin manevi yönden beşinci büyük mabedi olması boşuna değildir.

Vâveylâ...

Hazır bu noktaya kadar gelmişken ''vav'' harfinden türemiş bir kelimeyi de aktarmadan geçemeyeceğim: Vâveylâ. 


Manayı bilmeyenler, kendisini ''elif'' sanıp da ''vav'' olamayanlar ‘‘vav’’ diyemez ‘‘vay’’ derler. İşte buna da ‘’vâveylâ’’ denir. Bu ‘’vâveyla’’ ise; vali olup, veli olup, varis olup, vekil olup, vezir olup, vakıf malını değerlendirir makamda olup da ‘’vav’’ olamadıkları için ''vay'' diye feryâd edenlerin halidir. Şimdilerde, bunlardan renkli ekranlarda, ceridelerde, meclislerde, kürsülerde, mevkilerde, makamlarda ve mikrofon başlarında olup da vâveylâ edenleri mebzul miktarda görüyor ve onları ibretle izliyoruz zaten…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Hat sanatında bir ''vav'' örneği:


Ulu Camii içinde camiinin batı cephesinde işlenmiş dört ‘’vav’’ harfinin (müsenna çifte vav) kuyruklarının kesiştiği noktadaki boşlukta yer alan "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisi: (Aşağıdaki fotoğraf)


Ucuna lâle motifi işlenmiş ‘’vav’’ harfi:


Bir not:
 Buradaki bilgiler İslam Ansiklopedisinden derlenmiştir. Bir de merhum Kayınpederim de Bursa Ulu Camii'nin resterasyonunu yaptığından bir kısım bilgiler de kendisinden alınmıştır. 



İbrâhim bin Edhem
   

18 Nisan 2021

Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiştim…

Bugün İslam Dünyası’nın önemli bir sultan dervişinden bahsedeceğim… Ancak yazılarımda mutat olduğu üzere tarihten ve edebiyattan, şiirden bahsetmesem, yazılarımı tarihle, edebiyatla, şiirle süslemesem, yazılarıma onlarla giriş yapmasam olmaz!...

Bir İngiliz şair ve onun bir şiiri

Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta onca süslü mezar taşları arasında düz bir mezar taşı dikkat çeker. Mezar taşı üzerinde bir çömlek ve üstünde bir defne dalı kabartması ve şu yazı vardır: “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri). (Mezar taşının fotoğrafını yazımın sonuna ekledim.) Bu yazı İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’un (kısaca Leigh Hunt diye anılır) (1784 - 1859), çok sevdiği “Abou ben Adhem” (İbrâhim bin Edhem) isimli kendi şiirinden alınmıştır. Bu şiirin hem orijinal İngilizce'sini hem de Türkçe'si:

Abou Ben Adhem                                                       İbrâhim bin Edhem

Abou Ben Adhem (may his tribe increase!)                  Ebû bin Edhem (kabilesi yücelsin!)
Awoke one night from a deep dream of peace,            O gece sakin ve derin bir rüyadan uyandı.
And saw, within the moonlight in his room,                   Odasına ay doğmuştu sanki zambaklar patlamakta
Making it rich, and like a lily in bloom,           
An angel writing in a book of gold:                                Bir melek altından deftere satırlar sıralamakta.          
Exceeding peace had made Ben Adhem bold,            Bu huzur Ebû bin Edhem’i yüreklendirdi,
And to the presence in the room he said,           
"What writest thou?" The vision raised its head,           Sorma cesareti buldu, “yazdıkların neydi?”
And with a look made of all sweet accord,                    Melek kaldırdı başını, sevimli, müşfik, ahenkli,
Answered, "The names of those who love the Lord."   Nezaketle cevap verdi, “Allah’ı sevenlerin isimleri”
"And is mine one?" said Abou. "Nay, not so,"               “Aralarında ben de var mıyım peki?” “Yok, ne yazık ki”
Replied the angel. Abou spoke more low,                    Yaz beni de, “O’nu sevenleri sevenlerden biri” diye! 
But cheerly still; and said, "I pray thee, then,    
Write me as one that loves his fellow men." 
The angel wrote, and vanished. The next night           Melek yazdı ve kayboldu. Ve ertesi gece
It came again with a great wakening light,                   Geldi yine uyandıran parıltının haşmetiyle
And showed the names whom love of God had blest, Defteri gösterdi “bunlar ise Allah’ın sevdiklerinin isimleri”
And lo! Ben Adhem's name led all the rest.                 Bakın şuna ki! Bin Edhem öncülük etmekteydi hepsine.

Şiiri açıklamadan önce şiirde ismi geçen İbrâhim bin Edhem’i kısaca anlatmam gerekiyor…

İbrâhim bin Edhem

Şiirde ismi geçen İbrâhim bin Edhem (718-782) Belh Sultanı idi. (Belh; Horasan'ın bir şehridir. Şimdi Afganistan sınırları içindedir.) İbrâhim bin Edhem'in babası da Belh Sultanı, padişahı idi fakat o unutuldu gitti. Babasının yerine sultan olduktan sonra oğlu İbrâhim tahtından, padişahlıktan vazgeçer. Ancak onu -unutulmak bir tarafa- dünya tanıdı, bildi.

Aslında İbrâhim bin Edhem’in hikâyesi tahtını bırakıp zühtü (her türlü zevke karşı koyarak kendini ibadete veren) ve derviş olmayı seçen prensin hikâyesidir. Öyle bizlere anlatılan ‘’Ferrarisini satan bilge’’ gibi maddeci değildir. (Bu sözde bilge Ferrarisini bir hayır kurumuna bağışlamıyor, ‘’satıyor’’, yani maddeden vazgeçmiyor, maddeyi maddeye -paraya- çeviriyor.) Oysa. İbrâhim bin Edhem tahtını bırakıp, ondan feragat edip zühtü ve derviş olmayı seçiyor…

Tekrar Leigh Hunt'un şiiri

Leigh Hunt'un şiirinde bahsettiği melek Cebrâil'dir. Leigh Hunt'un şiirine konu olan olayı İbrâhim bin Edhem şöyle anlatır; "Bir gece rü'yâmda, elinde bir defter olduğu halde Cebrâil'in (a.s.) yeryüzüne inmekte olduğunu gördüm. 'Burada ne yapacaksın?' diye sordum. Cebrâil (a.s.); 'Bu deftere Allahü teâlânın dostları kim ise onların isimlerini yazacağım' diye buyurdu. 'Peki, beni de yazacak mısınız?' diye sordum. Cebrâil (a.s.); 'Sen, o dostlardan birisi değilsin ki' diye buyurdu. 'İyi ama ben o dostların dostuyum' dedim. Bundan sonra Cebrâil (a.s.) biraz düşündü ve 'şimdi ilk önce İbrâhîm'in ismini kaydet' diye bir ferman geldi'' diye buyurdu.’’

İbrâhim bin Edhem’in sultanlığını bırakması

İbrâhim bin Edhem’in sultanlığını bırakması hakkında çok çeşitli rivayetler varsa da ben bunlardan üçünü anlatacağım.

Bunlardan birincisi şu şekildedir:

Belh Sultanı Edhem, oğlu İbrâhim’in üzerine titrer âdeta. Önüne kırk altın kalkanlı fedai koyar, ardına kırk altın gürzlü cengâver takar. Geçtiği yer panayır kesilir, tuğlar, ziller, davullar... Saray’da ziyâfet eksik olmaz. İşte akça pilavların, kızarmış etlerin, serin şerbetlerin koşuşturulduğu gecelerden birinde kimsenin tanımadığı bir zat çıkagelir, oturur sofraya. Muhafızlar tutulup kalır, mani olamazlar. İbrâhim bin Edhem şaşkındır, sorar “Sizi tanıyor muyuz acaba?” 
- Sanmam! Öylesine bir yolcuyum, sadece konaklayacağım burada.
- İyi ama burası han değil ki? 
- Ne ya?
- Saray!
- Sizden evvel kim oturuyordu burada?
- Filan kişi!
- Ondan evvel 
- Feşmekân!
- Bu nasıl saray ki biri gidiyor biri geliyor. Söyle farkı ne handan? 

Genç şehzade hadisenin tesirinden kurtulamaz. Gece dön o tarafa, dön bu tarafa, bir türlü uyku tutmaz. Sahi nereye gitmektedir böyle? Ye, iç, eğlen, nereye kadar? Gecenin ilerleyen vakitleri tavanda ayak sesleri duyar. Pencereyi açar:
- Hey! Kim var orada?
- Kervancı! Develerimi arıyorum da!
- Devenin ne işi var damda? 
- Bunu kuş tüyü yatakta hakikat arayan biri mi soruyor bana? 
Kalbine bir ateştir düşer, yanıp tutuşmaya başlar. 

İşte bu olay üzerinedir ki İbrâhim Bin Edhem sultanlığı, padişahlığı bırakıp derviş olup, zühtü olup yollara düşer…

İbrâhim Edhem’in tahtından vazgeçmesine sebep olan diğer bir rivayet ise şöyledir: Belh’te hükümdar iken avlamak için bir ceylanı takip eden İbrâhim bin Edhem, vadiye indiğinde eli ayağı bağlı bir kişiyi bir karganın beslediğini görür. Adamın eşkıyalar tarafından bu hale getirildiğini, karganın da Allah tarafından gönderildiğini öğrenince tahtından vazgeçer…

İbrâhim bin Edhem’in sultanlığını bırakması hakkında bir diğer ve en meşhur rivayet de hizmetçisi İbrâhim bin Beşşâr’ın bizzat kendisinden dinleyip naklettiği rivayettir. Buna göre İbrâhim bin Edhem gençlik çağında avlanırken iki defa, “Sen bunun için mi yaratıldın, bunu yapmakla mı emrolundun?” şeklinde gaipten bir ses duyar, aynı sesi üçüncü defa atının sırtındaki eyerin kaşından da işitmesi üzerine bütün malını, mülkünü, sultanlığı, padişahlığı bırakıp derviş olup, zühtü olup yollara düşer…

Arap tarihçisi İbn Asâkir, ‘’Tarihu Medineti Dımaşk’’ (Şam Şehrinin Tarihi) isimli kitabında İbrâhim bin Edhem’in Emevi ihtilâlcisi, Abbasi kurucusu Ebû Müslim El Horâsânî’den kaçtığı için vatanından ayrıldığını iddia ederse (II. cilt, s. 372) de bu bilginin tarihi gerçeklerle örtüşmediği düşünülmektedir... Öyle olsaydı İbrâhim bin Edhem’in Horasan’dan Irak istikametine değil, tam tersi Horasan’dan Türkistan istikametine doğru kaçması gerekirdi…

İbrâhim bin Edhem’in saraydan sonraki hayatı

İbrâhim bin Edhem, Horasan’dan ayrıldıktan sonra Şam, Irak, Hicaz ve Rum (Anadolu) bölgelerine seyahatler yapar. Bu seyahati esnasında Mansûre (el-Masîsa), Sûr, Kayseriye (şimdiki Kayseri değil, o zamanki Şam bölgesinin sahil şehri), Humus, Askalân, Beyrut, Basra, Kûfe, Mekke, Medine, Kudüs, İskenderiye, Trablus, Antakya, Tarsus, Maraş gibi şehirleri dolaşıp bostan bekçiliği, ırgatlık, değirmencilik gibi işler yaparak elinin emeğiyle geçinmeye çalışır. Hayatının en az son yirmi dört yılını Şam’da geçirir…

İbrâhim bin Edhem’in kara ve deniz seferlerine katıldığı, Bizanslılar’a karşı yapılan son deniz seferi esnasında ismi belirtilmeyen bir adada vefat ettiği kaydedilir. Ölüm yılı için 130 (748), 140, 161, 162, 163 (780), 164 ve 166 gibi tarihler verilmekle birlikte kaynakların çoğu 161 (778) veya 162 (779) yılını zikreder. Defnedildiği yerle ilgili olarak da Şam bölgesi, Askalân, Bağdat, Bizans’a ait bir ada, Sûkîn veya Sûfenen Kalesi, Mısır, Lût kavminin helâk edildiği mahal gibi çeşitli yerler zikredilir. Ancak onun, kız kardeşinin oğlu şair İbn Künâse’nin “garp toprağındaki mezar” diye tanıttığı kabrinin Şam bölgesinde sahile yakın bir yerde bulunduğu kabul edilir. (TDV, İslam Ansiklopedisi) Bahsi geçen bu yer ise Humus-Lazkiye arasında Jable isimli kasabadır. İbrâhim bin Edhem’in mezarı burada bulunmaktadır. 

Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.

Yollarda derviş İbrâhim bin Edhem

İbrâhim bin Edhem’in malını, mülkünü, sultanlığı, padişahlığı bırakıp Belh sarayından ayrıldıktan ve derviş olup, zühtü olup yollara düştükten sonra kendisi hakkında çok hikâyeler anlatılır. Bunlardan bazılarını burada aktarmak istiyorum…

Çevir ve altını oku!

Yolda bir taş görür İbrâhim bin Edhem. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıdır. Çevirir taşı; "Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?" yazısını okur… Ellerini havaya kaldırır ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur." der ve ağlar...

Bağlı olanı aç, açık olanı kapa!

Yolda karşılaştığı bir kimse kendisinden nasîhat isteyince: "Bağlı olanı aç, açık olanı kapa." diye buyurur. O kimse; "Bunu anlamadım." deyince; "Kesenin ağzını aç, cömert ol, açık olan dilini de tut konuşma." diyerek izah eder.

Bırakın onu, karşılamaya değmez.

Bir süre Nişâbur’da yaşar. Mağaraları mesken tutar, kavurucu günler, dondurucu ayazlar... Ne zaman ki insanlar ona tazim ve hürmette bulunurlar, başka diyarlara yelken açar. Sonra Harameyn’e yönelir, Kâbe ve Ravda hasreti dayanılmaz olmuştur zira... Eğer bir kervana, kafileye katılsa kolayca vasıl olacaktır menzili maksuduna. Lâkin o kumlara bata bata gider, alnını secdeye koya koya. 14 yıl çöllere katlanır, dile kolay. Haremeyn sakinleri yanık dervişin methini duymuş, karşılamaya çıkmıştırlar. Bakın şu işe ki İbrâhim bin Edhem’i, İbrâhim bin Edhem’e sorarlar. Mübarek “bırakın onu” der, “karşılamaya değmez. İşiniz mi yok bu sıcakta!” Vay! Sen nasıl konuşursun onun hakkında! 

İbrâhim bin Edhem misin be adam

Mübarek “helal lokma için çalışmak, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutmaktan efdaldir (daha iyidir)” diye buyurur, alnının teriyle geçinmeye bakar. Bahçe bekçiliği yaptığı günlerden birinde bağ sâhibi eşi dostu ile gelir, çardaklara kurulurlar. “Misafirlerime en tatlı narlardan getir” der, “iyi seç doyamasınlar tadına!” Gel gelelim alayı ekşi çıkar. Bağ sâhibi:
- Şunca zamandır bekçilik yapıyorsun, ekşisini tatlısını ayıramıyor musun hâlâ?
- Yemediğim narların tadını nerden bilebilirim ki? 
- Hiç mi yemedin?
- Asla.
- Tuhafsın vesselam. Bazen “İbrâhim bin Edhem misin be adam” diyesim geliyor sana...

Biz bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz

İbrâhim bin Edhem bir dervişle karşılaşır. Dervişe nasıl yaşadığını sorar. Derviş der ki: ‘’Biz bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.’’ İbrâhim bin Edhem cevabı beğenmez. "Kelpler (köpekler) de öyle yapar" der. Bu defa derviş sorar: "Peki siz nasıl yaşarsınız?" İbrâhim bin Edhem ‘’Biz bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz.’’ der.

Ben fakirlerden bir şey almam

Zenginlerden birisi kendisine bin altın getirir ve: "Bunu kabul buyurun" der. İbrâhim bin Edhem hazretleri, "Ben fakirlerden bir şey almam" buyurur. O zât, "Ben fakir değilim" deyince "Bu sahip olduğun maldan daha ziyâdesini ister misin?" diye sorar. O zât "Evet" deyince "Bu altınları al götür, zira fakirler içinde en fakir sensin. Bu hâlin fakirlik değil midir?" cevabını verir.

Ben sana hiç o gözle bakmadım ki

İbrâhim bin Edhem’e sormuş bir arkadaşı, "Senelerdir arkadaşız, söyle bakalım bende hoşuna gitmeyen şeyleri." İbrâhim bin Edhem cevap verir; "Ben sana hiç o gözle bakmadım ki."

O Allah’ın zatı ile meşgul

İbrâhim bin Edhem bu şekilde derviş ve zühtü olarak neredeyse bütün İslam coğrafyasını dolanır, ilim ve hikmet toplar. Fıkhı bizzat İmam-ı Azam hazretlerinden öğrenir, Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ ve Şeyh Mansûr Selâmi’nin sohbetlerinde diz kırar. Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden çok istifâde eder sonra...

İbrâhim bin Edhem’in Ebu Hanife’den ders aldığı günlerden bir gün İbrâhim bin Edhem, Ebu Hanife’nin ders verdiği mekânın önünden geçerken, İmam-ı Azam kendisine ta'zim (saygı) için ayağa kalkar. Öğrencileri: ''Niçin bunu yaptınız, İbrahim Edhem, o kadar da büyük bir sûfî değil ki'' dediğinde; ''O Allah’ın zatı ile meşgul, biz ise o'na ait ilimleri ile'' diyerek cevap verir…

Türk tasavvuf dünyasında İbrâhim bin Edhem

İbrahim bin Edhem'in hikâyesi Türk tasavvuf dünyasını da derinden etkiler... Adına şiirler, menkibeler yazılır...

Mevlânâ Celaleddin Rumi Mesnevi'sinde İbrâhim bin Edhem'in geniş bir şekilde hikâyesini, menkıbesini anlatır ve onu “mânalar denizinin yüzücüleri” olarak nitelendirdiği Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfîlerle birlikte anar.

Yunus Emre de şiirlerinde bahseder. Yunus Emre; 

‘’Hor bakma sen toprağa,
Toprakta neler yatur
Kani bunca evliya,
Yüzbin Peygamber yatur. ‘’

diye başladığı ‘’Hor bakma sen toprağa’’ isimli şiirinde İbrâhim bin Edhem’i şu şekilde yâd eder:

‘’İğnesin suya atan,
Balıklara getirten
Tacın tahtın terkeden,
İbrahim Edhem yatur.‘’

Bu iğne hikâyesini Evliya Çelebi de ''Seyahatnâme''sinde şu şekilde bahseder:

İbrâhim bin Edhem bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini yamıyordu. Beldenin valisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Edhem’in başında durur. Vali onu seyrederken şöyle düşünür: “Bak şu dünün hükümdarına! Böyle yapmakla eline ne geçti?” İbrâhim bin Edhem, valinin aklından geçenleri anlar. Kaldırıp iğnesini denize fırlatır. Sonra; “Balıklar iğnemi getirin” deyince, bir balık, ağzında İbrahim Edhem’in denize attığı iğneyi getirir. İbrâhim bin Edhem, iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra valiye döner: “Elime bu iğne geçti” buyurur. “Yâni, ben Allahü teâlâdan gayrı olanları bırakıp, bütün varlığımla O’na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerameti verdi” demek ister.

Türk Divan Edebiyatında İbrâhim bin Edhem

İbrâhim bin Edhem’in hikâyesi Türk divan edebiyatını da etkiler. Değişik Divan Edebiyatı şairleri beyitlerinde İbrâhim bin Edhem’den bahseder:

“Zâhid bize ta‘neyleme bu şekl-i fenâda
Biz tâc ü kabâ terkin uran Edhem-i aşkız”

Tarzî

“Eğmez er-bâb-ı fenâ tâc-ı zer-i hurşîde baş
Tahtgâh-ı âleme meyletme Edhemlik budur”

Sabûhî Dede

“Her şahsı harîm-i Hakk’a mahrem mi sanırsın
Her tâc giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın”

Ziyâ Paşa

İbrâhim bin Edhem kimdi?

İbrâhim bin Edhem, bilmem kaç odalı soğuk taş sarayların değil sımsıcacık gönüllerin Sultanı idi... O geçici sarayların değil kalıcı ebedi sarayların Sultanı idi. O, Allah'ın sevdikleri isimlerin en başında gelen idi...

İbrâhim bin Edhem, saraylarda yaşayıp da ‘’Hiç Oldum’’ diye türkü çığıranlardan değil, hakkı olduğu sarayını terk edip de çöllerde yaşayıp ‘’Allah’’ diye çığırıp ‘’hiç’’ olanlardandı…  

Ve günümüz


İslâm'ın asıl hastalığını, açmazını, çıkmazını ve günümüzdeki Müslümanların halini İbrâhim bin Edhem tee o zamanlar görmüştü:

‘’Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz; 
Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.’’

Öyle değil midir?

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Kaynaklar

İbrâhim b. Edhem’in hayatı ve kişiliği etrafında oluşan menkıbeler manzum-mensur edebî eserlere konu olmuştur... İbrâhim bin Edhem'i bu anlamda Türkçe anlatan üç kitap vardır. Birincisi Musa Yaşaroğlu'nun ''Aşkın Kölesi İbrâhim Bin Edhem'' (TÜRDAV Yayınları, 2014) isimli eseri, diğeri Ersin Özdil'in ''Sarayını Terkeden Hükümdar İbrâhim Bin Edhem'' (Ulak yayıncılık, 2016) isimli eseri, üçüncüsü de Necip Fazıl Kısakürek'in bir tiyatro oyunu olarak yazdığı ''İbrâhim Edhem'' (Büyük Doğu Yayınları, 2000) isimli eseridir. Üçü de birbirinden güzel bir şekilde İbrâhim bin Edhem'i anlatmıştır.

İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’a ait mezar taşı ve mezarı:

Londra yakınlarındaki Kensal Green Cemetery’deki mezarlıkta üstünde bir defne dalı kabartması ve “Write me as one that loves his fellow men” (Yaz beni de, O’nu sevenleri sevenlerden biri) yazısı olan İngiliz eleştirmen, denemeci, şair ve yazar James Henry Leigh Hunt’a ait mezar taşı ve mezarı:



İbnü’l Arabî


17 Nisan 2021


Ramazan ayı yazılarım çerçevesinde bugün; mutasavvıf, İslam düşünürü ve şairi, İslam dünyasında hakkında en çok tartışılan bilgini ve İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî ile beraber İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisi, ‘’Vahdet-i vücut’’ (varlık birliği) diye anılan tasavvuf kuramını oluşturan ve bu kuramla anılan bir bilge kişi olan İbnü’l Arabî’yi anlatacağım…

Peşinen söyleyeyim, uzun bir yazımdır. Ancak, kızım diye, pardon, yazım diye söylemiyorum, İbnü’l Arabî’yi de böylesine anlaşılır, akıcı ve derli toplu anlatan bir başka yazı da bulamazsınız. 

İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbnü’l Arabî ve Şeyh-ül Ekber (Büyük Şeyh) diye meşhûr olmuştur. Genellikle Muhyiddin İbnü’l Arabî diye bilinir… Onu anlayamayanların dilinde ise ismi Şeyh-ül Ekfer'dir (Kâfir Şeyh).

İbnü’l Arabî, Muvahhidun döneminde 1165 yılında Mursiye (Murcia), İspanya’da doğar, 1239 yılında Şam'da vefat eder…

Tasavvufta o bir başlangıçtır… Ardından gelenler ise (Sadreddin Konevî, Dâvûd-i Kayserî, Molla Fenârî gibi) bu yolda devam etmişlerdir…

Fransız Matematikçi ve yazar René Guénon; Dante’nin ‘’İlahi Komedyası'’nda adı geçen ‘’İnferno’’ (cehennem)yu kaleme alırken İbnü’l Arabî’nin ‘’Kitab el-İsra’’ (Gece yolculuğu kitabı) ile ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ (Mekke İlhamları) adlı eserlerinden faydalandığını iddia eder. İbnü’l Arabî’nin gerek ‘’Kitab el-İsra’’ ve gerekse de ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adlı eserlerdeki simge ve semboller, özellikle Dante'nin cehennemi ile İslami cehennemin benzerliği, Hz. Muhammed'in Mirac'ı; cehennem ve cennetten sonra her ikisi eserde de başkarakterin nurani bir yoğunluktan (Tanrı) bahsetmesi bu iddiayı kanıtlar niteliktedir…

René Guénon'un da kabul ettiği bu iddia, aslında kendisi de Endülüslü olan tarihçi Miguel Asin Palacios’a aittir. Miguel Asin Palacios, ‘’Dante ve İslam’’ (Okuyan Us Yayınları, Mayıs 2010) isimli eserinde bu iddiayı dile getirir.

İbnü’l Arabî, 1182'de İbnü’l Rüşd ile görüşür. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnü’l Rüşd’ün ‘’bilgi'’nin ‘’akıl yolu'’yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin ise gerçek ‘’bilgi’'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanır…

Ve Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra keşif için yola çıkar İbnü’l Arabî… Devrindeki tüm İslam coğrafyasını gezerek; Fas, Medine, Mekke, Şam, Musul, Bağdat, Halep ve Konya’da çeşitli bilginlerle tanışır ve görüş alışverişinde bulunur…

İbnü’l Arabî, 22 Rebîülâhir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Şam’da vefat eder.

İbnü’l Arabî Konya, Sivas ve Malatya’da

İbnü’l Arabî Selçuklu hükümdarının daveti üzerine 612’de (1215) Bağdat'tan Konya'ya gelir ve veliaht Keykavus’a hoca olur. Yukarıda bahsettiğim Endülüs tarihçi Miguel Asin Palacios, onun Konya’ya gelmesinin tek sebebinin sultanı Hristiyanlara karşı kışkırtmak olduğunu ileri sürer. Ancak durum böyle değildir. İbnü’l Arabî, dönemin belli başlı Selçuklu yerleşim bölgeleri olan Konya, Sivas ve Malatya’da bulunur…


Arabî’nin Konya ziyareti esnasında Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulacağını kaleme aldığı rivayet edilir.

Konya’ya bu gelişinde Mevlânâ henüz 12 yaşındadır. İbnü’l Arabî pazar yerinde çocuk Mevlânâ'yı babasının arkasında yürürken gördüğünde şöyle der ardından; "Hayret! Bir umman (okyanus), bir göle takılmış gidiyor."

Konya'da 8 yaşındaki çocuğuyla dul kalan bir kadınla evlenir. 8 yaşında eğitimine başladığı bu çocuk, Mevlânâ'nın çağdaşı Sadreddin Konevî'dir.

İbnü’l Arabî, Konya’dan sonra Halep ve Sivas’a gider. Buralarda bir süre kaldıktan sonra 615’te (1218) Malatya’ya yerleşir. Burada dört yıl kalır.  Dostu Mecdüddin İshak vefat edince vasiyeti üzerine dul kalan hanımıyla evlenir. Oğlu Sa‘deddin Muhammed büyük ihtimalle burada dünyaya gelir… Böylece Muhammed Sa‘deddin, Sadreddin Konevî’nin üvey kardeşi olur...

Şu sözleri onu anlatmaya yeter:

"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’


"Yeryüzünde nice dolaşan vardır ki, yer ona lânet eder. Yer üzerinde nice secde eden vardır ki yer onu kabul etmez. Nice dua eden vardır ki kelamı dudağının ucunu geçmez."

''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’

“Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”

"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."

"Sen içine dön, yalnız dışınla meşgul olma. Çünkü sen cisminle değil ruhunla insansın."

"Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler."

"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları âdemden vücuda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."

"... artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."

Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. O ses, o mesaj, o çığlık şuydu;

‘’Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık...
O artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir Kâbe,
Tevrat levhaları,
Kur'an kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum.
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.’’

Mevlânâ’nın sanki İbnü’l Arabî'yi anlatırcasına bir sözü vardır; ‘’Her devirde peygamber yerine bir velî vardır. Bu sınanma kıyamete kadardır.’’ İbnü’l Arabî Mevlânâ'nın bahsettiği peygamber yerine bir velidir.  Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. İşte günümüzdeki tüm sorunlarımıza, tüm problemlerimize, tüm ihtilaflarımıza, tüm sıkıntılarımıza çözüm sunacak bir mesajdır bu çığlık!... Ahhh ki ahhh; bir anlayabilsek!

İbnü’l Arabî’nin kitapları

İbnü'l Arabî'nin sanki günümüzde yazılmışçasına tat veren 500 civarında olduğu tahmin edilen kitaplarından günümüze 250'ye yakın eseri ulaşmıştır. Türkçeye çevrilen eserleri ise onu geçmez!...


İbnü'l Arabî'nin Türkçeye çevrilen bu kitapların önemlilerinden bahsedeceğim…

Fütûhât-ı Mekkiye

İbnü’l Arabî bu eserini (Fütûhât-ı Mekkiye, Esma Yayınları, 2001) otuz yılda tamamlar. (Hicri 598 – 629) Eser 560 bölümden oluşur… İslam dünyasının tematik olarak hazırlanmış ilk ve tek ilimler ansiklopedisidir. ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’, İbnü’l Arabî’nin tasavvufi görüşlerini en geniş boyutlarıyla açıkladığı eseridir.


İbnü’l Arabî, ‘’Fütûhât’’ının birinci cildinde şunları yazar: "Allah kemâl sahibidir. Kâinatta kendi kemâlini göstermiş, gökleri mükemmel yaratmıştır. Mükemmel şekil küredir. Onun için kâinat küreler halinde yaratılmıştır. Dünya küre şeklindedir ve ekseni etrafında dönmektedir." Bu satırlar yazıldığında henüz Galileo’nun doğmasına 400, Kopernik’in doğmasına ise 300 yıl vardır.

İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında Sebte kentinde rastladığı hocası İbn’üs Sâig’ten aktarır: ‘’Dünyayı def ve flüt ile yiyip bitirmek, benim indimde din ile yiyip bitirmekten daha iyidir. Elinden geldiği kadar dince lânet etmekten kaçın.’’ Bu sözü günümüzde anlayabilecek kaç din adamı ve kaç siyaset erbabı vardır acaba?

İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) gördüğünü yazar. Bu kişi kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbnü’l Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Âdem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbnü’l Arabi ona Hz. Âdem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Âdem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?” Bu yanıt üzerine Arabî, "O zaman hatırladım ki hadiste 'Allah yüz bin Âdem yaratmıştır' diye yazardı" der.  Hz. Âdem yaratıldı tüm melekler sordu: "Dünyaya fesat getirecek bir varlık mı yaratacaksın?" dediler. (Bakara-30) Melekler bunu -insanın dünyaya fesat getirecek olmasını- nereden biliyorlardı? Demek ki melekler daha önceden insanı tanıyorlardı... Kuran bazı konuları ucu acık bırakarak ‘’Akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz?" diye buyurmaz mı?

Yeri gelmişken İslam dünyasında hep yanlış anlaşılan ‘’Fetih’’ ve ‘’Fütûhât’’ kavramlarına İbnü’l Arabî’ni tanımlamasıyla bir açıklık getirmek istiyorum.  Fetih (bazen ‘’feth’’ diye de yazılır) kelimesinin çoğulu ‘’fütuh’’, bunun da çoğulu ‘’Fütûhât’’dır. Sözlük anlamı;  “açmak, yardım etmek, zafer” anlamındadır. Tasavvufta ise “Allah’ın rızık gibi maddî, ilim ve marifet gibi manevî lütuflarını kuluna açması” anlamına gelir. İbnü’l Arabî’ye ilham ürü­nü olan bilgiler kendisine Mekke’de gel­diği ve eseri burada yazmaya başladığı için bu kitaba ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adını verir. Kitabın bu özelliğini çe­şitli vesilelerle vurgulayan İbnü’l Arabî, noktasına varıncaya kadar eserdeki bü­tün bilgilerin ilâhî ilham (İlkâ-i Rabbânî ve imlâ-i ilâhî) mahsulü olduğunu ileri sü­rer. Yani ‘’fetih’’, İbnü’l Arabî’nin anlattığı gibi, dini bilmeyenlerin, dini siyasetlerine araç olarak kullananların anladığı şekliyle bir başka ülkenin işgali, alınması, topraklarına el konulması değildir…

Fusüs’ül-Hikem

İbnü’l Arabî’, Şam'a geldiğinde kendisinin ‘’Fütûhât'’tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen ‘’Fusüs'ül Hikem’’i (Bilgelik Fanusları) (Kabalcı Yayınları, 2016) kaleme alır. İbnü’l Arabî bu eseri rüyasında Peygamber'den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. İbnü’l Arabi, Fusüs’u yazma nedenini şöyle açıklıyor: “627 Hicret yılı, Muharrem ayının son günlerinde, Şam’da iken. Tanrının peygamberi Hz. Muhammed’i gerçek bir rüya anlamında gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana dedi ki, bu Fusüs ül-Hikem kitabıdır. Bunun al ve halka açıkla ve bu bilgilerden herkes yararlansın.” 


27 bölümden oluşan bir kitap olan Fusüs’ül-Hikem’in her bölümünde bir peygamberin kişiliği ve görevlerinin özelliği anlatılır.

‘’Fusüs'ül Hikem’’de şunları yazar İbnü’l Arabî; “Âlem, Allah’ın belirmesidir. O, âlemin ruhu olup, sevk ve idare eder. Evrenin tümü O’dur, O, benim ve O’nun varlığı ile ayakta duran tek varlıktır. Âlemin başka gerçek bir varlığı yoktur. Âlem, O’ndan ayrı bir varlık değildir. Görmez misin ki, gölge sahibinden çıkmış ve ona bitişik olduğu halde, sahibinden görünüşte ayrılması imkânsızdır. Nasıl insanın gölgesi, ancak gölgenin düştüğü yer aracılığı ile görünüyorsa, Âlem de, Allah’ın gölgesinin üzerine düştüğü madde aracılığı ile idrak edilir, bilinir.”

Kur’an-ı Kerim’de, “Her şey beni zikreder ama siz anlayamazsınız” denilir. Bu ayeti anlamak, ancak maddenin, var olan her şey hakkında bilgilenme yönünde ve evrimimizde aracı olarak kullanılmasıyla mümkün olabilir.

İbnü’l Arabî ‘’Fusüs’ül-Hikem’’de şunları yazar;

‘’...küçük insan, büyük âlemin (kozmos) bir minyatürüdür... İnsan varlığı, âlemden daha da küçük olsa da, o büyük âlemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu âleme büyük insan (insan-ı kebir) adını veriyorlar...’’

"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi." İbnü’l Arabî bu sözüyle; ‘’Hakk'ın gölgesidir insan. İnsan, Hakk'ın tüm isimlerini almış, Hakk'dan ayrı değil’’ mesajını veriyor.

‘’Fusüs’ül-Hikem’’in Nuh bahsinde teşbih ve tenzihi anlattığı bölümde şunları yazar:

(Teşbih; Benzetme. Tenzih; Arılama, kusur kondurmama, Allah'ın bütün kusurlardan uzak olduğuna inanma.)

"...yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.
imdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu
ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu.
eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
imdi, sen o değilsin ve sen o’sun;
ve sen o’nu şeylerin ayn’ında
kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Allahu teala, “o’nun benzeri hiç bir şey yoktur” (şura suresi, 42/11) diyerek tenzih
etti; “o, semi ve basir’dir” (şura suresi, 42/11) diyerek teşbih etti. Ve Allahu teala,
“o’nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi; “o, semi
ve basir’dir” diyerek tenzih etti ve tek kıldı..."

İlâhi Aşk

İbnü’l Arabî, ‘’İlâhî Aşk’’ (İnsan Yayınları, 2016) isimli kitabında aşağıdaki şu hikâye yer alır: (s. 134)


''Allah rahmet etsin, babam mıydı, amcam mıydı? Hangisiydi, tam bilemiyorum; ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda bir avcı görür. Avcı dişi bir kumruyu takip etmektedir. O anda aniden, kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru çaresizliğinden kendi etrafında fır dönerek havaya yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur. 'Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık' diye devam etti babam; 'sonra, o kuş o yüksekliğe varınca kanatlarını kapattı, başını yere çevirdi ve çığlıklar atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ bakakalmıştık' diye anlatmıştı. Ey âşık, bu bir kuşun yaptığı harekettir. Peki, Allah aşkı uğrunda senin tavrın nicedir?''

Aşkın ne olduğunu anlıyorsunuz değil mi?

Şeceretü’n-Nu‘mâniyye

Önce bu kitap hakkındaki yanlış bilgileri düzeltmek istiyorum. Ne yazık ki ülkemizde İbnü’l Arabî’nin bu kitabı ‘’Eş-Şeceretü’n-Numaniyye fi’d-Devlet-i Osmaniyye’’ (IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2017) ismiyle yayınlanır. Hâlbuki İbnü’l Arabî’nin eserini aslı sadece ‘’Şeceretü’n-Nu‘mâniyye’’ şeklindedir. Bu yanlışlığa sebep ise Osman Gazi'ni doğumundan 18 yıl önce vefat eden İbnü’l Arabî’nin bu eserinde; şifreli olarak Osmanlı Devletinin kurulacağını müjdelediği, sultanlarından ve Yavuz Sultan Selim’den ismen bahsettiği iddiasıdır…


İbnü’l Arabî  “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” isimli eserinde  “Tılsım sâhibi ilk ‘Sîn’in varlığından söz eder.  Burada bahsi geçen ‘’Sîn’’’in Yavuz Sultan Selîm olduğu iddia edilir… “Onun cülûsu”nun ‘Mim’den sonra” olacağını söyleyerek onun tahta geçişinin kendisinden önceki en büyük hükümdâr olan Fâtih Sultan “Mehmed”den daha sonra olduğuna işaret ettiği iddia edilir. Bu şifreye göre “Mim”den, yâni “Mehmed”den sonra tahta geçecek olan “Sin” yâni “Selim”dir.

“Sîn'in zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman unutulmuş vîrâne bir kabri açığa çıkaracağı''nı belirterek; “Yıkık ve vîrâne olan kabr”in onun söylemesiyle ziyâdeleştiril”eceğine işaret eder. Ki, bu “yıkık ve vîrâne kabir” İbnü’l Arabî’nin, kendisine zındık diyen câhiller tarafından yıkılarak yerle bir edilen kendi kabridir.  ''Şın'' ise Şam şehridir. Malum; ''Sin'' ve ''Şın'' Arap harflerinde ''S'' ve ''Ş''nin karşılığıdır. Onun bu kerâmeti halk arasında daha çok; “İzâ dehalu Sîn fi’ş-Şîn, zahara fî kabruhû Muhyi’d-dîn”  (“Sîn Şın’a dâhil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddîn’in!”) ifâdesiyle dile getirilmiştir… 

İbnü’l Arabî’nin bu kehanetini doğrularcasına 1516 yılında Yavuz Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında İbnü’l Arabî'nin kabrini buldurur, buraya türbe yapılmasını, yanına da bir cami ve imareti inşasını emreder. İkinci Abdülhamit de türbesini tamir ettirir. Osmanlı son dönemine gelinceye kadar İbnü’l Arabî’nin Şam’daki türbesi ve camisinin bakımını üstlenir ve buraya görevli kimseler tayin edip maaş bağlar…

İbnü’l Arabî’nin kabri halen Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir. Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde İbn Arabî'nin kendisine ait olduğu iddia edilen '’bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benim ismimle anılacak’' mealindeki bir beyit yazılıdır. (felikülli asrın vahidün yesmü bihi ve ene libâg'el asrı zak'el vahid) 2005 yılında Şam'a yaptığım bir ziyarette bu mütevazı kabri ziyaret edip dua etmek kısmet olmuştu bana…

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” diye söylerdi Mevlânâ. Mevlânâ’nın söylediği gibi İbnü’l Arabî'nin mezarı da aslında bahsettiğim gibi Kasiyun Dağı eteğinde değil âriflerin gönüllerindedir. Allah rahmet eylesin…

İbnü’l Arabî’nin diğer kitaplarında yer alan görüş ve hikâyeleri

İyi ve kötü

İbnü’l Arabî bir kitabında şöyle yazar (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları, 1985, Mehmed Ali Ayni, sayfa 21): “İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.” Anlamı: ‘’Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.’’ Bu sözdeki derinliği anlayacak günümüz dünyasında kaç Müslüman din adamı vardır acaba? Hiç yoktur değil mi?...


Gâvur hangisi, dayım hangisi?

İbnü’l Arabî bir kitabında da Endülüs'te bir çocukla dayısının başından geçenleri anlatır:


''Endülüs'te çocuğun biri dayısıyla gayrimüslim bir değirmenciye buğday götürmüş. Yüz okka buğday verip doksan okka un alacaklarmış. Değirmenci de kantara hile karıştıran bir adammış. Yüz okka buğdayı alıp doksan okka un yerine seksen okka un tartıp doldurmuş bir çuvala. Çocuğun dayısı da adamdan hakkını istemiş. "Sen ne biçim adamsın?" demiş.

Aralarında bir tartışma başlamış. Sonunda gırtlak gırtlağa gelip kavgaya tutuşmuşlar. Çocuk ne yapacağını şaşırmış. Dayısı ile değirmenci oradan oraya savrulmuşlar. Çuvallar patlamış, ikisi de bembeyaz una bulanmışlar. Çocuk da gitmiş eline bir sopa geçirmiş, dikilmiş adamların başına. Bembeyaz undan iki adam! Gâvur hangisi, dayım hangisi? Gâvur hangisi, dayım hangisi? Gâvur hangisi..?'' Bu hikâyeden sonra şöyle der İbnü’l Arabî: ''Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kâfir, dışı Müslüman, dışı kâfir, içi Müslüman vardır. Allah'ın Bakara Suresi'nde buyurduğu gibi: 'İşte onlar hidâyete karşı delâleti satın alanlardır. Fakat onların ticareti fayda etmemiştir. Onlar doğru yolu bilen kimseler de değildir..' "

Hz. İbrahim ve bir misafir

Bir kitabında Hz. İbrahim ile ilgili şu hikâyeyi anlatır: Hz. İbrahim peygambere bir müşrik misafir olmak istedi, Hz. İbrahim: ''Müslüman olursan misafir ederim'', dedi. O da kabul etmedi. Döndü, gitti. Cenabı Hak İbrahim'e, “bir lokma ekmek için herifin dinini, babasından kalan alıştığı dinini terk etmesini teklif ettin. O, yetmiş senedir gâvurluk yapar, ben onu besliyorum ve rızkını kesmedim,” buyurunca, Hz. İbrahim yola çıktı, ona yetişti. “Gel,” dedi, “seni misafir edeceğim. Çünkü Rabb'im senin için beni azarladı,” deyince; o, hem misafir oldu hem de Müslüman oldu.”


Marangoz ve minber

İbnü’l Arabî bir başka kitabında da şu hikâyeyi anlatır:


Bir zamanlar Bağdat'ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün son zamanlarında çok güzel bir minber oymuş. Ama çok güzel, sedef kakmalı, ceviz ağacından. Her gören onun güzelliğiyle büyüleniyordu. Bu güzel minberin namı aldı yürüdü. Bağdat'a her gelen bu minberi alıp falanca camiye koymak istiyormuş. Fakat marangozun cevabı hep "Hayır" oluyordu." Bu minber Mescid-i Aksa' da duracak". Ahali şaşırıyordu tabii. İyi de Kudüs Haçlı işgali altında. "Benim işim minber yontmak, Bir babayiğit de çıksın Kudüs'ü alsın. Bu minberi yerine oturtsun."

Herkes bu hikâyeyi minberin güzelliğini bire beş katarak birbirlerine anlatır oldu. Daha sonra 7-8 yaşlarında bir çocuktan dinlediler bu hikâyeyi. Ama O çocuk minberin güzelliğinden çok müessirin vasiyetine kulak verdi. Aradan 40 yıl geçti ve o minberi durması gereken yere Mescid-i Aksa' ya yerleştirdi. Diller onu Selâhaddinî Eyyubi diye andı.

Hikâyeyi şöyle bitirir İbnü’l Arabî: ''Bu işler böyledir. Biz o marangoz misali minberler yontarız. Bizim bu emanetlerimizi yerine koyacak er kişiler elbette çıkacaktır.''

İbnü’l Arabî’yi sevmeyenlerden biri

Şam’da, İbnü’l Arabî’yi sevmeyenlerden biri, her namazdan sonra bu büyük veliye on defa lanet okurdu. Bu olaydan İbnü’l Arabî’nin de haberi olur, ancak hiç bir tepki vermezdi. Bir süre sonra İbnü’l Arabî’ye lanet eden adam ölür. İbnü’l Arabî, hiçbir şey olmamış gibi adamın cenazesine katılır.


Cenazenin defninden sonra arkadaşlarından biri, İbnü’l Arabî’yi evine davet eder. İbnü’l Arabî evde kıbleye müteveccih bir şekilde oturur. Zikir ve duâ ile meşgul olmaya başlar. Dostu yemek zamanı yemek hazırlar, ancak İbnü’l Arabî yerinden kalkmaz. Sadece namaz için yerinden kalkmakta ve yine kıbleye doğru yönelip tesbih çekmeye devam etmektedir.

Bir süre sonra yüzü mütebessim ve içini sevinç kaplamış bir vaziyette kalkarak dostuna, ”Ben acıktım, bana yemek hazırlayın” der. Dostu merakla yemek hazırlamasına rağmen, neden yemediğini sorduğunda, İbnü’l Arabî şu cevabı verir: ”Ben, bana lanet okuyan adamın ruhuna yetmiş bin kelime-i tevhid okumaya ve o affedilinceye kadar hiçbir şey yememek ve içmemek üzere kıbleden yüzümü çevirmeyeceğime dair Allahü teâlâya ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim.”

Bir meczup

İbnü’l Arabî bir kitabında da şu hikâyeyi anlatır; 


Bir meczup, köy meydanına gelir; çevrede dolaşmakta olan kalabalığa; "ey ahali, ben Peygamberim!" der. Kimse onu ciddiye almaz. Garip kılığına, deli gözlerine bakıp gülerler. Meczup kendinden çok emindir. "Ey ahali, ben peygamberim! Eğer bana inanmıyorsunuz, şu arkamdaki duvar dile gelsin ve size benim peygamber olduğumu söylesin." der.

Yine kimse bu meczubu ciddiye almaz fakat birden duvar dile gelir ve şöyle der;  "Yalan! Bu adam peygamber falan değil."

(Bu hikâye aynı zamanda Zülfü Livaneli'nin ''Engereğin Gözündeki Kamaşma'' isimli romanının giriş kısmıdır. Ancak Livaneli kaynağını yazmaz!!!)

İbnü’l Arabî’nin tasviri

Prof. Dr. Süleyman Uludağ, ‘’İbn Arabî’’ (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995) isimli kitabında İbnü’l Arabî için şunları yazar: (s. 172–173) 


‘’İbnü’l Arabî aşk (sevgi) ile güzellik (cemal, hüsn) arasında sıkı bir bağ kurar. Aşk kendi başına ve bağımsız bir değer değildir. Onun temeli güzelliktir. Kusursuz ve en mükemmel güzel (cemal-i bâkemâl) de Allah’tır. İnsan onun için Allah’ı sever. Allah bütün güzellikleriyle âleme tecelli etmiştir. O halde ilahi bir tecelliden ibaret olan âlem bütün olarak da, parçalar halinde de güzeldir. Allah’ın güzelliği hem şekil ve suret halindeki maddi güzelliklerin, hem de ilim, marifet, ahlak (siret) ve kemal tarzındaki manevi güzelliklerin kaynağıdır.

Fakat yine de onun esas güzelliği her çeşit şeklin üstünde ve ötesindedir. Allah en güzel olduğu için sevilir ve sevilerek ibadet edilir. Fakat insan güzeldir, hem Allah onu kendi suretinde yarattığı için, hem halifesi olduğu için hem de: “Biz onu en güzel biçimde yarattık” dediği için hem de ilahi güzelliği en iyi biçimde yansıttığı ve Hakk’ın tecelligâhı olduğu için. Bundan dolayı Allah insanı sever, sözü edilen nitelikler en fazla velilerde ve peygamberlerde mevcut olduğu için onları daha çok sever, bu hususlar en mükemmel biçimde Hz. Peygamber’de mevcut olduğu için de en çok onu sever. Bunun için o Allah’ın sevgilisidir (habibullah, mahbub-i kibriya).

İnsanın diğer varlıkları sevmesinin sebebi bu varlıkların kendi kabiliyetlerine göre ilahi güzelliğin tecelligâhı (mazharı) olmalarıdır. Zahidlerin durmadan kötüledikleri, abidlerin sırtlarını döndükleri bu âlem İbnü’l Arabî’nin gözünde fevkalade güzeldir, güzelliklerle doludur. O halde aşk ve sevgi ile dolu olmalıdır.

İbnü'l Arabî bir sevgi dünyası, bir sevgi dili kurmuş ve: “Benim dinim sevgi dinidir, ben sevgi kıblesine yöneldim” demiştir. Daha önce de var olan bu sevgi anlayışını geliştiren İbnü’l Arabî onun sisteminin özü ve kaynağı, tasavvufun da vazgeçilmez bir temel unsuru haline getirmiştir. Buna rağmen Mevlâna ile karşılaştırıldığı zaman İbnü’l Arabî’nin sisteminde sevgiden çok bilgiye (marifet) ağırlık verdiği görülür.’’

Roosewelt ve İbnü’l Arabî

Mahmut Sadettin Bilginer, ‘’Tasavvufta Allah ve İnsan’’ (H Yayınları, 2011) isimli kitabında şu bilgiyi verir (s. 122-123): 


İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika’yı ziyaret etmektedir. Cumhurbaşkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen bu heyetle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zat anlatıyor:

Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine; “Bir Türk heyetinin Amerika’yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim” diye başladı… Ve devamla;

“Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen bilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada bilim, felsefe ve mistik alanda sayıları birçok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beş yüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış âlim ve mutasavvıf Muhyiddin İbnü’l Arabî üzerinde birleştiklerini tespit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Fusüs’ül Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiye gibi değerli birçok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üç yüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu gecikme neden? İşte bunu bilmek istiyorum.”

Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı: “Efendim'' dedim, ''önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyh’ül Ekber Muhiddin İbnü’l Arabî’nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah’ın vücud birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam âlimleri ve önderleri) ve mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.”

Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve “Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim” diyerek önündeki çekmeceyi açtı. “Bakınız ben her gün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütûhât-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım” dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık.

İbnü’l Arabî’nin görüşleri

İbnü’l Arabî, Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) öğretisinin baş sözcüsüdür. Ancak bu öğreti İbnü’l Arabî’nin eserlerinde bu adla anılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbnü'l Arabî'nin öğrencisi Sadreddin Konevî’dir. Vahdet-i Vücud tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan bir görüştür.


‘’Kudsî Hadisler’’ (hadîs-i kudsî) diye bir kavram vardır. Bu tür (Kudsî) hadisler Allah'ın kelamıdır. İbnü’l Arabî’nin aktardığı bir hadîs-i kudsî de Yüce Allah buyuruyor ki: “Gizli hazine idim. Bilinmek istedim ve tüm bir kâinatı ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım.” Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır. İnsanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleri anlamındadır bu hadis.

İbnü’l Arabî'ye göre insan mücmel (sözü az, mânası çok olan) bir varlıktır. Bu mücmeli mufassal (geniş, izahlı olarak, tafsilâtlıca) hale getirdiğimizde ise insanın birçok alt hakikatten meydana geldiğini görürüz. Başka bir deyişle, insan mecmu, yani bütün âlemin ve âlemdeki hakikatlerin toplamıdır. Bu özelliği ile tüm âleme ve hakikatlere içkindir ve "içerdiği parça hakikatler ile âlemdeki şeylerin mukabilidir ve insan bütün âlem hakkındaki bilgisini kendisinde bulunan bu tikel parçalarını bilfiil hale getirmekle elde edebilir."

İbnü'l Arabî'den yüzyıllar sonra ortaya çıkan Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemiyordu zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’ Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapıyordu.

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger'in İbnü’l Arabî'yi okuduğu bilinir.

Bir kısım bilim adamları Doğu felsefesinin Spinoza’sı olarak adlandırırlar İbnü’l Arabî''yi... Baruch Spinoza, 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerindendir. En büyük eseri ''Ethica'' adlı kitap olan Spinoza da tuhaf bir çelişkiyle İbnü’l Arabî gibi hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir..

İbnü’l Arabî’nin kendisi hakkında söyledikleri

Bir kitabında okuyucuları için şunları yazar İbnü’l Arabî: "İşte ben, meyveleri olgunlaşmış bir bahçeyim; meyveleri bir araya toplanmış bir bahçe. Öyleyse, sen benim perdelerimi kaldır ve benim yazdığım bu yazıların, bu satırların içerdiği şeyleri oku!"


Bir başka kitabında da ‘’Bizi tanımayan kitaplarımızı okumasın’’ der. Eserlerinden istifade edebilecek kimseler için de "kemerlerini sıkmış, nefsini tezkiyede (nefsini temiz bilmek, nefsini kusursuz addetmek) önemli mesafe kat etmiş ve gönlünü dünyadan çekip almış" olmalarını şart koşar.

İbnü’l Arabî’ye yöneltilen suçlamalar

İbnü’l Arabî’nin ardından gelen Seyyid Nesîmî ile kendisinden önce yaşamış olan Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî gibi bilginler İbnü’l Arabî’nin inancına sahip olmuşlar ve "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) sözü ile bu inancı pekiştirmişlerdir. Dönemlerinde, bu evliya, anlaşılmamış, dinden çıkmakla, sapkınlıkla, zındıklıkla, şirkle suçlanmış, kimisi de bu suçlamalardan dolayı idam edilmişlerdir.


Hallac-ı Mansur; "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) dedi idam edildi. Cüneyd-i Bağdadî; ‘’leyse fî cübbeti sivallah’’ (cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur) dedi idam edildi. Seyyid Nesîmî; Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini’’ söyledi, canlı canlı derisi yüzüldü. Bayezid-i Bestamî;  “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yoktur!.’’ dedi, idam edilmedi ama zındıklıkla suçlandı.  Kendi ifadesiyle; “Yolun başında idik ‘sıddık’ dediler. Sonuna vardık ‘zındık’ dediler.”

İbnü'l Arabî’yi de kâfirlikle suçladılar. Bu nedenle O’na da; Şeyh-ül Ekfer (Kâfir Şeyh) dediler. Buna esas neden de yazdığı ‘’Futûhât-ı Mekkiye'’deki sözleriydi. Bu sözlerden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında idam fetvası verilmişti.

Fransız yazar ve filozof Voltaire İbnü’l Arabî'nin İslam dünyasında bir kısım insanların kendisine ''Şeyh'ül Ekfer'' (Kafir Şeyh) diye tanımlamalarını şu sözlerle özetliyor: "Müslümanlar içinde bir adam çıkmış, onu da kendilerinden saymıyorlar."

Sadece İslam dünyası değil, Hristiyan dünyası da böyleydi:

Giordano Bruno; ‘’Tanrı Bir’dir, her yerdedir, hem de her şeyin üzerindedir. Birbirinden ayrılmaz olan Zekâ, Ruh ve Madde, Tanrısallığın üç görünümüdür.’’ dedi, canlı canlı yaktılar. Giordano Bruno derdi ki; ‘’anlamak zordur, basit ve kaba şeyler basit ve sokak insanları için geçerlidir.’’ Basit ve kaba insanlar anlamadı onları…

İbnü’l Arabî’yi koruyan ve savunan Osmanlı

Arap dünyası İbnü’l Arabî’yi böylesine zındıklıkla, kâfirlikle suçlarken İbnü'l Arabî’ye sahip çıkan Osmanlı olur… Yukarıda bahsettiğim gibi Yavuz Sultan Selim tahrip edilen mezarını bulup ona bir türbe ve cami yaptırır…

18. yüzyılın dîvan şairlerinden Sünbülzâde Vehbî de İbnü'l Arabî hakkında bir menkıbe yazarak ona yapılanların bir tenkitten çok bir iftira olduğunu ifade eder:

“Sakın eslâfa, sakın ta‘netme
Mutaassıb revîşinde gitme
Hiç yakışmaz hele ehl-i dîne
İftirâ Hazret-i Muhyiddîn’e”

Hatta bu iftiralara karşı İbnü'l Arabî’yi savunmak için birçok Osmanlı şairi de kendisine methiyeler yazar. Meselâ Divân Şairi Nâbî bir şiirinde onu şu dizeleriyle över:

“Sürmedir hâk-i deri Hazret-i Muhyiddîn’in
Kimyâdır nazarı Hazret-i Muhyiddîn’in
Sâf envâr-ı hakāyıktır onun âsârı
Zerre yoktur kederi Hazret-i Muhyiddîn’in.”

Yine Divan şairi Nâbî ‘’Hayrî-nâme‘’sindeki bir başka dizelerinde Hakk‘ı isteyen taliplere doğrudan doğruya Mevlânâ‘nın Mesnevî‘sini; İbnü'l Arabî‘nin Fütûhât-ı Mekkiye ve Fusüs'ül Hikem'ini tavsiye eder: 

''Tâlib-i Hakk‘a olur reh-nümâ
Nusha-ı Mesnevî-i Mevlânâ
Dide-i rûha çeker kuhl-ı husus
Nûr-ı esrâr-ı Fütûhât u Füsûs
Dahi çoktur nüsha-i ehlullah.''

İslam’ın Hastalığı

Yazımın sonuna yaklaşmışken bir kitaba yer vermek istiyorum. Dedesi de babası da İslám âlimi olan ve kendisi de dört yaşında iken Kur’an eğitimine başlayan Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in bu konuda güzel bir kitabı var, ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis Yayıncılık, 2005)


Abdelwahab Meddeb, bu kitabında; günümüzdeki İslam’ın kendi geleneklerinin ve tarihinin zenginliğinden mahrum kalmasına yol açan İslam’ın hastalığının şeceresini çıkararak,’‘Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizim olduysa, İslam’ın hastalığının entegrizm olduğu kesindir.’’ (s.11) tespitinde bulunuyor…

Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı ret, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, dogmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme vb…

Meddeb, bu kitabında, İslam'ı cihatla bir tutan anlayışın köklerine iniyor ve yedinci yüzyıl Medine'sinden başlayan İslam tarihini on sekizinci yüzyıl Arabistan'ında Vahhabilik'in kuruluşuna kadar takip ederek İslam uygarlığının altın çağına damgasını vuran yaratıcılık ve çoğulculuktan uzaklaşılmasıyla gerileme ve yoksulluk evresine geçildiğinin altını çiziyor…

Meddeb, İslam’ın hastalığının köklerini ‘’Medine Ütopyası’’ adını verdiği ‘’asr-ı saadet’’ (altın çağ) yorumuna bağlıyor. ‘’Medine Ütopyası’’na göre, İslam yeniden güçlü, yeniden öncü ve yeniden egemen olmak istiyorsa, en güçlü olduğu zamana geri dönüp onu taklit etmelidir. Bu konuyu Meddeb kitabında şöyle açıklıyor: ‘’Yarı okumuş ajitatörler, kendi geleneklerine dönüş çağrısında bulunurken, demokrasinin başarısızlığa uğrama nedeninin, zikrettikleri geleneğin temelindeki despotik atacılık olduğunu unuturlar. Ama Medine kökenine geri dönüşü idealize ederek bu güçlüğü es geçerler. Medine ütopyasının sık sık yeniden etkinleştirildiğini görmüştük. Modern zamanlarda sınırlı kalırsak, bu ütopyanın Vahhabiliğin kökeninde olduğunu, daha yukarda zikrettiğimiz 19. yüzyıldaki o Selefiler’in, fundamentalistlerinin de amentüsünü oluşturduğunu hatırlayalım. 1920-1930’lu yıllardan itibaren Müslüman Kardeşler hareketinin su yüzüne çıkmasıyla entegristlerin derme çatma kurdukları sistemin de merkezinde bu ütopya olacaktır.’’ (s.100)

Burada uzun uzun anlattığım bu kitap ve entegrizm ile İbnü’l Arabî’nin ne ilgisi vardır diye düşünmeyesiniz; çok büyük bir ilgisi vardır: 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye, Selefiliğin kurucusudur ve varlığını anlattığım “Vahdet-i Vücud” anlayışının fikir babası ve Sufiliğin öncüsü olan İbnü’l Arabî’ye olan keskin karşıtlığına ve nefretine borçludur. Yani Selefiliğin hamurunda Sufilik nefreti vardır. Selefiliğin ve onun devamı Vahhabiliğin sonu ise İŞİD'e çıkmaktadır. İŞİD'in kaynağı da Selefilikte ve Vahhabilikte aranmalıdır... 18. yüzyılda ortaya çıkan Vahhabilik de Selefiidir. Vahhabilik ismi daha çok kendilerine muhalif kimselerin onları andığı isimdir. Vahhabiler kendilerine Selefi derler.

Ve günümüz

Meddeb’in ‘’İslamın Hastalığı’’ kitabında, günümüzün entegristi olan Müslüman Kardeşler’in kurucusu El Benna’yı, Pakistanlı Ebu’l A’lá Mevdudi (1903-1979) ile Mısırlı öğrencisi Seyyid Kutb’u (1926-1966) görüyoruz. Bu kişilerin de 1970’lerden itibaren Türkiye’deki İslamî hareketlerin hocası ve ilham kaynağı olduğunu da burada aktarmak istiyorum….


Günümüze ve ülkemize gelecek olursak, ülkemiz; zamanında Arap Müslümanlarının tahrip ettiği İbnü’l Arabî’nin mezarını yapan, ona türbe inşa eden, bakım ve onarımını üstelenen, onu koruyan, onu savunan ve İbnü’l Arabî’nin izinden giderek Mavlânâ’yı, Yunus’u, Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve Ahmet Yesevi’yi yaratarak ‘’kapsayıcı, kucaklayıcı ve sevgi içerikli’’ Türk Müslümanlığından, yüzyıllar sonra, ‘’şiddet, kin ve nefret içerikli’’ Arap entegrizmine ve Arap Müslümanlığına dönme tehlikesi yaşıyor… Araplar, İbnü’l Arabî’den sonra, 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye’nin etkisiyle Selefiliğin girdabına kapılmışlardı… Yüzyıllar sonra Anadolu coğrafyası da günümüzde; İbnü’l Teymiyye’nin izinden gidenlerin peşine takılarak Selefiliğin girdabına kapılma tehlikesini yaşıyor… İnanmayanlar Anadolu’yu pıtrak gibi saran yüzlerce tekke, tarikat ve cemaatlere ve bunlara ait radyo ve TV kanallarına bir baksınlar istiyorum…  Böylesi bir cemaatin fırsat bulduğunda neler yaptığını ve yapabileceğini 15 Temmuz 2016 günü ülkece yaşayarak gördük...   

Kehanet

İbnü’l Arabî’nin bazı kehanetlerinden bahsedilir. Bu kehanetlere İbnü’l Arabî’nin ‘’Şeceretü’n-Nu‘mâniyye’’ isimli eserini anlatırken Osmanlı ile ilgili olanlarından bahsetmiştim. Bazı yazarlar, Fransız astrolog Nostradamus’un bile kehanetlerini yazarken İbnü’l Arabî’den esinlendiği rivayet ederler. (Devrim Altay, ‘’Kehanetler İbn-i Arabi'den Nostradamus'a’’, Alter Yayıncılık, 2020)

İbnü’l Arabî bir eserinde yine günümüze ait bir kehanette bulunmuştu. (İbnü’l Arabî, ‘’Et-Tecelliyet et-İlahiyya’’, Neş. Osman Yahya, Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî 1988, s. 458) Teeee o zamanlar şöyle yazmıştı İbnü’l Arabî’: (Gerçek müminleri tenzih ederek)

''Nice sevgili azizler, sinagoglarda ve kiliselerde!
Nice nefret dolu düşmanlar, camilerin safında!''

İbnü’l Arabî’nin bu kadar ileri görüşlü olduğuna inanmıyorsanız eğer; etrafta, ekranda, medyada, çarşıda, pazarda, kürsülerde, mevkilerde ve makamlarda bulunup da hem camiye gidip hem de yalan dolan söyleyip, fitne çıkarıp, kumpas kurup, kul hakkı yiyip, Hakk'ı, hakkı, hukuku ve adaleti çiğneyip Selefiliğin sözcüsü gibi katliam, kin, nefret ve intikam sözcüklerini dillerinden düşürmeyenlere bir bakınız…

Karanlık, sandığımızdan çok daha fazla karanlıktır...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN



Hükm-ü Karakuşî


16 Nisan 2021

Bermekîler, Halife El Memûn ve Behlül Dânâ ile başladığım Ramazan ayı hikâyelerine bugün de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ ve onun hikâyeleri ile devam edeceğim… Benim Ramazan ayı hikâyelerim böyle işte…

’Hükm-ü Karakuşî’’nin hikâyelerine geçmeden önce çok kısa bir bilgi vermek istiyorum…

Şöyle bir tarihi bilgi rivayet edilir: Selahaddin-i Eyyûbi devrinde önemli görevler ifa eden ve vezir ve aynı zamanda kadılık da yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet adamı varmış. Aynı zamanda Bahaüddin Karakuşî yolsuzlukları ile de ünlüymüş... Karakuşî kadı olarak sadece yanlış değil hep abuk sabuk hükümler de verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşî’nin verdiği hükümlere de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denirmiş. Günümüzde de gerçi genç hukukçularımız pek bilmezler ama eski hukukçularımız bilirler, mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ derler…

Aslında gerçek böyle değildir!... Yazımın sonunda bu Kadı Bahaüddin Karakuşî’nin bu anlatımdan farklı olan gerçek hikâyesini anlatacağım…

Neyse gelelim Hükm-ü Karakuşî'nin hikâyelerine…

Önce Rahmetli Süleyman Demirel'in anlattığı bir Hükm-ü Karakuşî hikâyesi:

Pişmiş ördek uçtu

Bir gün 9. Cumhurbaşkanı Rahmetli Süleyman Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş… Demirel de soruyu yönelten kişiye: "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel de ülkenin durumu karşısında benim gibi Hükm-ü Karakuşî’yi hatırlayarak onun bir hikâyesini anlatmış.


Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in o zamanki ülkenin durumu hakkında anlattığı Hükm-ü Karakuşî’nin hikâyesi:

Bir gün Karakuşî kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşî kadı, fırıncıya:
- '’Ben bunu aldım'’ demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.

Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- '’Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
- ‘‘Uçtu’' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı o uzun küreği ile araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor... Fırıncı bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, bu düşmeyle çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşî kadının karşısına çıkarmışlar.

Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi,
- '’Bu adam ördeğimi hiç etti'’ diye şikâyet etmiş.
Karakuşî kadı, fırıncıya sormuş:
- '’Ne yaptın bu adamın ördeğini?'’
Fırıncı
- '’Uçtu’' demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- ‘’Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil'’ diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.

Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- '’Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o Müslim’in tek gözü çıkarıla...’’
Davacı:
- '’Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?’' diye sorunca Karakuşî kadı;
- '’Şimdi' demiş, ‘’fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.’’ Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş. Fırıncı bu davadan da beraat etmiş…

Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşî kadı:
- ‘’Tamam'’ demiş, ‘'karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak’'. Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş…

Kadı dönmüş Yahudi’ye:
- ‘’Senin şikâyetin nedir bre?'’ Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış…
- '’Ne diyeyim kadı efendi’' demiş, '’hiç adaletinizden sorgu sual olur mu? Adaletinle bin yaşa sen, e mi !’’?

Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek konuşmasını şöyle bitirmiş; ‘’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?"

Bugünkü ülkenin durumunu merak edenlere Rahmetli Demirel işte böyle cevap vermiş..

Karakuşî’nin verdiği o tuhaf hükümlerin diğerlerini de anlatayım da bu karantina günlerinde sizlere biraz neşe (!) olsun...

Diğer ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ hikâyeleri

Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!

Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...


Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşî) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.

Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, "anlat bakalım!" demiş.

Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"

Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"

Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"

Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.

Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"

Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"

Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"

Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"

Terzi ve avcı

Bir terzi ve bir avcı arkadaş olur, beraber ava gitmeye karar verirler. Av sırasında avcı attığı bir ok ile terzinin bir gözünü kör eder. Terzi dayanamaz gider avcıyı dava eder. Kadının karşısına çıkarlar. Kadı Karakuşî'dir. Karakuşî terziye sorar: ‘’Anlat bakalım, ne istiyorsun’’. Terzi cevaben ‘’efendim bu avcı benim gözümü çıkardı. Mesleğim terziliktir. Tek gözümle bu işimi icra edemiyorum. Avcı cezalandırılsın ve bedel ödesin’’. Karakuşî; ‘’Avcının gözünü çıkartın’’ diye emir buyurur. Bu defa avcı itiraz eder; ‘’Efendim ben avcılıkla geçiniyorum, tek gözle avlanamam’’  der.  


Karakuşî biraz sakalını okşar ve kararını verir: ‘’Kapıdaki bekçilerden birini getirip bir gözünü çıkarın, o tek gözle de idare edebilir.’’ (!)

O senden önce davrandı

Dayak yiyen bir genç Karakuşî'nin yanında alır nefesi ve kendisini dövenden şikâyetçi olur. Karakuşî, suçluyu getirmeleri için beş muhafız yollar. Bunu duyan suçlu hemen Karakuşî'ye gider. Mahkemede davacı gençle karşılaşınca onun bir şey söylemesine fırsat vermeden dayak attığı genci göstererek ‘’işte beni döven budur’’ der. Bunun üzerine Karakuşî dayak yediği için davacı olan gence dayak atılmasını emreder. Genç yediği dayaktan neredeyse ölecek duruma gelir.


Genç, ‘’dayak yiyen bendim’’ diye feryat edince; Karakuşî gence ‘‘o senden önce davrandı’’ diye cevap verir. (!)

Sadaka

Karakuşî her senenin Hicrî Takvime göre Muharrem ayında fakirlere sadaka verirmiş. Yine bir Mu­harrem ayında bütün sadakayı dağıttıktan sonra, yaşlı bir kadın, kapısını çalmış ve: “Kocam öldü, fakat kefen alacak param yok!” de­miş.


Karakuşî şöyle cevap vermiş: “Bu sene sadakayı dağıttım. Sen git, seneye bu va­kitlerde gel. Ben kocanın kefenini alacağım söz.” (!)

Köse

Bir gün, uzun sakallı iki kişi, yanlarına saçsız sa­kalsız bir adamı alarak, Karakuşî’nin huzuruna gelmişler ve: “Bu köse bizim saçımızı sakalımızı yoldu!” diye şikâyette bulunmuşlar.


Karakuşî bakmış, suçlunun ne sakalı var, ne de sa­çı. Hemen hükmünü vermiş: “Bu kösenin saçı sakalı çıkana kadar, sizi hapsedeceğim. Çıktığında, siz de onun saçını sakalını yolacaksınız!” Tabi, o ikisi hemen davalarından vazgeçmişler.

Şahin

Yine mübalağalı bir rivayete göre, Karakuşî’nin çok güzel bir şahini varmış, kafesinden kaçmış. Kara­kuşî emretmiş ve şahin kaçmasın diye şehrin bütün kapılarını kapatmışlar. (!)


Suçlu

Karakuşî bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri masum olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek: ‘’Biz suçluyuz! Cezamızı elbette çekeceğiz!’’ demişler.


Bunun üzerine Karakuşî zindancı başına şu emri vermiş: ‘’Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını da bozmasınlar!’’

Karakuşî hakkında rivayet edilen hikâyeler şimdilik bu kadar… Şimdi de sıra geldi Hükm-ü Karakuşî’nin gerçekte kim olduğuna…

Hükm-ü Karakuşî gerçekte kimdir?

Bir rivayete göre de Karakuşî, asıl adı Ebu Said Bahaüddin bin Abdullah Esedî (Kısaca Said Bahaattin) olan bir kimsedir. Kadı Karakuş’un ölüm tarihi 1200’dir... Selahattin Eyyubî’nin veya onun kardeşi Sirkûh’un kölesi iken, her ne meziyeti var ise, yükselmiş ve önemli mevkilere gelmiştir. Karakuşî’nin önemli hizmetleri, başarılı işleri de olmuş. Selahaddin-i Eyyûbi kendisinin yokluğunda Kadı Karakuşî’yi Kahire’ye vekil olarak bırakırmış. Akka’da valilik yapmış, orada Haçlılara esir düşünce Selahaddin-i Eyyûbi onu, on bin altın fidye ödeyerek kurtarmış. Kahire’ye kale, yol, köprü, han, çeşme gibi eserler bırakmış. Fakat iyi bir eğitimi olmadığı, devlet yönetiminde tecrübesiz ve garip bir yaratılışa sahip olduğu için zaman zaman keyfi, sert, tuhaf ve yanlış hükümler verirmiş.


Burada yer alan bilgiler Necdet Rüştü Efe’nin ‘’Türk Nüktecileri’’ (Nebioğlu Yayınevi) isimli kitabından (s.131-133) alınmıştır. Bu kitabında Necdet Rüştü Efe ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi şöyle anlatır: ‘’Bunlar kanun, örf gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmaya çalışılmış öyle hükümlerdir ki; bu mantıksızlık karşısında, mahkûmun müdafaa cehtini (gayretini, çabasını) daima hayrete çevirmiştir. Yüzyıllar boyunca, bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümler; Anadolu’da doğup, yaşlılığında Mısır’da Selahadin-i Eyyûbi maiyetinde emirlik ve kadılık yapmış olan Karakuşî’ye aittir. Yedi yüz elli önce yaşamış olan bu zat halis Türk’tür.’’

‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu safça ve abuk sabuk verilen hükümler aslında Selahattin Eyyubi’nin veziri Bahaüddin Karakuşî’yi yıpratmak için rakibi Esad bin Memmati tarafından yazılmış "Kitab el Faşuş fi Ahkami Karakuş" isimli uydurma mahkeme kararlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerçekle hiçbir ilgisi yoktur bu hikâyelerin ve bu hükümlerin...

Sonuç

Hükm-ü Karakuşî hikâyeleri görüldüğü gibi uydurmadır, gerçekle hiç bir ilgisi yoktur. Fakat bu uydurma mahkeme kararlarından yaklaşık sekiz yüz yıl sonra, ağır usul ihlalleri yapılarak yargının tarafsızlığının siyasal konjonktüre feda edildiği günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan, vazgeçtim ‘’hukukun üstünlüğü’’ ilkesine, vazgeçtim ‘’hukuk devleti’’ ilkesine, ''kanun devleti'' ilkesine bile ters düşen hukuk ihlalleri ise gerçektir ve tam da hikâyelerdeki gibi bir ‘’Hükm-ü Karakuşî’’dir…


Görelilik (relativite) kuramı, atom ve kuantum fiziği ile bilimin ve felsefenin kavram yapısının köklü değişikliklere uğradığı bir dünyada, 19. yüzyıldan kalma düşünce kadroları ve gene 19. yüzyıldan kalma hukuk yöntemleriyle “hukuk eylemek” görüldüğü gibi ancak ve ancak ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ hükümleri doğurmaktadır… “Yasa”lar değil, “zihniyet’’ değişmelidir. Gerisi “laf-ü güzaf”tır…

Ramazan ayı kutsal bir aydır. Devletin de dinin de temel direği de ‘’adalet’’ir. Kutsal Kitap Kur’an’da en çok geçen kelime ‘’adalet’’, en çok geçen buyruk da ‘’adil olun!’’ buyruğudur. Böylesi kutsal bir ayda hatırlatılacak tek kelime de ‘’adalet’’ kelimesi, tek buyruk da ‘’adil olun!’’ buyruğudur…  Bu yazım da bu maksada matuftur…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Behlül Dânâ

15 Nisan 2021

Hani Ramazan ayı içerisindeyiz ya… Hani cicili bicili boyalı, soslu medyada bazıları Ramazan ayına özel yayın yapıyorlar ya sulu sulu gözlerle. Bu yazılarım da işte benim Ramazan ayına özel yazılarım… Siz gelin asıl Ramazan ayı hikâyelerini bir de benden dinleyin, hem de tüm bir Ramazan ayı boyunca!…


Bu hikâyelerden ilk ikisini; Bermekîler ve Harun Reşid’in oğlu Halife El Memûn ile ilgili olanlarını dün ve önceki gün anlatmıştım…

Bugünkü hikâyem de kimi kaynaklara göre Harun Reşid'in fikir aldığı kişi olduğunu söylenen Behlül Dânâ ile ilgili…

Behlül Dânâ’ya ait hikâyelere geçmeden önce kısaca Behlül Dânâ isim tamlamasını, Behlül Dânâ’nın kim olduğunu ve Behlül Dânâ'nın sıfatı olan ''meczub'' sıfatının ne anlama geldiğini açıklamam gerekiyor ki anlatacağım hikâyeler yerli yerine otursun…

Behlül Dânâ isim tamlaması

Behlül Dânâ tamlaması, Abbasi halifelerinden Harun Reşid'in zamanında yaşamış bir ‘'akıllı deli'’ için özel isim haline de gelmiştir. 

Behlül kelimesi Farsçada meczup, deli, çok gülen, çok gülücü, soytarı anlamındadır...

Behlül’ü biz Halid Ziya Uşaklıgil'in realist-naturalist romanı ‘’Aşk-ı Memnu’’dan dolayı Firdevs’le, Peyker ve Bihter’le beraber tanıdık… TV de olmasa Behlül, Bihter, Peyker ve Firdevs’i tanımayacaktık ama hâlâ ne anlama gelirler bilmeyiz de… 

Dânâ ise Farsçada ''çok bilen'', ''âlim'' demektir. Hoca-i Dânâ; hocaların hocası demek, Dânâ-yı Yunan; Eflatun'dur. Behlül Dânâ; âlim meczup ya da akıllı deli anlamındadır. Behlül Dânâ; güldüren âlimdir. Nasrettin Hoca gibi… Behlül Dânâ, meczup görüntüsüyle büyük hikmetler anlatan bir zat; aynı zamanda halkın çok sevdiği bir âlimdir...

İki zıt anlamlı kelime ihtiva eden bu tamlama ile kimi delilerin değme akıllılardan daha doğru konuşmalarına ya da kimi ‘'deli’'lerin herhangi bir patolojik vaka olmaksızın bilinçli bir şekilde deli olduklarına, öyle göründüklerine işaret edilir…

Behlül Dânâ kimdir?

Behlül Dânâ’nın asıl ismi Ebû Vüheyb bin Ömer Sayrafî’dir. Doğum târihi kesin olarak bilinmez… Kûfeli olduğu halde Bağdâd’da yaşamış ve Bağdat'ta 190 (veya 805) yılında vefât etmiştir. Kimi kaynaklar Behlül Dânâ için Harun Reşid’in fikir aldığı kişi olduğunu söylerler... Hakkında yazılan iki kitap vardır: Birisi Hayrettin İvgin'in, ‘’Deli Görünüşlü Akıllı Behlül Danende’’ (Yurt Kitap Yayın) diğeri de Ebubekir Aytekin'in ‘’Bilgin Divane Behlül Dânâ (Kayıhan Yayınları, 2015) isimli kitapları.


Behlül Dânâ’nın aslında bir ‘’meczup’’ olduğu da rivayet edilir. Öyleyse kısaca ‘’meczup’’ nedir, bunu da kısaca anlatmam gerekiyor…

Meczup

Meczup kelimesini genellikle yanlış anlamda kullanırız. Meczuba çoğunlukla ‘’deli’’ anlamını yükleriz. Türkçenin zenginliğiyle bakacak olursak meczupla deli arasında hayli fark olduğunu görürüz. ‘’Meczup’’ ve ‘’deli’’ kelimelerine dair en anlamlı tanım şu; akıl adamı terk ederse,‘’deli’’; adam, aklı terk ederse, ‘’meczup’’ derler!.. 


Meczup; cazibe kelimesinden de çağrışım yapacağı üzere, belli bir etkiye kapılmış, o tesirle kendinden geçmiş kimse demek!... Cezbeye tutulmuş, demir tozlarının mıknatısa, pervanenin ateşe kapılışı gibi yoğun bir çekimle Hak aşkında varlığını yitirmiş insan demek. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de mealen; ‘’Allah, dilediğini kendine çeker” (Şura /13) buyurmuştur. Cüneyd-i Bağdadi; ‘’Allah’ın velisi ile Allah’ın delisi arasında bir soğan zarı kadar fark vardır’’ der. Ve devam eder Bağdadi: ‘’Kim veli, kim deli sizler anlamazsınız.’’ Görüldüğü gibi meczup ile günümüzde kendi çıkarları için dini kullanan soytarılar arasında hiçbir ilişki yoktur…

Tasavvuf ehli arasında meczupların hatırı sayılır bir yeri vardır!.. Kıssalarını okuduğumuz, hayatlarından ibret aldığımız bazı meşhur isimlerin birçoğu meczuptur. İlahi aşkın cezbesi ile kayıtlardan kurtulmuş, akışa kendini kaptırmış bir kısım zevat, kendi dönemlerinin ileri gelen şahsiyetlerine, hatta devlet başkanlarına bile örnek haller sergilemiş, manidar sözler sarf etmişlerdir. Onlardan bir kaçını tanıtmak istiyorum:

Örneğin, tacını tahtını terk eden Belh Sultanı İbrâhim bin Ethem de bir meczup idi...  Hatta onun da İmam-ı Azam ile ilgili şöyle bir hikâyesi var:

İmam-ı Azam Ebu Hanife Kufe Camiindeki Fıkıh Halkasında öğrencilerine ders veriyor. O esnada kapıdan başını uzatan İbrahim bin Ethem “Esselamu Aleykum Ya İmam” diyerek selam verir. Dersi kesen İmam-ı Azam, üstü başı pejmürde, garip kılıklı İbrâhim bin Ethem'in selamını ayakta alır ve o gidene kadar yerine oturmaz. İmamın edep ve saygı içinde selam alışı talebelerin gözünden kaçmaz. İçlerinden biri sorar: ''Ya İmam!.. İbrahim bin Ethem meczup, siz ise bir büyük İslam âlimisiniz. Bunca hürmet niye?...'' İmam şöyle cevaplar: ''Biz Allah’ın İlmi ile meşgulüz; O ise doğrudan Zatı ile meşgul!'' İmam-ı Azam, meczup kelimesine böylelikle yeni bir anlam getirir; Allah’ın Zatı ile meşgul olan kişi!... 

Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî bir kitabında şu hikâyeyi anlatır; 

Bir meczup, köy meydanına gelir; çevrede dolaşmakta olan kalabalığa; "ey ahali, ben Peygamberim!" der. Kimse onu ciddiye almaz. Garip kılığına, deli gözlerine bakıp gülerler. Meczup kendinden çok emindir. "Ey ahali, ben peygamberim! Eğer bana inanmıyorsunuz, şu arkamdaki duvar dile gelsin ve size benim peygamber olduğumu söylesin" der…

Yine kimse bu meczubu ciddiye almaz fakat birden duvar dile gelir ve şöyle der;  "Yalan! Bu adam peygamber falan değil!"…

(Bu hikâye aynı zamanda Zülfü Livaneli'nin ''Engereğin Gözündeki Kamaşma'' isimli romanının giriş kısmıdır. Ancak Livaneli kaynağını yazmaz!!!)

Artık şimdi Behlül Dânâ hikâyelerini anlatabilirim...

Behlül Dânâ ile ilgili rivayet edilen hikâyeler

Dünya ile âhiret dengesi

Bir gün Bağdat’ta haber salınır: Behlül Dânâ şehrin en büyük camisinde vaaz edecek. Halk bu hikmetli vaizi, derin âlimi dinlemek için camiyi lebalep doldurur. Ancak o zaman Korona salgını yoktur. Cami Bağdat halkının yoğun ilgisinden dolup taşar... Vaaz olacak, Behlül Dânâ sohbet edecek diye beklerler…


Fakat namaz yaklaştığı hâlde ne gelen var ne giden... Namaz vakti iyice yaklaşmışken bir de bakarlar ki Behlül Dânâ omzunda bir su terazisi, bir tarafında bir kova su, öbür tarafında bir kova su, camiye girer. Safları yara yara hayretli bakışlar arasında geçer mihrap tarafına, başlar vaazına: 

“Şu kova, dünyadır ey cemaat, şu kova da âhiret!” Bir tarafa biraz eğilir. ''Şimdi ben dünyaya eğildim” der. Behlül o tarafa eğilince diğer tarafındaki kovadan su dökülür, bunun üzerine; “İşte âhiret nasibimizi zâyî ettik!” der. Bu sefer öbür tarafa eğilir, diğer kovadan su dökülür; “Bu sefer de âhirete eğildim, dünyayı ziyan ettik!” dedikten sonra, kovaları dengeye getirir ve ekler: '' İşte hayat imtihanı bu! Dünya ile âhireti böylece dengede tutabilirsen mesele yok. İkisini de ziyan etmezsin. Ama bir tarafa eğilirsen diğerini yitirirsin!'' der…

Bütün vaaz bundan ibaret olur. Fakat herkes Behlül’ün vermek istediği mesajı anlamış mı bilmiyoruz!..

Allah kime verdiyse ben de ona verdim!...

Harun Reşid, Behlül Dânâ'ya para verip "al bunu yoksullara dağıt" der. Hazret gider parayı zenginlere verir. Harun Reşid "neden böyle bir şey yaptın?" diye sorar. Hazret "Allah kime verdiyse ben de ona verdim" der..


Namaz nasıl kılınır?

Halifelik kaldırılana kadar cuma namazlarını yöneticiler kıldırırdı. 

Harun Reşid döneminde Behlül Dânâ’nın, Halife Harun Reşid’in kıldırdığı cuma namazlarına gelmediği fark edilir.... Bu durum halifeye bildirilir. Harun Reşid Behlül Dânâ’yı huzuruna çağırtır. Kendisine cuma namazlarına neden gelmediğini sorar. Behlül Dânâ “Önümüzdeki cuma namazına geleceğim” cevabını verir…

Önümüzdeki Cuma günü gelir… Behlül Dânâ da namazdadır… Vaaz, hutbe derken Harun Reşid’in kıldırdığı namaz başlayınca Behlül Dânâ’da bir kıpırdanma başlar. Sonunda Behlül Dânâ dayanamaz cemaat ikinci rekâta başlarken camiyi terk eder. Namazdan sonra durum halifeye bildirilir. Harun Reşid sinirlenir ve Behlül Dânâ’yı tekrar huzuruna çağırtır. Namazı neden terk ettiğini sorar. 

Behlül Dânâ; ”Tekbir alırken bir ülke fethetmeyi düşündün, Fatiha okurken ordunu topladın, rükûda savaşı yaptın, o ülkeyi fethettin. Birinci secdede kıralı öldürdün, kızı canını bağışlaman için yalvararak ayaklarına kapandı… Buraya kadar anlattıklarım doğru mu?” diye sorar. Harun Reşid: “Evet, tam olarak doğru” cevabını verir. Behlül Dânâ; “İkinci secdede kralın kızını nikahladın, sarayına getirdin. İkinci rekâtta odanıza geçtiniz… Eh artık bana da karı kocayı yalnız bırakmak düşerdi!... Namazı bu sebepten terk ettim sultanım” cevabını verir…

Cehenneme ateşi herkes dünyadan kendisi getirir

Bir gün Behlül Dânâ üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıkar. Harun Reşid sorar: 

- ‘’Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun?’’ 
- ‘’Cehennemden geliyorum ey Hükümdar.’’ 
- ‘’Ne işin vardı cehennemde?’’ 
- ‘’Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.’’ 
- ‘’Peki, getirdin mi bari?’’ 
- ‘’Hayır efendim, getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar ‘Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir’ dediler.’’

Çarşı pazarın ağası

Behlül Dânâ birgün Harun Reşid’den bir vazife ister. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini) verir. Behlül hemen işe koyulur. İlk olarak bir fırına gider. Birkaç ekmek tartar hepsi normal gramajından noksan gelir. Dönüp fırıncı ya sorar: ‘’Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?” Adam her soruya olumsuz cevap verir. Memnun olduğu bir şey yoktur. Behlül bir şey demeden ayrılır ve bir başka fırına geçer. Orada da birkaç ekmek tartar ve görür ki bütün ekmekler gramajından fazla gelir, eksik gelmez. Aynı soruları bu fırının sahibine de sorar ve her soruya olumlu cevap alır. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid’in huzuruna çıkar ve yeni bir vazife ister. Harun Reşid, “Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?” der.


Behlül açıklar: ‘’Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.’’

Namaza gelenler

Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül'e tembih eder: ‘’Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.’’ Akşam namazından sonra da Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka gelir. Harun Reşid şaşırır ‘’Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin…’’

Behlül; ‘’Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra ben cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış’’ diye cevap verir…

Her koyun kendi bacağından asılır!

Bir gün Behlül Dânâ'nın doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd'e gidip; "Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır." gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın isteğini bildirir. 


Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk eder. Birkaç koyun alıp kesip, bacaklarından mahallenin köşe başlarına asar. Bunu gören halk gülerek; "Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zaten." derler. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokar ve bundan da bütün mahalle zarar görür... Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip, durumu anlatırlar.

Harun Reşid, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda: "Bir kötünün herkese zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi bacağından asıldığını onlara gösterdim." diye cevap verir. 

Ne zaman ki insan içine girdik çıktık da bu hale geldik

Aydın yöresine ait eski bir deyim vardı ''turpun büyüğü heybede'' diye... Bu deyimi rahmetli Süleyman Demirel siyasette çok kullanırdı. Köylü, Aydın pazarında turp satıyormuş. Müşteri gelince önce ufak turpları çıkarıyormuş. Müşterinin biri ''bu turp küçük" diye yüzünü buruşturup, yürüyünce... Köylü, arkasından seslenmiş: ''Hele dur bey... Turpun büyüğü heybede.'' Ben de turpun, pardon kıssanın büyüğünü heybeye, pardon en sona sakladım...


Harun Reşid'in yanına bir grup insan gelerek Behlül Dânâ'nın hiç insan içine çıkmadığından, insanlara karışmadığından ve uzun süredir inzivaya çekildiğinden şikâyet ederler.  Harun Reşid de Behlül Dânâ'yı çağırarak sorar; "Sen neden yalnız yaşamayı tercih ediyorsun, insanlar içine neden karışmıyorsun?" Behlül Dânâ cevap vermez, müsaade ister ve Harun Reşid'in yanından ayrılır. Behlül, uzun süre gelmeyince Harun Reşid, Behlül'ün nereye gittiğini merak eder, yanındakilere sorar, ''araştırın nereye gitti Behlül'' der... Adamları araştırıp gelirler, ''Behlül kenefte efendim'' derler... Behlül keneften de uzun süre çıkmayınca Harun Reşid meraklanır, yine görev verir yanındakilere ''gidin bakın bakayım, Behlül kubura falan düşmesin!'' Adamları yine kenefe giderler ve gelip Harun Reşid'e tekmil verirler: ''Behlül kenefte kendi kendine konuşuyor efendim'' derler... Bir süre sonra Behlül de çıkar gelir... Harun Reşid merakla sorar: ''Behlül!'' der ''kiminle konuşuyordun kenefte?'' ''Pisliklerle konuşuyordum efendim'' der Behlül. Harun Reşid şaşırır: ''Hayırdır, ne konuşuyordun pisliklerle? Ne diyorlar sana?'' diye sorar.  Ve Behlül, Harun Reşid'e şöyle cevap verir:

"Pislikler bana dediler ki efendim, 'aklını başına al, sakın insanların içine girme, bak bizlere, bizler çok nefis yemeklerdik, elvan türlü, hoş renkli, hoş kokulu, tatlı meyvelerdik, leziz içeceklerdik; ne zaman ki insan içine girdik çıktık da bu hale geldik.'"

Behlül Dânâ’nın kıssaları şimdilik bu kadar… 

Bu sefer bu kıssalardan ben hisseler çıkarmayacağım.... Herkes kendisine göre çıkarsın... Bu kıssalardan herkese yetecek kadar hisseler vardır diye düşünüyorum... Hele hele son kıssadan! 

Osman AYDOĞAN




Halife El Memûn

14 Nisan 2021

Abbasi Devleti’nin en güçlü ve en bilinen halifesi olan Harun Reşid’in dönemine ait çok hikâye vardır. Bunlardan Bermekîleri de dün bu sayfada anlatmıştım…


Bugünkü hikâyem de Harun Reşid'in oğlu Halife El Memûn ile ilgili...

Ancak bu hikâyeyi anlatmadan önce bu hikâyenin kahramanı Halife El Memûn’u kısaca anlatmam, tanıtmam lazım ki hikâyenin ağırlığı artsın diye düşünüyorum… İşte bu nedenle her zaman olduğu gibi kısa bir tarih turu yapmak istiyorum… 

Halife El Memûn

Türkçe’de El Memûn hakkında yazılmış çok az kitap varsa da güvenilir kaynak olarak ben yine İslam Ansiklopedisi'ne (C.29, s.101-104, Prof. Dr. Nahide Bozkurt) başvurmak istiyorum. Oradan da özetle ve eklemelerle şu bilgiyi aktarayım:


El Memûn (Tam Adı: Ebû Abbâs el-Memûn Abdullâh bin Hârûn Reşîd) (786 – 833) 786 yılında Bağdat yakınlarındaki Harun Reşit'in 11 erkek oğlundan birincisi olarak dünyaya gelir. 809'da babaları Hârûn Reşîd'den sonra Abbâsî Hâlifesi ilan edilen kardeşi Emin'e karşı yaptığı bir iç savaştan sonra 813'de onu halifelik tahtından indirerek idam edilmesinden sonra 813-833 yılları arasında 7. Abbasi halifesi olarak hüküm sürer. 833 yılında Tarsus yakınlarında 48 yaşındayken ölür... İlk Abbâsî halifelerinin mezar yerleri saklanmakla beraber Memûn'un Tarsus'ta gömüldüğü rivayet edilir…

El Memûn sıradan bir halife değildir.

El Memûn, doğa bilimlerine büyük bir ilgi duyar ve doğa bilimlerini savunur… Akıl ile bağdaşmayan, duyularla kanıtlamayan şeylerin gerçekliğine inanılmaması gerektiğini söyler.

El Memûn, işte bu düşünceyle Bağdat'ta ‘’Beyt'ül Hikme’’ adında bir bilim merkezi açar...  ‘’Beyt'ül Hikme’’ hem bir bilim evi, hem bir rasathane, hem çevirilerin yapıldığı bir merkez, hem de bir kütüphanedir. Bu kütüphanede bir milyon civarında kitabın olduğu rivayet edilir. O dönemde Bağdat’ta 36 resmi kütüphanenin yanında çok sayıda özel kütüphanenin bulunduğu ve Bağdat’ta entelektüel seviyede kitap okuyanların sayısının yaklaşık şehrin nüfusunun üçte biri kadar olduğu söylenir. El Memûn, burada bilim adamları ile buluşup fikirlerini yarıştırır… El Memûn kendi sentezini tüm fikirleri dinledikten sonra oluşturur…

El Memûn Bağdat’ı bilimin bir merkezi haline getirir. Matematik, gökbilim, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış Fars bilim insanı El Hârizmî’yi Bağdat’a davet ederek ona kol kanat gerer. Çünkü bu dönemde âlimler için en kutsal ilim Matematik'tir.

El Memûn, Bizans’ın felsefe, mantık ve matematik bilgini ve gerçek bir Rönesans insanı olan, Matematikçi ya da Felsefeci Leo diye anılan Bizanslı düşünür Leo’yu Bizans İmparatorundan kendilerine bir şeyler öğretebilmesi için bir süre yanlarına yollamasını ister. Karşılığında elli kilo altın ve süresiz barış önerir. Bizans imparatoru 3. Michael'a karşı zafer kazandığında, savaş tazminatı olarak para ve altın yerine eski el yazmalarını talep eder… Bu dönemde felsefe, hendese, mûsiki ve tıp alanlarında yazılmış eserleri getirmeleri için İstanbul’a heyetler gönderir. Bizans’tan getirilen eserler arasında Platon (Eflâtun), Aristo, Hipokrat, Galenos (Câlînûs), Öklid (Euclides) ve Batlamyus gibi filozof ve tabiat bilimcilerine ait olanları da vardır. Getirilen bu eserler Arapça‘ya çevrilir. Baş çevirmenliğini yapan Suriyeli Hristiyan’a Arapçaya çevirdiği eser başına, kitabin ağırlığı kadar altın verdiği rivayet edilir...

El Memûn, sadece Bizans’tan değil İran, Mısır, Hindistan, Afrika ve Çin başta olmak üzere Dünya'nın çeşitli bölgelerinden bilginleri ve kitapları Bağdat'a getirtir. Bu şekilde dünyanın her yerinden Bağdat'a akın akın bilginler gelir.

El Memûn, Horasan’dan vali iken tanıdığı ve Memûn'un dostluğunu kazanan Musa bin Şakir'in oğulları olan Beni Musa Kardeşler'i (Muhammed, Ahmed, Hasan kardeşler) Bağdat’a getirterek El Hârizmî ile beraber astronomi çalışmalarına yönlendirir. El Memûn, bu üç kardeşi Eratosthenes ve diğer Antik Yunan bilimcilerinin yaptığı ölçümleri doğrulamak üzere Dünya'nın çevresini ölçmekle görevlendirir. Dünya'nın çevresini ölçen Beni Musa Kardeşler, sonucu 24.000 mil olarak bulurlar. (Bugünkü ölçümlerin sonucu 24.092 mildir) Yine aynı ekip iki ölçü ekibiyle bir noktada kutup yıldız yüksekliğini ölçerek dünyanın yarıçapını 6595 km olarak tespit ederler. (Bugünkü ölçümlerin sonucu dünyanın yarıçapı r=6371 km'dir.

El Memûn, Cennet ve Cehennemi bir kavram olarak görür. El Memûn, akılcılığı ve özgür iradeyi savunur ve bu düşünceleri halk arasında yaygınlaştırmayı amaç edinir. Bu nedenle de mantık kurallarıyla çelişir gördüğü ayet ve hadisleri ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlayan ve bu yorumlarında akla öncelik veren ve akılcı bir mezhep olan Mutezile’yi savunur. El Memûn, bu düşüncelerini halka benimsetmeye çalıştığında da her zaman olduğu gibi ve doğal olarak Sünni ulema ile arası bozulur…

Gelecekteki ideal toplumun ancak bilim ve akılcılıkla oluşturulabileceğine inanan ve bu uğurda çaba gösteren El Memûn'u tarihçiler âlim, filozof, zeki, ilme değer veren bir hükümdar olarak nitelendirirler ve El Memûn’un saltanat devrini de İslam tarihinin en parlak dönemlerinden biri olarak gösterirler.

El Memûn'dan sonra Abbasiler

Girişte bahsettiğim gibi El Memûn, 833 yılında Tarsus yakınlarında 48 yaşındayken ölür. El Memûn ölüm yatağında yatarken bir buyruk hazırlatarak yerine kardeşi olan Ebu İshak'ın Mutasım adıyla halife olmasını ister ve ölünce yerine halifeliğe Mutasım geçer.

Mutasim'in hilafeti sırasında Abbasi imparatorluğunun bölünmeye başlar. Irak ve Suriye Arap olarak karakterini korur ancak Horasan ve kuzey doğu bölgeleri gittikçe İranlı karakteri almaya başlar.

Mutasım’ın yerine geçen oğlu Vâsık’ın (842-847) ölümünden sonra Abbâsî Devleti parçalanma sürecine girer.  Abbâsî toprakları üzerinde yirmiye yakın devlet ve beylikler kurulur…

İran'da hüküm süren Büveyhiler, 945'te Bağdat'a egemen olurlar. Bundan sonra Abbâsî halifeleri Büveyhilerin izniyle başta kalabilirler… Halife Kâim'in (1031-1075) çağrısı üzerine Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul, 1031 yılında Büveyhileri Bağdat'tan çıkarır ve Abbâsîlere yeniden saygınlık kazandırır…

Ne var ki Abbâsîler bu tarihten sonra hiçbir zaman eski askerî güçlerine ulaşamazlar… Mustazhir dönemindeki Haçlı Seferleri karşı başarılı olamazlar. Büyük Selçuklu Devleti'nin parçalanmasıyla birlikte Abbâsîler yeniden gücünü yitirirler...

Hazin son

Moğol hükümdarı Hülagü'nün ordusu 10 Şubat 1258'de halifeliğin başkenti Bağdat’ı ele geçirir ve Bağdat Moğollar tarafından yağmalanır…

Bağdat'ın işgali, İslam tarihinin en yıkıcı olaylarından birisidir… Şehrin düşüşünü Moğol katliamı takip eder. 200 bin ile bir milyon arasında Müslüman nüfus katledilir. Yalnızca şehirdeki Hristiyan nüfusunun canı bağışlanır…

Bu yağma esnasında ‘’Beyt'ül Hikme’’ yerle bir edilir… Burada bulunan kitaplar Dicle Nehri'ne atılır. Yüzlerce yıllık bu eserlerden akan mürekkep nehrin suyunu siyaha bular… Dicle nehri aylarca ve aylarca siyah renkte akar… Matematik, fen, coğrafya, astronomi, tarih, ilahiyat ve fıkıh ile ilgili binlerce eser sonsuza dek kaybolur... 

Bağdat'ın yok edilmesinin, bir şehrin işgalinden daha fazla bir karşılığı vardır. Bu, aynı zamanda İslam Dünyası'nın hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak olan siyasi, kültürel ve dini merkezinin yok edilmesi anlamına da gelmektedir…

Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985) ‘’A History of Civilizations’’ (Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) adlı eserinde bu Moğol istilası hakkında özetle şunları yazar: 13. yüzyıldaki İslam dünyasına yönelik bu Moğol istilasının sadece Bağdat’la sınırlı kalmaz, İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… Yani Braudel bizim bildiğimiz kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…

827 yılında gerçekleşen akla dayalı, bilimci bu devrim İslam topraklarında bir daha yaşanmaz. Ancak bir benzeri 1100 yıl sonra Türkiye’de Atatürk devrimleri ile görülürse de Atatürk’ten sonra gelenler tıpkı Moğolların yaptıkları gibi bu medeniyeti de tahrip ederler… Bu coğrafyada günümüzde artık TV'lerde açık açık bilim yerine, komşular nasıl fişlenip öldürülür, komşuların eşleri kızları nasıl sahiplenilir, 12-15 yaşındaki kız çocukların evlilik maskesi adı altında nasıl ırzına geçilir, Kur’an kurslarına bir tuğla koyarak nasıl cennete gidilir, depremler, salgın hastalıklar Tanrı’ya ve bir grup insana nasıl bağlanır, salgın hastalık ortamında Ortaçağ’da bile yapılmayan lebaleb kongreler nasıl yapılır, T.C. Devleti’nin kurucularına nasıl hakaret edilir vb. konular tartışılmaktadır… Derdi zaten Fernand Braudel bahsi geçen eserinde; ‘’Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz… Tarih her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzer. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Kimi medeniyet yükselirken, kimi çiçeğe durmakta, bir diğeri gerilemekte, beriki çökmektedir.’’


Ayyy!... Pardon... Ben unuttum... Tarih denince daldııııım gittim. Halbûki ben El Memûn’un bir hikâyesini anlatacaktım değil mi?

Halife El Memûn ve at

Bağdat Halifesi El Memûn atlara çok meraklıdır. Bu nedenle büyük bir hara kurar, değerli atlar yetiştirir hatta başkalarının yetiştirdiği atları da alır… Bir gün çok güzel bir Arap atı getirirler, El Memûn atı görür görmez hayran kalır, oldukça yüklü bir para verip atı satın alır… Artık hep bu ata biner…


At o kadar güzel ve alımlıdır ki, bütün Bağdat atı izler, atı konuşur… Bağdat'ın varlıklı ve etkili kişilerinden biri olan Ömer de at seviyordur ve El Memûn'un atına tam anlamıyla kafayı takar… Önce gider Halife El memûn’a ödediği paranın iki katını teklif eder ama ret cevabı alır. Bu sefer üç katını önerir… El Memûn'un cevabı yine "hayır" olor… Halife El Memûn atını sever ve satmayı kesinlikle düşünmez… Ömer ise bu atı ele geçirmekten başka bir şey düşünmez olur…

Bir gün Ömer, halifenin tek başına şehir dışına çıkacağını öğrenir… Bir plan yapar. 

Halife şehir dışında atının üzerinde keyifle ilerlerken yolun kenarında eski püskü giysiler içinde, yüzü sarılı, hasta gibi kıvrılmış bir dilenci görür.

El Memûn iyi birisidir, aslında Ömer'den başkası olmayan dilenciyi o halde görünce üzülür, atından iner, dilencinin yanına gider; "Haydi, gel" der, "Yakında bir saray var, seni oraya götüreyim, yedirsinler, içirsinler, derdine baksınlar..." Dilenci titrek bir sesle "Sağolun efendim, ama günlerden beri ağzıma bir şey koymadım, yürüyecek takatim yok" diye cevap verir… Bunun üzerine halife dilencinin koluna girer, onu kaldırır ve atının üzerine oturtur. Titrek dilenci oturur oturmaz dirilir, dikilir ve atı mahmuzlayıp koşturmaya başlar…

El Memûn, o anda dilencinin atını almak için uğraşan Ömer olduğunu anlar ve arkasından koşarak durması için bağırmaya başlar. Ömer, bir süre daha atı koşturduktan sonra arkasından koşmaya devam eden El Memûn'un "Dur, sadece bir şey söylemek istiyorum" diye bağırdığını duyar… Merak eder ve uygun bir mesafede atı durdurur…

El Memûn, biraz soluklandıktan sonra konuşmaya başlar: "Atımı çaldın, şu anda seni durduramam, elimden de bir şey gelmez. Ama senden önemli bir şey istiyorum. Atım sende kalsın ve istediğimi yaparsan geri almak için de herhangi bir şey yapmayacağım." "Nedir isteğin?" diye sorar Ömer…

"Atımı nasıl, hangi kurnazlıkla ele geçirdiğini sakın kimseye anlatma, bu olay ikimizin arasında sır olarak kalsın." diye cevap verir El Memûn. Ömer şaşırır, "Neden?" diye sorar. ‘’ İtibarının sarsılmasından mı korkuyorsun?’’ "Hayır’’ der El Memûn ve anlatır:

‘’Ondan korkmuyorum. Sen bu olayı anlatırsan bu olayı bütün Bağdat, hatta çevre şehirlerdekiler bile duyar. Başkaları da seninle aynı kurnazlığı yapmaya kalkar. Ama asıl kötülük yol kenarında bekleyen hasta ve fakir insanlara olur. Korkum şu ki; bu olayı duyanlardan hiçbiri artık yol kenarında bekleyen aç ve hasta insanlara yardım etmek için durmaz. Hatta benim başıma gelen onların da başına gelmesin diye hızlanıp, geçer giderler..." 

Hikâye bu kadar...

Gelelim bu kıssadan (hikâyeden) çıkarılacak hisseye!

Günümüzde Halife El Memûn'un değil de; Ebu Süfyan’ın, Muaviye’nin, Yezid’in, Haccac bin Yusuf’un, Kutaybe bin Müslim’in yolunda giderek; Hüda'yı, Settar'ı, Rezzak'ı dilde sakız, gönülde nâkıs edenler; yüce dinimizi siyasetlerine alet edenler; Hak'kı, hakkı, hukuku ve adaleti katlederek İslam’ın ahlâk boyutunu unutup İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyenler ve o ibadetleri de gösterişe, lükse, israfa ve sefahate dönüştürenler; cinselliğini ehlileştirmeyi başaramayıp annesine, bacısına, kızına, sübyana şehvet duyacak kadar sapıklığın zirvesinde olanlar ve bu sapıklıklarını da İslam’a bağlayanlar; haramı, kul hakkı yemeği, haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapmayı, hırsızlık, yolsuzluk, kumpas, fitne, riya, yalan, dolan, namussuzluk, tecavüz, lüks, israf, sefahat, kibir, kin ve nefreti sanki İslam’da günah değilmiş gibi, hatta hatta İslam’ın gerekleriymiş gibi algılatanlar; bütün bu olumsuzluklar karşısında sessiz kalanlar; Afganistan’a, Irak’a, Libya’ya ve Suriye’ye karşı yapılan Haçlı Seferlerinde Friedrich Barbarossa’nın müttefiki olanlar ve tüm bunların bir sonucu olarak İslam coğrafyasını, insanlarının ülkelerini bırakıp Batı'ya iltica etmeye çalıştığı, kalanların ise birbirini boğazladığı bir mezbahaneye dönüştürenler keşke Müslüman olduklarını, hele hele bizlerden daha iyi Müslüman olduklarını söylemeselerdi…


El Memûn gibi benim de benzer korkum şu ki; bunları göre göre, bunları duya duya, bunları yaşaya yaşaya bu gidişle ümmet-i Müslimin İslam'dan, dinden soğuyacak… İşte asıl ben bundan korkarım... Çünkü İslam’a yapılacak en büyük kötülük budur!

Milletin, son zamanlarda neden deizme kaydığını zannediyorsunuz ki?

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Bekâ sorunu (2)

13 Nisan 2021


Dün, Şeyh Sadî Şirâzî'nin en bilinen eseri olan ''Bûstan ve Gûlistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009)’da yer alan bir hikâyeyi anlatarak gerçek bekâ konusunda bir örnek vermiştim. Bu hikâyede Şeyh Sadî Şirâzî', Fars Hükümdârı Dâra’yı şöyle konuştururdu: “Bir ülkede hükümdarın feraseti, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır…”

Bugün yine Harun Reşid dönemine ait bir başka hikâyeyi anlatarak gerçek bekâ konusunda ikinci örneği vermek istiyorum.

Ancak, hikâyenin anlaşılır olması için yine her zaman olduğu gibi (!) önce kısa bir Tarih bilgisi vermem gerekiyor…

Bermekîler

Abbâsîler zamanında devlete hâkim olan bir cemaat – pardon bir aile var: ‘’Bermekîler’’... Önce bu cemaati - pardon, önce bu aileyi anlatmak istiyorum. Bu konuda aslında fazla kaynak da yok ancak içlerinde en güvenilir kaynak Türkiye Diyanet Vakfı yayını ''İslâm Ansiklopedisi''dir. (Cilt 5, sayfa: 517) O zaman özetle bu kaynağa gideyim:


‘’Bermek’’ sözcüğü, Belh'deki Budha’cı Nevbahar tapınağının başrahibine verilen unvandır. Bermek, işte bu ailenin kurucusu, saptanabilen en eski üyesidir. Bermek’in Belh'te astronomi, felsefe ve tıp bilimleriyle uğraştığı; Halife Abdülmelik'in sarayında görev aldığı biliniyorsa da Müslümanlığı gerçekten kabul edip etmediği tam olarak bilinmiyor.

İşte ailenin kurucusu bu Bermek’in oğlu Halit bin Bermekî (öl. 782) babasının aracılığıyla Emevî halifesi Abdülmelik'in sarayında görevlendirilir.  Ebu Müslim el Horasanî’'nin yönetiminde Abbâsîler'in halifeliği ele geçirmesine katkıda bulunur. İlk Abbâsî halifesi Ebülabbas'ın güvenini kazanarak devlette önemli görevlerde bulunur.

Halit bin Bermekî öldükten sonra oğlu Yahya bin Halid (739-805) önce Musul valiliğine atanır sonra da Halife Mehdi onu Bağdat'a çağırarak oğlu Harun Reşid'in eğitim ve öğrenimiyle görevlendirir. Harun Reşid halife olunca da Yahya bin Halid sınırsız yetkilerle vezirlik makamına atanır (786). Yahya, oğulları Fazıl ve Cafer'in de yardımlarıyla devleti 17 yıl yönetir. (786-803)

Yahya bin Halid, on yedi sene vezirlik makamında kaldıktan sonra  oğuldan oğula geçen vezirlik Bermekî ailesinden dördüncü ve son vezir olan Cafer bin Yahya’ya geçer. (Bazı kaynaklarda ismi Cafer-i Bermekî olarak da geçer) Cafer bin Yahya’nın Halife Harun Reşid ile çok yakın bir dostluğu vardır.

Cafer bin Yahya  (767-803), Halife Harun Reşid'in kendisine beslediği büyük güven ve yakın ilgiden yararlanarak, denetimine verilen eyaletleri Bağdat'tan ayrılmaksızın yardımcıları aracılığıyla yönetmeye başlar.

Bu noktada konudan kısa bir süre ayrılarak Cafer bin Yahya hakkında anlatılan bir söyleşiden bahsedeceğim:

Siyaset budur!...

Abbâsî'ler, Ebu Müslim el Horasanî'nin de (yine daha önce bu sayfada Ebu Müslim el Horasanî'yi de anlatmıştım) yardımıyla Emevîlerle savaşarak Abbâsî devletini kurmuşlardı. Ancak bu devletin kuruluş aşamasında çok Emevî kanı akmıştı. Bir gün bir mecliste bir sohbet esnasında, idarenin Emevîler'den Abbâsîler'e geçişi konuşulurken, Abbâsîler iş başına gelirken akıtılan bu kandan ve binlerce insanın katledilmesinden bir muvaffakiyet gibi bahsedildiğinde, Cafer bin Yahya'nın şöyle konuştuğu rivayet edilir: 

"Bu bir maharet değildir... Zîrâ o katledilenlerin kanlarından birer intikam ağacı meydana gelir ve istikbalde acı neticeleri ortaya çıkar... Asıl maharet odur ki, mesela idareyi Emevîler'den alıp Abbâsî'lere vereceksin ama Emevîler kendi ellerinde zannedecek... Siyaset budur!..."

Aktarması benden, bu söz üzerinde düşünmeyi ve günümüze uyarlamayı siyaset erbabına bırakıp ben tekrar konumuza döneyim!... Ben aklıma geleni şimdi buraya yazsam belki amirallerimizin başına gelen benim de başıma gelir!...

Bermekîlere devam…

Bermekîler'in İranlı olmaları ve Abbâsî halifeliğinin kuruluşundan bu yana devletin yönetiminde en üst düzeyde yer almaları bazı güçlü Arap emirlerini gücendirmeğe başlar. Harun Reşid de askerîye dâhil, bürokraside ve devletin bütün kademelerine yerleştirdiği, ne istedilerse verdiği ve ülkede kendisinden daha fazla sözü geçen bu cemaati, pardon bu aileyi artık kendisi için de tehlikeli gördüğünden ortadan kaldırmaya karar verir.

Harun Reşid, çok ince bir tuzak hazırlayarak, kız kardeşi Abbase'yi sözde bir nikâhla Cafer bin Yahya ile evlendirdiyse de gerçek karı-koca olmalarına izin vermez. Cafer bin Yahya ile kız kardeşinin bu yasağı çiğnemeleri sonucu, zaten tuzağını bu temel üzerine kurmuş olan Harun Reşid, hac ziyaretinden dönünce Cafer bin Yahya'yı öldürtür (803). Onun babası Yahya, ağabeyi Fazıl ve öteki iki kardeşini de görevlerinden alarak tutuklattır, mallarına el koyar. Böylece Abbâsîler döneminin en ünlü vezir ailesi olan Bermekîler bir buyrukla ortadan kaldırılmış olur. (803)

Anlatacağım hikâye için bu giriş ‘’kısa bir bilgi’’yi aşarak sanki Tarih dersi gibi olduysa da af ola…

Şimdi gelelim hikâyemize…

Halife Harun Reşid, Bermekî olan veziri Cafer bin Yahya ile birlikte külliyenin – pardon, Saray’ın bahçesinde gezerken, canı meyve çekiyor... Elmayı dalından koparmak için uzanıyor, ne var ki; orta boylu olduğu için meyveye yetişemiyor!...


Veziri Yahya’ya diyor ki; “Omzuma çık, o meyveyi kopar ve bana ver!” Vezir zayıf olduğu için, Halife’nin omzuna çıkıyor ve meyveyi koparıp, veriyor... 

Meyveyi yiyen Halife Harun Reşid, “çok lezzetliymiş” diyor, “Bana bahçıvanı çağırın... Bu lezzetli meyveden dolayı onu ödüllendireceğim”…

Zaten az ileride duran ve olan-biteni hayretle seyreden bahçıvan geliyor... Halife, ona; “sana bir ödül vereceğim, dile benden ne dilersen” diyor...

Bahçıvan diyor ki; “Sultanım, sizden bir tek isteğim olacak... Bana, benim Bermekî olmadığıma dair bir belge verir misiniz?”

Halife şaşırıyor!.. “Herkes devlet kademesinde görev almak için cemaat – pardon bir Bermekî şeceresi uydururken, herkes Bermekî olmaya can atarken, sen niye Bermekî olmadığına dair belge istiyorsun ki? Kaldı ki, sen bir Bermekîsin!.. Bermekî olmaktan niye kaçınıyorsun?”

Belgeyi almakta ısrar eden bahçıvan diyor ki; “Evet, ben bir Bermekîyim... Ama mademki, benden bir istekte bulunmamı istediniz... Ben bu belgeyi istiyorum, başka da bir isteğim yoktur!”

Halife Harun Reşid de; “madem ısrar ediyorsun, istediğin belgeyi vereceğim sana” diyor ve daha sonra da, o belgeyi veriyor bahçıvana...

Aradan yıllar geçiyor…

Halife Harun Reşid, yattığı gaflet uykusundan nihayet uyanmaya, gözleri açılmaya, kulakları duymaya ve civar ülkelerden gelen uyarıların ve halktan yükselen tepkilerin hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlıyor!...

Bermekîler; Halife Harun Reşid’in kendilerine beslediği büyük güven ve yakın ilgiyi istismar ederek sadece Saray kademelerini değil eyaletleri de kendi yandaşları ile yönetmeye başlamışlardır!... Bermekîler askeriyeden adliyeye, mülkiyeden medreseye kadar devletin her kademesini bir ur gibi sarmışlar, en ücra yerlerine bile kendi adamlarını yerleştirmişlerdir!...

Yattığı derin gaflet uykusundan uyanan Halife, Bermekîlerin devlet içinde paralel bir devlet kurmak için uğraştıklarını ülkenin her yanını ele geçirdiklerini ve kendisini devre dışı bıraktıklarını fark edince derhal emir veriyor:

“Bermekîleri kılıçtan geçirin!... Yaşlılarını da zindana atın!”

Emir, yerine getiriliyor!... Bermekîler öldürülüyor. 

Peki, bu arada bahçıvana ne oluyor dersiniz?.. 

Halife’nin emri üzerine, görevliler bahçıvanın da evine de giderler... Ya kılıçtan geçirecekler, ya hapse atacaklardır! Ama bahçıvan; hemen, Bermekî olmadığına dair Halife imzalı belgeyi gösteriyor! “Gördüğünüz gibi, ben Bermekî değilim” diyor ve kellesini kurtarıyor...

Kılıçtan geçirme ve zindana atma operasyonu sona erince, Harun Reşid, son durumu öğrenmek için kurmaylarını çağırıyor ve soruyor; “Emrimi yerine getirdiniz mi?”

Kurmaylar der ki; “listedeki herkes ya kılıçtan geçirildi ya zindana atıldı... Sadece bir adam kaldı... Ama ona dokunamadık, çünkü elinde sizin imzaladığınız bir belge vardı!”

Halife; “Hatırladım ben onu... Onu bulun ve bana getirin” diyor... Bahçıvan huzuruna getirilince, Harun Reşid soruyor bahçıvana; “O gün, Bermekî olmadığına dair, benden ısrarla belge istedin... Ben de verdim... Peki, bugünlerin geleceğini nereden anladın?”

Bahçıvan diyor ki; “Sultanım; hani, o elmayı koparmak isterken, vezir, sizin omzunuza basmıştı ya... İşte o an dedim ki; eyvah, bizim sonumuz geldi!” Harun Reşid, araya girip; “Ama ben söyledim omzuma basmasını” deyince, bahçıvan diyor ki;

“Fark etmez Sultanım... Sizin, Sultan olarak, vezirinizin omzunuza basmasını istemeniz bir alicenaplıktır, büyüklüktür... Siz istemiş olsanız bile, vezirinizin omzunuza basması ise hem şımarıklık hem had bilmezlik hem de küstahlıktır!.. Bugün omuzunuza basan yarın tepenize basar... Sizin omzunuza basıp meyveyi koparmak yerine, pekâlâ beni çağırabilir ve benden isteyebilirdi!.. Bir adam, vezir de olsa, sultanının omzuna basacak kadar cüretkâr ve had bilmez olduysa, bunun sonu felâkettir!.. Ben, işte o gün bu felâketi gördüm ve sizden o belgeyi istedim.”

Eveeeet.. Ol hikâye işte bu kadardır…

Şimdi gelelim hisseye...

İbn-i Haldun söylerdi ya o muhteşem eseri Mukadime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzerler.” Sanki İbn-i Haldun bu sözünü Bermekîl'er için söylemiştir!


''Bir ülkede hükümdarın ferâseti, bir bahçıvandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.''

Biliyorsunuz bu söz bana ait değil. Dün de anlatmıştım, Şeyh Sâdi Şirazî'nin Fars Hükümdârı Dâra'ya söylettiği sözdü. Bu memlekette ikide bir olur olmaz sorunlar karşısında gereksiz yere ‘’bekâ’’ sözcüğünü kullanıyorlar ya... İşte gerçek bekâ sorunu budur:

''Bir ülkede hükümdarın ferâseti, bir bahçıvandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.''

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Feraset: Anlayış, seziş, sezgi, zekâ…


Bekâ sorunu (1)

12 Nisan 2021


Son yıllarda ülkede ‘’bekâ sorunu’’ konusu çok fazla kullanılır oldu… Hemen hemen her sorun bu ülkede bir ‘’bekâ sorunu’’ olarak sunulur oldu…  ‘’Bekâ sorunu’’ bu ülkede hiç bu kadar ele ayağa düşmemiş idi… Dolayısıyla ülkede bir ‘’bekâ sorunu’’ enflasyonu yaşanmaktadır. Böylece ‘’gerçek bekâ sorunu’’nun üstü örtülmüş, gizlenmiş oluyor… Hal böyle olunca da gerçek bekâ sorununu açıklamak da bana düşüyor…

Gerçek bekâ sorununu Şeyh Sâdî Şirâzî'nin bir kıssası ve bu kıssadan çıkarılacak bir hisse ile anlatacağım. Ancak önce Fars edebiyatının gücünü ve Şeyh Sâdî Şirâzî’nin derinliğini kısaca anlatmam lazım ki hikmetin ve gazelin üstâdı Şeyh Sâdî Şirâzî'nin ve kıssasının ağırlığını bilip verdiği hissenin değerini anlayalım...

Fars edebiyatı

Fars edebiyatı, yaklaşık 2500 yıllık bir dönemi kapsayan, Rus edebiyatı ile beraber dünyanın en büyük ve en muazzam bir yazın kültürü olan bir edebiyattır... Kaynakları; Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Orta Asya'ya, tarihi de MÖ 650'ye kadar uzanır. Hatta bu gelenek daha da eski tarihlere taşınarak, Zerdüşt dininin kutsal kitabı olan Avesta'nın İran edebiyatının en eski örneklerinden biri olduğu ileri sürülür. Ama yazılı edebiyat eserlerinin çoğu Pers krallığının İslamiyet’e geçişinden sonradır. Böylesine köklü bir edebiyatın dili olan Farsça da, XII. yüzyıldan başlayarak Anadolu'dan Hindistan'a kadar birçok halkın ortak kültür dili olmuştur. İran edebiyatındaki Firdevsî, Ömer Hayyam, Sadî Şirâzî ve Hâfız Şirâzî bütün dünyada tanınır…

Böylesine köklü ve derin bir edebiyatı olunca da İran öykü, hikâye, masal ve fıkraları da aynı şekilde derin ve felsefi olmaktadır. Konumuz İran edebiyatı değil tabii ki… İşte böylesine köklü ve derin bir kültürden bugün Şeyh Sâdî Şirâzî'den gerçek bekâ sorununu anlamak için bir hikâye anlatacağım. Ama önce Şeyh Sâdî Şirâzî'’yi kısaca anlatmam gerekiyor…

Şeyh Sâdî Şirâzî

Şeyh Sâdî Şirâzî (1193-1292) Fars şâir ve İslam âlimidir... Günümüz İran topraklarının Şiraz kentinde doğar. Daha sonra Bağdat'a gidip Nizamiye medreselerinde öğrenimini tamamlar.


30 yıl boyunca Hindistan ve Kuzey Afrika'yı dolaştıktan sonra 1256'da memleketi Şiraz'a dönerek şiirlerini yazmaya başlar. Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılır. Haçlılara esir düşer. Sonraları, bilgisine hayran kalan Suriyeli bir tacir, fidye vererek, Sâdî’yi Haçlıların elinden kurtarır ve kızı ile evlendirerek himayesine alır.

Sâdî’nin evlilik hayatı hiç de mutlu geçmez. Karısı onu, daima, babasının kurtardığı bir köle olarak görür ve ona karşı çok kötü davranır. Şair, en sonunda, evini barkını bırakıp kaçmak zorunda kalır. Acılarla dolu geçen bu evlilik hayatından kalan hâtıralarının izleri, onun bir kısım eserlerinde yer alır. Acılı hayatının tersine Arapça kökenli olan Sâdi ismi ''mutlu'', ''uğurlu'' anlamındadır…

Anadolu’yu, Çin’i, Hindistan’ı da dolaşan Sâdî, yaşının olgun çağlarında Şirâz’a döner. Bundan sonraki hayatını tamamen şiire, ilme, kültüre vererek ölmez eserlerini yaratır. 98 yaşına kadar yaşar. Geniş bilgisinden, iyi ahlâkından ötürü, bütün Doğu kaynaklarında, ''Şeyh Sâdî'' diye anılır. Bütün şiirlerinde Sâdî mahlasına rastlanır… Sâdî, ana dili olan Farsça’dan başka, Arapça, Hintçe ve Lâtince de bilir…

Bûstan ve Gûlistan

Şeyh Sadî Şirâzî'nin en bilinen eseri içinde hikâyelerini topladığı ''Bûstan ve Gûlistan'' (Beyan Yayıncılık, 2009) isimli eseridir. Gûlistan; ‘’gül bahçesi’’, Bûstan ise ‘’çiçek bahçesi’’ demektir. Her iki eser daha XIV. yüzyılda Türkçe’ye çevrilir. Bûstan’ın önsözü yeryüzünde söylenmiş en lirik edebi parçalardan biri sayılır. Sâdî’nin eserlerinde, çoğunlukla, öğretici, öğüt verici bir hava vardır. Toplum düzeni, ahlâk, fazilet, hürriyet konuları eserlerinin başlıca karakterini teşkil eder. Aşağıda ''Bûstan ve Gûlistan'' kitabından alınan bahsettiğim hikâyeyi, yani kıssayı sunuyorum…


‘’Bûstan ve Gûlistan’’dan bir kıssa

Fars Hükümdârı Dâra (III. Dârius)’nın bir sürek avında askerlerinden uzaklaşıp ayrı kaldığını duy­dum. Bir at çobanı, koşarak ona doğru ilerliyormuş. Adamı tanımayan Dâra'nın kalbine kuşku düşmüş ve kendine; “Bu gelen, düşmanlarından biri olsa ge­rek. Yanıma varmadan okumla onu öldüreyim.” demiş. Yayını germiş, okunu hazırlamış, biraz daha yaklaşsın diye beklemeye koyulmuş. Bunu gören çoban uzaktan seslenerek; “Ey İran’la Turan’ın şahı, ey ulu Dâra; kem gözler senden ırak olsun. Ben düşman değilim. Efendimin atlarını besleyen basit bir çobanım ve işim yüzünden buradayım.”


Haykırışları duyan Dâra rahatlamış ve gülerek; “Hey düşüncesiz adam, sana mübarek bir melek yardım etti. Yoksa öldüğün gün, bugündü.”

Çoban da gülerek karşılık vermiş; “İnsan iyiliğini gördüğü efendisine hiç kötülük düşünür mü? Haddimi aşarak size, doğru yolu göstermek ve bu bağ­lamda öğüt vermek istiyorum. Dostuyla düşmanını ayıramayan sultan, acizdir. Büyükler, küçüklerini bilmeli. Siz, beni sarayınızda defalarca gördünüz; atla­rı, meraları sordunuz. Şimdi ben muhabbet ve hürmetle geliyordum yanınıza. Ancak siz beni tanımadınız. Oysa ben, şu yüzlerce at içinde istediğiniz özellik­teki atı hemen bulup çıkarırım. Demek ki çobanlık, akıl-fikir işidir. Siz de be­nim gibi olun, sürünüzü iyi tanıyın, onları her türlü tehlikeden koruyun.”

Bu öğütler Dâra’nın çok hoşuna gitmiş ve hemen oracıkta çobanı ödüllen­dirmiş. Utanmış kendinden ve içinden; “İnsan, bu öğütleri kulaklarına değil, kalbine yazmalı. Bir ülkede hükümdarın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır” diye geçirmiş…

Ve kıssadan hisse

Bir ülkenin başveziri, hem de bu çağda, elinin altında devletin her türlü istihbarat imkânları varken ve devletin uyarılarına rağmen, dostunu düşmanını ayırt edemeyip koynunda yılan besledikten sonra çıkıp da ‘’yok aldandım, yok aldatıldım’’ diye demeçler veriyorsa o ülkede gerçekten bir bekâ sorunu var demektir… Çünkü Şeyh Sâdi Şirâzî'nin Fars Hükümdârı Dâra'ya söylettiği gibi; ''Bir ülkede hükümdârın tedbiri, çobandan daha aşağı olursa, oranın yıkımıyla kırımı yakındır.” 


Bu memlekette ikide bir ‘’bekâ’’ sözcüğü konuşuluyor da, bekâ sözcüğü enflasyona uğramadan gerçek bekâ sorunu nedir bir hatırlatayım istedim...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Kaf Dağlarının türküsü (1)

10 Nisan 2021

Gündem can sıkıcı… Hava serin, kasvetli ve boğucu… Salgın nedeniyle evlerde de hapisiz... En iyisi böylesi bir günde gelin size iki muhteşem Erzurum türküsünü anlatayım…. Her ikisinin de bende çooook derin izleri vardır… Bir türkü bir insanın zihninde, beyninde, gönlünde bu kadar mı çakılı kalır? Bir türkü bir insanı bu kadar mı şekillendirir? Bir türkü bir insana bu kadar mı derin etki eder? Kalırmış, edermiş işte… Yaşayarak öğreniyor insan… Bugün bu türkülerden birisini anlatayım: ‘’Tutam yâr elinden tutam’’ Diğerini de yarın anlatayım...


Bu türkü benim zihnime, gönlüme bir nasıl kazındı? Bu türkü bana bir nasıl etki etti? Bu türkü beni bir nasıl şekillendirdi? Bunun için gelin sizi neredeyse bir kırk yıl öncesine götüreyim...

Önce, kırk yıl evvelinin bir yolculuk hikâyesi:

Kaf Dağlarına doğru bir yolculuk

O günkü tozlu yollarını hatırlıyorum Kâbil’e o ilk gidişimin… Binlerce kilometreyi araçla kat ederek gelmiştik… Beldeler, yöreler, diyarlar, iklimler, ülkeler geçmiştik… Kıvrım kıvrımdı, büklüm büklümdü yollar… Döne dolana dağlara çıkmış, bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla, bir kuş gibi süzüle süzüle vadilere inmiştik… Vadi tabanlarından kayarak, bir su kenarından süzülerek, bazen de bir dağın yamaçlarına yaslanarak günlerce yol almıştık… Biz yol aldıkça hep yol uzamıştı, her aştığımız tepede menzil hep daha bir uzak görünmüştü…

Yol boyunca; çeşit çeşit, süslü süslü sanki bir karınca sürüsüymüşçesine hiçbir trafik kuralına uymaksızın yollara düşmüş, bir kervan misali otobüsler, kamyonlar, otomobiller ve arabalarla karşılaşmıştık...

Yolculuk esnasında, ''her günün ufkunu sardıkça gece'', ben hep "belki bu son akşamdır" diye düşünmüştüm… ''Bu emel gurbetinin yoktu ucu''… Günlerce gitmiştik, biteceğine hep uzamıştı yollar… ''Varmadan menzile ölmekten'' korkmuştum…

Kâbil yollarında Cahit Külebi’nin ‘’Sivas Yollarında’’ isimli şiirini hatırlamıştım… Şiirin son dizesi şöyleydi:

‘’Kamyonlar gelir geçer, kamyonlar gider

Toz duman içinde,
Şavkı vurur yollara,
Arabalar dağılır şoförler söğer,
Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider.’’

Şiirdeki ‘’Sivas’’ yerine ‘’Kâbil’’ koysam sanırım yollarda gördüğüm manzarayı daha iyi anlatırdı…

Ve bu yolculuğumuzda bize eşlik eden bir şey vardı ki o olmazsa bu yolculuk olmazdı diye düşünürüm hala... O olmazsa o yol bitmezdi diye düşünüyorum hala. O olmazsa o yolu biz çekemezdik diye düşünüyorum hala... O da elimizdeki küçücük el kadar pilli transistörlü bir radyo idi...  Tek dinleyebildiğimiz yayın da ‘’uzun dalga’’ yayını idi... Ve bu uzun dalga yayınından da tek dinleyebildiğimiz radyo ise; ‘’Uzun dalga 1254 m Erzurum Radyosu’’ idi… Ve Erzurum Radyosu olunca da illaki de halk müziği ve Erzurumlu halk müziği sanatçısı Raci Alkır olurdu!... Ve Raci Alkır’ın o zamanlardan zihnime kazınmış, beynime bir mıh gibi saplanmış ve dilimden hiç düşmeyen türküsü: ’’Tutam yâr elinden tutam’’

Bu türkü yolculuk esnasında sadece bize, kulaklarımıza değil de sanki Raci Alkır bu türküyü yol esnasında aştığımız dağlara söylerdi, vadilere söylerdi, yamaçlara söylerdi, ovalara, yollara, nehirlere söylerdi… Ve dağların, vadilerin, yamaçların, ovaların, yolların ve nehirlerinde de bu türküye bir aksi sedası olurdu. Ve türkü; kulaklarımız, gönüllerimiz, kalplerimiz ile dağların, vadilerin, yamaçların, ovaların, yolların ve nehirlerin arasında bir pinpon topu gibi gidip gidip gelirdi... Sonra ise bu ses sanki bir dua imiş de Allah’a ulaşmak istercesine göğe çekilir ve açık sonsuz semaya süzülüp kaybolur giderdi:

''Tutam yâr elinden tutam

Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yâreli bülbül
İnem bağlara bağlara''

Ve dağlar, ovalar, vadiler, yamaçlar tekrar ederdi türküyü: ''Tutam yâr elinden tutam, çıkam dağlara dağlara, olam bir yâreli bülbül, inem bağlara bağlara…''

İşte böylesine günlerce ama günlerce yol gitmiştik… Hakiki yaşam da böylesine büyük bir yolculuk değil miydi işte?

Kaf Dağlarında

Bir güz başlangıcı idi Kâbil’e o ilk gelişimiz… O Kâbil’e o ilk gelişimde hatırladığım, Anadolu’dakinin bir benzeri stabil yol kenarlarında yetişen, sarı sarı, beyaz beyaz, mor mor, kırmızı kırmızı, pembe pembe renkleriyle Gülhatmi çiçekleriydi... Gülhatmi çiçekleri de hep annemi hatırlatırdı bana… Santrallere, telefonlara kayıtlar vererek, saatlerce, bazen de günlerce bekleyerek zorluklarla Kâbil’den ulaşabildiğim annemin sesi hep üzgündü o zamanlar… Hep sorardı o üzgün sesiyle: ‘’Neden Kâbil?’’ diye. ‘’Neden, neden???’’

Böyleydi işte benim yıllar yıllar öncesinde, tahminim bir kırk yıl kadar öncesinde Kâbil’e, sonrasında da Celâlâbâd’a o ilk gelişim. Ve böyleydi işte birdenbire ve ilk defa o kocaman kocaman dağlarla baş başa, yapayalnız kalışım… Ve böyleydi işte benim yine ilk defa o kocaman kocaman yalnızlığımla da baş başa, bir başına yapayalnız kalışım…

Ama ben, bu dağların arasında asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in o çok sevdiğim dizeleri ile baş başa kalmıştım aslında:

'‘Beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodular,

rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın,
senin etinden, tırnağından ayrı,
senin kokundan uzak.’'

Dizedeki gibiydi işte; beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodulardı, rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın, memleketimden, sıladan, sevdiğimden uzak....  

O günlerimde Kâbil’de yılların nasıl geçtiğini de pek anlamazdım, pek bilmezdim aslında. Birbiri ardına, ardı sıra, hep birbirinin aynısıymışçasına akıp giderdi yıllar. Bu yıllar bana Kemalettin Kamu’nun ‘’Bingöl Çobanları’’ isimli şiirini anımsatırdı;

‘’Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni,

Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.’’

Her şey ama her şey tekdüze idi buralarda… Yıllar biri birisinin kopyası gibi geçerdi… Ve kuzuların doğuşu idi bize yılların geçtiğini haber veren…

Kâbil’e bu ilk gelişim bir kaçıştı, bir unutuş süreciydi aslında… Her hayatın bir kaçış, her kaçışın da bir arayış olduğunu bilirdim… Ancak Kâbil’e bu ilk gidişim Kaf Dağlarının ardındaki ''Mehlika'’yı arayış değil, ''Mehlika’'dan kaçış ve unutuş süreciydi… Bir kedinin kuyruğu gibiydi kendisinden kaçtığım… Ben kaçtıkça arkamdan geldi, onu yakalamaya çalıştığımda da benden kaçtı… Bilmezdim ki tam otuz yıl sonra, ikinci gidişimde de Kâbil’de tekrar beni bulacak…

Cervantes söylerdi zaten hep; ‘’Aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır.’’

Kâbil'e yıllar yıllar sonra, yaklaşık bu ilk gelişimden bir otuz yıl sonra bir ikinci gidişim daha vardı ki bu da ayrı ve uzuuuuun bir hikâyeydi zaten...

Zümrüd-ü Anka Kuşu'nun huzurunda

Zamanla her şeye alışırmış insan… Zamanla ben de alıştım buralara... Burada bana yaşamımın en büyük öğretisi olarak; aslında yaşadığım her bir zorluğun ve kendime düşman bildiğin her bir şeyin, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçası olduğunu öğrenmem oldu… Ve en çok da, insanın her koşulda yaşayıp çalışabileceğini, kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceğini erken yaşlarda öğrenmem oldu…

Kâbil'e gelirken, zaten fazla bir eşya da alamazdık yanımıza, küçük bir valizim vardı, valizin içinde üç beş parça şahsi eşyam geri kalan ve çoğunluğu oluşturan ise kitaplar… Ve Türkiye'ye giden veya Türkiye'den dönen, gelen herkeslere kitap siparişi vermiştim buralarda kaldığım yıllar boyunca... Ve böylelikle aslında nerdeyse bir üniversite bitirmiştim ben Kâbil’de, Celâlâbâd’da… Ve ben sonuçta, buralarda okudukça anladım ki; kitapların amacı yaşamayı öğretmek değildi aslında. Kitapların amacı; içimizdeki yaşama başka türlü yaşama isteği uyandırmaktı, kendi içimizde yaşama imkânını, yaşamın ilkesini bulmaktı. İşte burada da bana öyle olmuştu; kitaplar ve bu dağlar, içimdeki yaşama başka türlü yaşama isteği uyandırmıştı, kendi içimde yaşama imkânını, yaşamın ilkesini vermişti...

Ve sonunda burada, ancak bu şartlarda, gerçekte hayatta ihtiyaç duyulan tek şeyin, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişme olduğunu idrak etmiştim. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrendim buralarda... Ve anladım ki yaşamın kendisinden beklediklerini karşılayanlar ve varoluşunda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başaranlar ayakta kalıyordu bu dünyada... 

Tabii bu kavrayış, anlayış ve öğretiler de birdenbire gökten vahiyle inmemişti bana... Bütün bu kavrayış, anlayış ve öğretileri de burada tanıdığım ve bana birebir öğretmenlik yapan, beni ben yapan Şehriyar'a borçluydum, onun sabahlara kadar bana anlattığı derslerine borçluydum... Şehriyar'ın tek kişilik okulunun tek öğrencisiydim. Okul deyince de sanmayın ki bir bina, bir dershane ortamındayım. Kimi zaman bir ağaç altında, kimi zaman bir kaya kovuğunda, kimi zaman bir tepe başında, kimi zaman arazide yürüyüş esnasında ders verirdi bana Şehriyar... Ve oradan getirdiğim en büyük hazinem de Şehriyar’ın bana anlattıklarından aldığım notlarımdı…

Ve Şehriyar hep bana şöyle derdi: ‘’Gerçekte kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir.’’ Gerçekten de o zaman ben kendi kişisel menkıbemi yaşıyordum ve hayat da bana karşı cömertti...

Bu düşüncelere ulaştıktan bir süre sonra da tam bir teslimiyetle kendimi bırakmıştım o dağların kucağına... Sonra bütünleşmiştim o dağlarla… O dağlar, o muazzam Hindukuş Dağları, o dağlar, o dağlar ben olmuştum işte… Hani avcının av olması gibi; gözlemleyendim o dağlarda, gözlemlendim... ''Tek''dim buralara geldiğimde o dağlarla ''bir'' oldum, ''bütün'' oldum, birleştim...

O dağlar ile özleştim, dağ oldum, vadi oldum, oradaki bitki oldum, çayır, çemen oldum... O dağlarda akarsu oldum, aktım... O dağlarda çiçek oldum açtım… O dağlarda rüzgâr oldum, estim… O dağlarda kar oldum, yağdım, güneş vurdu, eridim... Ben o dağların, o coğrafyanın bir parçası oldum... Asaf Hâled’in ‘’Dağların Delisi’’ isimli şiirindeki bir dize gibi: ‘’Benim gönlüm dağa düştü.’’ Aynı böyle olmuştu, burada benim gönlüm dağlara düşmüştü…

Kaf Dağlarının türküsü (1)

Bu dağlarda, bu yaylalarda, bu vadilerde, bu yaz aylarında, bu kış aylarında, bu ilkbaharda, bu sonbaharda hep ama hep işte bu türkü vardı zihnimde... Gün doğarken, gün batarken, gece, gündüz bu türkü vardı zihnimde... Dilimde, gönlümde, hayalimde hep bu türkü vardı zihnimde:

''Birin bilir binin bilmez

Bu dünya kimseye kalmaz
Yar ismini desem gelmez (olmaz)
Düşer dillere dillere''

‘’Tutam yar elinden tutam’’ türküsü; bir aşk türküsüydü, bir gurbet türküsüydü, bir memleket türküsüydü, bir hasret türküsüydü, bir özlem türküsüydü, bir Türkiye türküsüydü... Bu türkü Kaf dağlarına gidenlerin türküsüydü… Sadece benim değil ömrü gurbet ellerde geçmiş her duyarlı, her içten, her hassas insanın her dinlediğinde usul usul, için için, sessiz sessiz ağladığı bir türküydü; ‘’’Tutam yar elinden tutam.’’ 

Burada bu dağlarda, bu coğrafyada bu türkünün sözü de tınısı da içimi sızlatırdı, yüreğime dokunurdu, dokunmakla yetinmez yüreğimi bir ok gibi deler, ciğerlerimi bir bıçak gibi keser, bir ataş gibi yakardı beni. Hani derler ya ‘’burnumun direğini sızlattı’’ diye… İşte gerçekten burnumun direğini sızlatırdı bu türkü… Bu dağlarda, bu muazzam uzaklıklarda nasıl sızlatmasındı ki, değil mi?

''Emrah eydür bu günümdür

Arşa çıkar tütünümdür
Yare gidecek günümdür
Düşem yollara yollara''

Türküde arşa çıkan tütün değil bir feryâttı, bir figândı, bir yakarıştı, Allah’a bir duaydı… Dağların başında, bozkırların ortasında terk edilmiş, yol geçmeyen, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, yoksul, garip, mağmum, mahzun ve kavruk bir coğrafyayı ve bu coğrafyaya eşlik eden, bu coğrafyaya uyum sağlamış, bu coğrafyayla bir olmuş, bütün olmuş mahzun bir gönlü anlatırdı…

Ama en çok da içimde yalnız, yapayalnız, öksüz bıraktığım ama onun beni yalnız bırakmadığı, benimle beraber teee Kâbil’lere, Celâlâbâd’lara kadar gelen sevdamı anlatırdı… Sadece beni değil Kaf dağlarına giden herkesleri anlatırdı...

Vaktiniz olduğunda bu türkünün aşağıda bağlantılarını verdiğim yorumlarını dinleyin... Daha pek çok yorumu var, onları da dinleyin... Bu yorumları dinledikten sonra ister yâr ile dağlara çıkın, ister yareli bülbül olup bağlara düşün, ister yollara revan olun ama yeter ki yârin elinden tutun! Ve tuttuğunuz elin de kıymetini bilin, sımsıkı tutun ve bir daha bırakmayın! Çünkü insanoğlu ‘’birin bilir binin bilmez’’, ‘’bu dünya kimseye kalmaz’’, yarın ne olacağını bilmez.

Sonra, sonra da ''Tutam yâr elinden tutam'' diye feryâd, figân eylemeyin!

Osman AYDOĞAN

Saz sanatçıları Erkan Oğur ve Okan Murat Öztürk’ün birlikte hazırladıkları ‘’Hiç’’ adlı albümde yerini alırdı bu türkü. Türkünün ortasında da Derya Türkkan’ın klasik kemençeyle yaptığı bir solo vardır:

https://www.youtube.com/watch?v=GrORjGh-XNQ

Mey ve bağlama eşliğinde ‘’Tutam Yâr Elinden Tutam’’ Burada yazımda anlattığım koyun ve kuzu seslerini de duyarsınız. Meyde Deniz Selman, bağlamada Hasret Gültekin:
https://www.youtube.com/watch?v=dDzAcHEo-Ug

Amma amma ilaki de benim Kâbil yollarında, Kâbil'de, Celâlâbâd'da, o dağlarda, o vadilerde, o coğrafyada dinlediğim Raci Alkır’ın sesinden:
https://www.youtube.com/watch?v=G8NhvS-0tsc

Güler Duman kendince güzel yorumlar duru sesiyle bu türküyü:

https://www.youtube.com/watch?v=UsBSkmtOqPw

Erzurum'un o muhteşem türkülerinden sadece bir tanesiydi bu türkü. Erzurum yöresine ait olmasına karşın birçok yerde kaynak olarak Ercişli Emrah gösterilir. TRT Arşivinde kaynak olarak Raci Alkır, Suat Işıklı ve Mükerrem Kemertaş veriliyor. Cemal Demirsipahi tarafından derlenmiştir. Rept. No: 665. Hüseyni makamında olan bu türkü TRT arşivlerinde böyle tanıtılıyor…

Tutam yâr elinden tutam

Tutam yâr elinden tutam

Çıkam dağlara dağlara
Olam bir yareli bülbül
İnem bağlara bağlara

Birin bilir binin bilmez

Bu dünya kimseye kalmaz
Yar ismini desem gelmez (olmaz)
Düşer dillere dillere

Emrah eydür bu günümdür

Arşa çıkar tütünümdür
Yare gidecek günümdür
Düşsem yollara yollara



Zevzek

09 Nisan 2021

Günümüzde sağlıklı beslenme revaçta bir konudur… Bu maksatla onlarca kitap yazılmakta, TV programları hazırlanmakta ve insanlar sağlıklı beslenme konusunda zaman harcamakta ve kafa yormaktadırlar…

Bu nedenle de yiyeceklerimiz ve midemiz için çok hassas ve seçici davranıyoruz. Yiyeceğimiz domatesi manavdan özene bezene seçiyoruz, yiyeceğimiz elmayı, armudu seçe seçe alıyoruz. Ancak aynı özeni zihnimizden geçirdiğimiz kelimelere, düşüncelere ve kullandığımız kelimelere göstermiyoruz. Kötü, kokmuş ve çürümüş bir meyveyi yediğimizde nasıl bir sonuçla karşılaşıyorsak, aynı sıfatlı bir kelimeyi veya düşünceyi zihnimizden geçirdiğimizde ve kullandığımızda da daha kötü ve korkunç bir sonuçla karşılaşıyoruz…

Kelimelerin, işaret ettiği anlamların çok ötesinde çok güçlü anlamları, bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.

Aslında zihnimizden geçirdiğimiz ve kullandığımız bütün kelimeler birer ilaçtır. İngiliz şair, roman ve hikâye yazarı Rudyard Kipling de ‘’Kelimeler insanlık tarafından kullanılan en güçlü ilaçtır’’ derdi… Malum ilaçların zehirli olanları da vardır…

Şu sözler Mahatma Gandi’ye ait;

‘’Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.’’

Yani Gandi’ye göre söylediğimiz bir kelime sonunda kaderimize dönüşüyor…

Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir. Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984)

Bedia Akarsu Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir; ‘’Dili, insanın ruhu meydana getirmiştir. Dile gelen insan ruhudur. İnsanın konuşurken (ve de yazarken) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar. Dil konuşanın içini gösterir…’’

’’Kelimeler; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.'’ diyor Humboldt eserinde… Martin Heidegger de Humbolt’u desteklercesine ‘’Dil varlığın evidir’’ derdi…

Humboldt’a göre adların ve kelimelerin bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.

Mitolojide geçen bir Yunan atasözüdür: ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne yakındır.’’ Ve devam ederdi bu Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’

Bir Japon atasözü de şöyle derdi: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’

Görüldüğü gibi kullandığımız kelimeler basit birer ses kümesi değillerdir. Kelimelerin, işaret ettiği anlamların çok ötesinde çok güçlü anlamları, bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.

Siyaset sanatında kelimeler…

Dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler. Mitolojide kelimeler; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır…

Belki farkında değilizdir ama bu anlamda kelimeler en fazla gerçeği manipüle etmek isteyen siyaset alanında kullanılmaktadır. Çünkü dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler…

İşte bu nedenle otoriter yönetimlerde kelimelerin içeriğine ve ne anlama geldiğine de güç sahipleri karar vermektedirler…

Siyaset sanatında gerçeğin manipülasyonu için kimi gayeler zaman zaman tersi sözcük ve kavramlar kullanılarak sunulmaktadır. Bu politika yeni değildir. İkinci Dünya Savaşında Almanlar toplama kamplarını ‘’Die Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgür kılar) sözcükleri ile isimlendirmişlerdi…

Ancak günümüzde siyaset sanatında kelimeler öyle ustaca kullanılmaktadır ki Goebbels duysa kemikleri sızlar, mezarında ters döner ben bunları nasıl kaçırdım diye…

Mesela koskoca bir ülkeyi (Irak) işgal edip, milyonlarca insanı öldürüp, hırsızlıkla, tecavüzlerle, talanla ülkeyi tarumar edip dokuz milyon insanı yerinden yurdundan ediyorlar… Ama adına ‘’demokrasi getireceğiz’’ diyorlar…

Keza askerî bir harekât yapıyorlar adına ya ‘’barış’’ diyorlar ya da barışın simgesi olan ‘’zeytin’’in adını kullanıyorlar…

Her türlü antidemokratik tasarrufu, uygulamayı yapıyorlar, adına da ‘’ileri demokrasi’’ diyorlar, ‘’hukuk’’ diyorlar…

300 insan ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsında maden ocağında toprağın altına gömülüyor, adına ‘’fıtrat’’ diyorlar… Yine ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsından, plansızlıktan, rüşvetten, imar affından durduk yerden bina çöküyor, betonların altına 24 insan gömülüyor, adına yine ‘’fıtrat’’ diyorlar… Yine ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsından, plansızlıktan, rüşvetten, imar affından depremde binalar yıkılıyor, onlarca insan betonların altında kalıyor, adına yine ‘’fıtrat’’ diyorlar, ‘’şehit’’ diyorlar, ‘’kader’’diyorlar… Adana Aladağ'da kız öğrenci yurdunda yangın çıkıyor, 11 kız çocuğu diri diri alevlerde yanıyor, ''ihmal'' var, ''kanunsuzluk var'' diyorsunuz; ‘’fıtrat’’ diyorlar, ''kader'' diyorlar…

‘’Fıtrat’’, ‘’kader’’, ‘’şehit’’ dini terimler ya, akan sular duruyor, kimsenin aklına artık hesap sormak gelmiyor... Hâlbuki ‘’fıtrat’’ kelimesi Allah’ın canlılara doğuştan kazandırdığı bir özelliktir… ‘’Kedinin fıtratında tırmalamak vardır’’ gibi... ‘’İnsanın fıtratında nankörlük vardır’’ gibi... Ama bir karayolunun fıtratından bahsedilemez... Bir madenin fıtratından bahsedilemez... Bir binanın fıtratından bahsedilemez... Bir depremin fıtratından bahsedilemez... Ama sorgulayan kim?

Kendilerine yakın bir vakıf yurdunda kendilerine emanet edilmiş çocuklar vakıf personelinin ''tecavüz''üne uğruyorlar; en yetkili bakanı tarafından olaya bakılmayıp ''bir defalık'' diyorlar…

Bir ‘’külliye’’ diyorlar, bir kelime ile bin odalı bir israf sarayının üzerini örtüyorlar…

Keza bir ‘’istikşaf’’ kelimesi diyorlar, sonuçlarını beğenmedikleri bir seçimi yineliyorlar…

Aslı ‘’duyuru’ olan bir açıklamayı ‘’bildiri’’ diye servis edip ‘’darbe’’ iması yaratıyorlar…

Saymakla bitmez…

Oltaya takılan kelimeler…

‘’Olta’’; balık avlamakta kullanılan, istenilen uzunlukta bir misinanın ucuna takılı, özel olarak bu iş için yapılmış çengelli iğnenin adıdır. Oltaya bir yem koyarsınız, balık gelir bu yemi yiyeceğim derken çengele takılır, av olur…

Siyaset sanatında bu oltaya takılan çok kelime vardır. Bu kelimelere en iyi örnek ‘’Orta Asya’’ kavramıdır.

Bütün Tarih kitaplarında bugün ‘’Orta Asya’’ diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’ idi. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır. İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine oltaya takılan kelimeyi alarak ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir kelimeyle silip atıyoruz… Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen kaldı ne de Batı Türkistan’ı… Bu sözcükleri telaffuz edenlere bile artık Koranavirüslüymüş gibi şüphe ile bakıyoruz… ‘’Sincan’’; Çince ‘’yeni fethedilmiş bölge’’ demek… Adamların lisanıyla konuşuyoruz…

Anlıyorsunuz değil mi ‘’kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne yakındır’’ atasözünün siyasette ne anlama geldiğini… Sadece bir kelime ile bir milletin bir bölgeden tarihi siliniyor. Bir kelime ile bir ülke işgal ediliyor…

Aynı şekilde unvanlarında kocaman kocaman profesör yazan bazı akademisyenler Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ülkelerine ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’ diyorlar. ‘’Trans’’ öte demek, eğer Moskova’dan bakarsanız doğrudur bu ülkeler Kafkasya ötesi ülkelerdir, dolayısı ile ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’dir. Ancak Anadolu’dan, Ankara’dan bakarsanız öyle midir? Bu ülkeler her yönüyle ‘’öte’’ denemeyecek kadar Anadolu’nun bir uzantısıdırlar…

Dikkatsiz ve özensiz siyasetçilerin dilinde ters tepen kelimeler…

Siyaset sahnesine soyunmuşsanız eğer çok iyi bir tarih, edebiyat, felsefe, sosyoloji, psikoloji ve sanat bilgisinin yanında çok iyi bir dil bilgisine ihtiyaç vardır.

Dikkatsiz ve özensiz siyasetçilerin dilinde kelimelerin nasıl ters teptiğini iki örnekle açıklamak istiyorum:

Yıl 1983… 06 Kasım 1983 Genel Seçimler... MDP’de Turgut Sunalp, HP’de Necdet Calp ve ANAP’da da Turgut Özal başbakan adayı idiler… Seçimlerden birkaç gün önce TRT’de açık oturum var… O zaman TRT dışında başka hiçbir kanal yokt. Yani tüm Türkiye merakla bu açık oturumu izlemektedir. MDP seçimi kazanacağından o kadar emin ki açık oturuma katılmıyor...  Açık oturuma katılan HP’den Necdet Calp ve ANAP’dan da Turgut Özal… Sunucu konuşmacılara iktidara gelince ne yapacaklarını soruyor… Turgut Özal anlatıyor; barajlar, yollar, köprüler, fabrikalar yapacağını söylüyor… Sunucu tekrar soruyor; ‘’Hangi parayla?’’ Özal cevap veriyor: ‘’Birinci köprüyü satacağım, parasıyla da ikinci köprüyü yapacağım…’’ Köprü gündeme gelince Necdet Calp yumruğunu masaya vuruyor: ‘’Sattırmam!’’ Ancak Necdet Calp farkına varmadan bir ‘’sattırmam’’ kelimesiyle tüm dinleyicilerin bilinçaltına şu formatı atıyor: ‘’ANAP iktidara gelecek, köprüyü satmaya kalkacak ama ben muhalefette kalarak Danıştay’a, Yargıtay’a, AYM’ne giderek satışını yaptırmayacağım’’… Mutlaka diğer faktörler var ama seçim bir kelime ile kaybediliyor…

İkinci örneği fazla uzatmayacağım çünkü çok daha taze…

Günlerden 04 Mayıs 2018.. CHP lideri 24 Haziran 2018 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi için Cumhurbaşkanı adayını açıklıyor: ‘’Muharrem İnce, gel bakalım buraya!" Yaklaşık iki ay sonra yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi daha o gün o saatte o anda o beş kelime ile sona eriyor: ‘’Muharrem İnce, gel bakalım buraya!"

Hani Yunus Emre söylerdi ya, aynen öyle işte;

‘’Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.

Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.’’

Kültür manipülasyonu aracı olarak kelimeler…

Bazen de kelimeler aracılığı ile kültür manipülasyonu yapılmaktadır.

Örneğin; ‘’kadın’’ ve ‘’erkek’’ sözcükleri cinsiyeti belirtir. ‘’Bay’’ ve ‘’bayan’’ sözcükleri ise unvan sözcükleridir. Bu en basit kuralı bile unutarak sırf cinsiyeti çağrıştırıyor diye –çünkü siyaset artık ‘’cinsiyetten’’ utanmaktadır- ‘’kadın’’ yerine bir unvanı tanımlayan ‘’bayan’’ sözcüğü kullanılmaktadır. Bu nedenle de ‘’Kadınlar Voleybol Milli takımı’’ yerine yanlış ve kasıtlı olarak ‘’Bayanlar Voleybol Milli Takımı’’ deyimi kullanılmaktadır…

‘’Erkek’’ ve ‘’kadın’’ sözcükleri yerine ‘’bay’’ ve ‘’bayan’’ sözcüklerini kullananlar bu sözcükleri sehven ve masumane kullanmamaktadırlar. Bilinçli bir şekilde ‘’kadın’’ yerine  ‘’bayan’’ sözcüğünü kullananların bilinçleri altında kadını sosyal hayattan dışlamak zihniyeti yatmaktadır. Önce zihinden, kelimelerden silersiniz kadını sonra da sokaklardan, caddelerden, sosyal hayattan…

Keza aynı şekilde siyasette kullanılan eril dil de aynı amaca hizmet etmektedir. Sanmayın ki bu sözler masum masum, düşünülmeden, safça söylenmiştir. Bu sözlerin altında toplumda arzu edilen kültür dönüşümü yatmaktadır. Konu uzamasın diye örnekleri (ki çok fazla) vermiyorum…

Sonuç

Girişte kullandığım cümlede ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne yakındır’’ diye bir Yunan atasözüne ve ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır’’ diye bir Japon atasözüne yer vermiştim. Anlattığım gibi kullandığımız kelimeler basit birer ses kümesi değillerdir. Kelimelerin işaret ettiği anlamların çok ötesinde çok güçlü anlamları, bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.

Le Monde Diplomatique dergisi yıllarca önce ‘'Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’' adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı. Bu kitapçıkta yer alan Fransız gazeteci, yazar ve Le Monde Diplomatique dergisinin direktörü Claude Julien'in makalesinde Pétain’in başbakanlığı ve başkanlığı döneminde Fransa’da Pétain’in kaba olan kişiliğinin ve egemen olan ruh halinin bütün bir Fransa’yı etkilemiş olduğunu yazar... İşte siyasetçilerin de bu eril düşünce, söylem ve davranışları Claude Julien'in söylediği gibi dalga dalga artan bir şekilde bütün bir ülkeyi etkiliyor…  

‘’Boğaz kırk boğumdur’’ derler... Bu söz; konuşmak için, boğazdan bir kelime çıkarmak için kırk kere düşünmek anlamındadır... Söz konusu eğer siyaset ise kırk değil seksen kez düşünülmelidir, hele hele konuşan siyasetçi bunu mikrofon ve kamera önlerinde yapıyorlarsa seksen değil yüz seksen kez düşünülmeli, öyle konuşulmalıdır.

İşte bu nedenle İsmet İnönü şöyle derdi: ‘’Bir devlet adamı, ne konuştuğunun değil, neyi konuşmayacağının hesabını yapmalıdır.‘’

Hoş, bu kadar söze gerek yoktu aslında, atalarımız bir sözünde sadece siyasetçilere değil, herkese az ve öz söylemişti: ‘’Sözünü bil, pişir; ağzını der, devşir.’’ (*)

Dil konuşanın içini gösterir, kem söz de sahibine aittir...

Arz ederim...


Osman AYDOĞAN

(*) Ağzına gelen her sözü söyleme. Bir sözün nereye varacağını iyi düşün, ondan sonra söyle…




Montrö Boğazlar Sözleşmesi


08 Nisan 2021

1896 yılında İtalya Dışişleri Bakanı Don Onorato Caetani'ın oğlu, Antikçağ edebiyatı ve İslam tarihi uzmanı ünlü bir bilim adamı olan Leone Caetani’nin dokuz ciltlik ‘’İslam Tarihi’’ (Tanin Matbaası, İstanbul, 1924) adlı güzel bir eseri var. Mustafa Kemal Atatürk, Leone Caetani’nin bu dokuz ciltlik ‘’İslâm Tarihi’’ adlı eserini okurken, eserin 5. Cilt, 68. sayfasındaki “Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır” sözünün altını mavi kalemle çizer ve yanına çok mühim olduğunu belirtmek için iki defa çarpı işareti koyar. (Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, Turhan Kitabevi, Ankara, 1986, s. 47)

Çünkü Mustafa Kemal Atatürk Sofya’da ataşe iken yaklaşmakta olan I. Dünya Savaşına Osmanlı İmparatorluğunun girmemesi konusunda mektupları ile yönetimi uyarır, hatta savaş yanlısı Enver Paşa’nın makamına çıkarak bu uyarısını sözlü olarak da yapar.

Mustafa Kemal’in bu kapsamda sınıf arkadaşı Kurmay Yarbay Ali Fuat (Cebesoy)’a yazdığı bu mektuplarından birisi şu şekildedir:

“İngiliz-Alman rekabeti ve yeniden büyüyen Sırbistan’ın Avusturya ve Macaristan’ın güneyindeki Slavlar üzerinde iddiası yüzünden, pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilinir. Hiçbir hazırlığımız olmadan acele bu harbe de sürüklenecek olursak, Anadolu’muz, Boğazlarımız ve 500 yıllık Türk İstanbul’umuz muhakkak tehlikeye girer. Bu sefer bir kelime ile Türklüğümüz mahvolur. Bundan sonra hiç olmazsa kendimizi hülyalara kaptırmamalıyız. Zira telafisi mümkün olamayacak bir felaketle karşılaşırız. Gelecekte hiçbir hissiyata aldanmadan, kesin kararımız, Türk çoğunluğunun çizdiği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır.” (Prof. Dr. Hikmet Özdemir, ’’Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü 1914 Yılı’’, Tarih Çevresi Dergisi, Eylül – Ekim 2020, s. 37 – 38)

Ancak, sonradan Yavuz ve Midilli adını alan Alman Goben ve Breslav zırhlıları Karadeniz’e çıkarak Rus gemileri ve limanlarına saldırmalarıyla Osmanlı kendisini felakete sürükleyen I. Dünya Savaşına katılmış olur..

Mustafa Kemal Atatürk’ün Leone Caetani’nin kitabından altını çizdiği bu sözü ve uyarılarının şimdilik burada bırakıp Lozan Antlaşmasının mütemmim cüzü, yani Lozan Antlaşmasının ayrılması mümkün olmayan tamamlayıcı bir parçası olan Montrö Boğazlar Sözleşmesini anlamak için kısa bir tarih turu yapmak istiyorum…

Çünkü tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenenler sanki Osmanlı İmparatorluğu 1600’lü yıllardaki gibi bütün görkemi ve ihtişamı ile beraber ayaktayken Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ile bu imparatorluğu yıkarak Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğunu sanıyorlar… Ondan sonra da Osmanlının kaybettiği toprakların hesabını Mustafa Kemal Atatürk’ten, Lozan’dan ve Cumhuriyet'ten sormaya kalkıyorlar…

Lozan’ı anlamayanlar

Lozan’ı anlamayanlar; 19. yüzyıl Osmanlının Avrupa’da ‘’Hasta Adam’’ olarak tanımlandığını, Avrupa Rönesans ve reformlarla, icatlar, keşifler, eğitim ve sanayileşme ile kalkınırken Osmanlının sanayileşememesini, eğitimde geri kalmasını, mistisizmin dipsiz kuyularında debelenmesini görmezden geliyorlar…  

Lozan’ı anlamayanlar; vazgeçtim Orta Avrupa’nın, Osmanlının anayurdu Balkanların, Kafkasya’nın, tüm bir Akdeniz’in, Karadeniz’in nasıl kaybedildiğini, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalini, 1878'de Kıbrıs'ın bir tek mermi atmadan, bir tek şehit verilmeden İngilizlere devredildiğini, 1882’de Mısır’ın ve Sudan'ın İngilizlere Osmanlının borçlarına mahsuben bir tek mermi bile atmadan verildiğini (Mısır arazisi parsel parsel satılsaydı Osmanlı borçları milyon kez ödenirdi.), Libya hariç Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığının 19. yüzyılın başlarında zaten Fransa işgalleri ile sona erdiğini hatırlamıyorlar…

Lozan’ı anlamayanlar; Attik ve Mora yarımadaları ve bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile kuzey Sporadlar, Ege’nin ikinci büyük adası Eğriboz dâhil yüzlerce adanın, 1829 Edirne Anlaşması ve 1832 yılında yapılan düzenlemelerle Yunanistan’a bırakıldığını, Ege’deki 12 Ada'nın Balkan Savaşı sırasında 1912 yılındaki Uşi Anlaşmasıyla İtalya'ya bırakıldığını, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ile İtalya'nın karşı karşıya gelmesiyle adaların İtalya'da kaldığını hiç mi hiç akıllarına bile getirmiyorlar… Tabi bunları bilmeyenler II. Dünya Savaşı'ndan sonra 1947'deki Paris Barışı ile İtalya’nın 12 Ada'yı Yunanistan'a bıraktığını da bilmiyorlar…

Lozan’ı anlamayanlar; Balkan savaşı sonunda yapılan 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması ve neticesinde Şubat 1914 tarihinde yapılan Büyükelçiler Konferansında; başta Girit Adası olmak üzere, Meis Adası hariç 12 Ada’nın tamamının İtalya'ya; İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada dışındaki bütün Ege Adalarının Yunanistan'a verildiğini nedense hiç mi hiç bilmiyorlar… Yine Lozan’ı anlamayanlar bu anlaşmaya göre Osmanlının elinde sadece Gökçeada, Bozcaada ve Meis adasının kaldığını da bilmezden geliyorlar…

Lozan’ı anlamayanlar; 30 Ekim 1918’de imzalanan I. Dünya Savaşını bitiren Mondros Mütarekesi’yle Osmanlı’nın egemenliği kısıtlandığını, Osmanlının topraklarının İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgale başlandığını, İngiliz askerlerinin İstanbul’u, İngilizler ve Fransızların Çanakkale’yi işgal ettiğini, Boğazlar’ın İngilizlerin ve Fransızların kontrolüne verildiğini, Osmanlı ordularının dağıtıldığını, Toros tünellerinden telgraf hatlarına kadar tüm stratejik alanların Müttefik ülkelerce denetim altına alındığını ve Payitaht İstanbul’un işgal edildiğini görmezden geliyorlar…

Lozan’ı anlamayanlar; 10 Ağustos 1920’de Paris’te imzalanan Sevr Barış Antlaşmasının Osmanlı’nın fiilen yok olduğunun bir belgesi olduğunu, bu anlaşma ile Osmanlının kalan topraklarının da işgal edildiği ve Türklere İngilizlerin tabiriyle ‘’hindinin tüyleri’’nin bırakıldığını ve Türklerin tarihten silinmeye çalışıldığını ne hikmetse hep görmezden geliyorlar…

Lozan’ı anlamayanlar; ancak ve ancak Gazi Mustafa Kemal önderliğinde TBMM’nin bu antlaşmayı kabul etmemesi ve Kurtuluş Savaşı ile ulusal bir direnişe başlamasıyla bu Sevr Antlaşması’nın hiçbir zaman yürürlüğe giremediğini nedense bir türlü anlamıyorlar…

Lozan Antlaşması

Zaferle sona eren ulusal direnişten, kurtuluş savaşından sonra Mudanya ateşkesini Lozan barışı izler. Lozan’da başlayıp neredeyse iki yıl süren konferans, 24 Temmuz 1923 günü antlaşmanın imzalanmasıyla son bulur. Bu anlaşmayla Türkiye uluslararası alanda siyasi olarak tanınır ve Osmanlının içine düştüğü bir bataklık olan kapitülasyonlardan da kurtularak iktisadi bağımsızlığına kavuşur… Misak-ı milli sınırları ise hemen hemen gerçekleşir. İngiliz temsilcisi Lord Curzon, bu antlaşmayı imzalarken, İsmet paşaya nefret dolu bir ifadeyle, ‘’bir gün elbet Batı'nın eline düşeceksiniz’’ diyordu. Lozan’ı anlamayanlar bunları da anlamıyorlar…

İşte Lozan budur. Lozan Antlaşması; ölmüş, bitmiş, tükenmiş ve yok olmuş bir Osmanlının ardından hem de İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgal edilen vatan topraklarını da kurtararak bağımsız bir Türk Cumhuriyetinin kuruluş belgesidir. Lozan’ı anlamayanların anlamadıkları, anlamak istemedikleri işte budur!...

Tabii ki Lozan'daki kazanımları Batı bize durduk yere vermemiştir. Lozan'ın ardında anlatıldığı gibi Gazi Mustafa Kemal'in önderliğinde kazanılan bir kurtuluş savaşı ve onu taçlandıran bir 30 Ağustos Zaferi vardır...

Lozan’ı anlamayanlar için bu onların sorunudur diyebiliriz. Ancak varlıklarını, mevkii ve makamlarını Kurtuluş Savaşına, Lozan Anlaşmasına ve Mustafa Kemal Atatürk'e borçlu olup da Kurtuluş Savaşını ve Lozan'ı anlamayanları da Alman Filozof Edmund Hussler'in bir sözüne havale ediyorum: “Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler."

Lozan Antlaşmasında Boğazlar

Lozan Antlaşması görüşmeleri esnasında Boğazlar konusunda Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla İtilaf Devletlerine verilen tavizlerden geri adım attırmak mümkün olmaz.  Bu nedenle Boğazlar konusu Lozan Antlaşması’nın 23’üncü maddesinde yer alan hükme dayanarak ayrı bir sözleşmeyle düzenlenir.

Lozan Antlaşmasının 23. maddesinde öngörülen Lozan Boğazlar Sözleşmesi; Boğazlardan serbest geçişi, Boğazlar Komisyonunun kurulmasını, boğazların ve çevresinin askerden arındırılmış hale getirilmesini hedef alan ve Milletler Cemiyeti’nin garantisini sağlayan hükümler taşıyan toplam 20 maddelik bir sözleşmedir.

Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nde şu üç ilke yer alır: 1. Boğazların askerden arındırılması, 2. Boğazlarda gemilerin geçişini denetleyecek ve Milletler Cemiyeti’ne bilgi verecek yetkili bir Boğazlar Komisyonu’nun kurulması, 3. Askeri bakımdan Türkiye için tehlike oluşturacak durumlara engel olmak amacıyla Milletler Cemiyeti’nin garantisinin sağlanması. Bu düzenlemeler Türkiye’nin kendi toprakları içindeki Boğazlara tam olarak egemen olamaması anlamına geliyordu.

Türkiye, o günün kritik koşullarında ve özellikle kapitülasyonların kaldırılması gibi sıkıntılı konular karşısında bu düzenlemeyi tıpkı Hatay konusu gibi ileride yeniden gündeme getirilmek üzere kabul eder. Türkiye Boğazlar mücadelesini diplomatik alanda sürdürerek 1936 yılında Montrö Sözleşmesi’nin kabulünü sağlar.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi

Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin Türkiye’ye sağladığı güvence, geçen zaman içinde artan siyasi ve askerî gerginlikler nedeniyle Türk Boğazları tehdit altında kalır. Sözleşme dengeleri, Avrupa barışı aleyhine dönmesinden dolayı Türkiye Milletler Cemiyeti’ne “Türkiye’nin Boğazlara tam egemen olması” konusunu ileterek “Lozan Boğazlar Sözleşmesinin, yalnızca savaş ve barış durumuna ilişkin düzenlemeleri öngördüğünü, savaş tehlikesi altında bulunan Türkiye’yi koruyacak hükümlerin bulunmadığını ve Türkiye’ye kendini savunma hakkı verilmesi gerektiğini” ifade ederek konferans talebinde bulunur… Türkiye’nin bu talebi, olumlu karşılanır ve Montrö’de bir konferans düzenlenmesi kararı alınır…

Montrö Boğazlar Konferansı, 22 Haziran 1936 tarihinde başlar ve 20 Temmuz 1936 tarihinde sona erer. “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” 29 madde, 4 eki ve bir protokolden oluşur… Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Fransa, İngiltere, Bulgaristan, Japonya, Sovyetler Birliği, Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya devletlerinin temsilcileri tarafından 20 Temmuz 1936’da imzalanarak yürürlüğe giren uluslararası bir antlaşmadır. Bu antlaşmayla Boğazların yönetimi Türkiye’ye geçer…

Montrö Boğazlar Sözleşmesi, yalnızca İstanbul Boğazından geçişleri değil Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul (Karadeniz) Boğazı deniz trafiğini düzenleyen bir antlaşmadır. Sözleşmeyle, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelere, diğer ülkelere göre bazı üstünlükler sağlanmakta ve Boğazların yönetimi Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakılmaktadır.

Montrö Boğazlar Sözleşmesinde yer alan önemli düzenlemeler

Barış zamanında, ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ayrımı yapılmaksızın, sağlık kurallarının getirdiği kısıtlamalar dışında, hiçbir işleme tabi olmadan Boğazlardan geçiş özgürlüğünden yararlanırlar. Bu gemiler, Boğazların bir limanına uğramaksızın transit geçerlerken, Türk makamlarınca, alınması öngörülen vergi ve harçlardan başka, hiçbir vergi ya da harç ödemezler. Kılavuzluk ve yedekçilik (römorkörcülük) isteğe bağlıdır.

Geçiş ücretleri

Burada bir açıklama yapmam gerekiyor. O da Montrö Sözleşmesine göre Boğazlardan geçen gemilerin ücretsiz geçmedikleridir. Montrö Sözleşmesine göre Boğazlardan geçen ticaret gemileri Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü ile Türkiye Denizcilik İşletmeleri veznelerine, altın frank üzerinden Sağlık Rüsumu, Fener ve Tahlisiye ücretlerini ödemektedirler. Bu ödenecek vergi ve harçlar (yani geçiş ücretleri) geminin her bir net tonu için altın frank olarak belirlenmiştir. Bu geçiş ücretleri altın Frank (o tarihteki İsviçre Altın Frangı / TL kuru) üzerinden TL olarak ödenecektir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesinin yürürlüğe girdiği 1936 yılından 1983 yılına kadar bu vergiler altın frank üzerinden ödenir. Altın Frank dolaşımdan kalktıktan sonra ödemeler, özgün sözleşmede yer alan 0,290322 gram saf altın dolar üzerinden Türk Lirası ile yapılır.

Ancak 1983 yılında yapılan bu düzenleme mevcut geçiş ücretlerini arttırmış olsa da altın değerine göre çok düşük oranda kalmıştır. Altının ons değeri 1983’den bugüne kat kat arttığı halde bu katsayılara uygulanan Dolar değeri güncellenmemiştir.  (Mahfi Eğilmez, Kendime Yazılar, 28 Aralık 2019)

Sözleşmede yer alan diğer hükümler

Barış zamanında, Karadeniz'e kıyıdaş olsun olmasın, bayrakları ne olursa olsun, hafif su üstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemiler, Türk hükümetinden gerekli izinleri almak kaydıyla ve gündüz girmek ve Sözleşmede yer alan hükümlere uymak kaydıyla yukarıdaki bahsettiğim vergiler dışında hiçbir vergi ya da harç ödemeksizin, Boğazlardan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.

Karadeniz'e kıyıdaş Devletler, 15 bin net tondan yüksek bir tonajda bulunan savaş gemilerini tek başlarına, en çok iki torpido eşliğinde olmak koşuluyla geçirebileceklerdir.

Savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi için, Türk Hükümetine diplomasi yoluyla bir ön bildirimde bulunulması gereklidir. Bu ön bildirimin olağan süresi sekiz gündür. Karadeniz’e kıyıdaş olmayan Devletler için bu süre on beş güne çıkartılabilir.

Karadeniz'de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemileri bu denizde yirmi bir günden fazla kalamazlar.

Boğazlarda transit olarak bulunan savaş gemileri taşıdıkları uçakları hiçbir durumda, kullanamazlar.

Savaş zamanında, Türkiye savaşan devlet değilse, savaş gemileri sözleşmede belirtilen koşullarla Boğazlarda tam bir geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) özgürlüğünden yararlanabilirler. Savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi yasaktır.

Savaş zamanında, Türkiye savaşan devlet ise, savaş gemilerinin geçişi konusunda Türk Hükümeti tam yetkiye sahiptir. Bu hüküm Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karsısında sayması halinde de geçerlidir.

Sivil uçakların Akdeniz ile Karadeniz arasında geçişini sağlamak amacıyla, Türk Hükümeti, Boğazların yasak bölgeleri dışında, bu geçişe ayrılmış hava yollarını gösterir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin getirdikleri

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle Türkiye Cumhuriyeti’nin Boğazlar üzerinde kesin egemenliği sağlanır. Montrö ile yabancı bayraklı ticaret gemilerine geçiş serbestliği tanınması konusunda Türkiye’nin kabul ettiği yükümlülük, Boğazlar üzerinde egemenlik yetkisini ortadan kaldırmaz. Türkiye’nin Montrö ile taşıdığı uluslararası yükümlülüğü denizcilik terminolojisinde “uğraksız geçiş” olarak adlandırılmış olup bu geçiş serbestiği bir tür geçiş özgürlüğünü tanımaktan ibarettir.

Lozan Konferansı’nda kurulmuş olan uluslararası nitelikteki “Boğazlar Komisyonu” ve Boğazların askersizleştirilmiş statüsü Montrö Boğazalr Sözleşmesi ile kaldırılır. Bu husus, Boğazlar üzerindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin kesin egemenliğinin bir göstergesidir. Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile artık Boğazlardan geçen gerek ticaret gemilerinin gerek askeri gemilerin denetimini yapma yetkisini tek başına kullanır…

Montrö Sözleşmesi’nin uluslararası anlamda en önemli yanı Boğazlar’dan geçişi düzenlerken, Karadeniz’e kıyısı olan ve olmayan devletler ayırımı yaparak birincilere, ikincilere tanınmayan bazı haklar tanımış olmasıdır… Bu konu, Karadeniz’in bir barış denizi olarak gerginliklerin dışında kalmasını sağlamışsa da her zaman için sözleşmeye taraf olmayan ABD’nin tepkisini çekmiştir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesinin yürürlük ve geçerliliği

Sözleşmenin 1. maddesinde konu edilen, barış zamanında ticaret gemilerinin geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) özgürlüğü hükmünün süresi sonsuzdur. Sözleşmenin geri kalan maddelerinin yürürlük süresi, yürürlüğe giriş tarihinden başlayarak, yirmi yıl olmakla birlikte herhangi bir yeni düzenleme yapılmadığı sürece bu süre uzamaktadır. Montrö Sözleşmesi imzalandığı günden bu yana taraf ülkelerce hiçbir zaman feshi söz konu olmamıştır.

Montrö Sözleşmesi’nden çıkılabilir mi?

Montrö Sözleşmesi, Türkiye’nin taraf olduğu ve onayladığı bir uluslararası bir antlaşmadır. Tek taraflı olarak ortadan kaldırılamaz. Sözleşmenin kaldırılması, feshi ya da değiştirilmesi tek taraflı olmadığı gibi ancak ve ancak Sözleşmeye imza koyan tarafların bir araya gelerek birlikte alacakları kararla mümkün olabilir.

Sözleşmenin feshi ya da değiştirilmesi süreci Sözleşmeye göre şu şekildedir:  Sözleşme, taraflardan birisinin veya birkaçının bir ön bildirimini Fransa Hükümetine göndermesinden başlayarak, iki yıl geçinceye kadar yürürlükte kalır. Bu ön bildirim, Fransız Hükümetince, taraf devletlere iletilir ve eğer Sözleşme, uygun biçimde sona erdirilirse, taraflar yeni bir Sözleşmenin hükümlerini saptamak ya da mevcut Sözleşme maddelerinde değişiklik yapmak üzere bir konferans toplanmasını ve bu konferansa katılmayı kabul ederler.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Kanal İstanbul

Montrö Boğazlar Sözleşmesi yalnızca İstanbul Boğazından geçişleri düzenleyen bir antlaşma değildir. Sözleşme, Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul (Karadeniz) Boğazı deniz trafiğini düzenleyen bir antlaşmadır. Kanal İstanbul yapılsa da Kanal Gelibolu yapılsa da örneğin ABD donanması Karadeniz’e bu kanallardan Montrö Boğazlar Sözleşmesi kısıtlamalarına tabi olmadan geçemeyecektir. Dolayısıyla Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aleksei Erkhov’un  "Kanal İstanbul inşa edilirse, bu Montrö Sözleşmesi'nin yükümlülüklerini ortadan kaldırmaz, Boğaz'dan geçiş konusundaki yükümlülükler için getirdiği, kıyıdaş olmayan ülkelerin Karadeniz'de bulunan savaş gemilerinin toplam tonajına ve sözleşmede yer verilen daha birçok hususa ilişkin kısıtlamaları hiçbir şekilde değiştirmez.’’ (Gazeteler, 8 Nisan 2021) yolundaki açıklaması bu çerçevede değerlendirilmelidir…

Kanal İstanbul’un Montrö Boğazlar Sözleşmesini değiştirmeyeceği, Boğazlardan geçiş trafiğini değiştirip geçiş ağırlığını Kanala kaydıramayacağı, bunu gerçekleştiremeyince de harcanan parayı çıkaramayacağı aşikârdır.

Türkiye, enerjisini, maliyetinin haddi, hududu ve hesabı belirsiz Kanal İstanbul’a harcamak yerine Boğazlardan geçen gemilerden aldığı vergilerin 1983 yılından beri Boğazlardan geçiş katsayılarına uygulanan altın Frank’tan Dolara çevrilmiş bulunan değerin altın değerindeki artışlara göre güncellenmesi konusunu gündeme getirmelidir.  Aslında 1983 yılında yapılan bir güncelleme değil İsviçre Frangının altın karşılığının kaldırılması sonucu geçiş ücretinin Dolara çevrilmesi işlemidir. Montrö Sözleşmesi geçiş ücretlerinde herhangi bir güncelleme yapılmasını öngörmemiş, Altın Frangın esas alınmasını öngörmüştür. Türkiye, o tarihte Frangın altın karşılığının 0,29 gram olması nedeniyle 0,29 gram altının bugünkü Dolar karşılığının esas alınarak hesaplamasını isteyebilir.

Tekerrür eden Tarih

‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’

Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakınız... Bütün Batılı kaynaklar 1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşullarının ve bütün aktörlerinin hem trajedi hem de komedi olarak yinelendiğinden bahsediyorlar. Bölgemizde Rus Çarlığı yerine Rusya vardır. İngiltere yerine ABD vardır. Almanya ve Fransa yerine AB olarak yine aynı Almanya ve Fransa vardır… Araplar yine aynı Araplardır. Osmanlı İmparatorluğu yerine Türkiye Cumhuriyeti vardır. Yine Kafkasya, Ukrayna, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz kaynamaktadır...

Tarih tekerrür ederek Dünya yine iki kutuplu hale geliyor. Dünya; bir tarafta ABD, AB, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda diğer tarafta, Çin, Rusya, İran, Kuzey Kore olarak şekilleniyor. Bu bloklaşma süreci, Güneydoğu Asya’da, Orta Asya’da, Ortadoğu’da birçok ülkeyi taraf olmaya zorluyor. Özetle geçmişte İngiltere – Rusya çatışmasına sahne olan bölge günümüzde ABD – Rusya çatışmasına beşiklik ediyor... 

ABD, Birinci Dünya Harbindeki İngiltere gibi Doğu Akdeniz’den, Girit’ten, Yunanistan’dan, Dedeağaç’tan Romanya’ya, oradan Baltık denizine kadar Rusya’ya karşı Rusya'nın batısında yığınak yapıyor... ABD; Bulgaristan, Romanya, Ukrayna ve Gürcistan ile Rusya’yı Karadeniz’de kuşatmak istiyor... ABD’nin Rusya'yı güneyden, Karadeniz'den kuşatmasına karşı tek engel olarak Montrö Boğazlar Sözleşmesi duruyor... ABD, Montrö Boğazlar Sözleşmesine bağlı kalmaksızın Karadeniz’e çıkıp Rusya’yı çevrelemek istiyor... 

Sonuç

Eğer Birinci Dünya Harbinde de Montrö Sözleşmesi gibi Boğazlardan harp gemilerinin geçişini düzenleyen bir sözleşme olsaydı belki Alman gemileri Karadeniz’e çıkamayacak, Rus gemileri ve limanlarına saldıramayacak ve bir oldubitti ile Osmanlı İmparatorluğu hazır olmadığı ve kendisini felakete sürükleyen bir savaşa sürüklenmeyecekti.

Eğer bugün Karadeniz; Kızıldeniz gibi, Basra Körfezi gibi barut fıçısı içinde değil de sükûnet içerisindeyse bu Montrö Boğazlar Sözleşmesi sayesindedir. Çünkü Karadeniz, Montrö sözleşmesi sayesinde ABD donanmasının dünya denizlerinde cirit atamadığı tek deniz olarak kalmıştır.   

Görüldüğü gibi çevremizdeki askerî ve siyasi gelişmeler yazımın girişinde verdiğim Mustafa Kemal Atatürk’ün Sofya’da Ataşe iken I. Dünya Harbi’nin ayak seslerini haber verdiği şartlardan pek de farklı değildir.   

Bu nedenlerle, Dünya, Birinci Dünya Savaşı öncesi şartları yaşamaya başlamışken, özellikle Karadeniz’de Kırım, Donbas, Osetya, Abhazya, Transdinyester gibi sorun alanları varken, çok yönlü kışkırtmalara açık olan bu ortamda Türkiye, Montrö Sözleşmesi’yle kurulmuş olan ve kendisine Boğazlar üzerinde tam egemenlik ve denetim yetkisi sağlayan düzene değil son vermek, bunu ima edecek sözlerden bile uzak durmalıdır. Bu tür söz ve davranışlar, Montrö Boğazlar Sözleşmesinden rahatsız olanlara güç, cüret ve cesaret vermektedir…

Eğer günümüzde Boğazlar hakkında Montrö gibi bir sözleşme olmasaydı Türkiye, Birinci Dünya Harbi'nde Almanya karşısında edilgen kaldığı ve istemediği bir harbe sürüklendiği gibi tepişen, cepheleşen ve gard alan bu iki filin (ABD ve Rusya) arasında kalıp çiğnenme tehlikesi geçirirdi... 


Şimdi, tekrar dönmek üzere girişte verdiğim, Mustafa Kemal Atatürk’ün altını çizerek yanına çok mühim olduğunu belirtmek için iki defa çarpı işareti koyduğu Leone Caetani’nin dokuz ciltlik ‘’İslam Tarihi’’ isimli eserinde geçen sözüne gelelim:

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır...”

Osman Aydoğan




José Saramago

06 Nisan 2021


Gündem can sıkıcı… Hava da ülkenin siyasi havası gibi kapalı, kasvetli ve boğucu… En iyisi böylesi bir günde gelin size sıra dışı bir edebiyatçıdan bahsedeyim… İnanın bu boğucu gündemden sıyrılıp biraz nefes alırsınız... Bu sıra dışı edebiyatçıdan önce edebiyat hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum…

Tarih, sanat ve edebiyat

‘’Edebiyat’’ kelimesi ise; Arapça ‘’edep’’ kelime kökünden gelir ve görgü, terbiye, yaşam tarzına ilişkin hikâye ve gözlemler anlamlarına gelen bu ‘’edep’’ kelimesinin çoğuludur. Platon, ‘’Devlet’’ isimli eserinde edebiyatı genel anlamı ile hayatın yansıması olarak tanımlar… Çünkü tarih, edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır.

Tarih, edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır. Gündemi mi takip edeceksiniz? Algı yaratmak için manipüle edilmiş haber bombardımanlarının, gündemden uzaklaştırılmak için uydurulmuş cicili bicili rengârenk dizilerin, asıl gündemin üzerini örtmek ve çarpıtmak için yaratılmış suni gündemlerin ve herbokologların atıştığı tartışma programlarının arasında kaybolmayın. Gerçeği mi görmek, günümüzü mü, günümüzün siyasetini mi anlamak istiyorsunuz? O zaman tarihe, edebiyata, sanata sığının derim… Zaten ne varsa tarihte, edebiyatta, felsefede, şiirde ve sanatta vardır… Günümüzü de gündemimizi de gerçeği de orada görürsünüz… Çünkü tarih, edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır.

Örneğin Shakespeare’in bütün eserlerinde siyaset vardır, siyasetin şifreleri vardır, sınıflı toplumların güç ilişkilerinin, çatışmalarının ana kodları vardır… Shakespeare’i anladığımızda bugün Ortadoğu’yu daha iyi anlayabiliriz... Shakespeare’i anladığımızda bugün ülke içindeki siyasetin kodlarını, güç ve çıkar ilişkilerini, güç ve etkinlik kavgalarını, entrikaları, kumpasları, çatışmaları daha iyi kavrayabiliriz...

Zaten derdi ABD’li şair Irwin Allen Gisberg; “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır...” Bu nedenle ağzından zevzekliği, kini, nefreti, şiddeti eksik etmeyen siyasetçilere değil, şairlere, edebiyatçılara, tarihçilere ve sanatçılara kulak verin derim... Ne varsa onlarda var...


Şimdi gelelim bahsettiğim bu sıra dışı edebiyatçıya…

José Saramago

José Saramago, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli sıra dışı bir edebiyatçı, düşünür ve yazardır. 16 Kasım 1922’de, Arapça kökenli ve anlamı ''dar yol'' veya ''dar geçit'' anlamına gelen Portekiz'in Azinhaga köyünde doğar ve yaşadığı Kanarya Adaları’ndaki Lanzarote Adasındaki evinde 18 Haziran 2010 tarihinde 87 yaşında iken hayata veda eder…

İlk kitabını yazmaya 50'li yaşlarında başlar, 60'lı yıllarının ikinci yarısında "hayatımda başıma gelmiş en güzel şey" dediği -kendinden 25 yaş küçük sevgilisi ile -evlenir, 70'lerinde ise Nobel ödülünü alır... Bu şekilde hayatı erteleyerek yaşayan, geç kalmışlık duygusu hisseden her insanın önüne bir umut ışığı olur... 

Kendisinden 25 yaş küçük eşiyle aşk hikâyesini şöyle anlatır: “Kendisini on beş dakikamı çalmak isteyen bir okur olarak tanıtıp beni Lizbon’a çağırdığında kabul ettim. Öğleden sonra saat 4’te buluştuk. O 36, ben 63 yaşındaydım. Deli gibi konuştuk ve romanlarımın geçtiği yerlerde dolaştık. Gitti ama içimde bir yere dokunmuştu. Kısa süre sonra ona bir mektup yazdım: ‘Hayat koşulların elveriyorsa görüşmek isterim.’ Bu, evli olup olmadığını sorma şekliydi. Her şey böyle alevlendi.”

Saramago 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanır. Ödül almasından hemen sonra kendisiyle yapılmış bir söyleşide; "Nobel ödülü hakkındaki değerlendirmeniz?" sorusuna verdiği cevap ilgi çekicidir: "Hayatımda aldığım en büyük ödül karım Pilar’dır. İşin aslına bakılırsa, en büyük devrim aşktır."

Eserleri ve düşünceleri

Saramago; eserlerindeki üslubu, yazım biçemi, kelime kullanımı, cümle yapısı ve mizahi ile çok farklı ve usta bir yazardır.  Düz yazılarında, noktalama işareti olarak nokta ve virgülden başkasını kullanmaz. Eserlerindeki sıra dışı hayal gücü, sevecenlik ve ironiyle anlaşılması zor gerçeklerin kavranmasını sağlar. Eserlerindeki bu haliyle kendine özgü bağımlılık yapan bir anlatım tarzı vardır.

Ancak kalitesine rağmen cümle kurgularının zorluğundan dolayı birçok insan okumakta zorluk çeker. Öyle ki; ‘’Baltasar ve Blimunda’’ (Gendaş Kültür, 2000) romanındaki çok derin bir aşkı sanki okuyucu anlamasın diye yazmıştır…

Farklı siyasi düşünceleri vardır. Bir ara gittiği İsrail'de, işgal altındaki topraklara da uğrar ve buraları Nazi Almanya’sı işgali altındaki yerlere, mülteci kamplarını da Auschwitz'e benzetir. Yazılarında Hıristiyanlığı, Haçlı Seferlerini ve Engizisyon Mahkemelerini eleştirir.

‘‘İsa'ya göre İncil’’  (Merkez Kitaplar, 2006) isimli kitabı Katolik dünyasında bir tür küfür ve hakaret olarak yorumlanır. Çünkü bu kitapta Hıristiyanlık, İsa'nın gözüyle tekrar anlatılırken, Tanrı'nın her şeye kadir olmadığı ve Şeytan'ın da neredeyse bir iyilik meleğine dönüştüğünü görülür ve Tanrı'nın bu dünyadaki işlerini açıklamak için kitapta İsa tarafından denir ki: ‘‘Ey İnsanoğlu, O'nu affet, çünkü ne yaptığını bilmiyor.’’

Saramago, dinlerin insanları birbirinden uzaklaştırdığını söyleyip ilginç bir de öneride bulunur; "Herkes ateist olursa, gezegen daha barışçıl olabilir."

Saramago bir ateisttir. Ateist olduğunu da şu şekilde anlatır: "Evet, su katılmamış bir ateistim ve bunun bin tane sebebi var. Sadece bir tanesini hatırlatayım size. Kâinat yaratılana kadar, ebediyette, Tanrı hiçbir şey yapmadı. Sonra, nedendir bilinmez, onu yaratmaya karar verdi. Altı günde yaptı bunu, yedinci gün istirahate çekildi. O günden beri istirahatte. Ebediyen de istirahate devam edecek. Ona nasıl inanılabilir ki?"

Son kitabı ‘’Kabil’’ (Kırmızı Kedi Yayınları, 2011)de  bütün insanlık tarihini tek cümlede şöyle özetler: "İnsanlık tarihi, Tanrı'yla anlaşmazlıklarının tarihidir; O bizi anlamaz biz de O’nu anlamayız."

‘’Çatıdaki Pencere’’ (Kırmızı Kedi Yayınları, 2012) isimli kitabında üzerinde düşünmemiz gereken şu ifadeleri kullanır: ''Öyle mi düşünüyorsunuz? Bence değil. Bu yıkıcıysa, o zaman her şey yıkıcı, hatta soluk almak bile. Böyle hissediyorum ve böyle düşünüyorum, tıpkı nefes alır gibi, aynı doğallıkla, aynı ihtiyaçla. İnsanlar birbirlerinden nefret ediyorlarsa yapacak bir şey yok. Hepimiz nefretlerin kurbanıyız. Hepimiz istemediğimiz ve sorumlusu olmadığımız savaşlarda öleceğiz. Gözlerimizi bağlayacaklar ve sözcüklerle içimizi nefretle dolduracaklar. Ne için? Yeni bir savaşın tohumlarını atmak için, yeni nefretler yaratmak için, yeni bayraklar, yeni sözcükler için. Bunun için mi yaşıyoruz? Çocuklar doğurup savaşlara göndermek için mi? Kentler kurup yerle bir etmek için mi? Barışı arzulayıp savaşmak için mi?''

Yine aynı kitabında (Çatıdaki Pencere) mutluluk hakkında şunları yazar: ''Büyüyünce mutlu olmak isteyeceksin. Şu anda mutluluğu düşünmüyorsun ve tam da bu nedenle mutlusun. Düşününce, mutlu olmak isteyince, mutlu olamazsın. Sonsuza dek. Muhtemelen sonsuza dek... Duydun mu beni? Sonsuza dek. Mutlu olma arzun ne kadar güçlüyse, o denli mutsuz olacaksın. Mutluluk fethedilen bir şey değildir. Sana öyle olduğunu söyleyecekler. İnanma buna. Mutluluk ya vardır ya da yoktur.''

Saramago, Nobel ile ilgili bir konuşmasında şunları söyler: "Kayaların yapısını incelemek için başka bir gezegene araçlar gönderebilecek kapasitede olan bu şizofren insanlık, milyonlarca insanın açlık nedeniyle ölmesinden fütursuzca bahsedebiliyor. Mars'a gitmek, komşuya gitmekten daha kolay görünüyor."

Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırır; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’ 

Şu söz de Saramago’ya ait; ‘’Dünya tüm anlamını yitirmişse gözyaşlarının ne anlamı kalırdı ki." Ve devam eder Saramago; "insan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha az bileceğiz."

2007 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide yaşadığımız günümüzün tarifini en iyi şekilde yapan şu ifadeleri kullanır; ‘‘Özgürlüklerin giderek daraldığı, eleştirinin yer bulmadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın totalitarizminin artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel hoşgörüsüzlüğün yükselişe geçtiği karanlık bir çağda yaşıyoruz.’’

Saramago’nun Berlusconi hakkında da pekiyi şeyler düşünmez. Saramago, Berlusconi için der ki; ‘’Berlusconi'nin İtalya'ya faşizmi tekrar getirmek istediğine dair en ufak bir şüphem yok. 30'lu yılların faşizmi gibi kol kaldırmak gibi gülünç hareketlerle vuku bulan bir faşizm değil fakat aynı oranda gülünç hareketleri var.’’

Gerçekten de faşizm artık günümüzde sembol olarak gamalı haç, siyah giysiler taşımıyor, saç ve bıyık şekilleri ve gülünç hareketlerle karakterize edilmiyor… Saramago’nun söylediği gibi; ‘’Siyah gömlekli bir faşizm değil Armani kravatlı bir faşizmdir Berlusconi.’’ 

Saramago, ‘’Körlük’’ (Can Yayınları, 1999) adlı romanında ise; bir adamın birdenbire kör oluşunu, bunun bir salgın halinde toplumda yayılmasıyla tüm bir uygarlığın dağılmasını anlatır. Bu kitapla ilgili bir soru sorulduğunda sanki günümüzdeki bizleri anlatan şu cevabı verir; "Ne düşündüğümü merak ediyorsanız, bu kitapla anlatmak istediğim hepimizin körleşmeye başladığı değildi. Bence körleşmiyoruz. Hepimiz körüz. Körüz ama bakıyoruz. Bakabilen ama görmeyen kör insanlarız."

Yine aynı kitabında şunları yazar Saramago; ‘’Papaz giysisi giymekle papaz olunmadığı gibi, eline asa almakla da kral olunmaz, bu gerçeği hiç unutmamak gerekir.’’   

Tam bir kurgu ustasıdır Saramago. Kesinlikle bir defa okunup kenara atılacak kitaplar yazmamıştır. Saramago’yu henüz hiç okumamış olanlar için gerçekten fazlasıyla büyük bir kayıp diye değerlendiriyorum. Saramago’yu tanımak ve anlamak için en azından yazarın ‘‘Körlük’’ isimli kitabı okunmalı diye düşünüyorum…

José Saramago, dönemin Portekiz Hükümeti ‘’İsa'ya Göre İncil'’i sansürlemeye kalkışınca, eşi ile göç ettiği Kanarya Adaları'ndaki Lanzarote adasında 18 Haziran 2010 tarihinde vefat eder… Naaşı Lizbon’a getirilir ve Lizbon’da yakılır…

Yazarın küllerinin bir kısmı çocukluğunu geçirdiği Azinhaga köyüne, bir kısmı da hayatının son 17 yılını geçirdiği Kanarya Adaları’ndaki evinin bahçesindeki bir ağacın altına gömülür…

Saramago, kitapları, yazı ve fikirleriyle Vatikan’ın fazlaca canını sıkmış olacak ki, ölümünden sonra bir Vatikan gazetesi O’nun için ‘’Dünyaya kötülük yaymak için gelmişti’’ diye bir ifade kullanır.

Yaşarken yazılarından ve fikirlerinden dolayı sürüldüğü ülkesinde ölümü üzerine ülkesi Portekiz’de iki günlük milli yas ilan edilir. Dönemin Portekiz Başbakanı Jose Socrates yazarın vefatı için; ‘‘Kültürümüzün büyük simalarındandı. Kaybıyla medeniyetimiz bugün fakir kaldı’’ diye demeç verir.

Saramago'nun bahsettiği Armani kravatlı faşizmi bugün Rusya'dan, Macaristan'a, oradan da ABD'ye, İngiltere’ye ve çevremizde rahatça görebiliyoruz artık...

Dünya körleştikçe faşizmin yıldızı parlıyor... 

Osman AYDOĞAN

José Saramago’nun Türkçeye çevrilen eserleri;

Ressamın El Kitabı (Can Yayınları, 1999)
Umut Tarlaları (Can Yayınları, 2003)
Baltasar ve Blimunda, (Gendaş Kültür, 2000)
Ricardo Reis'in Öldüğü Yıl (Can Yayınları, 2003)
Yitik Adanın Öyküsü  (Merkez Kitaplar, 2006)
Lizbon Kuşatmasının Tarihi (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004)
İsa'ya göre İncil (Merkez Kitaplar, 2006)
Körlük  (Can Yayınları, 1999)
Bütün İsimler  (Gendaş Kültür, 1999)
Bilinmeyen Adanın Öyküsü  (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001)
Mağara  (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005)
Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş (Merkez Kitaplar, 2007
Küçük Anılar, (Can Yayınları, 2008)
Filin Yolculuğu, (Turkuvaz Yayınları, 2009)
Çatıdaki Pencere, (Kırmızı Kedi Yayınları, 2012)
Kabil, (Kırmızı Kedi Yayınları, 2011)


Darbe arayacaksanız eğer, lütfen bir buraya bakın!...

05 Nisan 2021

104 emekli amiral, 04 Nisan 2021 günü Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ve Atatürk ilke ve devrimleri konusunda ülkede son zamanlarda yaşananlar hakkında bir açıklamada bulundular diye bu açıklamadan darbe iması çıkarılarak haklarında soruşturma açılıp bir kısmı gözaltına alınıyor....

Bu bilgiye tekrar dönmek üzere burada bırakıp biraz çok yakın tarihe, düne gidelim...


2011 yılında kurulan SADAT'ın ve kurucularından olan Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi’nin adları son günlerde basında sık sık yer alıyor. Basında; Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi’nin kurucusu olduğu SADAT’ın suikast ve gayri nizami harp tekniklerinin de yer aldığı eğitim programları düzenlediği ve Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi’nin (çok da yüzeysel olarak) İslam Birliği Kongresi düzenlediği haberleri yer alıyor.

Son dört yılda, yılda bir defa basında yer alan Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi’nin İslam Birliği Kongresi düzenlediği haberleri öyle basitçe geçiştirilecek haberler değil… Konuyu biraz eşelememiz gerekiyor…

ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongreleri

Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi tarafından 2012 yılında bir dernek kuruluyor:  ASSAM (Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi Derneği)…  Bu dernek 2017 yılından bu yana da her yıl ‘’ASRİKA (ASYA-AFRİKA = ASRİKA, İngilizcede ASIA-AFRICA = ASRICA) başlıklı "ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongreleri" düzenliyor. 

Gelelim ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongrelerine:

1. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresi

Kongrenin birincisi 23-24 Kasım 2017 tarihinde, “Geçmişten Geleceğe Yönetim Biçimleri” başlığı ile icra ediliyor. Birinci kongrenin sonunda kapsamlı bir Anayasa taslağı kaleme alınıyor… 63 sayfa ve 181 maddeden oluşan, Türkçe, Arapça ve İngilizce dillerinde hazırlanan  “İslâm Ülkeleri Konfederasyonu Anayasası”na göre ayrı bir anayasası, yönetim şekli, askerî gücü, yargısı, başkenti, bayrağı, dili olan “İslam Devletler Birliği” kurulması öneriliyor.

Bahsedilen bu anayasanın 6. madde aynen şöyle diyor: Madde 6- ASRİKA İslâm Devletler Birliğinin resmi dili Arapçadır.  Bayrağı, şekli kanunla belirlenen kırmızı-yeşil zemin üzerine beyaz ay ve milli devlet sayısı kadar yıldızlı bayraktır. Başkenti İstanbul/Türkiye’dir.

Ayrıca bu anayasada kurulacak devletin de şeriatla yönetileceğini hükmediyor.

Madde 7- ASRİKA İslam Devletler Birliği’nin temel amacı; İslâm şeriat ve akidesini hâkim kılarak…

Bu bahsi geçen anayasa ASSAM’ın İnternet sayfasında halen olduğu gibi duruyor...

Hazırlanan bu taslak ‘’ASRİKA İslam Devletler Birliği Anayasası’’na göre; Konfederasyon beş faaliyet alanında, Bölgesel İslam Devletleri Federasyonları altı faaliyet alanında, milli devletler de on faaliyet alanında yetkilendiriliyor… Bu taslak anayasa ile İslam birliğinin tamamlanabilmesi için bir yol haritası çizilerek dört safhada İslam ülkelerinin bir irade altında birleşebilecekleri değerlendiriliyor…

Bu yol haritasına göre:

Birinci safhada 61 İslâm ülkesinin ortak iradesinin temsil edildiği “İslâm Ülkeleri Temsilciler Meclisi”nin daimi olarak teşekkül ettirilmesi, müteakiben de İslâm ülkelerini konfederal bir yapıya kavuşturarak ‘’İslâm Ülkeleri Konfederasyonu’’nun kurulması öngörülüyor…

İkinci safhada da etnik ve coğrafi bakımdan yakın İslam devletlerinin ortak iradelerinin temsil edildiği, “Bölgesel İslâm Ülkeleri Meclisleri” oluşturulması ve parlamentoların kararları ile “Bölgesel İslam Ülkeleri Konfederal” yapıya dönüştürülmesi öngörülüyor…

Üçüncü safhada ise ‘’Bölgesel İslâm Ülkeleri Konfederasyonları’’nın teşekkülü tamamlandıktan sonra; “Bölgesel İslâm Konfederasyonları”nın merkezî yönetimleri güçlendirilerek ‘’Federasyon’’lara dönüşmesi ve her “Bölgesel İslâm Ülkeleri Federasyonları”nın “İslâm Ülkeleri Konfederasyonu’’na konfedere birlik olarak bağlanması öngörülüyor…

Dördüncü safhada ise “İslâm Ülkeleri Konfederasyonu’’nun ortak yargı, ortak savunma, ortak dış politika ve ortak icra organlarının kurulması öngörülüyor.

Bu taslak anayasada İslam Devletler Birliği’nin temel amacı; İslâm şeriat ve akidesini hâkim kılmak olarak belirlenip, bu devletin başkenti İstanbul, resmi dili Arapça olarak ifade ediliyor. Bayrak ise, “şekli kanunla belirlenen kırmızı-yeşil zemin üzerine beyaz ay ve milli devlet sayısı kadar yıldızlı bayrak” olarak ifade ediliyor.

2. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresi

Bu kongrelerin ikincisi 01-02 KASIM 2018 tarihinde “İslam Ekonomisi Ve Ekonomik Sistemler” ana teması ile yapılıyor. Bu kongreye 15 ülkeden 66 akademisyen katılıyor…

Bu kongrenin sonunda yayınlanan bildirgede;

- İslam ülkeleri arasında; gümrük birliğinin tesisi, ortak pazarın kurulması, para birliğinin kabul edilmesi, birlik üyeleri arasında ticaret bölgelerinin kurulması,
- Zekât müessesine, ortak bir fon halinde devletlerin kontrolünde kurumsal bir hüviyet kazandırılması,
- Birliğe bağlı ticaret odasının, ticaret mahkemelerinin, vakıfların kurulması,
- İslami elektronik dinar para biriminin (ASRİKA Dinarı) oluşturulması,
- Ortak pazar ve ortak üretim ve AR-GE teşvik fonu oluşturulması, ortak yatırım fonu ile kaynak planlama çalışması yapılması, AR-GE ve İnovasyon faaliyetleri için ortak bir kuruluşun oluşturulması,
- İslam ülkelerinin maden, enerji, tarım, ulaşım ve telekomünikasyon ile gıda sektörlerinde İslam ülkeleri arasında kooperatiflerin-el birliği sistemlerinin kurulması,
- İslami finans kuruluşlarının desteklenmesi, ASRİKA, Bankalar Arası Finansal Aktarma Merkezi (ASRİKA-BAFAM)’nin kurulması,
- İslam ülkeleri arasında  ticaret merkezlerinin kurulması, tercihli ticaret anlaşmalarının yapılması ve
- İslâm Ülkeleri arasında dil, din, tarih bileşkesinde oluşan kültürel yakınlığın geliştirilmesi, güçlü bir siyasi iradenin oluşturulması öngörülüyor…

3. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresi

Bu kongrelerin üçüncüsü 19-20 Aralık 2019 tarihinde “İslâm Birliği İçin Ortak Savunma Sanayi Üretiminin Usul ve Esaslarının Tespiti” başlığında, “ASRİKA Ortak Savunma Sanayi Üretimi” ana temasında, 45 İslâm ülkesinden temsilcilerin katılımıyla icra ediliyor… ASRİKA İslam Devletleri Konfederasyonu kabinesinde, Savunma Sanayi Bakanlığı’nın beş bakanlıktan birisi olması öngörülüyor…


Bu Savunma Sanayi Bakanlığı’na bağlı olarak, dokuz Bölgesel İslâm Ülkeleri Federasyonlarında:

-  “Savunma Sanayi Başkanlıkları”, bu başkanlıklara bağlı olarak milli devletlerin bünyesinde de “Savunma Sanayi Başkanlıkları” kurulması,
- Kara, Deniz, Hava, Hava Savunma, Uzay, Siber ve Elektronik Savunma Sanayi ürünlerinin üretimi ile ilgili; ana yüklenicilerin “Bölgesel İslâm Devletleri Federasyonları”na; alt yüklenicilerin de, milli devletlere taksim edilmesi,
- Savunma Sanayi Üretimi Ana ve Alt Yüklenicilerinin Bölgelerinde, üretimini yaptığı Savunma Sanayi Ürünü ile ilgili olarak; AR-GE, standardizasyon, sertifikasyon, akreditasyon, kodifikasyon ve bakım onarım merkezlerinin teşkil edilmesi ve
- Savunma Sanayi Ana ve Alt yüklenici görevi verilen Bölgesel İslâm Federasyonlarına ve Milli Devletlere tahsis edilen Savunma Sanayi ürünleri ile ilgili meslek liseleri, meslek yüksek okulları ve üniversitelerde ana bilim dalları ihdas edilmesi öngörülüyor…

Üsküdar ve Dumlupınar Üniversitelerinin iştiraki ile yapılan bu kongrenin sponsorluğunu da THY, MKEK, ASELSAN, TAİ, HAVELSAN gibi kamu kuruluşları ve Bursa Büyükşehir, Bahçelievler, Beyoğlu, Esenler, Sancaktepe ve Sultangazi ilçe belediyeleri yapıyor…

‘’3. Uluslararası ASSAM İslam Birliği Kongresi’’ne hem ASSAM Yönetim Kurulu Başkanı sıfatı ile hem de o zaman Cumhurbaşkanı Askerî Danışmanı sıfatı ile katılan Adnan Tanrıverdi tarafından yapılan bu kongrenin açılış konuşmasında, kongrenin toplanış amacı; “İslâm Ülkelerinin ortak bir irade altında toplanması için gerekli müesseseler ve müesseselerin olması gereken mevzuatını tespit ederek karar vericilere bir model sunmaktır” şeklinde açıklanıyor…

E. Tuğg. Adnan Tanrıverdi, ayrıca kongreye ilişkin basına yansıyan şu açıklamayı yapıyor:

‘’Dünya üzerindeki İslâm âlimleri ile görüştüğümüz de sorularımıza şöyle cevap alıyoruz. İslam Birliği olacak mı? Olacak. Nasıl olacak? Mehdi Hz. geldiği zaman. Peki, Mehdi ne zaman gelecek? Allah bilir. Peki, bizim bir işimiz yok mu? Ortamı hazırlamamız gerekmez mi? İşte ASSAM bunu yapıyor" ifadelerini kullanıyor…

Adam söylediğim gibi sıradan birisi değil. O zamanki koskoca Cumhurbaşkanı Askerî Danışmanı… Peki, biz de kendimize soralım. İslam dininde Mehdi var mıdır? Var ise hangi ayette veya hangi hadiste yer almaktadır?

Kur’an’da Mehdi diye bir kavram geçmemektedir. Bütün din bilginleri de İslam’da bir Mehdi kavramı olmadığı konusunda hemfikirdirler... Sorarsak bu adama İslam dinini bizden daha iyi bildiğini söyleyecektir. Belki de öyledir de… Madem öyle bu adam durduk yerde neden Kur’an’da olmayan bir Mehdi kavramını ortaya atmış olabilir?

Adnan Tanrıverdi ‘’Mehdi için ortamı hazırlıyoruz’’ diyor ya… Bu sözün, AKP Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal’ın; “Hazırlıklarımızı tamamlamamız 19 yıl sürdü, asıl şimdi başlıyoruz” (Gazeteler, 23 Mart 2021) sözü ile beraber değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum…

Şimdi bu adamın sözlerini deli saçması diye geçiştirecek miyiz?  Hayır... Adam ciddi ve etkili birisi… Adamın Mehdi söylemi bu nedenle hiç de yabana atılır bir söylem değil… Ancak bahsettiğim gibi İslam da Mehdi diye bir kavram yok… Bu adam Hristiyan da değil…

Neyse geçelim bu ‘’Mehdi’’ faslını da gelelim en son yapılan kongreye…

4. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresi

Üsküdar Üniversitesi (ÜÜ), Kütahya Dumlupınar Üniversitesi (KDU), Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) ve İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) iştirakiyle ‘’İslâm Birliği İçin Ortak Savunma Sistemi Usul ve Esaslarının Tespiti’’ ana konusunda “ASRİKA Konfederasyonu Savunma Sistemi” ana teması altında 12-13 Aralık 2020 tarihinde   Covid-19 nedeniyle Online olarak telekonferans yöntemi ile İstanbul’da yapılıyor…  

Bu kongrenin amacı; Konfederasyon merkezinden yürütülecek ortak savunma sistemi ile Konfederasyona bağlı dokuz federal bölge ve bu federal bölgelere bağlı milli devletlerde kurulacak mutasavver savunma sisteminin usul ve esaslarını tespit etmek olarak belirtiliyor…

Bu kongreden sonra takip eden her yıl; müşterek dış politika, müşterek adalet sistemi ve ortak asayiş ve güvenlik konularını sıra ile işleyerek 2023 yılı sonunda İslam ülkelerini bir irade altında toplayacak bir modeli ortaya koymayı hedeflendiği bizzat kongre açış konuşmasını yapan E. Tuğg. Adnan Tanrıverdi tarafından belirtiliyor…

E. Tuğg. Adnan Tanrıverdi, açış konuşmasının ardından kongreye "ASRİKA İslam Devletleri Birliği Savunma Organizasyonu" başlıklı bir bildiri sunuyor...  Tanrıverdi'nin bildirisinde “İslam Ülkeleri Konfederasyonu başkanına bağlı bir Güvenlik Konseyi” öngörüyor. Kongrede sunulan bildirilerden diğer bazıları ise şöyle: “İslam Birliği için Savunma İşbirliği'nin Temelleri ve İlkeleri”, “Savunma Harcamaları, Ekonomik Büyüme ve İstikrarlı bir İslam Dünyası”, “ASRİKA Konfederasyonu için İdeal Bir Savunma Örgütü Modeli- ASRİKA Ani Müdahale Kuvvetleri", “İslam Devletleri Arasında Özel Kuvvetler Standardı ve İşbirliği.”

Sonuç

Bu kongreler öylesine basitçe geçiştirilecek konular ve haberler değildir. Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi de sıradan birisi, sıradan bir emekli general değil. Daha düne kadar koskoca Cumhurbaşkanı Askerî Danışmanı idi… Öyle etkisiz birisi de değil… Adam ciddi ve etkili birisi… Bakın bir konuşmasında şu ifadeleri kullanıyor:

"Sunduğumuz anayasa teklifimizdeki Silahlı Kuvvetler'in yeniden yapılandırılması ile ilgili tespitlerimizin aşağı yukarı tamamı 15 Temmuz’dan sonra kongreye girmiştir. Biz o zaman, harp okulları, askerî okulların tamamı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmalı dedik, bağlandı. Jandarma Genel Komutanlığı’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlansın dedik, bağlandı. Yüksek Askerî Şura’nın yapısı değişsin dedik, Askerî Yüksek Yargı kalksın dedik, o da gerçekleşti. Başkanlık sistemi gelsin dedik, o da geldi. Bu önermelerimizin tamamına yakını 15 Temmuz’dan sonraki yeniden yapılanmada gerçekleşti…" 

Yani adamın ifadesine göre TSK’yı 15 Temmuz’dan sonra bu adam yeniden kendisi şekillendirmiş. Yani ciddiye alınması gereken birisi…

Yukarıda bahsettiğim 3. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresinde alınan kararları bir daha gözden geçirin. Ben sadece konferansın konusunu tekrar vereyim: “İslâm Birliği İçin Ortak Savunma Sanayi Üretiminin Usul ve Esaslarının Tespiti’’ başlığında “ASRİKA Ortak Savunma Sanayi Üretimi” ana temasında…

Sonra da Altay Tankı için OTOKAR’a verilmiş bir görev nasıl oluyor da %49 hissesi Katar ortaklığı olan BMC’ye aktarıldığını bir de bu bilgiler ışığı altında düşünün… Gülten Akın, ‘’İlk Yaz’’ isimli şiirindeki dizelerini boşuna söylemiyordu zaten: ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya…’’

Bir de bu kongrelerde açık açık mevcut Anayasa tağyir, tebdil ve ilga ediliyor. Federasyon ve konfederasyon adı altında Laik Türkiye Cumhuriyetinin devlet yapısı değiştirilerek apayrı bir devlet yapılanmasına gidiliyor… Ama hiçbir Cumhuriyet savcısının ve hiçbir siyasetçinin kılı kıpırdamıyor… Meral Akşener Hanımefendi, bu kongreler için çıkıp da ‘’zevzeklik etmişler’’ bile demiyor, diyemiyor… Sonra da PKK’nın Kandil’de yaptığı kongrelere bölücü terör kongreleri deniyor… PKK kongrelerinin bu kongrelerden ne farkı var ki? PKK’da Kandil’deki kongrelerinde bir Türk / Kürt federasyonu / konfederasyonu öngörüyor… Bunlar da İstanbul’daki kongrelerinde bir Türk /Arap federasyonu / konfederasyonu öngörüyor…

Bütün bunları görülmüyor….


Ancak eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u, 4 Ocak'ta Cumhuriyet gazetesinde yeni çıkan kitabı için yayımlanan söyleşisinde, "Eğer Menderes, 25 Mayıs 1960'ta Eskişehir'de erken seçim tarihini açıklasaydı, 27 Mayıs askeri darbesi büyük bir olasılıkla önlenebilirdi" ifadesini kullandı diye 10 Şubat 2021 tarihinde "Halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçlamasıyla ancak gerçekte ‘’darbe iması yaptı’’ gerekçesiyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nda "şüpheli" sıfatıyla ifadesini alınıyor….

Sonra da 104 emekli amiral, 04 Nisan 2021 günü Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ve Atatürk ilke ve devrimleri konusunda ülkede son zamanlarda yaşananlar hakkında bir açıklamada bulundular diye bu açıklamadan darbe iması çıkarılarak haklarında soruşturma açılıp bir kısmı gözaltına alınıyor....

Adamlar dört yıldır kongre üstüne kongre yaparak mevcut Anayasa tağyir, tebdil ve ilga ederek federasyon ve konfederasyon adı altında apayrı bir devlet yapılanmasına gideceklerini bangır bangır söylüyorlar… Laik Türkiye Cumhuriyeti Devletini bir İslam devleti olarak tanımlayıp, el altından da değil, açık açık bir İslam devleti kuruyorlar... Muhalefet partileri, siyasiler, gazeteler, basın, medya, barolar, STK’ları ve Cumhuriyet savcıları sadece seyrediyorlar…


Darbe arayacaksanız eğer, lütfen bir buraya bakın!...

Son söz


Bu olayı ve ülkede son günlerde yaşanan tüm olayları anlamlandırabilmek için yazıma Hannah Arendt'in ''Şiddet Üzerine'' isimli kitabında geçen şu sözü ile son vereyim:

‘’İktidar ile şiddet birbirine karşıttır, iktidarın bitmeye başladığı yerde şiddet başlar.'’

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Ya El Yelil

04 Nisan 2021


Bugün 103 emekli amiral, Kanal İstanbul, uluslararası antlaşmaların iptali yetkisi kapsamında Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ve Atatürk ilke ve devrimleri konusunda son zamanlarda yaşananlar hakkında bir açıklamada bulunuyorlar…

Hemen iktidar tarafı ve yandaş medya darbe ve vesayet tartışmasını açıyorlar… Bu adamların ya okuması kıt ya da anlaması kıt.. Açıklamanın değil bütünü bir kelimesinde dahi darbe iması bulunmuyor… Bir de ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılıyor… Sanki bu konu AKP'nin dış siyasette, ekonomide ve salgın nedeniyle maruz kaldığı eleştirilerin üstünü örtmek, dikkati başka yöne çekmek için kasıtlı çıkarılmış gibi gözüküyor…

Bu darbe ve vesayet söylemleri aklıma bir Arap mezdeke şarkısı olan ‘’Ya El Yelil’’ şarkısını getiriyor… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

Darbe ve vesayet arıyorsanız eğer

Kendisi devlet memuru olan Ayasofya’nın imamı “1921 ve 24 anayasalarında devletin dini İslam’dı ve laiklik yoktu. Cumhuriyet fabrika ayarlarına dönsün” ifadelerini kullanıyor. (Gazeteler, 10 Şubat 2021) Bu ifade açık açık Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı tanımama değil midir? Halen bir devlet memuru tarafından yapılan bu açıklamaya karşı bir Cumhuriyet savcısı tarafından soruşturma açılmıyor…

Devletin memuru Ayasofya İmamı Anayasal düzene ve TCK’ya meydan okuyacak, cübbeli bir amiral İç Hizmet Kanununa ve Anayasal düzene alenen meydan okuyacak, Türkiye Cumhuriyetin tapusu Montrö tartışmaya açılacak, ancak geçmişte bu yanlışlar Türkiye’ye çok büyük bedellere mal oldu diyen amiraller darbeci olacak!

Aklıma yine aynı şarkı geliyor: ‘’Ya El Yelil’’… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

Daha dün, AYM kapatılsın, AYM kararlarını tanımıyorum (Gazeteler, 31 Mart 2021) diyerek Anayasayı ayaklar altına alanlar darbeci olmayacak, ülkeyi kabile yöntemleriyle yönetmek isteyenler darbeci olmayacak, onlara hiç tepki göstermeyeceksiniz, onlara soruşturma açmayacaksınız, ülkenin geleceğinden endişe edenlere, bunu da demeokratik hak çerçevesinde ifade edenlere tepki gösterip soruşturma açacaksınız...

Aklıma yine aynı şarkı geliyor: ‘’Ya El Yelil’’… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

Size bir başka örnek daha vereyim…


19-20 Aralık 2019 tarihinde İstanbul'da ASSAM (Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi Derneği) ve Üsküdar Üniversitesinin iş birliğiyle ‘’ASRİKA (ASYA-AFRİKA = ASRİKA (İngilizcede ASIA-AFRICA = ASRICA)  ‘’3. Uluslararası ASSAM İslam Birliği Kongresi’’ düzenleniyor. Bu kongreye SADAT'ın kurucularından ve o zaman Cumhurbaşkanı askerî danışmanı olan Adnan Tanrıverdi katılıyor ve sponsorluğunu ise kamu kuruluşları yapıyor.

İşte bu kongrede ayrı bir anayasası, yönetim şekli, askeri gücü, yargısı, başkenti, bayrağı, dili olan çeşitli federasyon ve konfederasyonlardan oluşan “İslam Devletler Birliği” kurulması öneriliyor.

Bu kongrede ASSAM, ASRİCA için Türkiye’nin de dâhil olduğu “İslâm Ülkeleri Konfederasyonu Anayasası”na göre ayrı bir anayasası, yönetim şekli, askerî gücü, yargısı, başkenti, bayrağı, dili olan “İslam Devletler Birliği” kurulması öneriliyor. Bu anayasada bu çeşitli federasyon ve konfederasyonlardan oluşan devletin başkenti İstanbul, resmi dili Arapça olarak ifade ediliyor. Bayrak ise, “şekli kanunla belirlenen kırmızı-yeşil zemin üzerine beyaz ay ve milli devlet sayısı kadar yıldızlı bayrak” olarak ifade ediliyor.

Bahsedilen bu anayasanın 6. madde aynen şöyle diyor: Madde 6- ASRİKA İslâm Devletler Birliğinin resmi dili Arapçadır.  Bayrağı, şekli kanunla belirlenen kırmızı-yeşil zemin üzerine beyaz ay ve milli devlet sayısı kadar yıldızlı bayraktır. Başkenti İstanbul/Türkiye’dir.

Ayrıca bu anayasada kurulacak devletin de şeriatla yönetileceğini hükmediyor.

Madde 7- ASRİKA İslam Devletler Birliği’nin temel amacı; İslâm şeriat ve akidesini hâkim kılarak…

Bu bahsi geçen anayasa ASSAM’ın İnternet sayfasında halen olduğu gibi duruyor...

Yani ASSAM, Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut devlet yapısını ve anayasasını ılga ederek Türkiye Cumhuriyetini şeriatla yönetilen bir Arap konfederasyonunun bir parçası haline getiriyor.  

Yani bu kongrede açık açık Anayasa tağyir, tebdil ve ilga ediliyor. Ama hiçbir Cumhuriyet savcısının ve hiçbir siyasetçinin kılı kıpırdamıyor… Ancak 103 amiral uluslararası antlaşmaların iptali yetkisi kapsamında Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ve Atatürk ilke ve devrimleri konusunda son zamanlarda yaşananlar hakkında endişelerini içeren bir açıklamada bulundular diye darbe iması ile yandaş medya ve iktidar tarafından eleştiri yağmuruna tutuluyor, ardından da Ankara Cumhuriyet Başsavcısı soruşturma başlatıyor…

Aklıma yine aynı şarkı geliyor: ‘’Ya El Yelil’’… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

Bu darbe ve vesayet söylemleri aklıma bir fıkrayı getiriyor…

Tarih öğretmeni çocuğa sormuş: "Oğlum, Kartaca Savaşı'nı kim yaptı?" Çocuk: "Valla billâ ben yapmadım hocam." deyince tarih hocası sinirlenmiş, sınıfın kapısını çarparak çıkmış...

Tarih öğretmeni koridorda Matematik hocasıyla burun buruna gelmiş... Matematik hocası: "Hayrola hocam? Bu ne sinir?" "Sorma!" demiş tarih hocası. "Çocuğa Kartaca Savaşı’nı kim yaptı dedim?" "Valla billâ ben yapmadım hocam" dedi. Nasıl sinirlenmeyeyim?"

Matematik hocası: "Bunlar böyledir hocam. Hem yaparlar, hem de inkâr ederler." deyince, tarih hocası sinirden düşer, bayılır.

Müdür odasında kolonyayla kendine getirilince müdür sorar: "Hayrola hocam? Ne oldu ki fenalaştınız?" "Sormayın müdürüm" der tarihçi:

"Derste çocuğa "Kartaca Savaşı’nı kimler yaptı?" dedim. "Valla billâ ben yapmadım demez mi?" Sinirle sınıftan çıkarken matematik hocamız sordu. Durumu anlatınca: "Bunlar böyledir, hem yaparlar, bir de yapmadım derler." deyince bayılmışım.

"Hocam, şu üzüldüğün şeye bak." der müdür. "İki satır yazı yazarım Milli Eğitim Bakanlığı'na, kimin yaptığını hemen ortaya çıkartırım."

Tarih hocası hastanelik olur. 15 gün hastanede yatıp tedavi görerek, bir ay raporlu olarak taburcu edilir.

Evinde dinlenirken postacı sarı bir zarf getirir. Tarih hocası merakla açar zarfı. Milli Eğitim Bakanlığı'ndan gelmiştir resmi yazı.

Yazıda: "Bu yıl, gerekli tahsisat olmadığından, Kartaca Savaşları yapılamayacaktır. Bilgilerinize..." yazmaktadır.

103 amiralin açıklamasından darbe iması çıkaranlara ‘’2021 yılında ödenek tahsis edilmediği için bu sene darbe yapılmayacaktır. Eğer çok çok merak ediyorsanız bakanlığa bir soruverin’’ diyesim geliyor ancak aklıma da yine aynı şarkı geliyor: ‘’Ya El Yelil’’… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

TTC

Avusturyalı Filozof Ludwig Wittgenstein’ın bir sözü vardı: ’’Tanrı beni zihin sağlığından korusun!’' diye. Ben de diyorum ki: ‘’Tanrı düşünen insanları zihin sağlığından korusun! Çünkü bu ülke zihin sağlığına sahip insanların yaşayabileceği bir ülke olmaktan çoktaaaaan çıkmıştır.’’

Ülkede bütün bu yaşananlar bana Uğur Mumcu'nun 1980 öncesi ve sonrası ülkenin içine düştüğü siyasal, toplumsal bunalımları anlatırken kullandığı bir tanımlamasını hatırlatıyor: “Burası Türkiye Tımarhane Cumhuriyeti” (TTC)dir. 

Korkuyorum, gidişatın buraya doğru olmasından korkuyorum…

Ve aklıma da yine aynı şarkı geliyor: ‘’Ya El Yelil’’… Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülüp, rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum…

Osman AYDOĞAN

Bu şarkı eşliğinde kafama ters bir huni geçirip deliler gibi katıla katıla gülmek ve rakkaseler gibi kıvır kıvır kıvırasım geliyor ama yapamıyorum: Ya El Yelil:
https://www.youtube.com/watch?v=ll_KbDwD4eE


Sakura, bir çiçekten daha fazlası…

03 Nisan 2021


Japonca bir kelime olan ‘’sakura’’, Japon kültüründe büyük bir öneme sahip ve Japonya'nın ulusal simgelerinden biri olan meyve vermeyen bir kiraz çiçeği türüdür… Sakura çiçekleri ağır ağır açar ama çok çabuk dökülür. Bu çiçek mart ayının son haftası ile nisan ayının ilk haftası açar ve Japonya'da bu dönem kutsal sayılır…

Ancak sakura, ilk anladığımız anlamda basit ve sıradan bir çiçek değildir. Bugün sakurayı anlatacağım ama sakuranın Japon kültüründeki yeri ve önemini vurgulamak için önce içinde sakura geçen bir filmden bahsedeceğim: ‘’Son Samuray’’… Çünkü Japon kültüründe samuray ve sakura ayrılmaz bir bütündür.

Son Samuray 

‘’Son Samuray’’ filmi yönetmenliğini Amerikalı yönetmen ve yapımcı Edward Zwick’in yaptığı, başrolde Tom Cruise’in rol aldığı ve ona Japon aktörler Ken Watanabe ve Shin Koyamada’nın eşlik ettiği Japonya'nın modernizasyonu esnasında geçen bir hikâyeyi konu alan bir filmdir.

Japonya’nın tarihinde "Meiji Restorasyonu" olarak geçen bir yenilenme dönemi vardır. Meiji Restorasyonu, ıslah, devrim, reform ya da Meiji yenilenmesi olarak da bilinen, 1868 yılında İmparator Meiji idaresi altındaki Japonya'nın imparatorluk yönetimini yenileyen bir olaylar zinciridir. Japonya’ya bu Meiji Restorasyonu döneminde ülkenin modernleşmesi için çeşitli ülkelerden mühendisler, bilim adamları ve askerler getirilir.

Son Samuray filminde, 1870'lerin Japonya'sında Amerikan ordusundan Yüzbaşı Nathan Algren (Tom Cruise), Japon İmparatorunun davetlisi olarak, ülkenin ilk modern ordusunu eğitmek üzere Tokyo'ya gelir. Filmde Yüzbaşı Nathan Algren’in Japonya’da yaşadıkları anlatılır… Filmde Yüzbaşı Nathan Algren karakteri üzerinden erken modernleşme eleştirisi de yapılır…

Film, aslında, 1868 ve 1869 yılları arasında Japonya’da iktidarda bulunan Tokugawa Şogunluğu ile iktidarın imparatorluk hanedanına dönmesini isteyenler arasında yapılan bir iç savaş olan Boshin Savaşı’nda yaşananların ABD tarafından yapılan bir değerlendirmesidir. Filmdeki son sahne de, samuraylar ve Japon İmparatorluk Ordusu arasındaki 1877 yılında yaşanan son çatışma olan Shiroyama savaşından esinlenilir… Filmdeki Yüzbaşı Nathan Algren karakterinin bir kurgu karakter olduğunu da söylemek istiyorum…

Yüzbaşı Nathan Algren, komuta ettiği Japon ordusunun başında savaştığı Samuraylara esir düşer. Samurayların son lideri Katsumoto (Ken Watanabe) yeni düşmanlarının kim olduğunu ve ne olduğunu anlamak için onun öldürülmesine izin vermeyerek onu yaşadıkları samuray köyüne götürür. Yüzbaşı Algren samuray kültürüyle tanışır ve çok etkilenir. Bir samuray savaşçısı gibi hareket etmeyi, kılıç kullanmayı öğrenince büyük bir kararın eşiğine gelir. İki taraf arasında kalmıştır ve onurunun doğru yolu göstermesini bekler. Film, bir topluma düşman olarak giden birinin bu toplumu tanıdıktan sonra içlerine katılıp onlardan biri olup onlarla birlikte nasıl ölüme gidebildiğini gösteren bir başyapıttır…

Filmin müzikleri ise Hans Zimmer'ın başyapıtıdır ve tam bir ‘’magnum opus’’tur.

Bu filmi iki kez izledim. İlk fırsatta tekrar izleyeceğim. Film, insanı sevindirir, üzer, ağlatır, ders verir, öğretir, düşündürür... Film, onca savaş sahnesi karşın çok naif ve duygusal bir filmdir. İzlendiğinde insana huzur veren bir filmdir. Filmde fonda verilen Japon kültürü bir yana ön planda yer alan görselleri harikuladedir. Filmdeki o manzaraların, o ağaçların, o çiçeklerin, o dinginliğin, o sadeliğin anlatımı bir mümkünsüz, izahı bir imkânsızdır… Bazı sahnelerde gözlerim dolmadı değil… Bu sahnelerde iç çeke çeke, hüngür hüngür ağlamamışsam kendimi tutmuşluğumdandır…

Filmin sonuna doğru, Samuray Katsumoto savaş alanında aldığı kılıç darbeleriyle son nefesini verirken, film boyunca Samuray Katsumoto'ya karşı savaşan Japon askerleri, Samuray Katsumoto’ya karşı büyük bir saygı gösterisinde bulunurlar…  

Bu esnada, yani Samuray Katsumoto çatışmada aldığı kılıç darbeleri nedeniyle ölürken, etrafında ağaçlardan dökülen Sakura çiçekleri yavaş çekimle uçuşur. İşte bu sahne Samuray Katsumoto için ölüme değerdir. Samuray Katsumoto bu dökülen Sakura çiçeklerini seyrederek ölür. Samuray Katsumoto, ölürken ağzından şu son cümle dökülür: ‘’They are all perrfectt"… Çünkü Samuray Katsumoto için kusursuz çiçek nadir bir şeydir... Tüm hayatını bundan bir tane bulmak için harcasan bile hayatın boşa gitmiş sayılmaz.

Bu film sadece bu sahnesi için bile seyredilmeye değerdir…

Filmin bu sahnesi bana bu sayfada daha önce anlattığım ‘’Gladyatör’’ filminin sonundaki sahneyi hatırlatır. Bu sahnede de General Maximus, ölürken bulanık zihninde buğday tarlalarının arasından evine dönmektedir. Elleri buğday başaklarındadır... Onları okşayarak ilerler… Oğlu ona koşar, karısı uzaktan onun gelişini seyreder… Bu sahne de ağlatır… Bu filmin film müziği de yine Hans Zimmer’e aittir…  

Son Samuray filmini ve filmin bu sahnesini anlayabilmek için sakurayı tanımak ve sakuranın Japon kültürü içindeki yerini anlamak gerekiyor.

‘’Japon Gücünün ve Stratejisinin Sırları’’ (Fredrick J. Lovret, Dharma Yayınları, 2001) isimli kitapta samuray ve sakura için şu tanımlama yapılır:

"Samuray, kendi yaşamını kiraz çiçeğinin yaşamına benzetmekten hoşlanırdı. Dünyanın yaşam süresinde yalnız bir an yaşar, hızla çiçek açarak olağanüstü bir güzelliğe dönüşür ve ardından toprağa düşerdi. Samuray, kılıç tarafından öldürülmenin kendi kaderi olduğunu bilirdi. Bunu kabullenirdi. Yapabileceği tek şey iyi bir çaba göstermek ve iyi bir şekilde ölmekti."

O zaman şimdi gelelerim sakuraya…

Sakura, bir çiçekten daha fazlası…

Sakura çiçeklerinin mart ayının son haftası ile nisan ayının ilk haftasında açar ağır ağır açtığını ama çok çabuk döküldüğünden bahsetmiştim.


Sakura, açtığında büyüleyici bir hayal âlemini gözler önüne serer. Ancak güzelliklerinden daha fazla bir şey vardır onlarda. Sakuranın dalda kaldığı zamanın çok kısa olması, Japon kültüründe hayatın gelip geçici olduğunu ifade eder. Zıtlıklar yaşamın her anında birliktedir; siyah ile beyaz gibi, iyi ile kötü gibi, yaşam ile ölüm gibi...

Sakura; hem hayatın başlangıcını yani baharı müjdeler, hem de kaçınılmaz sonunu simgeler. Japonya'da baharın müjdecisi olmasına rağmen, daha solmadan en güzel halindeyken dallarından düşmesi sebebiyle edebiyatta ölüm ile yaşamın birlikteliğini ifade eder. Sakuranın hüzünlü bir yanı olduğu için çok da sevilen bir kadın adıdır da Japonya’da sakura.

Sakuranın açması çok yavaş bir süreç, solgunlaşıp yere düşmesi ise bir anlıktır. Japonlar için, Sakuranın kısa ama parlak yaşamı, samurayların genç, zamansız, kahramanca ölümünü simgeler.

Kiraz çiçekleri samuraylar için hem yaşamı, hem de ani bir ölümü hatırlatır... Bir şeyin hem üstün güzellik hem de hızlı şekilde ölmeyi nasıl aynı anda sembolize ettiği sorusunun cevabı ise Japon kültürünün ölüme bakış açısında saklıdır.

Sakura, hem genç bir samurayın ruhunu hem de güzel bir kadının ihtişamını taşır. Samuraylar daha gençken ölümü tatmış, kiraz çiçekleri de en güzel oldukları vakitte dökülmüşlerdir. İşte böyle geçici işte böyle de güzeldirler, güzel olan her şeyin geçici olduğu gibi…

Çiçeklenen ağaçlar güzelliklerini kısa bir süre sunarlar ve çiçeklerini tüm şehir üstüne dökerler. Genellikle mart ayının son haftası ile nisan ayının ilk haftası arasında açan kiraz çiçeklerinin açışı o kadar güzeldir ki Japonya’da meteoroloji tarafından her şehir için tahminleri önceden yapılır ve insanlar ona göre programlarını ayarlarlar.

Sakura ile ilgili kayıtlar Japon tarihinde çok eskiye kadar gidiyor… Osaka Üniversitesi'nin sakura ile ilgili olarak elindeki veriler, Kyoto'daki imparatorluk sarayının kayıtlarından Ortaçağ'da tutulan günlüklere kadar uzanıyor. Bu sene, yani 2021 yılında sakura, Kyoto şehrinde 1200 yılın en erken açma rekoru kırılarak 26 Mart 2021 tarihinde açıyor. Bu tarih, ortalama açma tarihinden 10 gün öncesine denk geliyor… Kyoto'da bundan önce en erken sakura açma tarihi 27 Mart 1409 olarak kayıtlarda yer alıyor… Bunun nedeni olarak da küresel ısınma gösteriliyor…

Güzelliğin ve estetiğin simgesi olan kiraz çiçekleri (sakura) açtığında Japonlar parklara, bahçelere, tapınaklara akın ederler yalnızca çiçekleri seyretmek için… Bu çiçek izleme partilerine “hanami” adı verilir.. Hanami festivallerinin en can alıcı etkinliği, zen sükûnetine yaraşır şekilde, yalnızca yürümektir. Sükût içinde, sessiz ve sakin…

Japon filmlerinde çiçek döken ağaç sahnesi olmazsa olmaz bir sahnedir. Japon filmlerinde anlatılan hikâyeye görsel zenginlik katmasının yanı sıra izleyiciye hikâyenin içindeki duygusal bir sahneye hazırlama amacıyla da kullanılır.

Sake (Japonların pirinç ve tahıl tozundan yapılan ulusal içkisi) içerken ve son nefeslerini verirken bile bu ağacın görüntüsünü hayal eden bu ağacın yakınında bir yerde yapılan savaş sonucu ölüme yaklaşmışken bile bu ağacı düşünen kahramanlarla sık sık karşılaşırız Japon filmlerinde… Romantik sahnelerde de sakura ağacı bulunur.

Bunlar en iyi girişte anlattığım başrolde Tom Cruise’in yer aldığı ‘’Son Samuray’’ filminde yer alır… Bu filmde Samuray Katsumoto ölürken etrafında uçuşan sakura çiçekleri işte o ölüme değerdir…

Bu ağacın çiçeklerinin dökülme sahneleri genellikle her güzel şeyin bir gün mutlaka sona erebileceği mesajını ve yaşanılan kayıpların yaşattığı acıyı bazen de anılarımızdaki kaybettiklerimizi simgeleyen bilinçaltı bir mesaj vermeyi hedefler.

Ancak Sakura ağacının çiçek dökmesi her ne kadar bir şeylerin sonunu simgelese de yeniden açılacağı anı görme umudu da her sonun bir başlangıcı olduğunu müjdeleyen bir konumdadır. Yani hüzün hissinin yanında umut hissini de bizlere verir...

Sakura çiçekleri bana Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel’i anımsatır. Hegel’e göre, biricik canlı felsefe; çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesiydi. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gerekliymiş. Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmakmış. Hegel’e göre ölüm; hem ortadan kaldırmaymış, hem de yeniden doğuşu sağlayan bir koşulmuş…

Her ne kadar parklarımızda bahçelerimizde sakura yoksa da hala ağaçlar çiçeklerini dökmedi…  Bugün hafta sonu… Yarın da Pazar ve sokağa çıkma kısıtlaması var... Hava sıcak değilse de güneşli ve pırıl pırıl… Sabah ilk iş olarak kendinizi fırına, bakkala, markete gidiyorum diye dışarıya atın, parklara, bahçelere, kırlara gidin... Oralarda ağaçlara, çiçeklere, börtülere, böceklere selam verin… Halil Cibran ‘’ağaçlar yeryüzünün gök kubbeye yazdığı şiirlerdir’’ derdi… O şiirleri okuyun!

Kusursuz çiçek nadir bir şeydir... Tüm hayatını bundan bir tane bulmak için harcasan bile hayatın boşa gitmiş sayılmaz.

‘’Son samuray’’ filmi, bu Korona kısıtlaması bahanesiyle izlememişseniz izlemeye, daha önce izlemişseniz de bir daha izlemeye değer diye düşünüyorum…

Bu baharın ‘’umut’’lara vesile olması dileği ile…

Osman AYDOĞAN

Japon halk müziği eşliğinde sakura:
https://www.youtube.com/watch?v=IKTRnO7SV68


Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü

02 Nisan 2021


Geçen haftaki yazılarımda Bavyera kralı II. Ludwig’in ve Avusturya Veliahttı Prens Rudolf’un halen muammada kalan ölümlerini anlatmış ve yazımın sonunda da sözü Tarih Baba’ya bırakarak ‘’sakın ola ki imparatorlara, krallara, saraylara gelin, veliaht, evlat, damat ve sevgili olmayasınız. Sonra başınıza bir iş gelir, ne iş geldiğini yüzlerce yıl geçse de kimsecikler bilmez, muamma kalır’’ diye bitirmiştim…

Ölümü muamma olan sadece Avrupa kralları ve veliahtları değildi. Ölümü şaibeli bol miktarda Osmanlı veliahtları ve padişahları da vardır…

Ölümü şüpheli olan Osmanlı padişahlarından birisi de Sultan Abdülaziz’dir.

Sultan Abdülaziz

Sultan Abdülaziz, Sultan II. Mahmut’un oğlu, Sultan Abdülmecid'in kardeşidir. Sultan Abdülmecid'in ölümü üzerine, Sultan Abdülaziz 31 yaşında iken, 25 Haziran 1861 tarihinde tahta geçer ve 1861 – 1876 yılları arasında 15 yıl padişah olarak görev yapar… Sultan Abdülaziz, 30 Mayıs 1876 tarihinde bir saray darbesi sonucu tahttan indirilir… Sultan Abdülaziz, gözaltında bulundurulduğu Feriye Sarayı'nda 4 Haziran 1876 tarihinde bilekleri kesilmiş olarak ölü bulunur. Resmî tarih intihar ettiğini yazar. Ancak Sultan Abdülaziz’in ölümü şüphelidir ve öldürüldüğüne dair iddialar da vardır.

Sultan Abdülaziz öldükten onun yerine II. Abdülhamit'in ağabeyi olan Sultan V. Murat tahta geçer. Ancak Sultan V. Murat 93 gün tahtta kaldıktan sonra akli dengesinin bozulduğu gerekçe gösterilerek 31 Ağustos 1876'da padişahlık makamından indirilir… Ondan sonra da II. Abdülhamit tahta geçer… Sultan II. Abdülhamid de 1876 – 1909 yılları arasında 33 yıl padişahlık tahtta kalır…

Ben bu yazımda Sultan Abdülaziz’in şaibeli ölümünü yazmayacağım. O konu tarihçilerin işi… Neyse ki ben tarihçi değilim…

Sultan Abdülaz’in Avrupa seyahati

Sultan Abdülaziz’i diğer Osmanlı padişahlarından ayıran bir özelliği var. O da Sultan Abdülaziz’in, 600 küsur yıl süren Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa'ya giden ilk ve tek Osmanlı sultanı olmasıdır…


Seyahatin görünürdeki sebebi Fransa İmparatoru Üçüncü Napoleon’un Sultan Abdülaziz’i Milletlerarası Paris Sergisine davet etmesidir. Ancak Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki topraklarında meydana gelen milliyetçi ve ayrılıkçı hareketler, Girit’teki karışıklıklar ve bunların Avrupalı devletler tarafından desteklenmesi, Rusya ile son dönemdeki ilişkiler seyahatin asıl sebebi olur…

Sultan Abülaziz aslında bu resmi geziye katılmakta kararsızdır. Zamanın sadrazamı ve hariciye nazırı olan Âli ve Fuat paşalar, Padişahı bu geziye katılmayı ikna ederler…

Seyahat esnasında Sultan’a duyulan ilgi, seyahat süresini ve ülke sayısını artırır… Böylece Paris'te başlayan bu gezi gelen davetler üzerine Almanya, Belçika, Avusturya ve İngiltere'ye kadar devam eder… 

Sultan Abdülaziz’e, bu Avrupa seyahati boyunca 56 kişilik bir ekip eşlik eder… Bu 56 kişi arasında Sultan’ın veliaht yeğeni Şehzade Murat Efendi ve ileride Osmanlı tahtına geçerek olan Sultan Abdülaziz’in yeğeni Şehzade Abdülhamid Efendi de vardır. Ayrıca İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Ömer Faiz Efendi de bu ekipte yer alır… Sadrazam Ali Paşa geziye çıkmadan önce İstanbul Şehremini Ömer Faiz efendiye gezi esnasında günlük tutması talimatını verir…

Sultan Abdülaziz’in 1867 yılındaki bu gezisi 47 gün sürer.

Sultan Abdülaziz’in bu Avrupa gezisini anlatan Cemal Kutay’ın güzel bir kitabı var: ‘’47 Gün. Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü’’ (ABM Yayınevi / Tarih Dizisi, 2012)  Gezi boyunca İstanbul Şehremini Ömer Faiz Efendi Sultan Abdülaziz'in yanında bulunur ve günlükleri tutar. İşte bu kitap da bu günlüklerden oluşur…

Sultan Abdülaziz’in bu gezisi hakkında yazılan eser sadece bu kitap değildir. Padişahın dönüşü şerefine Osmanlıda hiçbir tarihi değeri olmayan bolca edebi metinler, kaside ve şarkılar da yazılır… Sadece Ömer Faiz Efendi'nin bu notları tarihe ışık tutar...

Ayrıca bu kitapta Yeni Osmanlıların öncüleri Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa, Ziya Paşa, Agâh Efendi ve Suavi beylerin imparatorlukla olan ilişkileri de anlatılır.

Bugünkü yazımda işte bu kitapta yer alan günlüklerden alıntılar yapacağım…

47 Gün. Sultan Abdülaziz'in Avrupa Günlüğü

Şimdi gelelim kitapta ilgimi çeken günlüklere...

Paris

Ekip Paris’e vardıklarında Ömer Faiz Efendi de protokol gereği Paris Belediye Başkanı ile görüşür. Paris'te o esnada büyük bir imar vardır… Paris Belediye Başkanı Paris için yaptıklarını ve bu imar için harcadıkları parayı anlatır... Sonunda Paris Belediye Başkanı Ömer Faiz Efendi’ye sorar:  “İstanbul belediyesinin bütçesi ne kadardır?” Osmanlıda henüz bütçe kavramı olmadığı için Ömer Faiz Efendi tahmini bir rakam söyler…  Paris Belediye Başkanı ‘’Bu parayla hiçbir şey yapılmaz ki!” deyince Ömer Faiz Efendi de cevap verir: “Zaten biz de hiçbir şey yapmıyoruz ki!”


Hoş, zaten o günden beridir de bir şey yapılmamıştır…

Viyana

Ekip Viyana’ya geldiklerinde Ömer Faiz Efendi günlüğüne şunları yazar:


‘’Viyana Avrupa'nın sanat hayatında ne büyük merkez olduğunu o gece Ander Wiev Tiyatrosu'nda anladık. Çıktığımız zaman adeta bir rüya âlemi içindeydik. Yanımdaki Halimi Efendi biraderime: ‘Azizim, bizler bin bir gece masallarını kitaplarda okuruz, bunlar kitaptan almışlar, sahneye koymuşlar. Bizimkisi hayal, onlarınki hayat…’

…Sokaklarda halk bize tecessüsten çok sevgiyle bakıyordu. Halil Paşa, Almancasıyla laf yetiştiriyordu. Bir genç hanım niçin çoğumuzun sakallı olduğunu sordu. Cevap olarak meşhur laftır 'sözümüzün dinlenmesi için' dedim. O zaman masmavi, güzel gözlerini hayretle açarak, hanım kız ikinci bir sual sordu: ‘Peki hepiniz sakallı olduğuna göre kim kimin sözünü dinleyecek!’ ‘’

Doğru ya, herkes sakallı olunca kim kimin sözünü dinleyecekti ki?

Londra

Sultan Abdülaziz’in bu Avrupa gezisinin en ilginç olayları bana göre Londra’da geçer…


Ekip İngiltere’ye vardıklarında İngiltere’de tahtta Kraliçe Viktorya vardır. Ekipte yer alan Veliaht Şehzade Murat Efendi, Fransızca bilişi, yakışıklılığı ve dans edişiyle İngiliz sarayında pek beğenilir. Düşünsenize ''dans eden bir Osmanlı şehzadesi''!

Kitapta Veliaht Şehzade Murat Efendi’nin İngiltere macerası şöyle yer alır:

“Fakat, Veliaht Murad Efendi asıl büyük alakayı İngiltere’de görmüştü. O kadar ki, o tarihte yaşlı ve Balmoral Şatosu’ndan çıkmayan Kraliçe Viktorya, Vindsor Şatosu’nda Al-i Osman Padişahını ve maiyetindekileri kabul ettiği zaman, Veliaht Murad Efendi derhal dikkatini çekmişti. Paris’teki on bir gün, Osmanlı şehzadesine özel güveni kazandırmıştı. Muhteşem salonların asıl sahibi hüviyetinde idi. Konuştuğu Fransızcanın mükemmeliyeti, aksanının kusursuz oluşu, her mevzu üzerinde isabetli fikirleri, umumi bilgisinin genişliği, bilhassa bir Osmanlı şehzadesinde tahmin edilenin çok üstünde oluşu ile dikkati çekiyordu. Bilhassa, zarif ve maharetli dansları ile bu alaka hayranlık halini almıştı.

Londra’ya gelişlerinin dördüncü günü, sefirimiz Müzürüs Paşa, Fuat Paşa’nın kulağına, şişman bedeninden beklenmeyen heyecanlı çocuk sesiyle fısıldamıştı: ‘Aman Paşa Hazretleri... Çok mühim bir haberim var. Lord Stanley fikrimi almak istedi. Ne cevap vereceğimi şaşırdım. Kraliçe Hazretleri Veliaht Murad Efendi Hazretlerini o kadar beğenmişler ki, eğer Osmanlı Sarayı ister ve muvafakat ederse, torunları arasından intihab (seçilip) ve tercih edilecek bir Prensesi Veliaht Hazretlerine zevce olarak vermeyi arzu etmektedirler...’

Tecrübeli ve sakin Fuat Paşa, hayretle yerinden fırlamıştı: Bir anda, iki ayrı ve tezatlı netice gözlerinin önünde belirdi, hasta kalbi sıkışır gibi oldu: Birincisi, Padişahın bu haber karşısındaki tepkisi idi. Maazallah bir de asabileşirse ne olurdu?’’

Sultan Abdülaziz’e iletilen bu talep, Sultan tarafından nezaket sınırları dâhilinde geri çevrilir... Cemal Kutay öyküyü İngiliz sarayının da buna razı olmadığı ile bağlar: “Sonradan anlaşılmıştı ki, kraliçenin arzusu, İngiliz sarayında ve hükümetinde bazı karşı koymalar görmüştü. Fakat Kraliçenin ve Prens dö Gal’m’in kararı kâfi idi. Osmanlı Padişahı ‘evet’ dese idi, çeşitli neticeleri olabilecek bu birleşme, tarihte belki dikkat değer sahifeler açacaktı...”

Düşünsenize, bu izdivaç gerçekleşseydi tarih acaba nasıl şekillenirdi? Gerçi Tarih Baba’ya asla ‘’eğer’’ diye sual edilmezdi ya…

Neyse gelelim biz kitabımıza...

Kitabın önsözü

Kitabın önsözünde Cemal Kutay, Osmanlı’nın o zamanki sosyal hayatının fotoğrafını yansıtır:


“Matbaayı iki yüz yetmiş yıl sonra benimsemiştik. Buharı devlet kabul etmiş, halk ürkmüştü. Üzerine bastığımız medeniyet anlayışı devrini tamamlamıştı. Sultan İkinci Mahmut’un 1830 yılında, Moskofların nasıl güçlenerek Osmanlı devletini gerilettiğini anlamak için Rusya’ya gönderdiği eniştesi Damad Amiral Halil Paşa şöyle diyordu: ‘Şevketmeap... Bizde şehirlerde kadın kafes arkasındadır, erkek meydandadır. Köylerde ise kadın tarladadır, erkek kahvelerdedir. Yani bizim nüfusumuz milli hayatta daima yarımdır, tam değildir. Avrupa’da ise kadın da, erkek de, umumi yaşama içinde kıymettirler ve her ikisi birleşerek milleti teşkil ediyorlar. Bizler önce bu ayrı iki yarımdan bir tam çıkarmaya mecburuz.’ Sultan Aziz, 1867 Paris Milletlerarası Sergisi’nin şeref misafiri olarak, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile Batı’yı ziyaret ederken, ülkesindeki manzara, Amiral Halil Paşa’nın 1867’den 37 yıl önce çizdiğinin aynı idi.”

Cemal Kutay niye hayıflanıyor ki? Sultan Aziz'in, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile 1867 yılında Batı’yı ziyaretinden 154 yıl sonra da ülkedeki kadın manzarası ne yazık ki o günlerle hemen hemen aynıdır...  

Müslümanlığı da Hristiyanlardan alalım!

Kitabın 113. sayfasında da ilginç bir konuşma geçer:

Gezi sona ermiştir…


Dönüşte Sadrazam ve paşaların da yer aldığı bir toplantıda ‘’Avrupa seferi’’ ve “Batı’nın nesini alalım...” konusu tartışılırken Ömer Faiz Efendi söze girer: ‘’Paşa hazretleri bu memleketlerden her şeyi alalım, hatta Müslümanlığı bile alalım.’’

Sadrazam dâhil herkesi şaşırtan sözlerine Ömer Faiz Efendi şöyle açıklık getirir:

‘’Evet Paşa hazretleri, evet efendimiz. Müslümanlığı da bu memleketlerden alalım, çünkü onlar ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavat ve liyakatleri ile Müslümanlığın asıl emirlerini Hıristiyan oldukları halde tatbik ediyorlar, yani bilmeden hidayete mazhar olmuşlar... Cehaleti bırakıp ilmi, iptidailiği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçareliğini bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkeni bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın erkeğimizle birlikte hem dinin hem devletimizin bekasını ve izzü şan ile devamını temin ederiz.”

Hasta adam neden hasta?

Kitabı okudukça, Osmanlı’nın neden “hasta adam” haline geldiğini anlamamız ve nereye doğru gittiğimizi görmemiz daha da kolaylaşıyor...


Bu geziden sonra Bahriye Mektebi, Darü'lfünun-u Osmani, Darüşşafaka ve Kız Rüştiyesi açılır… Yeni Kara Ordusu kurulur… Ama esas sorun olan ilim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavat (eşitlik) ve liyakat gözden kaçırılır… Ve bunlar olmayınca da Osmanlı batmaktan kurtulamaz…

Ne yazık ki Sultan Abdülaziz'in, Osmanlı padişahları içinde ilk tacidar hüviyeti ile 1867 yılında Batı’yı ziyaretinden 154 yıl sonra da ülkede olmayanlar yine aynıdır: İlim, irfan, medeniyet, çalışkanlık, adalet, müsavat ve liyakat...

Hep söylüyorum ya… Ah tarih ahhh... Sen ne çok şeyler söylersin de… Anlayan kim?

Osman AYDOĞAN


Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır (2)


01 Nisan 2021

Tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız... Bu konuda sürekli örnekler veririm… Bu başlıkla yazdığım dünkü yazımın girişinde tarihten ders almak ile ilgili veciz sözlere yer vermiştim.  Bazı ilavelerle tekrar etmek istiyorum: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’… “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” (İbn-i Haldun)… ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ (Mehmet Akif)… "Kendi doğumundan önce olanları bilmeyen, sürekli çocuk kalmaya mahkûmdur." (Cicero) Daha çok var ama yine ben burada bırakayım… Nasıl olsa hemen hemen her yazımda buna benzer sözler söylüyorum… Neredeyse ezberlediniz…

Aynı başlıkla yazdığım dünkü yazımda; Mustafa Kemal Atatürk’ün, olayları tarihsel gelişimi içerisinde görebilecek ve değerlendirebilecek bir tarih kültürüne dönüşen tarih bilgisi ve tarih bilinci nedeniyle “bir kehanete lüzum kalmaksızın” geleceğin gelişmelerini kestirebildiğini ve II. Dünya Harbi’nin nasıl başlayacağını ve nasıl sonuçlanacağını çevresine anlattığını kaynaklarıyla vermiştim.

Bugünkü yazımda da Mustafa Kemal Atatürk’ün henüz harp başlamadan I. Dünya Harbi hakkındaki öngörülerini anlatacağım.

Mustafa Kemal Atatürk’ün I. Dünya Harbi’ne dair hepsi birer birer gerçekleşen öngörüleri

İki ayda bir yayınlanan tarih ve kültür dergisi olan ‘’Tarih Çevresi’’ dergisinin Eylül – Ekim 2020 tarihli ‘’Atatürk Tarihi Dosyası’’ başlıklı sayısında değerli bilim insanı, Atatürk araştırmacısı ve çok değerli ‘’Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk’’ (Doğan Kitap, 2019) kitabının yazarı Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in ‘’Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü (1914 Yılı)’’ başlıklı bir makalesi yayınlandı. (s. 37 -38) Yazar bu makalesinde Mustafa Kemal’in daha 33 yaşında bir yarbay iken 1. Dünya Harbi’ne dair hepsi birer birer gerçekleşen öngörüleri kaynaklara atıflar yapılarak anlatır…

Bu makalenin bağlantısını, makalenin tamamını okumak isteyen meraklıları için yazımın sonunda veriyorum. Ancak ben buraya makalede kaynaklar gösterilerek verilen Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Harbine nasıl girdiğini Osmanlı Genelkurmay Karargâhı penceresinden aktaran kısmını alıntılamak istiyorum…

Makalenin ilgili bölümü:

Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya harbine nasıl girdi?

Acaba bu sırada İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde neler oluyordu diye bir soru aklınıza gelmiştir diye düşünüyorum. Şimdi o sorunun yanıtını kısa olarak veriyorum.

İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde Türk kurmaylarınca yapılan bazı çalışmaları ve bu yüzden başlarına geleni ise sonradan Cumhuriyet Türkiyesi’nde Genelkurmay 2’inci Başkanlığı görevinde bulunan Orgeneral Asım Gündüz hatıralarında şöyle anlatmıştır:

“Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman yine Harbiye Nezareti Erkânı Harbiyesinde görevliydim. Goben ve Breslav gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan girişinden sonra, Almanlar bizi de savaşa sokmak için zorlamaya başlamışlardı. Enver Paşa, Ali İhsan (Sabis) Bey ile beni çağırarak savaşa girip girmememiz konusunu her yönüyle inceleyen bir rapor hazırlamamızı istedi. Kazım Karabekir de bizimle beraber harekât şubesindeydi. Ali İhsan, Kazım Karabekir ve ben baş başa vererek Osmanlı İmparatorluğunun jeopolitik ve jeostratejik durumunu etüt ettik. Bu çalışmalarımız, Balkanlarda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile bağlantı kurulmadan ve Bulgarların davranışları öğrenilmeden bir karara varılamayacağını ortaya koyuyordu. Bu durumu Enver Paşa’ya anlatmıştık. Ayrıca geniş yurt parçasında, birbirine uzak mesafelerde açılacak cepheler karşısında savunma yapılabileceğini, hatta silahlı tarafsızlık politikasının çok daha hayırlı olacağını belirten bir rapor hazırlamış ve Harbiye Nazırı’na vermiştik. Bu rapordan sonra karargâhta görevli Almanlar üçümüzün de karargâhtan uzaklaştırılmamız için büyük çaba göstermeye başlamışlardı. Enver Paşa, Almanların bu istekleri üzerine Ali İhsan Bey, Kazım Karabekir ve beni ayrı ayrı cephelere göndermekte tereddüt etmemişti.”

“Hâlbuki bahis konusu raporu verene kadar görevli Almanlar, Ali İhsan Bey’le beni kendilerine çok yakın hissediyorlardı. Zira ikimiz de uzun süre Almanya’da kalmış ve kendileriyle çalışmıştık. Ancak bizler de her şeyden önce Devletimizin ve Milletimizin çıkarlarını düşünmek zorundaydık. Diyebilirim ki, Türk Erkânı Harbiyesi’nde, Enver Paşa’dan başka hiç kimse, Almanların birinci dünya savaşındaki başarılarının devamlı olacağına inanmış değildi. Hatta Enver Paşa’nın sınıf arkadaşı ve sınıf birincisi Hafız Hakkı Paşa bile bizlerle beraber ‘silahlı tarafsızlık’ görüşünü savunmaktaydı.”

“Türk Erkânı Harbiyesi’ndeki bütün isteksizliklere rağmen, sonradan Yavuz ve Midilli adını alan Goben ve Breslav zırhlılarının Karadeniz’e çıkarak Rus gemileri ve limanlarına saldırmalarıyla savaşa katılmış oluyorduk.”

Orgeneral Asım Gündüz -o günlerde kurmay yarbay rütbesindedir- anlatımına şöyle devam etmiştir:

“Almanlar doğuda Rusları sıkıştırınca, biz de Kafkaslardan Türk yurduna atılarak, Rus cephelerini çökertme umuduna kapılmıştık. İngilizler ise, Rus dostlarına yardım için, Mısır’da topladıkları kuvvetleri Çanakkale’ye çıkarmışlardı. Bu sırada, Fethi (Okyar) Bey’le beraber Sofya’da ataşemiliter olan Mustafa Kemal, Çanakkale’de Liman von Sanders’in kumanda ettiği ordunun 19’uncu tümenine tayin edilmişti. Sınıf arkadaşım Mustafa Kemal Çanakkale’ye geçerken, Harbiye Nezareti’nde beni ve Ali İhsan (Sabis) Bey’i ziyaret etmişti. Onun, o gün söylediklerini aynen hatırlıyorum. Mustafa Kemal: “Yahu’’ diyordu… ‘’Ne yapıyoruz? Allah aşkına bu memleketi hiç düşünmüyor musunuz? Bu adamı hiç ikaz etmediniz mi? Bu şekilde savaşa katılmanın fayda sağlamayacağını anlatmadınız mı?”

“Mustafa Kemal’in ‘bu adam’ dediği Enver Paşa idi. Nitekim Enver Paşa’dan hemen randevu almış ve görüşmüştü. Ancak, Enver Paşa’nın yanından çok sinirli ve yanakları al al olmuş bir şekilde çıkmıştı. Enver Paşa’dan anlayışsızlık gördüğü belli idi. Tekrar yanımıza geldiği zaman: “Ben vazifemi yaptım. Vicdanen müsterihim. Ama bu adam laf anlar soyundan değil. Bir Napolyon olmak hevesinde, demişti.”

“Mustafa Kemal tekrar bize dönmüş ve kâğıt istemişti. Sonra masaya oturmuş ve savaşa katılmanın doğuracağı kötü sonuçları uzun uzun yazmış ve Harbiye Nezareti’ne vermişti.”

Bahsettiğim konu makalede böyle anlatılır…

Yarbay Mustafa Kemal’in, I. Dünya Harbi başlamadan önce ve başladıktan hemen sonra bu harbe Osmanlı İmparatorluğunun girmemesi konusundaki ikazları:

Yazar, makalenin başında 1914 yılında Atatürk’ün genç bir yarbay iken (Sofya’da askeri ataşedir) henüz 1. Dünya Savaşı başlamadan önce hükumete yakın arkadaşlarına yaklaşan dünya harbine girmememiz gerektiğini hükûmete iletmesini istediği mektuplarına yer verir.

Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşı Kurmay Yarbay Ali Fuat (Cebesoy)’a yazdığı bu mektuplarından birisi şu şekildedir:

“İngiliz-Alman rekabeti ve yeniden büyüyen Sırbistan’ın Avusturya ve Macaristan’ın güneyindeki Slavlar üzerinde iddiası yüzünden, pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilinir. Hiçbir hazırlığımız olmadan acele bu harbe de sürüklenecek olursak, Anadolu’muz, Boğazlarımız ve 500 yıllık Türk İstanbul’umuz muhakkak tehlikeye girer. Bu sefer bir kelime ile Türklüğümüz mahvolur. Bundan sonra hiç olmazsa kendimizi hülyalara kaptırmamalıyız. Zira telafisi mümkün olamayacak bir felaketle karşılaşırız. Gelecekte hiçbir hissiyata aldanmadan, kesin kararımız, Türk çoğunluğunun çizdiği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır.”

Savaş başladıktan sonra da Mustafa Kemal, yakın arkadaşı Doktor Tevfik Rüştü Aras’a şu mektubu yazar:

‘’Bu savaş çok uzun sürecektir; ona girmekte geç kalınmaz; bundan korkup acele etmeyelim.  Ne yap yap partinin genel merkezindeki dostlarınıza, özellikle bacanağınız Doktor Nazım Bey’e bütün gayretinle anlatmaya çalış. Başlayan bu dünya savaşına biz asla karışmayalım. Senin de bu fikirde olduğuna şüphem yoktur. Elçi Fethi (Okyar) Bey de bu fikirdedir. Bu dünya savaşına memleketimizin karışmaması için elinden geleni yapmaklığını isterim.”

Yazar makalesinin sonunu da şöyle bitirir:

Son olarak bir konuya işaret etmek istiyorum. Biliyorsunuz Atatürk çok iyi bir kitap okuyucusuydu. İncelediği 4289 kitap arasında Leone Caetani’nin İslam Tarihi ciltleri de vardı. Atatürk o eseri okurken bir cümlenin altını kırmızı kalemle çizmişti ve o cümlenin yanına da çok mühim olduğunu belirtmek için ikişer çarpı işareti koymuştu. O cümle şöyleydi:

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Altını kırmızı kalemle çizdiği ve yanına da ikişer çarpı işareti koyduğu o cümle “ihtiyat” ve “tedbir” hakkında idi… Bugünkü dille söylersek “ihtiyat = ileriyi düşünme, ileriyi düşünerek davranma” ve “tedbir = bir işin sonunu düşünerek başarısını sağlama çaresine başvurma” anlamındadır. O cümleyi huzurunuzda bir daha tekrarlıyorum:

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in bahsi geçen makalesinden yaptığım alıntı bu kadar…

1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşulları ve bütün aktörleri hem trajedi hem de komedi olarak yineleniyor...

Yazılarımı takip edenler bilirler. Tarih ile ilgili yazılarımda hep ‘’günümüz koşullarının 1914 öncesi koşullarını çağrıştırıyor’’ diye yazarım.

‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’

Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın... 1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşulları ve bütün aktörleri hem trajedi hem de komedi olarak yineleniyor... Bölgemizde Rus Çarlığı yerine Rusya vardır. İngiltere yerine ABD vardır. Almanya ve Fransa yerine AB olarak yine aynı Almanya ve Fransa vardır… Araplar yine aynı Araplardır. Osmanlı İmparatorluğu yerine Türkiye Cumhuriyeti ve İttihat ve Terakki Partisi yerine de Adalet ve Kalkınma Partisi vardır. Yine Kafkasya, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz kaynamaktadır... Osmanlı yerine Türkiye Cumhuriyeti yine buralarda cephe açmaktadır. Osmanlının, Rusya ve İngiltere ile kavgalı olduğu gibi Osmanlının yerine Türkiye Cumhuriyeti yine Rusya ve İngiltere yerine ABD ile kavgalıdır... Osmanlının o zaman müttefik olduğu Almanya ise bu sefer hem de AB olarak Türkiye Cumhuriyeti ile kavgalıdır...

Tek fark; İttihat ve Terakki Partisi politikalarıyla koca imparatorluğu batırırken amacı tükenmiş bu imparatorluğu kurtarmak idi... Adalet ve Kalkınma Partisi ise bin bir güçlükle kurulan genç bir Cumhuriyeti reklam arası görüp, kurucularını ayyaş diye aşağılayıp, dindar ve kindar politikalarıyla batırma istikametinde ilerler... 

Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in alıntıladığım makalesinde, sonradan Cumhuriyet Türkiyesi’nde Genelkurmay 2’inci Başkanlığı görevinde bulunan Orgeneral Asım Gündüz hatıralarında ‘’Kendisi, Ali İhsan Bey ve Kazım Karabekir tarafından Osmanlının I. Dünya Harbi’ne Almanlar yanında harbe girmemesi konusunda Genelkurmay’a rapor sununca Almanlar tarafından üçünün de Genelkurmay Karargâhından uzaklaştırılıp ayrı ayrı cephelere gönderildikleri’’nden bahsetmişti…

Değişen ne ki… Hem de daha vahşi… O gün Almanlar, Osmanlının kendi yanlarında harbe girmesini istemeyen yurtsever subayları Osmanlıdaki adamı Enver Paşa vasıtasıyla Genelkurmay Karargâhından uzaklaştırıyordu... Bugün de ABD, aynı yurtsever subayları, kucağına oturttuğu FETÖ ve onun ülkede ne istediyse veren yoldaşları ve ABD'nin eşbaşkanları vasıtasıyla ordudan uzaklaştırıyor… ABD, değişik nedenlerle Karadeniz’e çıkmak isterken, bu isteğe karşı çıkan Silahlı Kuvvetlerdeki, özellikle Deniz Kuvvetlerindeki subay ve amiraller uyduruk Balyoz, Ergenekon, Amirallere Suikast, Fuhuş ve Casusluk davaları ile ordudan uzaklaştırılıyor… Hem de bu sözde davalar sürerken ''ben bu davanın savcısıyım'' diyenler, bu sözde davaya siyasi destek verenler kimlerdi değil mi? Kimler, kimlerle berabermiş değil mi? Değişen bir şey yok değil mi? Bir vakitler FETÖ övgüleriyle ve FETÖ'nin kasetlerini ve vaazlerini dinleyerek FETÖ'den feyz aldığı itirafı ile gündeme gelen Meclis Başkanı’nın Möntrö Antlaşmasından Cumhurbaşkanı kararnamesiyle çıkılabileceğini açıklaması sıradan bir açıklama değildir... 

Osmanlı nasıl battı? Tekerrür eden bir tarih!...

Mevcut AKP iktidarı tarafından iktidara geldiklerinden beridir laikliğe ve ulusal egemenliğe karşı yapılan darbelerin rutin bir politikaya dönüştüğü malumdur. Bu rutin politika çerçevesinde sadece son yıllarda değil, son aylarda değil, son günlerde yaşananlara bir bakın da Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline nasıl bir dinamitler serisinin yerleştirildiğini bir görün:

Okullarda okunan ulusal and kaldırılıyor. Türkiye, TBMM tarafından onaylanmış kadınlara ve çocuklara yönelik şiddeti önlemeye yönelik “İstanbul Sözleşmesi”nden, TBMM’nin onayı alınmadan, “cumhurbaşkanı” kararıyla çekiliyor… Bu çekilme örnek gösterilerek, İstanbul ve Çanakkale boğazlarının egemenliğini Türkiye’ye devreden Montrö Antlaşması’ndan, Türkiye’nin, “cumhurbaşkanı” kararıyla çekilebileceği TBMM Başkanı tarafından açıklanıyor… Karanlık odaklarca durmadan hilafet çağrıları yapılıyor… Ayasofya’nın imamı ha bire siyasete müdahale ederek anayasadan laiklik ilkesinin kaldırılması gerektiğini açıklıyor… Diyanet İşleri Başkanı ha bire günlük yaşama müdahale eden açıklamalarda bulunuyor… Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki bir amiralin tekke ve tarikat üyesi olduğuna dair görüntüleri ortaya çıkıyor… Harp okullarına ve astsubay meslek yüksek okullarına girebilmek için var olan “irticacı faaliyet içinde olmamak” koşulu kaldırılıyor… Ne olduğu ve maliyetinin haddi hududu belirsiz “Kanal İstanbul” adlı bir rant projesi devreye sokuluyor… Arkasında ABD ve İngiltere olan Katar ile ne olduğu, ne içerdiği belli olmayan “suların yönetimine” dair bir antlaşma imzalanıyor… Değişimi kanuni esaslara bağlanmış Merkez Bankası başkanları askerlerin nöbet değişimi gibi ha bire değiştiriliyor… İktidar ortağı bir parti lideri Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını talep ediyor…

Bu bölümün başlığı da sehven değildir!...

Demek istediğim o ki bölgemizde I. Dünya Harbi öncesine göre değişen hiçbir şey yoktur. Enver Paşa bile... Leone Caetani’nin yargısı boşu boşuna bu gök kubbede çın çın çınlamıyor: 

“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Osman AYDOĞAN

Prof. Dr. Hikmet Özdemir, ’’Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü (1914 Yılı)’’, Tarih Çevresi,  Atatürk Tarihi Dosyası, Eylül – Ekim 2020, s. 37 – 38:
https://www.tarihcevresi.net/eylul-ekim/

Bu makale aynı zamanda AVİM (Avrasya İncelemeleri Merkezi)'de de yayınlanır. Burada makale yazı karakteri itibarıyla daha okunaklıdır:
https://avim.org.tr/Blog/ATATURK-UN-GELECEGI-SEZIS-VE-ONGORU-GUCU-1914-YILI




Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır (1)


31 Mart 2021

‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler… ''Tarihi kök bilgiler, tarihi figürler ve tarihi motifler, güçlü bir ağacın kökleri gibi bir toplumu ayakta tutan ve besleyen unsurlardır'' derler... Derler de derler... Daha çok şey derler de ben şimdilik bu kadarı ile yetineyim... Nasıl olsa hemen hemen her yazımda buna benzer sözler söylüyorum…

Her birimizin zihinlerimize kazımamız gereken bir atasözü var: “Göz odur ki, dağın arkasını göre, akıl odur ki, başa geleceği bile.”  Ancak bu söz eğer liderseniz ve ülke yönetiyorsanız bu söz sıradan bir söz değil bir vasıftır, sizde olması gereken bir özelliktir.  Lider; gözü, dağın arkasını gören, aklı, başa geleceği bilen ve önlemini de alan kişi demektir. Ancak bu özellik de durduk yerde olmuyor… Derinliğine bir tarih bilgisi ve gerçek bir tarih bilinci olmadan bu özelliğe sahip olunmuyor..

Bu özelliği Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsında anlatmak istiyorum…

1896 yılında İtalya Dışişleri Bakanı Don Onorato Caetani'ın oğlu, Antikçağ edebiyatı ve İslam tarihi uzmanı ünlü bir bilim adamı olan Leone Caetani’nin dokuz ciltlik ‘’İslam Tarihi’’ (Tanin Matbaası, İstanbul, 1924) adlı güzel bir eseri var. Mustafa Kemal Atatürk, Leone Caetani’nin bu dokuz ciltlik ‘’İslâm Tarihi’’ adlı eserini okurken, eserin 5. Cilt, 68. sayfasındaki “Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır” sözünün altını mavi kalemle çizer ve yanına çok mühim olduğunu belirtmek için iki defa çarpı işareti koyar. (Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, Turhan Kitabevi, Ankara, 1986, s. 47)

Bilindiği gibi Tarih kültürü, Atatürk’ün toplumsal olayları değerlendirmesinde ve dünya görüşünde önemli bir yer tuttuğu gibi Türk tarihini gerçek boyutları ve içeriği ile ortaya çıkarmayı amaç edinen tarih çalışmalarına da yol açmıştır. Onun tarih bilgisi, olayları tarihsel gelişimi içerisinde görecek ve değerlendirebilecek bir tarih kültürüne dönüşmüştür. (Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 2016, s. 25)

Prof. Sadi Irmak, Atatürk’ün geçmişi (tarihi) iyi bildiği için, “bir kehanete lüzum kalmaksızın” geleceğin gelişmelerini kestirebildiğini söyler ve onun bu yeteneğini “tarihin sesini almak” diye tanımlar. (Sadi Irmak, Atatürk Bir Çağ’ın Açılışı, İstanbul, İnkılâp Y., 1984, s. 16.)

Şimdi gelelim Atatürk’ün “bir kehanete lüzum kalmaksızın” geleceğin gelişmelerini kestirebilmesine. Tablet Kitabevi’nin yayınladığı güzel bir kitap var; ‘’Prof. Ali Canip Yöntem’in Yeni Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri'' (2005). Kitapta Ali Canip Yöntem'in bizzat şahit olduğu Mustafa Kemal Atatürk'ün gelişmeleri kestirebilmesi ile ilgili bir bölüm var (S. 816-817)

Bu bölüm kitapta özetle şöyle yer alır:

Atatürk, Hitler tarafından kendisine yollanan bir filmi yanındakilerle birlikte sofraya oturmadan önce izler. Bu, Hitler ve partisinin bir propaganda filmidir. Salon aydınlanınca Atatürk ve arkadaşları sofraya geçerler ve âdet olduğu üzere Atatürk arkadaşlarına “Nasıl buldunuz?” diye sorar.

Etrafındakilerin yanıtlarını dinledikten sonra Atatürk şunları söyler:

“Efendim, bu adam, filmde gördüğünüz gibi rol icabı bir hamle ile işe başladı. (...) Bugün Almanya’nın bütün askerî gücü onun elinde. Yarın harbe girişecektir. O ve onun mukallidi Mussolini harbe hazırlıkla meşguller. Evet, yakın bir gelecekte harbe dalacaklardır.”

“Dalacaklardır, çünkü asker değillerdir, harp ne demek bilmezler… Harp bir felakettir ve hele bu iki müttefik için mutlaka ölümdür. Talih Almanya’ya öyle bir toprak vermiştir ki, o, daima iki ateş arasında kalmaya mahkûmdur.”

“Körü körüne hesapsız, kitapsız bir nefis itimadı, tamamen otomatik bir ordu sistemi, ilk hamlede korkunç bir kuvvet tesiri yapacak, fakat bir kere bir tarafı sakatlandı mı, tarumar olacak, o çalışkan millet yere serilecektir. Ortada ne Hitler, ne teşkilatı kalacaktır. Mussolini’den hiç bahse hacet yoktur, o, efendisinin ortadan kalktığı gün yok olacaktır…”

Pusatlarını kuşanıp savaş baltalarını bellerine takanlar keşke bir nebze Tarih bilselerdi, bir nebze Tarih bilincine sahip olsalardı, keşke Atatürk’ü tanısalardı, o büyük devlet adamını anlayabilselerdi…

Tarihi bilmek, tarih bilincine sahibi olmak ve Atatürk’ü anlamak ne yazık ki her fâninin harcı değildir… Hele hele günümüzde Atatürk'ü, Atatürk'ün kurduğu ordunun askerî mekteplerinin tedrisatından kaldıranların hiç mi hiç değildir!

Osmanlı tarihini anlatan on iki ciltlik ‘’Tarih-i Cevdet’’ ve ‘’Tezakir-i Cevdet’’ adlı eserlerin sahibi, Mecelle'yi kaleme alan, Osmanlı’nın on dokuzuncu asırda yetiştirdiği en büyük devlet ve bilim adamı, tarihçi, hukukçu ve şair Ahmet Cevdet Paşa, tarih bilmeyen siyasetçilere şöyle derdi: ‘’Tarih bilmeyen siyasetçi, pusuladan anlamayan kaptana benzer, her ikisinde de karaya oturma tehlikesi, kaçınılmaz sonuçtur…’’

Ve; Leon Caetani, ‘’İslâm Tarihi’’ isimli eserinde bangır bangır bağırıyordu: “Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

Zaten Suriye’de, Libya’da, Mısır’da, tüm bir Arap dünyasında, Doğu Akdeniz’de, Rusya’da, ABD’de, AB’de yaşadığınız hezimet sizin ne kadar derin bir tarih bilgisine sahip olduğunuzu gösteriyor. Siz; Atatürk’ü, Atatürk'ün kurduğu ordunun askerî mekteplerinin tedrisatından çıkarmaya, Atatürk’ün kurduğu orduya zabıt alırken irtica tehlikesini görmezden gelmeye devam edin.

Zaten tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyanlardan başka ne beklenirdi ki?

Osman AYDOĞAN

Dipnot: Bu yazıdaki Atatürk hakkındaki bilgiler için Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in Harp Akademileri 2008-2009 Eğitim ve Öğretim Yılı açılışı nedeniyle verdiği  “Atatürk’ün liderlik sırları”  isimli konferansından faydalanılmıştır.  


Mayerling Faciası

30 Mart 2021

‘’Mayerling Faciası’’, Avusturya - Macaristan imparatoru Franz Joseph ve İmparatoriçe Bavyeralı Elizabeth (Sisi)’nin tek oğulları ve İmparatorluk tahtının tek veliahttı olan Prens Rudolf ve sevgilisi 17 yaşındaki Barones Maria Vetsera`nın, 30 Ocak 1889 tarihinde, Viyana’nın yaklaşık 40 Km. kuzeybatısında bulunan Mayerling Köşkünde ölü olarak bulunmaları olayıdır.

Facianın sebebi olarak intihar, cinayet ve daha birçok sebep gösterilir. Ancak bugüne kadar, 2016 yılında ortaya çıkan ve doğruluğu şüpheli bir mektup hariç facianın neden ve nasıl olduğu hakkında kesin bir bilgi ve bulgu bulunamaz. Resmi açıklamada âşıkların birlikte intihar ettikleri duyurulur. Ancak olaydan sonra bütün deliller ve belgeler ortadan kaybolur. Bu nedenle de bu açıklamaya da şüpheyle yaklaşılır…

Mayerling Faciası diye bilinen bu olay basit bir olay değildir. Özellikle Avusturya’da bu konu üzerine yazılmış neredeyse onlarca eser kitap, yüzlerce makale ve araştırma vardır. Bunun nedeni sadece olayda ölen kişinin İmparatorluk veliahttı bir prens olması değildir. Bundan daha vahim olan Avusturya - Macaristan imparatoru Franz Joseph’in ailesinin hazin hikâyesidir.

Bu faciada isimleri geçen; Avusturya - Macaristan imparatoru Franz Joseph, Franz Joseph’in kardeşleri I. Maximilian ve Karl Ludwig, Franz Joseph’in yeğeni Franz Ferdinand, Franz Joseph’in karısı İmparatoriçe Bavyeralı Elizabeth (Sisi), Franz Joseph’in ve Sisi’nin oğulları Veliaht Prens Rudolf ve Rudolf’un sevgili Barones Maria Vetsera sıradan kişiler değildir. Bu facianın bir ucu da Türkiye’ye, İstanbul’a ve İzmir’e ve günümüze kadar ulaşır. Ve dram sadece bu intihar veya cinayetle sınırlı kalmaz. Bu faciada İmparator Franz Joseph hariç yukarıda adlarını verdiğim hiç kimse eceliyle ölmez...

Mayerling Faciası’nı yazımın sonunda ayrıntılarıyla anlatmak üzere önce bu faciada adı geçen, isimlerini verdiğim kişileri ve onların feci akıbetlerini anlatmak istiyorum.

Önce Mayerling Faciası’nda Avusturya tarafında adı geçen İmparatorluk ailesi. Bu aileden yazımın konusu olan Veliaht Prens Rudolf’u en son anlatacağım…

Franz Joseph

Franz Joseph (1830 - 1916), Avusturya-Macaristan İmparatoru II. Franz'ın küçük oğlu olan Arşidük Franz Karl'ın (1802-1878) büyük oğludur. 1848'de Fransa'da patlak veren devrim, Avusturya-Macaristan'ı da etkileyince, tahttan çekilen amcası I. Ferdinand'ın yerine 18 yaşında imparator ilan edilir. Avusturya-Macaristan'ın 1848-1916 yılları arasında en uzun hüküm süren imparatorudur. Franz Joseph, Genelkurmay Başkanı Kont Franz Conrad von Hötzendorf'un ısrarla Sırbistan veya İtalya'ya savaş açılmasını istemesine karşın barış politikasını 1908-1914 yılları arasında da sürdürmeyi başarır. Ancak Franz Joseph, 28 Haziran 1914'te yeğeni veliaht Prens Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Sophie ile beraber Bosna Hersek'in başkenti Saraybosna'da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesine üzerine çaresiz kalıp Dışişleri Bakanı Kont Leopold Berchtold'un da etkisiyle, Sırbistan'a ağır bir ültimatom verir. Bu olay da I. Dünya Savaşı'nın çıkmasına neden olur. Savaş sırasında ölen Franz Joseph'in yerine küçük yeğeni Arşidük Karl geçer.

I. Maximilian

Ferdinand Maximilian Joseph (I. Maximilian), (6 Temmuz 1832 – 19 Haziran 1867) Avusturya İmparatorluk ailesinden Franz Joseph’in kardeşidir. Fransa İmparatoru III. Napolyon'un ve bir grup Meksikalı monarşi yanlısının desteği ile 10 Nisan 1864'te Meksika İmparatoru ilan edilir. ABD başta olmak üzere pek çok devlet hükümdarlığını kabul etmez. Başlarında Benito Juárez olan Cumhuriyetçiler tarafından yakalanıp Santiago de Querétaro'da 1867 yılında kurşuna dizilerek öldürülür... Alman gazeteci, yazar ve tarihçi olan Sigrid Faltin’in ‘’La Paloma’’ şarkısını anlattığı belgeselde Meksika İmparatoru I. Maximilian’ın idam edilmeden önce en son isteğinin, La Paloma şarkısını dinlemek olduğunu rivayet eder... Bu sayfalarda daha önce ‘’La Paloma’’ başlıklı yazımda I. Maximilian’ı ve bu olayı anlatmıştım:

Karl Ludwig ve Franz Ferdinand

Girişe bahsettiğim gibi Franz Joseph’in tek oğlu olan Prens Rudolph, sevgilisi ile beraber ölünce yeni taht varisi Franz Joseph'in kardeşi Karl Ludwig olur. Karl Ludwig de Prens Rudolf'ün ölümünden kısa bir süre sonra tifo nedeniyle hayatını kaybeder. Bu sefer de imparatorluğun yeni veliahttı İmparator Franz Joseph’in yeğeni Franz Ferdinand olur. Franz Ferdinand da bir Sırp milliyetçisi tarafından eşi Sophie ile beraber Bosna Hersek'in başkenti Saraybosna'da 28 Haziran 1914 tarihinde öldürülür… Bu cinayet de I. Dünya Savaşının başlamasına vesile olur.

Bavyeralı Elisabeth

Elisabeth, Bavyera dükü Maximilian Joseph'in kızıdır. Tarih sayfalarında Sisi olarak bilinir. 1837 yılında Münih'de doğar. 1853 yılında o zaman 23 yaşında olan kuzeni Franz Joseph'le karşılaşır. Franz Joseph, 15 yaşındaki Elisabeth'e âşık olur ve 1854 yılında evlenirler… Arka arkaya çocukları olur: Arşidüşes Sophie (1855-1857), Arşidüşes Gisela (1856-1932), Veliaht Prens Arşidük Rudolf (yazımın konusu olan Prens) (1858-1889) ve Arşidüşes Maria Valeria (1868-1924) Sisi’nin çocuklarıdır.

Ancak Sisi, eşi sert mizaçlı Franz Joseph nedeniyle mutsuzdur. Veliaht Prens Rudolf'un Ocak 1889'da sevgilisiyle intihar etmesini Sisi eşi Franz Joseph'in bu tutumu yüzünden olduğunu düşünür. Viyana'nın her köşesinde bu mutsuz imparatoriçenin resimleri vardır. Hofburg Sarayı'nda kendisine ait şu anda sergilenen 6 tane oda vardır.

Sissi, Eylül 1898'de bir İsviçre ziyareti yaparken Cenevre'de İtalyan bir anarşist tarafından bıçaklanarak öldürülür... Bu mutsuz İmparatoriçe Sisi için ‘’Sissi’’ adında bir film yapılır. Filmde Sisi’yi Romy Schneider canlandırır... (İzlemenizi öneririm)

Ayrıca Bavyeralı Elisabeth (Sisi)’ın kuzeni olan Bavyera Kralı II. Ludwig ile olan platonik bir aşk ile dostluk arasında gidip gelen bir ilişkisi vardır… Yine bu sayfalarda Bavyera Kralı Ludwig’i anlatırken de bu ilişkiyi kısaca bahsetmiştim.

Sanırım yazımın başında belirttiğim bu facianın Türkiye’ye, İstanbul’a ve İzmir’e ve günümüze kadar ulaşan ilişkisini bekliyorsunuz. O zaman gelelim bu ilişkiyi ve Mayerling köşkünde Prens Rudolf ile beraber ölü olarak bulunan Barones Maria Vetsera’ya…

Barones Maria Vetsera

Barones Maria Vetsera için 19. yüzyıldaki İzmir’e, oradan İstanbul’a gitmemiz ve orada Galata Bankerlerinden birisi olan Baltazzi ailesini anlatmam gerekiyor...

Baltazzi ailesi

Baltazzi ailesi, aslen Venedikli bir ailedir… Aile, Osmanlılar'ın Akdeniz’deki Vededik hâkimiyetine son vermeleri üzerine 1746 yılında Venedik’ten göç ederek İzmir’e yerleşir… Aile fertlerine ait en eski Venedik pasaportu 9 Aralık 1746 tarihini taşıyan ve Venedik’ten İzmir’e yerleşen Marino Baltazzi’ye ait pasaporttur…

Aile, İzmir’de ticaretle başladıkları faaliyetlerine bankerlikle devam ederler. 19. yüzyıl mali tarihindeki önemli figürlerden birisi olurlar. Ailenin bir kısmı daha sonra İstanbul’a taşınır. Aile bireylerinden Emmanuel Baltazzi, Dersaadet Bankası’nı kuran iki bankerden birisidir. Emmanuel Baltazzi, İstanbul’daki bankerlik şirketini, Londra ve Marsilya şubelerinin başındaki oğullarıyla birlikte ölümüne kadar aktif olarak yönetir. Kardeşi Theodore Baltazzi, Osmanlı Bankası adlı bir banka kurmak için girişimde bulunur. Bu girişimi başlamadan sona erse de, 1860 yılındaki ölümüne kadar, hazineye en fazla borç veren bankerler arasında ilk sırada yer aldı. Emmanuel Baltazzi’nin oğlu Aristide de ailenin ikinci kuşak ve devrin de ünlü bankerlerinden olup çeşitli finans kurumlarının kuruluşunda öncü rol oynar. Emmanuel Baltazzi’nin diğer oğlu Sypridon Baltazzi de aile geleneğini sürdürerek, bankerlik yapar…

Venedik’in Avusturya ve Fransa arasında bölünmesinin ardından Baltazzi ailesi Avusturya tebaasına geçerler… Bu geçiş kapsamında da 19. yüzyıl İstanbul’unda Baltazzi ailesinden Teodor Baltazzi, bir İngiliz hanımla evlenerek Avusturya uyruğuna geçer.

Teodor Baltazzi ve İngiliz hanımın kızları olan Elen de, İstanbul’da Baron Vetsera ile evlenir ve kardeşleri ile birlikte Avusturya’ya yerleşirler. Elen Vetsera'nın bir kızı olur: Maria Vetsera. Maria Vetsera işte yazımın başında anlattığım ve yazımın konusu olan, Avusturya veliahttı Rudolf ile birbirlerine âşık olup da 30 Ocak 1889 tarihinde, Viyana’nın yaklaşık 40 Km. kuzeybatısında bulunan Mayerling Köşkünde ölü olarak bulunan Barones Maria Vetsera’dır…

Baltazzi ailesinin diğer üyeleri

Baltazzi ailesinin diğer üyeleri de sıradan kişiler değildir.


Baltazzi ailesinin Avusturya asıllı aile üyelerinden Georgias Baltazzi, yükseköğrenimini Atina’da tamamlar. 1902 yılında Yunanistan’da milletvekili seçilir. 1908-1922 yılları arasında Theotokis ve Geovaris kabinelerinde Dışişleri Bakanı olarak görev yapar. 1922 Eylül’ünde siyasi bir davaya adı karıştı ve idam edilir…

Maria Vetsera’nın dördüncü kuşaktan kuzeni olan ve Baltazzi ailesinin günümüzde İzmir’de yaşayan aile üyelerinden, İzmir üzerine kitapları olan Alex Baltazzi, yakın zamanda 19 Eylül 2015 yılında İzmir’de vefat eder.

Baltazzi ailesi hakkında Nursel Manav’ın güzel bir kitabı var: ‘’Osmanlı Maliyesi ve Baltazziler’’ (Libra Yayınları, 2019) Nursel Manav, bu kitabında Baltazzi ailesini detaylıca anlatır.

Yazımın başında Mayerling faciasını ayrıntılı olarak anlatacağımı yazmıştım. Şeytan ayrıntıda gizlidir ya. Şimdi gelelim Mayerling Faciasının ayrıntısına…

Mayerling Faciası’nın ayrıntıları

Yazımın girişinde Mayerling Faciası’’nı; ‘’Avusturya - Macaristan imparatoru Franz Joseph ve İmparatoriçe Bavyeralı Elizabeth (Sisi)’nin tek oğulları ve İmparatorluk tahtının tek veliahttı olan Prens Rudolph ve sevgilisi 17 yaşındaki Barones Maria Vetsera`nın, 30 Ocak 1889 tarihinde, Viyana’nın yaklaşık 40 Km. kuzeybatısında bulunan Mayerling Köşkünde ölü olarak bulunmaları olayı’’ olarak anlatmıştım.

Mayerling Faciası’nın ayrıntılarına girmeden önce Veliaht Prens Rudolf’u anlatmam gerekiyor…

Veliaht Prens Rudolf

Prens Rudolph imparatorluk ailesinin tek veliahttı olması nedeniyle askerî eğitim dâhil iyi bir eğitim alır.  Ancak Prens Rrudolph bunların yerine felsefe, edebiyat, tarih ve sanat dallarına ve avcılıkla ilgilidir. Bu konularda da zaman zaman babasıyla anlaşmazlıklar yaşar. Zaten baba imparator Franz Joseph de katı, aşırı sert mizaçlı birisidir.

Prens Rudolph, veliahtlığının gereği olarak 1881 yılında Belçika kralının kızı Prenses Stephanie ile evlendirilir. Elisabeth isimli bir kız çocukları olur. Ancak Prens Rudolph bu zoraki evlilikten mutlu olmaz. Prens Rudolph bir süre sonra tanıştığı Barones Maria Vetsera ile yasak bir aşk hayatı yaşamaya başlar.

Prens Rudolph, avcılığa merakı sayesinde Viyana’nın yaklaşık 40 Km. kuzeybatısında bulunan Mayerling bölgesindeki St. Laurance malikânesinin tamamını satın alarak burayı av köşkü haline getirir. Bu av köşkü prensin aynı zamanda Barones Maria Vetsera ile yaşadığı aşk evine dönüşür.

Bu yasak aşk imparatorluk ailesince bilinir. Ancak evli olan Prens Rudolph’un Katolik inancına göre boşanmasına izin verilmez. Prens Rudolph’un boşanma izin verilmediği gibi hanedan çevresi de Maria Vetsera'ya da levanten bir aileden olduğu için bu ilişkiye pekiyi bir gözle bakmaz. 

Prens Rudolph, Maria Vetsera’yla evlenebilmek için, ret cevabı geleceğini bile bile eşinden boşanmak için Papa’dan izin ister… Doğal olarak cevap olumsuzdur.

Maria Vetsera İzmir Bornova’da Baltacı Köşkü’nde

Prens Rudolph ile Maria Vetsera’nın yaşadıkları yasak aşk, kısa sürede tüm Avrupa’da yayılır. Doğal olarak bu da zaten ilişkiden rahatsız olan muhafazakâr imparatorluk ailesini iyice huzursuz eder. Bu nedenle ailesi Barones Maria Vetsera’yı İzmir Bornova’daki akrabalarının yanına gönderirler. Ama bu sürgünden ne Maria Vetsera ne de Prens Rudolph mutlu değildirler...

Aşk sürgün mürgün dinlemez... Maria Vetsera, İzmir Bornova’da Baltacı Köşkü’nde geçirdiği birkaç ayın ardından ısrarlara rağmen yeniden Viyana’ya döner.

Maria Vetsera, Avusturya’ya döner dönmez, Maria ve Rudolf’un aşkları kaldığı yerden devam eder.

Ancak bu durum uzun sürmez...

Mayerling Faciası

Günlerden 30 Ocak 1889 günüdür. Prens Rudolph ve Maria Vetsera Mayerling Köşkünde geceyi beraber geçirmişlerdir.  Prens Rudolph’un uşağı Loscheck geç olup da Prens uyanmayınca odanın kapısını çalar. Kapı açılmaz, içeriden de ses de gelmez. Sonunda muhafız askerlere haber verilir. Kapı balta ile parçalanarak kırılır. Uşak Loscheck içeriye girer. Fakat uşak Loscheck’in içeri girmesiyle çıkması bir olur. Yüzü dehşetten bembeyaz olmuştur...

O sırada uşak Loscheck’in karşılaştığı manzara, İmparatorun olayı haber alır almaz gönderdiği doktorun ölüm raporunda şu şekilde anlatılır:

‘’İki cesedin bulunduğu odaya girdik. Rudolf’un yüzüne hiçbir şey olmamıştı. Fakat kafası uçmuştu sanki bu da tabancanın çok yakından ateşlendiğini gösteriyordu. Güzel bir kadın olan öteki ceset ise Barones Vetsera’ya aitti. Prens Rudolf yatağın sol tarafında yatıyordu. Barones ise sağ tarafındaydı. Gayet net hatırladığım bir şey var. Yatağın sol tarafında Prens’in yanında bir iskemle ve alçak bir masa bulunuyordu. Masanın üzerinde bir ayna ve bir tabanca gördüm.’’

İmparatorluk ailesi açısından bu büyük bir skandaldır. İmparatorluk ailesi açısından bu haberin duyulmaması gerekir.

Maria Vetsera’nın cesedi aynı gün ormanın derinliklerinde bir yere saklanır. Ertesi gün, Maria Vetsera’nın iki akrabası cesedi saklandığı yerden alırlar. Maria Vetsera’ya elbiseleri giydirilir. Sol şakağındaki kurşun yarasını kapatılsın diye başına bir şapka geçirilir. Ölü olduğu da anlaşılmasın diye ceset iki akrabasının arasında sıkıştırılarak, araba ile bir manastıra götürülür ve gizlice manastırın bahçesine defnedilir.

Prens Rudolf’un ise kalp krizi nedeniyle öldüğü ilan edilir. Cenazesi, kafası alçı ile şekillendirilerek sargılarla sarılmış şekilde cenaze töreni için Viyana’ya götürülür.

Ancak, gerçeğin çok kötü bir huyu vardır. Artan dedikodular sonrası 1 Şubat 1899 günü imparatorluk sarayı ‘’Veliahdın bir sinir krizi sırasında intihar ettiği’’ açıklamasını yapmak zorunda kalır. Ancak İmparator tam bir soruşturmaya izin vermez.

Facia hakkında rivayetler

İki sevgili intihar mı etmişti yoksa öldürülmüşler miydi? Peki, gerçek ne idi? Konu araştırılıp aydınlatılmayınca gerçek yerine sadece rivayetler konuşmaya başlar.

En yaygın rivayet, İmparatorun zaten evli olan oğlunun karısından ayrılarak bu genç hanım ile evlenmesine izin vermediği için, iki sevgilinin anlaşarak intihar ettikleridir. Bir başka rivayet de Veliaht Rudolf’un aralarındaki anlaşmazlık nedeniyle babası Franz Joseph’in emri ile öldürüldüğüdür...

İntihar konusunda da şöyle bir ayrıntılı rivayet vardır:

Sevgililer beraber intihar edeceklerdir. Prens Rudolf önce sevgilisi Maria Vetsera’yı tabanca ile vuracak sonra da aynı tabanca ile kendisi de intihar edecektir. Ancak Prens Rudolf, Maria Vetsera’yı tabanca ile vurduktan sonra tabancayı kendine doğru çevirerek kendisini öldürmeye cesaret edemez. Prens Rudolf, geceyi Maria Vetsera’nın ölüsü yanında geçirir... Sabah olduğunda uşağına kahvaltıyı getirmesi emrini verir. Tekrar yatak odasına dönünce, Maria Vetsera’nın cesediyle karşılaştıktan sonra tabancayı kendi kafasına dayar. Sonunda tetiği çekme cesaretini bulur...

Ciddi bir soruşturma açılmadığı için, bunun bir cinayet mi yoksa bir intihar mı olduğu konusu yıllarca gizemini korur.

Kasadan çıkan mektuplar

2016 yılında Viyana’da Schoellerbank’taki bir banka kasasından Maria Vetsera’nın annesine yazdığı mektup olduğu iddia edilen bir belge ortaya çıkar. Bu mektup 1926’dan beri Schoellerbank’taki bir banka kasasında muhafaza edilmektedir. 95 yıldır kasada saklanmakta olan bu mektuplar, 130 yıl önce Mayerling’deki o odada ölü olarak bulunan Maria Vetsera’ya ait olduğu iddia edilir.


Maria Vetsera’nın annesine yazdığı iddia edilen veda mektubunda şunlar yazar:

“Lütfen yaptığım için beni affet, aşka karşı koyamadım. Onunla da karar verdiğimiz gibi, Alland Mezarlığı’nda yanına gömülmek istiyorum. Ölümde, hayatta olduğumdan daha mutlu olacağım…” 

Ancak Avusturya Ulusal Kütüphanesi’nin yayınladığı bir açıklamada, Maria Vetsera’nın yazdığı tüm mektupların annesi tarafından yakıldığına inanıldığı ifade edilir.

Mayerling Müzesi

Olayının yaşandığı Mayerling bölgesindeki, Prens Rudolf tarafından av köşküne dönüştürülen St. Laurance malikânesi Prens Rudolf’un ölümünden sonra babası İmparator Franz Joseph tarafından büyükçe bir kısmı yıktırılıp yerine bir manastır yapılır. Bu manastır da, Kudüs’te 1155 yılında Carmel (Karmel) Dağı’nda Hristiyan hacılar ve Haçlı askerleri tarafından kurulan Carmelite tarikatına verilir. Halen günümüzde de Carmelite tarikatının rahibeleri bu manastırı kullanırlar. Ancak ziyarete gittiğinizde sayıları 20 civarında bulunan bu rahibeleri göremezsiniz. Çünkü Carmelite tarikatının prensibi görünmeden hizmet etmektir. Bu manastırın küçük bir bölümü de, Mayerling Faciası anısına müze olarak kullanılmaktadır. Manastır Viyana’nın yaklaşık 40 Km. kuzeybatısında bulunmaktadır.

Mayerling Faciası anısına

Tarih, sanat ve edebiyat camiası böylesi bir faciaya kayıtsız kalamazlar. Bu konuda çok sayıda kitap, araştırma yayınlanır, müzikaller, filmler çekilir.

Kitaplar

Girişte de bahsettiğim gibi özellikle Avusturya’da bu konu üzerine yazılmış neredeyse onlarca eser kitap, yüzlerce makale ve araştırma vardır. Bu kitaplardan bazıları:

‘’Mayerling: Die Lösung des Rätsels’’, Gerd Holler, Verlag Fritz Molden, 1980
‘’Mayerling ohne Mythos Ein Tatsachenbericht’’, Fritz Judtmann, Verlag Kremayr & Scheriau, 1968 / 1982
‘’Die Schicksalstage von Mayerling. Nach Dokumenten und Aussagen’’, Clemens M. Gruber,  Verlag Erich Mlakar, 1989
‘’Mayerling 1889 Ein Mythos entsteht’’, Hannes Etzlstorfer, Be&Be-Verlag, 2016

Ancak Türkçeye çevrilmiş kitap ise sadece bir tanedir. O da Fransız yazar Claude Anet’in ‘’Mayerling Faciası’’ (Altın Kitaplar, 1969) isimli kitabıdır...

Filmler

Mayerling Faciası hakkında şimdiye kadar çok sayıda filmi yapılır.  Bunlardan en önemlileri 1957 yılında Mel Ferrer ve Audrey Hepburn’un rol aldıkları ‘’Mayerling’’ filmi ile 1968 yılında da Omar Sharrif, Catherine Deneuve ve Ava Gardner’ın başrol oynadığı ‘’Mayerling Faciası’’ filmidir.

Eğer bir gün yolunuz Viyana’ya düşerse Mayerling’e gitmeden önce en azından Omar Sheriff, Catherine Deneuve, James Mason, Ava Gardner gibi isimlerin rol aldığı 1968 yapımı ‘’Mayerling Faciası’’ filmini izleminizi öneririm

Eğer

Eğer Maria Vetsera İzmir Bornava’ya ailesinin yanına geldiğinde Viyana’ya tekrar dönmeseydi… Belki o zaman Prens Rudolf ölmeyecek ve o zaman da Franz Joseph’in yeğeni Franz Ferdinand veliaht olmayacaktı. Franz Ferdinand veliaht olmayacağı için belki de 1914 yılında Sırp suikastçı tarafından öldürülmeyecekti. Franz Ferdinand da ölmeyeceği için de belki de 1. Dünya Harbi çıkmayacaktı. Veya daha geç çıkacaktı.

Gerçi Tarih Baba’ya asla ‘’eğer’’ diye sual edilmez ya… Benimki hüsnü kuruntu işte…

Ve Tarih Baba'nın dersi

Bir de der ki Tarih Baba, sakın ola ki imparatorlara, krallara, saraylara gelin, veliaht, evlat, damat ve sevgili olmayasınız. Sonra başınıza bir iş gelir, ne iş geldiğini yüzlerce yıl geçse de kimsecikler bilmez, muamma kalır… Daha önce anlattığım Bavyera Kralı II. Ludwig’e olduğu gibi, şimdi anlattığım Veliaht Prens Rudolf ve sevgilisi Barones Maria Vetsera’ya olduğu gibi…


Osman AYDOĞAN

Omar Sharrif, Catherine Deneuve ve Ava Gardner’ın başrol oynadığı ‘’Mayerling Faciası’’ filminden bir sahne:
https://www.youtube.com/watch?v=mxMaVLImepY


Libya’da son durum


26 Mart 2021

Bu sayfalarda geçmiş aylarda Libya’daki gelişmeleri aktarmıştım… Libya hakkındaki son yazımı 02 Ocak 2021 tarihinde yazmışım. Ancak o günden bugüne, biz içeride korona ve kongrelerle uğraşırken, ben de Roma tarihine dalmışken Libya’da köprülerin altında çoook sular aktı… 

Önce Libya’daki gelişmeleri tarih sırasına göre kısaca özetlemek istiyorum…

Libya’da iç savaş ve Türkiye’nin tutumu

2011 yılında Muammer Kaddafi'nin devrilmesi sonrasında iç savaşa sürüklenen Libya, iki ayrı yönetim bölgesine bölünmüştü: Bir tarata BM'nin tanıdığı Trablus merkezli Ulusal Uzlaşı Hükümeti (UUH) ve diğer tarafta ise Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi… Bu iki taraf arasında 2011 yılından beridir bir iç savaş yaşanmaktaydı…

Libya’da savaşan bu iki taraf da Libyalıdır. Her iki taraf da Müslümandır. Almanya’sından Fransa’sına, BAE’inden Fas’ına, Rusya’sından Mısır’ına kadar tüm ülkeler hem de çoğunluğu Hristiyan olmasına karşın Libya’daki birbiriyle savaşan bu iki taraf ile 2011 yılından beridir görüşürler… Bu ülkeler Libya’daki çatışan her iki tarafla görüştükleri gibi bir tarafın yanında yer almalarına rağmen diğer tarafı da asla ‘’düşman’’ olarak nitelemediler…

Bu ülkelerin Libya’daki çatışan bu iki grupla olan ikili diyalogları sayesindedir ki Libya ile ilgili tarafların yaptığı bütün barış görüşmeleri Paris’te, Berlin’de, Cenevre’de, Abu Dabi’de, Fas’ta ve Tunus’ta yapıldı… Ancak Türkiye, daha doğrusu AKP Hükumeti Libya’da savaşan her iki grup arasında bir ‘’büyük’’ olarak arabulucu olacağına, birbiri ile savaşan Müslümanları barıştıracağına, iç savaşın başından beri sadece ve sadece savaşanlardan bir tarafı ile UMH ile ve onun lideri Serraj ile görüştü, Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi’ne ve onun lideri Hafter’e açık açık düşmanlık besleyerek Hafter’i darbecilikle suçladı…  

Barış görüşmeleri

Sonuç mu? Libya ile ilgili hiçbir barış görüşmesinde Türkiye’nin adı geçmedi… Sonuç Türkiye’nin bütün masalardan dışlanması oldu… Tarafların, son olarak 23 Ekim 2020 tarihinde Cenevre vardıkları ‘’ateşkes anlaşması’’ artık kalıcı hale geldi… Bu anlaşmada ayrıca ülkeyi seçimlere götürecek siyasi sürecin koordinasyonu amacıyla Libya Siyasi Diyalog Forumu (LSDF) oluşturuldu… Ve bu ateşkes anlaşmasında forumun 2020 yılı Kasım ayında ilk toplantısını Tunus’da yapması planlandı. Bu ateşkes anlaşması uyarınca Libya’daki yabancı askerî güçlerin üç ay içerisinde Libya’yı terk etmesi öngörüldü

Ardından Libya’daki iç savaş taraflarının temsilcilerinin oluşturduğu Libya Siyasi Diyalog Forumu 09 Kasım 2020 tarihinde Tunus'ta yapılan görüşmelerde Libya’da devlet başkanlığı ve parlamento seçimlerinin 24 Aralık 2021 tarihinde yapılması üzerine mutabakata varıldı…  

Bu arada; Libya’da taraflar arasında 23 Ekim 2020 tarihinde ateşkes anlaşması yapılmışken, bu ateşkes anlaşması uyarınca Libya’daki yabancı askerî güçlerin üç ay içerisinde Libya’yı terk etmesi öngörülmüşken ve 09 Kasım 2020 tarihindeki Tunus görüşmelerinde taraflar 24 Aralık 2021 tarihinde devlet başkanlığı ve parlamento seçimleri üzerinde uzlaşmışken; Türkiye tarafından ise Libya’ya asker gönderme teskeresinin süresi 22 Aralık 2020 tarihinde uzatıldı…

27 Kasım 2019 tarihinde de Türkiye ile UUH arasında imzalanan “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” gereği Doğu Akdeniz’de hidrokarbon arama çalışmalarını sürdürecek olan Oruçreis araştırma gemisinin AKP hükumeti tarafından 24 Aralık 2020 tarihinde alınan bir kararla 15 Haziran 2021 tarihine kadar Antalya Körfezi açıklarına çekildiği duyuruldu… Oruçreis gemisi o günden beridir Antalya körfezinde istirahat etmektedir.

Libya Siyasi Diyalog Forumu (LSDF) Cenevre görüşmeleri

LSDF kapsamında 21 aday arasından yeni Başkanlık Konseyi başkanı ve  yardımcılarını seçmek amacıyla 01-05 Şubat 2021 tarihleri arasında İsviçre'nin Cenevre kentinde toplantılar yapıldı.

Bu toplantılar sonucunda; LSDF üyeleri arasında, Libya içinde bugüne kadar siyasetin en ön sırasında yer alan ve bu nedenle de "tartışmalı" kabul edilen isimlerin yerine daha az tanınmış yeni yüzler tercih edilerek cumhurbaşkanlığı makamına denk gelen Başkanlık Konseyi Başkanlığına Muhammed Menfi, Başbakanlık görevine de ülkenin batısındaki aşiretlerin desteklediği nüfuzlu iş adamı Abdulhamid Dibeybe ve Başkanlık Konseyi üyelikleri için de Musa el-Koni ve Abdullah el-Lafi seçildi…

Bu seçim hem Libya içindeki aktörler hem de uluslararası toplum tarafından memnuniyetle karşılandı. Yeni yönetim, 10 ay gibi kısa bir sürede ülkeyi seçimlere götürecek…

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi açıklaması

Bu gelişmeler üzerine 10 Şubat 2021 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun en güçlü organı olan Güvenlik Konseyi, Libya'daki gelişmelerle ilgili ortak bir açıklama yaptı.

Güvenlik Konseyi’nn yaptığı açıklamada; Libya'da geçici hükümetin belirlenmesini memnuniyetle karşılandığı, geçici hükümete tam destek verildiği ve müzakerelerde sağlanan ilerlemenin "önemli bir dönüm noktası" olduğu değerlendirmesi yapıldı...

Libya'daki taraflara destek veren ülkelere de çağrıda bulunan Konsey, bu ülkelerden Libya için hâlâ geçerli olan BM silah ambargosuna ve sağlanan ateşkese uymalarını istedi. Açıklamada ülkedeki yabancı askerlerin tümünün çekilmesini de isteyen Konsey, 24 Aralık'ta yapılması planlanan parlamento ve devlet başkanlığı seçimlerine kadar yeni kapsayıcı bir hükümet oluşturulması ve kapsamlı bir ulusal uzlaşma süreci başlatılması çağrısı da yaptı. 

Libya’da yeni bir hükumet: Ulusal Birlik Hükumeti

Daha birkaç ay önce iç savaş çatışmalarının bir cephesini oluşturan Sirte kentinde 10 Mart 2021 tarihinde oturumda Libya Parlamentosu 2'ye karşı 132 oyla yeni Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulmasını onayladı. Bu şekilde Libya'da, ülkeyi 24 Aralık'ta seçimlere götürecek geçici Ulusal Birlik Hükümeti de resmen kurulmuş oldu.

Bu şekilde 2014'teki seçimler sonrasında ikiye ayrılan Libya Meclisi, ilk kez 10 Mart 2021 tarihindeki bu oturumda bir bütün olarak bir araya gelmiş oldu…

Yeni hükumetin kurulması üzerine Ulusal Uzlaşı Hükümeti Başbakanı ve Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Fayiz Serrac Trablus'ta 16 Mart 2021 tarihinde düzenlenen törenle görevi Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi ve Başbakan Abdülhamid Muhammed Dibeybe'ye devretti.

Başbakan Dibeybe ve kabine üyeleri ülkenin doğusunda bulunan Tobruk'taki Temsilciler Meclisi'nde de 15 Mart 2021 tarihinde yemin ettiler. Yemin töreninde konuşan Dibeybe, ‘’Libya'nın birliğini, güvenliğini ve bütünlüğünü koruyacağına’’ söz vererek kabinesinin "tüm Libyalıların hükümeti" olacağını özellikle vurguladı…

Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulmasının hemen ardından Mısır, Katar, Cezayir, Lübnan, Ürdün ve Arap Birliği, Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, Libya Ulusal Birlik Hükümeti Başbakanı Dibeybe'nin Temsilciler Meclisi'nden güvenoyu almasını kutladı.

Bir Fransız diplomatın açıklamaları

Libya'da geçici birlik hükümetinin işbaşı yapmasının ardından Fransız haber ajansı AFP'ye konuşan bir Fransız diplomat, Türkiye'nin de Libya'da konuşlandırdığı Suriyeli milisleri geri çekmeye başladığını bildirdi. İsmi açıklanmayan kaynak, "Bu şimdiye kadar gördüğümüz en cesaret verici jestlerden biri. Suriyeli milis güçlerin hareketlilik içinde olduğu görüldü ve kaydedildi" diye konuştu.

Fransız diplomatik kaynak, Libya'da yeni kurulan geçici birlik hükümetinin başbakanı Abdülhamid Dibeybe ile Türkiye arasında milislerin geri çekilmesi konusunda son dönemde görüşmeler yürütüldüğünü ve Türk tarafından gelen açıklamaların da Suriyeli milislerin hava yoluyla Libya'dan çıkarıldığı izlenimi verdiğini belirterek, ancak bunun "somutlaştırılması ve teyit edilmesi" gerektiğini söyledi. Fransız kaynak, milislerin geri çekilmesinin sürdürülmesi gerektiğini ve bunun sadece Suriyeli milisler değil, tüm yabancı güçler için geçerli olduğunu vurguladı.

BMGK: Yabancı askerler Libya'dan çekilsin

BM Güvenlik Konseyi, 13 Mart 2021 tarihinde yaptığı bir açıklama ile Libya'daki yabancı askerî birlikler ile paralı askerlerin "derhal çekilmesi" çağrısını yineledi. Konsey, çatışmanın taraflarının ateşkes anlaşmasına bağlı kalmasını istedi.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres de BM Güvenlik Konseyine (BMGK) daha önce sunduğu raporda "yabancı unsurların Libya'daki faaliyetlerinin sürdüğü konusunda hala derin endişe içinde olduğunu" ifade etmişti.


AFP'nin ele geçirdiği ve BMGK'da tartışıldığı belirtilen raporda bazı yabancı güçlerin yer değiştirdiğine işaret edilmiş, ancak bunun yeterli olmadığı kaydedilmişti.

Türkiye, Libya ile 2019 yılının Kasım ayında imzaladığı güvenlik mutabakatı çerçevesinde ülkenin güvenliğine destek ve Libya ordusunun eğitiminde görev almak üzere ülkeye asker göndermişti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçen yıl yaptığı bir açıklamada Libya'da Halife Hafter güçlerine karşı Türk askerlerinin yanında diğer silahlı unsurların da yer aldığını söylemişti.

Libya'da ayrıca Hafter safında savaşan Rus Wagner grubunun yanı sıra Çad ve Sudandan para askerlerin de bulunduğu biliniyor. BM'nin geçen aralık ayında yayımladığı raporda, ülkede 20 bin civarında yabancı paralı asker bulunduğu tahminine yer verilmişti.

AB Irini misyonunu uzattı 

AB, uzun bir süredir Libya'ya silah ambargosunu denetlemeyi hedefleyen Irini misyonunu iki yıl daha uzatmayı planlıyordu. BM ise silah ambargosunun etkisiz olduğu görüşünde. Ancak sonunda Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi, Mayıs 2020'den bu yana Doğu Akdeniz'de Libya'ya yönelik Birleşmiş Milletler'in silah ambargosu kararını denetlemek üzere görev yapan İrini adlı askerî deniz misyonunun süresini 31 Mart 2023 tarihine kadar uzattı...

Fransa, Almanya ve İtalya'nın dışişleri bakanları Libya’da

Libya'da geçici birlik hükümetinin yemin edip işbaşı yapmasının hemen ardından 25 Mart 2021 tarihinde Fransa, Almanya ve İtalya'nın dışişleri bakanları Libya’da Libya Ulusal Birlik Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Necla el-Menguş’iyi ziyaret ettiler. Bu ziyaretin esas amacının ülkeyi 24 Aralık 2021 tarihinde seçimlere götürecek geçici birlik hükümetine destek vermek olduğu ifade edildi…

Bu ziyaret kapsamında Bakan Menguş, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas ve İtalya Dışişleri Bakanı Luigi Di Maio ile başkent Trablus'taki Başbakanlık ofisinde ortak basın açıklaması yaptılar.

Bu ortak basın açıklamasında;

Menguş, Libya'nın istikrarının bölge ülkelerinin yanı sıra Avrupa'nın istikrarı için de olumlu yansımaları olacağını vurguladı. Ulusal Birlik Hükümetinin dış politika stratejisinde "Libya'nın egemenliği ilkesinin tartışma konusu olamayacağını" belirten Menguş, "Tüm paralı askerlerin acilen ülke topraklarından çıkması gerektiğini ve bunun derhal gerçekleşmesi gerektiğini yineliyoruz" diye konuştu…

Fransa Dışişleri Bakanı Le Drian da, yaptığı açıklamada Libyalı yetkilileri desteklemek için buraya geldiklerini söyledi…

Alman Bakan Mass da ülkede yaklaşan seçimlere hazırlanmanın ön şartı olarak paralı askerlerin geri çekilmesinin gerekliliğini vurgulayarak, Avrupa Birliği'nin Libya'ya silah ambargosunu izlemeye devam edeceğini kaydetti..

İtalyan Bakan Di Maio da Libya’nın barış sürecine AB olarak tanık etmek için bugün Trablus’a geldiklerini belirterek “Libyalı makamların talebi olursa, BM ile koordinasyon içinde BM ateşkes izleme mekanizmasına Avrupa’nın katılımından yanayız” diye konuştu…Libya’nın düzensiz göç akınının idaresine insan kaçakçılarıyla ve sınırların kontrolüne yönelik çalışmalarını takdir ettiklerini de kaydeden Di Maio, "Ama aynı zamanda (Libya'nın) temel insan haklarına tam olarak saygılı olmasını garanti etmesini bekliyoruz.” ifadelerini kullandı.

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi’nin ilk yurt dışı ziyaretleri

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi’nin ilk yurt dışı ziyareti Paris idi…

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi ilk yurt dışı ziyaretini 23 Mart 2021 Salı günü Paris'e yaptı.  Muhammed Menfi Paris’te Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile görüştü. Macron görüşme sonrasında yaptığı açıklamada, "Libya'da bulunan yabancı güçlerin mümkün olduğunca hızlı bir şekilde çekilmesi için her şeyi yapmalıyız. Türk ve Rus savaşçılar, onlar ya da diğerleri tarafından gönderilen yabancı savaşçılar Libya'yı derhal terk etmelidir. Tek meşru güç Libya silahlı kuvvetleridir" diye açıklamada bulundu…

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi’nin ikinci yurt dışı ziyareti ise Kahire idi…

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi Menfi, yardımcısı Abdullah el-Lafi ve beraberlerindeki heyet 25 Mart 2021 tarihinde ikinci yurt dışı ziyaretlerini Kahire'ye yaptı.

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi’nin üçüncü yurt dışı ziyareti de İstanbul idi…

Menfi, Kahire ziyaretinin ardından beraberindeki heyetle bugün (26 Mart 2021 Cuma) Türkiye'ye geldiler.  Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi ile Konsey üyesi El Lafi'yi kabul etti. Üsküdar'daki Cumhurbaşkanlığı Vahdettin Köşkü'ndeki kabul basına kapalı olarak gerçekleşti. Türkiye tarafından görüşme öncesi yapılan resmi açıklamada görüşmelerde ikili ilişkilerin yanı sıra, güncel bölgesel ve uluslararası meseleler hakkında fikir alışverişinde bulunulmasının da öngörüldüğü aktarıldı.

Sonuç

Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Muhammed Menfi’nin ilk yurt dışı ziyaretini Batı dünyası içinden Paris’e yapması, ikinci ziyaretini Arap dünyası içinden Kahire’ye yapması ve üçüncü ziyaretini de Türkiye yapması yeni Libya hükümetinin öncelikleri açısından dünyaya verilen politik bir mesajdır da aslında… Yani Libya Ulusal Birlik Hükümeti’nin birinci önceliği Fransa ve şahsında AB ülkeleri, ikinci önceliği Mısır ve şahsında Arap ülkeleri olacağı Türkiye’nin ise bu ülkelerden sonra olacağı değerlendirilmektedir.


Libya’da Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulmasının hemen ardından gerek yeni hükumet yetkilileri, gerek AB ülkeleri liderleri ve gerekse de BMGK Libya’da yabancı askerî unsurların derhal çekilmesi konusunda vurgu yapıyorlar… Bu saatten sonra Libya’daki Türk askerinin varlığı ve Türk hükûmetinin UMH ile ve onun lideri Serraj ile yaptığı anlaşmaların akıbeti belirsiz olduğu değerlendirilmektedir… Hoş zaten Türk hükûmetinin UMH ile yaptığı ve Türkiye’nin Libya’daki varlığının gerekçesi olarak gösterilen “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” gereği Doğu Akdeniz’de hidrokarbon arama çalışmalarını sürdüren Oruçreis araştırma gemisi hiç de Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulmasının beklemeden çoktaaaaan Antalya limanına çekilmişti bile…

Libya’daki gelişmeler AKP hükûmetinin İhvancı rüyalarından çok daha hızlı bir şekilde akmaktadır...

Arz ederim.

Osman AYDOĞAN


İstikrarsızlığın istikrarsızlığı

22 Mart 2021


Ülkedeki son bir hafta içerisindeki gelişmeler: Bir milletvekilinin AYM’inde devam eden davası sonuçlanmadan milletvekilliğinin düşürülmesi, HDP’ye kapatma davası açılması, bir gece yarısı kararnamesi ile kanunen korunmuş Merkez Bankası Başkanının görevden alınması, kanunla onaylanan İstanbul Sözleşmesinden yine bir başka kararname ile çıkılması, içinde vakıf eseri olmayan Gezi Parkının olmayan bir vakfa verilmesi, Kanal İstanbul için devlet garantisi verilmesi… Başka bir devlette olsa on yılda yaşanacak gelişmeler…

Bu gelişmeleri bazı yorumcular “istikrarsızlığın istikrarı” olarak yorumladılar. Örneğin Ekonomist Mahfi Eğilmez kendi bloğundaki bugünkü yazısında bu gelişmeleri ‘’Türkiye'de istikrarsızlık istikrarlı hale geldi’’ şeklinde değerlendirdi.

Doğrudur… Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı bu gelişmeler ülkeyi “istikrarsızlığın istikrarı” haline sokmuştur. Ancak bundan da daha büyük bir tehlike vardır…

Bu tehlikeyi açıklamak için kısa bir fizik bilgisi vermem, fizikteki ‘’entropi’’ kavramını açıklamam gerekiyor…

Fizikte ‘’entropi’’ kavramı

Fizikte ''entropi'', bir sistemin mekanik işe çevrilemeyecek termal enerjisini temsil eden termodinamik terimidir. Çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve düzensizlik olarak tanımlanır ve istatistikten psikolojiye, toplumbilimden teolojiye birçok alanda yararlanılır. Sembolü S'dir. Termodinamiğin 2. yasasıdır.

Fen Bilimlerinin en önemli yasası her şeyin yıprandığını söyleyen yasadır. Canlılar yaşlanır ve ölür, otomobiller paslanır ve evrendeki düzensizlik artar…

Bilim adamları düzensizliği ''Entropi'' adı verilen nicelik ile ölçerler. Sistemlerdeki düzensizlik arttıkça, entropi de artar. Bu durum da faydalı (iş yapabilir) enerji miktarını azaltır. Faydasız enerjiyi (entropi) arttırır. Özet olarak “entropi”, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilir…

Entropi kanunu belki de insanların yeryüzünde keşfettikleri en büyük kanunlardan biridir. Bu kanun en güzel tariflerinden bir tanesi; "Kâinatta her şey, kendini minimum enerji ile maksimum düzensizliğe çekmek ister" şeklindedir. Bu kanun kâinatın her yanında o kadar çok gözümüz önündedir ki örnekleri saymakla bitmez…

Birkaç örnek:

* Yukarıdan bırakılan bir taş, aşağı düşmek ister. Çünkü aşağı dediğimiz nokta, yukarı dediğimiz noktadan daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir.

* Demir bir kaba sıkıştırılan bir gaz kendini dışarı atmak ister. Çünkü dış ortamdaki gazlar daha düzensizdir.

* Baskı ile kontrol altına alınan toplumlar o baskıyı kırmak isterler. Çünkü baskı onları bir düzene sokmak ister ancak toplum daha düzensiz olmak ister.

Türkiye için en büyük tehlike

Bir “sistem” bir ''denge noktası” etrafında dalgalanma durumundan çıkıp entropi içine girdiğinde yoluna devam eder. Bu olguyu “istikrarsızlığın istikrarı” (“denge noktası'' etrafında dalgalanma) denir. Bir politik sistem olarak Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı durumu buna örnek olarak gösterilebilir. Ve Türkiye’nin son yıllarını tanımlanacak olursa Türkiye’nin “istikrarsızlığın istikrarı” aşamasını yaşadığı söylenebilir.

Günümüzde ise toplumun yaşadığı politik, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, teolojik ve virüstük olaylara bakıldığında Türkiye’yi bekleyen en büyük ve gerçek tehlikenin; Türkiye’nin bu aşamayı (istikrarsızlığın istikrarı) geçip “istikrarsızlığın istikrarsızlığı” (bu dalgalanmadan çıkarak dağılmaya başlama) aşamasına gelmesi olduğu söylenebilir.

İşte ülkeyi bekleyen en büyük ve gerçek tehlike budur: Türkiye’nin ‘’istikrarsızlığın istikrarı’’ aşamasını geçip “istikrarsızlığın istikrarsızlığı” aşamasına gelmesidir…

Türkiye’de son yıllar

Türkiye’de 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleşen halk oylamasında yeni bir anayasa kabul edildi. Yeni anayasaya göre de 24 Haziran 2018 tarihinde seçimler yapıldı…

Yeni anayasa gereği artık ülkede bir başbakan yoktur, bakanlar kurulu da yoktur, bakanlar kurulu olmayınca da ortada hükumet de yoktur. Yeni anayasa gereği ortada işlevsel ve denetleyici olarak bir meclis de yoktur... Sadece CB ve ona ayrı ayrı bağlı bakanlar vardır. Bakanlıkları koordine edecek ve onları denetleyecek bir kurul, bir makam, bir mercii, bir meclis de yoktur… CB; hem devlet başkanı, hem bakanların ayrı ayrı başkanı, hem parti başkanı, hem asrın lideri... Yeni hastaneler, Suriye, İdlib, Libya, Korona, Dağlık Karabağ, Kanal İstanbul, muhalefet, Biden, Putin derken CB’nın başını kaşıyacak vakti de yoktur…

Yani şu an bütün bakanlıklar koordinesiz, denetimsiz ve müstakil olarak çalışıyorlar. Bir bakanlığının aldığı bir karardan diğer bakanlığın, diğer kurumların, Büyükşehir Belediyelerinin haberi yok…

Hazinede de para yok. Hem Merkez Bankası’ndan Dolar’ı frenlemek için kime satıldığı belirsiz 128 milyar Dolar kayıp, hem faiz yüksek hem de frenlenemeyen Dolar kuru yüksek… Gayri satacak devlet kuruluşu da yok. Bitti. Şanssızlık; Korona nedeniyle yazın beklenen turist dövizi de gelmedi. Ödenecek borçlar de kapıda… Bu yaz da gelecek turist yok…

Bir de ABD’de yapılan seçimler sonucu Türkiye’den kurumsal demokrasi bekleyen Biden başkan… ABD’de devam eden Halkbank davası 3 Mayıs 2021 tarihinde görülmeye başlanacak… Kimi kaynaklarda bu dava sonucu Halkbank’a 20 milyar Dolar üstü bir ceza kesilebileceği konuşuluyor… Aldığınız S-400’ler başınıza bela olmuş. Bu nedenle ABD’nin CAATSA (Amerika’nın Düşmanlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) yaptırımları Türkiye’ye karşı uygulanıyor. AB yaptırımları beklemede…

Dış politikada değerli bir yalnızlığın içine düşmüşsünüz. Libya politikası fiyasko… Suriye politikası fiyasko... Doğu Akdeniz politikası fiyasko… Mısır politikası fiyasko… Müslüman Kardeşler politikası fiyasko…  

İçeride eğitim politikası fiyasko… Tarım politikaları fiyasko… Sağlık politikaları fiyasko… Sanayi politikaları fiyasko… Ülkenin dirliği, birliği, bütünlüğü, düzeni Moğol istilasında bile bu kadar bozulmamıştı...

Şu ana kadar Türkiye, bir mirasyedi gibi, mirasyedinin babadan kalan parasını yemesi gibi Cumhuriyetin kurulu düzeni sayesinde bu noktaya kadar yiye yiye geldi. Cumhuriyetin kurduğu o düzen de artık kalmadı, o düzen de yok… 

İşte ülkeyi bekleyen en büyük ve gerçek tehlike Türkiye’nin ‘’istikrarsızlığın istikrarı’’ aşamasını geçip “istikrarsızlığın istikrarsızlığı” aşamasına gelmesidir…

19 Mart 2021 Cuma gecesi yaşananlar, ülkede gelecekte yaşanacak olan evrensel sosyal entropi kanununun ayak sesleridir…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Tarihi perspektif içerisinde ‘’ulus devlet’’ tartışması

20 Mart 2021

Okullarda 1933 yılından bu yana söylenen ‘’Öğrenci andı’’nın Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından 12 Mart 2021 tarihinde kaldırılması üzerine ‘’öğrenci andı’’, ‘’millet’’, ‘’milliyetçilik’’, ‘’ulus’’ ve ‘’ulus devlet’’ kavramları üzerine kamuoyunda hala bir tartıma yaşanıyor… Ben de bu tartışmaya iki yazımla katılmış ve ağırlıklı olarak ‘’ulus devlet’’ konusu üzerinde durmuştum… Araya Çanakkale Muharebeleri anma yazıları girince bu konudaki üçüncü yazımı da bugüne bırakmıştım…

Gerek yazılı basında ve gerekse de sosyal medyada yaşanan bu tartışma toplum olarak en büyük yanlışımızı yine gün ışığına çıkardı… 

Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur. Bu yanlışlarımız ve eksikliklerimiz bir değirmenin taşları gibi arasına alıp öğütüyor bizi… Ne yazık ki farkında değiliz…

Bir hamaset öğretisi olarak tarih

Tarih konusu da böyle... Tarihi; rasyonel, metodik ve analitik olarak inceleyip ders alınacak bir bilim dalı olarak değil de bir hamaset aracı olarak kullanıyoruz.

Tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız... Bu konuda sürekli örnekler veririm. ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’ diye… İbn-i Haldun, “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” derdi diye… Mehmet Akif’, ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ derdi diye…

Tarihi böylesine anlamaz isek; tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışan bir nesil yetiştirmiş oluruz… Hoş zaten nesiller de artık böyle yetişiyor ya… Neyse….

Bizim tarih yazıcılığımız ve tarih öğretimiz ne yazık ki hamaset üzerine kurulmuştur, tarihten ders almak üzere değil… Hamaset ise çok tehlikeli, âdete zehirli bir kavramdır.

Eğer bir nesil, tarihi ile geçmişi ile övünüyorsa o nesil hiç de tarihine layık bir nesil değildir. Toplumsal gelişimin temel esası ‘’neslin ecdadı ile övünmesi değil, ecdadın o nesil ile o torunlarla övünmesi’’dir’’…

Bugün için övünülecek bir şeyi olmayanlar hep düne sığınırlar. Bugün için edebi, felsefi, sanatsal, maddi ve manevi bir birikimi olmayanlar, bugünü iyi geçmeyenler teselliyi dünde, geçmişlerinde ve atalarında bulurlar.

‘’Bugünün en acı hüznü dünün sevinçlerinin yâd edilmesidir’’ derdi Halil Cibran. Derdi ki Cibran: ‘’Dün bir rüya, yarınsa bir hayaldir. Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür. Bugüne iyi bak.’’ İşte bugününe iyi bakamayanlar, bugünü iyi olmayanlar bir aciz gibi, bir meczup gibi giderler de düne sığınırlar. Dünleri yoksa da sığınılacak bir dün yaratırlar. Tıpkı TV’lerde yayınlanan gerçek tarihle hiçbir ilgisi olmayan diziler gibi…

İngiliz tarihçi ve yazar Eric Hobsbawm’ın ‘’Tarih Üzerine’’ (Agora Kitaplığı, 2009)  isimli güzel bir kitabı var. Hobsbawm bu kitabında dünün, geçmişin ve tarihin nasıl kötüye kullanıldığını ve nasıl istismar edildiğini şöyle anlatır (s. 6-7): “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundamentalist ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin asli öğelerinden birisi, belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir. (...) Geçmiş, meşrulaştırır. Geçmiş, övünülecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar (...). Bizim, genel olarak tarihsel olgulara karşı bir sorumluluğumuz bulunduğu gibi, özelde tarihin siyasal-ideolojik açıdan istismar edilmesini eleştirmek gibi bir görevimiz de var.”

Kant'ın en çok değer verdiği öğrencisi olan Alman filozof ve düşünür Arthur Schopenhauer (1788 – 1860) de Hobsbawm’ın tarih üzerine söylediğinin bir benzerini ‘’milli gurur’’ hakkında söyler:

‘’En ucuz gurur, milli gururdur. Bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. Çünkü insan neden milyonlarca insanların paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? Dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu milliyetinin hatalarını açıkça görebilecektir. Ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her yoksul kişi gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu milliyeti ile gurur duyar. Bu noktada insan milli gururda güç bulur ve ondaki tüm hata ve eksiklikleri var gücüyle savunur.’’

''Die Wohlfeilste Art des Stolzes hingegen ist der Nationalstolz. Denn er verrät in dem damit Behafteten den Mangel an individuellen Eigenschaften, auf die er stolz sein könnte, indem er sonst nicht zu dem greifen würde, was er mit so vielen Millionen teilt. Wer bedeutende persönliche Vorzüge besitzt, wird vielmehr die Fehler seiner eigenen Nation, da er sie beständig vor Augen hat, am deutlichsten erkennen. Aber jeder erbärmliche Tropf, der nichts in der Welt hat, darauf er stolz sein könnte, ergreift das letzte Mittel, auf die Nation, der er gerade angehört, stolz zu sein. Hieran erholt er sich und ist nun dankbarlich bereit, alle Fehler und Torheiten, die ihr eigen sind, mit Händen und Füßen zu verteidigen.'' (Arthur Schopenhauer, ‘’Aphorismen zur Lebensweisheit’’, Nikol, 2010, s. 360)

Schopenhauer’in bu sözünün orijinalini ve kaynağını özellikle verdim. Bu sözün tercümesi bana ait. Hassas da bir konu olduğu için çok iyi bir Almanca dil bilgime rağmen Almanya’da yaşayan arkadaşlarımdan yardım da aldım. Burada onlara teşekkür ediyorum…

Hobsbawm ve Schopenhauer, hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar açık ve net söylemiş. Şimdi anlıyorsunuz değil mi tarih ile zerre ilgisi olmayanların, tarihten zerre nasibini almamış olanların ‘’milli’’ diye oynadıkları Osmanlıcılık oyununun nedenini…

Hobsbawm’ın ve Schopenhauer’in bu sözlerinin alıntıladım çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün kastettiği ‘’milli gurur’’ ve ‘’milliyetçilik’’; Hobsbawm’ın ve Schopenhauer’in söylediği ve şimdiki hamasetçilerin ve sözde milliyetçilerin anladığı ve uyguladığı bir ‘’miili gurur’’ ve ırkı temele dayanan bir ‘’milliyetçilik’’ değildir…

Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’millet’’ ve ‘’milliyetçilik’’ tanımı

Atatürk’ün millet ve milliyetçilik tanımı oldukça basit ve nettir:  “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”  Burada geçen ifade ‘’Türk halkı’’ değil, ‘’Türkiye halkı’’dır. Türkü ile Kürdü ile Lazı ile Abhazası ile Çerkezi ile Arnavutu ile Türkiye halkıdır…

Türkiye halkı; İstiklâl Harbi ve devrimlerle “Türk ulusal kimliği” altında buluşmuş ve birleşmiş ve “Türk milleti’ni, ‘’Türk ulusu’’nu oluşturmuştur. Bu buluşmada; ‘’ulus devlet’’ ve ‘’ulusal kimlik’’ kavramları, feodalizmin, etnikçi ve mezhepçi siyasetin karşısında var olmuştur…

‘’Türk milleti’’, ‘’Türk ulusu’’; Türkiye halkının devlet kurarak aldığı addır. ‘’Türk milleti’’, ‘’Türk ulusu’’; Türkiye halkının, farklı etnik grupların emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı, İstiklâl Harbi vererek milletleşmesidir, uluslaşmasıdır.

Bu nedenle feodalizmin artığı kimlikleri ve ortaçağ kalıntısı aidiyetleri savunmak, kimlik siyasetini öne çıkarmak ve mezhepçi siyasetlere yol vermek refaha, huzura, çağdaşlığa ve bağımsızlığa değil ancak ve ancak emperyalizme hizmet eder.

‘’Türk milleti’’, ‘’Türk ulusu’’; Türkiye halkının etnik kimliğinin üstünde bir “ulusal kimlik” kazanmasıdır. İşte bu nedenle “Türk milleti” kimliği etnik bir kimliğe değil; dil, kültür ve hedef birliğine dayanan siyasal bir kavramdır.

Atatürk’ün ‘’milliyetçilik’’ ilkesi ise; kendi milletini üstün görüp diğer milletleri aşağılamaz, onları yok saymaz. Atatürk’ün; "Gerçi, bize ulusçu derler ama biz öyle ulusçularız ki bizimle işbirliği yapan tüm uluslara saygı gösteririz. Onların bütün ulusal gereklerini tanırız. Bizim ulusçuluğumuz, herhalde, bencil ve kendini beğenmiş bir ulusçuluk değildir’’ sözü bunun göstergesidir. ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesi bunun göstergesidir... Atatürk’ün ‘’milliyetçilik’’ ilkesinde yurdun bütün evladı birdir: ‘’Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır.’’


Atatürk’ün ‘’milliyetçilik’’ ilkesi sadece ve sadece ‘’milli iradeyi egemen kılmayı’’, ‘’milli bağımsızlığı’’ ve milletin refahı, huzuru ve mutluluğunu hedefler. Diğer bir ifadeyle söyleyecek olursak; milliyetçiliğin hukuki yönü bir yandan milli egemenliğe diğer yandan da milli bağımsızlığa bir diğer yandan da milletin huzuru, mutluluğu ve refahına dayanır.

Ancak bir hususu yeniden vurgulamam gerekiyor: 20. yüzyılın başlarında bir ulus devlet kurmak çağdaş, ilerici, devrimci bir tercih ve devrimci bir yönelimdi. Ulus devletler, ''parlamenter demokrasi'' ile taçlanmadığı ve ‘’milli irade’’ egemen kılınmadığı sürece ırkçı veya dinci veya her ikisinin karışımı faşist bir rejime evirilebilirler… Yani ''parlamenter demokrasi'' ve ‘’milli iradenin egemenliği’’ ulus devletin olmazsa olmaz koşuludur… ‘’Ulus devlet’’ ilkesine karşı olanların Türkiye Cumhuriyetine dönük eleştirilerinin kaynağı da ‘’ulus devlet’’ değil, ülkedeki demokrasi eksikliğidir.  Ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün ideali olan ‘’demokrasi’’, kendisinden sonraki hükumetlerce geliştirilmemiş, Cumhuriyet demokrasi ile taçlandırılmamıştır. Günümüzde ülke dünya demokrasi liginde yerlerde sürünmektedir.

Kavram tartışmasını bu noktada bırakıp, tarihe farklı bir perspektif içerisinden bakan benim geç keşfettiğim bir Fransız tarihçi Fernand Braudel’e  yer vermek istiyorum…

Bir böğürtlen çalısı olarak döngüsel tarih

Fernand Braudel (1902– 1985) bir coğrafyacı olmasına rağmen, tarih biliminde neredeyse devrim yaratan bir ekolün, en ünlü temsilcilerinden birisidir. Braudel’e göre zamanın hızı gerek mekândan mekâna gerekse hangi zaman türünden bahsedildiğiyle ilgili olarak farklılık gösterir.  Braudel’in kastettiği mekân Akdeniz’dir… Özellikle Doğu Akdeniz’dir…  (Braudel, ‘’Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ’’ Metis Yayıncılık, 2016) Braudel’in anlattığı Doğu Akdeniz’de sabit bir zaman sınırı da yoktur. Braudel’e göre dünyanın bir başka mekânı bir başka tarihi yaşarken Doğu Akdeniz Ortaçağ’ı yaşıyor olabilir…

Braudel’in bu görüşünü Alev Alatlı hiç Braudel ismini zikretmeksizin basitçe şu şekilde formüle eder: ‘’Ey, Oğul! Devirli bir oluşumdur, tarih. Sakın ola ki, ezelden ebede dümdüz uzanan doğrusal bir hat bellemeyesin. Güneş her gün daha mütekâmil bir dünyaya doğmaz. Gün olur, en gerideki, en öndekinden ilerde olur. Aristarkus, Kopernik’e ‘zıpçıktı astrolog’ diyen devrimci Martin Luter’den daha ilericidir. Ahmet Yesevi, Kadızade Mehmet’in çok ötesinde. Ey, Oğul! Bir şeye ille de benzeteceksen her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısına benzet tarihi. Bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve vermekte, bir diğeri ise kurumaktadır. Bir çağda birden fazla çağ yaşanır.’’

Braudel, ilgi alanı olan Akdeniz nedeniyle Osmanlı tarihine de büyük ilgi duyar…

Braudel, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi başına bir ekonomi-dünya oluşturduğunu yani siyasi ve coğrafi sahası içinde kendine yeterli bir ekonomik birim meydana getirdiğini söyler.  Ancak Braudel’e göre bu yeterlilik Osmanlı ekonomisinin durgun kalmasına, uzun zaman dilimi içinde pek fazla değişim göstermemesine yol açar… Braudel’e göre "Osmanlı İmparatorluğu büyük bir historiyografi sorunu, müthiş bir belirsizlik bölgesi"dir…

Braudel’e göre 13. yüzyılda Moğol istilası İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür… Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır… Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir… Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar… (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Yani Braudel bizim bildiğimiz kalıplar çerçevesinde İslam dünyasının geri kalmasını Gazali’ye bağlamaz…  

Braudel’in bu görüşleri; Halil İnalcık, Fuad Köprülü, Ömer Lütfi Barkan gibi Türk tarihçilerini de etkiler… Bu sayede ülkemizde geleneksel siyasi tarihten “ekonomik ve sosyal tarih”e geçiş Ömer Lülfi Barkan’la başlar, Halil İnalcık’la devam eder... İşte tam da bu nedenle Halil İnalcık, Braudel gibi düşünerek, “Osmanlı, Avrupa ekonomisinin merkantilizme geçişini anlayamadı” diye yazar. (Merkantilizm yani ticaret devrimi, sermaye birikimi...) Çünkü Braudel, daha 1700’lü yıllarda İngiltere’de “Artık hiç kimse kasalarda para tutmamakta, cimriler bile varlığını (piyasada) dolaştırmakta” diye yazar. (‘’Maddi Medeniyet ve Kapitalizm, 1400-1800’’, İz yayıncılık, 1996)

Braudel’in girişte bahsettiğim kitabı ‘’Bellek ve Akdeniz -Tarihöncesi ve Antikçağ’’ vefatından ancak on üç yıl sonra yayınlanır. Braudel kitabında Akdenizi, dağları anlatırken, deniz kıyısında yaşayanlarla dağlarda yaşayanlar arasında bitmeyen tarihi kavgayı da anlatır. Braudel, bu kitabında bitmeyen bu kavgayı şu şekilde tarif eder:

“Dağlıların baskınları, tüm çağlarda, tüm deniz kıyısı bölgelerinde sıradanlaşmış bir dramdır. Hayat, meşe palamudu veya kestane yiyen, yaban hayvanı avlayan, post, deri, sığır veya koyun satan, her an ayağını kaldırıp göç düzmeye hazır bekleyen yukarı ülke insanlarıyla; toprağa bağlanmış, bazıları kullaşmış, diğerleri üstünleşmiş, topraklara, kumanda mevkilerine, ordulara, şehirlere, denizleri dolaşan gemilere hükmeden aşağı ülke insanlarını tekdüze bir biçimde karşı karşıya getirir hep... Kanaatkâr yüksekliklerin karı ve soğuğuyla portakal ağaçlarının ve uygarlıkların çiçeğe durduğu alçak diyarlar arasındaki bu diyalog günümüzde bile tamamen sona ermemiştir.” (s.25)

Günümüzde de bu ayrışmanın izdüşümünü görmüyor muyuz? Bakın Akdeniz’e, Ege kıyılarına sonra da İç Anadolu ve Doğu Anadolu’ya… Braudel’i anlamak için bu coğrafyadaki siyasi tabloyu Korona tablosu gibi bir renklendirin isterseniz…

Bir devlet nasıl yıkılır?

Yine Braudel’in bu görüşüne dönmek üzere bir devlet nasıl yıkılır? Kısaca iki düşünürün görüşlerine yer vermek istiyorum.

İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde (Dergâh Yayınları, 2013) şöyle bir tez ortaya atardı:

''Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama 100 ila 120 yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş ‘’medeni’’ unsurlar yönetir, onun dışındaki ‘’bedevi’’ unsurlar devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her 20-25 yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.''

İbn-i Haldun, ‘’Mukaddime’’sinde dile getirdiği bu tezinde devletin çöküşü esnasında beş aşamanın bulunduğunu belirtir. İbn-i Haldun, bu aşamaları da şu şekilde sıralar: Zafer, istibdat, ferağ (istirahat, dinlenme), müsâlemet (huzur, barış) ve israf. Devletlerin geçirdiği bu beş aşama Batı’nın doğrusal tarih anlayışının aksine ve Braudel’in tezi gibi döngüsel olarak her 20 – 25 yılda bir devam eder.

Benzer şekilde İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes (1588 – 1679) de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, 1993) şöyle der:

‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’

Yeni yeni hatipler türemişti, kafasızdılar, cahildiler ve duygularının peşinde sürüklenmişlerdi.

Şimdi tekrar dönelim Braudel’e… İbn-i Haldun’un tezindeki ‘’medeni’’ ve ‘’bedevi’’ çatışması ile Braudel’in ileri sürdüğü ''deniz kıyısında yaşayan unsurlar‘’ ve ''dağda yaşayan unsurlar'' çatışması arasında bir paralellik kurun…

Sonra da başa dönün ‘’öğrenci andı’’ ile başlayıp ‘’millet’’, ‘’milliyetçilik‘’ ve ‘’ulus devlet’’ hakkındaki tartışmaları Hobsbawm’ın ve Schopenhauer’in, Braudel’in, İbn-i Haldun’un ve Hobbes’in görüşleri çerçevesinde bu tartışmaları yeniden değerlendirin…

Hatırlarsanız daha yeni yazmıştım Cicero’yu… Cicero, Türkçeye ‘’İhtiyarlık’’ olarak çevrilen ‘’Cato Maior de Senectute’’ isimli kitabında bir yerde bir şairin ağzından (Ennius) Cato’yu şöyle konuştururdu Cicero: "Şimdiye dek başınızda olan aklınız nereye gitti de çılgınlar gibi yolunuzu şaşırdınız?" 

Ve Cicero kitabında Cato'yu konuşturmaya şöyle devam ederdi: ''Şair Naevius'un Ludus'unda şöyle bir sual sorulur: 'Baksanıza, nasıl oldu da o koca devleti öyle yıkı verdiniz?'  Verilen türlü cevaplar arasında başlıcası şuydu: ‘Yeni yeni hatipler türemişti, kafasızdılar, cahildiler ve duygularının peşinde sürüklenmişlerdi.' ''

Demem o ki ‘’öğrenci andı’’ ve bundan yola çıkılarak yapılan ‘’ulus devlet’’ tartışması sıradan bir tartışma değildir. Arz ederim…

Osman AYDOĞAN



Çanakkale... Ah! Çanakkale.

18 Mart 2021


Çanakkale Muharebeleri

Çanakkale Muharebeleri, I. Dünya Savaşı sırasında 1915-1916 yılları arasında (3 Kasım 1914 – 9 Ocak 1916 ) Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir.


18 Mart 1915 tarihi İngiliz ve Fransız filolarının Çanakkale Boğazını denizden geçmek için yaptıkları saldırılarda mevcudiyetlerinin %35’ni kaybedip geri çekilmek zorunda kaldıkları gündür.

Müteakiben İtilaf devletleri 25 Nisan 1915 tarihinde kara harekâtına başlarlar. Bu taarruzları da Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk)’ün emrindeki birlikleri etkin ve dâhiyane kullanması sonucu 09 Ocak 1916’da hüsranla sona erer…

18 Mart Deniz Zaferi ve içimizdeki Danimarkalılar

Bu muharebelerde İtilaf devletlerinin denizde yenildikleri ve bizim zafer kazandığımız gün olan 18 Mart günü 2002 yılına kadar ''18 Mart Deniz Zaferi Günü'' olarak kutlanırken, bu gün, 27 Haziran 2002 tarihinde 4768 sayılı kanunla ''18 Mart Şehitler Günü'' olarak düzenlenmiş ve o şekilde anılması istenmiştir…


Ancak bu düzenleme ile bu cefakâr millete hak ettiği bir zaferi kutlamak çok görülmüştür. Bu düzenleme ile Çanakkale Zaferi, bu zaferin kahramanları ve özellikle Gazi Mustafa Kemal Atatürk gölgede bırakılmak, unutturulmak istenmiştir. Bu düzenleme ile sanki bugün hüzün ve matem günü haline getirilmiştir… Halbuki bugün zafer günüdür…

18 Mart 1915, zamanın en güçlü donanmalarına sahip olan İngiltere ve Fransa donanmalarının en yenilmez, en bükülmez, en eğilmez, en heybetli, ateş gücü en yüksek başta Queen Elizabeth olmak üzere, Agamennon, Lord Nelson, Inlfexible, Ocean, Irressistible, Albion, Vengeance, Majastic, Canapus, Cornwalls, Swiftsure vb. isimli gemilerinin Çanakkale Boğazı’nda Türk Ordusunun, Türk askerinin karşısında kiminin boğazın dibini boyladığı, kimisinin de yaralanıp mağlup olup çekildikleri gündür…

18 Mart 1915 bir zafer günüdür. Bu hususu özellikle belirtiyorum ki 18 Mart’ı ‘’Şehitler Günü’’ diye matem tutmayalım, bu zafer gününü gururla hatırlayalım, gururla analım ve gururla kutlayalım diye…

Zaferin nedenleri

Bu muharebelerin zaferle sonuçlanmasında şu üç unsurun olmazsa olmaz katkıları olmuştur:


Birinci sırada; tabii ki Mustafa Kemal Atatürk’ün bu muharebede harp yönetiminde, harbin sevk ve idaresinde ve zaferde olan tartışılmaz katkısı ve askerî dehası…

İkinci sırada; hırsı ve tecrübesizliği ile tüm bir harbin kaybedilmesine ve bir imparatorluğun batmasına sebebiyet vermesine rağmen Balkan bozgunundan sonra Osmanlı Ordusunu yeniden eğiten ve donatan Enver Paşa…

Üçüncü sırada ise; eserleriyle, özellikle Türk edebiyatının sahnelenen ilk tiyatro eseri olan "Vatan Yahut Silistre" eseriyle Türk insanına yurtseverlik, hürriyet, millet kavramlarını aşılayan Namık Kemal olmuştur. İşte bu nedenledir ki üniversite talebeleri, lise talebeleri bu savaşa gönüllü olarak katılmışlardır. 

Çanakkale Muharebelerinin sonuçları

Çanakkale Muharebeleri her savaş gibi ardında kan, ölüm ve gözyaşı bıraktı. En iyimser rakamlarla 213.000 Türk şehit oldu.  İtilaf kuvvetinden de 215.000 asker öldü. Bu savaştaki toplam insan kaybı 428.000 kişidir.


Türk ordusunun Balkan Savaşı’nda zedelenen ve hatta yok olmaya yüz tutan prestiji kurtarıldı. Ordu ve millet, bu zaferin getirdiği moralle kurtuluş savaşına girebildi.

Çanakkale Muharebeleri, Mustafa Kemal (Atatürk) gibi askerî bir dâhiyi yarattı, Birinci Dünya Harbi’nin bitiminden hemen sonra başlayacak olan Milli Mücadele’nin bu eşsiz liderini Türk ulusuna kazandırdı.

Çanakkale Savaşları sonucunda batılılar müttefikleri Rusya’ya yardım edemediler. Böylece mahsur kalan Çarlık Rusyası, içerden çöktü, kanlı bir rejim değişikliği oldu.

Anzak asker ve komutanları, Çanakkale’de yiğitçe döğüşen Türklerin hem asker, hem de insancıl yönlerini yakından izleme fırsatını buldular. O günlerde oluşan bu dostluk atmosferi hala sürmekte.

Çanakkale’de Türk ulusu, binlerce okumuş ve aydınını da kaybetti. Kesin olmayan tahmini rakamlara göre, 100.000’den fazla öğretmen, mülkiyeli, tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar yitirildi. Bu kayıpların olumsuz etkileri, savaş sırasında olduğu kadar, daha sonra da fazlasıyla hissedildi. Nitekim 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün başlattığı devrimler ve bunların paralelinde girişilen reformların kitlelere yaygınlaştırılıp mal edilmesinde, hayli sıkıntılar çekildi.

İki fotoğrafın düzeltilmesi

Yeri gelmişken iki konuya açıklık getirmeden geçmek istemedim:


İnternette ve sosyal medyada yıllardır dolaşan iki fotoğraf var. Birinci fotoğraf; Çanakkale savaşında olduğu iddia edilen pejmürde kıyafetli iki Türk askerinin fotoğrafıdır. Bu fotoğraf doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır... Bu fotoğraf sahra çöllerinde bir İngiliz esir kampında çekilen iki Türk askerinin fotoğrafıdır. Türk askeri Çanakkale Savaşında daha önce hiçbir harpte olmadığı kadar iyi teçhiz edilmiştir.

İkinci fotoğraf ise yine Çanakkale Savaşı’nda 43. Alay’ın 1917 yılına ait ‘’Yemek Listesi’’ veya ‘’Yemek Menüsü’’ olduğunu gösteren fotoğraftır. Sanki buradaki menü olmayan bir yemeğin menüsüdür. Bu fotoğraf da doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Şöyle ki: Bir kere 43. Alay Çanakkale’de görev almamıştır. 43. Alay Çanakkale Cephesi’nde değil Irak Cephesi’nde görev almıştır. Çanakkale Savaşı da zaten 1917 yılında çoktan sona ermiştir. Ayrıca Çanakkale Cephesi’nde Osmanlı Ordusu hiçbir şekilde açlık çekmemiş ve erzaksız kalmamıştır. Bütün bunları ise Osmanlı Ordusu anlattığım gibi Enver Paşa’ya borçludur.

Geride kalanlar, anneler, babalar, eşler, nişanlılar, yavuklular, çocuklar…

Çanakkale Muharebelerinde en çok sıkıntıyı cepheye asker gönderen ve onların cepheden dönmelerini bekleyen anneler, babalar, henüz duvağını çıkarmış gelinler, çocuklar, nişanlılar çekti.


Kendisinde tarih bilinci gelişmemiş bizden bir zat ‘’Gallipoli’’ isimli bir film yapar. Bu filminde Yeni Zelanda ve Avustralyalı anneleri, gelinleri, çocukları anlatır, bizim Mehmetçiklerin bir tanesinin dahi geride bıraktıkları annesine, yavuklusuna, eşine, çocuğuna yer vermeden. Filmi izleyince hayıflanıyor insan, neden yurdumuzu işgale gelen Yeni Zelanda ve Avustralyalı askerlere karşı yurdumuzu kahramanca savunduk diye. Hani söz vardı ya; ‘ben sana filmci olamazsın demedim, adam olamazsın dedim’’ diye…

Bu yazıdan asıl amacım; Çanakkale Muharebelerinde cephede savaşan askerlerin ve bu kahraman askerlerin geride bıraktıkları nişanlılarının, henüz duvağını çıkarmış eşlerinin, annelerinin, babalarının ve yavrularının hikâyelerini anlatmaktır. Bu hikâyeleri anlatmak için de Çanakkale Muharebeleri hakkında da kısaca bilgi vermiş oldum...

Unutkan toplumuz ya biz; bu çilekeş insanları unutmayalım diye… Bu yurdun, bu vatanın, bu özgürlüğün, bu bağımsızlığın kolay kazanılmadığını her daim aklımızda tutalım diye… Bu isimsiz, adsız kahramanları unutmayalım diye…

Sonuç

18 Mart, resmi olarak ''18 Mart Şehitler Günü''... Bir zafer gününün şehitler günü diye matem havası içinde anılması akıl alacak şey değildir.  Sanırım içimizdeki Danimarkalılar İngilizlerin rencide olmasından üzüntü duymuştur. Ancak gerçekte bugün ''18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi'' günüdür... Bu zaferi bu millete armağan eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere aziz şehitlerimizi rahmetle ve şükranla anıyorum.


Osman AYDOĞAN

Aşağıda yer verilen hikâyeler Balıkesir’li araştırmacı Aydın Ayhan’ın '‘Çanakkale... Ah! Çanakkale’' isimli araştırmasından alınmıştır. Aydın Ayhan Balıkesirli olduğu için hikâyelerin hepsi Balıkesir'e ait... Çünkü Balıkesir cepheye en yakın il olduğu için cepheye de en fazla askeri Balıkesir göndermiştir... Keşke her ilden Aydın Ayhan gibi bir araştırmacı çıksaydı da o ilin kahramanlarının hikâyelerini gün ışığına çıkarsaydı... Hikâyelerin her birisi ayrı bir değer... Her birisi içselleştirilerek okunmalı diye düşünüyorum… Yaşanmış bu gerçek hikâyeleri kaçırmayın, okuyun, okutun isterim, bu kahramanlar, bu aziz, bu cefakâr insanlar unutulmasın diye. 

Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’


Yaşanmayan Bayramlar

Bir gün Seyit İlşekerci’nin eczahanesinde oturuyordum. Beyi ile ilaç alan bir hanım: “Hocam ben sizin bir konuşmanızı izledim. Size nenemi anlatayım. Onun babası da. Çanakkale’ye gitmiş.” dedi.


Merakla dinlemeye başladım.

“Babası Çanakkale’ye gittiğinde, nenemiz henüz kundakta bebekmiş. Gitmiş ve bir daha hiç haber alınamamış. Ama annesi her bayram geldiğinde, nenemizi süsler giydirir ve sokağa yollamazmış. ‘Baban gelecek... Elinden tutacak... Seni bayram yerine o götürecek... Çıkma sokağa bekle…

Her bayram… Her bayram ‘Baban gelecek, elinden tutacak. Seni bayram yerine götürecek…

Nenemiz hala sağ. Ve hala her bayram giyiniyor, süslenip bekliyor. ‘Babam gelecek elimden tutacak. Beni bayram yerine götürecek...’

Edremit’te bir evde hala her bayram... Her bayram yaşanmamış çocukluk günlerinin bayramları yaşanıyor.. Aradan doksan sene geçti. Ama gelecek olan baba bekleniyor. Hayatı boyunca bayram yerinin nasıl olduğunu göremeyen insanların hatıraları yaşanıyor.

Akderenin karası
Kaşlarının arası
Ne olunmaz dert imiş
Çanakkale yarası


Ali Kadir Amca

Bir Ali Kadir Amcamız vardı. Beş, altı yıl önce vefat etti. Sık sık buluşur, konuşurduk.


“Babam Çanakkale’de kaldığında çok küçükmüşüm. Rahmetliyi hiç hatırlayamıyorum. Ama evde hep ondan bahsedilir, hep o anlatılırdı. Belki o zaman adet değildi, evde fotoğrafı da yok. Ama anamın geceleri sabahlara kadar süren sessiz iç çekişlerini, hıçkırıklarını hep hatırlarım. Ben kendimi bildim bileli sokaktan veya mektepten eve her geldiğimde annem işini gücünü bırakır koşar gelir, önümde diz çöker “şehidimin armağanı” diye ellerimi öper, beni okşar severdi. Evde anam adımı pek söylemezdi. “şehidimin oğlu, şehidimin armağanı...” diye seslenirdi. Ben onun için o idim.

Bayramlar bilirsin hep sevinçli geçer. Ama bizde değil. Halam ve amcamlarım gelir. Önce anamın elini öperler sonra eğilirler: “Şehidimizin armağanı” diye diye, benim ellerimi öperlerdi. Hep onu anarlar, hep gözyaşı dolu olurdu bizim bayramlarımız.

Ondan mıdır neden bilmem, ben hala her bayram hüzün dolu olurum.

Evlendiğim zaman, hanımın annesi, kayın validem, öpmem için elini uzattı. Birden şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim. Çünkü o zamana kadar ben evde hiç el öpmemiştim... Hep elim öpülmüştü...


Mukaddes Hatıralar

Bir sıhhiye çavuşu anlatmıştı: Süngü muharebeleri birkaç saat sürüyor. Öğleden sonra ikide üçte ya da ikindiye doğru ne bizde, ne onlarda takat kalıyor, muharebe kendiliğinden sona eriyordu. O vakit beyaz bayraklar çıkıyor, yaralıları  taşıyorduk. Bu arada rastladığımız düşman sıhhiyeleriyle de birbirimizi anlamasak da ayak üstü yarenlik ediyor karşılıklı cıgara veriyorduk.


Bir seferinde, iki Fransız sıhhiye bana seslendiler. Gittim işaretle birini gösterdiler. Bir Fransız askeriydi. Pek yakışıklı biriydi. Elini işaret ettiler. Eğilip baktım. Bir fotoğraf tutuyordu, Genç bir kadın fotoğrafıydı. Belli ki ölmeden önce fotoğrafı çıkarmış, resimdeki kadına baka baka ölmüştü... Bir tuhaf oldum.

Az ötede cesetlerin arasında bir şehidin cesedi de dikkatimi çekti. Oturmuş, başı yana öyle ölmüştü. Yüzünden Karadenizli olduğu anlaşılıyordu. Yüzü adeta güler gibiydi.

Baktım Mehmet de elinde bir şeyler tutuyor. Ona doğru gittim. Avucunda işlemeli mendil tutuyordu. Kolundan akan kan mendile kadar gelmiş, mendili kana bulamıştı. Mendili avucundan yavaşça bırakıverdi. İçini açtım, baktım. Yeni doğmuş bir bebeğin altın gibi sapsarı saçları vardı. Mendili ve saçları şehidin koynuna soktum. Onu alıp o mukaddes hatıralarıyla beraber gömdüm…

İngiliz teyyaresi
Tepemizde dolandı
Verdiğin beyaz mendil
Al kanlara boyandı.


Kuru Fasulye   

1999 Mart’ında pek çok kitap yazmış, ilginç bir köy imamı ile ilgili araştırma yapmak için Edremit’e gittim.


Üniversitede okumuş, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışmış, Çanakkale, Filistin cepheleri, kurtuluş savaşı derken yıllar sonra Edremit’e dönmüş, binlerce kitabını Edremit kütüphanesine bağışlamış birisi.

Onun ile ilgili çalışırken söz Çanakkale’ye gelince masada oturanlardan birisi söze karıştı.

“Dedem Çanakkale’den dönmüş ama babası kalmış.” dedi. Biraz anlatmasını, konuyu açmasını istedim. Dedesinin babası Halil Çavuş Çanakkale savaşları başladığında kırk yedi, kırk sekiz yaşlarındadır. Oğlu Ali on dokuz - yirmi yaşlarındadır. Ali, Çanakkale’ye gider. Bir gün Halil Bey’in hanımı dükkana gelir: “Bey, eve iki asker geldi. Seni sordular. Hemen askerlik şubesine gidecekmişsin... Acaba Ali’mize bir şey mi oldu? Yüreğime bir kor düştü…”

‘Tamam hanım, olur. Ben şimdi gider öğrenirim, gelirim. Canım çekti, sen akşama ocağa bir kuru fasulye vur da yiyelim.

Dükkânı toparlar, askerlik şubesine gelir, kendini tanıtır. Komutan ayağa kalkar: “Sen nerde kaldın? Yürü Edremitliler Çanakkale’ye gidiyor. Koş, yetiş.” “Aman bey, varıp eve haber vereyim, helalleşeyim.” “Mümkün değil. Kafileden kopma. Koş.. Eve biz haber veririz..” Gerçekten de hemen eve koşup. “Kocanızı Çanakkale’ye yolladık’ diye haber vermişler.

Aradan hayli zaman geçer. Kurtuluş savaşı sonunda Ali geri döner.. Halil Çavuştan bir daha hiçbir haber alınamaz..

“Ben o Ali’nin torunuyum hocam.. Ama nenem hayatı boyunca her akşam kuru fasulye pişirdi. Kendisi ağzına o yemekten tek bir lokma koymadı. Hep bize yedirirdi... Bir şey daha söyleyeyim. Belki inanmazsınız… Bizim evde hala her akşam kuru fasulye pişiyor. Çocuklar bıktık diye mırın kırın ediyorlar ama.. hala pişiyor...”

Şu dünyanın işine
Zehir koydum aşıma
Yarim Çanakkale’de
Şehit yazdım taşıma


Boş Tabak

Beklemek! Bir ömür boyu beklemek... Yıllarca geçen zamanı, geçmeyen zamanı beklemek…


Beklemek bulutların geçişinden, kuşların uçuşundan, böceklerin ötüşünden, rüzgarın esişinden umut bularak beklemek. Bin bir türlü rüyayı hayra yorarak beklemek.

Bir konuşmam esnasında: Çanakkale beklemelerinden bahsetmiştim. Dipdiri, capcanlı. gözlerinin içi güle güle seferberliğe, harbe yolladıkları oğulların, kocaların, ölecekleri bir türlü akla sığamadığından, beklemek bizim kadınlarımızın çilesi olduğunu söylemiştim.

Bir arkadaş geldi yanıma. Gözleri yaşlı elimi tuttu. “Hocam, ben bilirim Çanakkale beklemelerini, asker beklemelerini, şehit beklemelerini bilirim. Benim nenem hayatı boyunca sofraya bir boş tabak koydu. Çatalı kaşığı yanında hazır bu boş tabak dedemizin tabağıydı. “Gelirse hemen koyuvereyim yemeğini... Acıkmıştır... Özlemiştir... Hemen koyuvereyim diye nenem boş tabağı hep sofrada tuttu. Ölüm döşeğinde bile. Dedenizin tabağı... Dedenizin tabağını koyun.’ diyordu. Ben Çanakkale beklemelerini bilirim hocam...”

Tarhanam yerde kaldı
Göz yaşım serde kaldı
Çanakkale’ye giden
Gül yarim nerde kaldı?


Hala

Berber Hayri Ağabeyin halasıydı. Balıkesir’de “Yedi bekarlar” derlermiş. Evlenmemiş kız kuruları. Hiç evlenmemişler öylece ölmüşler.


Ben tanıdığımda çok yaşlı idi. Kulakları az duyuyordu. Sandığından çıkar çeyizlerini gösterdiler. Bin bir çeşit çiçekle, baharla, sevgiyle, sevinçle işlenmiş bezler kim bilir ne yürek yangınlıkları, ne iyi niyetlerle hazırlanmış el emekleri, göz nurlarıydı.

Bir gün öldüğü haberi geldi. Çok az insan vardı cenazede. Sadece birkaç akraba.

Gömüldü. Tam mezara toprak atacaklarken ‘aman unutmayalım vasiyeti var’ dediler. Mezara bir kese dolusu diş bıraktılar. Arkasından birkaç torba saç koydu sonra gömüldü.

“Bunlar ne?” diye sordum. Çünkü bizde böyle mezara bir şey koyma âdeti yoktu.

“Halamızın yavuklusu, nikâhtan hemen sonra daha düğün yapılmadan Çanakkale’ye gitmiş. Bir daha dönmemiş.. Gençliğinde çok güzelmiş halamız. Çok isteyenler olmuş, kimselerle evlenmemiş. Bekâr öldü. 

Diş ve saçlara gelince: “Yarın mahşer yerinde huzur-u ilahide kocamla karşılaşırsak “Bu ağızdan senin adından başka erkeğin adı çıkmadı” diyebilmem için ağzımdan dökülen bütün dişlerimi biriktirdim, koyun mezarıma. Huzur-u ilahide kocama “başıma, saçıma yaban eli değmedi” diyebilmek için tarağıma takılan bütün saçlarımı topladım Torbaya koydum. Saçlarım şahidim olacak vasiyetimdir. Saçlarımı da benimle beraber gömün! Koyun mezarıma!’ diye vasiyet etmişti. Vasiyetini yerine getirdik.

Kavakta yeller oldu
Gül yarim eller oldu
Çanakkale denince
Göz yaşım seller oldu


Cevdet Amca

Balıkesir’de Ali Şuuri İlkokulu karşısındaki boşlukta, beş altı yıl öncesine kadar, eski ayakkabı tamircisi vardı. İkinci aralık, ikinci dükkanda kır, pala bıyıklı bir ihtiyar çalışırdı: Cevdet Dede (Alkalp).


Bir akşam üstü dükkanın önünde çay içerken konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. “Rahmetli babam Hafız Ali, Çanakkale’de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım.. Bir fotoğrafı bile yoktu.

O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayi Milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş.. Yokluk.. Kıtlık.. Sıkıntı.. Çocukluğumuz hep ekmek peşinde sıkıntıyla geçti.

Ama anam (Adeviye) benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta her bir yere gidişte yanıma gelir.

-Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben mevlide gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!

Annem babamı bekledi durdu. Büyüdüm, dükkân açtım. Annem gene her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri söyler; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye eklerdi.

Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı. Gene hep değneğini kakarak yanıma gelir; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye tembihlerdi.

Günü geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helallaştı: Bana iyi baktınız. Hakkınızı helal edin. Bana döndü yavaşça: “Baban gelirse, ona “Annem hep seni bekledi, de.” dedi:. Birden irkilerek doğruldu kapıya doğru gülümseyerek; “Hoş geldin... Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti...


Şemsi Nene

1954 yılında, babamın memuriyeti dolayısıyla, Sındırgıdan Balıkesir’e geldik. Babam daha önce gelmiş, bir evin üst katını bize kiralamıştı. Alt katta ev sahibi yaşlı bir kadın oturuyordu. Aksi ve huysuz bir hanımdı. Biz çocuktuk. Oynarken gürültü yaptık mı bize çekişir dururdu.


16 yaşında evlenmiş, kısa bir süre evli kalmış, seferberlikte eşi ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak askere alınıp, Çanakkale’ye gönderilmiş.

Eşinin Çanakkale’den yolladığı mektupları ve zarflarını evinin içeriye bakan pencerelerine yapıştırmıştı. Hatta o zamanlar bende pul biriktirme merakı vardı. Cama yapışık zarflardan birinin üzerindeki pulu yırtıp, almak istemiştim de, nene bana kızmıştı.

Kim bilir neler yazıyordu o mektuplarda? Ama nene her sabah namazdan sonra her mektubu ayrı ayrı okur, her mektubu okuduktan sonra, şehit kocasına fatihalar okur, günlük işlerine başlamadan önce de, bir gün önce bıraktığı yerden başlayarak, kocasının ruhuna hatim indirmeye çalışırdı.

Nenenin ziyaretçileri çok olurdu. Kocaları, oğulları Çanakkale’de ve diğer cephelerde şehit olan hanımlar gelir, bitmez tükenmez dualarla, hatimlerle onları anarlardı.

Şemsi Nine yakmacılık denilen bir usul ile çıbanları iyileştirir, geçimini böyle sağlardı. Geleni gideni çok olmasına rağmen, Şemsi Nene hiç sokağa çıkmazdı.

“Nasıl çıkarım, beyim Çanakkale’ye giderken dış kapının arkasından ellerimi tuttu, gözlerimin içine bakarak ‘Karıcığım.. Gençsin, güzelsin.. Gözüm arkada kalmasın... Ne olur söz ver bana! Ben gelinceye kadar sokağa çıkma’ dedi. İşte orda şu kapının arkasında ona söz verdim. Nasıl sokağa çıkabilirim?

İşlerini, alışverişlerini hep konu komşu yapıyordu. Çünkü söz vermişti. Sözden dönülmezdi.

Onun köşede, küçük tek bir pencere ile koridora bakan merdivenin dibinde, karanlık bir odası vardı. Bir akşamüstü, babamla eve çıkarken neneyi o odanın köşesinde bir gelinlik giymiş, ayakta, ellerini göğsüne kavuşturmuş beklerken gördük. Boynunda iri taneli uzun inci gerdanlık vardı.

Babam şaka olsun diye takıldı. “Nene hayrola, bugün pek süslüsün ya... Ne var... Bir şey mi oldu?” Nene gözlerini yerden ayırmadan kısık, çok derinlerden gelen bir sesle cevap verdi:

“Oğlum ben bugün evlendim. Bak, kocam yüz görümlüğümü de taktı. Kocamı bekliyorum..”

Babam hiçbir şey demeden gözlerinde yaşlarla, kaçarmış gibi yukarı çıktı.

Neneyi orada bütün gece o yalnızlığıyla baş başa bıraktık. Gürültü olur diye bizi erken yatırdılar. Soba bile yakmadık.

Ertesi gün, günlük hayat eskisi gibi devam etti. Öğrendik ki; hayatı boyunca evlendikleri gün nene süslenip, hep kocasını beklermiş.

Nenenin hiç çıkmadığı evden yıllar sonra cenazesi çıktı. Ev uzun süre boş kaldı. Hep evin fotoğrafını çekmek veya çektirmek istedim. Bir türlü fırsat bulamadım. Birkaç yıl önce o binlerce gözyaşıyla, acıyla beklemenin yaşandığı ev yıkıldı. Şimdi yeri bomboş...

Esme rüzgâr kal artık
Gözüm yaşı sel artık
Çanakkale’de kaldın
Çok bekletme gel artık.


Cigaraya Nasıl Başlanır

Üniversitemiz genel sekreteri Faiz Türkan anlattı: Bir gün Çanakkale’ye gene gönüllü toplanmaktadır. Bir çavuş Balya’nın Turplu köyüne gelir, gençleri cami önüne toplar. Vücutça gözüne kestirebildiklerini ayırır.


-Kaç yaşındasın?
- On yedi..
 -Tut kaldır şu tüfeği... Tamam Çanakkale’ye..

Böylece yirmi iki genç ayırır. O sırada bir çocuk daha gelir. Çavuşa: “Ağabeyim gidiyor. Ben de geleyim…

-Yaşın kaç?
-On üç.
-Daha çok küçüksün. Bu çocuktan başka ailede evlat var mı?
-Yok.
-Öyle ise bu kalsın da nesli devam ettirsin.

Faiz Bey: “İşte ben o kalsın, nesli devam ettirsin denilen torunuyum.” Ve giderler... Dualar edilir... Sular dökülür... Giderler...

Ama anne ile baba her sabah kalkan bir kese tütün alır, köyün yolu tepesi vardır, oraya çıkarlar. Başlarlar yola bakmağa; “Oğlumuz buradan gitti, buradan gelecek.” Bekle, bekle, belde. “Yak bir cigara sar bir cigara daha.”

“Oğlumuz bu yoldan gittiydi. Buradan gelecek...’’ ”Çok uzaklardan biri gözükür köye yaklaşmaktadır. “Acaba oğlumuz mu? Sar bir cıgara daha” Gelenler selam verip geçip gitmektedir. ‘’Oğlumuz bu yoldan gelecek...’’

Yıllar yılları kovalar. Kar, yağmur, çamur, fırtına, rüzgar, güneş, sıcak… Hiçbiri engel olamaz o tepenin üzerinde sabahtan akşama kadar bütün gün iki ihtiyar bazen soğuktan titreyerek, bazen sıcaktan bunalarak oğullarını beklemektedir.

Giden oğullar hep beklenir. O köyden, seferberlik için yirmi iki genç askere alınmış sade iki kişi geri dönebilmiştir.

Nene, ömrünün sonlarında adeta yarı meczup ölmüştür. Çünkü gece gündüz ağzından sadece sadece bir kelime dökülmektedir: “Oğlum... Oğlum...”

Tespih gibi çektim seni
Gelir gelir gelir diye


Yaralılar

Bu savaşlara katılıp yaralanmayan yok gibidir. Çok ağır yaralar alınmadıkça cephe terk edilmemektedir. Sargı yerlerine ancak ağır yaralılar getirilmekte, hafif yaralar siperlerde sarılmakta, kanamayı önlemek için tütün konmakta, toprak basılmakta, ot veya çaput depilmekte, kanama dindirilince çarpışmaya devam edilmektedir.


Hani “vücudu yaralardan kalbur gibi” diye bir tabir vardır ya, hiç abartma değildir. Yedi, sekiz yara Çanakkale gazilerinde olağan sayılmaktadır, gerçekten vücudu delik deşik hatta uzuvlarından bir kaçını kaybetmiş birçok gaziye rastladım.

1953’te Balıkesir’e geldiğimizde mahallemizdeki bir çıkmaz sokakta penceresinin önünde oturarak hiç durmadan “Çanakkale içinde vurdular beni” türküsünü söyleyen bir vardı. Bir bacağı dizinden, diğeri bileğinden kopmuş, sol kolu omzundan yok, sağ elinde sadece üç parmak vardı ve iki gözü kördü. Yirmi yaşında askere alınmış, ilk safta önünde patlayan bomba ile harp dışı kalmıştı: O muhteşem gaziye anası ve kendisini ona adayan bir kız kardeşi bakıyordu. Unutuldu gitti.

Bu gazilerin hepsi cepheden cepheye koştular. Çanakkale’den düşman çekilince İran cephesine, Kafkas cephesine gönderildiler. Hemen ardından Milli Mücadelenin şanlı ordusunda yer aldılar.

Yaralı gazilerin çoğu ömürleri boyunca yaralarının acılarını çekenler oldu. Hiçbiri hiç yakınmadan başında, karnında, göğsünde, sırtında, bacaklarında çıkarılmayan kurşun ve şarapnel parçalarını şerefiyle yaşadılar.

Bel kemiğine saplanmış bir bomba parçası yüzünden hayatı boyunca sırt üstü yatamayan, kolları altına koyduğu yastıklarla uyuyabilenler, alt çene kemiği parçalandığı için ağzının olduğu yerdeki korkunç boşluktan özel bir huni ile sadece sıvı yiyecek alabilenler, takma kol veya bacağını ancak askıya atarak uyuyabilenler, zamanla yaşlanıp göçüp gittiler. Unutuldular...

Bu yüzyılın başında civan birer delikanlı olan bu şanlı gazileri anmak, hatıralarını unutmamak, ders olsun diye genç nesillere aktarmak bir vicdan borcudur.


Balıkesirli İbrahim Çavuş

Balıkesir’in “Yavaşça” ailesindendir. Askerlik çağı gelince, askere alınmış, Yemen’e gönderilmiştir. Tam dokuz yıl çöllerde sıcakla, akrepler, yılanlarla ve düşmanla çarpıştıktan sonra terhis edilince, Balıkesir’e gelmişti. Üç parmağını Yemen’de bırakmıştı.


Ağabeyi, Balıkesirli Şevket Çavuş Çanakkale’ye gönderilmişti. Eve geldiğinin tam onuncu günü, İbrahim Çavuş da Çanakkale’ye gönderildi.

Her fırsatta ağabeyini aradı. Sora sora, birlik numaralarına göre ağabeyini buldu.

Şevket Çavuş nerde diye sorunca işaret ettiler. Ağabeyinin atı bir müsademe de yaralanmış, O da atın altına girmiş atın yarasını tımar etmektedir. İbrahim Çavuş ağabeyine seslenince çıkar gelir. Bakar, görür ki ağabeyi çok hastadır. Yorucu müsademeler, bakımsızlık, yorgunluk bitirmiştir. Ağabeyini (onu) yılların hasretini, birkaç sigara içimine sığdırırlar. Ayrılmaları gerekince, sarılır ağabeyi ile helalleşirler. Burası öyle bir yerdir ki belki bu son görüşmeleri olacaktır. Helalleşirler... Sarılırlar, sarılırlar, ağlarlar...

Şevket Çavuşun hastalığı iyice artınca doktorlar tebdil hava (hava değişimi) ile memlekete yollarlar. Şevket Çavuş bin bir meşakkat (zahmet, zorlukla) Balıkesir’e gelebilir. Evine gelir.. Ev halkı sevinçle karşılamaya çıkar... Ve tam evin kapısından girer. Oracıkta vefat eder.

İbrahim Çavuş, Çanakkale’den sonra Kafkas Cephesi’ne gönderilir. Ancak Milli Mücadeleden sonra Balıkesir’e eve dönebilir.

Bir gün oğlu “Baba giden gitmeyen alıyor, sen neden madalya almıyorsun diye sorar. İbrahim Çavuş: “Oğlum, zahmetli iş.. Önce yazı yazdırmak lazım.., Dilekçe vermek lazım.. Ve birden öfkelenir: “Hadi madalya aldık. Ama maaş ne oluyor.” Bir tokat vurur oğluna. “Ben Allah için, vatan için, bayrak için, millet için savaştım... Madalya için, para için değil!”

Doğrudur; Onlar’ın madalyaları vücutlarında bin bir dövüşten kalan yaralardır...

Onlar isimsiz kahramanlardı. Kalan ömürlerinde sessizce yaşadılar... Sessizce öldüler.


Bigadiçli Mehmet Çavuş

İsmail oğlu Mehmet Çavuş, Bigadiç’in İskele bucağının, Budaklar köyündendir. Oğlu olduğunda adet üzerine ona babasının adını vermiştir. Balkan Savaşı çıkınca askere alınmış, terhis olmadan Çanakkale’ye gönderilmiştir.


Oğlu İsmail’de boylu poslu olduğundan askere alınmış, o da Çanakkale’ye gönderilmiştir.

Bir hücum günü sırası gelen tabur toplanma yerinden ayrılmakta, birincisi hat siperlerine doğru gitmektedir. Mehmet Çavuş alay sancaktarı olduğundan en öndedir. Balıkesirlilerin olduğu alay geçerken sorar: “İçinizde İsmail Çavuş var mı?” Oğlu babasının sesini tanır. Bağırır: “Baba! Ben burdayım !“

Birden şaşırır. Kaç yıldır görmediği oğlu İsmail burdadır. Ama alayın beklemeye zamanı yoktur. Yürüyüş başlamıştır.

“İsmail’im ... Siperde kal ... Ben gelir seni bulurum...” Yürür giderler.

Birinci Hafta gelir gelmez savaşa tutuşurlar. O gün Mehmet Çavuş başka türlü duygularla savaşır. Siperlere dönüldüğünde oğlu ile beraber gelen hemşehrilerinden birisi: “Mehmet Dayı, oğlun İsmail seni çağırıyor” der. Mehmet Çavuş hemen İsmail’i bulmaya gider. Bakar, İsmail’i yerde yatmaktadır. İlk süngü muharebesinde şehit olmuştur.

Diz çöker şehidinin önüne, alır oğlunun başını dizine... Yavrusu büyümüş de bir de asker mi olmuştur be... Ne kadar da büyümüş görmeyeli... Mendilini çıkarır siler oğlunun yüzündeki kanları... Breh... breh... breh ... Amma da delikanlı olmuştur yavrusu.. Bıyıkları da yeni çıkıyor galiba... Ne de güzel olmuş kaplan yavrusu... Öper, öper, öper yüzünü, çocukluğundan beri koklayamadığı başını tekrar tekrar koklar... Sarılır oğluna... Sever... Öper... Konuşur yavrusuyla...

Neden sonra artık sargı mahalline götürmesi gerektiğinin farkına varır... Alır kucağına, taşır oğlunu tepelerin ardındaki sargı mahalline...Yatırır bir yere, gözyaşlarını akıta akıta geri döner... Akşama doğru bir kere daha görmek ister Işmail’ini... Sargı mahalline gider... Bir de bakar ki her yer sıra dağlar gibi yatan binlerce Ismail’le dolu... Hepsi birbirine benzemekte.

Hiç olmazsa gömülmelerine yardım edeyim... İsmail’lerini tek tek kucaklar, taşır açılan toplu mezara götürür yatırır..İsmailleri artık vatan toprağının kucağındadır.

O kadar dolu ki toprağın şanla
Bir değil sanki bin vatan gibisin
Yüce dağlarına düşen dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin


Adile Teyzenin Hasan’ı

1930’lu 40’lı yıllarda Balıkesir’de bir Adile Teyze yaşardı. Ben, çok yaşlılığını tanıdım. Bağıra bağıra konuşur, her fırsatta ağlardı. Adeta yarı meczup yaşardı.


Seferberlik başlar başlamaz, kocası askere çağrılmış, Çanakkale’ye gönderilmiş. Tek evladı olan Hasan’la yapa yalnız kalakalmıştı. Hasan, on yedisindeydi ve başkasının dükkanında çalışıyor, geçinip gidiyorlardı.       

Çanakkale’den gelen yaralıların, şehitlerin haberleri duyulmaya başlamıştı. Bir gün eve gelen bir kırmızı mektupta “Babanın” şehit haberi öğrenildi. Sadece birliği ve şehit olduğu gün yazılıydı. Gözyaşları sel oldu.

Ana oğul daha sıkı kenetlendiler birbirlerine. Günler geçmek bilmiyordu. Fatihalar... Hatimler... Mevlitler... Acıyı azaltmıyordu.

Bir gün, gene davullar dövülmeye başlandı Balıkesir’de. Gene gönüllü toplanıyordu. Askerlik şubesi önü kalabalık. Davullar zurnalar “Ey Gaziler”i çalıyordu. Yüksekçe bir yere çıkmış bir çavuş, elinde koca bir bayrak sallıyordu durmadan.

Hasan, davul sesini duyunca, dükkanı kapayıp, oraya doğru gitmiş, askerlik şubesinin önünde kendiliğinden sıraya girmişti. Gelenler sıra ile kaydediliyor, hemen içeri alınıp asker elbiseleri giydiriliyor, yan tarafta sıraya sokuluyor, çavuşlar yeni askerlere durmadan öğütler veriyordu.

Gönüllüler aynı gün yola çıkacaklardı. Bir adet vardı! Davullar önde, sancağın arkasında gönüllüler, sokak sokak dolaşırken, tanıdıklarıyla, akrabalarıyla, aileleriyle helalleşirler, dualarını alırlar, cepheye öyle giderlerdi.

Davullar sokaklarda dolaşmaya başlayınca, bütün Balıkesirliler kapılara, pencerelere çıkmış “acaba kimi son defa göreceğiz? Kim Çanakkale’ye gidiyor? Kimin çocuğuyla helalleşeceğiz?” diye merakla bakarlardı. Herkes gözyaşlarıyla helalleşir, onlardan önce Çanakkale’ye gitmiş olan kendi çocuklarına selam yollarlardı.

Davulları duyar duymaz, Adile Teyze’de kapıya çıkmış, gönüllerin gelmesini beklemeye başlamıştı. Kolay değildi... O da kocasını bu şekilde davullarla cepheye uğurlamıştı. Davullar vuruyor uzaktan sancağın ardı sıra bir asker yaklaşıyordu.

Birden en önde gülümseyerek kendisine bakan bir askere takıldı gözleri. Tek yavrusuydu... Hasan’ıydı.

- Yavrum. Evladım. Gözümün nuru Hasanım, Hayrola?
- Ana ben Çanakkale’ye gidiyorum. Babamın yanına.
- Yavrum. Aslanım. Sütüm sana helal olsun. Uykusuz gecelerim helal olsun. Analık hakkım helal olsun. Ama Çanakkale’de düşmana sırtını dönersen, babanı utandırırsan haram olsun...

Adile Teyze feryat eder. ''Komşular kına yetiştirin. Koç yiğidimi vatanıma kurban gönderiyorum. Kına yetiştirin.'' Adet olduğu gibi hemen kına getirilir. ''Oğlum, uzat tetik parmağını kınanı yakayım. Onu kullanırken bizi hatırla.'' Kına yakılır. ''Oğlum bir saniye bekle... içeri girer. Sandığı açar. Duvağını çıkarır getirir. ''Yavrum, bu duvağı baban almıştı. Çanakkale’ye git. Babanın mezarını bul. Bu duvağı onun üzerine ört.'' ''Olur ana... der duvağı sarık gibi fesine dolar.''

Eller öpülür. Sarılır, kucaklaşırlar, ağlaşırlar, uğurlanır. Arkasından sular dökülür... Gidenler sokağın ucundan marş söyleye söyleye kaybolurlar.

Emekli bir postacı anlatmıştı:

“Aradan on beş gün, bir ay geçmeden eve bir kırmızı mektup daha getirdim. Kapıyı çaldım. Adile Teyze elimde mektubu görür görmez…

Anladım postacı, anladım. Ne olur sen oku. Ana yüreğidir dayanmaz. Sen oku.. Okumaya başladım. Mektup “Anne” diye başlıyordu.

‘Anne, ben oğlunun bölük kumandanıyım. Babasının mezarını bulmak maalesef mümkün olmadı. Biz şehitleri toplu gömeriz. Ama vasiyet etmişti, duvağını oğlunun üzerine örttüm.

İçerden bir feryat duyulur. ‘’Elhamdülillah... Elhamdülillah oğlumuz bizi utandırmadı.”

Şehidimin haberi
Mevla’m versin sabırı
Oğlum Çanakkale’de
Bilinmiyor kabiri


Yedi Madalya

Behlül Dal, ünlü bir film yapımcısıdır. Özellikle titiz çalışan, kılı kırk yaran, belgesel filmlerde tam gerçeği yakalayan, montaj masasında harikalar yaratan biri. Sinema dünyasında dev bir isim. Bir doruk noktası.


Balıkesir’de Milli Mücadele ile ilgili bir film çekiminde kısa bir süre birlikte bulunduk. Çekim sırasında birden heyecanlanıverdi: “Benim babam Çanakkale gazisidir. Hayatı boyunca eğilmeden yaşadı. Kimseye minnet etmedi. Halinden kimseye şikayet etmedi. En büyük gurur kaynağı göğsünde şerefle taşıdığı yedi harp madalyasıydı. Yedi süngü yarası... Hatta göğsünü delip dışarı çıkmış bir süngü yarası, öyle derin işlemişti ki parmağını soktu mu içinde kaybolurdu.

Sadece onlarla övünürdü. Öldüğünde mezara indim... Tam gömerken, açtım göğsünü onun bize şeref hatırasını bıraktığı o madalyalarını bir bir öptüm... Öyle gömdüm.”

Behlül Bey ağlıyordu... Biz de ağlıyorduk…

Göklerde yazılı destan gibisin.


Karakaşlı Ömer

Annesinin tek oğluydu. Kaşlarından dolayı annesi onu Karakaşlı Ömerim” diye çağırır severdi.


Bir gün sıra ona da geldi “Anasının kara gülünü” Çanakkale’ye çağırdılar. Gitti. Çok geçmeden bir mektubu geldi. Herkese selam ediyor, adeta vedalaşıyordu. Yaralanmış, yarası ağır ve karnındaymış herkesle helallaşıyordu mektubunda, anasıyla, babasıyla, akrabalarıyla, arkadaşlarla, komşularla helallaşıyordu. En çok da öleceğine değil anasının üzüleceğine yanıyordu. Mektubunun sonunda o zamanlar çok söylenen bir halk türküsünden alınmış şu sözleri yazmıştı.

“Sıhhiyeler sağaltmadı yaramı / Yoldayım ağlatmayın anamı”

Ömer’in bu son isteği üzerine anasına hep, “Ömer gelecek.. Yoldadır… Gelecek” denilmiştir.

Ömer gelecekti, yoldaydı gidenler bir gün gelmiyor muydu. Elbet Ömer de gelecekti.

06 Şubat 1923’te Atatürk Balıkesir’e ilk defa geldi. “Evet Gazi Paşa gelmişti. O Anafartalar da onun kumandanı değil miydi? O bilmeyecek de kim bilecekti? Gazi Paşaya sormalıydı. Ömer’ini sormalıydı. O gün Atatürk’ün kaldığı evin arka kapısında pek kimsenin farkında olmadığı bir olay yaşanıyordu. Ömer’in anası kapıya gelmiş ille de “Gazi ile görüşmek istiyordu. Atatürk’ün yaverleri “Olmaz!” dediler. “Hiç Gazi Paşa ile öyle paldır küldür her önüne gelen görüşebilir miydı?

Meseleyi bilenler yaverlere Ömer’in vasiyetini fısıldarlar. “Yolda, gelecek” denmesini, anasının ağlatılmamasını istemişlerdir.

Çanakkale denince akan sular durur Çünkü Atatürk’ün yaverleri Çanakkale’den beri yanındadırlar. Çanakkale’de şehit düşmüş birinin vasiyeti elbette yerine getirilir. Girerler içeri, durumunu anlatırlar Atatürk’e “Gelsin“ der. Getiriler. Latife Hanımla birlikte oturmaktadırlar:

“Buyur kadın bir şey mi istiyorsun?” ‘’Yok Gazi Paşam, yok... Sağlığını isterim... Ama Ömer’imi gördün mü? Çanakkale’de Kara kaşlı Ömer’imi gördün mü?’’  “Yoldadır... Gelir.” “Sağ ol Paşa Hazretleri...” der ayrılır kadın.

“Yoldadır elbet...” koskoca Gazi Paşa der, o yalan mı söyler hiç... Gelecek tabi... Ömer’im gelecek!”

Artık gelene, geçene, hanlarda, istasyonlarda uzaklardan gelen askerlere, esaretten Dönenlere hep Ömer sorulur... “Gördünüz mü? “Kara kaşlı Ömerimi gördünüz mü? “Kara kaşlı Ömer’im kara gülleri severdi.” diye evinin bahçesine kara güller doldurur. Her bahar güller açtığında bir başka türlü sevinir. “Bahar geldi, Ömer’im de gelecek.”

Yıllar bir biri ardına devrilmektedir. Artık her sabah açan her gül tomurcuğunu “Ömer’im... Ömer’im” diye sevmeye başlar... Gül açar, solar, dökülür... Ama olsun diğer tomurcuk açacak ya... Bahar gelecek ya...

Öldüğünde mezarının üzerine kara güller dikildiğini söylediler... Vasiyetiymiş.

Nerede açmış koyu renkli bir gül görsem, kara kaşlı Ömer’in anası gelir hüzünlenirim.

Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet
Balam nenni oğlum neni


Üçpınarlı Ali

Hattat oğlu Mustafa Efendi anlatıyor:


Bir gün bizim birliğe takviye Balıkesir gönüllüleri geldi denildi. Gittim. 120 kişiydiler. Hemen hemen hepsi tanıdıktı. Sarıldık, hasret giderdik. Başlarında da o zamanların Balıkesir’in ünlü kabadayısı Üçpınarlı Ali vardı. Ali sancaktar olmuş. Tüfeği çapraz asmış, sancağın üzerine de sırma ile “Karesi Gönüllüleri” yazdırmıştı. Kabadayılığı gene elden bırakmamış, askerlikte pek hoş olmamasına rağmen belinde kamasını sallandırmıştı.

Beni görür görmez yanıma geldi: “Kumandan Efendi. Biz buraya beklemeye gelmedik. Hadi düşmanı basalım’’ ‘’Burada her şey emirle olur. Hücuma sadece biz geçersek, kendimizi gereksiz kıldırırız. Her şeyin zamanı var’’ dedim.

‘’Peki öyleyse hücuma geçmeden yarım saat önce bize söyle de şu sırt çantalarını  emniyetli bir yere koyalım. Söyle rahat rahat, doyasıya dövüşelim...’’

Ali haklıydı. Sırt çantaları askerin en kıymetli şeylerini taşırdı. Çamaşırları, paraları, mektupları, usturası, sigarası, tütünü hep sırt çantalarında olurdu. Çantaları kaybolduğunda  asker sıkıntı çekerdi. Çok hareketli zamanlarda çanta sırtta muharebeye girilirdi.

Hücuma yarım saat kala Ali’ye haber verdim. Balıkesirlileri aldı, siperlerin gerisinde bir vadide kayboldu...

Hemen gelirler sandım. Beklerim gelmezler, beklerim gelmezler. Bir çavuşa; “Şu bizim hemşehrilere bir bak bakalım. dedim. Gitti. Biraz sonra önde Üçpınarlı Ali arkada arkadaşları çıktılar geldiler. Şaşırdım hepsi süslenmişler, hanımlarının, nişanlıların verdikleri ayrılık mendillerini kimi boynuna dolamış, kimi alnına çatmış kimi bileğine dolamıştı. Çoğu yakalarına artık kurumuş gül veya karanfil takmıştı. Ali’ye sordum: “Neden geç kaldınız?”

‘’Komutan Bey, biraz sonra Cenab-ı Rabbül Aleminin huzuruna çıkacağız. Temiz çıkalım dedik. Ola ki bir pislik bulaşmıştır diye çamaşırlarımızı değiştirdik. Abdest aldık. Biz buraya oynamaya değil, düğüne geldik, bayrama geldik. Bugün bizim bayramımız onun için süslendik. Ayrılık hediyelerini taktık. Birazdan bayramımız var. Aman sen bize hücumdan beş dakika önce gene haber ver...”

Sonra büyük bir sessizlik oldu... Herkes kendi dünyasına dönmüş dua ediyordu. Gözler yumulu avuçlar açılmış sadece dudaklar kıpırdıyordu. Saatime baktım. Ali’ye beş dakika kaldığını bildirdim. Birden bire ortalık kaynayıverdi. Hepsi birbirlerine sarılıyor, öpüşüyor, helalleşiyorlardı.

‘’Dendi ha... Utandırmayın ha... İyi dövüşün ha... Gün bugündür.. Anamız bizi bugün için doğurdu... Hakkınızı helal edin...’’

Kısa süre sonra, dişler kenetli, süngülerini takmış, tüfeklerinin dipçiklerine parmaklarını geçirircesine yapışmış bölük hücuma hazırdı. Ölüme hazırdı.

“Hücum” deyince sanki siper sarsılıverdi. Hepsi, “Allah... Allah!” diye düşmanın içi ne bir hançer gibi daldılar... Dövüştük... Dövüştük...

Akşama doğru savaş durdu. Ateş kesildi. Her iki taraf yaralı ve cesetleri topluyordu.

Yanıma birisi geldi. “Komutan Efendi Üçpınarlı Ali sancağı vermiyor...” dedi. Gittim baktım.

O yüz yirmi kişiden o gün on üç kişi sağ kalmış. Ali de şehitler arasında idi. Ama sancağı öyle bir kavramış ki parmakları kenetlenmişti. Çekeyim dedim olmadı. Orada, Anafartalar’da çam ağaçlarının altında nice memleket evladı, koç yiğitler yatıyor…

Hücum demiş Kemal Paşa Zabiti
Yavrumun kefeni asker kaputu
Salına girmeğe yoktu tabutu
Yoksa yavrum seni vurdular mola
Yuvadan mezara koydular mola…




Ulus Devlet ve Türkiye Cumhuriyeti


17 Mart 2021

Okullarda 1933 yılından bu yana söylenen ‘’Öğrenci andı’’nın Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından 12 Mart 2021 tarihinde kaldırılması üzerine dün hem bu konuda hem de ‘’millet’’, ‘’ulus’’ ve ‘’ulus devlet’’ kavramları üzerine yazmıştım. Ancak ‘’ulus devlet’’ kavramının daha fazla izaha muhtaç olduğunu düşündüm.  Bu nedenle de bugün bu konu üzerinde yazmaya devam edeceğim.

Ama önce – mutat olduğu üzere- tarihte kısa bir yolculuk yapmamız gerekiyor…

Avrupa’da ulus devletlerin kuruluşu

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem emperyalist savaşlar hem de Fransız devriminin yarattığı fikir akımları nedeniyle Avrupa'da imparatorluklar çatırdamaya başlar. 1789 Fransız Devrimi’nden hemen sonra ard arda Avrupa’da teokrasinin, monarşinin ve feodalitenin yerine “ulus devlet”ler kurulur…

Bu uluslaşma sürecinde klasik anlamda ‘’ulus devlet’’ olarak Batı ve Kuzey Avrupa; ''devletten millete’’ (from state to nation) evrilirken, İtalya ve Almanya; ‘’milletten devlete’’ (from nation to state) evrilirler... Bu süreçle beraber Merkez ve Batı Avrupa; ''feodal'' bir toplumdan ''devlet’’e, ''cemaat''ten ''millet''e, ''tebaa'' anlayışından ''vatandaş'' bilincine evrilirler...

Bu süreçte Fransa’da bulunan başta Alsaslılar olmak üzere Lothringerliler, Bretonlar, Korsikalılar, Oksidanlar, Flamanlar, İtalyanlar, Katalanlar, Basklar, Yahudiler, Sintiler ve Romanlar olmak üzere toplam 50 kadar etnik topluluk feodal kimliklerinden sıyrılıp tek bir çatı altında birleşerek Fransız milletini (ulusunu) oluştururlar. (Devletten millete - from state to nation)

Yine bu süreçte Almanya’da ise başta Bayern olmak üzere Alaman, Frank, Flemenk, Thüringen, Hesse, Schawabe, Sakson, Fallen, Fris ve Pfalz gibi toplam 30 kadar Germen kabileleri cemaat (Gemeinschaft) anlayışından cemiyet (Gesellschaft) anlayışına geçerek tek bir çatı altında birleşerek ‘’Deutsch’’ (Alman) ulusunu oluştururlar. Ve bir ulus devlet kurarlar: Deutschland (Almanya).

Avusturyalılar da Cermen kökenli bir etnik grup olmasına rağmen Avusturyalıları ağırlıklı olarak Cermenleşmiş Macar ve Slavlar'ın karışımı oluşturur. Sırp, Hırvat, Boşnak hepsi Slav kökeni içinde yer alır. Bunların dışında Slovenler, Çekler ve daha küçük sayıda da İtalyanlar ve Rumenler ülkenin etnik yapısını oluşturur.  

Ardından Hollanda’da, İtalya’da, İspanya’da, Polonya’da kısacası Avrupa anakarasında ard arda ulus devletler oluşur.

Ardından da Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri başlar.

Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ulusal kurtuluş hareketleri

Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu ulusal kurtuluş hareketlerinden en çok ve en ağır etkilenen devletlerdir. Balkanlar’da art arda yeni ulus devletler doğmaya başlar. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Arnavutluk birbiri ardına kimi Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı, kimi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşarak kendi ulus devletlerini kurarlar...

20. yüzyılın başlarında ulusal kurtuluş hareketleri ve bu hareketler zafere ulaştığında kurulan ulus devletler devrimci birer adımdılar. İmparatorluklar yıkılır, yerine genç, kendi ayakları üstüne dikilen, kalkınmacı ekonomik politikalar izleyen, genellikle milliyetçilik ideolojisine sarılmış birer ulus devletler kurulur…

Daha sonra yeni ulus devletler için İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi beklenecektir. 

Bütün bu yeni ulus devletlerin ortak özelliği parçalanmış bir imparatorluğun adından kurulmuş olmalarıdır. Bu ülkelerin demokrasiye geçişleri ise zaman alır, daha sonra oluşur…  

Osmanlı’nın en uzun yüzyılında sorunlarına çözüm arayışları

Avrupa’da ulus devletler kurulurken Osmanlı İmparatorluğu ise en sıkıntılı ve en çalkantılı dönemindedir. İlber Ortaylı, ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (İletişim Yayınları, 2005) adlı eserinde Osmanlı’nın yaşadığı bu sıkıntılı ve çalkantılı süreci anlatır.

Bu büyük sıkıntılı ve çalkantılı dönemde Türkler kurtuluşu değişik alanlarda ararlar… Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan yazar ve siyasetçi Yusuf Akçura’nın (1876 - 1935) 1904 yılında yayımladığı ‘’Üç Tarz-ı Siyâset’’ (Ötüken Neşriyat, 2015) adlı makalesi bu arayışa bir örnektir…

Yusuf Akçura bu makalesinde Osmanlı Devletinin temel devlet politikası olarak ‘’Osmancılık’’, ‘’Pan İslamizm’’ ve ‘’Türkçülük’’ olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak inceler ve o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğunu ileri sürer… Yusuf Akçura makalesinde Osmanlıcılığı Türklerin asimile olmasına yol açabileceği, etnik milliyetçiliğin bu merhaleye tırmandığı durumda uygulanabilir olmadığını söyleyerek “beyhude bir yorgunluktur” der. Akçura’ya göre İslamcılık ise, birleştirici olabildiği kadar ayrıştırıcı da gözükmektedir. Akçura “Tevhid-i etrak” (Türklerin birliği) teorisinde ise siyasi birlikten yanadır. Türklere (ya da Türkleşmiş topluluklara) ulus bilinci verilecek, böylece ümmetten millete geçilecektir. Bu tartışmada Namık Kemal’e göre Arap ülkeleri de vatandır, Ziya Gökalp'e göre de ulus, Müslümanların birliğidir...

Yusuf Akçura’nın o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürmesi keyfi ve tesadüf değildir… Şöyle ki:

Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve Osmanlı tarihi araştırmacısı Selim Deringil’in ‘’İktidarın Sembolleri ve İdeoloji II. Abdülhamit Dönemi 1876-1909’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2002) isimli çok güzel bir kitabı var.

Yazar bu kitabında Osmanlının resmi tarihçisi ve ünlü bir devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın (1822 - 1895) bir raporuna yer veriyor. (s.186) Ahmet Cevdet Paşa bu raporunda diyor ki:

“Devlet-i Âliyye, Yavuz Sultan Selim zamanından berü hilafet-i seniyyeyi haiz olduğuna nazaran din üzerine müesses bir devlet-i azimdir. Lakin andan evveli bu devleti tesis edenler Türk oldukları cihetle hakikat-i halde bir Devlet-i Türkiye’dir. Ve ibtida bu devleti teşkil eden Âli Osman olduğu cihetle Devlet-i Âliyye dört esas üzerine mebnî bir heyet demek olur. Yani hükümdarı Osmanî ve hükümeti Türkiye ve dini İslam ve payitahtı İstanbul’dur. Bu dört esastan hangisine zaaf gelirse bina-i devletin dört direğinden biri sakatlanmış olur.”

Özetle ve günümüz Türkçesiyle diyor ki Ahmet Cevdet Paşa; ‘’Osmanlı İmparatorluğu dört ayak üzerine kurulmuştur: Osmanlı Hanedanı, Türk Hükümeti, İslam dini ve başkenti İstanbul...’’

Ve raporunun devamında diyor ki Ahmet Cevdet Paşa: “Arab, Kürd, Arnavud, Boşnak kavimlerini yekvücud eden cihet vahdet-i İslam’dır. Vakıa Devlet-i Âliyye’nin asıl kuvveti Türklerdir. Bunlar, mahvoluncaya kadar Hanedan-ı Osmanî uğrunda can feda etmek kendü kavmiyetlerince ve hem de diyanetlerince vacibat-ı umurdandır...”

Günümüz Türkçesiyle raporunun devamında diyor ki Ahmet Cevdet Paşa; ‘’Arab, Kürd, Arnavud, Boşnak vs. kavimleri birleştiren İslam birliğidir amma... Devletin asıl kuvveti Türklerdir... Türkler, Osmanlı Hanedanı için canlarını feda etmeyi gerekli işlerden sayarlar...’’

Günümüzde ‘’Türk’’ adını kullanmaktan imtina edenler, devletin bütün makamlarından ‘’Türk’’ ismini çıkaranlar, okullardan içinde ‘’Türk’’ geçiyor diye öğrenci andını kaldıranlar hem Osmanlıcı geçinirler hem de görüldüğü gibi Osmanlı tarihini bilmezler. Neyse, bu onların sorunu, dizileri nelerine yetmez değil mi? Biz gelelim konumuza: Görüldüğü gibi Yusuf Akçura’nın o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürmesi keyfi ve tesadüf değildir...

Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı

Bu büyük çalkantılar döneminde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun sahibi sayılan Türkler bu şekilde trajik ikilemler yaşarlar. Önce gerçek sahibi olduklarına inandıkları Osmanlı Devleti’nden kopmak için ayaklanan ulusal kurtuluş hareketleri ile savaşırlar. Beyhude bir direniştir bu. Balkan Savaşı bozgunu ile Balkanlar’daki Osmanlı varlığı silinir ki Balkanlar Osmanlının anayurdudur… Ardından 1. Dünya Savaşı patlar… İttihatçıların dizginlerini ele geçirdiği Osmanlı çok daha ağır bir yenilgi alır ve bu kez Anadolu işgal edilir… Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar Anadolu’yu paylaşırlar… Türklere ise Orta Anadolu’da daracık bir bölge bırakılır...

Kurtuluş Savaşı

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu da işgal edildiğinde ulusal kurtuluş mücadelesi verme sırası artık Türklere gelmiştir. “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” başlar… Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar… Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri yapılır…

Farklı görüşler olsa da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı 23 Nisan 1920’dir. O gün sahici bir ulus devletin, Türk ulus devletinin kuruluşudur. Sultanın, Osmanlı soyunun değil, halkın egemenliğini kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi o gün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” diyerek noktayı koyarak ulus devletler trenine son anda biner.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’ulus’’ anlayışı

Dünkü yazımda kısaca bu konuya değinmişsem de genişleterek tekrarında fayda görüyorum.

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Yusuf Akçura’nın önerdiği ırka dayalı bir sistemin mahsurunu da ortadan kaldırarak şu düsturu esas alır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)

Böylesine bir bilinçten uzak günümüz siyasetçileri ise mikrofon önünde ve kürsülerde nutuk atarlar sanki Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ‘’Türk ulus devleti’’ni bölmek, parçalamak istercesine: “Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Boşnak, Roman, Pomak, Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, Gürcü...’’ Sonra da burada da kalmaz, devam ederler: ‘’Müslüman, Nusayri, Hıristiyan, Musevi, Şii, Alevi, Dürzi...” diye…

Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır.

Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) isimli kitabında ulusu zaten şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.’’ Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır…

Basitçe ulus devletin bir tanımını yapacak olursak; ulus devlet, millet (ya da ulus) yalnızca ırk ve menşe birliğinden veya sadece inanç-mezhep birliğinden ibaret bir kavram değildir. Bu sitem içinde dil, kültür, tarih, ülkü birliği, yurt birliği, birlikte yaşama arzusu, siyasi varlıkta birliktelikte, kaderde kıvançta bir olma duygusu ve arzusu vardır. Ulus devletlerde etnik ve dini farklılıklar da olur ve dışlanmaz. Bunun garantisi de sözde değil özde demokrasidir. Demokrasi olmazsa zaten bu farklılıkların bir arada yaşamaları da mümkün olmaz. Çünkü demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır…

‘’Matteotti Cinayeti’’ (1924) ile Mussolini’nin İtalya’da, ‘’Reichtag Yangını’’ (1933) ile de Hitler’in Almanya’da parlamentoyu ve parlamenter demokrasiyi rafa kaldırıp devre dışı bırakarak diktatörlüklerine ve İtalyan ve Alman faşizmine giden yolu açmıştı. Hem İtalya’da hem de Almanya’da parlamentoların ve parlamenter demokrasinin rafa kaldırılarak devre dışı bırakılmasının ulusal devletleri bir nasıl faşizme götürdüğünü hem ‘’Matteotti Cinayeti’’ni hem de ‘’Reichtag Yangını’’nı bu sayfamda uzun uzun yazarak anlatmıştım…

Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin garantörleri

İşte bu nedenle, Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinin böyle bir tehlikeye kaymaması için bazı temel koruması, garantörleri ve özellikleri vardır. Bunlar olmazsa Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, cumhuriyet olmaz. Adı cumhuriyet ama başka şey olur.

Bu garantörlerden birincisi ''parlamenter demokrasi''dir…

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger  (1917 - 2014) '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) isimli kitabında Türkiye'den ve Atatürk'ten de bahseder. (s. 360-364):

Duverger bu kitabında, Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur'' ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını söyler. Bu da tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içermektedir. Duverger’e göre, Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır. Duverger'in yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırmışlardır.

İşte bu nedenle 23 Nisan 1920’de egemenliği sultandan alıp kendinde toplayan Büyük Millet Meclisi de bu demokrasi adımının taçlandığı ve ete kemiğe büründüğü bir kurumdu. Çünkü Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk biliyordu ki meclisini dışlayan, parlamenter demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerinin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kaymaktadır…

Bu garantörlerden ikincisi dışa karşı ''tam bağımsızlık''tır... Dışa karşı tam bağımsız olmayan bir Cumhuriyet sonunda sömürge olur…

Bu garantörlerden diğerleri ise T.C. Anayasasının girişinde zikredilen devletin laik ve hukuk devleti ilkeleridir.  

‘’Ulus devlet’’ eleştirisine karşı düşünceler

Günümüzde ‘’ulus devlet’’ eleştirisi yapanlara karşı kısaca ve özet olarak şu düşünceler ileri sürülebilir:

- 20. yüzyılın başlarında bir ulus devlet kurmak çağdaş, ilerici, devrimci bir tercih ve devrimci bir yönelimdi. 

- Girişte anlattığım gibi tarihi süreç içerisinde kıta Avrupa'sında bile demokrasiye geçiş ancak ve ancak imparatorlukların dağılıp ulus devletlerin kuruluşundan yaklaşık yüz yıl sonra gerçekleşmişlerdir.

-  Özellikle ulus devletlerin kan kaybettiğini, çöküşte olduğunu iddia edenlere şu gerçeği göstermek gerekir ki dünyada son 30 yılda ulus devletten federasyona geçen sadece bir devlet varken, federasyonların dağılmasıyla ulus devlet statüsü kazanan en az 20 devlet vardır. 

- Yukarıda izah ettiğim gibi ulus devletler, ''parlamenter demokrasi'' ile taçlanmadığı sürece ırkçı veya dinci veya her ikisinin karışımı faşist bir rejime evirilebilirler… Yani ''parlamenter demokrasi'' ulus devletin olmazsa olmaz koşuludur…

- Üniter devlet ve ulus devlet kavramları birbirleriyle doğrudan ilişkilidir. Üniter olan bir devlet aynı zamanda bir ulus devlettir. Dolayısıyla üniter devletin varlığını savunup ulus devlete karşı olmak mümkün değildir... Bu konuda Prof. Dr. Oktay Uygun’un ‘’Federal Devlet’’ (İtalik Yayınları, 1999) isimli kitabı üniter devlet, federasyon, konfederasyon ve özerklik kavramlarını çok iyi şekilde anlatmaktadır… Hep söylüyorum ya ‘’her şey tanımla başlar, araçlarla devam eder’’ diye. Eğer tanımı yanlış koyarsanız çok farklı sonuçlara yelken alırsınız. Tıpkı tıpta yanlış teşhis koyup yanlış tedavi ile hastanın ölümüne yol açmak gibi..

- Günümüzde emperyalizmin en kolay avı ''tam bağımsız olmayan'' ve ''parlamenter demokrasinin aşındırıldığı, erozyona uğratıldığı ve rafa kaldırıldığı’’ ulus devletlerdir. Bu maksatla emperyalizm önce devletin tam bağımsızlığını yok etmekte, sonra ülkedeki müttefiklerini kullanarak demokratik kurumlarını tasfiye etmekte, ulus devletin demokratik ve hukuk devleti özelliği yok edilmekte sonra da sıra ulus devletin kendisinin yok edilmesine gelmektedir. Gerçek bekâ sorunu işte tam da burada başlamaktadır. Günümüzde yok edilen Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Libya'da tam bağımsızlık mı vardı, parlamenter demokrasi mi vardı, hukuk mu vardı?

- Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bağımsız ve demokrat bir Arap ulus devletine dönüşemedikleri için emperyalist güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür…

- Bir ulus devletin ayakta kalmasının, gelişip büyümesi ve güçlenmesinin olmazsa olmaz koşulu; içerisindeki etnik, dini ve mezhebi farklılıklarını reddetmesinde değil bu farklılıkları bir zenginlik olarak görüp özümsemesinde yatar (asimile etmesinde değil). Bu durumu 20. yüzyılın en büyük şairlerinden biri olan Fransız şair, yazar ve düşünürdür Paul Valry de şöyle formüle eder: ''Yüksek seviyede olan hiçbir kültür 'saf' değildir. Medeni milletlerin istisnasız hepsi başka milletlerin kültürlerinden istifade etmişlerdir. Arslanın vücudu yediği ve sindirdiği hayvanlardan oluşur.''

Avrupa’nın çifte standardı

Yazımın girişinde Fransız ulusunu oluşturan elliye yakın etnik gruptan başlıcaları olan Alsaslıları, Lothringerlileri, Bretonları, Korsikalıları, Oksidanları, Flamanları, İtalyanları, Katalanları, Baskları, Yahudileri, Sintiler ve Romanları yazdım. Ama bir Fransız’a etnik kökenini asla soramazsınız. Bunların tamamı ‘’Ben Fransız’ım’’ (Je suis Français) derler… Almanya’daki öğrenimim esnasında Alsas Loren’li, kökeni Alman, ana lisanı da Almanca olan Fransız vatandaşı bir hocamız vardı. Bu hocamız Fransız olmakla övünürdü. Kendisine bir türlü ‘’ben Almanım’’ dedirtememiştim… Bu hocamızın tee 1870’lere giden çok da ilginç bir aile hikâyesi vardı.

Aynı şekilde Alman ulusunu oluşturan başta Bayern olmak üzere Alaman, Frank, Flemenk, Thüringen, Hesse, Schawabe, Sakson, Fallen, Fris ve Pfalz gibi toplam 30 kadar olan etnik grupları yazdım... Rein – Koblenz bölgesinde konuşulan Almancayı diğer Almanlar anlamazlar. Keza Schwäbische diyalektiğini konuşanları da diğer Almanlar hiç mi hiç anlamazlar. Ama hangi etnik kökenden olursa olsun bunlara kimliğini sorduğunuzda ‘’Ben Alman’ım’’ (Ich bin Deutsch) derler. Bir Alman’a da asla etnik kökenini söyletemezsiniz…

Keza Avusturya da durum aynıdır... Avusturyalılar da  Macar, Sırp, Hırvat, Boşnak,  Slovenler, Çek, İtalyan ve Rumen etnik gruplardan oluşmasına rağmen hangi etnik gruba kim olduklarını sorarsanız sorun alacağınız cevap yine aynıdır: ‘’Ben Avusturyalıyım’’ (Ich bin Österreicher) derler. ‘’Avusturyalı’’ ifadesinin coğrafi bir bölgede yaşayanları değil etnik bir yapıyı ifade ettiğini de söylemek istiyorum.

Bu örnekleri İngilizler, İtalyanlar ve diğerleri için de verebiliriz…

Ancak Avrupa’da konu Türk’e gelince çifte standartlık başlar. Avrupalı ‘’Türk’’ demekten imtina eder, ısrarla etik köken ararlar. ‘’Ben Türk’üm’’ dediğinizde ısrarla kökeninizi sorarlar. Kürt müsün? Çerkez misin? Arap mısın? Hatırlarsanız Nobel Ödülü'nü kazanan Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Türk olduğunu Avrupa bir türlü kabul etmemiş ve ısrarla Kürt olduğunu, Arap olduğunu iddia etmişlerdi. Bir röportajında Nobel'i almasının ardından kendisini arayan BBC muhabirinin ilk sorusunun "Kürt müsünüz, Arap mısınız?" diye sormasını saygısızlık olarak niteleyen Aziz Sancar, "Kızıyorum ona, çünkü bunlar Allah’ın gâvuru, orayı karıştırdılar yüz yıl önce, hâlâ karıştırıyorlar. İngiltere’de kaç çeşit etnik grup var, ben sana soruyor muyum?" diye konuşmuştu…(Gazeteler, 18 Ekim 2015)

Tabii ki Avrupa’nın bu politikası sıradan bir politika değildir. 1990’lı yıllardaki Alman Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher’in şu sözü hala bu gök kubbede sinsi sinsi yankılanmaktadır: ‘‘Biz Yugoslavya’da bir model oluşturduk. Bu modelin Türkiye’de Kürtler için de uygulanması mümkündür.’’

Türkiye Cumhuriyetine yönelik beş büyük tehlike, tehdit ve sonuç

Sonuç olarak bugün için Türkiye Cumhuriyetine karşı yedi büyük tehlikeden ve tehditten bahsedebiliriz:

Birinci tehlike; Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet devrimlerini yürüten, Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıran, Türkiye Cumhuriyetinin temeli, belkemiği, ana direği ve çatısı olan TBMM’nin ve parlamenter demokrasinin; işlevini, önemini ve ağırlığını yitirerek aşındırılması, erozyona uğratılması ve rafa kaldırılmasıdır… Böyle bir tehlikenin varlığını ve sonuçlarını yazım içerisinde İtalya ve Almanya örneği ile anlattım. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun 98’inci ve TBMM’nin ve açılışının 101’ünci yılında Cumhuriyetin ve TBMM'nin önündeki en büyük tehdit ve tehlike budur...

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu; Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildiğinde, bu işgale karşı yapılan bağımsızlık savaşı, Kurtuluş Savaşı 23 Nisan 1920 tarihinde açılan ve Türk milletinin iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi tarafından yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılan devrimler de yine bu meclis çatışı altında yapılmıştır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet, yine bu Meclis çatısı altında ilan edilmiştir. Cumhuriyet'in demokrasi ile taçlanması yine bu Meclis çatısı altında olmuştur... 

TBMM, Türkiye Cumhuriyetinin varlık sebebidir, temelidir, ana direğidir, bel kemiğidir, çatısıdır... Zira yukarıda anlattığım gibi güçlü bir parlamenter demokrasi ile taçlanmayan ulus devletler zaman içinde etnik veya dini veya her ikisinin karışımı bir faşizme kayma tehlikesi gösterirler…

‘’Ulus devlet’’ ilkesine karşı olanların Türkiye Cumhuriyetine dönük eleştirilerinin kaynağı da ‘’ulus devlet’’ değil, ülkedeki demokrasi eksikliğidir.  Ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün ideali olan ‘’demokrasi’’, kendisinden sonraki hükumetlerce geliştirilmemiş, Cumhuriyet demokrasi ile taçlandırılmamış, gerek eskinin özlemi içerisindeki yeteneksiz hükumetlerce gerek bunu gerekçelendiren askerî darbelerle gerekse de ideolojik olarak koşullanmış hükumetlerce Türkiye dünya demokrasi liginde hep küme düşürülmüştür. İsveç merkezli V-Dem Enstitüsü’nün yayınladığı ‘’2021 Demokrasi Raporu’'nda Türkiye, Liberal Demokrasi Endeksi'nde 179 ülke arasından 149'uncu sırada yer almaktadır. Adını bile bilmediğimiz çoğu Afrika ülkesi demokrasi sıralamasında Türkiye’yi geride bırakmışlardır.

Hava sıcaklığının sürekli düşmesi gibi Türkiye de demokrasi liginde sürekli geriye gitmektedir. Örneğin bugün, 17 Mart 2021 tarihinde, ilgilileri hakkında henüz soruşturma dahi açılmayan bir haberi Twitter hesabından RT yapması gibi uyduruk bir gerekçeyle 2,5 yıl hapis cezası verilen HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği mecliste yapılan oylamayla düşürülmüştür. Yine bugün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından HDP'nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi'nde dava açılmıştır… 

İkinci tehlike; ortak siyasi kimliğimiz olan “Türk” ifadesinin etnik kimlik düzeyine indirgenmesidir. Bu tehlike ülkenin parçalanmasının zeminini hazırlar.

Üçüncü tehlike; Ulus devlet içindeki etnik ve dini farklılıkların bir zenginlik olarak görülmeyip dışlanmasıdır. Bu tehlike faşizme yol açar...

Dördüncü tehlike; Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlıktan uzaklaşmasıdır. Bu tehlike sömürgeleşmeye yol açar. 

Beşinci tehlike; Türkiye’nin laik yönetim sisteminden uzaklaşmasıdır. Bu tehlike Türkiye’yi Ortaçağ’ın karanlığına gömer.

Altıncı tehlike; Türkiye’nin hukuk devleti ilkesinden uzaklaşmasıdır. Bu tehlike Türkiye’yi faşizme ve monarşiye götürür.

Yedinci tehlike ise Türkiye’nin her yönden, eğitim, kültürel ve maddi açıdan zenginleşmeyip fakirleşmesidir. İngiliz devlet adamı Cecile Rhodes: ‘’İmparatorluk… Ekmek peynir meselesidir. Eğer iç savaşı önlemek istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız’’ derdi. Tabii ki bu alıntı sözden kastım ülkenin emperyalist olması değildir. Türkiye’nin içerisindeki kavgalarını önlemesinin en basit yolu zenginleşmesidir. Ülke insanının refahını artırmazsanız eğer sonuç bir bahane ile iç savaştır. Soğuk Savaş’ın bitiminden hemen sonra etnik kökenli iç savaşların Avrupa’nın en yoksul ülkesi Yugoslavya’da ve dinsel kökenli iç savaşların ise Asya’nın en yoksul ilkesi Afganistan’da yaşandığı unutulmamalıdır…

Eğer bir bekâ sorunu aranacaksa bu yedi maddede aranmalıdır…

İzahım uzun olduysa da gerekliydi. Affola…

Bu konuda yazmaya devam edeceğim… Ancak önce 18 Mart Çanakkale Muharebeleri konulu üç adet yazım olacak, onlardan sonra…

Osman AYDOĞAN


Okullardan kaldırılan ‘’Öğrenci Andı’’ ve ‘’Millet’’, ‘’Ulus’’ ve ‘’Türk’’ kavramları üzerine


16 Mart 2021

Okullarda 1933 yılından bu yana söylenen ‘’Öğrenci andı’’, 08 Ekim 2013 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığının yönetmelik değişikliğiyle ilköğretim okullarından kaldırır. Eğitim-İş’in değişikliğin yürürlüğe girmesinin ardından açtığı ve beş yıl süren dava sonucunda 18 Ekim 2018 tarihinde Danıştay 8. Dairesi öğrenci andının okunmasının kaldırılmasına ilişkin düzenlemeyi iptal eder.

Ancak Milli Eğitim Bakanlığı Danıştay’ın bu kararını hemen, gecikmeksizin, 24 Ekim 2018 tarihinde temyize götürerek yürütmesinin durdurulması ister. Milli Eğitim Bakanlığı'nın bu karara itirazı Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunda kabul eder ancak gündeme alıp hemen görüşmez.

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu bu itirazı görüşmek için tam 2,5 yıl bekler. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun bu itirazın görüşülmesi için beklediği bu sürede kurul üyelerinden yedisi değişir. Sonunda 12 Mart 2021 tarihinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu bu itirazı görüşerek Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği’nin "Öğrenci Andı" başlıklı 12. maddesini yürürlükten kaldıran düzenlemenin iptaline karar verir. Bu kararın ardından artık okullarda öğrenci andı okunmayacaktır...

Burada sorulması en basit soru şudur: Öğrenci andı niye kaldırıldı? Bu soruya verilecek en basit cevap da şudur: İçinde ‘’Türk’’ var diye. Kaldırılan sadece öğrenci andı mıydı? Hayır. Bu sürede devletin bütün kurumlarından, bankalarından okullarına kadar ‘’Türk’’ adı kaldırıldı… Kızılay’ın maden suyunun etiketinden bile ‘’Türk’’ ismi kaldırıldı…

İçinde ‘’Türk’’ sözcüğü geçiyor diye kaldırılan sadece ‘’Öğrenci Andı’’ değildir. Devlet Nişanı, Cumhuriyet Nişanı, Liyakat Nişanı'nda bulunan Atatürk kabartması da 15 Aralık 2013 tarihinde yönetmelikte yapılan değişiklikle kaldırılmıştı. Türk Kamu Sen tarafından yönetmelik değişikliğinin iptali için Danıştay'a dava açılır. Danıştay nişanlarda Atatürk kabartmasının kullanılmasını uygulamasını devamına karar verir. Bunun üzerine Cumhurbaşkanlığı karara itiraz ederek temyize gider… Danıştay İdari Daireleri kurumu 2019 yılında 10. Daire'nin kararını tek oy farkla yerinde bulur. Ancak aynı tarihte, 12 Mart 2021 günü, Mahkeme kararıyla madalyalara konulan Atatürk kabartması, yine mahkeme kararıyla kaldırılır.

Her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder...

Cumhurbaşkanı Erdoğan 1 Nisan 2017 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “Dikkat ediniz. Türk demiyoruz, Kürt demiyoruz. Çerkez, Laz, Boşnak, Roman demiyoruz. Hepsini birden içine alan bir ifade kullanıyoruz. Tek millet, diyoruz. 80 milyonuyla tek millet” ifadelerini kullanmıştı..

Cumhurbaşkanı Erdoğan 2013 yılı Şubat ayı ortalarında ise Başbakan iken Midyat’ta konuşurken de şöyle demişti: “Biz Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde hep beraber tek bir milletiz. Bu milletin içinde Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Gürcü’sü, Abaza’sı var...”

Daha fazla örnek vermeğe gerek yok… Açın gazete arşivlerini bu sözlerin onlarcasını bulabilirsiniz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Tek bir milletiz’’ diyor, bunu her konuşmasında söylüyor; ‘’bu millet’’ diyor ama bu milletin adını bir türlü söylemiyor. Arap milleti mi? Afgan milleti mi? Acem milleti mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘’Türk’’ adını ağzına almadığına göre, bu millet Türk milleti değilse bu milletin adı nedir?

Gazete makalelerine baktığımızda, TV’deki bu konudaki programları izlediğimizde her seviyede büyük bir kavram karışıklığı yaşandığı görülmektedir. Çünkü bu tartışmalarda genel anlamda ‘’millet’’, “milliyet”, milliyetçik’’ sözcüklerinin ‘’ulus’’, “ulusal” ve ‘’ulusalcılık’’ sözcükleri ile eşanlamlı olduğu gibi bir yanılgı yaşandığı gözükmektedir. Ancak bu sözcüklerin anlamları tamamen apayrıdır.

Bu noktada ‘’millet’’, “milliyet”,  milliyetçik’’ ile ‘’ulus’’, “ulusal” ve ‘’ulusalcılık’’ kavramlarının açıklanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder...

Millet ve ulus kavramları

“Millet” kavramı, feodal toplum döneminde de kullanılan ve toplumda karşılığı olan Arapça bir kavramdır. Arapçada “millet”, aynı dinden olanların ortak adıdır ve genel olarak dinsel birliği anlatır, Osmanlılar da “millet” sözcüğünün “bir dinden olanların topluluğu” anlamında kullanıldığı gibi.  “Osmanlı Milleti” dendiğinde, Osmanlı Hanedanı’na bağlı olan Müslümanlar anlaşılır. “Milliyet” sözcüğü se “ümmet” anlamında kullanılmıştır. ‘’Milliyetçik’’ ise sözcüğün bu anlamıyla, dinciliktir; din ayrımcılığıdır.

“Ulus” sözcüğü ise Orhun Yazıtlarında geçer. Ancak “ulus” sözcüğü bir ırkı tanımlamak için kullanılamamıştır. ‘’Ulus’’ sözcüğü halkın yaşadığı ve belli sınırları olan toprak parçasına yani ülkeye denirken zamanla anlam genişlemesi ile bir ülkede yaşayan halkların tamamını tanımlayan bir sözcük haline gelmiştir. Bunun nedeni de ‘’ulus’’ sözcüğünün daha kapsayıcı olması, ırk ve din ayrılığı gözetmemesi, yani ayrımcılıktan uzak olmasıdır. “Ulus” sözcüğünün, Bilim ve Sanat Terimler Sözlüğü / Halkbilim Terimlerindeki anlamı şöyledir: ‘’Ulus: Belli bir sınır içende yaşayan ve halk kültürüyle seçkin kültürünü yaratan insanların oluşturduğu siyasal toplum.’’ Bu bağlamda “ulusal” sözcüğünün de ırkla, etnik yapıyla hiçbir ilişkisinin olmadığı da aşikârdır.

‘’Ulusal’’; “bir ülke sınırları içerisinde yaşayan topluluklarla ilgili” anlamındadır. ‘’Ulusalcı’’ ise “yaşadığı ülkenin topraklarına ve halklarının çıkarlarına duyarlı” demektir. Ulusalcılığı, ırkçılıkla bağdaştırmak kastın değilse cehaletin ürünüdür. ‘’Ulusal’’ sözcüğünün altında ‘’etnik kimlik’’ arayışı ilkel bir ırkçılık türüdür. 

Bu anlamda “Türk Ulusu” kesinlikle ırkı çağrıştıran bir söylem değildir. Sözü edilen bir ırk değil tüm Türkiye halkıdır. Burada sorun olan dil, tanım ve anlam sorunudur... Burada bahsi geçen sözcüklerin dil, tanım ve anlamlarının yerli yerine oturtulması gerekmektedir.  Çünkü her şey tanım ile başlar, araçlar ile yola devam eder.

Tanımları şimdilik burada bırakıp isterseniz –mutat olduğu üzere!- şöyle bir Tarih turu yapalım…

Tarihte Türkler

Batı kaynakları Viyana kapılarına dayanan güce çok uluslu olmasına rağmen Osmanlı demezler, ‘’Türkler’’ derler. Avrupalılar Osmanlı ile yaptıkları savaşa da Osmanlı savaşları değil ‘’Türkenkrieg’’ (Türk savaşları) derler. Avusturya’nın kırsal kesimlerinde çocukların “Es ist schon dunkel. Türken kommen. Türken kommen” (Hava karardı. Türkler geliyor. Türkler geliyor.) diye tekerleme söyledikleri bugün de duyulabiliyor. Fransızcada “Turc” kelimesi eskiden “C’est un vrai Turc’’ (Tam bir Türk) olarak kullanılıyordu.  Norveççede “Sint som en tyrker” (Bir Türk kadar kızgın) deyimi bulunuyor. İtalyanların meşhur ‘’Mamma li Turchi ‘’  (Anne Türkler geliyor) sözü ve daha nice binlercesi var, bunların hepsinde Osmanlı denmez, hep ‘’Türk’’ denir. Avrupalılar bütün haritalarında, atlaslarında hep ‘’Türk’’den bahsederler… Avrupa’ya yapılan Osmanlı değil ‘’Türk akınları’’, ‘’Türk seferleri’’dir… Çin seddinden Viyana kapılarına kadar bu böyledir.

Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’dı. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır.  Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık…

Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen var ne de Batı Türkistan’ı… Mitolojide geçen bir Yunan atasözüdür: ‘’Sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır.’’ Atasözünün ne demek istediğini anlıyorsunuz değil mi?

Adriyatik’ten Çin seddine, Alp Dağlarında Altay Dağlarına kadar ‘’Türk’’ ismi sadece etnik bir aidiyetin adı değildir, ‘’Türk’’ ismi ulusal bir aidiyetin adıdır. Türk ulusunun içerisinde Kürt’ü, Arap’ı, Laz’ı, Çerkez’i, Çeçen’i, Gürcü’sü, Abaza’sı, Tatar’ı, Arnavut’u, Boşnak’ı onlarca milliyet vardır.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir…

Şimdiki yaşadığımız coğrafyanın adı Türkiye’dir, burada yaşanılan Türk kültürüdür, burada yaşayanlar ise etnik kimliklerine, milliyetlerine ve inançlarına bakılmaksızın Türk’türler, bayrakları Türk bayrağıdır, dilleri Türkçedir. Edebiyatları Türk edebiyatıdır, şiirleri Türk şiiridir… Bazı kasten veya gafletten yazan ve söyleyenlerin yazdıkları ve söyledikleri gibi ‘’Türkiye Edebiyatı’’, ‘’Türkiye şiirleri’’ değildir… Bütün bunlar bu coğrafyanın bin yıllık tarihinin reddedilmesi bir mümkünsüz tabii sonucudur…

Bu nedenle Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk diyor ki; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir… Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır… Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. ” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)

Dikkat edilirse Mustafa Kemal Atatürk “Türk halkına” demiyor, “Türkiye halkına” diyor. Bu tanımın ne ırkçılıkla ne de etnikçilikle bir ilgisi vardır. Aslında “Türk Ulusu”nu tarif ediyor Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu da bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanmaktadır…

Ernest Renan ve ulus kavramı

Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) isimli kitabında ulusu şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.” Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlardır.

Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bir Arap ulusuna dönüşemedikleri için emperyalist güçlerin ayakları altında sömürülmekte ve ezilmektedirler. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşmüştür. Zaten bu nedenle emperyalist güçler (Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rus vb.) sömürmek istedikleri milliyetlerin ulus devlet olmalarını istemezler ve bu nedenle de Osmanlının bakiyesi bir ümmet topluluğundan çağdaş bir Türk ulusunu yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ten bu emperyalist güçler ve onların işbirlikçileri pek hazzetmezler.

İstesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.

Roma Hukuku uzmanı İtalyan hukukçu (aynı zamanda o zamanlar Adalet ve Eğitim Bakanı) Arangio Ruiz (1884-1964)’in Roma hukuk mirası için söylediği bir deyim vardı: '’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Romanisti’’… (İstesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Romalıyız.) Bunu Anadolu’daki, Balkanlar’daki, Ortadoğu’daki ve Orta Asya’daki Türk mirası için de kullanmak mümkündür: ’’Volendo e non volendo, sapendo e non sapendo; siamo tutti Turkisti''…Yani; istesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz…

Acı olan

Ülkenin her tarafından ‘’Türk’’ sözcüğü silinirken, içinde ‘’Türk’’ sözcüğü geçiyor diye okullarda söylenen ant kaldırılırken milli şair Mehmet Âkif’in dizeleri geliyor aklıma:


“Ey dipdiri meyyit (ölü) ‘iki el bir baş içindir’
Davransana, eller de senin baş da senindir 
His yok, hareket yok, acı yok... leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin”. 

Acı olan bu konuda kimin ne söylediği veya söylemediği değildir. Acı olan Türk ulusunun bu konudaki yaşadığı sessizliktir. Herkes meşrebine göre düşünüyor, konuşuyor ve davranıyor... Acı olan içinde ‘’Türk’’ geçiyor diye okullardan öğrenci andı kaldırılırken kendisini ‘’milliyetçi’’ olarak tanımlayan partinin İktidarın ortağı olmasıdır… Acze, gaflete, delalete ve sefalete bakar mısınız!...

Son söz

Cumhurbaşkanı, AKP yetkilileri, MHP lideri veya bir başkası istedikleri kadar Türk kelimesini ağızlarına almasalar, istedikleri kadar Türk olduklarını bilmeseler de yukarıda bahsettiğim Latince sözde olduğu gibi; ‘’istesek de istemesek de bilsek de bilmesek de hepimiz Türk’üz.’’

Gözünüzü sımsıkı kapatmışsanız eğer, güneş yok değildir ki!...

Bu konuya yarın da devam edeceğim...

Osman AYDOĞAN



Papa Franciscus’ın Irak ziyareti ve pul hadisesi


11 Mart 2021

İki bin yıllık bir geçmişi olan Papalığın günümüzdeki temsilcisi olan Cizvit mezhebinden Papa Franciscus, 05-08 Mart 2021 tarihleri arasında Irak’ta yaşayan Katolik cemaatinin daveti üzerine Irak’a resmi bir ziyaret yapıyor… Böylece tarihte ilk kez bir Papa, Irak’ı ziyaret etmiş oluyor…  

Papa’nın bu ziyareti Türkiye’de, Irak Kürt Bölgesel Yönetiminin bu ziyaret şerefine bir hatıra pulu bastırmasıyla gündeme geliyor. Bu pulda Papa'nın başının üzerinde ve arkasında bulunan haritada Hatay, Sivas, Erzurum, Kars gibi birçok il, sözde Büyük Kürdistan haritasına dâhil edilmiş halde gösteriliyor. Bu pul hadisesi olmasa Papa’nın bu önemli Irak ziyareti neredeyse Türkiye’de gündeme gelmiyor…

Papa’nın bu ziyareti bu puldan daha başka anlamlar da içeriyor. Bu pula tekrar dönmek üzere şimdi bu anlamları kısaca bir gözden geçirelim…

Papa’nın ziyaretinin maksadı

Tabii ki bu ziyaret dini olmaktan çok politik bir ziyaret oluyor.

İkinci Dünya savaşı öncesinde İngiliz dışişleri bakanı ile Fransız dışişleri bakanı sürekli birbirlerini kollarmış. Her ikisi de birbirlerinin her sözüne her hareketine siyasi bir maksat yüklerlermiş. Bir gün bu bakanlardan birisi ölmüş. Diğeri kara kara düşünmeye başlamış: ‘’Acaba neden öldü? Niçin öldü? Maksadı neydi?’’


Dolayısıyla iki bin yıldan beri bir papa ilk defa olarak Irak’ı ziyaret ediyorsa ve bu ziyaretini de Papa Franciscus 84 yaşına rağmen ve salgın hastalık ortamımda yapıyorsa, bundan da doğal olarak siyasi bir maksat veya maksatlar aranmalıdır diye düşünüyorum.

Gerçi Papa Franciscus, gezinin resmi maksadı olarak; “Bu bir sembolik ziyaret, bir görevdir; Irak uzun süredir bir şehitler-kurbanlar ülkesidir” diye açıklamada bulunuyor.. Papa Franciscus, Bağdat’a vardığında da bu maksadını ifade ederek ilk demeci “Irak’a bir barış hacısı olarak geliyorum” oluyor. Tabii ki bu açıklama ziyaretin görünen resmi maksadını açıklıyor.

Gelelim ziyaretin görünmeyen maksatlarına

Suriye’de Rusya – ABD rekabeti

ABD’nin John F. Kennedy’den sonra ikinci Katolik başkanının da Biden olması da bu ziyareti önemli kılıyor. Bu açıdan bakınca, bu ziyaretin; Suriye’deki Fırat’ın doğusu ve batısı şeklinde Suriye’de yaşanan Rus – ABD rekabetinde Rus Ortodoks Kilisesine karşı ABD’nin ve Papalığın Doğu Hıristiyanlarının yeni patronu ve “Ortadoğu Hıristiyanlarının hamisi” olma iddiasının olduğu değerlendiriliyor…  

İşte bu nedenle de ABD Başkanı Joe Biden, Papa Françesko’nun Irak’ı ziyaretini ‘’tarihi’’ ve “memnuniyetle karşılanan” bir durum olduğunun belirterek bu ziyaretin ‘’tüm dünya için umut sembolüdür’’ açıklamasını yapıyor…

Irak’ta Kum – Necef rekabeti

Papa Franciscus, Irak devlet yetkilileri ile görüşmeleri dışında ziyaret programı çerçevesinde şu görüşmeleri de yapıyor:

Papa, Irak’ta Şiîlerin kutsal şehri Necef’i ziyaret ediyor… Papa burada Irak Şiilerinin lideri Âyetullah Sistanî ile görüşüyor. Papa’nın Necef’teki bu ziyaretinde Papa'nın ziyaret ettiği bölgelerde ana caddeler üzerine Hıristiyanları koruyan genel tutumu da bilinen Sistanî tarafından "Siz bizden bir parça, biz de sizden bir parçayız" yazılı afişler asılıyor… Bu ziyaret sıradan bir nezaket ziyareti sınırlarını çok çok aşıyor... Bu ziyaret ile Papa; İran – Kum - Hameney Şiiliğine karşı Irak - Necef –Sistanî Şiiliği rekabeti veya Farisi-Arap Şiiliği rekabeti arasında Papalığın ikinci tarafta yer aldığı mesajını veriyor. ABD’nin İran’a diş bilediği günümüzde bu ziyaretin bir anlamı olduğu düşünülüyor... Zaten böyle de anlaşıldığı için Şii milis bir grup olan İran yanlısı Irak Hizbullah Örgütü askerî sözcüsü Ebu Ali el-Askerî şu açıklamayı yapıyor: “Papa’nın ziyareti ve evlerimizi sakin ve huzurlu hale getireceği konusunda iyimser olmamalıyız.”

Irak’ta Sünni - Şii rekabeti

Papa bu ziyaretinde Haşdi Şabi ile de görüşüyor. Haşdi Şabi, Sistanî tarafından İŞİD’e karşı kurulan,40 farklı gruptan oluşan ve Irak hükümetinin de desteklediği bir örgüt. Haşdi Şabi’nin Sincar’da PKK ile işbirliği yaptığı biliniyor. Papa, burada Haşdi Şabi’nin Hıristiyan kolu olan İncil Tugayları’nın (Babiliun) başı olan Reyyan Salim el-Keldani ile de görüşüyor. Papa bu görüşmesinde Keldani’ye kendi tespihini hediye ediyor... Son zamanlarda Haşdi Şabi’nin Türkiye’yi tehdit ettiği biliniyor… Papa bu ziyareti ile Irak’ta Sünnilere karşı Şiileri desteklediği mesajını veriyor.

Dinler arası diyalog

Papa, 6 Mart 2021 tarihinde Hz. İbrahim’in doğduğu Ur antik kentinde Kur’an dinleyip Müslüman ve Yahudi cemaat temsilcileriyle beraber dua ediyor. Süryanî ve Keldanî katedral-kiliselerinde ayin yapıp kanaat önderleriyle görüşüyor. Irak Başbakanı Kâzimî, Papa ile Sistanî’nin görüşmesi ve Ur’daki farklı din mensupları arasındaki buluşma vesilesiyle 6 Mart tarihini Irak’ta “Ulusal Hoşgörü ve Birlikte Yaşama Günü” ilan ediyor. Papa bu ziyareti ile uzun bir süredir savunduğu dinler arası diyalog mesajını veriyor…

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne destek

Papa 7 Mart 2021 tarihinde de Erbil'e giderek Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Neçirvan Barzani ile görüşüyor. Papa ile Neçirvan Barzani görüşmesine IKBY Başbakanı Mesrur Barzani ve diğer yetkililer de katılıyor.. Papa, burada Harirî Stadyumunda düzenlenen ayinlere katılıyor.

Papa'nın 7 Mart 2021 tarihindeki bu Erbil ziyareti şerefine Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bir hatıra pulu bastırıyor. Bu pulda Papa'nın başının üzerinde ve arkasında bulunan haritada Hatay, Sivas, Erzurum, Kars gibi birçok il, sözde Büyük Kürdistan haritasına dâhil edilmiş halde gösteriliyor. Bu konuyu detaylıca yazımın sonunda veriyorum.

Ortadoğu’daki Hristiyanların hamiliği

Papa Erbil’deki bu görüşmenin ardından helikopterle Musul’a geçiyor. Musul’da Iraklı Hristiyanların başkenti olarak da adlandırılan Hamdaniye (Karakuş) ilçesinde Dört Kilise Meydanı’nda savaş mağdurları için dua ediyor. Burada İŞİD’in yıktığı kiliseleri gündeme getiriyor…

Irak’ta 20 yıl önce içinde Keldaniler, Süryaniler, Ermeniler ve az sayıda Protestan-Evanjelik grupların da bulunduğu yaklaşık bir buçuk milyon Hıristiyan inancına mensup insanlar yaşarken bugün bu sayının 250 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Papa bu ziyareti ile Hristiyanların çoğunlukta bulunduğu bu bölgede (Hamdaniye – Karakuş)  Hristiyanlara yurtlarını terk etmelerinin Hristiyanlık açısından büyük bir kayıp olduğu mesajını vererek onları Irak’ta kalmaya teşvik ediyor.

Şimdi gelelim pul konusuna..


Pul konusu ve sözde Büyük Kürdistan

Papa'nın 7 Mart 2021 tarihindeki bu Erbil ziyareti şerefine Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bir hatıra pulu bastırıyor. Bu pulda Papa'nın başının üzerinde ve arkasında bulunan haritada Hatay, Sivas, Erzurum, Kars gibi birçok il, sözde Büyük Kürdistan haritasına dâhil edilmiş halde gösteriliyor.



Türkiye'den ise konu ile alakalı sert bir açıklama geliyor: "IKBY makamlarından bu vahim hatanın derhal düzeltilmesi için gerekli adımların atılmasını bekliyoruz." Bu açıklama karşısında IKBY hükümet sözcüsü tarafından Türkiye'nin tepkisini çeken pul bastırma planının onaylanmadığı belirtilerek şu açıklama yapılıyor: "Birkaç sanatçı pulun basılması için dizayn örnekleri sundu. Ancak şu ana kadar hiçbir pul basım için onaylanmadı. Basım için seçilecek olan pul dizaynı, yasa ve kanunlara göre olacaktır.’’

Girişte anlattığım gibi bu pul konusu olmasa nerdeyse Papa’nın Irak ziyareti görmezden gelinecekti. Ve bu pulda Papa’nın başının üstü ve arkasında gösterilen sözde Büyük Kürdistan konusu da sanki yeni ortaya çıkmış gibi bir tepki gösteriliyor…

Aslında bu sözde Büyük Kürdistan haritası bir Sevr haritasıdır. Bu harita PKK’nın büyük kongrelerinde kullandığı haritadır. Bu harita zamanında Başbakan Erdoğan’ın 2005 yılında “Biz genişletilmiş Ortadoğu’nun eşbaşkanlarından biriyiz. Aynı zamanda bu görevi yapıyoruz” dediği ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu haritasıdır. Bu harita ABD Başkanı Bush’un o dönemdeki Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Condoleezza Rice, 7 Ağustos 2003’te The Washington Post’ta yayımlanan yazısında söylediği “Ortadoğu’yu dönüştürmekten vazgeçmeyeceğiz!” dediği haritadır.

Yani bu harita yeni değildir. Bu haritanın bir benzerini 2006 yılında ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde Amerikalı emekli Albay Ralph Peters yayınlıyor… Papa’nın ziyareti sırasında Barzani’nin bastırdığı pulda Hatay üzerinden sözde Büyük Kürdistan’a Akdeniz’e çıkış kapısı veriliyor. Albay Peters’in haritasında ise sözde Büyük Kürdistan’a deniz çıkışı Akdeniz’den değil Karadeniz’den veriliyor…



Haritada sınırları çizilen sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ nasıl kurulacak? Haritadaki bu sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ nerede kurulacak? Önce Irak, sonra Suriye, sonra Türkiye’deki ve sonra da İran’daki Kürtleri birleştirerek... Bu nasıl olacak? Önce bu ülkelerde ayrı ayrı adı ne olursa olsun federal, özerk veya bölgesel Kürt yönetimlerini kurmak sonra da bu özerk veya federal Kürt bölgelerini birleştirerek sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak. Bunda bir tereddüt var mı? Yok... Tereddüt ediyorsanız eğer söylediğim gibi açın bakın PKK’nın kongrelerinde aldıkları kararlara...

Eeee… PKK’nın amacı bu ise... Size öncelikle politik olarak hangi görev düşüyor? Irak, Suriye ve Türkiye’yi parçalayan BOP eşbaşkanlığı mı yoksa bu ülkelerle sıkı bir işbirliği, bu ülkelerin ülke bütünlüğünü korumak mı?

Peki, Türkiye’deki son yılların siyasi iktidarları ne yapıyorlar? Tam tersini... Irak’ı parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yapılıyor… Türkiye’nin el vermesiyle ve desteği ile sözde Büyük Kürdistan’ın bir parçası olarak Irak’ta ‘’Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’’ni kuruluyor… IKBY’nin liderleri Ankara’da kırmızı halılarla devlet başkanı protokolleri ile karşılanıyor… Suriye’yi parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yapılıyor… Suriye’nin kuzeyi bu maksatla boşaltılıyor. 

Sonra da Doğu’nun dağlarında, Irak’ın Kuzeyinin dağlarında PKK operasyonu diye fidan gibi gencecik insanlarımız harcanıyor... Sonra da Papa’nın başının üstünde / arkasında BOP haritası olan sözde Büyük Kürdistan haritasını görünce sanki yeni görmüşler gibi hemen IKBY’ne celalleniliyor…

Ne de olsa ‘’hafıza-i beşer nisyan ile maluldür’’ değil mi?  

Eğer gerçekten hala BOP eşbaşkanı değilseniz, eğer gerçekten bu haritaya karşı iseniz hemen barışın Suriye ile barışın Irak ile. Yoksa boşu boşuna da bir pula kızmayınız…

Sizin hafızanız nisyan ile malulse de el âlem “Ortadoğu’yu dönüştürmekten vazgeçmeyeceğiz’’ sözünü unutmuyor… Bunun için bu salgın ortamında bile oraya 84 yaşındaki Papa’yı gönderiyor…

Bana da arz etmek düşüyor…

Osman AYDOĞAN



Akkuyu Nükleer Güç Santralı ve Çernobil

10 Mart 2021

Türkiye ve Rusya arasında Mayıs 2010 tarihinde imzalanan bir anlaşma kapsamında Mersin'in Gülnar ilçesine bağlı Akkuyu bölgesinde dört üniteli (reaktörlü) bir Nükleer Güç Santralı yapımı planlanıyor…

Planlanan bu nükleer santralın inşaatına 2017 yılında başlanıyor. Santralin ilk ünitesinin temeli 3 Nisan 2018 tarihinde, ikinci ünitesinin temeli de 2020 Nisan ayında atılıyor…

Akkuyu Nükleer Güç Santralinin 3. ünitesinin temeli de bugün (10 Mart 2021) yapılan sanal bir törenle atılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin temel atma törenine video konferans yöntemiyle katılıyorlar…

Dördüncü ünitenin inşaat ruhsatının da bu yıl içinde alınması bekleniliyor.

Santralin ilk ünitesinin 2021 yılında, diğer üç ünitenin de birer yıl arayla 2026 yılı sonunda kadar işletmeye alınması planlanıyor.

Anlaşmaya göre mülkiyeti ve işletimi tamamen Rusya’ya ait olacak bu projeyle ülkemize herhangi bir teknoloji transferi yapılmıyor. Anlaşmaya göre de 15 yıl boyunca dolar bazında alım garantisi veriliyor…

26 Nisan 1986 tarihinde yaşanan Çernobil faciasının ve ardından 11 Mart 2011 tarihinde yaşanan Fukushima nükleer felaketinden sonra ABD’den Fransa’ya, Almanya’ya, Rusya'dan İngiltere’ye kadar pek çok ülke de nükleer enerji konusu ve nükleer santralları masaya yatırıyor… Fukushima felaketinden sonra Almanya 1980'den önce kurulan yedi santralini hemen üç ay içinde kapatıyor… Almanya kalan 12 santrali ise 2040 yılına kadar aşama aşama kapatma kararı alıyor… Japonya ise ekonomik ömrü dolan santrallerini yenilemeyip onlar da aşama aşama kapatma kararı alıyor… Bu ülkelerin tamamı nükleer ve fosil kaynaklı enerjiden vazgeçip yenilebilir enerji kaynaklarına yöneliyorlar...

Nükleer enerji konusunda ‘’herkes giderken Mersin’e biz gideriz tersine’’ deyiminde anlatılmak istenilen durum bir tarafa, Akkuyu Nükleer Santralı’nı yapım işi de Çernobil’deki nükleer santrali inşa eden Rus firması Rosatom’a veriliyor…

Böylesi bir konu gündemde olunca da benim Roma tarihini bir tarafa bırakıp bu konuyu anlatmam gerekiyor.

Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin ne menem bir şey olduğunu anlayabilmemiz için öncelikle Çernobil’deki nükleer kazayı anlamamız gerekiyor. Öyleyse öncelikle Çernobil Nükleer Santral Kazasını detaylıca anlatacağım… Santralin asıl adi ‘’Vladimir Lenin Nükleer Santrali’’dir. Ancak Çernobil Nükleer Santrali olarak tanındığı için ben de yazımda bu ismi kullanacağım.

Çernobil Nükleer Santralı

RMBK-1000 tipi 4 nükleer reaktöre sahip olan Çernobil Nükleer Santrali, Ukrayna’nın Kiev şehrine 130, Çernobil şehrine 15, Pripyat şehrine ise 3 Km uzaklıkta konuşlu bulunuyor. Santralde bulunan 1. ve 2. üniteler 1970 ve 1977 yıllarında inşa ediliyor, 3. ve 4. üniteler 1983 yılında tamamlanıyor. Pripyat şehrinde 49,000 kişi ve Çernobil şehrine ise 12,500 kişi yaşıyor.


1980’li yıllarda İsrail’in Irak’taki Sovyet yapımı nükleer santrali vurması sonucu, Sovyetler bu tür saldırılara karşı tatbikatlar yapmaya başlıyor. Çernobil’deki kazaya sebep olan test de olası saldırı sonrası reaktörlerin gücünün kısılması ve tekrar çalıştırılması üzerine yapılıyor...

Kazanın oluş şekli

Tarih; 26 Nisan 1986. Saat; sabaha karşı 01.23’ü gösteriyor. Çernobil nükleer santralindeki mühendisler işte bu test kapsamında, muhtemel bir elektrik kesintisi durumunda reaktörün nasıl kontrol altında tutulacağının bir provasını yapmak amacıyla 4 numaralı reaktörün elektriğini bilinçli olarak kesiyor.. Ancak mühendislerin bilmediği şey, reaktör bu tatbikat öncesinde zaten dengesiz bir durumda olduğudur. 1975 yılında bu dengesizlik ve bunun sonucunda böyle bir kaza olabileceği raporlarda belirtiliyor.  Ancak Sovyet rejiminin üstünlük kaygısı nedeniyle bu raporlar sümenaltı ediliyor.


Güç kesintisi, reaktöre su taşıyan türbinleri yavaşlatıyor. Daha az suyun reaktöre pompalanmasıyla buharlaşma hızlanıyor ve içerideki buhar basıncı birikiyor. Jeneratörlerin devreye girmesi için geçen 40-50 saniye gibi bir süre boyunca su pompaları çalışmadığı için reaktör soğutulamıyor. Vardiya Amiri Dyatlov reaktörü kapatmak yerine tekrar çalıştırılmasını emrediyor. Git gide gücü tekrar artan reaktörün sıcaklığı kontrol altına alınamıyor. O zamanki teknolojide reaktörlerin sigortası olan kontrol çubuklarının ucu grafit kaplıdır. Kontrol odası çubukları indirdiğinde ucu grafit kaplı çubuklar reaksiyonu durdurmadan önce grafitle tepkimeye giren Uranyum 235 önce büyük bir ısı açığa çıkararak ilk patlamayı gerçekleştiriyor. Isınmaya devam eden reaktör ikinci patlamayı da gerçekleştiriyor ve 350 kiloluk koruma grafitleri yerinden uçuyor… Ardından çekirdek açığa çıkıyor. Bu şekilde reaktör atmosfere maruz kalıyor. Reaktörün havayla teması sonucu başlayan yangın 10 gün boyunca devam ediyor. Radyoaktif bulutlar, Avrupa'nın önemli bir bölümüne ve Türkiye’ye radyoaktif serpinti olarak dökülüyor.

26 Nisan 1986 tarihinde yaşanan Çernobil felaketinim ayrıntılarını bir TV dizisi üzerinden anlatmak istiyorum.

Çernobil Nükleer Santral Kazasını anlatan ‘’Chernobyl’’ dizisi

‘’Chernobyl’’ dizisi; HBO (Home Box Office) kanalında yayınlanıyor. HBO kanalı ABD'nin önde gelen, paralı televizyon kanal gruplarından birisidir. (Netflix gibi) Kablolu televizyondan ya da uydudan para ile abone olduktan sonra izlenebiliyor.


‘’Chernobyl’’ dizisi; SSCB döneminde, 26 Nisan 1986 tarihinde, Çernobil Nükleer Santrali'nde yapılan anlattığım bu deney esnasında meydana gelen nükleer kazayı ve ardından yaşanan felaketi beş bölüm halinde anlatıyor…

Ancak HBO Çernobil’i anlatırken çok sert bir sistem eleştirisi yapıyor. Hep yazılarımda vurgularım ya ‘’hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… Bu yönüyle; gerek o dönemde Türkiye’de yaşanan nükleer serpinti, radyasyon tartışmaları ve gerekse de günümüzde Çernobil’deki nükleer santralı inşa eden Rosatom firmasının Akkuyu’daki nükleer santralı da inşa etmekte olması nedeniyle konu Türkiye’yi de çok yakından ilgilendiriyor. Bu diziden de dersler çıkarılması gerekiyor…

Gorbaçov’un ifadesine göre Çernobil kazası Sovyetler’i maddi ve manevi yıkıma götürerek sonun başlangıcı oluyor, Perestroika, Glasnost derken Sovyetler çökerek tarihe karışıyor…

HBO dizisi ‘’Chernobyl’’; senarist ve yönetmen Craig Mazin’in Sovyet Devlet raporlarına, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu raporlarına, tanık ifadelerine ve Doğu ve Batı Avrupalı bilim insanlarının araştırmalarına dayanılarak yaklaşık beş yıllık bir araştırmasının sonucu olarak yapılıyor… "Sadelik, izahın görkemidir" diye bir söz vardır. HBO dizisi de işte teknolojik olarak karmaşık bu konuyu sadelik içerisinde ancak görkemli bir şekilde izah ediyor…

İsveçli yönetmen Jonah Renck de dizinin görüntülerinde koyu renk kullanarak diziye belgesel atmosfer veriyor. Dizide Emily Watson’un canlandırdığı hayali karakter Dr. Ulana Khomyuk hariç gerçek kişiler canlandırılıyor… Dizideki karakterler de ayrıca gerçek karakterler olan Valeri Legasov, Boris Shcherbina, Anatoly Dyatlov, Lyudmilla Ignatenko ve Vasili Ignatenko’ya sima olarak makyajla birebir benzetiliyor… Dizide olayı araştırmak ve gerektiğinde müdahale etmekle görevlendirilen Valeri Legasov ve Boris Shcherbina onlarca bilim insanından yardım alıyorlar. İşte dizide hayali karakter olan Dr. Ulana Khomyuk karakteri bu insanları temsil etmek, gerçeğe ve insanlığa olan bağlılıklarını ve hizmetlerini onurlandırmak için yaratılıyor…

Dizide SSCB devlet aygıtı Çernobil’de yaşanan felaketin büyüklüğünü dünyadan saklamaya çalışsalar da mızrak çuvala sığmadığı için bir yerden sonra pes ederek bu felaketi kabul etmek zorunda kalıyor…

Ancak diziyi anlatmadan önce şunu vurgulamalıyım ki bu TV dizisi bir kurgu... Ancak kurgu gerçeğe çok yakın duruyor… Küçük bazı kusurlarıyla bu diziyi sanki belgeselmişçesine izlenebiliyor…

Mümkünse diziyi izlemeden önce 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in ‘’Çernobil Duası’’ (Kafka Yayınları, 2017) adlı kitabını okumanızı öneririm. Dizi o zaman daha iyi anlaşılıyor. Zaten dizide bu kitaptan oldukça istifade ediliyor… Kitap, Çernobil faciasını yaşamış insanların yaşadıklarından, hatıralarından oluşuyor…

Tabii ki diziyi olduğu gibi anlatıp da merakınızı giderip sizin diziyi izlemenize engel olmak istemeyeceğim. Tam tersi çoğumuzun sadece ismen bildiği bu felaketi, her detayıyla insanlara anlatan bu dizinin tanıtımını yapıp, merakınızı artırıp mutlaka ama mutlaka bu diziyi izlemenizi isteyeceğim…

‘’Chernobyl’’ dizisi ne anlatıyor?

Bu dizi neleri anlatıyor? Bu dizi ne mesajlar veriyor? Günümüz için çıkarılan dersler ne? Dizi bu açıdan çok önemli. Bu dizi, bizim diziler gibi; haşin haşin bakan erkekler, melül melül bakan süslü püslü kadınlar, lüks, şatafat, tarihi saptıran, sanal bir tarih yaratan, insanları gerçeklerden ve gündemden uzaklaştıran uyduruk dizilerden bir dizi değil… Bu dizi gerçekleri insanın yüzüne tokat gibi çarpan, soran, sorgulatan bir dizi…


Her şeyden önce nükleer radyasyon nedir? Radyoaktif kontaminasyon nedir? Bir nükleer reaktör nasıl çalışır? Radyoaktiviteye karşı nasıl korunma sağlanır? Sorularına cevap veren, kamuoyuna bilgi veren, izleyenleri aydınlatan anlatan bir dizi…

Bu dizi; cehalet ve eğitimsizliğin, kendi bekasını her şeyin üstünde tutanların bir nasıl felaketlere yol açabileceğini insanlara net bir şekilde gösteren ve bu konuda farkındalık yaratan bir dizidir… Devletçi yapının, otoriter rejimlerin ne kadar tehlikeli olduğunu, böylesi yapılarda da devletin bir nasıl hayduda dönüştüğünü gösteren bir dizidir… Devletin, devlet büyüklerinin, amirlerin, hocaların vs. halkı, sıradan insanları nasıl gördüklerini anlatan bir dizidir… Bu dizi; Sovyet bürokrasinin, Sovyet üretim mantığının ve operatörlerin bütün güvenlik önlemlerini göz ardı ederek yapmış oldukları hatalar zinciri neticesinde devasa reaktörü düdüklü tencere gibi bir nasıl patlattıklarını anlatan bir dizidir.  

Bu dizi; hatalarını kabul etmeyip pisliklerini gizlemeye çalışan görevliler, kalın kafalı siyasetçiler, cesur geçinen aptal askerler, liyakat değil de sadakatin önemi, insan hayatının değersizliği, bürokrasinin hantallığı, yöneticilerin işinde uzman olanları zamanında dinlememesi, insanları bilgilendirmenin sisteme karşı suç olması, vb bizlere tanıdık gelen birçok konunun net bir şekilde anlatıldığı bir dizidir…

Sovyetler’de ortaya çıkan bu felaketin yine bu sistemin yetiştirdiği cefakâr ve fedakâr insanlar tarafından nasıl göğüslendiğini de gösteriyor bu dizi… Onlar olmasaydı belki de 10 kat daha büyük bir facia ve tüm dünyada buna bağlı daha fazla ölüm ve hastalık yaşanacaktı. Zaten film de "acı çeken ve fedakârlık yapanların anısına” diye başlıyor…

Bu dizi ülkedeki karar vericilerin kafasına vura vura izlettirilmesi gereken bir dizidir…

Çernobil felaketi, basit bir insan hatasından çok, 1975 yılında böyle bir kaza olabileceğinin ipuçları görülmesine karşın, hatalardan ders almak yerine üstünlük kaygısıyla üstü kapatılarak nasıl daha büyük felakete sebebiyet verildiği gösteriyor.

Belki İsveç’ten sızıntı fark edilmeseydi ya da ABD uzaydan görüntü almasaydı patlamayla ilgili Pribyat'taki insanlar kaderine terk edilip daha hızlı bir son onları bekliyor olacaktı. Belki de dünya da bu olup bitenlerden bihaber olacaktı…

Rüzgârın Almanya’ya doğru esmesinden dolayı Frankfurt’ta çocukların dışarıda oynamasına izin verilmezken patlamanın olduğu kentte hiçbir şeyden haberi olmayan aileler sanki güzel bir şey izliyormuş gibi nükleer santralın yanışını izliyorlar. Radyoaktif madde insanların üzerine yağarken Sovyet bürokratları halka "bir şey yok, sadece basit bir yangın" diye uyutuyorlar…

Santral yetkilileri ise doğru dürüst ölçüm yapmadan olayı mümkün olduğunca küçük göstermeye çalışıyorlar… Yerel yöneticiler şehri tahliye etmek yerine giriş çıkışları yasaklayıp, iletişim kanallarını kesiyorlar… Santral müdürü devlet başkan yardımcısı olay mahalline gelince ilk iş eline kendini kurtarmak için sorumlu listesi tutuşturuyor…

Dizinin son bölümünün adı ise "Vichnaya Pamyat"   ‘’Vichnaya Pamyat’’ terimi, Ortodoks Hristiyanların dini günlerde ve cenazelerde kullandığı bir terim olup ‘’sonsuz anısına" anlamına geliyor…

Dizide geçen bazı unutulmaz sahneler, konuşmalar…

Dizide geçen bazı unutulmaz sahneler, konuşmalar var… Diziyi ve konuyu daha iyi anlayabilmemiz için bu sahnelerden ve konuşmalardan ve bizimle olan ilişkilerinden de bahsetmem gerekiyor…

Filmin girişinde, asıl sorumlunun bir kişi kabul edilip 10 yıl hapis cezası almasından bahsediyor. Bu durum bizde de tren kazaları sonrası suçlu bulunan makinistleri akla getiriyor…

Nükleer fizikçi kadın Profesör ile Minsk’teki Komünist Parti yetkilisi arasında geçen ve profesörün olayın vahametini anlatmaya çalıştığı ancak bir sonuç alamadığı konuşma: Prof.: ‘’Ben nükleer fizikçiyim ve siz daha düne kadar ayakkabı fabrikasında çalışıyordunuz.’’ Komünist Parti yetkilisi: ‘’Ama yetkili kişi benim, yetki bende.’’ Adam ayakkabı tamircisiyken sekreter yardımcısı olmuş, kendisini bir bilim insanından daha değerli görüyor, kadına '’kendi fikirlerimi sizinkilere tercih ederim’' diyor. 

Bu anlamda kibirli ve iş bilmez insanlara yetki verildiği zaman ne gibi büyük yıkımlara sebep olunabileceğini gösteren bir konuşmadır bu konuşma… Bu konuşma ister istemez aklınıza Türkiye’yi ve TÜBİTAK'a ''Başkan'' olarak atanan hayvanat bahçesi müdürünü getiriyor… Ve daha nicelerini tabii…

Dizinin 3. Bölümünde Dr. Khomyuk'un nezaretten çıkmasıyla ilgili olarak KGB Başkanı Skarsgard, Legasov’a şöyle söylüyor:  ‘’Hayır, şaşırtıcı derecede iyi gitti, saf bir geri zekâlı gibi davrandın… Saf geri zekalılar devlet için tehdit oluşturmazlar.!’’

Diziyi izlerken bu sözü duyunca içimden ‘’vay anasını be’’ sözcükleri geçiyor… Ömrüm bitti neredeyse, bu cümlenin ne anlama geldiğini yeni anlıyorum…

Dizinin 3. Bölümde bol bol madencilere yer verilmiş… Legaslov, madencilerle nasıl konuşması gerektiği konusunda Shcherbina’ya soruyor. Aldığı cevap şöyle: ''Onlara yalan söyleme, doğruyu söyle… Onlar karanlıkta çalışan insanlar… Anlarlar''…

Madencileri çağırmaya gelen Kömür Bakanına her madencinin bir el atmasıyla cici takım elbisesiyle Kömür Bakanı’nın üstünü kararttığı bir sahne var… Madencilerin Kömür Bakanı’nın ceketine, yüzüne ellerini vurduğu, sürdüğü sahne… Son olarak bir madenci Bakan’a şöyle söylüyor: ‘’İşte şimdi gerçekten kömür bakanına benzedin."

Madenciler bu şekilde Kömür Bakanı’na ayar verirken bizdeki Soma maden faciasındaki bizim Kömür Bakanı’nın sözleri aklıma geliyor: "İki gündür aynı gömleği giyiyorum." Bir de dizide Yusuf Yerkel karakterini göremiyorum…

Reaktörün çatısının temizlenmesi için Almanya’dan robot getiriliyor.. Ancak hala radyasyon seviyesi gizlendiği için Almanya’dan düşük ölçekteki radyasyona dayanıklı robot geliyor… Bu robot da yüksek radyasyon nedeniyle anında bozuluyor. O zaman çözüm olarak ‘’Biorobot’’ (yani ‘’asker’’) öneriliyor… O zaman şu sözü söylüyor Shcherbina: "Dünyadaki tüm ordular genellikle malzeme eksiğini insanla kapatır." (Camus’nun ‘’Veba’’ isimli romanında geçerdi bu söz.)

Yine içimden ''vay anasına be..’’ sözcükleri geçiyor… Yıllarca NATO’nun en kalabalık ordusuyuz diye övünürdük ya hani…

Gelelim final sahnesine… Finalde mahkeme kuruluyor. Suçlu aranıyor… Fakat Valeri Legasov mahkemede öyle açıklamalar yapıyor ki, yenilir, yutulur gibi değildir… Bu açıklamalardan birkaçı:

"Yalanların bedeli nedir? Cevap, onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Eğer yeterince yalan dinlersek, artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmektir asıl tehlike. Peki, o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikâyelerle kendimizi mutlu etmekten başka ne kalır geriye? Bu hikâyelerde ise kahramanların kimler olduğunun hiçbir önemi yoktur. Bilmek istediğimiz tek şey, kimi suçlayacağımızdır."

"Gerçek rahatsız ettiğinde yalan üstüne yalan söyleriz, ta ki yalanın orda olduğunu hatırlayamayıncaya kadar. Fakat hala oradadır. Söylediğimiz her yalanla gerçeğe borçlanırız. Er ya da geç o borç ödenir. Çernobil yalanlarla patladı."

“Bilim adamı naif olmaktır. Gerçeği aramaya o kadar odaklandık ki gerçekte ne kadar az kişinin onu bulmamızı istediğini göremedik. Fakat görsek de görmesek de tercih etsek de etmesek de gerçek hep oradadır. Gerçek, ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi umursamaz. Hükümetlerimizi umursamaz. İdeolojilerimizi ve inançlarımızı umursamaz. Gerçek her zaman pusuda bekler. Bu, sonunda Çernobil’in hediyesi. Bir zamanlar gerçeğin bedelinden korkuyordum, şimdi ise şunu soruyorum yalanların bedeli nedir?"

Buradaki sorunun cevabı basit… Yalanların bedeli Çernobil faciasıdır. Ya ülkemizdeki, Türkiye’deki yalanların bedeli? Bunu hiç düşünen var mı? Ülkemiz deyince, dizide geçmiyor ama o günleri bir hatırlayalım isterseniz… Ama dizi ile ilgili son bir iki bilgi daha:

Dizinin ve olayın başkahramanı Valery Legasov, 1988'de geriye sadece ses kayıtlarını bırakarak intihar ediyor. O güne kadar dikkate alınmayan uyarıları, Sovyet nükleer endüstrisi içerisinde bir şok yaratıyor ve Çernobil’de kullanılan türden RMBK reaktörlerinin tasarımı iyileştiriliyor. Geriye bıraktığı ses kayıtlarının bir kısmı kasıtlı olarak siliniyor ve değiştiriliyor…

Pripyat hastanesinin bodrum katında halen o itfaiyecilerin kıyafetleri duruyor. Hem de ilk geldikleri haliyle. Ve dozimetre ile günümüzde ölçüm yapıldığında bile normal ölçümlerin 4 bin katına kadar radyoaktivite gözüküyor.

Yazımın girişinde bahsettiğim Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Svetlana Aleksiyeviç, 2015 yılında ödülü aldığı gün bir konuşma yapıyor ve o konuşmasındaki metin dizide de işleniyor.

Hem kitapta hem de dizide geçen itfaiyeci kocası ölen kadın… Kadın doğum yapıyor ve bebeği doğumdan dört saat sonra ölüyor… Tüm radyasyonu emen bebek annesini kurtarıyor. Kadının röportajı kitapta şöyle veriliyor:

''Çernobil Nükleer Santrali’nin yakınlarında yaşıyorduk. Ben büfede çalışıyordum, çörek pişiriyordum. Kocamsa itfaiyeciydi. Yeni evliydik, pazara bile el ele gidiyorduk. Reaktör patladığı gün, kocam nöbetçiydi. Çağrıya sırtlarında gömlekleriyle gittiler, ev giysileriyle. Nükleer santralde patlama olmuştu ve hiçbir özel kıyafet vermediler onlara. Böyleydi işte bizim hayatımız, biliyorsunuz. Bütün gece yangını söndürmeye uğraştılar ve hayatta kalmalarına imkân vermeyecek kadar çok radyasyona maruz kaldılar. Sabahında uçakla Moskova’ya götürdüler hepsini. Akut radyasyon hastalığı… İnsan ancak birkaç hafta yaşayabiliyor. Benimki güçlüydü, sporcuydu, en son o öldü.

Moskova’ya vardığımda bana ‘özel bir bölmede yatıyor’ dediler, ‘oraya kimseyi sokmuyorlar.’ ‘ben onu seviyorum’ diye yalvardım. ‘Askerler bakıyor oradakilere, sen nereye?’ dediler. ‘Seviyorum’ dedim, beni ikna etmeye çalıştılar; ‘o artık senin sevdiğin insan değil, zararsız hale getirilmesi gereken bir obje, anlıyor musun bunu?’ Bense hep aynı şeyi söyleyip duruyordum, ‘seviyorum, seviyorum’.

Geceleri yangın merdiveninden yanına çıkıyordum, ya da hasta bakıcılara para veriyordum beni içeri bıraksınlar diye. Bırakmadım onu, sonuna kadar yanındaydım.

O öldükten birkaç ay sonra, kızım dünyaya geldi. Sadece birkaç gün yaşadı. Onu ne çok beklemiştik… Ben öldürdüm onu. Kızım beni kurtardı. Tüm radyasyonu üzerine aldı. Minicik şey, yavrum… Ama ben onların ikisini de sevdim. Sevgiyle öldürmek mümkün mü ki? Neden bu kadar yakınlar, sevgi ve ölüm? Hep yan yanalar. Kim açıklayacak bana? Şimdi dizlerimin üstünde, mezarlarında sürünüyorum…''

Çernobil Nükleer Santral Kazasından sonra Türkiye’de yaşananlar

Gelelim yalnız ve güzel ülkeme… Sovyetlerde, tüm Avrupa’da bunlar olurken bizde neler oluyordu? Bir hatırlayalım mı? Önce kronolojik bir olay sırası vereyim:


01 Mayıs 1986: SSCB Büyükelçisi, Türk yetkilileri Karadeniz’de ölçüm yapmaları konusunda uyarıyor. Aynı gün TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre "olay mevzii bir olay; Türkiye’ye ulaşsa bile etkilemez" diye açıklamada bulunuyor…. 

03 Mayıs 1986: Radyoaktif bulutların Türkiye’ye ulaştığı ve oranın yedi kat arttığı açıklanıyor. Edirne'de yağan yağmurdan dolayı TRT su birikintilerinin kullanılmamasını ve hayvanların otlatılmaması uyarısında bulunuyor…

03 Eylül 1986: Avrupa ülkeleri radyasyonlu olduğu gerekçesiyle Türkiye’den fındık alımını durduruyor… . 

28 Kasım 1986: Hollanda sağlık bakanlığı Türk çayında yüksek oranda radyasyon var açıklamasında bulunuyor... 

29 Kasım 1986: ÇAYKUR Genel Müdürü "çayda radyasyon var" iddialarını "Batı tezgâhı" olarak nitelendiriyor… Müdürlük çay kaynatıldığında radyasyonun 5-6 kat düştüğünü iddia ediyor…

02 Aralık 1986: Efsanevi (!) Sanayi Bakanı Cahit Aral çaydaki radyasyonun zararsız olduğunu ileri sürerek çay içiyor… Cahit Aral ayrıca şunları söylüyor: ‘’Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir.’’ (Bu haberin gazete kupürünü yazımın sonuna ekliyorum.)

14 Aralık 1986: Federal Almanya, Türkiye’den alınan 13 ton çayı iade ediyor... Tabii bu çaylar imha edilmiyor…Halka satılıyor…

Bu tarihler, bu açıklamalar bize dizide gördüğünüz insanı isyan ettiren her şeyin bizim de bire bir yaşadığımızı ve devlet eliyle zehirlendiğimizi gösteriyor… 

1986 yılında Türk devleti Çernobil faciasını müteakip aylar boyunca resmi yetkililer tarafından TV'de "radyasyonlu çayı içiyorum bak bir şey olmuyor deniyor… Türkiye’de radyasyon var diyen dinsizdir" diye şov yapan bakan Cahit Aral dışında açıklama yapılmasını, veri yayınlanmasını yasaklıyor. TAEK başkanı, bir de profesör sıfatlı adam Ahmed Yüksel Özemre göz göre göre bütün ülkeye yalan söylüyor ve atom profesörü olduğu için herkes onun sözüne güveniyor. TÜBİTAK, üniversiteler yayın yasağı yüzünden ağzını açamıyor…

Karadeniz’de Çernobil serpintisinin yağdığı yerlerde neredeyse her evde kanser vakasına rastlanıyor… Devlet bunun istatistiğini yapmamakta, hasır altı etmekte yıllarca ısrar ediyor. Çocuklarda lösemi vakaları korkunç oranlarda artıyor… Bir sürü ölü ve sakat doğum vakaları oluyor… Bunların raporları istatistikleri hala elimizde bulunmuyor…

Türkiye’nin çok gerisinde olan Demirperde ülkeleri bile bütün taze gıda ürünlerini imha edip halkına kuru bakliyat, konserve yedirirken, Avrupa’da millet halk sağlığını korumak için inanılmaz önlemler alırken bizim devletimiz Avrupa’ya satamadığı radyasyonlu fındıkları ilkokul çocuklarına ve askerlere yediriyor… Sezyum 137, stronsiyum 90 içeren sütleri okullara bedava dağıtıyor… Türk halkına en büyük ihaneti kendi hükumeti yapıyor…

Yazımda adı geçen, olayın ve dizinin en önemli bir karakteri var: Anatoly Dyatlov. Anatoly Dyatlov olay gecesi Çernobil’in vardiya şefiydi. Dizide de hatasını kabul etmeyen, bıyıklı ve ilk bakışta kötü adam olduğunu anladığımız Dyatlov yalnızca 10 yıl hüküm alıyor… 

Gazeteci Mehmet Ali Birand olaydan yedi sene sonra Dyatlov’u bulup onunla bir röportaj yapıyor. Yedi sene sonra… Bunun sebebi de yedi sene boyunca Çernobil kelimesinin Türkiye’de bir tabu haline gelmiş olmasıdır. Çünkü hükümet Çernobil veya radyasyon lafını ağzına alanı kötü adam, hain ilan ediyor… (Değişen ne ki değil mi? Şimdide hükumet de muhalif olan herkesi ya PKK’lı ya da FETÖ’cü olmakla suçluyor…) Sovyetler olayı ancak iki gün gizleyebilmişlerdi... Bizimkiler ise yedi yıl gizliyorlar…

Röportajda Dyatlov çekirdeğin patladığını fark ettiğini, hükumetten gizlemeye çalışmadığını ama hükümetin uluslararası itibarını zedelememek için bunu dünyadan ve dolaylı olarak kendi halkından gizlediğinden bahsediyor. Patlamanın sorumlusu olarak da o deneyi yapmalarını isteyen Moskova’yı ve santralin yapısını suçluyor.

Mehmet Ali Birand’ın bu röportajının bağlantısını da yazımın sonunda sunuyorum…

Sonuç

Dünyada 500 civarında aktif nükleer santral bulunuyor… Bunlardan sadece bir tanesi patlayınca tüm Sovyet kaynakları kullanılarak müdahale ediliyor ama yeterli olmuyor… Türkiye’ye 1500 km uzaklıkta olan Çernobil nükleer santralinin bir benzerinin günümüzde Iğdır’a sadece 15 km uzaklıkta bulunduğu da hatırlatmak istiyorum…


Çernobil’deki bu felaket için Sovyetleri geri sistem ve teknoloji ile suçlayanlar çıkabilir…  Ancak dünyanın en gelişmiş teknolojisine ve sistemine sahip olan Japonlar da daha tam tamına on yıl önce, 11 Mart 2011 tarihinde Fukushima'da benzer nükleer felaketi yaşıyor…

Çernobil’den sonra Fukushima felaketi de gelince, girişte anlattığım gibi ABD’den Fransa’ya, Almanya’ya, Rusya'dan İngiltere’ye kadar pek çok ülke de nükleer enerjiyi masaya yatırıyor… Fukushima felaketinden sonra Almanya 1980'den önce kurulan yedi santralini hemen üç ay içinde kapatıyor… Almanya kalan 12 santrali ise 2040 yılına kadar aşama aşama kapatma kararı alıyor… Japonya ise ekonomik ömrü dolan santrallerini yenilemeyip onlar da aşama aşama kapatma kararı alıyor… Bu ülkelerin tamamı nükleer ve fosil kaynaklı enerjiden vazgeçip yenilebilir enerji kaynaklarına yöneliyor...

Tüm Avrupa yeni bir nükleer santral yapmadığı gibi, eski nükleer santrallarını da kapatarak yavaş yavaş yenilebilir enerji kaynaklarına, Rüzgâr Enerji Santrallarına (RES) ve Güneş Enerji Santrallarına (GES) geçiyor. Özellikle Almanya kısıtlı güneşi olmasına rağmen yoğun bir şekilde Güneş Enerji Santrallarına yatırım yapıyor.

Güneş zengini Türkiye’nin 2020 yılı Aralık ayı sonu itibariyle güneş enerjisinin üretilen elektrik enerjisi içindeki payı % 3.82 iken, güneşi kısıtlı Almanya’nın güneş enerjisinin üretilen elektrik enerjisi içindeki payı 2019 yılı için % 12.3 seviyesine ulaşıyor… Almanya’da, toplam elektriğin 2030 yılında % 50 ve 2050 yılında ise % 80’inin Yenilenebilir Enerjilerden (YE) üretilmesi planlanıyor. Örnek Almanya’yı verdim ama tüm Avrupa bu şekilde planlama yapıyor…

Fukuşima nükleer santral felaketi yaşandığında Japonya Başbakanı olan Naoto Kan, felaketten beş yıl sonra, 2026 yılında bir itirafta bulunuyor. Naoto: "Erdoğan'a Japon nükleer teknolojisini tavsiye ettiğime pişman oldum. Türkiye gibi sismik ve terör riski olan bir ülke nükleer santralden vazgeçmeli" diyor. Japonya'nın, Sinop'taki nükleer santral projesini Türkiye ve Fransa ile birlikte hayata geçirmesi planlanıyor.

Avrupa kamuoyu nükleer enerjiye karşı artan bir şekilde bilinçleniyor. 

Yazımın başında verdiğim gibi nükleer enerji konusunda ‘’herkes giderken Mersin’e biz gideriz tersine’’ deyiminde anlatılmak istenilen durum bir tarafa, Akkuyu Nükleer Santralının hemen dibinde, yanı başında Türkiye’nin turizm merkezleri olan Alanya, Antalya ve Güney sahilleri bulunuyor. Nükleer santral işletmeye açıldıktan sonra bu durumun nükleer enerjiye karşı artan bir şekilde bilinçlenen Batılı turistleri nasıl etkileyeceği bilinmiyor…

Girişte de anlattığım gibi bu nükleer santral için Rusya ile yapılan anlaşmaya göre santralın mülkiyeti ve işletimi tamamen Rusya’ya ait oluyor… Bu projeyle ülkemize herhangi bir teknoloji transferi de yapılmıyor… Yani İran gibi kendimizin uranyum zenginleştirme teknolojimiz olmuyor… Anlaşmaya göre de 15 yıl boyunca santraldan enerji alsak da almasak da dolar bazında ödeme yapılıyor…

Hadi diyelim ki ülke Dolar zengini, havaalanlarına, yollara, köprülere, tünellere, hastanelere, velhasıl herşeye ve burada da olduğu gibi nükleer enerji santralına garantiler verip Dolar bazında ödeme yapılıyor da bu santral ile beraber Ruslara, Akdeniz'de Tartus'tan sonra ikinci deniz üssü verdiğimizin de farkına varmıyoruz… Hani 12 Eylül'den sonra Evren söylemişti ya ''bir sağdan bir soldan asıyoruz'' diye. Yoksa aynı zihniyetin devamı olarak Adana İncirlik ABD üssünden sonra Mersin Rus üssü mü yer alıyor? Sahi bir yanda ABD üssü, bir yanda Rus üssü ne güzel komşu komşu geçinirler değil mi?

Tekrar diziye dönüyorum…

"Çernobil insanları öldürmedi, insanları liyakatsiz yöneticiler öldürdü.’’ Dizinin ana fikri bu fikir oluyor…

Dizide liyakatsiz Sovyet komünist yetkilileri görüyorsunuz sonra dönüp günümüzde, evdeki piknik tüpünü nükleer reaktörün tehlikesi ile bir tutan zihniyete, Türkiye Cumhuriyeti yetkililerine, muktedirlere bakıyorsunuz… Ürperiyorsunuz… Mücrim gibi tir tir titriyorsunuz… Bütün bu yaşadıklarımızdan sonra yalnız ve güzel ülkemin Sovyetlerle bir nasıl ''yoldaş'' olmuş olduğunu görüyorsunuz. (*)

Dün tüm halkına radyasyonlu gıdalar yedirenler bugün de Rusya'dan tarım zararlısı, zirai ilaç kalıntısı var diye gümrüklerden dönen tonlarca domatesi, mandalinayı, çileği, kirazı yediriyorlar... Siz bu dönen ürünlerin imhasını gördünüz mü hiç?

Dün ‘’ülkede radyasyon yok’’ diye kendi halkını kandıranlar bugün de Korona salgını nedeniyle ‘’vaka’’, ‘’hasta’’ kavramlarıyla oynayarak yine kendi halkını kandırıyorlar…

Daha dün ''Türkiye'de radyasyon var diyen dinsizdir'' diye demeç veren siyasetçi güruhunun devamı bugün de ''partimize oy vermeyen dinsizdir'' diye şarlıyor. Bu şarlamaya da konunun sahibi olan ve her konuda toplumu hizaya sokmaya çalışan Diyanet de sessiz kalıyor… Teknolojik olarak atağa kalkması gereken güzel ülkem mistik bir eğitime yönelip her okulu İmam Hatipe çevriliyor…

Bütün bunların üstüne Akkuyu’daki nükleer santralı inşa etme görevi de Çernobil’deki nükleer santralı inşa eden Rosatom firmasına veriliyor…

Son söz

Çernobil’deki nükleer kaza ve Çernobil dizisi; cehaletle ve bilgisizlikle harman olmuş, yozlaşmış bir devletin, yozlaşmış bir zihniyetin, hangi ideoloji ile yoğrulursa yoğrulsun insanlarına ve insanlığa zarardan ve felaketten başka bir şey getirmeyeceğini bir kere daha anlatıyor ve hatırlatıyor…


Çernobil dizisindeki eleştiriyi, sadece Sovyet devleti için değil, Thomas Hobbes'in ''Leviathan''ındaki gibi tüm ‘’devlet’’ aygıtına yöneltip, bilgi, akıl ve hukuk süzgecinden geçirdiğinde insan ancak aydınlanıyor…

Ve günümüzde yaşadığımız Koronaviris salgınında, yetkili olup da sorumsuz olanların, görevli olup da ilgisiz olanların, TV’deki bakanların ve bakmayanların açıklamaları, açıklamamaları, alınan ve alınmayan tedbirler ve yapılan ve yapılmayan uygulamalar altında Çernobil kazasında yaşananları hatırlayınca ürpermek, tir tir titremek az geliyor... Çukurova’nın eski zamanlarındaki insanları gibi insan sıtma nöbetleri geçiriyor…

Nazım'ın ‘’Stronsium 90’’ isimli bir şiiri aklıma geliyor:  

''Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş
                          ota, süte, ete
                          umuda, hürriyete
                          kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. 
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm.''

Yine Nazım Hikmet'in ‘’Saman Sarısı’’ isimli şiiri aklıma geliyor. Bu şiirinde Nazım Abidin Dino’ya “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye soruyordu…

Bu sefer de ben sorayım Abidin Dino’ya: “Bana ihanetin resmini yapabilir misin?”

Osman AYDOĞAN

(*) "Türkiye Nükleer Düzenleme Kurulunun çalışma usul ve esasları hakkında yönetmelik. Madde 11 – (1) Aksi kararlaştırılmadıkça, kurul toplantılarındaki görüşmeler gizlidir." Sormadan edemiyor insan; neyi gizlemek için gizlidir?

‘’Chrnobyl’’ dizisi tanıtım filmi:
https://www.youtube.com/watch?v=Rle1Bywi61M&feature=youtu.be

Mehmet Ali Birant, 32. Gün, Çernobil, Dyatlov le görüşme:
https://www.youtube.com/watch?v=yVBIDTB6S0M&feature=youtu.be

26 Nisan 1986 tarihinde, Çernobil faciasından sonra ülke radyasyondan kavrulurken gazete haberleri:






Helikopter Kazası

05 Mart 2021

Öncelikle dün helikopter kazasında şehit olan tüm askerlerimize Allah’tan rahmet, kederli ailelerine, silah arkadaşlarına ve yüreği yanan milletimize başsağlığı dilerim.

Şehitlerimiz içinde yer alan Korg. Osman Erbaş’ı yakinen tanır idim. Korg. Osman Erbaş, Anadolu’nun bin yıllık imbiğinden geçip gelen bilgeliğin, nezâketin, zarafetin, letafetin, kibarlığın ve alçakgönüllülüğün kendi şahsında somut bulmuş bir hali idi. Mesleğini seven, görev bilinci yüksek bir asker idi… 2020 yılı içerisinde Elazığ’da iki defa makamında kendisini ziyaret etmiştim. Yakın zamanda Elazığ’a son gittiğimde ise makamında değil, sorumluluk sahasındaki bir birliğinde idi... Telefonla görüşmüş, bir başka zamanda görüşmek üzere vedalaşmıştık.

Şehitlerimiz hakkında müşteki olduğum birkaç konuyu da burada dile getirmek istiyorum.

Komplo teorileri

TV'lerde, açık oturumlarda ve sosyal medyada hemen bu kaza hakkında yorumlar yapıldı. Hem de okumuş, hem de yazmış kesimden. Biliyorum ki bu yorumları yazanların hiçbirisinin hiçbir şekilde kaza hakkında bilgisi yoktur, Cougar helikopterleri hakkında teknik bilgisi yoktur, arazi hakkında bilgisi yoktur, hava hakkında bilgisi yoktur, helikopter kazaları hakkında bilgisi yoktur… Ama kaza hakkında yorum yapan ve yazan bu muhteremlerde komplo teorisi ise oldukça çoktur…

Kazanın sebebi olarak PKK’yı gösteren mi dersiniz, FETÖ’yü gösteren mi dersiniz, rahmetli Eşref Bitlis’in uçak kazasıya benzerlik kuran mı dersiniz, aynı gün partisinden istifa eden Ümit Özdağ’ın açıklamasını örtbas etmek için bu kazanın tezgâhlandığını iddia eden mi istersiniz. Yazılarımda hep yazarım ya Allah bu memleketin insanlarına akıl sağlığı versin diye. Boşuna demiyorum ki!...

Alman dilinde ‘’Die orientalische Verschwörungstheorie’’ diye bir kavram var. Tam Türkçe karşılığı ‘’Doğulu komplo teorisi’’. Komplo teorisi her yerde kullanılıyor da bu kavram özellikle Doğu’ya ait. Çünkü Doğu’da bilgi yoktur. Bilgi olmayınca da üret üretebildiğin kadar komplo teorilerini. Yazık ki yazık… Demek ki cehaletin bu kadarı ancak tahsil ile mümkün oluyormuş…

O zaman gelin kazaya etki eden faktörler hakkında küçük birer bilgi sahibi olalım..

Cougar helikopterleri hakkında

Türkiye’de kullanılan Cougar helikopterlerinin 20 tanesi 1993 yılında Fransa’dan satın alındı. 30 tanesi de 1996 yılından itibaren TUSAŞ tesislerinde lisanslı olarak üretildi. Yani bu helikopterler 25 yaşındadırlar.

Ancak sorun olan sadece bu helikopterlerin yaşı da değildir.

Fransız Cougar helikopterlerinin alımı da ilginçtir. Zamanında Türk hükümeti bu Cougar helikopterlerini almak istediğinde bu isteğe Genelkurmay Başkanlığı karşı çıkmıştır. Bu isteğe Hava Kuvvetleri Komutanlığı karşı çıkmıştır. Bu isteğe Kara Kuvvetleri Komutanlığı karşı çıkmıştır. Bu isteğe bu helikopterleri bizzat kullanacak olan Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kara Havacılık Dairesi karşı çıkmıştır.

Bu karşı çıkışın nedeni Cougar helikopterlerinin kötü, kalitesiz veya işe yaramaz olduğu için değildir. Cougar helikopterleri sınıfının neredeyse en iyi helikopteridir. Ancak bu Cougar helikopterlerinin üretim ve kullanım amaçları farklıdır. Çünkü bu Fransız Cougar helikopterleri dağlık arazide, yüksek rakımlarda, olumsuz hava koşullarında icra edilecek operasyonlarda kullanılmak için üretilmemiştir. Cougar helikopterlerinin fiziki silueti büyük ve yüksekliği fazladır. Manevra kabiliyeti azdır. Fransız Cougar helikopterleri esas olarak Fransa’da barış koşullarında havaalanları arasında yolcu transferinde kullanılmak, muharebe koşullarında ise geri bölgede personel taşımak için üretilmiştir.

Cougar helikopterleri, anlattığım gibi barış koşulları şartlarında, muharebede ise geri bölgede personel taşıma maksadıyla üretildiği için bu helikopterlerin füze koruma sistemi de yoktur.

Fransız Cougar helikopterleri alındığında zamanın Başbakanı Tansu Çiller’dir. Zamanın Savunma Bakanı Nevzat Ayaz’dır. Türkiye o zaman (1993) AB Gümrük Birliğine girmek istemektedir. Kanaatim odur ki nasıl ki NATO’ya girmek için ABD’ye rüşvet olarak Kore’ye asker gönderilmiş ise AB Gümrük Birliğine girmek için de rüşvet olarak bu Fransız helikopterleri alınmıştır.

Helikopterler alındıktan sonra bu helikopterleri Hava Kuvvetleri Komutanlığı almak istememiştir. Bu nedenle Cougar helikopterleri Kara Kuvvetleri Komutanlığına teslim edilir. Kara Kuvvetleri Komutanlığı da bu Fransız Cougar helikopterlerinin özelliklerini bildiğinden iç güvenlik harekât bölgesine değil de Ege Ordu Komutanlığı Hava Alayının envanterine dâhil edilir…  

Sorulacaksa eğer, sorulması gereken soru, Cougar helikopterlerinin bu özellikleri bilindiği halde neden satın alındığı ve neden Doğu’daki birliklerde kullanıldığıdır?

Türkiye’deki Cougar helikopterleri kazaları

1993 yılında envantere giren ilk Cougar helikopterleri kazası 4 Haziran 1997 tarihinde yaşanır. Kuzey Irak'ta sınır ötesi operasyona katılan askerleri taşıyan helikopter, Zap bölgesinde füze ile vurulur. Saldırıda 11 asker şehit olur.

Cougar helikopterlerin füze koruma sistemi olmadığı sanırım bu saldırı ile farkına varılır (!) ki bu helikopterler tekrar TUSAŞ’a alınarak burada helikopterlere füze koruma sistemleri takılır.

Cougar helikopterlerinin ikinci kazası 29 Nisan 2003 tarihinde yaşanır. Isparta Eğirdir’de eğitim uçuşu sırasında bir Cougar helikopteri yüksek gerilim hattına takılarak düşer. Bu kazada da 4 asker şehit olur.

Cougar helikopterlerinin üçüncü kazası 1 Haziran 2017 tarihinde yaşanır. Şırnak’ta yine bir Cougar helikopteri yüksek gerilim hattına takılarak düşer. Meydana gelen bu kazada birisi Tümg. Aydoğan Aydın olmak üzere 13 asker şehit olur.

Cougar helikopterlerinin dördüncü kazası da dün, 04 Mart 2021 tarihinde yaşanır. Bu kazada da Korg. Osman Erbaş başta olmak üzere 11 asker şehit olur.

1993 yılında envantere giren Cougar helikopterleri kazalarında toplam 39 asker şehit olur.

Skorsky S-70 helikopterleri

Yüksek irtifada taşıma gücü, çevikliği, yeni nesil uçuş ve silah sistemleri açısından Doğu’nun şartlarına en uygun genel maksat helikopteri Skorsky S-70 helikopterleridir.


İşte bu kalitesi nedeniyle de Türkiye doksanlı yılların başında ABD’den elli adet civarında hem nakliye hem saldırı amaçlı Sikorsky S-70 genel maksat helikopteri satın almıştı…

Skorsky S-70 helikopterlerinin kalitesi için bir hatıramı anlatmak istiyorum.

1999 yılı Şubat ayında Avusturya Alplerinin Galtur bölgesinde yaşanan çığ felaketi sonunda kırk kişi ölür. Ölümlerin esas nedeni de kurtarma için bölgeye ulaşılamamasıdır. Çünkü Avusturya ordusunun elinde Alplerde, o yüksek rakımda, kısıtlı görüş şartlarında, sisler içerisinde görev yapabilecek nitelikte helikopterleri yoktur. Avusturya Savunma Bakanlığı bu şartlarda görev yapabilecek bir arama, kurtarma ve tahliye helikopteri satın alma konusunda arayış içerisindeydi. Konu uzun ama 1999-2001 yılları arasındaki Viyana’daki görevim esnasında Avusturya Savunma Bakanlığı ile görüşerek kendilerine Skorsky S-70 helikopterlerini önerdim. Bu maksatla Avusturya Savunma Bakanlığından teknik bir heyeti Skorsky S-70’leri incelemek ve tecrübelerini almak üzere Türkiye’ye gönderdim. Bu ekip Kara Havacılık Komutanlığında bir hafta süreyle Skorsky S-70 helikopterleri üzerinde incelemelerde bulundular. Kara Havacılık Komutanlığının kullanım ve bakım konularındaki tecrübelerini aldılar. Sonunda Avusturya Savunma Bakanlığı ABD’den bazı modifikasyonları ile beraber 10 adet Skorsky S-70 helikopteri aldılar. Bu anımı Skorsky S-70 helikopterlerinin kalitesini vurgulamak için anlattım.

Türkiye, genel maksat helikopterlerinde kalan ihtiyacını karşılamak üzere ABD Sikorsky Aircraft firması ile 2011 yıllında Türkiye’de üretilmek üzere 109 adet Skorsky S-70 genel maksat helikopteri anlaşması imzaladı... Orijinali Skorsky S-70 olan helikopterler Türkiye için yapılan değişikliklerle T-70 adını alacaktı. Bu anlaşmaya göre Skorsky T-70 helikopterlerinin ilk teslimatı, 2021 yılının ilk çeyreğinde yapılacağı bildirilmişti. Ancak 2 Ağustos 2017 tarihinde, Başkan Trump tarafından imzalanan CAATSA (Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) nedeniyle bu anlaşmanın nasıl etkilendiği henüz belirsizdir. Çünkü 2021 yıl ilk çeyreğine gelmiş olmamıza rağmen henüz TSK’ne teslim edilen / edilecek elde bir Skorsky T-70 helikopteri yoktur.

Ancak şu kesin ki 2000 yılının başından beri TSK’ne ne yeni bir savaş uçağı alınmıştır, ne de yeni bir genel maksat helikopter alınmıştır. (ATAK taarruz helikopteri ve 60 kişi taşıyabilen amacı farklı Chinook helikopterleri hariç) Anlattığım gibi Türkiye’de üretimi için anlaşması yapılan ve 2021 yılı ilk çeyreğinde ilk partisinin teslimi beklenilen 109 adet Skorsky T-70 helikopterinin de akıbeti CAATSA nedeniyle meçhuldür.

Yazılarımda hep tarihin tekerrüründen bahsederim ya. Nasıl ki zamanında asker sözü dinlemeyerek zamanın hükümeti tarafından Fransa'dan Cougar helikopteri alınarak Türkiye'nin başına iş açılmışsa, şimdi de yine asker sözü dinlemeyerek Rusya'dan S-400 füzeleri alınarak yine Türkiye'nin başına iş açılmıştır. Sanki asker bu ülkenin askeri değil de...

17. yüzyılda yaşamış Osmanlı şeyhülislamlarından Mehmet Bahaî Efendi’nin bir şiirinde yer alan ‘’Dahleden dinimize bari müselman olsa’’ diye bir dizesi vardı ya. Bu dize gibi askerî konularda karar veren siyasiler de askerî konularda ve uluslararası ilişkilerde bari askerlerden bir nebze de olsa daha iyi bilgilere sahip olsalar ya… Ne gezer. Sonuçlarını görüyorsunuz işte…

UH-1 helikopterleri

Şu an TSK’nin elinde 1976 yılında üretimi duran, 2004 yılında ABD ordusunda hizmetten kaldırılan ve 1970 yılından bu yana da TSK’nde hizmet veren UH-1 tipi helikopterleri bulunmaktadır. TSK halen bu helikopterleri kullanmaktadır.

Genellikle hava araçları için eski hava aracının bir sorun olmadığı söylenir. Çünkü hava araçları parça ömrü bazında değerlendirilir. Hava aracı parçalarının bir kullanım ömrü vardır ve her bir bakım periyodlarında bu parçalar değiştirilir. Bu işlem sağlıklı bir şekilde yapıldığı sürece hava aracının eskiliğinden söz edilemez.

Ancak nedense bu kural devletin makam araçları, binaları, lüksü ve şatafatı için işlemez… Devletin makam araçları her beş yılda, bazıları yeni modeli çıktıkça en lüksü ile yenilenir.

Almanya’da 9 bin, Japonya’da 10 bin, Fransa’da 8 bin makam aracı varken Türkiye’deki makam aracı sayısı 125 bindir. Sadece Cumhurbaşkanlığı'na ait lüks araç 268 adettir.  Almanya’da 12, Fransa’da 14, İtalya’da 11, Japonya’da 2 adet devlet özel uçağı varken Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı’nın hava filosundaki uçak sayısı ise 16 adettir.

Bu kazayı sorgulayacaksanız eğer buyurun buradan sorgulayın derim.

Kazanın nedeni

Yazımın girişinde bahsettiğim gibi helikopter cinsi, hava ve arazi hakkında bilgi sahibi olmadan yapılan yorumlar ne yazık ki en başta şehitlere ve okuyanlara yapılan birer saygısızlıktır.

Helikopterlerde yaşanan ana kaza-kırım sebeplerini genel olarak şöyle sınıflandırılır: Mekanik, elektrik, motor veya kuyruk rotoru arızası. Bakımdan kaynaklanan sorunlar. Dış etkenler: Olumsuz hava şartları, görüş mesafesinin düşük olması, çok alçak irtifada uçulması. Pilotaj hataları… Helikopterler döner bir sisteme ve çok sayıda hareketli parçalara sahip olması nedeniyle mekanik ve hidrolik sistem arıza ihtimalleri de oldukça yüksektir. Ayrıca helikopterlerin, yüksek gerilim hatları, ağaçlar ve binalar gibi çeşitli engellere çarparak kaza yapma riski de yüksektir. Ki basında bu kazaları sıklıkla yaşandığını görürüz.

TSK, hem sabit kanatlarda hem de döner kanatlarda dünyanın en iyi pilotlarına sahiptir. Nedeni çok iyi bir eğitim sistemi olduğu gibi iç güvenlik harekâtı nedeniyle pilotlarımızın fiilen yaşadığı tecrübeleridir. Bu tecrübeyi pilotlarımızla birlikte beraber yaşamış birisi olarak benden daha iyi bilen kişi sayısı da çok azdır. Dolaysıyla Türkiye’de yaşanan bir helikopter kazasında pilotaj hatası en son gelecek ihtimaldir.

Türk Silahlı Kuvvetleri bu tür kazalarda Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde oluşturulan ‘’Kaza İnceleme Kurulu’'nun incelemeleri sonrasında ancak kesin sonuca varılır. Bu kesin sonucu beklenmeden, yukarıda anlattığım bilgilere sahip olmadan yapılacak yorumlar en basit deyimle şehitlerimize ve okuyuculara saygısızlık ve cehalet örnekleridir.

Tekrar dün helikopter kazasında şehit olan tüm askerlerimize Allah’tan rahmet, kederli ailelerine, silah arkadaşlarına ve yüreği yanan milletimize başsağlığı dilerim.

Osman AYDOĞAN


Veda müziği ile bir ara…


23 Ocak 2021

Susmak üzerine

Dünkü yazımda bahsettiğim Avusturyalı Ludwig Wittgenstein (1889 - 1951) dili felsefenin merkezine oturtan ve kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden ender filozoflardan birisidir. Ludwig Wittgenstein'in tek eseri Tractatus (Tractatus Logico-Philosophicus, Metis Yayınları, 2008), felsefenin belirli bir dönemine son noktayı koyar; filozofun kendine göre bile, felsefe "tükenmiştir" artık. Çünkü "üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı"dır. (Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.) Bu ifade Tractatus'ta son cümledir…

Şimdi ben bu girişe çooooook uzun yazardım ama ben yine de kısa keseyim: Wittgenstein’a uyup ben de bir süre susayım istedim… Öyle değil mi; dün de yazdığım gibi, başta ‘’Hukuk’’ olmak üzere öyle çok şey var ki üzerinde konuşulmayacak!... Öyleyse üzerinde konuşulmayan konusunda susulmalıdır…

Kısa bir ara

İzin, tatil, seyahat de değil… Öyle ya, bu salgın sürecinde nereye gidebilirim ki!... Belki de yoruldum… Belki de yeni şeyler söyleme ihtiyacından… Belki de sayfalarınızın, benim yazı bombardımanından ve uzuuuuun uzun yazılarımdan dolayı biraz dinlenmeye ihtiyacından!... Belki de keskin dilim yüzünden uzak duran arkadaşlarımın bir nebze olsun rahatlama ihtiyacından!... Belki de o ciddi ciddi siteleri, grupları benim yok sanattı, yok edebiyattı, yok şiirdi, yok tarihti diye, arkadaşlarımın nezaketlerinden dolayı söyleyemedikleri uçarı yazılarımdan korumak için, onları meşgul etmemek için… Gerçi sanatsız, edebiyasız, felsefesiz ve tarihsiz bir siyaset havada kalır ya neyse... Hem böylece de e-posta ve WhatsApp adresleriniz de benim davetsiz yazılarımdan bir süreliğine kurtulmuş olurlar...

Artık bir süreliğine yazmayacağım… Beni yıllardır takip eden arkadaşlarım bilirler zaman zaman ara verdiğimi... Geçen sene de ondan önceki sene de daha önceki sene de yılda bir iki defa ara vermiştim… Bu da böyle bir ara işte...

Böyle zamanlarda dinlenmenin ve huzur bulmanın en iyi yolu Montaigne gibi ve her zaman yaptığım gibi kendi iç kaleme çekilmek… Ve orada ''en sessiz'' anlarıma bürünmek... Bu kalede daha çok okumak, yeniden yazmak için konu ve malzeme biriktirmek yani yeniden dolmak…

Yazmak üzerine

20. yüzyıl Alman lirik şiirinin en önemli temsilcilerinden Rainer Maria Rilke, genç bir yazara mektubunda (Rilke: Briefe an einen jungen Dichter, An Franz Xaver Kappus); “Yazmak, incelikler senfonisidir. Yazmadan yaşamayı becerebileceğini sanıyorsan, yazma!” derdi… 

Günümüzden genç bir edebiyatçı ve şairi, Birhan Eroğlu da derdi ki;

‘’Dedim ki sonra:
İyi ki varsın ‘Yazmak’
Yoksa nasıl taşırdı kalbim bunca yükü…?’’

Demem o ki ne yazmadan yaşamayı becerebilirim ne de yazmadan kalbim taşıyamaz bu yükü… Sonuçta üç ay sonra mı dönerim bu sayfalara,  beş ay sonra mı dönerim belli değil... Belli olan bir şey var ise kısmet olursa bahar, yaz aylarında görüşebilmek...  Kısmet işte!...

Sosyal medya hesabımdan eski yazılara devam

Sayfam (Şehriyar) daima açık… Şehriyar’ın sağ üstünde bir arama motoru var… Özleyen arkadaşlarım oradan bir kelime ile istedikleri konuyu bulabilirler... Sağolsun, bir arkadaşım Şehriyar için ''genel kültür ansiklopedisi gibi'' demişti...

Ancak bu ayrı kaldığım sürede sosyal medyadaki Facebook (www.facebook.com/osman.aydogan.313/) ve Twitter (https://twitter.com/_OsmanAydogan) hesabımdan zaman zaman sadece bazı eski yazılarımı paylaşacağım. Çünkü özellikle Twitter hesabım yeni ve orada çok sayıda yeni arkadaşım var ve benim eski yazılarım onlara yeni gibi gelecektir. Ki; bildiğiniz, gördüğünüz gibi zaten son zamanlarda bazı eski yazılarmı da güncelleyip yazıyordum..

Ancak sizlere güzel bir ‘’veda müziği’’ ile veda edeyim istedim… Müziği dinledikçe beni anarsınız…

Nini Rosso ve İl Silenzio

Ancak önce müzik hakkında kısa bir bilgi:

Nini Rosso, (asıl adı Celeste Raffaele Nini Rosso) (1926 – 1994) olan İtalyan bir trompetçi  ve bestecidir. Nino Rossi, 1968 yılında çıkardığı ''İl Silenzio'' adlı ilk albümünde yer alan ve Guglielmo Brezza ile birlikte besteledikleri ‘’İl Silenzio’’ adlı şarkıya trompeti ile can verir.

‘’İl Silenzio’’ İtalyanca bir kelime; ‘’en sessiz’’ demek: ‘’En Sessiz’’…

‘’İl Silenzio’’’yu dinlediğinizde saygı duruşlarında çalınan müzik gibi gelecektir size ancak ‘’İl Silenzio’’’ sanıldığı gibi saygı duruşlarında çalınan bir müzik değildir. ‘’İl Silenzio’’ trompet solo bir ‘’veda müziği’’dir. (Abschiedsmelodie) Tıpkı bu yazım gibi…

Sizlere güzel bir kış, güzel bir bahar ve güzel yaz mevsimleri diliyorum…

Bugün de hafta sonu ya... Sizlere güzel bir hafta sonu ve salgından kurtulmuş güzel bahar ayları dilerim...

Osman AYDOĞAN

Nini Rosso, ‘’İl Silenzio’’:
https://www.youtube.com/watch?v=NOk0qhSTCt8

‘’İl Silenzio’’’yu yorumlayan çok sanatçı vardır. Ama Andre Rieu orkestrasından da bir dinlemenizi isterim… Andre Rieu orkestrası ve muhteşem Alp dağları görüntüleri eşliğinde ‘’İl Silenzio’’:
https://www.youtube.com/watch?v=3khb7i1pY10

Folkert-Hans Il Silenzio Schlager Symphonica Enschede The Netherlands
https://www.youtube.com/watch?v=mufSkxC-s3Q

Dalida’nın yorumu da güzeldir… Dinlemeye değer diye düşünüyorum…
Dalida’nın yorumuyla ‘’İl Silenzio’’:
https://www.youtube.com/watch?v=h1OH9U5wxi0

Dalida'nın bağlantıdaki şarkısının sözleri Almanca'dır. ''İyi yaşa'' diye başlar... ''Du musst geh'n'', ''gitmelisin'' diye devam eder... Sonra da vedadan, gözyaşlarından, çok ama çok yalnız kaldığından, özlemle bekleyeceğinden bahseder… (Beni de özlemle bekleyin emi!)

Leb wohl
Du musst geh'n

Auf Wiederseh'n
Auf Wiederseh'n;
Ein letztes Wort
Dann bist du fort
Ich bin allein

So sehr allein
So sehr allein
So sehr allein!
Abschied und Tränen vergeh'n

Hoffen und Sehnen besteh'n.
Muss ich auch warten auf dich

Weiss ich auch
Du denkst an mich.
Allein
So allein bei Tag und Nacht
So allein!

Abschied und Tränen vergeh'n

Hoffen und Sehnen besteh'n.
Mein Freund
Du musst geh'n
Auf Wiederseh'n
Leb wohl!

 

Dreyfus davası

22 Ocak 2021

Dün, 21 Ocak 2021 tarihinde ajanslara şu haber düşüyor: ‘’Anayasa Mahkemesi, Enis Berberoğlu’nun, daha önceki hak ihlali kararının yerel mahkeme tarafından uygulanmaması üzerine yaptığı yeni başvuruyu görüştü. Kararını yineleyerek oy birliğiyle ikinci kez ‘ihlal var’ diyen Yüksek Mahkeme, karar örneğinin, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine hükmetti.’’

Tabii aradan uzuuun yıllar geçti. Neyin ne olduğu unutuldu gitti. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı ne anlama geldiğini anlamamız için olayın teee başına, tam tamına altı yıl önceye, 2014 yılı Ocak ayına kadar gitmemiz gerekiyor.

Mit tırları

19 Ocak 2014 tarihinde Suriye'ye giden üç TIR, Hatay'da savcılık emriyle yapılan bir jandarma-polis operasyonuyla durduruluyor. Bu haberi yazan gazeteci Fatih Yağmur yaşananlarla ilgili bilgi sahibi olduktan sonra haberin hazırlanma sürecini, 2015 yılında te BBC Türkçe'ye şu sözlerle anlatıyor (özetle):

"Bu süre zarfında haberi ilk aldığımda haber merkezimle paylaştım ve internet sitemizde habere yer verdik. Türkiye gündemini bir anda alt üst eden olayda ilk olarak yaşananlar gizlenmeye çalışıldı. TIR'ların durdurulduğu da resmi makamlarca kabul edilmiyordu. İlk gelen bilgiler de çelişkiliydi.

Önce TIR'ların İHH'ya ait olduğu ifade edildi. Sonrasında ise 20 Ocak 2014 tarihinde savcıların olay yeri tutanağını ve Hatay Valisi'nin imzasını taşıyan, tırların MİT'e ait olduğu ifade edilen talimat yazısını Radikal'de yayınladım. Yayınlanan resmi belgelerden sonra TIR'ların MİT'e ait olduğu iktidar partisi tarafından da kabul edildi ve insani yardım içerdiği ifade edildi. Yetkililerden gelen ilk açıklamalar, TIR'lardaki malzemenin devlet sırrı olduğu yönüne oldu.’’

Olayın hemen ardından ve sonrasında ilerleyen süreçlerde, TIR'ların durdurulması ile ilgili savcı, asker ve polisler hakkında soruşturma başlatılıyor. Süreç içinde bazı savcı, asker ve polislerin görev yerleri değiştiriliyor, bazıları açığa alınıyor, bazıları ise "terör örgütü üyeliği’’ suçlamasıyla tutuklanıyor.

21 Ocak 2014 tarihinde Aydınlık gazetesi, söz konusu TIR'larda cephane taşındığını öne süren bir haber yayımlıyor…

"İşte TIR'daki cephane" başlıklı haberde, "Adana'da durdurulan MİT'e ait üç TIR'dan mühimmat çıktı. Aydınlık, arama fotoğraflarına ulaştı. TIR'larda 'insani malzeme' değil, top mermisi taşındığı belgelendi" ifadeleri yer alıyor. Haberde, ilaç kutularının arasında gizlendiği belirtilen top başlıklarının fotoğrafları da yayımlanıyor.

29 Mayıs 2014 tarihinde de Cumhuriyet gazetesi "İşte Erdoğan'ın yok dediği silahlar" manşetiyle çıkıyor…

Haberde 19 Ocak 2014 tarihinde üç TIR'ın durdurulması operasyonundan fotoğraflar ve bilgiler paylaşılıyor. Bu TIR'larla Suriye'deki gruplara silah ve cihatçı sevk edildiği iddia ediliyor ve kanıt olarak da savcılık dosyasından alındığını belirtilen görüntüler veriliyor. Cumhuriyet, yine ana sayfasından "Neden yayımlıyoruz?" başlığıyla bir açıklama da yapıyor. Kısa süre sonra da görüntülere yayın yasağı getiriliyor…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘’'casusluk faaliyeti' diye tanımladığı habere tepki göstererek "Bu casusluk faaliyetinin içine o gazete de girmiştir. Haberi yapan bedelini ağır ödeyecek" diyor...

Haberle ilgili dava açıldığını belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan, '’yapılanın Bayırbucak Türkmenlerine destek vermek’’ olduğunu söylüyor: "Bu olay Bayırbucak Türkmenleriyle alakalı bir konu. Hep şunu ifade etmişimdir: Özellikle insani yardım noktasında şu anda Milli İstihbarat Teşkilatımız Bayırbucak Türkmenlerine bu desteği vermektedir. Kimden aldın bu rakamları? Paralel yapı. MİT'e yönelik atılan o iftiralar bir ajan, bir casusluk faaliyetidir ve bu gazete de bunların arasına girmiştir. Avukatlarıma talimatı verdim hemen davayı açtım. Burada hakikaten samimi, dürüst olan, onlara verdiğimiz eğitimi çok samimi olarak açıklar. Bu haberi yapan kişi bunun bedelini ağır ödeyecek öyle bırakmam onu.’’

MİT tırları konusunda o tarihlerde basında yer alan yorumlar

O günlerde MİT tırları ile ilgili olarak basında çok sayıda yorum yer alıyor. Onlardan üç tanesini burada vermek istiyorum.

Cumhuriyet gazetesinden Ahmet Tan (Cumhuriyet, 21 Ocak 2014) ''Satırbaşlarıyla satır arası’’ başlığı ile şu şekilde yazıyor:

- AKP milletvekilleri şecaat arzeden mert Kıptilere parmak ısırtıyor.

- “Suriye’ye giden TIR’lar Nene Hatun gibi” diyeni, ya Nene’mizin top mermisi taşıdığını unutmuş ya da hükûmet adına “itirafçı” olarak suçu hafitletmek istiyor!

- MİT’in, TIR’lar dolusu “yardımseverliği” ile Örtülü Ödenek’in son 10 başbakanın bütçesini ona katlaması arasında bir bağ var mı? (Yoksa MİT izi it izine mi karıştı?)

- MİT ile Kızılay belli ki kanka olmuşlar. “Yardım” işini birlikte yapıyorlar- yapıyor görünüyorlar. “Türk Kızılayı” önündeki “Türk” ibaresini de belli ki birlikte kaldırdılar. Sıra Milli İstihbarat’ın “Milli”sinde..''

Hürriyet gazetesinden Ahmet Hakan (Hürriyet, 21 Ocak 2014) ise ''Beş TIR'sal soru’’ başlığı ile şunları yazıyor:

- BİR: TIR'da yardım malzemesi varsa... Neden aratmıyorsun?

- İKİ: TIR'da silah varsa... Hangi yetkiyle taşıyorsun?

- ÜÇ: TIR'ı gizlice geçirmek istiyorsan... Nasıl oluyor da yakalatıyorsun?

- DÖRT: Sınırından bir TIR'ı bile gizlice geçiremiyorsan... Esad'a ne kadar zarar verebilirsin ki?

- BEŞ: TIR'ın içindekilerin uluslararası alanda bilinmesini istemiyorsan... Yaptığına nasıl 'meşru' diyebiliyorsun?

Yine Hürriyet gazetesinden Yalçın Doğan, (Hürriyet, 22 Ocak 2014) şunları yazıyor:

‘'Lahey Uluslararası Adalet Divanı bir ülkenin diğerinin içişlerine karışması, silah göndermesi, sınır anlaşmazlıkları gibi karışık durumlara bakıyor. Hollanda’da bir parti ‘Suriye’nin içişlerine karıştığı’ iddiasıyla, Tayyip Erdoğan’ı Lahey’e şikâyet ediyor. O şikâyette TIR yok. Şimdi TIR’lar da şikâyet konusu. ‘Suriye’ye silah gönderiyor’ iddiaları Batı’da ayyuka çıkıyor. Uluslararası hukuk ihlal edildiği gerekçesiyle Türkiye’nin yargılanması isteniyor. Ya içeride? Savcı görevini yapsa, başı derde giriyor, yapmasa görevini ihmal etmiş oluyor, Ankara’dan esen rüzgâra göre. Durum iç hukuku yansıtıyor. Dünyada Türkiye’ye karşı büyük güven kaybı var. Şu anda eleştiri düzeyinde, yakında TIR’lar Lahey’e uzanırsa, sürpriz olmaz.''

Cumhuriyet Gazetesine soruşturma açılıyor

Cumhuriyet gazetesindeki bu haber hakkında ‘'devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme’', '’siyasi ve askeri casusluk'’, '’gizli kalması gereken bilgileri açıklama'’, 'terör örgütünün propagandasını yapma’' suçlamalarıyla soruşturma başlatılıyor.

Soruşturma kapsamında da Can Dündar ve gazetenin Ankara temsilcisi Erdem Gül, 26 Kasım 2015 tarihinde tutuklanıyor.

Anayasa Mahkemesi, 26 Şubat 2016 tarihinde iki gazetecinin haberleri nedeniyle tutuklanmasını 'hak ihlali' olarak değerlendiriyor. Bunun üzerine Dündar ve Gül 92 günlük tutukluluk ardından tahliye ediliyor. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Karara saygı duymuyorum, karara uymuyorum" açıklamasını yapıyor… Dündar'a, davanın 6 Mayıs 2016 tarihindeki duruşmasında, İstanbul Adalet Sarayı önünde silahlı saldırı girişiminde bulunuluyor…

16 Mayıs 2016 tarihindeki duruşmada mahkeme, gazetecileri '’devletin gizli belgelerini açıklamak’' gerekçesiyle toplam 10 yıl 10 ay hapse çarptırır. Mahkeme tutuklama kararı vermiyor. Gül ve Dündar'ın '’silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım etme’' suçundan yargılanmalarının devamına karar veriliyor. Can Dündar dava sürecinde haber kaynağını açıklamıyor…

Aydınlık ve Radikal gazetelerindeki ‘’’İşte tırdaki cephane’’ haberinin akıbeti

MİT tırlarına ilişkin görüntüler, yukarıda bahsettiğim gibi ilk kez 21 Ocak 2014’te Aydınlık gazetesinde yayımlanıyor. Aydınlık gazetesinin sürmanşetinde yer alan haberde “İşte Tır’daki Cephane” başlığı kullanılarak, “Tır’larda ‘insani malzeme’ değil top mermisi taşındığı belirlendi” ifadeleri kullanılıyor…

Cumhuriyet gazetesi ise Aydınlık gazetesinde MİT tırları haberinin yayınlanmasından sekiz gün sonra, 29 Mayıs 2015 tarihinde Aydınlık gazetesiyle benzer fotoğrafların da aralarında olduğu bazı fotoğraf ve videolarla aynı nitelikte bir haber yayımlıyor…

Cumhuriyet gazetesine ve yazarlarına yukarıda anlattığım gibi davalar açılırken, tutuklama kararları verilirken MİT tırları haberini Cumhuriyet gazetesinden sekiz gün önce ve ilk olarak haber yapan Radikal gazetesine, muhabirine ve Aydınlık gazetesine hiçbir şey olmuyor…  

Can Dündar ve Ergem Gül’ün tutuklanmasının ardından bu görüntüleri daha önce haberleştiren Aydınlık gazetesi bir açıklama yapıyor. Bu açıklamada; bazı gazeteci ve yazarların “Aydınlık gazetesi Cumhuriyet’ten çok önce o haberi yayımladığına göre Can Dündar tutukluyken Aydınlık Genel Yayın Yönetmeni neden tutuklanmadı?” diye sorduğu hatırlatılarak, “Evet, MİT TIR’ları haberini Cumhuriyet’ten önce yaptık. Gelsinler, tutuklasınlar” deniyor. Konuyla ilgili bir başyazı kaleme alan Aydınlık Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım, açıklamasında Ergenekon davası kapsamında beş yıl boyunca tutuklu kaldığını hatırlatarak “Cezaevlerinden çekinmedik, yaptığımız haberlerin arkasında durduk. Can Dündar dostları bedel ödemezken, biz bedeller ödedik” ifadelerini kullanıyor.

Aydınlık Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü Mustafa İlker Yücel ise, haber hakkında açılan soruşturma için verdiği ifadesinde, “Kamu yararı varsa haber yapmaktan çekinmeyiz” diyor…

MİT TIR’larının durdurulması ile ilgili haberleri yayınladıkları gerekçesiyle yargılanan Aydınlık Gazetesi’ne açılan dava, 2019 yılında, 4 aylık yasal süreden sonra soruşturma açıldığı gerekçesiyle düşürülüyor…

Yazımın başında verdiğim, MİT tırları ve tırlarda silah taşındığı haberini, savcıların olay yeri tutanağı ve Hatay Valisi'nin imzasını taşıyan, tırların MİT'e ait olduğu ifade edilen talimat yazısı ile beraber 20 Ocak 2014 tarihinde Radikal'de yayınlanıyor. Ancak ne Radikal gazetesine ne de haberi yapan Fatih Yağmur’a bir dava açılmıyor. Hatta TGRT Haber'de yayınlanan ve Fuat Uğur ve Cem Küçük’ün hazırlayıp sunduğu ‘’Medya Kritik’’ programında Türkiye gazetesi yazarı Cem Küçük, ''MİT tırları için herkese dava açıldı. O dönem bunu ilk haber yapan Radikal'di. Peki neden Radikal'e dava açılmıyor.  Aydın Doğan'ın dokunulmazlığı mı var?" diye merakla soruyor…

Enis Berberoğlu’nun tutuklanması ve yargı süreci

Can Dündar, tutukluluğunun ardından yazdığı "Tutuklandık" (Can Yayınları, 2016) adlı kitapta kendisine görüntüleri '’solcu bir milletvekili dostunun getirdiğini'’ yazıyor.

Kitaptaki bu ve benzeri ifadelere de dayanarak, bu kişinin CHP milletvekili Enis Berberoğlu olduğu şüphesiyle Berberoğlu hakkında soruşturma başlatılıyor.

Berberoğlu'na '’Devletin gizli kalması gereken bilgi ve belgelerini askeri ve siyasal casusluk amacıyla temin etme’' ve '’FETÖ-PDY'ye bilerek ve isteyerek yardım etme’' suçlamaları yöneltiliyor…

Soruşturma kapsamında hazırlanan iddianamede şu ifadeler yer alıyor: "Olaylar zinciri içinde Dündar ile Berberoğlu'nun görüşmeden kısa bir süre sonra bir araya geldikleri ve Dündar tarafından açıklanan ve kamuoyu tarafından da basın organlarında yayınlandıktan sonra yalanlanmayan flash disk içindeki suç teşkil eden görüntülerin Berberoğlu tarafından Dündar'a verildiği anlaşılmıştır".

14 Haziran 2017 tarihinde mahkeme, '’devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri siyasal veya askerî casusluk maksadıyla açıklamak’' suçundan 25 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Mahkeme, '’kaçacağı veya saklanacağı’’ hususunu dikkate alarak Berberoğlu'nun tutuklanmasına karar veriyor. Yani hukuk sistemi elinde somut hiçbir delil ve belge olmaksızın bir ''zan'' üzerinden yorum yaparak hüküm veriyor. Bunun üzerine CHP milletvekili Berberoğlu tutuklanarak Maltepe Cezaevi'ne gönderiliyor. Karara tepki gösteren CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Ankara'dan İstanbul'a o meşhur ‘’Adalet’’ yürüyüşünü yapıyor…

Enis Berberoğlu'nun avukatları kararın ardından istinaf başvurusunda bulunuyor. Yasal bir süreçten sonra İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi, 13 Şubat 2018 tarihli duruşmada, yeniden yargılamasını yaptığı Enis Berberoğlu hakkında yerel mahkemenin verdiği hapis cezası kararını kaldırıyor. Ancak Daire, Berberoğlu'nu "devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri açıklamak" suçundan beş yıl on ay hapis cezasına çarptırıyor.

Bu arada Enis Berberoğlu, cezaevindeyken 24 Haziran 2018 tarihindeki milletvekilliği seçimlerinde CHP İstanbul milletvekili olarak seçiliyor…

Kararın temyiz edilmesinin ardından dosyayı esastan inceleyen Yargıtay 16. Ceza Dairesi 20 Eylül 2018 tarihinde oy çokluğuyla, Enis Berberoğlu'na "gizli kalması gereken bilgileri açıklamak" suçundan verilen beş yıl on ay hapis cezasını onuyor. Yargıtay ayrıca Berberoğlu'nun milletvekilliği sona erinceye kadar cezasının infazının durdurulmasına ve salıverilmesine karar veriyor. Bu kararın ardından Maltepe Cezaevi'nden tahliye edilen Berberoğlu, 1 Ekim 2018 tarihinde TBMM Genel Kurulunda milletvekili yemini ederek hukuken milletvekili oluyor.

CHP'li Enis Berberoğlu’nun hakkında kesinleşmiş yargı kararına ilişkin cumhurbaşkanlığı fezlekesi sürpriz bir kararla TBMM Genel Kurulu'nda okutularak 05 Haziran 2020 tarihinde Berberoğlu’nun milletvekilliği düşürülüyor.

TBMM Genel Kurulunda milletvekilliği düşürülen Berberoğlu, aynı günün akşamı tutuklanarak cezasının kalan infazını tamamlaması için yeniden Maltepe Ceza İnfaz Kurumuna gönderiliyor.

Konu Anayasa Mahkemesi’ne taşınıyor. Anayasa Mahkemesi, 17 Eylül 2020 tarihinde verdiği kararla, Berberoğlu'nun, ‘’seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ile kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının oy birliğiyle ihlal edildiği’’ne karar veriyor. Anayasa Mahkemesi ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine hükmediyor. Ancak İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayarak, Berberoğlu'nun yeniden yargılanmasına yer olmadığına karar veriyor…

Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında, Anayasa Mahkemesi kararının Türkiye Cumhuriyetindeki bütün makamları bağladığını yazıyor. (T.C. Anayasası, Md. 153: Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir.  …..  Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.) Yani 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi kararını tanımayarak anayasayı ihlal suçunu işliyor…

Bunun üzerine Berberoğlu'nun avukatları, Anayasa Mahkemesine ikinci kez bireysel başvuruda bulunarak, ihlal kararının gereğinin yerine getirilmeyerek seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ile kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini ileri sürüyor...

Sonuç

Biraz uzun oldu ama işte yazımın başında verdiğim haber Anayasa Mahkemesinin bu ikinci müracaat üzerine verdiği karardır.

Anayasa Mahkemesi ilk kararını yineleyerek oy birliğiyle ikinci kez ‘’ihlal var’’ diyerek karar örneğinin, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine hükmediyor…

İşte burası öylesine bir devlettir ki vazgeçtim çağdaş bir devlette olması gereken  ‘’Hukukun Üstünlüğü’’ ilkesini, vazgeçtim devlet vasfı için asgari gereken ‘’Hukuk Devleti’’ ilkesini, ‘’Kanun Devleti’’ bile olamıyor. Bir mahkeme, Anayasa Mahkemesini tanımıyor, Anayasa Mahkemesinin kararını uygulamıyor… Ve bu mahkemeye de Türkiye Cumhuriyetinin devlet vasfını sağlamaktan sorumlu olan yetkililerce de hiçbir işlem yapılmıyor, bir tepki gösterilmiyor… 

20. yüzyılın en önemli filozoflarından olan Ludwig Wittgenstein’ın tek eseri olan ‘’Tractatus’’ (YKY, 1996) şu cümleyle bitiyor: ‘‘Üzerinde konuşulmayan konusunda susulmalıdır.‘‘ (Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen.)

Bu cümle Wittgenstein’in Tractatus’taki son cümlesi oluyor. Artık üzerinde konuşulacak bir şey kalmıyor... Türkiye Cumhuriyeti, pardon Tractatus işte bu şekilde bitiyor…

Adalet, toplum ve devlet ikinci bir Emile Zola’yı bekliyor…

Arz ederim.

Osman AYDOĞAN

 

 

İncecikten bir kar yağar tozar Elif Elif diye…

21 Ocak 2021

Geç geldi ama kar iyi geldi… İstanbul’da bile çatılarda ve yüksek yerlerde hala kar duruyor. Anadolu ise baştan başa kar altındadır. Yüksek yerlerde, rüzgâr ve tipi altında kar uğuldaya uğuldaya oradan oraya savrulup duruyor… İşte böylesine tozan kar bana Karacaoğlan’ı ve onun ‘’İncecikten bir kar yağar tozar Elif Elif diye’’ başlayan şiirini, bu şiirden bestelenen şarkıyı hatırlatıyor…

Karacaoğlan

Karacaoğlan, âşık edebiyatının en önemli saz şairlerindendin birisidir. Karacaoğlan’ın doğduğu yer hakkında birçok rivayet vardır.  Bu rivayetlere göre Karacaoğlan; Feke, Osmaniye, Gaziantep, Kilis, Aksaray, Elbistan, Binboğa, Ermenek, Mut ve Kırşehir Çiçekdağı illerinden olduğu rivayet edilir. Hatta Balkanlı, Belgradlı olduğu bile söylenir. Bu rivayetlerin içinde en kuvvetli olanı Karacaoğlan’ın Osmaniye ili Düziçi ilçesi Farsak köyünden olduğudur. Karacaoğlan lakabıdır, asıl adının da Hasan, İsmail, Halil veya Mehmet olduğu rivayet edilir.  

Hayatı ve çevresi hakkında kesin bilgilerin olmadığı Karacaoğlan’ın 17. yüzyılda yaşadığı bazı şiirlerine dayanarak 1606 veya 1636'da doğduğu, Toroslarda, Binboğalarda ve Tahtalı Dağlarında yaşadığı ve 1679 veya 1689 yılında öldüğü rivayet edilir. Dolayısıyla
Çukurova ve Toroslar - Tahtalı ve Binboğa dağlarında konup göçen Avşar Türkmenlerinden olduğu düşünülür. Şöhreti Azerbaycan, Kırım ve Balkanlar'a kadar ulaşır.

Mezarının yeri de doğduğu yer gibi farklı yerlerdedir. Başdere, Sorgun, Mut, Cezel, Düziçi, Tarsus, Zemzem Dağı, Hodu Yaylası ve Karaman'ın Sarıveliler ilçesinin şairin mezarının bulunduğu rivayet edilen yerlerden bazılarıdır.

Karacaoğlan, aşk ve doğa üzerine yalın Türkçeyle şiirler yazar. Şiirlerinde gurbeti, ayrılığı, ölümü, özlemi konu edinir…

Karacaoğlan’ının bu şiirlerinden en güzeli de ‘’İncecikten bir kar yağar tozar Elif Elif diye’’ diye başlayan şiiridir.

Elif

Arap alfabesinin ilk harfi olan ve aynı zamanda da Arap rakamlarında bir rakamını ifade eden ‘’Elif’’ harfi, özellikle klasik Fars ve Türk edebiyatlarında bir simge, hatırlatma ve benzetme unsuru olarak sevgilinin başta boyu olmak üzere çeşitli vasıflarını ifade etmek için yaygın biçimde kullanılan bir kelimedir. Türk edebiyatında manzum eserlerde sevgilinin boyu, uzunluğu ve düzgünlüğü sebebiyle ‘’elif’’e veya serviye benzetilir. 

’’Elif’’ adı, Arap alfabesinin ilk harfi olmasından dolayı ilk doğan kız çocuğuna verilen bir addır. Daha çok Anadolu'da kullanılır. Araplarda ‘’Elif’’ ismi kullanılmaz... Araplarda ilk doğan kıza Arap rakamlarında ''bir'' anlamına gelen ‘’Vahide’’ ismi kullanılır...

İncecikten bir kar yağar tozar Elif Elif diye

Karacaoğlan’ının ’İncecikten bir kar yağar tozar Elif Elif diye’’ isimli şiiri ilgili olarak da hayatı hakkında olduğu gibi çeşitli rivayetler vardır.

Bir rivayete göre Karacaoğlan, Kırşehir ili, Çiçekdağı (Mecidiye) ilçesi Mamalı köyünden Rıdvan adlı bir Türkmen’in oğludur. Bu bölgenin ağası olan Sarı Haliloğlu'nun kızı Elif'e âşık olur. Karacaoğlan Elif’i kaçırmak ister. Başarısız olunca da ağa korkusundan kaçarak Toroslardaki Türkmen beylerine sığınır. Ağadan korktuğu için memleketine dönemeyen Karacaoğlan, sazı omuzunda Elif'in aşkıyla diyar diyar dolaşır. (Müjgân Cumbur, ‘’Karacaoğlan, Şiirler’’, MEB. Yay., 2001)

Kerameti kendinden menkul ismini telaffuz bile etmek istemediğim bir zat ise Salâh Birsel’in hatıra kitabından (‘’Hacivat Günlüğü’’, Ada Yayınları, 1982) yola çıkarak ‘’Zaman’’ın  bir FETÖ gazetesinde “Karacaoğlan’ın Karı Meğer ‘İncecik’ Yağmazmış!” (11 Şubat 2008) başlığı ile yazdığı bir makalesinde Karacaoğlan’ın kar için söyleyip Elif’i çağrıştırdığı ‘’ince’’ sıfatının kardan değil de Elbistan’ın ‘’İncecik’’ köyünden geldiği anlamını çıkarıyor. Ki bu iddianın hiçbir bilimsel temeli yoktur. Bu iddia doğru olsaydı Türkçeyi arı ve duru mükemmel bir şekilde kullanan Karacaoğlan, “İncecikten bir kar yağar” yerine ‘’İncecik'te bir kar yağar..." şeklinde kullanırdı.

Bu iki rivayet de Karacaoğlan’ın hayat hikâyesine uymuyor.

Anonim bir rivayete göre; Toroslarda üç direkli, çok direkli Yörük çadırları kara kışta ayrı bir güzellik sergiler... Karacaoğlan ile sevdiği Elif’e oba beyinin oğlu huzur vermez. Kışın karlar rüzgâr ve tipi etkisiyle oba çadırların üzerinden sökülüp sökülüp yerlerinden havaya savrulur. Karlar havada tozarken rüzgâr ve tipinin de etkisiyle Karacaoğlan’a oba beyinin oğlu nedeniyle göremediği Elif’in adını fısıldar... Sonrasında tipi ve rüzgâr sesleri Elif’e dönüşür:

‘’İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye..’’

Doğru rivayetin de bu olduğunu değerlendiriyorum…

Bu şiir, Âşık Veysel dâhil âşıklar ve saz sanatçıları tarafından türkü formatında söylenir. Bu şiiri Sadettin Kaynak segâh makamında besteler, başta Müzeyyen Senar olmak üzere Muazzez Ersoy, Melihat Gülses gibi değişik sanatçılar tarafından seslendirilir. 1997 yılında kurulan müzik grubu ‘’İncesaz’’ın 2007 Haziran ayında çıkardığı beşinci albümü olan ‘’Beş/Elif’’iin 9. şarkısı olarak yer alır.

Bir dayanışma konseri

Bu seslendirmelerin ve yorumların hepsi güzeldir. Ancak bu şarkı bir yerde icra edilir ki daha önce seslendirilenlerden hepsinden güzel seslendirilir. Yaşadığımız salgın hastalık nedeniyle bu salgından olumsuz olarak etkilenen ve geçimini sadece müzik yaparak sağlayan müzisyenler için Anadolu Müzik Kültürleri Derneği ve Ankara Büyükşehir Belediyesi Kent Konseyi tarafından 26 Aralık 2020 Cumartesi günü ortaklaşa ''Müzik Üreticileri İçin Dayanışma Konseri'' düzenlenir. Bu konserin geliri bu durumda olan 40 müzisyene paylaştırılır.

Konserde icra edilen Karacaoğlan'ın bu şarkısını dinlemeyen ‘’Elif desin be desin’’ ancak ‘’Karacaoğlan dinledim’’ demesin. Bu şarkıyı dinleyince insanın Elif olası gelir. Bu şarkıyı dinleyince insan, rüzgârın, tipinin dağ başlarında savurduğu kar olur, Elif, Elif diye inler durur... Ardından üstüne sicim gibi yağmur yağar, sonra üstüne güneş vurur, nihayetinde de ılgıııın ılgın erir ve yok olur gider…   

Osman AYDOĞAN

Bu dayanışma konserinde Karacaoğlan'ın ''İncecikten bir kar yağar tozar Elif Elif diye'' şarkısı da icra edilir. Bu şarkıda Kayseri Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oya Levendoğlu, kendisi ses sanatçısı olmamasına rağmen hem ud çalar hem de bu şarkıyı söyler. Kendisine aynı fakültede görev yapan Dr. Öğretim Üyesi Nargiz Eminova ve farklı profesyonel grubuplarda perküsyonist olarak görev yapan Mustafa Göçer eşlik eder:

https://www.youtube.com/watch?v=RDrWo9mLc5k&feature=youtu.be


İncecikten bir kar yağar tozar Elif Elif diye


İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye

Elif'in uğru nakışlı
Yavru balaban bakışlı
Yayla çiçeği kokuşlu
Kokar Elif Elif diye

Elif kaşlarını çatar
Gamzesi sineme batar
Ak elleri kalem tutar
Yazar Elif Elif diye

Evlerinin önü çardak
Elif'in elinde bardak
Sanki yeşil başlı ördek
Yüzer Elif Elif diye

Karacaoğlan emelerim
Gönül sevmez değmelerin
İliklenmiş düğmelerin
Çözer Elif Elif diye

Baki Yaşa Altınok, "Öyküleriyle Kırşehir Türküleri, Destanları, Ağıtları" (Oba Yayıncılık, 2003) adlı kitabında şiiri şu şekilde aktarır: (S. 53-54)

İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif deyi
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif deyi

Elif'im uğru nakışlı
Yavrı balaban bakışlı
Yayla çiçeği kokuşlu
Kokar Elif Elif deyi

Elif kaşlarını çatar
Gamzesi sineme batar
Ak elleri kalem tutar
Yazar Elif Elif deyi

Evlerinin önü çardak
Elif'in elinde bardak
Sanki yeşil başlı ördek
Yüzer Elif Elif deyi

Karac'oğlan eğmelerin
Gönül değmez değmelerin
İliklemiş düğmelerin
Çözer Elif Elif deyi

 

 

Küfretmek istiyorum!

21 Ocak 2021

Pek TV izlemeyen ben son günlerde hangi kanal olursa olsun haber programlarını, açık oturumları izleye izleye terbiyem, âdâbım, ahlâkım da bozuluyor!

TV’de haberleri, açık oturumları izlerken bu sefer de İranlı sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati’nin bir sözü geliyor aklıma: ‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’

Aklıma bu söz geliyor ama genç arkadaşlarıma bu söz için bir açıklama yapmam gerekiyor: ‘’Sûret’’ biçim, görünüş, kılık anlamına gelen Arapça bir sözcüktür. ‘’Sîret’’ ise iç güzellik, gönül ve kalp güzelliği, derinlik anlamına gelir.

Bu açıklamadan sonra da Ali Şeriati’nin bu sözüne de bir düzeltme yapmam gerekiyor. Ali Şeriati'nin sözünde geçen "sûret-i haktan görünerek" ifadesinin ''suretâ haktan görünerek" olması gerekiyor.  Çünkü "sûret-i haktan görünerek'' dediğimiz zaman, "Hak suretinde" yani "Hak görünümünde" anlamı çıkıyor. Oysa "suretâ haktan görünerek" dendiğinde, doğrudan "görünüşte haktan yana imiş gibi yaparak" anlamına geliyor deyim. Çünkü ‘’suretâ’’ sözcüğü de zahiren, görünüşte anlamına gelir.

Görüldüğü gibi sözün anlamı "görünüşte haktan yana imiş gibi davranarak başka bir amaç gütmek" olduğu için, doğrusu Ali Şeriati’nin söylediği gibi "sûret-i haktan görünmek" değil, "suretâ haktan görünmek"tir. Sanıyorum, ''suretâ haktan görünmek'' deyimi zamanla ''sûret-i haktan'' görünmek olarak bir "galat-ı meşhur" yani ''yaygın kullanılan ve bu nedenle de kabul gören bir yanlış'' olmuş.

Ancak ben, o meş’um perdede vaaz kürsülerini işgal etmiş suretâ haktan görünen sîretsiz sûretleri, o suratsız adamları gördükçe, haberleri dinledikçe ve haberlerin öznelerini düşündükçe de dediğim gibi terbiyem, âdâbım, ahlâkım bozuluyor ve işte o zaman da aklıma şiirler geliyor…

İlk olarak aklıma, Ahmet Arif'in ilk ve tek şiir kitabı olan ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' (Metis Yayıncılık, 2008) kitabında yer alan ‘’Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi’’ isimli şiirinde geçen şu dizeleri geliyor:

‘’Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır..’’

İkinci olarak da Nazım Hikmet’in pek bilinmeyen bir şiiri aklıma geliyor: ‘’Küfretmek İstiyorum’’ (‘’İlk Şiirler’’, Yapı Kredi Yayınları, 2007, s.165)

Küfretmek istiyorum

Beyaz getrleri, beyaz eldivenleriyle o 
karşımızda
beyaz tırnaklı bir katır gibi dolaşırken
sen
sopa çekmek istiyorsun.
Ben
küfretmek istiyorum.
Kızını, kısrağını, karısını sıradan geçirerek 
rugan iskarpinlerinin 
deliklerine dek…
Küfretmek istiyorum
ona bir an sövmesem
çişi gelmiş çocuk gibi sıkışıyorum.
Neyleyeyim be?
İçimden geliyor bu:
Küfretmek istiyorum...

Moskova, 16 Teşrin-i Evvel, 1922

Haberlere bakıyorum, haberlerin öznelere bakıyorum, vaaz kürsülerini işgal etmiş suretâ haktan görünen sîretsiz sûretlere bakıyorum. ''Bunlar, engerekler ve çıyanlardır, bunlar, aşımıza, ekmeğimize göz koyanlardır..’’ diyorum. Sonra da ''Neyleyeyim be? İçimden geliyor bu: Küfretmek istiyorum...'' diyorum..

Osman AYDOĞAN

 

Temcit füzeleri 

17 Ocak 2021

‘’Temcit’’ ve ‘’temcit pilavı’’

‘’Temcit’’; tazim, sena ve dua etmek anlamında kullanılan Arapça kökenli bir sözcüktür. Temcit, aynı zamanda kutsal üç aylar olan Recep, Şaban ve Ramazan ayları süresince, sabah ezanından sonra minarelerden belli makamlarda okunan bir ilahidir.

Temcidin Ramazan ayında ayrıca şöyle bir işlevi de vardır: Temcit, Ramazan ayında sabah ezanından yaklaşık on – onbeş dakika önce okunarak sahura kalkamayanların sahura kalkmasına yardımcı olur. Daha önce sahura kalkmayı kaçırmış ancak temcidi duyarak sahura kalkanlar –yeni yemek yapmak için vakit kalmadığından- akşamdan kalma yemeklerini alelacele ısıtıp sahurlarını eda ederler. Bu yemeklerin de başında pilav gelir. İşte bu şekilde ikinci kez ısıtılarak sahur sofrasına konulan akşamdan kalma pilava da "temcit pilavı" denir. Yani ‘’temcit pilavı’’ ayrı, farkı ve özel bir pilav değildir.

‘’Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürmek’’ deyimi de buradan gelir. Bu deyim aynı zamanda bir olayın veya durumun bıktırırcasına (akşam yemeğini sahurda ısıtarak yemek gibi) tekrar tekrar gündeme getirilmesini eleştirmekte kullanılan bir deyiştir.

S-400 füzeleri

Biliyorsunuz aylardır S-400 ile yatıp S-400 ile kalkıyoruz. Dolaysıyla da yazımın başlığını da hoş göresiniz. S-400 füzeleri oldu artık temcit füzeleri…

Son üç güne bir geri gidelim…

Günlerden 14 Ocak 2021, Perşembe günü. Bir grup gazetecinin sorularını yanıtlayan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, gazetecilere şu demeci veriyor:  (Demecin ana hatları)

"ABD ve Avrupalılarla görüştük. Maliyet, teknoloji transferi, ödeme şartları, teslimat, üretim gibi konularda maalesef uygun cevaplar alamadık. Buna olumlu cevap veren Rusya'dan bunu ülkemiz için temin etmemiz gerekti. Halen (birinci paket için) kontrol ve muayeneler, kabul testleri var, bunlar sürüyor... Ortada S-400 ile F-35'in çalışmasından çıkacak problemler olduğu iddiası var. 'Beraber çalışalım' dedik, ABD'li müttefiklerimiz S-400 olduğu sürece ortak çalışma olmayacağı görüşündeler... ABD tarafı çözüm isterse teknik düzeyde çalışmalarla buna çözüm bulunabilir... ABD ile ortak yapabileceğimiz işler var, hem iki ülkenin hem NATO hem bölge ve dünya yararına... ABD'li müttefiklerimizin durumu anlamasını bekliyoruz. Öbür türlü ısrar, inat olduğu sürece olay sürüncemede kalıyor. Müttefikliğe uygun olmayan tehdit dili, yaptırımların kabulü mümkün değil. F-35 için ciddi zaman ve enerji harcandı. Bunun durdurulması ciddi sorun... Biz şimdi hasım mıyız? Biden döneminde ABD'nin bu kararını gözden geçirmesini ve normalleşmeye geçmeyi bekliyoruz. Bu toplantının (Patriot – S-400 uyumu ile ilgili) yeniden başlatılmasını bekliyoruz. Ama konuşma, cevap olmadan yaptırımlarla, tehdit diliyle bir yere varmak mümkün değil. Diyalogla ancak çözüm bulabiliriz. İki ülkenin askerî alanda işbirliği ve müttefikliği varken CAATSA yaptırımlarını yanlış buluyorum.’’

Günlerden 15 Ocak 2021, Cuma günü. Cuma namazı çıkışışında Cumhurbaşkanı Erdoğan, S400 konusu hakkında gazetecilere şu açıklamayı yapıyor:

"Bizim savunma sanayine yönelik atacağımız adımları hiçbir ülke belirleyemez. Bu tamamıyla bizim alacağımız karara bağlıdır. Biz Rusya ile S400 için birinci paketi halletmiştik, şimdi de ikinci paket devam ediyor. Ay sonu Rusya ile görüşmelerimiz olacak. Biden yönetiminin bu noktada ne diyeceğini bilmeyiz. Bileceğimiz tek şey, Trump döneminde olduğu gibi kendi savunma noktasında adımları bir yerden izin alarak atamayız. Biz bir NATO ülkesiyiz. NATO'da birlikte olduğumuz ülkelerin bize yön vermesini kabul edemeyiz. Çok ciddi bir parayı ödediğimiz halde F-35'ler ne yazık ki hala verilmedi. Bu tabii bizim uluslararası diplomaside Amerika'nın bir müttefik ülke olarak bize yaptığı çok ciddi bir yanlıştır. Temenni ederim ki Sayın Biden'ın görevi üstlenmesiyle birlikte görüşmelerimizi yaptıktan sonra, çok daha olumlu adımları atar ve bunları da yoluna koyarız." 

Şimdilik bu demeçler burada kalsın. Şöyle bir yakın tarihe gidelim…

Türkiye’nin uzun menzilli hava savunma sistemleri arayışı ve ihale süreci

Türkiye uzun menzilli hava savunma sistemleri alımı için ihaleye çıkarak dört ülke ile görüşmeler yapıyor. Bu ülkelerden ABD; Patriot,  Çin; FD 2000, Rusya; Antey 2500 ve Fransız-İtalyan ortaklığı; Samp-T füzeleri ile ihaleye katılıyor. Bu ülkelerle uzun süre görüşmeler yapılıyor.

Bu konu Türkiye’de yanlış ve eksik bilindiği için bu konuyu biraz açarak uzun uzun anlatmam gerekiyor.

Bu görüşmelerde Türkiye hep ‘’yerli katkı ve offset’’ şartını koyuyor. Hiçbir ülke bu görüşmelerde füze teknolojisini vermese de araç, taşıt ve rampa gibi parçaların Türkiye’de üretilmesine hayır demiyor… Bu konuda Çin yaklaşık %28 oranında yerli katkıya onay veriyor. ABD de Patriot füze sisteminde araç, taşıt ve rampa gibi parçaların Türkiye’de üretilmesine %8 gibi yerli katkı payı sunuyor. Ancak Rusya yerli katkı konusuna hiç sıcak bakmıyor ve sıfır yerli üretimle teklifinde ısrarcı oluyor…

Bu ihale 2013 yılında sonuçlanıyor. Rusya’nın teklifi olan Antey 2500 füzeleri için yerli katkı payı sunmadığı ve fiyatı en yüksek olduğu için Rusya ihaleden eleniyor. İhalede firmaların verdikleri fiyat teklifleri de şu şekilde oluyor: Çin, FD 2000 için: 3.5 milyar dolar, Fransa-İtalya ortaklığı Samp-T için: 4.4 milyar dolar ve ABD, Patriot için: 4.5 milyar dolar fiyat veriyorlar. Dolaysıyla yerli katkı ve fiyat açısından uygun olduğu için ihaleden Çin birinci sıradan çıkıyor. Rusya ihaleden elenmesine rağmen Putin işin peşini bırakmıyor ve başlangıçta verdiği 9.9 milyar dolar olan teklifini fiyat konusunda yenileyerek, 5.2 milyar dolardan aşağıya çekiyor… Ancak Rusya’nın bu teklifi de dikkate alınmıyor.

Ancak ihale de sonuçlanmıyor. Savunma Sanayii Müsteşarlığı, ABD; Patriot, Çin; FD 2000 ve Fransız-İtalyan ortaklığı; Samp-T füzeleri ile ihaleye katılan üç firmaya tekliflerini yenileyerek, 31 Ocak 2014 tarihine kadar vermelerini istiyor.

31 Ocak 2014 tarihli İcra Komitesi Toplantısı'nda ihaleye katılan firmaların teklifleri değerlendiriliyor. Bu tekliflerde Çin, ortak üretim ve yüzde 30 yerli katkı oranı ile birinci sırada kalıyor. Fransız-İtalyan ortaklığı yerli katkı oranını yüzde 10-12 arasında tutarak ikinci sırada kalıyor. ABD ise Patriot için ilk teklifinde %8 olarak sunduğu yerli katkı oranını %30 civarına çıkarıyor ancak üçüncü sırada kalıyor.

İhaleyi 3.5 milyar dolar fiyat önerisi ve 80 puanla birinci sırada tamamlayan Çin, ortak üretim ve 1.1 milyar dolarlık iş payı sunuyor. Türkiye-Çin ortak üretimi FD 2000 tipi Uzun Menzilli Füzelerin üretimi Ankara'da yapılması düşünülüyor. ROKETSAN, ASELSAN ve AYESAŞ füze üretiminde 1.1 milyar dolarlık bir iş hacmiyle Çinlilerle ortak üretimi planlanıyor. Türkiye'de üretilecek olan FD 2000 tipi Uzun Menzilli Füze savunma sistemlerinin taşınması ve havaya fırlatılması için 250 adet BMC kamyonu füze rampalarının taşıyıcı özelliğine göre modifiye edilerek yararlanılması öngörülüyor. Ayrıca Türk mühendisleri tarafından tasarlanacak olan Yüksek İrtifa Gelişmiş Hava ve Füze Savunma Sistemi'nin üretilmesinde Çin'in Türkiye'ye teknik destek sağlaması da öngörülüyor. 

Ancak ihale sonuçsuz kalıyor. Türkiye ihalede birinci çıkan Çin ile bir sözleşme imzalamıyor.

İhaleden ikinci sırada kalan Fransız-İtalyan ortaklığı; Samp-T füzeleri için Fransa, İtalya ve Türkiye’nin savunma bakanları, 8 Kasım 2017 tarihinde NATO sistemleriyle uyumlu ortak hava savunma sistemi üretimi için niyet beyanı imzalıyorlar. Bunun ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Paris ziyareti esnasında 05 Ocak 2018 tarihinde Eurosam’ın  (Eurosam; Fransa ve İtalya ortaklığında kurulan özel bir savunma sanayi şirketidir) Türk savunma sanayi şirketleri ASELSAN ve ROKETSAN’la Samp-T hava savunma sisteminin geliştirilerek ortak üretimini konusunda bir anlaşma imzalanıyor… Bu anlaşmaya göre İtalya-Fransa-Türkiye'nin ortak olduğu hava savunma sistemi 2020’li yılların ortalarında üretilmesi öngörülüyor… Ancak anlaşma yürümüyor….

Bu arada, 24 Kasım 2015 tarihinde sınır ihlâli nedeniyle Suriye-Türkiye sınırında bir Rus uçağı Türkiye tarafından düşürülüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 12 Eylül 2017 tarihinde Rus yapımı S-400 füze savunma sisteminin satın alınması konusunda imzaların atıldığını ve Türkiye'nin kapora ödemesini Moskova'ya gönderdiğini açıklıyor. O günkü Hürriyet gazetesinin haberine göre, Kazakistan'dan Türkiye'ye dönerken uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, "S-400 ile ilgili arkadaşlarımız imzalarını attılar. Bildiğim kadarıyla kaporayı da verdiler" diyor…

Bir başka anlatımla; Türkiye, Antey 2500 füzeleri ile ihaleye katılıp ihaleden elenen Rusya’dan ihale olmaksızın anlaşarak 2.5 milyar dolar tutarında hiçbir yerli katkı olmaksızın S-400 füze sistemleri satın alıyor…

''ABD, Türkiye'ye Patriot satmak istemedi'' diye basında bir söylem bulunuyor. Anlattığım gibi bu söylem doğru değildir. ABD, Türkiye'ye Patriot satmak istediği gibi hatta füze teknolojisi hariç araç, taşıt ve rampa gibi Patriot parçalarını Türkiye’de üreterek %30 civarında bir yerli katkı imkânı bile sunuyor…  

Uzun menzilli hava sistemleri üretiminde hiçbir ülke füze teknolojisini bir başka ülkeye vermediğini burada tekrar aktarmak istiyorum…

Türkiye, uzun menzilli hava savunma sistemlerinden hangisini alacağına karar verme sürecindeyken ABD bir yasa çıkarıyor…

CAATSA

2 Ağustos 2017 tarihinde Başkan Trump,  CAATSA (Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) yasasını imzalıyor…

CAATSA, “Rusya Federasyonu’nun savunma ya da istihbarat sektörleriyle ya da bunlar adına çalışan kurum ve kişilerle önemli düzeyde alışverişte bulunan kişi ve kurumlara yaptırım uygulanmasını" öngören ve İran, Kuzey Kore ve Rusya’ya uygulanan yaptırımların da dayanağı olan bir yasa idi....

ABD Başkanı Trump, 70 sayfalık CAATSA metninde listelenen 12 yaptırım kaleminden en az beşini bu yaptırımları delen ülkeye karşı bu yasa gereği uygulamak zorunda kalıyor…  

İnsan sormadan edemiyor

Bu yasanın Trump tarafından imzalandığı tarih, girişte bahsettiğim gibi 2 Ağustos 2017.

Türkiye’nin ise Rusya’dan S-400 alımı ile ilgili olarak karar verdiği tarih ise yukarıda anlattığım gibi 12 Eylül 2017… Yani ABD’de CAASTA, 2 Ağustos 2017 tarihinde Başkan Trump tarafından imzalanıyor ve bu tarihten 40 gün sonra da Türkiye Rus yapımı S-400 almak için Rusya ile anlaşma imzalıyor.

Yani insan sormadan edemiyor; CAASTA’nın öngördüğü yaptırımları bile bile Rusya ile nasıl oluyor da S-400 anlaşması imzalanıyor? Ülkenin yetkililerini uyaracak hiç mi bir hariciyecisi yoktu, hiç mi bir askeriyesi, hiç mi bir aklıselimi yoktu?

ABD tarafı, S-400’ler imzalandıktan sonra da Trump tarafından imzalanan CAASTA yürürlüğe girmeden önce Türkiye’ye göreceği zararlar doğrultusunda uyarı üstüne uyarı yapıyorlar.

CAASTA Türkiye’ye karşı uygulanıyor

CAATSA, 2 Ağustos 2017 tarihinde imzalanmasından sonra yasa, bürokratik süreci izleyip ABD Başkanı Trump tarafından 14 Aralık 2020 tarihinde onaylanıyor.  

Bu şekilde NATO tarihinde ilk kez ABD, bir NATO müttefikine, Türkiye’ye,  “ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası” (CAATSA) bağlamında yaptırım uygulamış oluyor…

CAASTA yaptırımları neler getiriyor

Bu CAATSA yaptırımları ilk kez bir NATO üyesine uygulanıyor. Her ne kadar ABD’li yetkililer yatıştırıcı açıklamalar yapsalar de bu yaptırımlarla Türkiye, bir nevi ABD'nin düşmanı olarak kabul ediliyor…

Yaptırımların içeriğini ve neler öngördüğünü bu sitemde 19 Aralık 2020 tarihinde ‘’S-400 ve ABD CAATSA yaptırımları’’ başlığı ile anlatmıştım. Bu yazımda CAASTA’nın ne getirip ne götürdüğünü detaylıca izah etmiştim.

Ancak yine de CAASTA’nın ne getirdiğini çok özetle şunları söyleyebilirim:  

Türkiye F-35 programından çıkarılıyor, Türkiye, önceden parasını ödediği (1.25 milyar dolar)  F-35 savaş uçaklarını alamıyor... ABD 2021 yılı Savunma Bütçesinde bu paranın Türkiye’ye geri ödenmesi öngörülüyor. ABD, F-35 üretim programı kapsamında Türkiye’nin üreteceği 11.5 milyar Dolarlık ileri teknoloji F-35 parça siparişini de iptal ediliyor. Ancak Kale, Alp Havacılık ve TAİ gibi şirketlerde üretimi başlamış olan parçalar 2022 yılına kadar azalarak üretimlerine devam edip bu tarihte üretimleri sona eriyor. Türkiye ile ABD savunma kuruluşları arasındaki ilişkiler donduruluyor… SSB, artık ABD’den teknoloji alamıyor.

CAATSA yaptırımlarının Türkiye’ye yönelik en büyük etkisi Türkiye'nin savunma alanında işbirliği yaptığı diğer ülkelerle olan ilişkilerine yansıyacağı ve CAATSA yaptırımlarının bu ülkeleri de etkileyerek baskı altına alacağı değerlendiriliyor… Artık bu ülkeler Türkiye ile yapacakları Savunma Sanayi işbirliğinde ABD’nin ağırlığını hissedecekleri değerlendiriliyor…

Bu kapsamda ATAK Saldırı Helikopteri Projesi, Altay Tankı Projesi, Milli Muharip Uçak Projesi ve Hava Savunma Sistemleri projelerinin olumsuz olarak etkileneceği değerlendiriliyor.

Türkiye, bu yasanın öngördüğü daha büyük yaptırımlar nedeniyle 2,5 milyar Dolar ödeyip Rusya’dan satın aldığı S-400 füzelerini 2019 yılı Eylül ayından beri aktif hale getiremiyor…

Türkiye, S-400 nedeniyle, motoru ABD menşeli olmasından dolayı ABD ihraç lisansı vermediği için Pakistan’a satışını yaptığı 1.5 milyar Dolarlık ATAK Saldırı Helikopterini üretip teslim edemiyor…

Almanya izin vermediği için Altay Tankı Projesi, Fransa izin vermediği için Eurasam ile anlaşması yapıldığı halde Samp-T hava savunma sistemini projesi ilerlemiyor.

Özellikle CAATSA yaptırımlarının devreye girmesi ABD’de devam eden Halkbank davası, Zarraf davası gibi henüz sonuçlanmamış davaları da menfi yönde etkileyeceği değerlendiriliyor…

Ayrıca ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, S-400'ler Türkiye'de kaldığı veya Türkiye, S-400 konusunda ABD'yle uzlaşmadığı sürece, yaptırımların artarak devam edeceği anlamında açıklamalarda bulunuyor... 

Türkiye S-400 le yatıp S-400 ile kalkarken ve bu nedenle de ABD ile papaz olmuşken, F-35, Altay Tankı, ATAK projelerinde sorun yaşarken Türkiye’de bakın neler oluyor?

3. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresi

Cumhurbaşkanlığı Askerî Danışmanı Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi liderliğinde 2017 yılından bu yana da her yıl "ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongreleri" düzenleniyor. (ASRİKA ‘’ASYA-AFRİKA’’)

Bu kongrelerin amacı; “İslâm Ülkeleri Konfederasyonu’’ kurarak ortak yargı, ortak savunma, ortak dış politika ve ortak icra organlarının kurulması olarak öngörülüyor.

Bu maksatla da bir taslak ‘’anayasa’’ hazırlanıyor. Bu taslak anayasada bu devletin başkenti İstanbul, resmi dili Arapça olarak ifade ediliyor. Bayrak ise, “şekli kanunla belirlenen kırmızı-yeşil zemin üzerine beyaz ay ve milli devlet sayısı kadar yıldızlı bayrak” olarak ifade ediliyor.

Bu kongrelerin üçüncüsü 19-20 Aralık 2019 tarihinde “İslâm Birliği İçin Ortak Savunma Sanayi Üretiminin Usul ve Esaslarının Tespiti” başlığında, “ASRİKA Ortak Savunma Sanayi Üretimi” ana temasında, 45 İslâm ülkesinden temsilcilerin katılımıyla icra ediliyor…

ASRİKA İslam Devletleri Konfederasyonu kabinesinde, Savunma Sanayi Bakanlığı beş bakanlıktan birisi olarak teşkil ediliyor ve Savunma Sanayi Bakanlığı’na bağlı olarak İslam devletlerinde Savunma Sanayi Ürünü ile ilgili olarak; ortak üretim, AR-GE, standardizasyon, sertifikasyon, akreditasyon, kodifikasyon ve bakım onarım merkezlerinin teşkil edilmesi öngörülüyor…

Bu kongre Cumhurbaşkanlığı Askerî Danışmanı liderliğinde ve devlet kurumlarının ve AKP’li belediyelerin sponsorluğunda yapılıyor…

Tabii ki bu kongrelerden ne ABD’nin ne de Almanya’nın haberi oluyor!… Basına açık bu kongreleri kimsecikler duymuyor. Sonra da ABD bize niye F-35 programından çıkarıyor, niye ATAK motoru ihracına izin vermiyor, niye Patriot teknolojisi vermiyor, Almanya bize niye Altay Tankı için tank motoru vermiyor diye kafa yoruyoruz…

NATO ve AB Liderler Zirvesi

ABD’de Joe Biden 20 Ocak 2021 tarihinde göreve başlıyor. Önümüzde 17 Şubat 2021 tarihinde NATO Liderler Zirvesi, 25 Mart 2021 tarihinde ise AB Liderler Zirvesi bulunuyor…

Hem Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve hem de Milli Savunma Bakanı Akar tarafından son aylarda yaptıkları açıklamalarda ABD ve AB’ye ılımlı mesajlar veriliyor.

Bu açıklamalarda; Türkiye’nin yerinin ve geleceğinin Avrupa’da olduğu, Türk milletinin AB’ye tam üyeliği arzu ettiği, AB ile müzakerelerde yeni bir beyaz sayfa açmak istedikleri, ülkede hukuk ve ekonomi reformları yapacakları mesajlarını veriyorlar. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan, 12 Ocak 2021 tarihinde AB ülkeleri büyükelçileriyle yaptığı toplantıda onlara şöyle sesleniyor. “2021-2023 arası AB Ulusal Eylem Planımızı güncelledik. Bu süreçte sizden gerek Brüksel’e gerek başkentlerinize yapacağınız yönlendirmelerle Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasına destek vermenizi bekliyoruz.”

Bu açıklamaların hem 17 Şubat 2021 tarihinde yapılacak olan NATO Liderler Zirvesine hem de 25 Mart 2021 tarihinde yapılacak olan AB Liderler zirvesine dönük olduğu değerlendiriliyor.

Sonuç

Bir taraftan ABD’ye bizi niye F-35 programından çıkardı, niye bize Patriot teknolojisi vermiyor diye sitem ediliyor. Diğer taraftan Rusya’dan S-400 alınıyor. Hatta ikinci parti S-400’lerin satın alınmasından bahsediliyor. Bir diğer taraftan ise Cumhurbaşkanlığı Askerî Danışmanı liderliğinde, devlet kurumlarının sponsorluğunda kongreler düzenleyip bu kongrede “İslâm Ülkeleri Konfederasyonu’’ kurarak ortak yargı, ortak savunma, ortak dış politika, ortak icra organlarının kurulmasının yanında ‘’ortak savunma sanayi’’ kurulması planlanıyor…

Bu arada da her daim S-400 füzeleri temcit pilavı gibi habire gündeme getiriliyor. Ülkenin acil güvenlik ihtiyacı için S-400 uzun menzilli hava savunma sistemi alınıyor ancak bu silahlar bir buçuk yıldır aktif hale getirilemiyor. S-400’le sorun oluyorsa eğer iade de edilmiyor veya bir üçüncü ülkeye hibe de edilmiyor… Tam tersi ikinci parti S-400 alımından bahsediliyor…

17 Şubat 2021 tarihinde, CAASTA gölgesinde yapılacak olan NATO Liderler Zirvesine ve 25 Mart 2021 tarihinde, 11-12 Aralık 2020 tarihindeki AB Liderler Zirvesinde alınan yaptırımlar gölgesinde yapılacak olan AB Liderler Zirvesine kadar bu soruna bir çözüm bulunması gerekiyor ancak bu yönde söylem dışında bir eylem de gözükmüyor…

Aylardır diyeceğim ama yıllara döndü. Eylül 2019 tarihinde beri S-400 ile yatıp S-400 ile kalkıyoruz.. S-400 füzeleri oldu artık temcit füzeleri…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

 

Vatanım boylu boyunca kar altındadır

20 Ocak 2021

19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire’nin (1821-1867) bir sözü vardı. Derdi ki Baudelaire; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir.’’ 

Üç – dört gündür yağan kardan sonra haberler de bütün ülkeyi kar altında gösterince ve Ankara'ya da kar yağınca aklıma Ahmed Arif’in ‘’Karanfil Sokağı’’ isimli şiiri geliyor. Bu şekilde de Baudelaire’nin dediği gibi hata içinde kalmayıp üstadın tavsiyesine de uyalım istedim.

Karanfil Sokağı

‘’Karanfil Sokağı’’ Ahmed Arif’in muhteşem şiirlerinden bir tanesidir... Bu şiir Ahmet Arif'in ilk ve tek şiir kitabı olan ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' (Metis Yayıncılık, 2008) kitabında yer alır. Şiir şu dizelerle başlar:

‘’Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.

Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-toros ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler          
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.’’

Şiir uzundur ama bu uzunluğu sanki şiirin son kıtası için yazılmıştır. Karanfil Sokağında bir kafede dal gibi, fidan gibi güzel bir kız oturmaktadır. Ancak bu kız oralı değildir; Altındağ’dan ya da İncesu’dandır… Yanakları al aldır, şarkısı bir yangın şarkısıdır. Şiirin tamamını yazımın sonunda vereceğim ama önce bu kısmını okuyalım:

‘’Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.’’

Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e

Ahmed Arif’in ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde geçen kadının Leyla Erbil olduğu iddia edilir. Bu kanıyı güçlendiren ise Ahmet Arif’in âşık olduğu Leyla Erbil'e yazdığı mektuplardan oluşan kitabıdır: ''Leylim Leylim Ahmed Arif'ten Leyla Erbil'e Mektuplar'' (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019)

Ancak ben; Ahmed Arif’in ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde geçen kadının Leyla Erbil olmadığını düşünüyorum. Şöyle ki; Leyla Erbil İstanbulludur, kentsoyludur ve Leyla Erbil'in tüm tahsil hayatı İstanbul'da geçer... Leyla Erbil Ankara’da hiç bulunmaz… Leyla Erbil, hele hele o zaman bir gecekondu semti olan şiirde de adı geçen ne Altındağ ne de İncesu'dandır... Zaten şiirde de geçen kadının da ''saksıda boy vermesi'' sanki kentsoylu bir kadını değil de taşralı, gecekondudan bir kadın olduğunu anlatır gibidir... Dolayısıyla Ahmet Arif'in bu şiirinde bahsettiği kadının Leyla Erbil olmadığını düşünüyorum...

Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektupları da değerlendirecek olursam: Bu mektuplarda Franz Kafka'nın Sevgili Milena'sına, Halil Cibran'ın âşık olduğu Mey Ziyâde'ye yazdığı mektuplardaki derinlik yoktur diye düşünüyorum. Bu kadarını söylemek isterim.

Ankara'ya Öyle Yakışırdı ki Kar

Yılmaz Erdoğan, ‘’Ankara'ya Öyle Yakışırdı ki Kar’’ şiirinde Ahmed Arif’e ve bu şiire bir nazire yapar. Şiir yazarın ‘’Sahiler Düş Düşler Sahi’’ (Sel Yayıncılık, 2009) isimli kitabında yer alır. Şiir uzun, şiirin tamamını meraklıları için yazımın sonunda  vereceğim, şiirin son bölümü şu şekildedir:

‘’Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.... 
Ha sonra belki Ahmed Arif’in aklına 
Hiçbir şairin aklına gelmeyecek 
-çünkü hiç kimse bir daha Ankara'yı 
O'nun kadar sevemeyecek -bir şiir islenir: 
Kar altındadır varoşlar 
Hasretim, nazlıdır Ankara..... 
Ustam yine sen bilirsin ama 
Hangi aralıkta bir şair ölmüşse 
İşte o, en netameli aydır bence. 
Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar... 
Asfaltlar ışıldar... 
Yalanlar... 
Şimdi ve sonra ne zaman Ankara’ya kar yağsa 
Elim gönlüm, çocukluğum buz tutar.’’

Dönemeç

Ahmed Arif, ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde ‘’Bir dal süzülür mavide’’ diye bir kadından bahsederdi ya. Necip Fazıl da muhteşem ‘’Dönemeç’’ şiirinde de Ahmet Arif’in ‘’Karanfil Sokağı’’ şiirinde geçen böylesi bir kadından ve böylesine bir yıldırım aşkından bahseder:

‘’Bir kadın sapıverdi önümden dönemece; 
Yalnız bir endam gördüm, arkasından, ipince. 
Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim, 
Çarpıldım sendeledim.’’

İşte böylesine büyülü, efsunlu bir kuvvettir şiir... ''İpince bir endam'' ve ''mavide süzülen bir dal'' ile iki ucu birleştirir... İşte bu nedenle derdi zaten Ceyhun Atuf Kansu: ''Şiir yazılan toplumda asla umut kesilmez.” 

Şimdi şiir vaktidir… Bir buluşma yeridir şimdi şiirlerimiz, türkülerimiz, hüzünlerimiz... Şimdi hepimiz aynı karın altında değil miyiz?...

Ben "mucip sebebin" bilirim ve "kâfi delil" ortadadır...
Şimdi ve sonra

Ne zaman Ankara'ya kar yağsa

Elim, gönlüm, çocukluğum, buz tutar...
Benim gönlüm hala Ankara’dadır…

Osman AYDOĞAN

Ahmed Arif’in sesinden ‘’Karanfil Sokağı’’:
https://www.youtube.com/watch?v=kLPe-peNcLg

İşte o muhteşem şiir:

Karanfil Sokağı

Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.

Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-toros ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler          
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.

Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.

Şarkılar bilirim çığ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca'nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie'nin
Kar altındadır.

Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.

Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.

Hatıp Çay'ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir'de
Karanfil Sokağında gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
"mucip sebebin" bilirim
Ve "kâfi delil" ortada...

Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al - al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.

Ahmed ARİF

Yılmaz Erdoğan

‘’Vizontele’’, ‘’Organize İşler’’, ‘’Kelebeğin Rüyası’’, ‘’Ekşi Elmalar’’ gibi filmleri yöneten şair, senarist ve yönetmen Yılmaz Erdoğan; ‘’Kayıp Kentin Yakışıklısı’’ (Sel yayıncılık, 1996) , ‘’Anladım’’ (Sel Yayıncılık, 2009), ‘’Sahiler Düş Düşler Sahi’’ (Sel Yayıncılık, 2009) ve 2020 yılında yayınlanan ‘’Bin Aşık Yılı Uzakta’’ (İnkılâp Kitapevi, 2020) isimli şiir kitaplarının da sahibi. İşte Yılmaz Erdoğan’ın o güzel Ankara şiiri:

Ankara'ya Öyle Yakışırdı ki Kar

Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar
Asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar
Kimse kemen çalmazdı belki ama
Çok keman çalınsın balolarında diye yapılmış
Gri, sisli, binalar...

Alnının ortasında 
Ciddi bir devlet asabiyeti
Çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar
Bu zulüm, bu sevda bitmezmiş
Sevmek bir halkı sevmekse
Aşk o zaman sevmekmiş
(Biz bir şeyi delice severiz ama Tanrım neyi)
Kahve önü çatlak mozaik
Bel kemiğine tehdit kürsüler üstünde 
Çok sigara içen 
Öğrenciler...

Bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken
Hep onu sevmeyenleri severek
Hep onu sevenin gözlerinden Kalabalıklara kaçarak
Karışarak toplumcu, gerçekçi yalnızlıklara
Yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını 
Bir İzmirli güzele dayatmak varken
(Hep kardeş olacak değiliz ya,
Yaşasın halkların sevgililiği)
Soyut bir sevdaya beşik kertilmiş olan
Dağda çoban, şehirde şark çıbanı sayılan
Fırat'ın büyük elleri
Ararat'ın kızgın yelleri
Cilo'nun derin nefesleri
Hülasa kente hukuk mukuk okumaya 
Mümkünse o arada da memleketi kurtarmaya gelmiş
Anadolu çocukları

Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar
Asfaltlar ışıldar, bu tutardı resmi yalanlar
Belki balkona kar seyretmeye çıkar diye sevdiğimiz kızlar
Çok dibimiz dolmuştur
Ve çoğu zaman bu kar mevzuu
Kızlara yeterince ilginç gelmemiştir

Hiç bir şey kapalı bir dükkân kadar 
Hüzünlü gelmez Ankara'da
Yoksa bugün bir hayat yaşanmayacak mı duygusu
Çöker bütün bozkıra

Kimse keman çalmaz belki
Belki bu film hiç bir zaman
O kadar fiyakalı olmayacak ama
Hiç bir lahmacunda
O okul yolundaki üçüncü sınıf lokantanınkinin
Tadını vermeyecek bir daha
Çok daha iyilerini yedim sonra
Bizzat Urfa'da hatta
Ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya

Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar
Çok yabancı soluk duyulur bazı
Bilinmez bir dilin ıslığından
Anla ki yine sıkıldı bizim konsolosluklardaki konuklar
Öyle deme Ankara'yı sevmeyene bir zulümdür
Bu kadar insanın neden Ankara'yı bu denli çok sevdiğini anlamadan
Ankara'da yaşamak

Yollarına hep sevdiğimiz insanların adlarını vermediler ama
Biz her duvara bir vesile
Onların adını yazarak yaşadık
Kül ve betondan mürekkep
Yaşadıkça yaşanılası gelen
O tuhaf bozkır kokusunda

Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar
Asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar
Biz,
Şimdi kapalı bir kuruyemiş dükkânının
-ki bütün plan kar altında
Tuzsuz ayçekirdeği çitleyip
Yanı sıra Bafra içmektir-
Kötü ışıklandırılmış vitrininden
Umutsuzca içeri bakan
Kimliği gereğinden fazla sorgulanmış
Merhabadan çok çıkar ulan kimliğini denmiş
-Yani sistem kendi verdiği kimliği zırt pırt geri istemektedir-

Doğduğu yer yüzünden
Doğuştan kavgacı zannedilen 
Ama pek çoğu kavgadan nefret eden
Kavgacı, esmer, cesur, korkak
Çoğu Kürt, çoğu Türk
Çocuklardık..

Ankara'ya öyle yağardı ki kar
Ha sonra Belki Ahmet Arif'in aklına gelmeyecek
Çünkü hiç kimse bir daha Ankara'yı onun kadar sevmeyecek
bir şiir işlenir
"Kar altındadır varoşlar
Hasretim nazlıdır Ankara"
Ustam yine de sen bilirsin ama
Hangi aralıkta bir şair ölmüşse
İşte o en netameli aydır bence

Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar...
Asfaltlar ışıldar...
Yalanlar...

Şimdi ve sonra
Ne zaman Ankara'ya kar yağsa
Elim, gönlüm, çocukluğum, buz tutar...

Yılmaz Erdoğan

 

Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak

19 Ocak 2021

İki üç gündür kar yağmaktadır. Karlı bir gece vaktidir. Dışarıda hava soğuktur, zemheri soğuğudur... Kar yağışı artık bitmiş, kesilmiş ama soğuğu kalmıştır... Böyle anlarda vücudunuz belki sıcak bir çay, çorba içerek veya bir soba veya kalorifer karşısında ısınabilir… Ancak bu soğuklar karşısında ruhunuz nasıl ısınacak?

Ruhunuzun nasıl ısınacağını anlatmadan önce başka şeyler anlatayım sizlere…

Genç yazarlardan Burhan Sönmez'in (1965) güzel bir kitabı var: ‘’Labirent’’ (İletişim Yayınları, 2018) Kitabın tanıtım sayfasında şunlar yazar: ‘’İntihar etmek isteyen genç bir müzisyen, gözünü hastanede açar. Hiçbir şey anımsamaz, şarkılarını bile. Toplumsal bellek ile kişisel belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği yerde, kuşku duymadığı tek gerçek vardır: Kaburgası kırık bedeni. Kendisine benzeyen bir kentte, unutmanın lanet mi yoksa lütuf mu olduğunu bilmeden, çıkış arar. Saatler, aynalar, deniz fenerleri. Labirent, yüzeyde hüzünle akan, derinde keskin akıntılara kapılan bir yeniçağ romanı.’’

Ve kitapta şöyle bir cümle geçer: ‘’Genç bir adam ormanda kaybolmuş. Günler sonra yaşlı birine rastlamış. Yaşlı adam da uzun zamandır ormanda kayıpmış ve genç adama çıkış yolunu birlikte aramayı önermiş. ‘Olmaz’, demiş genç adam, ‘seninle zaman yitiremem, çıkış yolunu bilseydin şimdiye kadar bulurdun’. ‘Ama’ demiş yaşlı adam, ‘ben çıkmayan yolları öğrendim’.”

İşte böyle… Bir dost size ‘’çıkış yolunu’’ göstermese bile en azından ‘’çıkmayan yolları’’ size gösterir…

Bu nedenle bir dost arar insan… En bunalımlı, en zor zamanlarda, yalnızlığın derin ve güçlü kıskacı altındayken, zifiri gecenin bir anında, yollar karla kaplıyken, insan ruhunu ısıtacak bir dosta gitmek ister, gidemese de bir dost sesi duymak ister insan… Bu nedenle de gider karlı bir gece vakti bir dostu uyandırır…

Karlı bir gece vaktidir. Dışarıda hava soğuktur, zemheri soğuğudur... Dışarısı karlıdır, kar yağışı bitmiş, kesilmiş ama soğuğu kalmıştır... Ruhunu ısıtmak ister insan… İşte bu zaman insan büyük ırmaklardan bile heyecanlı olarak karlı bu gece vakti bir dostu uyandırmak ister. Uyandırmaya kıyamadığında da İsmet Özel’in ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ şiirini zihninde takılmış bir plak gibi tekrar tekrar terennüm eder…

‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ şiiri İsmet Özel'in hayat, yalnızlık, ölüm, hüzün ve dostluk üzerine kurulu en güzel, en etkileyici nefis bir şiiridir. Şüphesiz, ruha dokunan, insanın ruhunu ısıtan bir şiiridir. Ruhu olanların bildiği, onlara hitap eden bir şiiridir. İsmet Özel'in gerçekten özel bir şiiridir. Özel bir dostu olanların şiiridir. Her dizesi insanı ayrı ayrı yaralayan bir masal şiiridir. Şiir sesinin ne kadar kuvvetli olduğunu bariz hissettiren şiirlerdendir. Ve aynı zamanda da İsmet Özel’in en iyi okuduğu şiirlerinden biridir: ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’

Her bir mısrası ruhu naif olanları yaralayan bir şiirdir: ''Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı.’’

Şiirin samimiyeti her mısrada masum bir çocuk gibi sarılmıştır:  "Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olmasaydım."

İnsanın ruhuna batan bir şiirdir: "Hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı."

“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan" diyerek, Necm Süresi’nin 57. ayetini (Yaklaşmakta olan –kıyamet- yaklaştı) anımsatır. 

Şiir ilk olarak 1972’de yayınlanır… Şiir günümüzde, İsmet Özel’in kırk yaşına kadar yayınladığı dört şiir kitabındaki ve bazı dergilerde yer alan şiirlerini topladığı ‘’Erbain (*) Kırk Yılın Şiirleri’’ (Tiyo Yayınları, 2012) isimli kitabında yer alır.

İsmet Özel’in şiirde bahsettiği kişinin, karlı bir gece vakti uyandırmak istediği dostunun, bir zamanlar çok sıkı "kardeşi", ‘’kankası’’ olduğu ve birlikte ‘’Halkın Dostları’’ dergisini kurduğu ve yönettiği Ataol Behramoğlu olduğu ve şiiri de ona ithaf ettiği rivayet edilir.  

İsmet Özel, 1974 yılına kadar sol politik çizgide kalır. Bir sorgulama döneminin ardından son ulaştığı noktada Türkiye’deki Sol'un “güdük bir kalkınma ideolojisinin yedeğinde, hiçbir tarihi birikimi esas almaya yönelmemiş ve Batı aydınlanmasının temel taşlarından nasibini almamış bir sol” olduğu sonucuna varır. Ondan sonra farklı bir mecraya yönelir.

Aslında İsmet Özel'in eleştirdiği Türk Solu’nun durumu sadece Türkiye'ye özgü bir durum da değildir. Uzun yıllardır Avrupa Solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı da bocalamaktadır... Schröder’ler, Blair’ler, adları ‘’sol’’ da olsa iktidarları boyunca hep ‘’neo liberal’’ politikalar uygularlar. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett, İngiltere’den bir daha Oscar Wilde, William Shakespeare, Thomas More kalitesinde yazar ve düşünürler çıkmaz… Türk Solu bu süreci Avrupa'dan çoook daha önce yaşar… Ayrıca Türkiye'de Sol hiçbir zaman stratejik düşünemez, kişisel hırslar uğruna bölündükçe bölünür. Türkiye'de Sol; CHP, SHP ve DSP adı altında üst üste aynı seçimlere girerek ülkeyi ''demokrasiyi hedefe ulaşınca inilecek bir tramvay olarak gören'' bir zihniyete iktidarı altın tepside sunar... Hatta Türk Solu'nun bir kısmı ''Hukuk''u böylesine bir zihniyetin emrine verecek bir anayasa değişikliğine ''yetmez ama evet'' diyebilecek kadar kullanılışlı ve idraksizdir. Türk Solu'nun bir kısmı da askerî darbeleri ''iyi darbe'' ve ''kötü darbe'' diye tasnif edebilecek kadar demokrasi bilincinden, ''Enverist'' karakterdeki darbeleri de ''Kemalist'' karakterde zannedecek kadar da tarih bilincinden yoksundur. Bir kısmı da liboş, bir kısmı da dönek, bir kısmı da ilkesizdir. Ve Türk Solu her daim pratiği teoriye kurban ederek darbe üstüne darbe yer, yenilgi üstüne yenilgi yaşar ve halen de bocalaaaar durur…

Ancak Türk Sağı ise daha kötüdür. Türk Sağı'nın elinde körü körüne bir ABD yandaşlığı, eşbaşkanlığı ve jandarmalığı dışında ellerinde hiçbir şey yoktur... Ellerinde sadece içeriğini bile bilmedikleri, okumadıkları, okusalar bile anlayamadıkları ve meta haline getirip ticaretini yaptıkları bir kutsal kitap, Arap hayranlığı, ne olduğunu bile bilmeden peşine sürüklendikleri ve ırkçılık olarak anladıkları kuru bir milliyetçilik ve taklit bir liberallik vardır.  Türk Sağı'nın zihninde ve fikrinde ne edebiyat, ne felsefe, ne sanat, ne tarih bilinci ve ne de demokrasi bilinci vardır. Onlara göre ‘’demokrasi’’ hedefe gelince inilecek bir tramvay gibidir. Onlar, tarihlerini dizilerde, geçmişlerini masalda, geleceklerini ise falda okuyanlardır… Vazgeçtim ''Hukukun Üstünlüğü'' ilkesini, vazgeçtim ''Hukuk Devleti'' ilkesini, Türk Sağı, ''Kanun Devleti'' ilkesine bile sahip değildir. Türk Sağı'nının zihninde ''Hukuk'' bir araç, ''Adalet'' ise sadece dillerinde ve adlarında yer alan sıradan ve işlevsiz bir kavram olarak kalır…   

''Din'' de ''Hukuk'' gibi Türk Sağı'nın elinde kullanılan bir araçtır. Günümüzde bile dinin en yüksek temsilcisi Diyanet İşleri Başkanı Ortaçağ’da Papa’nın cennetten toprak satması gibi Kur’an kurslarına yardım edenlere Hz. Peygamber’in bile vaat etmediği cenneti vaadedebiliyor. (Gazeteler, 10.02.2020) Aynı Diyanet İşleri Başkanı, bir camii açılışında elde kılıç, ülkenin kurucusuna lanet okuyabiliyor. Dinin en yüksek temsilcisinin içine düştüğü acziyete ve sefalete bakar mısınız!

Mustafa Kemal Atatürk'ten sonraki iktidarlar ülkeyi, İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni T.S. Eliot’un (Thomas Stearns Eliot) ‘’The Waste Land’’ (Çorak Ülke) ismindeki şiirindeki gibi hiçbir kökün kavramadığı, hiçbir dalın büyümediği bir taş döküntü, çorak bir ülke haline getirirler… (What are the roots that clutch, what branches grow / Out of this stony rubbish? ‘’Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?’’)… Bu taş döküntü sonucu; ormanları yakıla yakıla, ağaçları kesile kesile, doğası katledile katledile sadece ülke coğrafyası çoraklaşmaz, Mithat Paşa’nın Taif’de boğulmasından beridir ülke aydınları katledile katledile ülkenin zihni de çoraklaşır, çölleşir… 

Ülkenin en meşhur şairleri bile Fransız şairler Baudelaire’nin, Mallarme’nin, Verlaine’nin taklidinden öte gidemezler… 

Günümüzde de ‘’küreselleşme’’nin dayatmasına karşılık insanlık; ‘’etnik-dini’’ bir yeniden ‘’kavimleşme’’ ile ‘’ümmetleşme’’ ile ‘’ırkçılık’’ ile ve ‘’popülizm’’ ile yanıt verir. Sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi alır. Sanayi kapitalizminin yapısı çöker. İşçi sınıfı kalmaz. Sendikacılık tükenir… Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı. Gerek Avrupa’da ve gerekse de Türkiye’de bu değişimi anlayamayan, algılayamayan, bu değişime göre politika belirleyemeyen, çözüm üretemeyen ve çare bulamayan düşünceler, sol ve sosyal demokrat içerikli partiler bocalarlar, sürekli oy kaybederler… Meydan da kavimleşmeyle, ümmetleşmeyle, ırkçılıkla ve popülizmle hemhal olan siyasete ve siyasetçilere kalır…

Yıllardır ülkede, sağıyla, soluyla insanlarımızın zihni; önyargılar ve duygularla beslenerek, semboller, kült ve idoller tarafından işgal edilir… İnsanlarımızın okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekeleri engellenir… İnsanlarımız, Sağ'ı ile Sol'u ile hamasetten bilgi seviyesine gelemezler, rasyonel, metodik ve analitik düşünceye sahip olamazlar…   

Bir demecinde ‘’yalnızlığı’’ şöyle tanımlar İsmet Özel: “Yalnızlar Allah’ın kendilerine, kendilerini unutturduğu insanlardır… Türkiye’de insanların çektiği yalnızlık ise iki katlı cehaletin baskısını duymaktan doğar. Kişi hem Batılı gibi ‘birey’ haline dönüşememiştir hem de Batılının elden düşme işporta malı kültürün tasallutu altındadır… Benim yalnızlıktan kurtuluşum birinci aşamada emperyalizmin beni mahkûm ettiği cehaleti reddetmekle başladı… Türkiye’de yaşayan insanın kendi mevcudiyetini tanıma hususunda emperyalizmin sunduklarını reddedip kendine özgü temeller aramaya başlaması zorla itildiği yalnızlık kabuğunu kırmasıdır.”

İşte böylesine bir yalnızlıktan kurtulmak için, böylesine bir kabuğu kırmak için, bu soğuklarda, ruhunu ısıtmak için böylesi karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak ister insan…

İsmet Özel’in bu şiiri işte tam da bu zamanların şiiridir:

"Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar
ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa
gövdem açık bir hedef kılındı belâlara."

ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi.

Yazık, İsmet Özel’in şiirinde söylediği gibi keşke şairler kadar cesur olsaydık!

Yazımın girişinde bahsettiğim Burhan Sönmez’in kitabında söylediği gibi; toplumsal bellek ile kişisel belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği bu yerde ve bu zamanda şiirin her bir dizesi üzerinde tüm bu anlattığım çerçevede düşüne düşüne okuyun derim…

Aslında seksen yıllık bir yalnızlığımızı anlatır şiir… Bu yalnızlıktan kurtulmak için şimdiye kadar ‘’çıkış yolu’’nu bulamadık… Ama en azından hangi yolların ‘’çıkmaz yol’’ olduğunu öğrendik…

Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!…

Osman AYDOĞAN

Fonda Azeri sanatçılar; Nermin Memedova’nın ‘’Ay ışığında’’ isimli bestesi ve İmamyar Hasanov'un kemanı eşliğinde İsmet Özel'in kendi sesinden ‘’Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak’’:
https://www.youtube.com/watch?v=WydtrAMhdus

Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak

Benim adım insanların hizasına yazılmıştır. 
Her gün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu.

Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olmasaydım 
Ölüm ve acılar çatsaydı beni 
Düşüncem yapma çiçekler kadar gösterişli ve parlak 
Sözlerim ihanete varacak doğrulukta olsaydı. 
Anmaya gücüm yetseydi de konuşsaydım 
Diri-gergin kasları konuşsaydım 
“Kardeşler! ” deseydim “Kardeşlerim! ” 
“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan'' 
Bakın yaklaşıyor...” 
Yazık, şairler kadar cesur değilim 
Çocukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan 
Gövdem kuduz yarasalarla birazcık yatışıyor.

Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı 
Öyle bir çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım 
Bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında 
Çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların 
İnanmazdım dosyalara sığacağına 
Gittikçe ışıldardım dükkânlar kararırken 
Hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı.

Benim adım bilinen cevapların üstüne mühürlenmiş 
Ellerim tütsülenmiş 
Evlerin yeni yıkanmış serin taşlıklarında 
Dirgenler, bakraçlar, tornavidalar 
Bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar 
Ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa 
Gövdem açık bir hedef kılındı belâlara. 
Ve bu yüzden yakışıksız oluyor 
İnsanları hummalı baharlar olarak tanımlamak 
Ve bu yüzden göğsümde dakikalar 
İnce parmaklar halinde geziniyor 
Konvoylar geçiyor meşelikler arasından 
Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına 

Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak 
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun 
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı 
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.

İsmet Özel, 1972

(*) ‘’Erbain’’; ‘’Kırkıncı gün’’ anlamında kullanılan bir isimdir. ‘’Erbain’’; aynı zamanda halk arasında ‘’zemheri’’ denilen Rumi takvimde 22 Aralık'tan 31 Ocak gününe kadar süren kırk günlük kış dönemi verilen bir addır. Hicrî takvime göre ise ‘’Erbain’’; Aşure Günü'nden 40 gün sonra gelen Safer ayının 20. gününe verilen addır. Bu günde Muharrem ayının Onuncu günü olan Aşure Günü'nde Kerbela'da şehit edilen İmam Hüseyin ve 71 taraftarının anısını canlı tutmak için anma törenleri de düzenlenir. Ayrıca ‘’Erbain’’; tasavvufta dervişlerin nefislerini terbiye etmek için bir yere kapanarak dış dünya ile ilişkilerini kestikleri, çok az yiyecekle yetinip kendilerini ibâdete verdikleri 40 günlük döneme verilen isimdir. Buna ''çile'' de denir. Muhtemel ki İsmet Özel, kendisi gibi Sol'dan Sağ'a dönen Necip Fazıl'ın ''Çile'' isimli kitabından esinlenerek kitabının adını da (Erbain) bu anlamda kullanmıştır. ''Erbain'' şu şiirle başlar:

''Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?
Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?
- Yaşama!
- Ya bileydim?
Yazar: Mıydım
Hiç: şiir.''

 

Kar Mûsikîleri

18 Ocak 2021

''Her yerde kar var'' değil mi? Belki de kulaklarınızda şarkısı da vardır: ''Her yerde kar var''. ''Kar'' ve ''Kış'' gelince benim de aklıma şarkısından ziyade öncelikle Cenap Şahabettin'in ''Elhan-ı Şita'' (Kış Ezgileri), Yahya Kemal Beyatlı'nın ''Kar Mûsîkileri'' ve Ahmet Muhip Dranas'ın ''Kar'' isimli şiirleri gelir.

Ahmet Muhip Dranas'ın ‘’Kar’’ şiirini dün vermiştim. Bugün de Yahya Kemal Beyatlı'nın ''Kar Mûsîkileri'' isimli o muhteşem şiirini vermek istiyorum. Cenap Şahabettin'in Türk Edebiyatında yine muhteşem kış ve kar şiiri olan ''Elhan-ı Şita''sını ise yarına bırakayım.

Yahya Kemal Beyatlı 11 yıl Paris’te yaşar ve alafranga biri haline gelmiş olarak Paris’ten geri döner. Döndüğünde ise İstanbul’da her şeyi Fransa ile mukayese eder ve en salaş dönemini yaşayan Osmanlı’nın hiçbir şeyini beğenmez. Bir toplantıda Tanburi (*) Cemil Bey ile tanışır. Tanburi Cemil Bey’in taksimleri, müziği Yahya Kemal’i mest eder. Kendisi bu hadiseyi “o gün benim önümde altın bir kapı açıldı. Ben o gün memleketimin kültürüne döndüm” diye anlatır. Ve sonrasında Cemil Bey’in tutkulu hayranlarından olur.

Turgut Uyar, ‘’Bir Şiirden’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2017) isimli eserinin 28. sayfasında Yahya Kemal’den şu şekilde bahseder: ‘’ Yahya Kemal bir tutarlılıktır… (…) Hele Batıyı gördükten, daha doğrusu Batıyla, Batı kültürü ile temastan sonra, bir mirasa yaslanmanın rahatlığını ve gerekliliğini daha iyi fark eder. Ortalıkta ve köksüz bulur sanki kendini. ‘Kökü mazide olan âti olmak’ onu bu duygudan kurtarmaya yetmez. Çünkü kökünün içinde bulunduğu mazi, bereketli ve sağlam değildir… (…) Osmanlı-Bizans derbederliğini, sorumsuzluğunu sürdürmesi pek boşuna değildi. Bu davranışıyla, bir ‘yaşama biçimi’ni kabul ettirmek ister sanki. Büyükelçilikleri belki bu yüzden kabul eder. ‘Kar Musikileri’ çok anlamlı bir belge niteliğindedir bu konuda.’’

İçinde Tanburi Cemil Bey'den ve onun müziğinden bahsettiği ve Türk şiirinde en iyi ''kar'' şiirlerinden birisi olan ‘’Kar Mûsikîleri’’ isimli şiirini Yahya Kemal 1927 yılında Varşova`da büyükelçi iken kaleme alır. Yahya Kemal Beyatlı Varşova’da iken karlı, hüzünlü bir havada Klasik Batı Müziği yerine Tanburi Cemil Bey’i dinleyerek ve o müzikle hem Avrupa’dan hem de yaşadığı çağdan uzaklaşır.  

Şair, kendisine ilham veren kar havasını şöyle anlatır: ''Varşova`da elçilikte bulunduğum bir akşam odamda çalışıyordum. Dışarıda kar yağıyordu. Orada kar başladı mı günlerce aylarca durmadan yağar. İnsanda bin yıl sürecek bir yağış tesiri bırakır. Bir kuytu manastırda koro halinde söylenen dualar gibi gamlı ve bir erganun ahengi insanda ne tesir yaratıyorsa orada yağan karın öyle hüzünlü ve devamlı bir sesi vardır... Kar mûsikîsi işte bu atmosferin ürünü...” Varşova 1927

Şiirde, Yahya Kemal’in çok etkilendiği Fransız şairler Baudelaire, Mallarme ve Verlaine’nin izleri de görülür.  

‘’Kar Mûsikîleri’’ şiiri” aynı zamanda Yahya Kemal’in İstanbul’a, vatanına, memleketine duyduğu hasreti ve özlemi de yansıtır.  Şiir aruz ölçüsünde yazılmış olup, kafiye düzeni nedeniyle biraz da mesneviye benzer.

İşte Yahya Kemal'in ''Kar Mûsikîleri'' şiiri ismini de hakedecek derecede bir musiki ahengini bünyesinde barındıran bir şiirdir… ‘’Kar Mûsîkileri’’ şiiri, Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘’Kendi Gök Kubbemiz’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2003) isimli eserinde yer alır.

‘’Kar Mûsikîleri’’ şiirini başta Bestekâr Cinuçen Tanrıkorur olmak üzere birçok besteci tarafından bestelenir. Bu şiirden bestelenen iki şarkının bağlantısını da yazımın sonunda veriyorum.

‘’Kar’’ eskiden güzeldi... Şimdi ‘’son dakika’’, ‘’geliyor’’, ‘’AKOM tetikte’’ teraneleriyle, çığırtkanlıklarıyla insanlar artık bir parmak kalınlığında yağan kardan bile korkar oldu…

Zaten nerdeee eski yağan karlar... Eskiden yağmur ‘’rahmet’’, kar ‘’bereket’’ idi… Şimdi ne o kar kaldı, ne o rahmet, ne de o bereket… Değil mi?

''Kar'' ile ilgili yazılarım devam edecek...

Osman AYDOĞAN

Kar Mûsikîleri

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,

Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.

Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.

Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!

Yahya Kemal BEYATLI

‘’Kar Mûsîkileri’, Cinuçen Tanrıkorur’un bestesi. Ayfer ER'in sesinden:
https://www.youtube.com/watch?v=Al0avYI4FXM

’Kar Mûsîkileri’’, İsmail Birateş’ın bestesi Aylin Şengün Taşçı’nın sesinden:
https://www.youtube.com/watch?v=WB-agGHhDWI

(*) Bir küçük not: Osmanlıcaya Arapçadan geçen bir özellik olarak ''n'' harfi (nun) ''b'' harfinden (be) önce kapalı hece olarak bulunursa ''nb'' şeklinde yazılır fakat ''mb'' şeklinde okunur. Örneğin: penbe - pembe, çârşenbe – çarşamba, pençşenbe – perşembe ve tanbur - tambur gibi… Dolaysıyla ‘’tanbur’’ diye yazılır ancak ‘’tambur’’ diye okunur.

 

 

Kar şiirleri

17 Ocak 2021

Kış geldi artık iyiden iyiye... Kar yağıyor üstümüze, inceden.... ''Her yerde kar var'' değil mi? Belki de kulaklarınızda şarkısı da vardır: ''Her yerde kar var''. ''Kar'' ve ''Kış'' gelince benim de aklıma bu şarkısından ziyade Türk edebiyatındaki üç muhteşem kar şiiri gelir. Bunlar Cenap Şahabettin'in ''Elhan-ı Şita'' (Kış Ezgileri), Yahya Kemal Beyatlı'nın ''Kar Mûsîkileri'' ve Ahmet Muhip Dıranas'ın ''Kar'' isimli şiirleridir.

Bugün Ahmet Muhip Dıranas'ın ''Kar'' şiirini vereceğim. Ama önce kısaca bir öykü kitabından bahsedeyim…

Erdal Öz'ün güzel bir öykü kitabı var: ''Sular Ne Güzelse'' (Can Yayınları, 1997). Bu kitapta bir öykü yer alır.

Bu öyküde sıkıyönetimin gözaltına aldığı bir adamın hücrede tek yapabileceği şey, önceden bildiği şiirleri ezbere okumaktır. Dıranas'ın ''Kar'' şiirini okumaya başlar ama bir dizeye takılır kalır, hafıza o anda yok olur. Sanki bu dize de şiirden alınıp hücreye konulmuştur. Ne zaman ki özgürlüğüne kavuşur o dize birden belleğine gelir, onun kurtuluşu ile dizenin kurtuluşu ortak bir kaderi paylaşmaktadır.

Öyküden bir bölüm: ''Burası benim hücrem. Hücremde iki katlı demir bir ranza var. Bugün kendimi oyalayacak bir oyun buldum. Güzel bir oyun: Şiirler mırıldanıyorum. Dıranas beni çok uğraştırmıştı. O renk cümbüşü içindeki şiirlerinden hatırladığım dizeler, sanki hücremin havasında renk renk çiçekler uçuruyordu. 'Kardır yağan üstümüze geceden'… Böyle başlıyordu 'Kar' şiiri. Bu güzelim şiirin bir dizesini, kendimi onca zorlamış, ama bir türlü çıkaramamıştım. Salıverildim cezaevinden. 'Kar' şiiri bütünüyle özgürdü artık o sıcak bozkır akşamüstünde; Tutuklu tek dizesi kalmamıştı.''

Kitaptan şiir ile ilgili bir bölümü de aktarmak istiyorum: “Güzel bir şiir yüksek sesle okunmaz, Şiir güzelse, onun kendi sesi vardır zaten.''

İşte size Ahmet Muhip Dıranas'ın hepimizin hapsolduğumuz hücrelerimize bir renk katacak o muhteşem ''Kar'' şiiri…

Sizlere güzel bir Pazar günü diliyorum…

Osman AYDOĞAN

Kar

Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte 
Kar yağıyor üstümüze, inceden.

Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram...

Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın…

Ahmet Muhip DIRANAS

 

Heinrich Heine ve Firdevsî

15 Ocak 2021

Üç gün önce bu sayfada ünlü Alman şairi Heinrich Heine (1797 - 1856)'yi tanıtmış ve iki gün önce de onun ‘’Lorelei’’  isimli şiirini anlatmıştım. Firdevsî (940-1020) ise en önemli Fars şairidir. Şimdi yazımın başlığına bakarak diyeceksiniz ki Almanların bu en büyük şairi Heine ile Heine'den yaklaşık sekiz yüzyıl önce yaşamış Farsların bu en büyük şairi Firdevsî'nin ne ilgisi var? Olmaz olur mu!

Ama önce sizlere Firdevsî'yi anlatmam lazım... 

Firdevsî

Hafız, Ömer Hayyam, Sadî Şirazî, Feridüdin Attar ve Molla Camî gibi büyük şairler İran edebiyatını dünya edebiyatına taşıyan önemli isimleridir. Türk edebiyatını özellikle Divan Edebiyatını da yakından etkileyen bu şairlere ilave edebileceğimiz bir isim de Samanîler ve Gazneliler dönemleri İran edebiyatının önde gelen şairi Firdevsî’dir. Künyesi; “Ebu’l-Kâsım Mansur”, lakabı; “Fahruddîn”, mahlası ise “Firdevsî”dir. Aslında adı İran’da da telaffuz edildiği üzere "Ferdusi"dir. Anlamı "cennete ait, cennetle ilgili" demektir.

Firdevsî, aynı zamanda Gazneli Mahmut'un fikirler aldığı bilginlerden de bir tanesidir. Firdevsî Turanlılar ile İranlıların eski İran hükümdarlarından Tur ve İr'in soyundan geldiklerini söyleyerek bu iki halkı kardeş sayar.

"Bilgili olan güçlü olur" ve "akıllı bir adam, senin can düşmanın olsa bile, cahil dosttan iyidir" sözlerinin de sahibidir Firdevsî…

Şehnâme

Firdevsî'nin en bilinen eseri Farsçayı Farsça yapan Şehnâme'dir. Firdevsî Şehnâme'yi; Türklerin İran'a göçleri ve hâkim olmaları sonrasında İranlıları onore etmek için Gazneli Mahmud'un teşviki ve sunduğu imkânları ile ancak İranlıların Turanlılarla (Türkler) olan mücadelelerini bir İranlı hissiyatı ve tarafgirliği ile yazar. 

Şehnâme; Firdevsî'nin eski İran efsaneleri üzerine kurulu manzum destanıdır. İran edebiyatının en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilir. 60.000 beyitten oluşur ve İran tarihini anlatır. Şehnâme için Firdevsî ömrünün otuz yılını harcar, tüm İran destanlarını toplayarak manzum Şehnâme'yi yaratır. Şehnâme’nin önsözünde "gerçi otuz yıl uğraştım, ama sonunda Farsça dilinden İran milletini yarattım" der. 

Şehnâme, tarih öncesi zamanlardan başlayıp Sasani İmparatorluğu sonuna dek tüm eski İran krallarını inceler. Ancak ana tema Zabulistan prensi efsanevi kahramanı Rüstem, Esfandiār ve Afrāsiab gibi kahramanları içerir.

Eserde geçen olaylar çoğunlukla İranlı Rüstem ile Turan kralı Efrasiyab arasındaki epik çekişmeler şeklindedir. Şehnâme'de Efrasiyab İranlıların düşmanı olarak tasvir edilir. Şehnâme’ye göre şeytani güçleri olan Turan kralı Efrasiyab aslında gerçek bir tarihi kişilik olan Alper Tunga'dır. Şehnâme’de İranlı Rüstem bilek gücü ile yenemediği Türk Alper Tunga’yı tuzak kurup pusuya düşürerek öldürür. Türkçedeki ‘’Tongaya düşmek’’ deyimi de (Alper Tunga’nın tuzağa, pusuya düşmesi) bu hikâyeden gelir.

Firdevsî, Şehnâme’de manzum bir destan olarak olayları ve kahramanları anlatırken uygun yerlerde öğütler de verir. Buna bir örnek:

''İyiliğe yönel ve kimseyi incitmemeye çalış.
Kurtuluşun yolu sadece bundan ibaret çünkü.
Sonunda gideceğin yer toprak olacağına göre¸
İyilik tohumundan başka bir şey ekmemelisin.

İyiliğe karşılık niçin kötülük yapayım?
Kötülük yaparsam kendime yapmış olurum.
İyilik yaparsan iyilik;
Kötülük yaparsan kötülük görürsün.''

Şehnâme bitince Gazneli Mahmut destanda geçen hikâyeleri sarayın duvarlarına resmettirir. 

Türkün trajedisi

Burada trajik olan ise şudur: Bir Türk kralının içinde Farsların yüceltildiği bir Fars destanını bir Farslıya kaleme aldırması ve daha sonra da sarayını bu hikâyeyi içeren resimlerle donatmasıdır. Bu iş orada ve o zamanda da bitmez. Türk edebiyatında, Arapça ve Farsça kökenli hikâyeler anlatan meddah tipindeki hikâyecilere Firdevsî'nin Şehnâme'sinden hareketle "Şehnâme-hân’’ (Şehnâme anlatıcısı) denirdi. Yani Anadolu’da, Türk yurdunda, Türk Şehnâme-hânlar asırlarca Türklere, Farsın yüceltildiği hikâyeler anlatmışlardır. Evliya Çelebi de, Seyehatnâme'sinde Şehnâme'nin Bursa içindeki kahvelerde meddahlar tarafından ezberden okunduğunu anlatır. 

Demek ki Türk’ün kendisini değil de başka bir milleti yüceltme sevdası yeni değildir, atalardan kalma yadigâr genetik bir mirastır!  Orhun Anıtları'nda "Türk beyleri Türk adını bıraktı, Çince adlar alıp Çin kağanına bağlandı" diye sitem edilir. Bu sevda İslam öncesi Sasani ve Pers adlarını hükümdara ve ailesine veren Orta Asya Türk devletlerinde başlayıp, Büyük Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçuklularında doruğa çıkar. Türklerin bu Fars sevdası daha sonra da Arap sevdasına dönüşür. Bu Arap sevdası günümüzde de artarak hâlâ devam eder.

Farsın milliyetçisi

Firdevsî, iyi bir Müslüman’dır. Hazreti Muhammed'e ve sahabelere övgü­leri, sevgisi derindir. Ancak Firdevsî Türkler gibi değildir. Firdevsî, daha iyi bir Fars milliyetçisidir. Bu yüzden Şehnâme'de eski Fars töre ve inançları ile İslâm ruhunu çelişme ve çatışmaya sokturmadan kaynaştırmaya dikkat eder. Ama bu büyük Fars milliyetçisi şairin, yurdunu üç - dört yüz sene işgal etmiş olan Araplara kız­gınlığı ve hıncı sonsuzdur. Sırası geldikçe onları hicvetmekten geri durmaz. Nite­kim Firdevsî Şehnâme’de bir yerde şöyle yazar:

"Bir zamanlar çölde deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki, Key'lerin (eski Pars hükümdarları Keykubat, Keykâvus, Keyhusrev vb.) taçlarını istemeye başladılar. Tuu, senin yüzüne ey kahbe felek tuuu!"

Hala ünlü Alman şairi Heinrich Heine'nin Firdevsî ile olan ilgisini bekliyorsunuz değil mi? O zaman gelelim sadete!

Der Dichter Firdusi

Gazneli Mahmut anlattığım gibi Şehnâmeyi Firdevsî'ye yazdırır ama Firdevsî’ye söz verdiği ödemeyi yapmaz, şairi küstürür. Bu ödeme konusunda değişik rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birisi de iki gündür anlattığım 19. yüzyılın en ünlü Alman şairlerinden birisi olan Heinrich Heine'ye aittir. Heinrich Heine, bu ödeme konusuna, ülkemizde edebiyatçılarımızın dâhil kimseciklerin pek bilmediği ‘’Der Dichter Firdusi’’ (Şair Firdevsî) isimli üç bölümlük çok güzel bir şiirinde yer verir.

Heine, bu şiiri 1851 yılında yazar. Şiir ilk olarak Hamburg'da yayınlanır. Şiir, Heinrich Heine’nin ‘’Werke und Briefe in zehn Bänden’’ (On ciltlik eserleri ve mektupları) isimli tüm eserlerinin toplandığı serinin ikinci kitabı olan ‘’Romanzero’’ (Jun Verlag GmbH, 1997) isimli kitabında yer alır...

Heine şiirinde; Firdevsî’den Firdusi, Şehnâme’’den Schach Nameh, Firdevsî’nin şehri olan Tus şehrini de Thus olarak bahseder. 

Şiirde özetle şu hikâye anlatılır:

Şehnâme’nin yazılışından yıllar geçmiştir. Bir gün aklına gelir Sultan Mahmut’un; Firdevsî’yi sorar ''nerede?'' diye... Aslında çok yoksul çevreden olan büyük şair kendi şehrinde (Tus) eski ağır koşullarında yaşayıp gidiyordur. Sultan hemen büyük bir kervan düzülmesini emreder. Develere en güzel ipekliler, nice değerli altın, gümüş, fildişi araç gereçler, paha biçilmez nesneler yüklenir... 

Sultanın kervanı sekiz günlük bir yolculuktan sonra şâşa ile Firdevsî’nin yaşadığı bir dağın yamacına kurulmuş şehre giriyordur ki, aynı şehrin karşı kapısından küçük, yoksul bir cemaatin omuzlarındaki tabutta mezarlığa götürülen Firdevsî’nin cenazesi vardır!

İşte bu noktada benim boğazım düğümlenir, o uzun uzun yazılarımda kullandığım kelimelerim kifayetsiz, cümlelerim imkânsız, anlatımın bir mümkünsüz kalır; duygularımı anlatacak, yazımı hitama erdirecek bir sözcük bulamam, bir cümle kuramam... Ancak, büyük Alman filozofu Immanuel Kant’ın sadece şu sözünü hatırlarım; ‘’Yeryüzünde hiçbir şey başkasının hakkından daha kutsal değildir.’’

Eyyyy hak yiyenler!... Eyyyyy hukuk çiğneyenler!... Eyyyyy muktedirler! Anlıyor musunuz?

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Heinrich Heine’in yazımda bahsi geçen ‘’Der Dichter Firdusi’’ isimli şiirin tamamını orijinal haliyle Almanca bilen arkadaşlarımın istifade edebilmesi için aşağıda sunuyorum… Mükemmel bir şiirdir... 

Der Dichter Firdusi

1

Goldne Menschen, Silbermenschen!
Spricht ein Lump von einem Toman,
Ist die Rede nur von Silber,
Ist gemeint ein Silbertoman.

Doch im Munde eines Fürsten,
Eines Schaches, ist ein Toman
Gülden stets; ein Schach empfängt
Und er gibt nur goldne Toman.

Also denken brave Leute,
Also dachte auch Firdusi,
Der Verfasser des berühmten
Und vergötterten »Schach Nameh«.

Dieses große Heldenlied
Schrieb er auf Geheiß des Schaches,
Der für jeden seiner Verse
Einen Toman ihm versprochen.

Siebzehnmal die Rose blühte,
Siebzehnmal ist sie verwelket,
Und die Nachtigall besang sie
Und verstummte siebzehnmal -

Unterdessen saß der Dichter
An dem Webstuhl des Gedankens,
Tag und Nacht, und webte emsig
Seines Liedes Riesenteppich -

Riesenteppich, wo der Dichter
Wunderbar hineingewebt
Seiner Heimat Fabelchronik,
Farsistans uralte Kön'ge,

Lieblingshelden seines Volkes,
Rittertaten, Aventüren,
Zauberwesen und Dämonen,
Keck umrankt von Märchenblumen -

Alles blühend und lebendig,
Farbenglänzend, glühend, brennend,
Und wie himmlisch angestrahlt
Von dem heil'gen Lichte Irans,

Von dem göttlich reinen Urlicht,
Dessen letzter Feuertempel,
Trotz dem Koran und dem Mufti,
In des Dichters Herzen flammte.

Als vollendet war das Lied,
Überschickte seinem Gönner
Der Poet das Manuskript,
Zweimalhunderttausend Verse.

In der Badestube war es,
In der Badestub' zu Gasna,
Wo des Schaches schwarze Boten
Den Firdusi angetroffen -

Jeder schleppte einen Geldsack,
Den er zu des Dichters Füßen
Kniend legte, als den hohen
Ehrensold für seine Dichtung.

Der Poet riß auf die Säcke
Hastig, um am lang entbehrten
Goldesanblick sich zu laben -
Da gewahrt' er mit Bestürzung,

Daß der Inhalt dieser Säcke
Bleiches Silber, Silbertomans,
Zweimalhunderttausend etwa -
Und der Dichter lachte bitter.

Bitter lachend hat er jene
Summe abgeteilt in drei
Gleiche Teile, und jedwedem
Von den beiden schwarzen Boten

Schenkte er als Botenlohn
Solch ein Drittel, und das dritte
Gab er einem Badeknechte,
Der sein Bad besorgt, als Trinkgeld.

Seinen Wanderstab ergriff er
Jetzo und verließ die Hauptstadt;
Vor dem Tor hat er den Staub
Abgefegt von seinen Schuhen.

2

»Hätt er menschlich ordinär
Nicht gehalten, was versprochen,
Hätt er nur sein Wort gebrochen,
Zürnen wollt ich nimmermehr.

Aber unverzeihlich ist,
Daß er mich getäuscht so schnöde
Durch den Doppelsinn der Rede
Und des Schweigens größre List.

Stattlich war er, würdevoll
Von Gestalt und von Gebärden,
Wen'ge glichen ihm auf Erden,
War ein König jeder Zoll.

Wie die Sonn' am Himmelsbogen,
Feuerblicks, sah er mich an,
Er, der Wahrheit stolzer Mann -
Und er hat mich doch belogen.«

3

Schach Mahomet hat gut gespeist,
Und gut gelaunet ist sein Geist.

Im dämmernden Garten, auf purpurnem Pfühl,
Am Springbrunn sitzt er. Das plätschert so kühl!

Die Diener stehen mit Ehrfurchtsmienen;
Sein Liebling Ansari ist unter ihnen.

Aus Marmorvasen quillt hervor
Ein üppig brennender Blumenflor.

Gleich Odalisken anmutiglich
Die schlanken Palmen fächern sich.

Es stehen regungslos die Zypressen,
Wie himmelträumend, wie weltvergessen.

Doch plötzlich erklingt bei Lautenklang
Ein sanft geheimnisvoller Gesang.

Der Schach fährt auf, als wie behext -
»Von wem ist dieses Liedes Text?«

Ansari, an welchen die Frage gerichtet,
Gab Antwort: »Das hat Firdusi gedichtet.«

»Firdusi?« - rief der Fürst betreten -
»Wo ist er? Wie geht es dem großen Poeten?«

Ansari gab Antwort: »In Dürftigkeit
Und Elend lebt er seit langer Zeit

Zu Thus, des Dichters Vaterstadt,
Wo er ein kleines Gärtchen hat.«

Schach Mahomet schwieg, eine gute Weile,
Dann sprach er: »Ansari, mein Auftrag hat Eile -

Geh nach meinen Ställen und erwähle
Dort hundert Maultiere und funfzig Kamele.

Die sollst du belasten mit allen Schätzen,
Die eines Menschen Herz ergötzen,

Mit Herrlichkeiten und Raritäten,
Kostbaren Kleidern und Hausgeräten

Von Sandelholz, von Elfenbein,
Mit güldnen und silbernen Schnurrpfeiferein,

Kannen und Kelchen, zierlich gehenkelt,
Lepardenfellen, groß gesprenkelt,

Mit Teppichen, Schals und reichen Brokaten,
Die fabriziert in meinen Staaten -

Vergiß nicht, auch hinzuzupacken
Glänzende Waffen und Schabracken,

Nicht minder Getränke jeder Art
Und Speisen, die man in Töpfen bewahrt,

Auch Konfitüren und Mandeltorten,
Und Pfefferkuchen von allen Sorten.

Füge hinzu ein Dutzend Gäule,
Arabischer Zucht, geschwind wie Pfeile,

Und schwarze Sklaven gleichfalls ein Dutzend,
Leiber von Erz, strapazentrutzend.

Ansari, mit diesen schönen Sachen
Sollst du dich gleich auf die Reise machen.

Du sollst sie bringen nebst meinem Gruß
Dem großen Dichter Firdusi zu Thus.«

Ansari erfüllte des Herrschers Befehle,
Belud die Mäuler und Kamele

Mit Ehrengeschenken, die wohl den Zins
Gekostet von einer ganzen Provinz.

Nach dreien Tagen verließ er schon
Die Residenz, und in eigner Person,

Mit einer roten Führerfahne,
Ritt er voran der Karawane.

Am achten Tage erreichten sie Thus;
Die Stadt liegt an des Berges Fuß.

Wohl durch das Westtor zog herein
Die Karawane mit Lärmen und Schrein.

Die Trommel scholl, das Kuhhorn klang,
Und lautaufjubelt Triumphgesang.

»La Illa Il Allah!« aus voller Kehle
Jauchzten die Treiber der Kamele.

Doch durch das Osttor, am andern End'
Von Thus, zog in demselben Moment

Zur Stadt hinaus der Leichenzug,
Der den toten Firdusi zu Grabe trug.

Heinrich Heine 

 

ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongreleri

 

11 Ocak 2021

 

2011 yılında kurulan SADAT'ın ve kurucularından olan Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi’nin adları son günlerde basında sık sık yer alıyor. Basında; Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi’nin kurucusu olduğu SADAT’ın suikast ve gayri nizami harp tekniklerinin de yer aldığı eğitim programları düzenlediği ve Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi’nin (çok da yüzeysel olarak) İslam Birliği Kongresi düzenlediği haberleri yer alıyor.

 

Son günlerde basında yer alan Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi’nin İslam Birliği Kongresi düzenlediği haberleri öyle basitçe geçiştirilecek bir haber değil… Konuyu biraz eşelememiz gerekiyor…

 

ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongreleri

 

Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi tarafından 2012 yılında bir dernek kuruluyor:  ASSAM (Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi Derneği)…  Bu dernek 2017 yılından bu yana da her yıl ‘’ASRİKA (ASYA-AFRİKA = ASRİKA, İngilizcede ASIA-AFRICA = ASRICA) başlıklı "ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongreleri" düzenliyor.

 

Gelelim ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongrelerine:

 

1. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresi

 

Kongrenin birincisi 23-24 Kasım 2017 tarihinde, “Geçmişten Geleceğe Yönetim Biçimleri” başlığı ile icra ediliyor. Birinci kongrenin sonunda kapsamlı bir Anayasa taslağı kaleme alınıyor… 63 sayfa ve 181 maddeden oluşan, Türkçe, Arapça ve İngilizce dillerinde hazırlanan  “İslâm Ülkeleri Konfederasyonu Anayasası”na göre ayrı bir anayasası, yönetim şekli, askerî gücü, yargısı, başkenti, bayrağı, dili olan “İslam Devletler Birliği” kurulması öneriliyor.

 

Hazırlanan bu taslak ‘’ASRİKA İslam Devletler Birliği Anayasası’’na göre; Konfederasyon beş faaliyet alanında, Bölgesel İslam Devletleri Federasyonları altı faaliyet alanında, milli devletler de on faaliyet alanında yetkilendiriliyor… Bu taslak anayasa ile İslam birliğinin tamamlanabilmesi için bir yol haritası çizilerek dört safhada İslam ülkelerinin bir irade altında birleşebilecekleri değerlendiriliyor…

 

Bu yol haritasına göre:

 

Birinci safhada 61 İslâm ülkesinin ortak iradesinin temsil edildiği “İslâm Ülkeleri Temsilciler Meclisi”nin daimi olarak teşekkül ettirilmesi, müteakiben de İslâm ülkelerini konfederal bir yapıya kavuşturarak ‘’İslâm Ülkeleri Konfederasyonu’’nun kurulması öngörülüyor…

 

İkinci safhada da etnik ve coğrafi bakımdan yakın İslam devletlerinin ortak iradelerinin temsil edildiği, “Bölgesel İslâm Ülkeleri Meclisleri” oluşturulması ve parlamentoların kararları ile “Bölgesel İslam Ülkeleri Konfederal” yapıya dönüştürülmesi öngörülüyor…

 

Üçüncü safhada ise ‘’Bölgesel İslâm Ülkeleri Konfederasyonları’’nın teşekkülü tamamlandıktan sonra; “Bölgesel İslâm Konfederasyonları”nın merkezî yönetimleri güçlendirilerek ‘’Federasyon’’lara dönüşmesi ve her “Bölgesel İslâm Ülkeleri Federasyonları”nın “İslâm Ülkeleri Konfederasyonu’’na konfedere birlik olarak bağlanması öngörülüyor…

 

Dördüncü safhada ise “İslâm Ülkeleri Konfederasyonu’’nun ortak yargı, ortak savunma, ortak dış politika ve ortak icra organlarının kurulması öngörülüyor.

 

Bu taslak anayasada bu devletin başkenti İstanbul, resmi dili Arapça olarak ifade ediliyor. Bayrak ise, “şekli kanunla belirlenen kırmızı-yeşil zemin üzerine beyaz ay ve milli devlet sayısı kadar yıldızlı bayrak” olarak ifade ediliyor.

 

2. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresi

 

Bu kongrelerin ikincisi 01-02 KASIM 2018 tarihinde “İslam Ekonomisi Ve Ekonomik Sistemler” ana teması ile yapılıyor. Bu kongreye 15 ülkeden 66 akademisyen katılıyor…

 

Bu kongrenin sonunda yayınlanan bildirgede; İslam ülkeleri arasında; gümrük birliğinin tesisi, ortak pazarın kurulması, para birliğinin kabul edilmesi, birlik üyeleri arasında ticaret bölgelerinin kurulması, zekât müessesine, ortak bir fon halinde devletlerin kontrolünde kurumsal bir hüviyet kazandırılması, birliğe bağlı ticaret odasının, ticaret mahkemelerinin, vakıfların kurulması, İslami elektronik dinar para biriminin (ASRİKA Dinarı) oluşturulması, ortak pazar ve ortak üretim ve AR-GE teşvik fonu oluşturulması, ortak yatırım fonu ile kaynak planlama çalışması yapılması, AR-GE ve İnovasyon faaliyetleri için ortak bir kuruluşun oluşturulması, İslam ülkelerinin maden, enerji, tarım, ulaşım ve telekomünikasyon ile gıda sektörlerinde İslam ülkeleri arasında kooperatiflerin-el birliği sistemlerinin kurulması ve İslami finans kuruluşlarının desteklenmesi, ASRİKA, Bankalar Arası Finansal Aktarma Merkezi (ASRİKA-BAFAM)’nin kurulması, İslam ülkeleri arasında  ticaret merkezlerinin kurulması, tercihli ticaret anlaşmalarının yapılması ve İslâm Ülkeleri arasında dil, din, tarih bileşkesinde oluşan kültürel yakınlığın geliştirilmesi, güçlü bir siyasi iradenin oluşturulması öngörülüyor…

 

3. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresi

 

Bu kongrelerin üçüncüsü 19-20 Aralık 2019 tarihinde “İslâm Birliği İçin Ortak Savunma Sanayi Üretiminin Usul ve Esaslarının Tespiti” başlığında, “ASRİKA Ortak Savunma Sanayi Üretimi” ana temasında, 45 İslâm ülkesinden temsilcilerin katılımıyla icra ediliyor… ASRİKA İslam Devletleri Konfederasyonu kabinesinde, Savunma Sanayi Bakanlığı’nın beş bakanlıktan birisi olması öngörülüyor…

 

Bu Savunma Sanayi Bakanlığı’na bağlı olarak, dokuz Bölgesel İslâm Ülkeleri Federasyonlarında “Savunma Sanayi Başkanlıkları”, bu başkanlıklara bağlı olarak milli devletlerin bünyesinde de “Savunma Sanayi Başkanlıkları” kurulması, Kara, Deniz, Hava, Hava Savunma, Uzay, Siber ve Elektronik Savunma Sanayi ürünlerinin üretimi ile ilgili; ana yüklenicilerin “Bölgesel İslâm Devletleri Federasyonları”na; alt yüklenicilerin de, milli devletlere taksim edilmesi, Savunma Sanayi Üretimi Ana ve Alt Yüklenicilerinin Bölgelerinde, üretimini yaptığı Savunma Sanayi Ürünü ile ilgili olarak; AR-GE, standardizasyon, sertifikasyon, akreditasyon, kodifikasyon ve bakım onarım merkezlerinin teşkil edilmesi ve Savunma Sanayi Ana ve Alt yüklenici görevi verilen Bölgesel İslâm Federasyonlarına ve Milli Devletlere tahsis edilen Savunma Sanayi ürünleri ile ilgili meslek liseleri, meslek yüksek okulları ve üniversitelerde ana bilim dalları ihdas edilmesi öngörülüyor…

 

Üsküdar ve Dumlupınar Üniversitelerinin iştiraki ile yapılan bu kongrenin sponsorluğunu da THY, MKEK, ASELSAN, TAİ, HAVELSAN gibi kamu kuruluşları ve Bursa Büyükşehir, Bahçelievler, Beyoğlu, Esenler, Sancaktepe ve Sultangazi ilçe belediyeleri yapıyor…

 

‘’3. Uluslararası ASSAM İslam Birliği Kongresi’’ne hem ASSAM Yönetim Kurulu Başkanı sıfatı ile hem de o zaman Cumhurbaşkanı Askerî Danışmanı sıfatı ile katılan Adnan Tanrıverdi tarafından yapılan bu kongrenin açılış konuşmasında, kongrenin toplanış amacı; “İslâm Ülkelerinin ortak bir irade altında toplanması için gerekli müesseseler ve müesseselerin olması gereken mevzuatını tespit ederek karar vericilere bir model sunmaktır” şeklinde açıklanıyor…

 

E. Tuğg. Adnan Tanrıverdi, ayrıca kongreye ilişkin basına yansıyan şu açıklamayı yapıyor:

 

‘’Dünya üzerindeki İslâm âlimleri ile görüştüğümüz de sorularımıza şöyle cevap alıyoruz. İslam Birliği olacak mı? Olacak. Nasıl olacak? Mehdi Hz. geldiği zaman. Peki, Mehdi ne zaman gelecek? Allah bilir. Peki, bizim bir işimiz yok mu? Ortamı hazırlamamız gerekmez mi? İşte ASSAM bunu yapıyor" ifadelerini kullanıyor…

 

Adam söylediğim gibi sıradan birisi değil. O zamanki koskoca Cumhurbaşkanı Askerî Danışmanı… Peki, biz de kendimize soralım. İslam dininde Mehdi var mıdır? Var ise hangi ayette veya hangi hadiste yer almaktadır?

 

Kur’an’da Mehdi diye bir kavram geçmemektedir. Bütün din bilginleri de İslam’da bir Mehdi kavramı olmadığı konusunda hemfikirdirler... Sorarsak bu adama İslam dinini bizden daha iyi bildiğini söyleyecektir. Belki de öyledir de… Madem öyle bu adam durduk yerde neden Kur’an’da olmayan bir Mehdi kavramını ortaya atmış olabilir?

 

Şimdi bu adamın sözlerini deli saçması diye geçiştirecek miyiz?  Hayır... Adam ciddi ve etkili birisi… Adamın Mehdi söylemi bu nedenle hiç de yabana atılır bir söylem değil… Ancak bahsettiğim gibi İslam da Mehdi diye bir kavram yok… Bu adam Hristiyan da değil…

 

Neyse geçelim bu ‘’Mehdi’’ faslını da gelelim en son yapılan kongreye…

 

4. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresi

 

Üsküdar Üniversitesi (ÜÜ), Kütahya Dumlupınar Üniversitesi (KDU), Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) ve İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) iştirakiyle ‘’İslâm Birliği İçin Ortak Savunma Sistemi Usul ve Esaslarının Tespiti’’ ana konusunda “ASRİKA Konfederasyonu Savunma Sistemi” ana teması altında 12-13 Aralık 2020 tarihinde   Covid-19 nedeniyle Online olarak telekonferans yöntemi ile İstanbul’da yapılıyor… 

 

Bu kongrenin amacı; Konfederasyon merkezinden yürütülecek ortak savunma sistemi ile Konfederasyona bağlı dokuz federal bölge ve bu federal bölgelere bağlı milli devletlerde kurulacak mutasavver savunma sisteminin usul ve esaslarını tespit etmek olarak belirtiliyor…

 

Bu kongreden sonra takip eden her yıl; müşterek dış politika, müşterek adalet sistemi ve ortak asayiş ve güvenlik konularını sıra ile işleyerek 2023 yılı sonunda İslam ülkelerini bir irade altında toplayacak bir modeli ortaya koymayı hedeflendiği bizzat kongre açış konuşmasını yapan E. Tuğg. Adnan Tanrıverdi tarafından belirtiliyor…

 

E. Tuğg. Adnan Tanrıverdi, açış konuşmasının ardından kongreye "ASRİKA İslam Devletleri Birliği Savunma Organizasyonu" başlıklı bir bildiri sunuyor...  Tanrıverdi'nin bildirisinde “İslam Ülkeleri Konfederasyonu başkanına bağlı bir Güvenlik Konseyi” öngörüyor. Kongrede sunulan bildirilerden diğer bazıları ise şöyle: “İslam Birliği için Savunma İşbirliği'nin Temelleri ve İlkeleri”, “Savunma Harcamaları, Ekonomik Büyüme ve İstikrarlı bir İslam Dünyası”, “ASRİKA Konfederasyonu için İdeal Bir Savunma Örgütü Modeli- ASRİKA Ani Müdahale Kuvvetleri", “İslam Devletleri Arasında Özel Kuvvetler Standardı ve İşbirliği.”

 

Sonuç

 

Bu kongreler öylesine basitçe geçiştirilecek konular ve haberler değildir. Em. Tuğg. Adnan Tanrıverdi de sıradan birisi, sıradan bir emekli general değil. Daha düne kadar koskoca Cumhurbaşkanı Askerî Danışmanı idi… Öyle etkisiz birisi de değil… Adam ciddi ve etkili birisi… Bakın bir konuşmasında şu ifadeleri kullanıyor:

 

"Sunduğumuz anayasa teklifimizdeki Silahlı Kuvvetler'in yeniden yapılandırılması ile ilgili tespitlerimizin aşağı yukarı tamamı 15 Temmuz’dan sonra kongreye girmiştir. Biz o zaman, harp okulları, askerî okulların tamamı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmalı dedik, bağlandı. Jandarma Genel Komutanlığı’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlansın dedik, bağlandı. Yüksek Askerî Şura’nın yapısı değişsin dedik, Askerî Yüksek Yargı kalksın dedik, o da gerçekleşti. Başkanlık sistemi gelsin dedik, o da geldi. Bu önermelerimizin tamamına yakını 15 Temmuz’dan sonraki yeniden yapılanmada gerçekleşti…"

 

Yani adamın ifadesine göre TSK’yı 15 Temmuz’dan sonra bu adam yeniden kendisi şekillendirmiş. Yani ciddiye alınması gereken birisi…

 

Yukarıda bahsettiğim 3. ASRİCA Uluslararası ASSAM İslâm Birliği Kongresinde alınan kararları bir daha gözden geçirin. Ben sadece konferansın konusunu tekrar vereyim: “İslâm Birliği İçin Ortak Savunma Sanayi Üretiminin Usul ve Esaslarının Tespiti’’ başlığında “ASRİKA Ortak Savunma Sanayi Üretimi” ana temasında…

 

Sonra da Altay Tankı için OTOKAR’a verilmiş bir görev nasıl oluyor da %49 hissesi Katar ortaklığı olan BMC’ye aktarıldığını bir de bu bilgiler ışığı altında düşünün… Gülten Akın, ‘’İlk Yaz’’ isimli şiirindeki dizelerini boşuna söylemiyordu zaten: ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya…’’

 

Bir de bu kongrelerde açık açık darbe planı yapılarak açıkça mevcut Anayasa tağyir, tebdil ve ilga ediliyor. Federasyon ve konfederasyon adı altında Türkiye Cumhuriyetinin devlet yapısı değiştirilerek apayrı bir devlet yapılanmasına gidiliyor… Ama hiçbir Cumhuriyet savcısının ve hiçbir siyasetçinin kılı kıpırdamıyor… Sonra da PKK’nın Kandil’de yaptığı kongrelere bölücü terör kongreleri deniyor… PKK kongrelerinin bu kongrelerden ne farkı var ki? PKK’da bir Türk / Kürt federasyonu / konfederasyonu öngörüyor… Bunlar da bir Türk /Arap federasyonu / konfederasyonu öngörüyor…

 

Sonra da Balyoz, Ergenekon kumpas davalarında bile yetki elindeyken darbe yapmamış 26. Genelkurmay Başkanı Em. Org. İlker Başbuğ, tarihten bir örnek verdi diye diye darbe goygoyculuğu yapılıyor… Sevsinler sizi emi!...

 

Adamlar dört yıldır kongre üstüne kongre yaparak mevcut Anayasa tağyir, tebdil ve ilga ederek federasyon ve konfederasyon adı altında apayrı bir devlet yapılanmasına gideceklerini bangır bangır söylüyorlar… El altından değil, açık açık bir İslam devleti kuruyorlar...

 

Darbe arayacaksanız eğer lütfen bir buraya bakın!...

 

Arz ederim…

 

Osman AYDOĞAN



Nazım Hikmet

15 Ocak 2021

Nazım Hikmet’in ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2016) isimli kitabının ilk sayfasındaki şiir, Piraye'nin betimlemesi sanki… Kitabı da ona adamış zaten:

‘’Hatice, Piraye, Pirayende.
Doğum yeri neresi,
kaç yaşında
sormadım, düşünmedim,
bilmiyorum.
Dünyanın en iyi kadını,
dünyanın en güzel kadını.
Benim karım.
Bu bahiste
realite umrumda değil...
939'da İstanbul'da tevkifhanede başlanıp.....
..............biten bu kitap
ona ithaf edilmiştir.’’

Nazım’ın aşkları

Şiirde Piraye adını görünce dalıp gidiyorum... Nazım'ın aşkları geliyor aklıma... Abdülhamit Devri’nin ünlü valilerinden birisinin kızı olan Sabiha Hanım, ünlü bir doktorun baldızı olan Azize Hanım ve Şükufe Nihal… Nazım'ın bu aşkları çocukluk, gençlik aşkları idi…

Nazım’ın ilk evliliği ise Nüzhet Hanım iledir. 1921 yılında Moskova’da üniversitede öğrenciyken evlenirler. Nüzhet’in ailesi bu evliliğe razı değildir. Mektuplar yazarlar Moskova’ya kızları Nüzhet’e; “Her sözüyle, her hareketiyle, her şeye isyan etmiş, hatta saçları bile berberin tarağına isyan etmiş bu adamla senin gibi munis ve uysal bir kız… Geçinemezsiniz!” derler. Ancak aşkla başlayan bu evlilik fazla uzun sürmez. İki yıllık birlikteliğin sonunda Nüzhet İstanbul’a döndüğünde ailesinin de etkisiyle Nazım’ı terk eder.

Yukarıdaki şiirde ismi geçen Piraye, Nazım'ın onüç yıl evli kaldığı ikinci eşidir. Piraye Nazım’ın kız kardeşi Samiye’nin yakın arkadaşıdır. Piraye varlıklı ve kültürlü bir aileye mensup, kızıl saçlı, gösterişli, aydın görüşlü bir kadındır. Piraye Nazım'la evlenmeden önce iki çocuk sahibi dul bir kadındır.

Nazım'ın Piraye ile olan evliliği diğer kadınlarına ve evliliklerine göre en uzunudur. Ancak Nazım bu süre içinde bir kısmı Çankırı Hapishanesinde, bir kısmı da Bursa Hapishanesinde tutukludur.

Genç ve güzel, kızıl saçlı Piraye henüz eşinden yeni boşanmış iken tanışmış Nazım ile. Piraye ilk eşi ile erken yaşta evlenmiş ve iki çocuğu olmuş. Sonra eşi, çocukları ile onu bırakıp Paris'e gitmiş, bir daha da dönmemiş. Piraye'nin babası da Nazım’ın hayranı imiş. Nazım hapiste iken ona karşı duygularını yazdığı şiir ve mektupları ile dile getirmiş. Nazım, "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950'de hapisten çıkana kadar yazışmışlar. Bu 1939 ve 1951 yılları arasında gönderilen mektupları Piraye ölene dek tahta bir bavulda saklamış.

Nazım, Piraye’sine bir mektubunda şöyle yazar: "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılâbı ve inkılâbın Marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet'in Hatice Zekiye Pirayende Piraye'yi sevmesi gibi seviyorum."

O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diye yazıyor.

Ancak öyle olmuyor… Öyle bir saadet olmuyor... Korktuğu da başına gelmiyor Nazım’ın. Aşk bitiyor ve ayrılıyorlar...

Piraye ile evliyken Nazım’ın hayatına önce roman yazarı Cahit Uçuk ve opera sanatçısı Semiha Berksoy giriyor. Ancak Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi artık bardağı taşıran son damla oluyor. Münevver Hanım, Nazım’ın dayısının kızıdır. Nazım’ın Münevver Hanım ile olan ilişkisi Nazım hapislerde iken başlar. Ve Nazım hapisten çıktığında çoktan Münevver Hanım'a gönül vermiştir bile. Piraye şairi çok sevmesine rağmen fedakârlık ederek daldan düşen bir sonbahar yaprağı gibi aradan çekilir.

Nazım ve Münevver aşkı da sadece üç yıl (1948­ - 1951) sürer. Bu ilişki Nazım’ın Rusya’ya kaçışıyla fiilen sona erer.

Nazım’ın Rusya’daki ilk aşkı 1952 yılında tanıştığı genç doktoru Galina’dır. Nazım Galina ile evlenir. 

Nazım 1955 yılı sonlarında ise evli ve çocuklu, kendisinden otuz yaş küçük Vera’yla tanışır. 1960 yılı başında Nazım'ın Galina ile olan sekiz yıllık beraberliği boşanmayla sonuçlanır. Vera da uzun ve bunalımlı yıllar sonrası kocasından ayrılır. Ve “saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı” diye 1961 de yazdığı “Saman Sarısı” şiiri ile ölümsüzleştirdiği Vera’sına kavuşur Nazım. Nazım artık bundan sonraki şiirlerini Vera’sı için yazar…

Nazım’ın sevgisi

Aslında Nazım’ın sevdiği, kadınlar değil, sevme fikriydi... Kadınlar sadece öznesiydi o sevginin… Tıpkı Eylül’ün yazarı Mehmet Rauf gibi; aşka âşıktı Nazım… Tıpkı yerlerde dökülmüş sonbahar yapraklarındaki matem neşidelerinin gizli çığlıkları gibidir Nazım’ın aşkları… Çünkü Nazım’ın aşkları da dalından düşmüş kıpkırmızı sonbahar yaprakları gibi birden sararmış, son güneşlerde hep kaskatı kesilmiştir. 

Aslolan hayattır

Kitabın ilerleyen sayfalarında bir başka şiiri var Nazım’ın : ‘’Çankırı Hapishanesinden Mektuplar, II. Bölüm''. Nazım yine o çok sevdiği kızıl saçlı Piraye’sine yazmış ''Aslolan hayattır'' başlığı ile:

Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî’den :
“Gece:
büyük lâciverdî bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.''
Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
tekrar Gazalî’yi oku.
Ve Pîrâyende’m benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
ümitsiz yalnızlığı
ve muhteşem korkusuna.

Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana:
“- Toprak bir kâsedir
çömlekçinin rafında tâcidar,
ve zafer yazıları
yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…”

Birikip sıçramalar.
Soğuk
sıcak
serin.

Ve büyük lâciverdi bahçede
başsız ve sonsuz
ve durup dinlenmeden
devranı rakkaselerin…

Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var:
“Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.”
Kavaklar pamukluyor Gazalî’de,
fakat görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.

Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında büyük, lâciverdî bahçem.

A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…

Nazım Hikmet Ran-Çankırı Hapishanesinden Mektuplar II

Şiirde tırnak içine alınan rubailer Gazali'ye aittir.

İslam Orta Çağ’ında İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi Eski Yunan Felsefesi’nde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam Gazalî egemen olmuştur. Yine Eflatuncu idealist felsefeyi savunan Mevlâna bu felsefeyi özetlercesine der ki: “Sureti hemi-zıllest.” Yani ''görünen her şey gölgedir.''

Nazım Hikmet, Mevlâna rubailerinden söz ederken buna bir itiraz geliştirir. Nazım, 1945 yılında Bursa hapishanesinde iken Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bu itirazını şöyle dile getirir: “Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlâna’ya kadar götürmüşüm. Mevlâna'nın ‘sureti hemi zıllest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevaptır:

“Gördüğün gerçek âlemdi ey Celâleddin heyula filan değil
Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illet-i ula filan değil
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi
Suret-hemi-zıllest filan diye başlayan değil.”

(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep…)

Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımı ve geleneksel İslam düşüncesinin sorunu dile getirilir. Geleneksel İslam düşüncesi, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Yaratan'ın varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suretlerinden biridir. Kâinattaki her form, hakikatin birer tecellisidir, birer yüzüdür, birer suretidir. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Eflatun'un formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır.

O üç sözcük “Suret hemi-zıllest.” (görünen her şey gölgedir.) Eflatun ve Gazali felsefesinin özüdür. Bu şiir de (Aslolan hayattır) Nazım'ın, Piraye bahane, Gazali için yazdığı şiirlerinin en güzellerindendir.

Tekrar Nazım’a ve Piraye’ye dönmek üzere illaki de ‘’Tarih’’ deyip biraz geriye gidiyorum…

Nazım’ın anne tarafından büyük dedesi Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa

Avrupa’daki 1848 devrimlerinden sonra Avrupa’dan ka­çan dev­rim­ciler Osmanlıya sığınırlar.  Bun­lar­dan bir kıs­mı, ye­ni­den ül­ke­le­ri­ne dö­ner­ken ba­zı­la­rı da Müs­lü­man olup, Os­man­lı'da çeşitli kademelerde hizmet ederler. Bu devrimcilerden birisi de Polonyalı Kons­tanty Bor­zec­ki’dir. Kendisi haritacı olduğu için yüzbaşı rütbesiyle orduya alınır. Kons­tanty Bor­zec­ki iki yıl son­ra, “Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n” adını alarak Bekta­şi ol­up İs­la­mi­ye­t'­i ka­bul eder. Daha sonra Paşa rütbesine yükselir…

Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, 1869 yılında ‘’Eski ve Modern Türkler’’ (Kaynak Yayınları, 2014) adlı eserini Fransızca (Les Turcs anciens et modernes) olarak yayınlar… Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, Türkçülük konusunda öne çıkan ve çokça bilenen isimlerden çok daha önce Türkçülük fikrini ve Arap alfabesine karşı da Latin alfabesinin kullanımını savunan Türk tarihinde hanedan tarihçiliğinden ulus tarihçiliğine geçişte etkisi olan isimlerden birisidir. Mustafa Kemal Atatürk bu kitabının Paris baskısı üzerinde (Fransızca)  bazı sayfaların kenarına notlar düşerek inceler…

Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa, İs­tan­bul'da emrinde ça­lış­tı­ğı Mir­li­va Ömer Pa­şa­‘nın bü­yük kı­zı Saf­fet Ha­nım ile ev­len­ir. Bu evlilikten olan iki erkek çocuktan birisi olan Hasan Enver Paşa, Leylâ Hanım ile evlenir. Bu evlilikten doğan beş çocuktan birisi olan Celile Hanım ise Nazım Hikmet’in annesidir.  Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey ise çeşitli illerde valilik yapmış olan Mevlevî Nâzım Paşa’nın oğludur.

Şimdi tekrar Nazım’a ve Piraye’ye dönüyorum... 

Piraye’ye yazdığı mektupların birinde büyük dedesi Mus­ta­fa Ce­la­let­ti­n Paşa’nın Türkçe konusundaki hassasiyeti gibi şöyle yazar Nazım: 

“Ben kendimin, her namuslu insan gibi yurtsever ve halkını sever olduğunu bildikten, bu hususta vicdanım rahatken, birkaç münferit yalan kusmuş, umurumda değil. 20 sene sonra, 50 sene sonra, birçoğunun adını bile unutacak Türk milleti... Hâlbuki bu millet var oldukça, yeryüzünde Türkçem konuşuldukça, ben bu dilin ve bu halkın en namuslu şiirlerini yazmış insan olarak yaşayacağım. Sen üzülme.” 

Nazım'ın ömrünün on yedi yılı düzmece davalarla hapishanelerde geçer. 1950 yılında çıkarılan genel af yasasıyla serbest kalır. Ne var ki endişeleri nedeniyle yeniden yurtdışına çıkar. Ve orada yurduna hasret şiirleri yazar... Ancak orada da hapishane yıllarından kalan hastalıklar onu rahat bırakmaz ve acılı yüreği 03 Haziran 1963 günü sabahı Moskova’daki evinde durur.

“…yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye’mde Türkçemle yasak” dediği şiirleri ancak ölümünden sonra basılır ülkesinde…

Bugün 15 Ocak 2021… Bugün doğum günü Nazım’ın. Nazım, 15 Ocak 1902 tarihinde Selanik’te doğmuştu… Doğum gününde anmak istedim bu büyük şairi. Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Ve Nazım'ın Piraye için yazdığı bir şiir daha okuyorum kitaptan:

''Bu geç vakit 
bu sonbahar gecesinde 
                            kelimelerinle doluyum; 
zaman gibi, madde gibi ebedî, 
                                  göz gibi çıplak, 
                                                 el gibi ağır 
                           ve yıldızlar gibi pırıl pırıl 
                                                             kelimeler.'' 

Ve öyleydi, Nazım'ın şiirindeki gibi, yağan kardan sonra açık gökyüzündeki yıldızlar pırıl pırıldı... Ve insan bağır bağır bağırıyor içinden bu Zemheri günü bu gece vakti:

A s l o l a n h a y a t t ı r …
Beni unutma Hatçem…

Osman AYDOĞAN

 

Heinrich Heine

13 Ocak 2021

Epeydir Alman edebiyatından örnekler verince burada bırakmayayım, Alman edebiyatından örnekler vermeye devam edeyim istedim. Bugün de, Goethe ve Nietzsche'den sonra Alman dilini en iyi kullanan lirik Alman şairi Christian Johann Heinrich Heine’yi (1797 - 1856) anlatacağım.

Heine, 19. yüzyılın romantizm ve realizm akımları arasındaki geçiş döneminde siyasal şiirin öncüsü olan en ünlü Alman şairidir. Genelde lirik şiirler yazar.. Hegel'in öğrencisi, Karl Marx’ın arkadaşıdır. Göttingen, Bonn ve Berlin Humboldt üniversitelerinde hukuk okur ancak edebiyata hukuktan daha fazla ilgilidir. Doğduğu Duesseldorf kentindeki üniversiteye adı verilmiştir: Heinrich-Heine-Universität Düsseldorf

Yahudi kökenlidir. Ancak1825'de, 28 yaşındayken dinini değiştirerek, Protestanlığı seçer. Bu, Alman devletinde hür bir birey olabilmek için gereklidir. Aksi takdirde birçok Yahudi gibi hakları kısıtlanacaktır. O zaman Almanya’da Yahudilerin üniversitede profesör de olması yasaktır. Heine'ın ise en büyük tutkularından birisidir üniversitede profesör olmaktır...

Heine sanat yaşamına "Gedichte" (Şiirler) adlı eseriyle 1821'de başlar. Heine'nin kuzenleri olan Amelie ve Therese'e olan tek taraflı aşkı daha sonra onu aşk temalı şiirler yazmaya sevk eder. "Buch der Lieder" (Şarkıların Kitabı) adlı eseri onun en kapsamlı şiir derlemesidir. Bu eseri Türkçeye ''Şakılar Kitabı'' (Yapı Kredi Yayınları, 2016) olarak yayınlanır. Heine'nın birçok şiiri besteciler tarafından şarkı hâline getirilir.

Kendine has dillere destan bir içe dönüklüğü vardır. Düşünceleri Fransız devriminden etkilenmiştir. Nietzsche, Heine'den bahsederken ''en yüce lirik şair'' ifadesini kullanır.

Değerinin farkındadır. Bir şiirinde söyle tanımlar kendisini:

''Ich bin ein deutscher Dichter,
Bekannt im deutschen Land.
Nennt man die besten Namen,
So wird auch der meine genannt.''

''Ben bir Alman şairi
Bütün Almanya’da bilinir
En iyi isimler söylenince
Benimki de öyle söylenir.''

Heine, 1831 yılında Almanya'dan ayrılır ve Paris'e gider. Orada ütopist sosyalistler ile arkadaşlıklar kurar. Ve Heine yaşamının geri kalan kısmını Paris'te geçirir.

Heine din değiştirmiştir. Her iki dini de çok iyi tanır. Paris’te Fransız arkadaşlarına dinler konusunda şu kanaatini söyler: "Bütün dinler aynıdır. Bazıları müşterilerinin derilerini kafalarından, bazıları ise ayaklarından başlayarak yüzerler."

Pariste okuma yazması olmayan Crescentia adli bir Fransız kadınla evlenir. Heine kadının adını fazla egzotik bulduğu için bu ismi Mathilde olarak değiştirir. Okuma yazması olmayan karısı, Heine'nin ne kadar önemli bir şair olduğundan bihaberdir ve şairin değerini arkadaşlarına sorar. Mathilde, Dumas'ın eserlerini okumak istediğinden, yine Heine tarafından kendisine okuma-yazma öğretilir. Mathilde kocasının şiirleri için değil de Dumas eserleri için okuma-yazma öğrenmek ister!... Belki de bu nedenle Heine ölmeden önce mirasını karısına bırakır ve karısının tekrar evlenmesine şart koşar. Neden olarak da kendisi için en azından bir adamın üzüleceğini söyler!...

Heinrich Heine’nin bu evliliği biraz da Rus yazar Puşkin’in evliliğine benzer. Puşkin, bir baloda Natalya Gonçarova ile karşılaşır ve büyüleyici güzellikteki bu genç kıza âşık olur. Puşkin’in mutsuzluğuna, talihsizliğine ve çok genç yaşta ölümüne giden yolun başlangıcı olur bu karşılaşma. Natalya edebiyatla hiçbir ilgisi olmayan, Puşkin’i bir şair olarak umursamayan, aklı fikri kendine rahat bir yaşam sağlayacak bir koca bulmakta olan sıradan biridir ve ailesinin de ondan pek bir farkı yoktur. Uzun çekişmelerden sonra Natalya ile evlenir Puşkin. Natalya evliliği süresince de kayıtsız kalır Puşkin’e. Yaşamını çekilmez kılan bir kayınvalidesi ve kusursuz ama yapay bir çiçek olan eşi vardır artık Puşkin’in tıpkı Heinrich Heine’nin karısı Mathilde gibi…

Heine’nin Alman politikası ve toplumunu eleştirdiği "Deutschland. Ein Wintermärchen" (Almanya. Bir Kış Masalı) (Wilhelm Goldmann Verlag, 1976) adlı eserini 1844'te yazar ve arkadaşı Karl Marx bu eserini sahibi olduğu gazetede makaleler hâlinde yayımlar…

Heine’nin Loreley (Lorelei) adlı şiiri şarkılar, çeviriler sayesinde dilden dile aktarılır ve bu sayede büyük bir ün kazanır.

Heine ‘’Laß die heilgen Parabolen’’ isimli şiirinin son kıtasını şöyle bitirir:

''Also fragen wir beständig,
Bis man uns mit einer Handvoll
Erde endlich stopft die Mäuler -
Aber ist das eine Antwort?''

"Durmaksızın soruyoruz
Ta ki bir avuç toprak
ağzımızı kapatana kadar.
Peki ama bu mudur cevap?"

Almansor: Ein Tragödie

Heinrich Heine, bir kitabında tarihte defalarca kanıtlanmış şu sözünü söyler:  "Bu sadece bir başlangıçtı, kitapları yakmış oldukları bu yerde, sonunda insanları da yakacaklar.”  (Das war ein Vorspiel nur, dort wo man Bücher verbrennt, verbrennt man auch am Ende Menschen.) Bu söz halen Almanya'da farklı şehirlerde değişik meydanlarda bir anıt yazısı olarak sergilenmektedir. Bunlardan birkaç örneği yazımın sonunda veriyorum.

Bu söz, Heinrich Heine’nin; "Der Rabbi von Bacharach" ve  "Atta Troll" eserleri ile beraber bir klasik olarak kabul edilen ve 1823’te yayımlamış olduğu “Almansor: Ein Tragödie” (Jazzybee Verlag, 2012) isimli kitabının 21. sayfasında yer alır. Bu romanda Heinrich Heine bu sözü roman kahramanlarından birisine büyük bir öngörüyle söyletir. Ne yazık ki bu kitapların hiçbirisi Türkçeye çevrilmemiştir.

Heinrich Heine “Almansor: Ein Tragödie” isimli romanında 1492 yılında Granada’nın İspanya Krallığı tarafından ilhak edilmesini ve sonrasında yaşananları konu eder. Bu ilhak ile Granada halkı din değiştirmeye zorlanır. Kabul etmeyenler de engizisyon eliyle katledilir. Kurtulabilen az sayıda insan dağlara çekilir. Olabilecekleri öngörebilenler de şehir işgal edilip yağmalanmadan çok önce evlerini terk eder… Almansor da şehri çok önceden terk ederek Fas’a gider. Ancak Almansor Fas’ta kaldığı sürece, din değiştirerek Granada’da kalabilen sevgilisi Zuleima’yı özler. Bu nedenle Almansor, Zuleima’yı bulmak için Granada’ya döner… Romanın bundan sonrası hazin bir aşk hikâyesidir.

Almansor Granada’ya geldiğinde eski tanıdıkları insanlar kendisine; ülkesine ihanet edenlerden, varlıklarını korumak için işgalcilerle işbirliği yapanlardan, işgalciler safına katılanlardan, yerli halka yapılan baskı, işkence ve katliamlardan bahsederler...   

Almansor’a konuşan insanlardan birisi de Almansor’un ailesinin eski yardımcısı Hassan’dır. Hassan, işgalcilere karşı direnmiş ve dağa çıkmıştır. Hassan, yaşadıklarını Almansor’a anlatırken engizisyonun binlerce kitabı ve kütüphaneleri yakmasına atfen işte bu sözü söyler: “Bu sadece bir başlangıçtı, kitapları yakmış oldukları bu yerde, sonunda insanları da yakacaklar.’’

Heine’nin, eserinde Hassan’a büyük bir öngörüyle bu sözü söyletmesinden 112 yıl sonra, 10 Mayıs 1933 tarihinde Naziler tarafından “Alman edebiyatını arındırma” iddiasıyla, 70 bin kişinin toplanarak seyrettiği Berlin-OpernPlatz’ta (Berlin’in Opera Meydanı) yirmi binin üzerinde kitap yakılır…  Bunlar arasında ünlü Alman yazarlar Heinrich Mann, Erich Maria Remarque, Joachim Ringelnatz ile birlikte Heinrich Heine’nin de kitapları da vardır… Tabii ki sadece Berlin şehrinde kitaplar yakılmaz. Hemen hemen bütün Alman şehirlerinde kitaplar yakılır. 

Naziler ise bu kitapları yaktıktan tam sekiz yıl sonra da insanları da yakmaya başlarlar!... . 

Ölüm döşeğinde iken; "Tabii ki Tanrı beni affedecektir, bu onun işi." der… Ve ardından ekler: “Düşüncelerim ve borçtan başka hiçbir şeyim yok!”

Unutulmayacak bir söz daha Heinrich Heine'den: "Tutunacak bir dalın olup olmadığını düşmeden göremezsin.." 

Eserleri 1835 tarihinde Alman otoriteleri tarafından her dikta rejiminde olduğu gibi yasaklandığında her şair gibi kendisi de Almanya için kaygılanır. Heine, 1844 yılnda yayınladığı ‘’Nachtgedanken’’ şiirinde şu dizleri kullanır: (Heinrich Heine’nin Paris’de iken yazdığı ve Almanya’ya olan özlemini anlattığı şiirin tamamını yazımın sonunda veriyorum.)

"Denk ich an Deutschland in der nacht,
dann bin ich um den schlaf gebracht"

(Geceleyin Almanya’yı düşündüğümde uykularım kaçıyor.)

Ben de artık son zamanlarda bu dizeleri ufacık bir değişiklikle zihnimde takılmış bir plak gibi şöyle mırıldanıyorum:

"Denk ich an die Türkei in der nacht,
dann bin ich um den schlaf gebracht"

Osman AYDOĞAN

Heinrich Heine'nin "Kitapları yakmış oldukları bu yerde, sonunda insanları da yakacaklar.” (Dort wo man Bücher verbrennt, verbrennt man auch am Ende Menschen) sözü halen Almanya'da farklı şehirlerde değişik meydanlarda bir anıt yazısı olarak sergilenmektedir.

Aşağıdaki anıt yazıt Berlin-OpernPlatz’ta (Berlin’in Opera Meydanı) yer alır. Yazıtta: ‘’Bu meydanın ortasında 10 Mayıs 1933 tarihinde Nasyonal Sosyalist öğrenciler, özgür yazarlar, gazeteciler, filozof ve bilim adamlarının yüzlerce eserlerini yaktılar’’ ibaresi yer alır. Berlin-OpernPlatz’ın adı da 31 Ağustos 1947 tarihinde Almanya Sosyal Demokrat İşçi Partisi liderlerinden Agust Bebel’in anısına Bebelplatz olarak değiştirilir. Bu meydan günümüzde bu adla anılır...   




Aşağıdaki anıt yazıt ''Berlin Humboldt Universitesi'' avlusunda yer alır. Anıt yazıtın altında da ''Kitapların yakılması 10 Mayıs 1933'' ibaresi yer alır.

  


Aşağıdaki anıt yazıt Neustadt şehri Marktplatz'da (Pazar Meydanı) yer alır. Anıt yazıtın altında yine ''Nasyona Sosyalistler tarafından kitapların yakılması anısına 14 Mayıs 1933'' ibaresi yer alır. 




Aşağıdaki anıt yazıt Braunschweig şehri Schlossplatz (Saray Meydanı)ında yer alır. Anıt yazıtın altında yine ''Bu yerde Nasyonal Sosyalistler tarafından kitaplar yakılmıştır. 10 Mayıs 1933'' ibaresi yer alır. 




Nachtgedanken

Denk ich an Deutschland in der Nacht,
Dann bin ich um den Schlaf gebracht,
Ich kann nicht mehr die Augen schließen,
Und meine heißen Tränen fließen.

Die Jahre kommen und vergehn!
Seit ich die Mutter nicht gesehn,
Zwölf Jahre sind schon hingegangen;
Es wächst mein Sehnen und Verlangen.

Mein Sehnen und Verlangen wächst.
Die alte Frau hat mich behext,
Ich denke immer an die alte,
Die alte Frau, die Gott erhalte!

Die alte Frau hat mich so lieb,
Und in den Briefen, die sie schrieb,
Seh ich, wie ihre Hand gezittert,
Wie tief das Mutterherz erschüttert.

Die Mutter liegt mir stets im Sinn.
Zwölf lange Jahre flossen hin,
Zwölf lange Jahre sind verflossen,
Seit ich sie nicht ans Herz geschlossen.

Deutschland hat ewigen Bestand,
Es ist ein kerngesundes Land,
Mit seinen Eichen, seinen Linden,
Werd ich es immer wiederfinden.

Nach Deutschland lechzt ich nicht so sehr,
Wenn nicht die Mutter dorten wär;
Das Vaterland wird nie verderben,
Jedoch die alte Frau kann sterben.

Seit ich das Land verlassen hab,
So viele sanken dort ins Grab,
Die ich geliebt - wenn ich sie zähle,
So will verbluten meine Seele.

Und zählen muß ich - Mit der Zahl
Schwillt immer höher meine Qual,
Mir ist, als wälzten sich die Leichen,
Auf meine Brust - Gottlob! sie weichen!

Gottlob! durch meine Fenster bricht
Französisch heitres Tageslicht;
Es kommt mein Weib, schön wie der Morgen,
Und lächelt fort die deutschen Sorgen.

Heinrich Heine

 

 

Wolfgang Borchert ve Kapıların Dışında

30 Aralık 2019

”Exilliteratur” ve ‘’Trümmerliteratur’’

I. ve II. Dünya Savaşı arasındaki Almanya’da Hitler’in iktidara gelişini ve Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlar. Ancak bu zorlu bir süreçtir ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilirler…

İşte bu sürgündeki Alman edebiyatçılar tarafından ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) akımı oluşturulur... Tıpkı bizde de kumpaslarla Silivri zindanlarına atılan subayların eserlerinin oluşturduğu ‘’Silivri Edebiyatı’’ gibi… Almanya’da 1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı, edebiyatçısı yurtlarını terk etmek zorunda kalırlar...

Elias Canetti, Hermann Broch, Alfred Döblin, Robert Musil, Klaus Mann ve Hannah Arendt bu yazarlardandır. Bu yazarların ortak özellikleri; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerini, despot bir iktidarın ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarıyor olmalarıdır… 

Almanya’da II. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında da, şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türü daha var: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı). Almanya’da iken, çocukken bu yıkımı bizzat yaşayan dostlarımdan bu yıkımdaki hatıralarını çok dinlemiştim... 

Bu Yıkım Edebiyatı’nın Heinrich Böll ile beraber en önemli temsilcilerinden birisi de sıra dışı bir şair, oyun ve öykü yazarı olan Wolfgang Borchert’dir

Wolfgang Borchert

Wolfgang Borchert 1921 yılında Almanya’nın Hamburg kentinde doğar. Henüz 15 yaşındayken şiirler yazmaya başlar, şiirleri ”Hamburger Anzeiger’’ gazetesinde yayımlanır… Ancak Borchert, Nasyonal Sosyalizmin ahlaki ve fiziksel kurbanlarından birisi olarak gençliğinin çoğunu hapiste geçirir…

Wolfgang Borchert, İkinci Dünya Savaşı sırasında askere alınarak gönderildiği Rusya Cephesi’nde (1941) ağır yaralanır. Cephede iken de Nasyonal Sosyalizme karşı olan görüşlerinden ötürü tutuklanır… Difteri ve sarılığa yakalanmış olmasına karşın sekiz ay Nürnberg’de cezaevinde tutulur... Daha sonra da iyileşti diye tekrar cepheye gönderilir. Bir daha tutuklanır ve bu kez dokuz ay Berlin’de hapis yatar... Sonra idama mahkûm edilir… Altı hafta idamını bekler… Savaşın sonu belli olunca affedilir…

Yıkımm Edebiyatı'nın bir diğer temsilcisi Heinrich Böll, Wolfgang Borchert’i şöyle anlatır:

"...O sıralar yirmi yaşındaki asker Borchert'in mektupları devletin güvenliğini sarsıcı nitelikte görülmüş, bu yüzden yazarı ölüme mahkûm edilmiş, ama altı hafta kadar bir hücrede bekletildikten sonra hayatı bağışlanmıştır. Yirmi yaşında olmak, altı hafta bir hücrede pineklemek ve öleceğini, Hitler’le ve savaşla ilgili düşüncelerini açığa vurduğu birkaç mektup yüzünden öleceğini bilmek! Kitabı eline alan yirmi yaşındakiler, insana kendi fikirlerinin ne denli pahalıya patlayabileceğini, karşılığında ödemesi gereken bedelin ne denli yüksek olabileceğini göreceklerdir."

Wolfgang Borchert, hücresinde geçirdiği günlerini 1947 yılında yazdığı ‘’Die Hundeblume’’ (Karahindiba) oyununda şöyle anlatır:

“Az sonra sarı noktanın yanından geçerken elden geldiğince serinkanlı davranmaya çalıştım. Sarı noktanın bir çiçek olduğunu algılamıştım. Sarı bir çiçek, bir karahindibanın küçük sarıçiçeği. Avluda attığımız turların her sona erişinde, ondan zorlukla koparıp alabiliyordum kendimi. Ona sahip olabilmek için günlük ekmek istihkakımı ver deseler verirdim. Bu da az fedakârlık değildi doğrusu. Hücremde canlı yaşayan bir şey bulunsun istiyordum. İçimdeki özlem zamanla öylesine büyüyüp güçlendi ki, avludaki çiçek, o mahçup küçük hindiba çok geçmeden gözümde bir insan, gizli bir sevgili mertebesine yükseldi. Bundan böyle yukarda, dört duvar arasındaki hücremde onsuz yaşayamaz duruma gelmiştim.” 

Borchert, bir yandan hastalığı ve zorluklarla boğuşurken, aynı zamanda da hastalığının ve zorluklarının onun yaratıcı gücünü ortaya çıkardığını düşünür: "Yavaş yavaş tevekküle alıştım. Eğer hapse girmeseydim Hundeblume (Karahindiba)yı yazamamış olacaktım. Hasta olmasaydım, hiçbir kelime yazamayacaktım. Hayat balık gibi çift yanlı bir şey, bazen alt yüzü gümüş gibi pırıl pırıl parlar.”

Savaşın sonunda serbest kalınca Hamburg’a döner ve burada tiyatro oyunları yazar… Sağlığının giderek kötüleşmesi ve buradaki doktorların da bir çözüm bulamaması üzerine İsviçre’ye gönderilir… Ancak İsviçreli doktorlar karşılarında bir hasta değil, yaşayan bir ölü bulurlar… Çünkü savaş onu yaşayan bir ölü haline getirmiştir...

Bu hastaneye ölmeye geldiğini de anlar Borchert. Ölmeden önce kaleme aldığı son şiir, insanları savaşa karşı hayır demeye çağıran manifestosu ‘’Dann gibt es nur eins!’’ ismindeki ‘’Sag NEIN!’’ (HAYIR de!) diye bilinen şiiri olur. Bu şiir aslında insanlığa vasiyetidir: “HAYIR de!…”  İsviçre’de yatırıldığı hastane, henüz 26 yaşındayken 20 Kasım 1947 günü onun ölümünü resmileştirir... 

"Anneciğim, beni çığlıklayıp attın ya işte içinden. Ve o gün bugündür her tıkırtı bir hayvandır gecede ve her gölge bir umacı..." diyen bir naif ruh o tarihten sonra ebedî huzura erer…

Wolfgang Borchert, ‘’Laterne, Nacht und Sterne’’ (‘’Fener, Gece ve Yıldızlar’’, Can Yayınları, 2017) adlı şiir kitabını 1946’da, ilk öykü kitabı ‘’Die Hundeblume’’ (Karahindiba)’yi ise 1947 yılında, ‘’Draußen vor der Tür‘’ (‘’Kapıların Dışında’’, Can Yayınları, 2018) adlı tek oyununu 1946 sonlarında Hamburg’da iken tamamlar. İkinci öykü kitabı ‘’An diesem Dienstag’’ (‘’Bu Salı’’, Afa Yayınları, 1994)’yı 1947 yılında hazırlar. ‘’Nachts schlafen die Ratten doch’’ (Ama Fareler Uyurlar Gece, Doğan Kitap, 2003) ve ‘‘Die traurigen Geranien’’ (‘’Üzgün Sardunyalar’’, Bağlam Yayınları, 1987) isimli kitaplarını ise 1945 yılı civarında tamamlar… Wolfgang Borchert’in bu bahsettiğim kitapları otuza yakın eseri içerisinden sadece Türkçeye çevrilen kitaplarıdır.

Wolfgang Borchert'in şairliği için, bu eserlerinin içinden ‘’Fener, Gece ve Yıldızlar’’ adlı şiir kitabında yer alan bir şiirine yer vermek istiyorum: 

‘’Ich möhte leuchtturm sein
in nacht und wind -
für dorsch und stint,
für jedes boot
und bin doch selbst
ein schiff in not!"

"Deniz feneri olsaydım
gecede, fırtınada
ışıktım balıklara
vapurlara, kayıklara-
ne yazık ki ben kendim
batmak üzre bir gemiyim!"

Dünyanın en büyük dramıdır herhalde ‘’Deniz Feneri’’ olmak isteyip de batmak üzere bir gemi olmak!…

Ne var ki, hem oyununun hem de bu kitabının basılması, yapıtlarının çeşitli dillere çevrilmesi ve rekorlar kırarak satması hep ölümünden sonra gerçekleşir... Yani Borchert, ününü ve şöhretini yaşarken göremez…

Kapıların Dışında

Borchert’in bu eserlerinden II. Dünya Savaşı döneminde yazdığı ve savaş sonunda Hamburg’da tamamladığı ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür) isimli oyunu ‘’Trümmerliteratur’’ (Yıkım Edebiyatı)’nın en önemli eseridir… İç karartıcı bir oyun olması nedeniyle kitabın başında ”Hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin görmek istemediği oyun” ibaresi yazılır…  ‘’Kapıların Dışında’’, yazarın tek oyunudur ve ölümünden bir gün sonra da sahnelenir…

Wolfgang Borchert, tek perde ve beş sahneden oluşan ‘’Kapıların Dışında’’ isimli oyunda, Rus cephesinden, o da Sibirya’dan esaretinden kurtulup memleketine (Hamburg) tek bacakla dönen Beckmann isimli bir askerin hikâyesini anlatır. Beckmann ölülerin diyarından tesadüfen geri dönmüştür. Beckmann, üç yılın ardından yurduna döndüğünde, uğruna savaştığı her şey artık bir hiçtir. Döndüğü yerde ne eşi ne evi ne de ülkesi bıraktığı gibidir. Ailesi ölmüş, evlerinde yabancılar oturmaktadır, karısı yabancı bir erkekle birliktedir.

Ayrıca iç dünyasında yaşadığı bir vicdan azabı da vardır ki onun sesini dindirmesi mümkün olmaz. Bir çarpışma anında sorumlu olduğu askerlerden on birini kaybettiğinden beri bu ses onu hiç rahat bırakmaz.

Savaş gözlüğü takıp kapı kapı dolaşır… Şimdi her yer enkaz, herkes kaypaktır… Kendini Elbe Nehri'nin kıyısında uzanmış bir şekilde bulur. Bu durum oyunda şöyle anlatılır:

“Almanya’ya dönen bir adamın, onlardan birinin hikâyesidir bu. Adam, onlardan biri; onlar yurtlarına dönerler, ama evleri barkları kalmamış ki yurtlarına kavuşsunlar. Artık onların yeri, kapıların dışıdır. Onların Almanya’sı dışarısıdır, gece vakti yağmurda sokak.”

Bu durum karşısında Beckmann nihilist bir tavırla ölümü arzular:

”Ölüyorum! Sonra adam, Almanya’ya gelen adam, falanca yerde sokak ortasına seriliyor ve ölüyor. Eskiden sokaklarda sigara izmaritleri, portakal kabukları, kâğıt parçaları olurdu; bugünse insanlar var, yerlere serilmiş, kimin umurunda!”

Aslında oyunda savaştan evine gelip onca yaşananlardan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fark eden bir bireyin, savaş psikolojisinden çıkma çabası ve topluma adepte olma süreci anlatılır. Aynı zamanda oyunda; iktidarın ve savaş karşısında kayıtsız kalan halkın da eleştirisi yapılır:

‘’Bize ihanet ettiler. Korkunç bir ihanete uğradık. Daha biz küçükken savaşıyorlardı. Ve büyüdüğümüzde savaşı anlattılar bize. Coşkuyla. Hep hayrandılar. Sonra, biraz daha büyüdüğümüzde bizler için bir savaş tasarladılar. Ve bizi savaşa gönderdiler. Sevinç içindeydiler. Coşkundular. Ama kimse bize nereye gittiğimizi söylemedi. Kimse bize siz cehenneme gidiyorsunuz demedi. Hayır, hiç kimse! Şimdi bizi gönderenler sanki onlar değil. Hayır, onların hiçbiri değil. Şimdi hepsi de sıcak evlerinde oturuyorlar. Kapılarını da sıkıca kapatmışlar. Bizler de dışarıda kalmışız. Kürsülerinden ve koltuklarından parmakla gösteriyorlar bizi…”

Oyunun adı ‘’Kapıların Dışında’’ değil mi? Bu koskoca dünyada kim yaşamamıştır ki kapıların dışında kalma duygusunu, korkusunu, hissini? Bir ötekileştirilmişlik, bir itilmişlik, bir dışlanmışlık, bir görmezden gelinmiş olma korkusunu kim yaşamamıştır ki?... Oyunda zaten Beckmann hep bu ‘’öteki’’ ile konuşur…

Klasik söylemdir ya hoş bir faaliyetten sonra söylenen ‘’tadı damağımda kaldı’’ diye… İster bu kitabı okuyun, ister bu oyunu izleyin, damağınızda tad falan kalmaz… Sadece acıdan burnunuzun direği sızlar… "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir..." derdi melankolik Fransız şair Charles Baudelaire.. Ama acı bize hiç de uzak iklimlerin kokusu gibi de değildir... Bir koklamaya görelim; acı bizim yanıbaşımızdadır, acı bizim  içimizdedir, acı bizimle beraberdir…

Tarih ders alınmak için varsa eğer, ''savaş, bir halk sağlığı sorunudur'' diye demeç verdiği için hekimlerine davalar açan, ''cihat'' ve ''Kızılelma'' söylemleriyle, asker postu giyerek kandan bahseden bakanlarıyla ''fetih'' naraları atan, yurt dışına asker göndermeyi yurt dışına işçi göndermek zanneden bir zihniyet için bu karamsar yapıt güzel bir örnektir aslında… 

Osman AYDOĞAN

 

I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (6): Sürgün Edebiyatı ve ‘’’Hannah Arendt’’

19 Temmuz 2020     

Son iki yazımda Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların ortak özellikleri olarak; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerini ve despot bir iktidarın bir ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmalarından bahsettim. Sonra da Alman Sürgün Edebiyatından ilk örnek olarak Elias Canetti’nin ‘’Körleşme’’ romanını ve ikinci olarak da Klaus Mann’ın ‘’Mephisto’’ romanını anlattım…

Bugün de Alman Sürgün Edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan, 20. yüzyılın en ilham verici, en heyecan verici ve en yaratıcı siyaset teorisyenlerinin başında gelen ve sıra dışı bir yazar ve siyaset bilimcisi olan Hannah Arendt’i anlatarak bu yazı dizime son vereceğim...

Hannah Arendt

Hannah Arendt 1906 tarihinde Almanya’da Aşağı Saksonya'nın Linden şehrinde (şimdiki Hanover'in bir parçası), bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir… Çocukluğu Königsberg (bugünkü adı: Kaliningrad) ile Berlin'de geçer.

Hannah Arendt, Nazi sempatizanı ve kendisiyle romantik bir ilişkisinin olan varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger ile birlikte Marburg Üniversitesinde felsefe üzerine çalışır. Burada teolog Rudolf Bultmann’dan da ders alır. Marburg'dan ayrılarak Heidelberg'e taşınır ve orada felsefede varoluşçu akımın teorisyenlerinden Alman filozof ve psikiyatrist Karl Jaspers'in danışmanlığında ‘’Aziz Augustinus (*)'un düşüncesinde aşk kavramı’’ (der Liebesbegriff bei Augustin) üstüne tez yazar… Freiburg’da da Alman filozof Edmund Husserl’den ders alır…

Hannah Arendt'in tez çalışması 1929 yılında yayınlanır. Ancak 1933 yılında Yahudi olduğu gerekçesi ile gerekli hocalık niteliklerine sahip olmadığı belirtilerek Alman üniversitelerinde ders vermesi engellenir… Yahudiler üzerindeki baskılar da artınca Paris'e kaçan Arendt orada Alman edebiyat eleştirmeni, düşünür, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı Walter Benjamin ile tanışıp onunla dost olur.  

Hannah Arendt, 1940 yılında Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile evlenir… Almanların Fransa'nın bazı bölgelerini işgal etmesi ve sonucunda Fransa’da da Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesi nedeniyle Fransa'dan da kaçmak zorunda kalır. Hannah Arendt, 1941 yılında kocası ve annesi ile birlikte ABD'ye kaçar.

II. Dünya Savaşı bittikten sonra da Heidegger ile ilişkisini sürdürür. Almanya'nın Nazilerden arındırılması etkinliklerinde onun lehinde tanıklık eder. 1950 yılında ABD vatandaşı ve 1959'da da Princeton Üniversitesi'nde profesör olur.

Hannah Arendt, 1975 yılında, 69 yaşında iken hayata gözlerini yumar...

20. yüzyılın en ilham verici, en heyecan verici ve en yaratıcı siyaset teorisyenlerinin başında gelen Hannah Arendt’i anlatmak, sınıflandırmak ve tanımlamak oldukça zordur. Çünkü Hannah Arendt bilinen hiçbir kalıba sığmaz…

Hannah Arendt felsefe eğitimi almasına rağmen kendisini ‘’felsefeci’’ olarak görmez… Arendt kendisini ‘’siyaset bilimcisi’’ olarak tanımlar…

Arendt'in eserlerini iktidar, politikanın özneleri, otorite ve totaliterlik üzerine yazar.

Hannah Arendt’in başlıca kitapları: ‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ (Üç cilt: Antisemitizm, Emperyalizm ve Totalirizm), ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’, ‘’İnsanlık Durumu’’, ‘’Sivil İtaatsizlik’’, ‘’Siyasette Yalan’’, ‘’Sorumluluk ve Yargı’’, ‘’Devrim Üzerine’’, ‘’Şiddet Üzerine’’, ‘’Geçmişle Gelecek Arasında’’, ‘’Eichmann in Jerusalem’’, ‘’Men in Dark Times’’, ve ‘’Crises of the Republic’’..

Bu kitaplarından dördü üzerine özet bilgi vermek istiyorum:

Totalitarizmin Kaynakları

Hannah Arendt’in ilk büyük eseri olan ‘’Totaliterizmin Kaynakları’’ isimli kitapta Komünizm ve Nazizm’in kökenleri ve bunlarla antisemitizm arasındaki bağlantıları inceler…

‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ birinci cildi ‘’Antisemitizm’’ (İletişim Yayınları, 2009), ikinci cildi ‘’Emperyalizm’’ (İletişim Yayınları, 2009) ve üçüncü cildi ise ‘’Totalitarizm’’ (İletişim Yayınları, 2014) olan üç ciltlik bir kitaptır…

Hannah Arendt, esere doğrudan adını veren üçüncü cilt olan ‘’Totalirizm’’de, totalitarist düşüncenin kökenlerini, örgütlü hareket haline gelişini, kurumsallaşmasını, propaganda ve manipülasyon araçlarını anlatır… Arendt bu kitabında totalitarizmi sadece faşizmin çerçevesine ve antisemitist bir eksende anlatmaz… Arendt, bir yandan Nazi partisinin, kurumlarının ve yöntemlerinin totalitarist düşünceye dayanan biçimlenişini resmederken diğer yandan da Sovyetler Birliği ve Stalin üzerinden “Doğu Despotizmi”ni de inceler… Arendt, bu kitabında okuyucularını totalitarizme karşı “dünya aşkıyla” biçimlenen bir politik sorumluluğa davet ediyor.

Kitaptan bazı bölümler:

‘’Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde gönüllü olarak çalışan Batılı komünist mühendisleri ülkeye ihanetten yargılamak istiyorlar. Tabii adamlar hiçbir şey yapmamışlar yani bir delil mevcut değil. Gerisini yabancı mühendisten dinleyelim: ‘Hiçbir zaman girişmediğim sabotaj eylemlerinin faili olduğumu kabul etmem konusunda yetkililer sürekli ısrar ediyordu. Reddettim. Bana denen şuydu: Sovyet Hükümeti’nden yanaysan ki öyle olduğunu öne sürüyorsun, bunu eylemlerinle kanıtla: Hükümet senin itiraflarına gereksinim duyuyor." (s 39)

"Kitleler ile ayaktakımının paylaştığı tek bir nitelik vardır o da şudur: Her ikisi de tüm toplumsal odakların ve olağan siyasal temsillerin dışındadır." (s. 49)

Şiddet Üzerine

‘’Şiddet Üzerine’’ (İletişim Yayınları, 2017), Hannah Arendt'in hacimce en küçük ama en çarpıcı kitaplarından birisidir. Arendt bu eserinde, şiddeti, sözle yan yana gelemeyecek, sözün / konuşmanın karşısına çıktığında onu çaresiz bırakacak bir olgu olarak konu ediyor: Bu özelliğiyle şiddet, politika dışıdır, politikayı dışlayıcıdır.

Beri yandan, 20. yüzyılda şiddet en ağırlıklı politik olgu olma eğilimi içindedir ona göre. Tarihin en eski fenomenlerinden biri olan savaşın ve modern çağın bir ürünü olan devrimin güncelliği, şiddeti her zamankinden daha '’şiddetle'’ hissedilir kılıyor. Arendt, işte bu paradoksu tartışıyor kitabında. Arendt'in temel vargısı şu: "Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya olur." "Terör", "terörizm", "şiddet" kavramlarının büyük bir yaygınlıkla ve tehditkârlıkla kullanıldığı günümüzde, Arendt'in bu geniş ufuklu eserinin özel bir değeri vardır.

Arendt, bu kitabında ‘’iktidar’’ (power), ‘’zor’’ (force), ‘’kuvvet’’ (strength), ‘’otorite’’ (authority) ve ‘’şiddet’’ (violence) kavramlarının çoğu zaman eşanlamlıymış gibi kullanılmasından yakınır. Bu terimler arasında ciddi bir ayrım yaparken şöyle demeyi de ihmal etmez: "Hiçbir şey iktidarla şiddetin iç içe geçmesinden daha yaygın; hiçbir şey bu ikisinin katıksız ve dolayısıyla aşırı biçimlerinde görünmesinden daha nadir değildir." (s. 59)

Ve kitabında şu tespiti yapar Arendt:

‘’İktidar ile şiddet birbirine karşıttır, iktidarın bitmeye başladığı yerde şiddet başlar.'’

Bu sözü başka bir şekilde formüle edebilirsem; ‘’Siyaset sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Sorunları çözmek için güç kullanıyorsanız eğer iktidarınız bitmeye başlamış ve siyasetiniz iflas etmiş demektir.’’

Siyasette Yalan

Hannah Arendt, ‘’Siyasette Yalan’’ (Sel Yayıncılık, 2018) isimli kitabını Pentagon Belgeleri’nin 1971’de ifşa edilmesinden kısa süre sonra yazar. Arendt, bu kitabında, tarih boyunca siyasette bir araç olarak kullanımı meşru görülen yalanların yirminci yüzyılda yepyeni bir çehreye bürünüp hangi mekanizmalarla hem siyaset sahnesini hem de olgusal gerçekliği egemenliği altına aldığını anlatıyor. Demokrasinin karşı karşıya kaldığı bu hayati tehdidin bertaraf edilmesinde ise özgür basının ve özgürlükleri için baskılara boyun eğmeden mücadele eden insanların önemine vurgu yapıyor.

Bu kitabında şunları söylüyor Arendt:

"Totaliter ya da başka başka türden diktatörlüğün hüküm sürmesini olanaklı kılan şey, insanların bilgilendirilmemesidir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilir misiniz? Herkes size mütemadiyen yalan söylüyorsa, bunun sonucu, yalanlara inanmamanız değil, artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur. Çünkü yalanlar doğaları gereği değiştirilmek zorundadır; yalan söyleyen bir hükümetin de kendi tarihini durmadan yeniden yazması gerekir. Bunun muhatabı olarak, sonuçta hayatınızın sonuna kadar inanabileceğiniz tek bir yalan konmaz, siyaset rüzgârı nereden eserse ona göre değişen sayısız yalan konur. Artık hiçbir şeye inanamaz hale gelmiş bir halk da hiçbir konuda karar veremez. Sadece eylemde bulunma kabiliyetinde değil, düşünme ve muhakeme etme kabiliyetinden de mahrum kalır. Ve bu hale gelmiş bir halka dilediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz..."

‘’Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar.‘’

‘’İlke, şefin yanılmazlığı değil yenilmezliğidir; buna olan inanç biterse totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır.’’

‘’Diktatörlerin o kadar göz göre göre yalan söylemelerinin sebebi, tabanlarının ahlâkını bozmak ve suç ortağı haline getirmektir. Biliyorlar ki ertesi gün o yalanın tam tersini söyleyecekler ve taban bunu ‘ne büyük taktik deha’ diyerek bir kez daha alkışlayacaktır.’’

Kötülüğün Sıradanlığı

Hannah Arendt’in Nazi subayı Otto Adolf Eichmann'ın Kudüs’te yargılanmasından yola çıkarak ‘’Eichmann in Jerusalem’’ olarak yayınladığı kitap Türkçe’de ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’ (Metis Yayıncılık, 2014) ismiyle yayınlanır… Bence Hannah Arendt’in en güzel eseridir bu kitap…

Nazi Almanyası'nın Yahudiler konusundaki politikasının belirlenmesinde önemli katkıları olan ve bu konudaki Nazi uygulamalarında etkin rol oynayan ve Yahudilerin soykırımın sorumlularından biri olan Alman subayı Otto Adolf Eichmann savaştan sonra Kudus’te idam cezası ile yargılanır.

Hannah Arendt, Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yapılan duruşmasına New Yorker dergisini temsilen katılır. Ondan istenen bu davayı gözlemleyerek rapor etmesi, dava üzerine yazı yazmasıdır.

Mahkeme esnasında Eichmann, savunmasında ısrarla sadece kurallara, kendisine emredilenlere uyduğunu söyler…

Hannah Arendt, mahkeme gözlemlerini daha sonra ‘’Eichmann in Jerusalem’’ adıyla kitaba dönüştürür… Hannah Arendt, Eichmann davasını, basitçe insanların kötülüğünün; sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olduğu sonucunu çıkarır… Adolf Eichman'ın suçunun keyfisizliğini emir almasıyla izah ederek ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kuramını geliştirir…

Arendt’e göre bu ve benzeri suçlar birey olmaktan kaçınan, düşünme ve muhakeme yeteneğini yitirmiş insanlarca gerçekleştirilir. Bu insanlar “düşünme ve muhakeme” yetisini kaybetmiş ya da bu yetiye hiç sahip olmayan kişilerdir. Kendi kendilerine hüküm verme yeteneklerini yitirdiklerinden emirlerle hareket ederler.

Hannah Arendt’in düşünce hayatımıza soktuğu ‘’kötülüğün sıradanlığı’’ kavramını sıradan bir kavram değildir. Bu kavram, insanların ''sadece işimin bir parçası'' diyerek yaptığı o masum eylemlerin nasıl da büyük bir kötülüğün bir parçası haline geldiğini gösteriyor… Arendt bunu kitabında şöyle formüle eder: "Kötülüklerin çoğu hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir." Bu kavram, aynı zamanda bunun da ötesinde kötülük karşısında hiçbir şey yapmayarak sessizce durmanın da bizzat o kötülüğü besleyip güçlendirdiğini söyler… Daha da ileri giderek şunu söyler Arendt: ‘’Kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir…’’

Arendt, Eichmann duruşmasından yola çıkarak bu dönemde yaşanan toptan ahlaki çöküşü de gözler önüne serer… Arendt bu görüşlerinin yanı sıra, Yahudi liderlerinin savaş sırasındaki tutumlarını eleştirerek, farklı davranılması halinde bazı şeylerin değiştirilebileceğini söyler… Arendt’e göre Nazi ve Yahudi Konseylerinin işbirliği sadece zalimlerde değil, kurbanlarda da ahlaki çöküntüye sebep olmuştur… Arendt bu nedenle kendi halkı tarafından neredeyse dışlanır...

Arendt, üniversite kürsüsünde kendisine karşı yöneltilen suçlamalar üzerine yaptığı konuşmasında şöyle der: “Anlamaya çalışmak, affetmekle aynı şey değildir. Anlamayı kendim için bir sorumluluk olarak görüyorum, konuyla ilgili kalem oynatan herhangi bir kişinin sorumluluğudur, bu.”

Arendt’in ifadesiyle bir kişinin kötülük yapması için, kötü kalpli ya da şeytani isteklere sahip biri olması gerekmez. Arendt’e göre dünyadaki en büyük kötülükler sürüden olan, kendine ait bir amacı, kanaat ve inancı olmayanlar tarafından işlenir. Arendt’e göre Eichmann bir bürokrat olarak yaptığı eylemlerin sonuçlarını düşünmemiş ya da aldığı emirleri bu sonuçlardan üstün tuttuğundan yaptıklarını gerçekleştirmiştir.

Hannah Arendt’in diğer düşünceleri

Yeni Alman Sineması hareketinin "öncü gücü" olarak anılan Alman film yönetmeni Margarethe von Trotta'nın yönettiği 2012 yapımı ve Arendt’i anlattığı biyografik bir filmi var. Bu filmde Arendt, daha önce Rosa Luxemburg’u da canlandıran Alman oyuncu Barbara Sukowa tarafından canlandırılır. Bu filmin en ilginç yönü, mahkeme sahnelerinde o günlerde mahkemede çekilmiş gerçek filmlerin kullanılmasıdır. Bu filmde şöyle bir sahne geçer:

Hannah Arendt’e sorarlar: ‘’İsrail’e karşı hiç mi sevgin yok? Kendi halkına karşı hiç mi sevgin yok?’’ Arendt cevap veriri: ‘’Hayatımda hiçbir zaman bir halkı ya da kolektif bir sınıfı bütün olarak sevmedim, ne Almanları, ne Fransızları, ne Yahudileri, ne de işçi sınıfını. Sadece arkadaşlarımı seviyorum, besleyebildiğim tek sevgi de bu. Sevginin diğer biçimlerine de kabiliyetim yok.’’

Arendt, Yahudi olmakla birlikte Yahudileri bir cemaat olarak görmeyi reddeder. Gençliğinde yaşadığı 18 yıllık devletsizliği ve mültecilik tecrübesinden sonra insanların "ne" olduklarıyla yani ırk, din, dil, cinsiyet vb. gibi kendilerinin iradi olarak değiştiremeyecekleri nitelikleri ile değil "kim" olduklarıyla yani yapıp ettikleriyle, söz ve edimleriyle değerlendirilmeleri gerektiğine inandığı için kendini Yahudi kimliğiyle öne çıkartmaktan imtina eder…

Hannah Arendt İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkması nedeniyle İsrail’de kitaplarının hiçbirisi İbranice ‘ye çevrilmez…

Hannah Arendt, siyaset kuramında siyaseti, dünyada evsiz olduğumuz düşüncesinden yola çıkarak, dünyayı birlikte yasayabileceğimiz ortak bir alanın yaratımı olarak tasarlar. Burada da Arendt, Heidegger’in; ‘’insan; bir varlık olarak (Dasein) evrene atılmış ve bu dünyaya öylece bırakılmıştır…’’ düşüncesinin izlerini taşır. (Heidegger, ‘’Varlık ve Zaman’’, Agora Kitaplığı, 2011)  Ayrıca Hannah Arendt siyaset kuramında hayranı olduğu Immanuel Kant’ın ve Aristoteles’in izleri vardır. Arendt, siyaset kuramında Marksizmi ve liberalizm öğretilerini eleştirir…

Arendt, Amerikan devrimini Fransız devrimine tercih eder ve eylemi bir siyasal edim olarak yüceltirken siyah hareketi eleştirir… Burada da Hannah Arendt’i Amerikan ideolojisi safında görürüz. ‘’Şiddet Üzerine’’ isimli kitabında altmışlardaki beyaz öğrenci hareketini siyahların bozup şiddete yönelttiğinden şikâyet eder. Girişte de yazdım ya, sıra dışı bir siyaset bilimcisidir Hannah Arendt…

Sonuç

Bu sayfalarda Almanya’da Weimar Cumhuriyetinden itibaren Hitler’in iktidara gelişi ve iktidar süresine dair bütün gelişmeleri; ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichstag Yangını’’ ve ‘’Operasyon Valkyrie’’ adıyla yazdım… Ancak Almanya’da Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlardı. Ancak bu zorlu bir süreçti ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilmişlerdi...

Bu çerçevede ”Exilliteratur” (Sürgün Edebiyatı) temsilcilerinden Elias Canetti ve eseri ‘’Körleşme’’yi ve Klaus Mann’ı ve eseri ‘’Mephisto’’yu yazdım… Şimdi de Exilliteratur’un en önemli temsilcisi Hannah Arendt’i ve kitaplarını ve fikirlerini yazdım, anlattım…

Bu Exilliteratur yazarları despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmışlar, daha önceleri yazdığım Trümmerliteratur (Yıkım Edebiyatı) yazarları da  (Wolfgang Borchert, ‘’Kapıların Dışında’’) böylesi bir felaketin nelere mal olacağını anlatmışlardı…

Bütün yazılarımda hep söylüyorum ya: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye, ‘’geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ diye, “geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” diye…

Günümüz Dünyasını ve geleceğini anlamak istiyorsanız eğer önümüzde müthiş bir tarih var… Bu yazı dizime burada son verirken şimdilik bu kadarı ile yetineyim... Yazıma da Hannah Arendt'in ''Şiddet Üzerine'' isimli kitabında geçen şu söz ile son vereyim:

‘’İktidar ile şiddet birbirine karşıttır, iktidarın bitmeye başladığı yerde şiddet başlar.'’

Arz ederim...

Osman AYDOĞAN

*Augustinus (354 - 430), diğer adıyla Aurelius Augustinus, Hristiyan bir aziz düşünürdür. Devleti tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlar... Augustinus, bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır. Onun yapıtları Tanrı bilimi olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. İşte Hannah Arendt’in doktora tezi ’’Aziz Augustinus'un düşüncesinde aşk kavramı’’ üzerinedir. 

 

 

 

I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (5): Sürgün Edebiyatı ve ‘’Mephisto’’

18 Temmuz 2020

Dünkü yazımda Alman Sürgün Edebiyatı’ndaki edebiyatçıların ortak özellikleri olarak; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerini ve despot bir iktidarın ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmalarından bahsetmiştim. Sonra da Alman Sürgün Edebiyatından ilk örnek olarak Elias Canetti’nin ‘’Körleşme’’ romanını anlatmıştım.

Friedrich Engels, Fransa’da ve Almanya’daki köylü sorunu hakkındaki düşüncelerinden yola çıkarak kısaca şunu söylerdi: ‘’Diktatörlerin en büyük destekçileri köylüler olmuştur…’’ Alman Sürgün Edebiyatından vereceğim ikinci örnek Klaus Mann’ın eseri ‘’Mephisto’’ ile Engels’e karşı bir tez getirdiğini düşünüyorum: Diktatörlerin en büyük destekçileri sadece köylüler olmamıştır. Diktatörlere en büyük destekçileri köylülerden de daha fazla Mephisto’lar, yani Gustav Gründgens’ler, Hendrik Höfgen karakterleri olmuştur…

Mephisto

Bu girişten sonra artık Alman Sürgün Edebiyatının en güçlü temsilcilerinden birisi olan Klaus Mann’ın 1936 yılında yayınladığı ve 20. yüzyılın en büyük romanlarından birisi olarak kabul edilen “Mephisto: Bir Kariyer Romanı” isimli romanını anlatabilirim.

Daha önce Klaus Mann’ın bu romanından uyarlanan aynı isimli oyunu Türkçeye çevrilmesine ve Türkiye’de sahnelenmesine karşın ne yazık ki bu romanın Türkçe yayınlanması ancak günümüze, 2019 yılına nasip olur (!):  Mephisto (Everest Yayınları, 2019)

Mephisto, diğer adıyla Mephistopheles; şeytan, iblis, hain anlamına gelir… Mephisto, Hristiyan mitolojisinin Cennetten kovulduğu farz edilen yedi şeytandan birisidir. Avrupa’da Rönesansta yaygın olarak kullanılır. Bir Hristiyan miti olmasına rağmen İncil'de adına rastlanmaz…

Mephisto sözcüğü ile ilk olarak Goethe’nin ünlü kitabı Faust’ta yer alır… Mephisto, Faust’ta akıl ve kudret karşılığında Faust'un ruhunu satın alan şeytan olarak karakterize edilir…

Günümüz dünyasını anlamak için okunması mutlaka elzem olan bu romanı tanıtmadan önce kitabın yazarı Kalus Mann’ı ve romanda Hendrik Höfgen karakteri olarak anlatılan Gustav Gründgens’i kısaca tanıtmam gerekiyor…  Klaus Mann ve Gustav Gründgens’i tanımadan kitap anlaşılmaz diye değerlendiriyorum…

Klaus Mann

Klaus Mann, 20. yüzyılın en önemli Alman yazarlarından birisi olan ve 1929 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Thomas Mann’ın (1875 -1955) oğludur… Thomas Mann'ın altı çocuğundan üçü; Erika Mann, Klaus Mann ve Golo Mann da yazardır…

Klaus Mann (1906 -1949), henüz on dokuz yaşındayken Paris’te Hemingway ve James Joyce gibi önemli yazarlarla tanışır. Edebiyat çalışmalarına Weimar Cumhuriyeti'nde, o zamana göre tabu sayılacak konular üzerinde başlar… Hitler’in iktidara gelmesiyle 1933 yılında Almanya’dan kaçmak zorunda kalır… Bu kaçıştan sonra Klaus Mann, nasyonal sosyalizme karşı cesur yazılar yazar… Sürgünde iken 1943 yılında ABD vatandaşlığına geçer… Eserleri Almanya'da ölümünden çok sonra keşfedilir... Bugün 1933 yılı sonrası Alman Sürgün Edebiyatı’nın önemli bir temsilcisi olarak kabul görür… Zaten yazı konusu Mephisto’yu da sürgünde iken yazar…

Klaus Mann, romanları, öyküleri, günlükleri, anı-mektup kitaplarıyla dönemin ruhunu, Nazilerin icraatlarını, etkilerini, tepkilerini tüm çıplaklığıyla anlatır…

Klaus Mann, yaşamı boyunca yaşadığı hem kişisel hem de politik hayal kırıklıklarını artık taşıyamamasından dolayı 21 Mayıs 1949 yılında 43 yaşındayken aşırı dozda uyku hapı alarak intihar eder…

Gustav Gründgens

Gustav Gründgens (1899 -1963), 20. yüzyılın en ünlü ve etkili aktörlerinden birisidir. Berlin, Düsseldorf ve Hamburg'daki tiyatro sanat yönetmenliği yapar… Gründgens, Hamburg Kammerspiele Tiyatrosu’nda ilk yönetmenlik deneyimini yaşarken, Klaus Mann ve kız kardeşi Erika ile birlikte çalışır… 24 Temmuz 1926'da Gustav Gründgens, her ikisi de eşcinsel olmasına rağmen Erika Mann ile evlenir… Ancak bu evlilik üç yıl sürer…

Bu süre zarfında Erika ve Klaus gibi Gründgens de sol kanat aktivistlerden ve Alman Komünist Partisi (KPD) üyesidirler… Aynı zamanda Gründgens, Adolf Hitler ve Nazi Partisi'ne duyduğu nefreti de gizlemez…

Gründgens, 1932’de Prusya Devlet Tiyatrosu’na girer… Gründgens’in oynadığı ilk rol de Goethe’den uyarlanan Mephistopheles’tir.

Ocak 1933’te Cumhurbaşkanı Hindenburg, Hitler’e hükumeti kurma görevini verir ve Weimar Cumhuriyeti’ni Nazi Almanya’sına dönüştürecek süreç başlar… 1933’te Klaus ve Erika Mann katıldıkları politik bir kabare nedeniyle Nazi rejimi tarafından kovuşturmaya uğrayınca yurtdışına çıkmak zorunda kalırlar… 1934’te de Klaus Mann Alman vatandaşlığından atılır…

Gründgens ise Almanya’da Gestapo’nun kurucusu Hermann Göring'in himayesine girer… 1934’te Gründgens Prusya Devlet Tiyatrosu’nun sanat yönetmenliğine getirilir... Daha sonra da Göring tarafından Prusya Devlet Konseyi’ne de atanır… Ayrıca Berlin'in başlıca tiyatrosu Staatstheater'ın da direktörlüğünü yapar… Gründgens, 1934'te, ülkeden kaçan bir Yahudi bankacının sahip olduğu Berlin’deki lüks bir villaya taşınır…

Sayısız sanatçı, aydın, düşünür Nazi döneminde çeşitli baskılarla karşılaşır, Klaus ve Erika Mann gibi pek çoğu yurtdışına kaçmak zorunda kalır, bazıları da hayatlarını kaybederken, Gustav Gründgens’in kariyeri ise hiç sekteye uğramaz…

Gustav Gründgens, 1936 yılında Joseph Goebbels ile tanışır… Joseph Goebbels, tüm eşcinsellere açıkça düşman olmasına rağmen, Gründgens; Hitler, Göring ve Goebbels tarafından koruma altına alınır… 1936'da Gründgens, Alman Devleti ile yıllık ortalama 200.000 Reichsmark geliri elde eden bir anlaşmayı imzalar…

Gründgens, bu süre zarfında birçok propaganda filminde başrol oynar ve film başına ortalama 80.000 Reichsmark kazanır… Bir eleştirmen, "Gründgens ilke olarak canavarların hizmetinde bile ego ve kariyer seçen entelektüellerin sembolü olduğunu" iddia eder…

Eylül 1944'te Goebbels, tüm Alman tiyatrolarını savaşın sonuna kadar kapatır… Ancak, Gründgens’in Berlin’deki evinde oturmasına izin verilir... Nisan 1945'te Berlin Kızıl Ordu tarafından ele geçirilir... Ancak Gründgens serbest bırakılır ve tiyatro yeteneklerini Doğu Almanya'da kullanmasına izin verilir… Gründgens 1946 yılında Batı Almanya'ya taşınmayı başarır ve birkaç yıl içinde kendisini ülkenin en iyi bilinen yönetmenlerden birisi haline getirir...

Gustav Gründgens, 7 Ekim 1963’te Manila’da tatildeyken aşırı dozda aldığı bir tabletten ölene dek bir oyuncu-yönetmen olarak büyük rağbet görmeye devam eder…

Mephisto'nun yazılma hikâyesi

Klaus Mann, sürgünde iken yayıncısı Fritz Helmut Landshoff tarafından bir roman yazmak için aylık maaş alacağı cömert bir teklif alır…  Klaus başlangıçta, 22. yüzyılda Avrupa hakkında ütopik bir roman yazmayı hedefler... Ancak yazar Hermann Kesten, kendisine Nazi Almanya’sında başarılı bir kariyere sahip olmak için ideallerinden ödün veren eşcinsellerle ilgili bir roman yazmasını önerir…

Klaus Mann, Hermann Kesten’in tavsiyesini kabul eder ve romanını bir zamanlar kaynı olan Gustav Gründgens'e dayandırır... Roman 1936 yılında yayınlanır… Romanda, (Mephisto) gençliğinde komünist olan bir oyuncu olan Hendrik Höfgen roman kahramanıdır… Ancak Höfgen’in şahsında anlatılan Gustav Gründgens’dir…

Kalus Mann, kitabını Almanya’da yayınlamaya çalışır... 1949 yılının Nisan ayında, yayıncısından Gustav Gründgens'in itirazları nedeniyle romanının ülkede yayınlanamayacağını söyleyen bir mektup alır… Roman, Gustav Gründgens’in kişilik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle uzun yıllar yasaklı kalır... Roman, 1981 yılında yeniden basıldığında hemen kült eser haline gelir ve günümüze kadar hep gündemde kalmaya devam eder…

Mephisto Romanı

Spiegel dergisi kitap hakkında; ‘’Mephisto, 1930’lu yıllarda faşizm yükselirken, boyun eğme ve direnme, kariyer ve ahlak arasında kalanların hikâyesini anlatan en iyi roman” diye yazar… Almanya’nın bir numaralı edebiyat eleştirmeni Marcel Reich-Ranicki de kitap hakkında; “İki dünya savaşı arasındaki Almanya’yı, hatta Avrupa’yı anlamak için bu romanı okumalı” diye konuşur…

Kitap tanıtım bülteninde de ‘’Zorbaya boyun eğenlerin trajedisini, inandırıcı ve derin karakterleriyle işleyen Mephisto, 1930’lar Almanya’sında Naziler yavaş yavaş iktidara gelirken, Nazilerle işbirliği yapan oyuncu Hendrik Höfgen’in hikâyesini anlatır… Nazilerin ideolojisinden hazzetmese de, kariyerinde yükselmek için iktidara hizmet eden ve bu uğurda önce dostlarını, sonra da ruhunu kaybeden Höfgen, her devirde türlü türlü kılıklarda karşımıza çıkan oportünisti temsil eder…’’ diye yazar…

Klaus Mann, romanında Hendrik Höfgen karakterinin kariyer yolculuğunun geri planında 1920’lerden 1936’ya kadar Almanya’daki dönüşümü anlatır… Roman kahramanı Hendrik Höfgen sosyalist bir tiyatro oyuncusudur. Liberal görüşlü bir müsteşarın kızıyla evlenmiştir… Hitler iktidara gelmiş, faşizme sürüklenen ülkede çok sayıda sanatçı mahpuslara tıkılmış, kimi işkenceden geçmiş, kimi öldürülmüş, 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı edebiyatçısı yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır.

Almanya’daki bu dikta rejiminde bir dolu arkadaşı Nazilerin şiddetine ve yıldırma politikalarına maruz kalmışken Höfgen, yalnızca kendi kişisel kariyerini ve ikbalini düşünerek siyasi bir tavır alır sanki hiç böyle şeyler yaşanmamış gibi kulaklarını tıkar, gözlerini yumar, ağzını kapatır, üç maymunu oynar. Höfgen, tutkuları uğruna faşizme tutsak olur, iktidarla uzlaşır ve yeni sistemin yıldızlığına yükselen bir aktörü olur…  Bu süreçte tüm insani ilişkilerini şöhret basamaklarından tırmanmak için kullanır…

Romanda zenci sevgilisi Juliette, Hendrik Höfgen’e sonunda şöyle hitap eder: “Senin kendinden ve kariyerinden başka bir şey umurunda mı? Pis mesleğinin dışında her şey sana vız geliyor! Başka nasıl çalışabilirdin komünistleri öldürten insanlarla? Sokağa çık biraz Hendrik! Tiyatrodan dışarı çık biraz! Dostlarını sokaklarda öldürüyorlar Hendrik! Çuvallara doldurulan cesetleri göllerin, ırmakların dibinde şimdi…’’

Klaus Mann, romanında sadece Höfgen’e odaklanmış gibi gözükse de bahsettiğim gibi romanın arka planında da iktidarı ele geçiren Nazi rejiminin yaptıklarını açık bir şekilde de anlatır…

Klaus Mann Höfgen’i anlattığı romanının ismini “Mephisto” vermesi de tesadüf değildir… Yazımın girişinde Mephisto isminin ilk olarak Goethe’nin Faus’tunda geçtiğini söylemiştim. Goethe’de Faust, yaşamını belirli idealler üzerine kuran ve onlardan şaşmayan bir karakterdir. Karşısına çıkan Mephisto ise onu bütünlüklü bilgiye ulaştırabileceğini söyleyerek Faust’un yaşadıkları ideallerinden uzaklaşmasını sağlar… Faust’un ruhuna karşılık şeytanla yaptığı bu anlaşma onun insani özelliklerini kaybetmesine yol açar…

Orta çağdaki Goethe’nin Faust’un ruhunu ele geçiren Mephisto ile Höfgen’in ruhunu kontrol altına alan despot Nazi rejimi aslında aynı özellikler sahiptir.

Klaus Mann, Höfgen karakterinin şahsında evrensel bir gerçeği işaret eder: Baskı ve despot dönemleri bir yandan dalga dalga korku kültürü yayarken diğer yandan da halka halka fırsatçılar ve çıkarcılar yaratır… Baskı dönemlerinde, iktidarın ideolojisi dâhil ideolojilerin bir anlamı kalmaz… Çıkar karşısında iktidarlar da muhalifler de ideolojilerini bir gömlek gibi değiştirilebilirler… 

Romanın sonunda kötülük sıradanlaşır…  

Mephisto Filmi

Mephisto, Macar yönetmen István Szábo tarafından filme alınır ve film 1981 yılında tamamlanır… Film aynı yıl ‘’en iyi yabancı film’’ dalında Oscar ödülünü alır… Szábo’nun ‘’Mephisto’’ filmi sinema sanatının ve tarihinin önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilir…

Filmde, Hendrik Höfgen karakterini meşhur Avusturyalı oyuncu Klaus Maria Brandauer canlandırır… Romanda da olduğu gibi Nazilerin iktidara geliş sürecinde Berlin Devlet Tiyatrosunda Faust oyununda ki Mephisto karakteriyle ünlü olmuş Klaus Maria Brandauer’in bir sosyalistken Nazi işbirlikçisine dönüşmesi, ruhunu şeytana satması ve Faşizm in bir dişlisi haline gelme sürecini anlatılır… Filmde ayrıca Faşist bir yönetim iktidardayken sanatın nasıl baskı altına alındığını çok güzel bir şekilde verilir…

Sonuç ve günümüz…

Yazımın başında Engels’e olan Kalus Mann’ın itirazını (benim tespitim) bir daha tekrarlamak istiyorum: ''Diktatörlerin en büyük destekçileri sadece köylüler olmamıştır. Diktatörlere en büyük destekçileri köylülerden de daha fazla Mephisto’lar yani Gustav Gründgens’ler, Hendrik Höfgen karakterleri olmuştur… '' 

Faşist rejim öylesine cezbedici zehirli bir mıknatıs halindedir ki, bu sayfalarda daha önceleri anlattığım gibi Birinci Dünya Savaşı'nın Almanlara karşı savaşan Fransız milli kahramanı Maraşel Henri Philippe Pétain, İkinci Dünya Savaşında bir Hendrik Höfgen karakterine bürünüp Mephisto'laşarak Faşizm yanlısı, Nazi işbirlikçisi bir hain haline gelir...

Kalus Mann’ın İtirazını şimdi daha iyi anlıyorsunuz değil mi?

TV ekranlarına, kürsülere, medyaya, sosyal medyaya, bürokrasideki basamaklara, iş hayatına, üniversitelere, yargıya, siyasete, ticarete, mafyaya, yazara, yazmayana, çizere, çizmeyene, sokağa ve çevrenize dikkatlice bakarsanız eğer ülkede bir değil onlarca, yüzlerce, binlerce, onbinlerce ve yüzbinlerce kişinin Hendrik Höfgen karakterine bürünerek bir nasıl Mephisto’laştığını görürsünüz...

Yazımı yine Alman Sürgün Edebiyatının önemli temsilcilerinden birisi olan Hannah Arendt’in bir sözü ile bitireyim: ‘’Kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir…’’ 

Hannah Arendt’i de yarın anlatayım…

Osman AYDOĞAN

 

I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (3): Operasyon Valkyrie

16 Temmuz 2020

Bir film: ''Valkyrie''

Amerikan film yönetmeni Bryan Singer'in yönettiği ve Tom Cruise'nin başrolde oynadığı, 2008 ABD-Almanya ortak yapımı politik gerilim ve savaş filmi var: ‘’Valkyrie’’ Bu filminde Almanya’da Hitler’e karşı 15 Temmuz 1944 tarihinde planlanan ancak 20 Temmuz 1944 tarihine ertelenip icra edilen bir suikast anlatılıyor… Bu film gerçek olaylara dayanıyor. Bu anlamda bu film bir filmden ziyade bir belgesele benziyor... . Bu film Türkiye'de 30 Ocak 2009 tarihinde ‘’Operasyon Valkyrie’’ ismiyle gösterime giriyor.  

Bu yazımda bu filmi anlatacağım. Ancak filmi anlatmaya başlamadan önce filmi daha kolay anlaşılır kılmak için mûtad olduğu üzere kısa bir tarih turu yapmam gerekiyor...

Almanya'da Hitler'e karşı direniş...

Aslında Almanya’da Almanların Hitler’e karşı tam bir teslimiyeti yoktur… Filmde anlatılan Nazi yönetimindeki Almanya’da Hitler’e düzenlenen bu suikast girişimi muhalefetin ne ilk organize olma çabası ne de ilk suikast girişimidir.  Almanya’da Hitler’e karşı muhalifler tarafından tamamı başarısızlıkla sonuçlanan 15 suikast girişimi yapılıyor. Bu film bu son girişimi anlatıyor.

Berlin merkezinde bulunan ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) isimli müzede 1933 -1945 yılları arasında Alman nasyonal sosyalizmine karşı direnişin (Widerstand gegen den Nationalsozialismus) bütün safhaları sergileniyor. Almanya’dan getirdiğim en önemli kaynaklardan birisi de bu müzeden aldığım tıpkıbasım belgelerden oluşan bu safhaların tamamını belgeleriyle anlatan direniş dosyasıdır. Bu müzede, 20 Temmuz 1944 darbe girişiminin yıldönümü vesilesiyle her yıl özel bir sergi ve etkinlikler düzenleniyor. (Ancak bu sene 20 Temmuz 1944 darbe girişiminin 76. yıldönümü vesilesiyle yapılacak etkinliklere Corona salgını nedeniyle ziyaretçi kabul edilmeyecek. Ancak bu etkinlikler 19 ve 20 Temmuz 2020 günlerinde saat 19.00’dan itibaren www.gdw-berlin.de/livestream bağlantısından online olarak izlenilebilecek. Müzedeki sergi ise 19 ve 20 Temmuz 2020 günleri belirli saatlerde ziyaretçilere açık olacak.)

Ordu içindeki ve bürokrasideki muhalefet daha ilk günden Hitler’e direnmeye çalışıyor. Ancak Hitler’in iktidarda henüz ikinci senesi dolmadan ülkenin tartışılamaz diktatörü haline gelmesi üzerine yeraltına çekiliyorlar… 1938-39 yıllarında Hitler’in çıkaracağı yeni bir dünya savaşını engellemeye çalışan ordu içindeki ve dışındaki muhalifler, generallerin tereddüt etmesi ve dünya ülkelerinin Hitler’in saldırgan politikalarına kayıtsız kalmaları yüzünden başarılı olamıyor…

Savaşın ilk yıllarında alınan başarılı sonuçlar, özellikle de Fransa’nın kolay teslim alınması ve Hitler’in Alman halkı üzerindeki popülaritesinin gitgide artması üzerine muhalifler beklemeye başlıyorlar… 1943 senesinde rüzgârın tersine esmeye başlaması üzerine Mart 1943, Kasım 1943, Şubat 1944, Mart 1944 ve en son da 20 Temmuz 1944’te art arda suikast girişimleri yapılıyor. Ancak artan güvenlik önlemleri ve Hitler’in artık halk arasına çıkmaması yüzünden girişimler başarılı olamıyorlar…

Alman ordusunda Hitler zamanında da hala çok kuvvetli bir Prusya askerî geleneği devam etmektedir... Prusya'da askerlik asilzâdelere ait sınıfsal bir yaşam tarzıdır ve çoğu zaman aile ismi ile birlikte en büyük oğul tarafından devam ettirilir. Prusyalı isimlerindeki ‘’von’’ bağlacı bir soyluluk belirtisidir ve Türkçe’deki ‘’…..oğlu’’ anlamında kullanılır. Günümüzde Alman isimlerinde artık bu bağlaç pek kullanılmamaktadır.

Alman ordusunun yeminlerinde 1934'e kadar sadakat sadece "vatan’’a  (Vaterland) sunulurdu. Son büyük Prusyalı Hindenburg'un ölümü (1934)  sonrasında kullanılmaya başlanan ve "Hitler andı" olarak anılan metinde ise sadakat "halk (Volk), devlet (Reich), başkomutan ve lidere (Führer)'e" sunulmaya başlanıyor. Zaten bahsettiğim film de bu yemin ile başlıyor… Ayrıca ''Wehrmacht'' adı ile Alman Ordusunun kimliği değiştirilerek siyasal iktidarın kontrolü altına alınmaya çalışılıyor… Ne Hitler Prusyalı subaylardan hazzediyor ne de Prusyalı subaylar Hitler'den hazzediyorlar… Bu nedenle onbaşı Hitler’in ve büro askeri Goebbels'in içten içe Prusya geleneğine olan güvensizliği, temelde bir yarı milis kuvveti ve siyasal güç olan SS'lerin yaratılmasına ve güçlendirilmesine vesile oluyor…

Prusya ve Prusyalıyı subayları anlatmak ayrı bir yazı konusudur. Köklü bir devlet geleneği ve köklü bir askerî geleneği olan Prusyalı subayların Hitler ile Hitler'in de onlarla uyuşması zaten mümkün olmuyor... Ancak Fransız Devrimi’ne katılan Fransız aristokrat, siyasetçi ve iktisatçı Comte de Mirabeau’ya ait Prusya geleneği konusunda şu alıntıyı vermek istiyorum: ‘‘Bazı devletlerin ordusu vardır, ancak Prusya ordusunun devleti vardır.’’ 

Valküre Planı...

Hitler kendisine karşı yapılan, yapılacak suikastların ve direnişin farkındadır. Bu nedenle Hitler tarafından hazırlanmış bir plan vardır: Valküre Planı… Bu planın amacı Alman Hükümeti'ne ve Hitler’e karşı gerçekleştirilecek herhangi bir isyan veya ihtilal girişimini önlemek, başlamışsa bastırmak ve bu girişim başarılı olmuşsa da Nazi Hükumetini korumaktır... Bu planın içeriğindeki en önemli nokta Berlin'de bulunan ‘’Ersatzheer’’ (Yedek Ordu)nun harekete geçerek isyanı bastırması ve asayişi sağlamasıdır… Ancak Alman ordusu içerisindeki Hitler karşıtı bir ekip bu planı tam aksine Nazileri bitirebilmek için kullanmayı düşünürler. Hitler karşıtı bu ekip ağırlıklı olarak asilzadelerden oluşan yüksek rütbeli Prusyalı generaller ve aydın kesimden kişilerden oluşuyor... 

15 Temmuz 1944

Plan ana hatlarıyla iki aşamadan oluşuyor. İlk aşamada Hitler, yapılacak bombalı bir suikastla öldürülecek, ikinci aşama da ise yedek askerler devreye sokularak Hitler’e karşı bir darbe yapılıyor bahanesiyle SS’ler ve üst düzey ordu mensupları tutuklanarak devre dışı bırakılacaktır.

Planın başarılı olmasındaki en büyük sorumluluk yedek askerlerin başında olduğu için Hitler ile birlikte toplantıya katılacak ve bombayı ayarlayacak, daha sonra da yedek askerleri devreye sokacak Albay Claus von Stauffenberg’e ait oluyor.... Stauffenberg planda öngörüldüğü gibi içinde zaman ayarlı bomba bulunan çantayı toplantıya sokmayı ve kendi dışarıdayken bombayı patlatmayı daha sonra ise Berlin’e gelerek yedek askerleri harekete geçirmeyi planlıyor… Bu plan 15 Temmuz 1944 tarihinde tam uygulanacakken Hitler’in yanında Himmler’in ve Göring'in olmaması nedeniyle plan iptal ediliyor. Ancak yedek orduya hareket emri verilmiştir. Plan iptal edilince harekete geçen yedek ordu ‘’tatbikat’’ diye geri çekiliyor.

20 Temmuz 1944

Plan 20 Temmuz 1944 günü planlandığı şekilde icra ediliyor. Albay Stauffenberg planda öngörüldüğü gibi içinde zaman ayarlı bomba bulunan çantayı toplantıya sokuyor, kendisi dışarıdayken bombayı patlatıyor ve sonrasında Berlin’e gelerek yedek askerleri harekete geçiriyor… Askerî ve kamu binaları ele geçirilerek SS'ler tutuklanmaya başlanılıyor...

Her şey yolunda gibi gözükürken planın en hayati kısmı olan Hitler’in öldürülmesinde başarısız olunduğu haberi geliyor. Bomba patlatılmış fakat şansın da yardımıyla Adolf Hitler patlamadan ufak sıyrıklarla kurtulmayı başarmıştır. Akşam saatlerine doğru çatışmaların yoğunlaştığı anda darbe başarıya ulaşacakken Hitler’in yaşadığı anlaşılıyor. Bunun üzerine darbe yanlısı olmayan fakat sesini de çıkarmayan generallerin ve subayların hepsi canlarını kurtarmak için darbecilere karşı savaşmaya başlıyor… Böylece Hitler’e karşı yapılan bir suikast ve darbe girişimi daha başarısızlıkla sonlanıyor… Bu suikast girişiminden sağ kurtulan Hitler 3-5 saat sonra planlı misafiri Mussollini'yi karşılamaya gidiyor…

General Friedrich Fromm, suikast ekibi olan Albay Stauffenberg'i, Teğmen von Haeften'i (Stauffenberg'in emir subayı), General Friedrich Olbricht'i, Albay Mertz von Quirnheim'ı ve Generaloberst Ludwig Beck'i o gece yargısız kurşuna dizdiriyor… Albay Stauffenberg’in kurşunlanırken: “Kutsal Almanyamız çok yaşa!” (Es lebe unser heiliges Deutschland!) diye bağırıyor…

Albay Stauffenberg tam bir Prusyalı subaydır. Tunus'ta aracının mayın tarlasına girip hasar alması, ardından müttefik uçaklarınca saldırıya uğraması sonucu ağır yaralanmış ve bu yaralanma sonucu sol gözünü, sağ kolunu ve kısmen işitme duyusunu kaybetmiştir... Bu hadise filmin girişinde veriliyor…

20 Temmuz 1944 sonrası

Başarısız darbe girişimi sonrası her yerde insan avı başlatılıyor. Darbe sonrası 7.000 civarında kişi tutuklanıyor… Mahkemeler sırasında sanıkları aşağılamak için sanıkların pantolon kemerleri takmalarına izin verilmiyor, sanıklar pantolonlarını elleriyle tutup ayakta durmaya zorlanıyor... Sonucu belli olan mahkemelerden sonra tutuklananların 4.980’i idam ediliyor. Bu idamlarda Hitler'in isteğiyle piyano teli ve et kancaları kullanılıyor. Amaç ise faillerin yavaş yavaş ölmesini sağlamaktır. Hitler, bu idam sahnelerini görüntületiyor ve bir brifing esnasında önemli SS subaylarına göstererek onlara bir nevi gözdağı veriyor.

Almanya’da bu suikast ve Stauffenberg üzerine onlarca kitap yazılıyor. Hala da yazılmaya devam ediliyor... Türkçede ise ne yazık ki bir tanendir. O da Talip Doğan Karlıbel’in, ‘’Stauffenberg ve Operasyon Valkyrie’’,  (Siyah Beyaz Yayınevi, 2009) isimli kitabıdır. Ne yazık ki bu kitap da oldukça yetersiz kalıyor… Ancak İngiliz gazeteci William L. Shirer’in üç ciltlik ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) isimli kitabı bu konuyu çok güzel ve detaylı bir şekilde anlatıyor…

Film: ''Valkyrie''

Bu konu üzerinde çok da film çekiliyor. Ancak bu filmlerin en önemlisi ve etkileyicisi işte girişte bahsettiğim 2008 ABD-Almanya ortak yapımı olan ‘’Valkyrie’’ filmidir. Bu film Türkiye'de 30 Ocak 2009 tarihinde ‘’Operasyon Valkyrie’’ ismiyle gösterime giriyor.  

Amerikan film yönetmeni Bryan Singer'in yönettiği ve Albay Claus von Satffenberg’i canlandıran Tom Cruise'nin başrolde oynadığı bu film girişte anlattığım gibi gerçek olaylara dayanıyor ve bu film bir filmden ziyade bir belgesele benziyor… 

Film için belgesel niteliğinde demiştim ya... Olayları anlatınca bana filmden anlatacak bir şey kalmıyor. Hal böyle olunca, film senaryosunda gerçeklerden zaman zaman sarkarak bazı değişiklikler yapılmış, bana da ağırlıklı olarak bu değişiklikleri anlatmak kalıyor..

Gerçekler ile fillm ile arasındaki farklar

Filmin sonlarına doğru General Friedrich Fromm, suikast ekibi olan Albay Stauffenberg'i, Teğmen von Haeften'i (Stauffenberg'in emir subayı), General Friedrich Olbricht'i, Albay Mertz von Quirnheim'ı ve Ludwig Beck'i bir odada topluyor. Bu sahnede, Ludwig Beck silah istiyor ve intihar ediyor. Ancak gerçek farklıdır. Gerçekte General Friedrich Fromm, Ludwig Beck'e intihar etmesini istiyor ve silahı masaya koyuyor. Beck silahı önce şakağına dayıyor… Ancak Beck kendisini öldüremeyeceğini söylüyor. Daha sonra tüm subaylar odadan çıkıyorlar. Bir müddet sonra silah sesi geliyor. İçeri girdiklerinde Beck'in silahı ağzına dayayarak ateşlediğini fakat ölmediğini görüyorlar. Askerlerden biri Beck'in ensesine tek kurşun sıkarak daha fazla acı çekmesini engelliyor.

Filmde, Valkürü Planını Hitler’e Albay Stauffenberg imzalatıyor. Ancak gerçekte Albay Stauffenberg, Hitler'i ilk kez suikast denemesinde görüyor. O imzalatmayı yapan kişi bir başkasıdır.

Filmde, Hitler ile birlikte sadece Himmler'in aynı operasyonda öldürülmesi istendiği söyleniyor ve Himmler olmayınca operasyon 15 Temmuz’dan 20 Temmuz’a erteleniyor… Ancak gerçekte Hitler ile birlikte Himmler ve Göring'in de aynı operasyonda öldürülmesi isteniyor.

Filmde Rommel'den hiç bahsedilmemiş. Rommel de Hitler karşıtıydı ve Hitler'in yaptıklarını pek onaylamıyordu. Ancak Rommel, diğerlerinden farklı olarak Hitler'in öldürülmesinin onu halkın gözünde bir kahraman haline getireceğini düşündüğünden, darbe yapılacaksa suikasttan ziyade tutuklanması gerektiğini savunuyordu. Ancak Rommel de Hitler'in gazabından kurtulamıyor... Rommel zorla intihar ettiriliyor ve bir çarpışmada öldüğü söylenerek görkemli bir cenaze töreni yapılıyor... 

Film ile gerçek arasındaki en büyük fark; filmde Stauffenberg darbenin planlayıcısı olarak gözüküyor ve suikasttan sonra ekibin başına geçip resmen darbeyi yönetiyor. Gerçekte ise Stauffenberg darbenin planlayıcısı ve yöneticisi değil sadece tetikçisidir. Ancak Stauffenberg’in torunu Sophie von Bechtolsheim daha yenilerde ‘’Stauffenberg - Mein Großvater war kein Attentäter’’ (Stauffenberg – Büyükbabam suikastçı değildi) (Herder Verlag, 2019) isminde yazdığı kitapta bu görüşe karşı çıkıyor... 

Filmde Stauffenberg, kesik kolundaki olmayan eli ile Hitler selamı vermeye zorlanıyor. Staffenberg’e bu selamı vermesi için zorlayan kişi de muhaliflerin suikast planından haberdar olduğu halde buna göz yuman, sonradan suikastçılar başarısız olunca kraldan da kralcı olup suikastçıları kendi avlusunda kurşuna dizdiren adam General Friedrich Fromm’dur...

Filmin Stauffenberg'in kesik kolla Hitler selamı vermesinden sonra en çarpıcı karesi de, sonunda ekrana yansıyan dört satırdır. Bu dört satır, sadece bu dört satır en az film kadar etkileyici oluyor:

‘’You did not bear the shame
you resisted
sacrificing your life
for freedom, justice and honor’’

Film ne yazık ki İngilizce olduğu için olduğu gibi aldım. Almancası şu şekildedir ve halen yazımın girişinde bahsettiğim ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) müzesinin duvarında gömülü haldedir:

‘’Ihr trugt die Schande nicht.
Ihr wehrtet euch.
Ihr gabt das große ewig wache Zeichen der Umkehr,
opfernd Euer heißes Leben für Freiheit, Recht, und Ehre.’’

(Utanç vermediniz.
Kendinizi savundunuz.
Tam aksine uyanıklığın en büyük yumuşak işaretini siz verdiniz.
Özgürlük, adalet ve onur için sıcak hayatınızı feda ettiniz.)

Filmin sonunda kahramanlar şu şekilde tanımlanıyor:

‘’In the world's darkest hour
while others followed orders
they followed their conscience’’

(Dünyanın en karanlık saatinde
diğerleri emirleri takip ederken
vicdanlarını takip ettiler.)

Yine küçük bir bilgi daha aktarmam gerekiyor. O da Albay Claus von Stauffenberg’in karısı olan Nina von Stauffenberg'e ne olduğu hakkında... Filmde Nina suikastten önce Stauffenberg'e veda edip çocuklarıyla beraber Bamberg'e gidiyor. Filmin sonunda da Nina'nın 06 Nisan 2006 tarihine kadar yaşadığı söyleniyor.  Başka bilgi verilmiyor. Gerçekte ise Nina SS subayları tarafından Bamberg'de bulunuyor ve tutuklanıyor. O günkü kanuna göre, vatana ihanet eden subayların tüm yakın akrabaları da vatana ihanet suçundan yargılanıp idamı gerekiyor. Ancak Nina hamile olmasından dolayı cezası erteleniyor... Çocuğu doğmadan önce de müttefikler çoktan Berlin'e giriyor ve Nina bu sayede kurtuluyor… 

Bu suikasttan dokuz ay sonra da Hitler intihar ediyor…

Ben bu filmi üç defa izledim... Her defasında film bittiğinde ben bomboş, bön bön simsiyah hale gelmiş ekrana uzuuuun uzuuuun baktım kaldım... Her defasında da Gülten Akın’ın ‘’İlk Yaz’’ isimli şiirindeki dizeleri kulağımda çın çın çınladı hep: ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya…’’

Osman AYDOĞAN

Meraklısına  notlar:

Fazladan birkaç konuya değinmek istiyorum. Konuyu dağıtmamak amacıyla meraklıları için buraya alıyorum…

Yazımın girişinde verdiğim ‘’Gedenkstätte Deutscher Widerstand’’ (Alman Direniş Anıtı) müzesinin bulunduğu caddenin adı ‘’Stauffenbergstraße’’dir. Buraya da şeref avlusundan giriliyor (Eingang über den Ehrenhof) Alman Harp Akademisi (Führungsakademie der Bundeswehr)’nin tam karşısındaki sokağın adı da ‘’Stauffenberggasse’’dir.

Bazı isimlerden ayrıca bahsetmem gerekiyor.

General Friedrich Fromm

Friedrich Fromm, Wehrmacht içindeki Nazi karşıtı hareketlerden başından beri haberdar oluyor... Ancak "Walküre Operasyonu"nun başlatılmasına karşı çıkıyor... 20 Temmuz suikast girişiminde Wilhelm Keitel'i telefonla arayarak Adolf Hitler'in öldürülmediğini öğrenince, Albay Stauffenberg’in Ersatzheer (Yedek Ordusu)'i harekete geçirme talebini reddederek intihar etmesini emrediyor… O yüzden Stauffenberg tarafından kendi çalışma odasında hapsediliyor… Fakat Joseph Goebbels'in emriyle Bendlerblock'a yollanan Binbaşı (hemen Albaylığa terfi ediyor) Otto Ernst Remer komutasındaki birlik tarafından kurtarılıyor. Fromm, suikast ekibi olan Friedrich Olbricht, Olbricht'in Kurmay Başkanı Albay Albrecht Mertz von Quirnheim, Claus von Stauffenberg, Stauffenberg'in yaveri Teğmen Werner Karl von Haeften'i iaynı günün gecesi Bendlerblock'un avlusunda yargısız kurşuna dizidiryor... Ludwig Beck intihar etmeyi istediği için kendini vurmayı iki kez deniyor ancak intiharı başaramayınca onu da vurdurtuyor… 

Ancak Hitler, Friedrich Fromm'un Stauffenberg ve arkadaşlarını çabucak idam ettirmesinden dolayı öfkeleniyor… Çünkü Fromm aylardan beri Hitler'i öldürmek için hazırlanan komployu bildiği halde komploculara yataklık ediyor ve planlarını Hitler’e haber vermiyor… İşlediği bu suçun izlerini böylece örtmek, isyanı bastıran adam olarak Hitler'in gözüne girmek istiyor. Ama bunlar için artık çok geç kalıyor…

Fromm'un suikastçilerle iş birliği yaptığı tespit ediliyor, 22 Temmuz 1944 sabahı, Nazi yetkilileri tarafından tutuklanıyor. Fromm, 14 Eylül 1944 tarihinde Alman Ordusundan çıkarılıyor. Artık sivil olan Fromm, 7 Mart 1945 tarihinde Volksgerichtshof (Halk Mahkemesi) tarafından askerî görev için değersiz kabul edilerek idama mahkûm ediliyor ve 12 Mart 1945'te Brandenburg an der Havel'deki Brandenburg-Gorden Cezaevi'nde idam ediliyor… İdam mangası önündeki son sözleri: ‘’Öldürülmem rapor edildi çünkü ben her zaman Almanya için sadece en iyisini istemiştim’’ sözleri oluyor…

Ludwig Beck

Ludwig Beck, 1938'de savaş riskini azaltmak için toplu istifaları destekleyerek Orgeneral olarak ordudan ayrılıyor ve çeşitli direniş hareketlerine katılıyor… Ludwig Beck, 2. Dünya Savaşından bir yıl önce Hitler'e ve generallerine bir muhtıra veriyor. Bu muhtırada Beck, Hitler'den şunları talep ediyor: ‘’Ordunun siyasetle ilgisi kesilmelidir. Ordu ve bürokrasinin işleyişinde yeniden Prusya geleneklerine dönülmelidir. Masraflar azaltılmalı, gösterişten uzak durulmalıdır. Agresif dış politikan vazgeçilmeli, dış politika dünyayla uyumlu hale getirilmelidir. Düşünce özgürlüğü sağlanmalıdır. Adalet yeniden tesis edilmelidir. NSDAP (''Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei'', -Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi- Nazi Partisi)’ne yapılan devlet yardımı azaltılmalıdır...’’

Ludwig Beck, 1943 yılında, bir bomba ile Hitler'i öldürmek için iki başarısız girişim planlıyor… 1944 yılında Carl Goerdeler ve Albay Claus von Stauffenberg ile 20 Temmuz suikast girişiminin itici güçlerinden biri oluyor. 1944'te Hitler'e düzenlenen ve başarısız olunan 20 Temmuz suikast girişiminde yer aldığı için General Friedrich Fromm tarafından tabancayla intihar etmesi isteniyor. Son sözleri "Daha önceki zamanları düşünüyorum" oluyor… Beck, ardından kendisini vuruyor fakat yaralanıyor ve General Fromm'un emriyle bir astsubay tarafından vurularak öldürülüyor. Eğer 20 Temmuz suikastı başarılı olsaydı Almanya'nın Cumhurbaşkanı olması öngörülüyor…

Ludwig Beck, Alman Nazi Generaloberst'idir. Hitler’e karşı yapılan suikasta katılmış en üst rütbeli asker olarak anılıyor… Beck, Osmanlı Sultanı Mehmet Reşat tarafından verilen Osmanlı Harp Madalyası sahibidir… Demek ki Osmanlı kime madalya vereceğini çok iyi biliyor!

Valküre

Bu suikastta kullanılan Valküre Planı’nda adı geçen ‘’Valküre’’ (Almancası ‘’die Walküre’’, İngilizcesi ''Valkyrie''); İskandinav mitolojisinde savaşta, sadece ölmek üzere olan savaşçılara görünüp ölen kahramanların ruhunu alıp ‘’Valhalla’’ denen yere götüren kanatlı genç, güzel savaşçı kadınlardır. Valkyrie’ler bir nevi meleksi atlı Amazonlardır. Bu nedenle Valkyrie'ler İskandinav Mitolojisinde savaş alanlarının üstünde yırtıcı kuşlar gibi süzülür şeklinde tasvir edilmişlerdir. Valkyrie’lerin İskandinav mitolojisindeki amaçları en büyük tanrı olan ‘’Odin’'e bu şekilde savaşçı toplamaktır.

‘’Die Walküre’’ aynı zamanda Richard Wagner’in 1869'da yazdığı eseri ‘’der ring des Nibelungen'' dörtlemesinin ikinci ayağıdır. Filmde bu eser bir plakta çalınırken görüntüleniyor. Wagner, Hitler'in en çok sevdiği sanatçıdır. Plana da zaten bu nedenle bu isim veriliyor. Filmde Hitler ''Wagner'i anlamayan bizi anlayamaz'' diyor... ‘’Walküre’’ günümüz Almancasında sarışın, uzun boylu ve balıketi kadınlara takılan bir sıfat olarak kullanılıyor… Halide Edib Adıvar da ‘’Harap Mabetler’’ isimli kitabında bu ismi kullanıyor: ‘’Saçlarının aynı olan bal rengindeki gözlerinde bir valkiri’nin korkunç sırları saklıydı.’’

Gedenkstätte Deutscher Widerstand (Alman Direniş Anıtı) isimli müze

Yazımda ismi geçen bu müze Generaloberst Ludwig Beck, General Friedrich Olbricht, Albay Claus von Stauffenberg, Albay Albrecht Mertz von Quirnheim ve Teğmen Werner Karl von Haeften'i idam edildiği yerde kuruluyor… Bu husus müzenin duvarlarına yansıtılıyor: 

 

 

 

 

Matteotti Cinayeti

11 Nisan 2020

Önce bir film: ’Matteotti Cinayeti’’ (IL delitto Matteotti) 

İtalyan yönetmen Florestano Vancini'nin yönettiği 1973 tarihli tarihi drama bir İtalyan filmi var: ‘’Matteotti Cinayeti’’ (IL delitto Matteotti) Film, İtalyan parlamentosundaki sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti'nin öldürülmesini ve bu cinayetin sonucu olarak İtalya'da Benito Mussolini'nin diktatörlüğünün kurulmasına yol açan olayları anlatıyor.

Filmde Matteotti'yi Franco Nero, Mussolini'yi de Mario Adorf canlandırıyor… Film 8. Moskova Uluslararası Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü ile ödüllendirilmişti… Bu film ne yazık ki Türkiye’de gösterime girmedi... Filmin tamamını içeren bağlantısını yazımın sonunda veriyorum. Bu karantina günlerinde bu filmi izleyin diyeceğim ama filmin seslendirilmesi orijinal diliyle yapılmış, yani İtalyanca…

Ben de bugün bu filmin konu aldığı cinayeti ve sonrasını anlatayım istedim... Mademki evlere hapsolduk… Bu yazımı okuduktan sonra yine de İtalyanca da olsa film izlenilebilir hale gelir diye düşünüyorum…

Matteotti cinayetine girmeden önce kısa bir bilgi:

Diktatörlüğe giden yol

Bu sayfalarda değişik yazılarla Almanya’da Hitler’in yükselişini anlattım. Bu yazılarımdan birkaç tanesi: ‘’Weimar Cumhuriyeti’’, ‘’Reichtag Yangını’’ ve‘’ ‘’Operasyon Valkyrie’’ idi… Bu konuda daha çok yazım var ama bunlar önemlileri… Nasıl ki ‘’Reichtag Yangını’’ Hitler’in diktatörlüğünü sağlamış ise Mussolini için de İtalya’da diktatörlüğünü bu cinayet sağlamıştı. Ne de olsa; ‘’sonuca giden her yol mubahtır” diyen de bir İtalyan’dı değil mi? (Machiavelli) Ki bu düsturu kullanan da çooook diktatör vardır dünyada!

Şimdi gelelim konumuza… Önce Giacomo Matteotti kimdi onu tanıtayım:

Giacomo Matteotti

Giacomo Matteotti 1920’lerin geleceği parlak bir politikacısıdır. Bologna Üniversitesi’inde hukuk okur. Sosyalist düşüncededir… Bologna Üniversitesi'nde hukuk okuduğu dönemde ‘’Sosyalist Birlik Partisi’’ (Partito Socialista Unitario) (PSU)’ne girer. Askere gitmek istemeyince Sicilya’ya bir çalışma kampına gönderilir…

Matteotti, PSU içinde üyelerin kibirli davranışlarını aşırı eleştirdiği için parti içinde fazla sevilmez. Ancak iyi bir hatiptir. Bu nedenle de oldukça fazla sayıda taraftarı vardır.

Matteotti, Ferrara bölgesinden 1919, 1921 ve 1924 yıllarında milletvekili seçilir. Partinin genel sekreterliğine kadar yükselir…1924’te “Faşist Tahakkümün İlk Yılı” isimli bir kitap yayınlayarak, başta faşist iktidarın işlediği 150 cinayet olmak üzere iktidarın, hırsızlıklarını yolsuzluklarını anlatır...

1924 yılında İtalya

İtalya’da yapılan 1924 yılı parlamento seçimleri iktidardaki Mussoli’nin baskısı, terörü ve hilekarlığı altında yapılır…  Mussolini ve partisi seçim öncesi açık açık yasaları çiğner, gazetelere el koyar, basımevleri yağmalar, sendikalar ateşe verilir, her gün sokaklarda muhalifler faili meçhule kurban gider…

6 Nisan 1924 tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde seçime katılım % 63’dür… Mussolini’nin seçim öncesi baskı ve hilelerine rağmen Mussolini ve partisi toplam 535 sandalyeli mecliste ancak 355 sandalye kazanır... Seçim kanunu gereği paralel listelerdeki 19 milletvekili de bu sayıya dâhil edildiğinde, Mussolini 374 milletvekili ile İtalya Parlamentosu’nda ezici çoğunluğa sahip olur. Bir önceki seçimde yalnızca 37 milletvekili çıkarmayı başaran bir parti için muazzam bir başarıdır bu…

Parlamento açıldığında muhalif partiler Mussolini’yi, anayasaya aykırı davranmakla ve seçimleri baskı altında yürütmekle suçlarlar.

29 Mayıs 1924 tarihinde sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti mecliste yaptığı coşkulu konuşmada seçim sonuçlarına itiraz ederek seçimlerde yapılan yolsuzlukları bir bir açıklar… Oyların çalındığını, sandıkların yok edildiğini söyler… Matteotti, meclisteki bu iki saat süren konuşmasında seçimlerdeki hileleri bizzat Mussolini’nin yaptığını söyleyerek meclisin yasadışı olduğunu ilan ederek seçimlerin yenilenmesini talep eder… Matteotti’nin konuşmasına Mussolini taraftarı milletvekilleri küfürlerle, hakaretlerle ve tehditlerle müdahale ederler… Meclisten çıkarken, Matteotti, arkadaşı Giovanni Cosattini’ye şunları söyler: “İşte şimdi cenazemde yapacağın konuşmayı hazırlayabilirsin.” Yazımın girişinde bahsettiğim film Matteotti’nin işte bu konuşması ile başlar… Filmin tamamını izlemeye vaktiniz yoksa da en azından filmin bu başlangıç sahnesini izlemenizi arzu ederim...

Daha sonra yapılan oylamada 07 Haziran 1924 tarihinde Mussolini hükumeti güvenoyu alır…

Matteotti’nin öldürülmesi

Mussolini hükümetinin güvenoyu almasından üç gün sonra, 10 Haziran 1924’te Roma’nın merkezindeki evinden çıkan Matteotti evinin önünden kaçırılır. Görgü tanıklarının ifadeleriyle,  Matteotti’nin kaçırılması olayında kullanılan arabanın izini süren polis, aracın Mussolini’nin partisine ait olduğunu belirler. Araçta kan izleri vardır ama ortada bir ceset yoktur.

Matteotti’nin cesedi iki ay bulunamaz. Bu dönemde Matteotti’nin kaçırılmasından ve kaybolmasından Mussolini sorumlu tutulduğundan muhalefet tarafından faşist iktidarın safça her an düşmesi beklenir… Bunalımlı ve gerilimli bir bekleyiş olur… Sonunda Matteotti’nin cesedi 18 Ağustos’ta Roma’nın 23 km. uzağındaki Ouartarella Ormanı’nda bulunur. Bu bunalımlı döneme bu nedenle de ‘’Ouartarella’’ adı verilir…  Matteotti’nin cesedi Roma dışında, Riano Flamino yakınlarında defnedilir…

Matteotti’nin öldürülmesi, başlangıçta bütün İtalya’da büyük bir nefret dalgasının yayılmasına yol açar. İtalyan parlamentosunda cinayetten, hükümet ve Mussolini sorumlu tutulur. Mussolini ise, cinayeti düşmanlarının hazırladığını ve kendisinin olayla bir ilgisinin bulunmadığını ileri sürer…

Kamuoyunun tepkisi dindikten sonra Mussolini karşı atağa geçerek 3 Ocak 1925'te mecliste bir konuşma yapar. Bu konuşmasında Mussolini, Faşist Parti'nin lideri sıfatıyla cinayetin bütün sorumluluğunu üstlendiğini açıklayarak muhalefeti cinayet suçlamasıyla hakkında dava açmaya çağırır. Ama muhalefet bunu yapacak güçte olmadığından söz konusu dava hiçbir zaman açılmaz…

Matteotti’nin yakalanan katillerinin duruşması 1926 yılında sonuçlanır: Karara göre, öldürme olayında bir kasıt yoktur! Matteotti, karşılıklı dövüş sırasında öldürülmüştür! Sonunda Mussolini temize çıkartılır.  Katilleri, Faşist Partisi sekreteri Farinacci savunmuş ve katiller beş yıl hapis cezası ile kurtulmuşlardır. Ardından katiller iki ay hapis yattıktan sonra İtalya Kralı Victor Emmanuel tarafından affedilip cezaevinden çıkarılırlar… Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte bu dava 1947'de tekrar görülür ve henüz hayatta olan üç katil 30'ar yıla mahkûm edilir…

Antifaşist cephenin basiretsiz politikaları

Matteotti cinayetinde zayıflayan Mussolini parlamentodaki iki liberali ve milliyetçilerin önderi Federzioni’yi kabinesine alarak durumunu güçlendirir.  Ve parlamentodan tekrar güvenoyu alarak iktidarda kalır.  

İtalyan sosyalistleri her fırsatta romantik bir şekilde anayasaya ve yasalara bağlı kaldıklarını tekrarlayarak hükümetin istifasını, milislerin kaldırılmasını ve yeni seçimlere gidilmesini isterler… Ancak bölünmüş muhalefetin tepkisi örgütlü ve sürekli değildir. Sosyalistler, Mussolini yanlısı krala hala güven duyarlar, kralı Mussolini’den uzak tutmaya çalışırlar… Kralı ve kamuoyunu aydınlatmak için gazetelerde yazı üstüne yazı yazarlar… Amaçları, kralı Mussolini’yi görevden almaya ikna emektir…

Bu sırada komünistlerin dışında kalan muhaliflerin yaptığı tek eylem de meclisi boykot ederek oturumlara katılmamak olur… Ayrıca Milano gibi şehirlerde faşizm karşıtı parlak gösteriler yapılır. Ancak bu gösteriler faşistlerin müdahalesi neticesinde çok sayıda insanın yaralanması ve dövülmesi ile sonuçlanır…

Sonuçta muhalefet, protesto eylemlerinden öteye gidemez… Muhalefet güçlü bir antifaşist bir cephe oluşturamaz... Ayrıca muhalefetin parlamentodan çekilmesiyle, Mussolini parlamentoda her istediğini yapabilecek duruma gelir… Bu şekilde faşizm kendini toplama ve yeniden saldırıya geçme imkânı kazanır...

Diktatörlüğe giden yol

Artık Mussolini için diktatörlüğe gitmenin tam zamanıdır…

3 Ocak 1925’te Mussolini mecliste verdiği ünlü söylevinde gerçek niyetini açığa vurur… Polis, Mussolini’ye karşı bir dizi uydurma suikastlar (!) düzenler…  Mussolini de bu suikast girişimlerine dayanarak “olağanüstü durum” yasası çıkarır… Mussolini bu yasaya dayanarak da ‘’kanun gücünde kararname’’ler çıkarma imkânı elde eder. Sonunda da bu kararnamelerle muhaliflerini ezer, demokratik partileri, sendikal örgütleri kapatır, bütün özgürlükleri ortadan kaldırır…

22 Haziran 1925’te Mussolini, Augusteo’da toplanan faşist kongre önünde “faşizmin yırtıcı totaliter iradesinin erişmek istediği devleti” şöyle tanımlar: “Ulusu faşistleştirmek istiyoruz, tüm iktidarı faşistlere vermek istiyoruz.”

1925-1926 yıllarında çıkarılan faşist yasalarla İtalya’da artık yalnızca faşizmin sözü geçer… Yeni yasalar ile örgütlenme özgürlüğü, siyasi partiler ve basın özgürlüğü ortadan kaldırılır… İtalyan ‘’Ulusal Faşist Partisi’’ tek yasal parti yapılır… Mussolini’nin gizli polis teşkilatı OVRA kurulur… Faşist olmayan ya da anti-faşist olan tüm gazetelerin idarecileri işten çıkarılır… Siyasi suçları yargılamak için özel bir mahkeme kurulur…  

1926 yılında aralarında İtalyan düşünür, siyasetçi ve sosyalist kuramcı, İtalyan Komünist Partisi kurucu üyesi Antonio Gramsci’nin de bulunduğu 2000 komünist tutuklanır…

1927 yılında yandaş gazeteler birleşerek ‘’Faşist Gazeteciler Birliği’’ kurulur... 1928’de ‘’Ulusal İtalyan Gazeteciler listesi’’ oluşturulur…

1928 yılında 37 komünist önder ömür boyu hapis cezasına çarptırılır… Matteotti Krizi sırasında muhalefet eden bazı burjuva politikacılar da kovuşturmaya uğrar, tutuklanır, öldürülür veya başka bir ülkeye sığınmak zorunda kalırlar…

1928 yılına gelindiğinde İtalya’da artık parlamenter görünümlü faşizm sona erer!. Bu tarihten sonra artık Mussolini’nin açık terör diktatörlüğü resmen kurulmuş olur…

Sonuç

Haziran 1924 tarihinde Matteotti’nin öldürülmesi sonrasında gelişen olaylar, muhalefetin basiretsizliği, dağınıklığı ve romantikliğinin de katkısıyla İtalya’da Mussolini’nin mutlak bir terör diktatörlüğüne yol açar…

Hep söylerim ya: Tarih, ders almak isteyenlere laboratuvar gibidir. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir… Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır...

Sahi Fransızcada ‘’déjà vu’’ diye bilinen bir deyim vardı değil mi? Neyse biz şimdi aklımıza takmayalım ’'déjà vu’’yu da yazıma Matteotti’nin bir sözü ile son vereyim. Bu söz üzerine, ''yaklaşmakta olan yaklaşıyorken'', hâlâ ''armudun sapı, üzümün çöpü'' diyenler başta olmak üzere hep beraber kafa yoralım:

"Özgürlük içinde yanlışlık yapılabilir, ancak tutsaklık bir ulusu ölüme sürükler."  

Arz ederim

Osman AYDOĞAN

‘’Matteotti Cinayeti’’ (IL delitto Matteotti) Filmi (Tamamı):
https://www.youtube.com/watch?v=UY_POy2laiU

 

 

I. ve II. Dünya Savaşı Arasındaki Almanya (2): Reichstag Yangını

15 Temmuz 2020

Reichstag; Almanya’da parlamentonun adıydı, ‘’Alman Parlamentosu’’ demekti… Reichstag yangını Hitler'in diktatörlüğünü adım adım inşa ederken çok istifade ettiği vakıalardan birisi olarak kabul edilir…  

Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında Almanya’daki komünist, sosyalist, sosyal demokrat ya da demokratik sol partiler ve kişiler kendi aralarında bitmek, dinmek bilmeyen bölünmelerin, kavgaların, çatışmaların, kamplaşmaların, düşmanlıkların içindedirler. Bu bölünmenin sonucu olarak da Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei – NSDAP) kurucusu Başkanı Adolf Hitler 31 Mart 1932 tarihinde yapılan seçimlerde oyların yüzde 37’sini alarak 28 Ocak 1933 tarihinde Başbakanlığa atanır. Ancak Hitler, azınlık hükümetindedir.

5 Mart 1933 tarihinde genel seçim vardır ve Hitler, iktidar olmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Almanya Parlamentosu (Reichstag) 27 Şubat 1933 gecesi yakılır. Yangının, kundaklama olduğu ortadadır. Yangın, Hitler’e sadece tek başına iktidar değil sonsuz bir güç de verir… Bu olay, Hitler’in iktidara bütünüyle el koymasının ve Komünist Partisi başta olmak üzere her türlü muhalefeti kısa süre içinde yok etmesinin de başlangıcıdır…

Olayın detayları

Berlin’de olay yerinde Hollandalı 24 yaşındaki inşaat işçisi Marinus van der Lubbe yakalanır. Komünist olduğunu söyleyen Marinus, polisin söylediğine göre, kundaklama eylemini tek başına gerçekleştirdiğini anlatır.

Reichstag yangını binanın çeşitli bölgelerinde ve aynı anda çıkar. Oysa Marinus van der Lubbe, ne binayı tanır ne de aynı anda birkaç yerde olabilecek yeteneğe sahiptir. Kaldı ki, Almanya’da veya Berlin’de yaşamıyordur ve Almanya’da kimseyle bir ilişkisi de yoktur. Eylemci sanık olarak aynı gece gözaltına alınan Alman Komünist Partisi (KPD) Berlin Meclis Grup Başkanı Ernst Torgler ve yine gözaltına alınan Bulgar Komünistler Georgi Dimitrow, Blagoi Popow ve Wassil Tanew’i de tanımıyordur…

Olay gecesine bakıldığında Hitler ve ekibinin hazırlıklı olduğu görülür. Adolf Hitler ve ağır topları Joseph Goebbels, Hermann Göring ve Wilhelm Frick yangın yerine gelmekte ve orayı miting alanına çevirmede gecikmezler. Hitler o akşam suçluyu tespit eder: Uluslararası komünizm, Alman birliğine ve dirliğine karşı kokteyl bir örgütle saldırmıştı!

Hitler şöyle devam eder: ''Artık acıma yok. Kim yolumuza çıkarsa, kafasını keseceğiz. Alman halkı artık merhamet göstermeye tahammül göstermez. Her komünist eylemci nerede görülürse vurulacak. Komünist milletvekilleri daha bu gece asılmalı. Bu ülkede komünizmle ilgili ne varsa, dümdüz edilecektir. Reichstag yangını içinde olan sosyal demokratlara da artık acıma yok.“

Göring de bir çift laf eder: ''Bu komünist isyanının başlamasıdır, devam edecekler. Bir dakika bile gecikemeyiz…“

Yangının ardından

Göring doğru söylüyordur. Bir gün bile beklemezler ve yangının ertesi sabahı 28 Şubat 1933 tarihinde Cumhurbaşkanı adına Alman Halkının ve Devletinin Korunmasına Yönelik Reichstag Yangını Kararnamesi çıkarılır: (Ne çabuk hazırlanmışsa!) ‘’Die Verordnung des Reichspräsidenten zum Schutz von Volk und Staat –Reichstagsbrandverordnung’’. Bu kararname kısaca ‘’Yetki Yasası’’ olarak tanımlanır.

Bu kararnameyle birlikte; yürürlükteki Weimer Anayasası kaldırılır ve Alman Meclisinin tüm yetkileri dört yıl süre ile kabineye, dolayısıyla Başbakan Hitler'e devredilir,  Meclisin çalışmalarına bu süre için ara verilir. Hitler, Alman silahlı kuvvetlerinin tam yetkili başkomutanı olur ve böylece Hitler, Alman Silahlı Kuvvetlerini kullanma yetkisini eline alır. Demokrasinin ve insan haklarının bütün kurallarını askıya alınır. Polise sebep göstermeksizin gözaltına alma ve yargıya da sanığı hukuki yardımdan muaf tutma hakkı verilir. İzleyen günlerde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) ve Alman Ulusal Halk Partisi dışındaki tüm partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durdurulduğu gibi Almanya Komünist Partisi'nin parlamentodaki 181 milletvekili ve parti ileri gelenleri tutuklanır.

Reichstag Yangını Almanya’na Nazi faşizmine geçisin en önemli adımı olur. Toplama kamplarının ilk nüveleri burada atılır. Kısa sürede 100 bin Alman Komünist Partisi üyesi ve sosyal demokrat tutuklanır. Almanya’nın dünya çapındaki entelektüelleri, gazeteci ve yazarları da tutuklanır.

Bu ortam ve bu kararname ile ilan edilen olağanüstü bu durumda 05 Mart 1933 tarihinde yapılan seçimlerde Hitler büyük üstünlük sağlar. Artık Hitler bir diktatördür.

Reichstag Yangını yargılamaları

Reichstag Yangını yargılamaları Leipzig kentinde gerçekleşir ve bir yıl kadar sürer…  Marinus van der Lubbe, Reichstag’ı yaktığını kabul etse de kundaklamayı kimin yaptırdığı aydınlığa kavuşmaz. Çünkü Alman sol çevrelerde ve uluslararası kamuoyunda Marinus’a kundaklamayı yaptıranların aynı zamanda Marinus’u yargılayanlar olduğu imajı hiç silinmez. Marinus van der Lubbe ise sonu belli bu yargılama neticesinde suçlu bulunup 10 Ocak 1934 günü başı kesilerek idam edilir.

Reichstag Yangını nedeniyle gözaltına alınan Bulgar Komünistlerinden Georgi Dimitrow da yargılananlar arasındadır. Dimitrov’un savunması, hem yangın provokasyonunu açığa çıkaran hem de faşizmi yargılayan niteliktedir: (''Faşizmin Yargılanması, Leipzig 1933'', Georgi Dimitrov, Evrensel Basım Yayın, 1994)

“(…) Odamda bulunan kâğıtlara gelince, benim olduğum sırada yapılan arama dışındakileri kabul etmiyorum. Odamın aranması benim yokluğumda yapılmıştır.” (20 Mart 1933)

‘’Sayın yargıçlar, sayın suçlayıcı üyeler, sayın avukatlar! (…) Mahkeme boyunca kaba ve sert bir dille konuştuğumu kabul ediyorum. Hayatım ve sürdürdüğüm mücadele de aynı niteliktedir. Fakat dilim samimi ve açık yüreklidir. Şeyleri gerçek adları ile anmak âdetimdir. Müşterisini savunmak zorunda olan bir avukat değilim. Komünist bir sanık olarak kendimi savunuyorum. Komünist devrimci şerefimi savunuyorum. Komünist fikirlerimi ve inançlarımı savunuyorum. Hayatımın anlamını ve içeriğini savunuyorum. Bu nedenle mahkeme önünde söylediğim her söz deyim yerinde ise kanımdan bir damla, etimden bir parçadır. Komünistlere anti-komünist bir suç yüklendiğinden dolayı, bütün sözlerim bu haksız yere suçlamaya karşı duyduğum öfkenin belirtisidir. (…)

Alman hükümetinin 28 Şubat tarihli olağanüstü kanun hükmündeki kararname, aynı zamanda bir delil niteliğindedir. Bu kararname hemen yangından sonra yayınlanmıştır. Anayasanın örgütlenme hürriyeti, basın hürriyeti, kişi dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı vb. ile ilgili maddelerdir. Yalnız komünistlere değil, aynı zamanda diğer muhalefet parti ve gruplarına karşı da yöneltildiğini belirtmek zorundayım. Bu kanun olağanüstü bir rejimi yerleştirmek için Reichstag yangınını bahane etmiştir. Delil yetersizliğinden değil, bu anti-komünist eylemlerle bir komünist olarak ilgimizin olamayacağı için serbest bırakılmamızı talep ediyoruz.’’ (16 Aralık 1933)

Mahkeme sonunda Dimitrov ve yoldaşları serbest bırakılırlar.

Cumhurbaşkanı Hitler

Cumhurbaşkanı Hindenburg 2 Ağustos 1934 tarihinde vefat edince Hitler, Cumhurbaşkanlığı makamını da üstlenir. Bu "fiili durum", referanduma sunulur. Alman halkının yüzde 89,93 "evet" oyu ile Hitler Cumhurbaşkanı olur. Bu referandumla birlikte Hitler’e Şansölyelik (Başbakanlık) görevini de sürdürmesine onay verilir.

Gerçeğin peşinde

Birinci Dünya Savaşında sonra kurulan Nürnberg mahkemeleri sırasında General Franz Halder, 1942 yılında Hitler'in doğum günü kutlaması sırasında, Hermann Göring’in '’Reichstag yangını hakkında gerçeği bilen tek kişi benim çünkü Reichstag’ı ben ateşe verdim'’ dediğine şahitlik eder ancak Göring kendi savunmasında bunu yalanlar.

Ancak  hep yazılarımda kendisine atıfta bulunduğum tarihçi Eric Hobsbawm “Kısa 20. Yüzyıl, 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı'' adlı eserinde (Everest Yayınları/Siyaset Dizisi, 2006) ise ‘’günümüz tarihçiliği bu olayın bir Nazi provokasyonu olduğu iddiasını desteklemez" der.

Yıllar sonra Marinus’un kardeşi Jan van der Lubbe, kardeşinin yeniden yargılanması için mahkemeye başvurur. 1980 yılında Berlin Mahkemesi faşist dönemdeki yargılamaların tümünün zaten hukuk dışılığına hükmedildiğini hatırlatır ve ayrıca Marinus’un beraatine karar verir. Alman Komünist Partisi olayı araştıran komite kurar ve partiden kimsenin Marinus ile bir ilişkisinin olmadığını saptar. Ayrıca, Marinus’un akli dengesinin bu suçu işlemeye uygun olup olmadığına dair o zaman hazırlanan doktor raporu hala kayıptır. Yangını başlattığına dair ilk ifadesi dışında kanıtlar da yoktur.

Yıllar sonra Hollanda‘da birçok meydana Marinus van der Lubbe adı verilir. 27 Şubat 2008’de olaydan 75 yıl sonra Marinus van der Lubbe'nin Hollanda’da yaşadığı şehir Leiden’e heykeli dikilir ve adı verilen bir sitenin duvarına fotoğrafı afiş olarak asılır.

Ancak tarihi bilmeyenler tarihin cilvesinden de habersizdirler.  Reichstag’ın yangını ile diktatörlüğünü pekiştiren bir rejim yine Reichstag’ın tepesine Sovyet askerinin elleriyle diktiği kızıl bir bayrakla son bulur... (2 Mayıs 1945)

Osman AYDOĞAN

Kaynaklar

Ülkemizde bu konuda tercüme de olsa yayınlanmış tek bir kitap bile yoktur. Ancak İngiliz gazeteci William L. Shirer’in üç ciltlik kitabı olan ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu - Yükselişi – Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) kitabı: ''Reichstag Yangını''na geniş olarak ve sağlıklı bir şekilde yer verir…

Yazımın içinde verdiğim Georgi Dimitrov’un ''Faşizmin Yargılanması, Leipzig 1933'', (Evrensel Basım Yayın, 1994) eseri ise Reichstag Yangını nedeniyle sadece yargılama sürecini anlatır.

Ülkemizde bu konuda tercüme de olsa yayınlanmış tek bir kitap bile yoktur ama Reichstag yangını hakkında Almanya’da onlarca kitap yazılır. Özellikle iki Almanya’nın birleşmesinden sonra arşivlerde ortaya çıkan yeni kaynaklarla konu Almanya’da hep canlı tutulur. Bütün Alman kaynaklarında olduğu gibi bu yeni kitaplar da bu olayın Nazilerin diktatörlüklerini inşa etmek için bir kaldıraç olarak kullandıklarını, Reichstag yangınının "Üçüncü Reich" in gerçek başlangıcı olduğunu ve Hollandalı Marinus van der Lubbe'nin tek suçlu olarak görünmemesi gerektiğinden bahsederler. Bu yeni kitaplardan şu örnekleri verebilirim:

‘’Der Reichstagsbrand: Wiederaufnahme eines Verfahrens’’' (Reichstag Yangını: Bir sürecin yeniden başlatılması) Benjamin Carter Hett und  Karin Hielscher, Rowohlt Verlag, Juni 2016.

‘’Der Reichstagsbrand: Geschichte einer Provokation’’ (Reichstag Yangını: Bir provokasyonun tarihi), Alexander Bahar und Wilfried Kugel, Papy Rossa Verlag, 2013.

‘’Der Reichstagsbrand: Die Karriere eines Kriminalfalls’’ (Reichstag Yangını: Bir ceza davası kariyeri), Sven Felix Kellerhoff, be.bra Verlag, 2008.

Dikkat edilirse bu kitapların yayın tarihleri hep yenidir. Çünkü Almanya’da bu konu her an ve hala tazeliğini korumaktadır.  

 

 

I. ve II. Dünya Savaşı arasındaki Almanya (1): Weimar Cumhuriyeti

14 Temmuz 2020

Ah tarih ah!...

Malumdur ki tarih tekerrürden, ama biraz da tefekkürden ibarettir.

Hep yazarım, söylerim ya; tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız diye... Şu sözlerimi sanırım artık ezbere biliyorsunuzdur: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’… ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’… ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır’’… “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” (İbn-i Haldun)… ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ (Mehmet Akif)

‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyen Georg Wilhelm Friedrich Hegel de Mehmet Akif gibi tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin -ders alınmadığı için- tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’ 

Günümüzde yaşadığımız bütün olaylar, ders alınmadığı için tarihin sanki bir komedi gibi tekrarından başka bir şey değil midir? Ah tarih ah!...

Bizler genellikle Almanya’yı I. Dünya Savaşı ile ve II. Dünya Savaşı ile biliriz… Ancak I. Dünya Savaşı sonrasında iki savaş arasındaki Almanya’yı pek bilmeyiz. Bana göre I. Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya, dünya tarihi açısından dünyaya her iki savaştan daha fazla ders verir.

Altı bölümlük bu yazı dizimde, I. Dünya Savaşı sonrasında Hitler'in nasıl iktidara geldiğini, Hitler'in nasıl bir diktatörlük kurduğunu ve bu dönemde Almanya’da yaşanan askerî, politik olayları ve bu süreçte üretilen edebi eserleri anlatacağım...

Bu kapsamda ilk olarak, Almanya’da Weimar Cumhuriyetinden itibaren Hitler’in iktidara gelişi ve iktidar süresine dair bütün gelişmeleri; ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ başlığı adı altında, ardından ‘’Reichstag Yangını’’nı  ve ‘’Valkyrie Operasyon’’unu anlatacağım.  

Ancak Almanya’da Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlardı. Ancak bu zorlu bir süreçti ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilmişlerdi... Bu çerçevede de bu konuların ardından ”Exilliteratur” (Sürgün Edebiyatı) temsilcilerinden Elias Canetti ve eseri ‘’Körleşme’’yi, Klaus Mann’ı ve eseri ‘’Mephisto’’yu ve son olarak da Exilliteratur’un en önemli temsilcisi Hannah Arendt’i, kitaplarını ve fikirlerini anlatacağım…

Bu Exilliteratur yazarları despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmışlar, daha önceleri yazdığım Trümmerliteratur (Yıkım Edebiyatı) yazarları da  (Wolfgang Borchert, ‘’Kapıların Dışında’’) böylesi bir felaketin nelere mal olduğunu anlatmışlardı…

Bu yazı dizimin günümüzü daha iyi anlamamızı sağlayacağını ve günümüze dair çok değerli ve önemli dersler vereceğine inanıyorum. Alman tarihine meraklı iseniz bu yazı dizimi kaçırmamanızı arzu ederim.

Weimar Cumhuriyeti

Weimar Cumhuriyeti, İmparatorluk döneminin sonu (1918) ile Nazi Almanya’sının başlangıcı (1933) arasında Alman cumhuriyet rejimine verilen addır. 1920’lerin Almanya’sı ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ olarak tanımlanır…

11 Kasım 1918 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İmparator olan II. Wilhelm’in Almanya’dan kaçması üzerine yeni bir cumhuriyet kurulur. Bu yeni kurulan cumhuriyet ismini Alman milli meclisinin 1919 yılında toplanarak yeni anayasa oluşturduğu Orta Almanya’da yer alan ‘’Weimar’’ şehrinden alır… Weimar Cumhuriyeti, 30 Ocak 1933 tarihinde Adolf Hitler’in Şansölye olarak görevlendirilerek hükümeti kurma yetkisinin verilmesine kadar yani Nazi rejiminin başlangıcına kadar devam eder.

1918 ve 1933 yılları arasındaki dönemi kapsayan ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ ismini alan bu dönem içindeki; savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık yanında aynı dönem içinde sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketlilikler karmaşık ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ döneminin karakterini oluşturur. Bu karakteristik özelliklerin her birisi ayrı bir yazı konusudur. Bu dönemde yaşanan zorlukların çoğu, Hitler'in iktidara gelmesine zemin hazırlar.

Weimar Cumhuriyetinin karakteristik olayları

Weimar Cumhuriyetinin karakteristik olaylarını tarihsel sırayla çok kısa olarak şu şekilde anlatabilirim:

1. Ayaklanmalar

11 Kasım 1918’de sabah saat 05.00’te Almanya’da ateşkes imzalanır. Altı saat sonra bütün silahlar susar ve Almanya için I. Dünya Savaşı sona erer… Bir taraftan ateşkes imzalanırken, diğer taraftan çoktan 3 Kasım günü Kiel’deki bir deniz üssünden devrim kıvılcımı başlar. Devrim hızla Hamburg, Bremen ve Berlin’e sıçrar. Nisan 1919 tarihinde Bavyera'da komünist devrimi başarıya ulaşır. ‘’Münih Sovyet Cumhuriyeti’’ ilan edilir.

Sonrasında ayaklanmaların ardı kesilmez… Ocak 1919 ayaklanmasında Spartakistlerin önderleri olan Rosa Luxemburg ve Kurt Liebknecht, işçilere genel grev ve silahlı ayaklanma çağrısı yaparlar. Bunalımın giderek arttığını gören Şansölye Ebert, dönemin Genelkurmay Başkanı Groener’i ayaklanmayı bastırması için görevlendirir. Groener işçi ayaklanmalarını kanlı bir saldırı ile 10 Ocak’ta bastırır… Gösterilerde ele geçirilen ayaklanmacıların hepsi kurşuna dizilirler. Spartakist önderler olan Rosa Lüxemburg, Karl Liebknecht ve Kurt Eisner ayaklanma bastırılırken öldürülürler. Komünist ayaklanmaları bu şekilde başarısız olur.

Bismarck’ın neredeyse yarım yüzyıl önce var ettiği Hohenzollern İmparatorluğu son bulmuş, Kaiser çoktan tahttan indirilmiş, Alman tarihinde artık yeni bir sayfa açılmıştır...

2. Yeni Anayasa

Ülkedeki anarşi ortamının giderilmesi için 19 Ocak 1919 tarihinde anayasa meclisi seçimi sonucunda sol eğilimli SPD %38 oy alarak kazanır. 6 Şubat 1919 tarihinde bütün halkın söz sahibi olduğu bir kurucu meclis toplanır. 13 Şubat 1919 tarihinde ilk parlamenter hükümet kurulur. Kurucu meclis, Friedrich Ebert’i başkanlığa getirir. 24 Şubat-31 Temmuz tarihleri arasında hazırlanan Anayasa tasarısı, 11 Ağustos 1919 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe girer. Yeni kabul edilen anayasa Yasama organı olarak İmparatorluk Meclisi (Reichstrat) ve Yasama Meclisi (Reichstag) adlı iki meclisten oluşur. Yeni kurulan sistemde devlet başkanı, başbakan ve bakanları seçmesinin yanı sıra yasaları onaylama ve silahlı kuvvetleri komuta etme gibi önemli yetkilerinden sahibidir. Yapılan seçimlerin ardından 9 Kasım 1919 tarihinde sosyal demokrat Friedrich Ebert devlet başkanlığına seçilir, Schidermann ise başbakanlığa atanır...

3. Kargaşa zamanı, iç savaş ve isyanlar

28 Haziran 1919 tarihinde Versay Antlaşması imzalanır. Versay Antlaşmasının ağır mali ve askerî yükü Almanya’nın siyasi otoritesini de kısa sürede yozlaştırır. Antlaşmanın içerdiği ağır hükümler, savaşın ülkede yarattığı yıkım ve ekonomik bunalım ile birlikte işsizlik ülkeyi sarar… 1920 ve 1923 yılları arasında bunalımlar hiç bitmez. Nisan 1920 tarihinde Ruhr bölgesinde iç savaş çıkar. Mart 1920 tarihinde Wolfgang Kapp Berlin'de darbe girişiminde bulunur.

6 Haziran 1920 tarihinde yapılan seçimlerde aşırı sağ partiler güçlenerek %15 oy alır. Bağımsızlar yüzünden oy kaybeden SPD güçten düşer.

Bu arada sürüp giden yüksek enflasyon karşısında Alman parası (Mark) inanılmaz derecede değer yitirir. Haziran 1923 tarihinde 4.2 trilyon Mark 1 ABD dolarına eşit haline gelir. Ekonomik olumsuzlukların devam etmesi ve Versay Antlaşması’nda belirtilen Alman halkının da savaş suçuyla yargılanması ülkenin Adolf Hitler’e daha da yakınlaşmasına neden olur.

1920-21 yılları arasında Polonya, yukarı Silezya'yı işgal etmeye çalışır. Temmuz 1921 tarihinde Adolf Hitler NSDAP’ın (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) başına geçer. 11 Ocak 1923 tarihinde Fransa, Ruhr bölgesini işgal eder. 100.000 civarında alman memur bölgeden sürülür. Almanya bu oldubittiye boyun eğmek zorunda kalır.

Adolf Hitler’in önderliğini yaptığı Nazi Partisi Yahudilerin ekonomiyi sömürdüğünü ileri sürerek alt ve orta tabaka halkın ayaklanmasına neden oldular. 24-25 Ekim 1923 tarihinde Hamburg’da komünist isyanı başlar ancak kısa sürede bastırılır. Kasım 1923 tarihinde Saksonya ve Thuringia'da sol koalisyonlar yönetime gelir. Bavyera ordusu, Ruhr olayları yüzünden isyan edip Berlin'e yürüme tehdidinde bulunur...

4. Hitler ve Birahane Darbesi

Siyasi şiddet, 1923 yılında Hitler'in ordu tarafından bastırılan ‘’Birahane Darbesi’’ (Bürgerbräukellerputsch ya da Hitler-Ludendorff-Putsch ya da Hitlerputsch) girişimiyle zirve yapar. 1923 yılında Bavyera'da üçlü bir diktatör yönetimi hâkimdir: Devlet komiseri Gustav von Kahr, Reichswehr komutanı General Otto von Lossow ve Devlet Polisi Başkanı Albay Hans von Seisser. 8 Kasım 1923 akşamı Münih ticaret örgütlerinin, Bürgerbräukeller isimli bir birahanede düzenlediği gecede konuşma yapmakta olan von Kahr ve orada bulunan yönetim ekibi, Adolf Hitler ve ona bağlı 600 silahlı adamının müdahalesiyle rehin alınırlar. Hitler bu üçlünün kendisiyle iş birliği yapmasını talep eder.

Hitler'in amacı burada bulunan silahlı Weimar Cumhuriyeti karşıtlarını kendi önderliği altında toplayarak, ordunun da (o zamanki adıyla Reichswehr) desteğiyle Bavyera hükümetini ele geçirip Berlin'e karşı yürüyüşe geçmek ve Weimar Cumhuriyeti'ni yıkmaktır. Ancak üçü de bu konuda isteksizdir. Bu aşamada Hitler'e Almanların I. Dünya Savaşı'ndaki efsanevi komutanı Erich Ludendorff yardımcı olur ve görünüşte Hitler ile uzlaşır.

Birahane çıkışında oluşan kargaşada bu üçlü Hitler'in elinden kurtularak görevlerinin başına dönerler. Hitler, Ludendorf'la baş başa kalır. 9 Kasım sabahı, Hitler ve Ludendorff bir hücum taburunun önünde Münih şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. Şehrin merkezine giden yolları kapatan polis taburlarıyla çıkan çatışma Hitler için başarısızlıkla sonuçlanır ve hücum taburu dağılır. Olayda 16 Nazi ve 3 polis ölür. Ludendorff olay yerinde tutuklanır. Adolf Hitler oradan kaçar ancak iki gün sonra o da yakalanır. 1 Nisan 1924 tarihinde Adolf Hitler 5 yıl hapis cezasına çarptırılır...

5. Ekonomik kriz ve Hitler’in yükselişi

Ekim 1924 tarihinde Dawes Planı uygulamaya konulur. Hükümetin Maliye Bakanı ve Reichbank’ın Müdürü olan Dr. Schacht, bu planı uygulayarak 1924-1929 yılları arasında bir dizi ekonomik çalışmalar hazırlayarak Almanya’nın kötü ekonomisini düzeltmeye çalışır. Yapılan çalışmalar sonucunda ekonomi canlanır, toplumsal düzen yeniden sağlanır...

Ancak siyasal sistemde ise sağcılar giderek güçlenmeye başlar… 20 Aralık 1924 tarihinde Adolf Hitler dokuz ay hapis yattıktan sonra serbest bırakılır. Hapisten çıkan Hitler Nasyonal Sosyalist Partinin başına geçer. 28 Şubat 1925 tarihinde SPD lideri ve cumhurbaşkanı Friedrich Ebert ölür. 1925 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde büyük saygınlığa sahip olan ve monarşiyi açıkça destekleyen Paul von Hindenburg devlet başkanlığına getirilir.

Mayıs 1928 tarihinde yapılan Reichstag seçimlerinde sol güçlenirken sağcı ve ılımlı partiler zayıflar. NSDAP mecliste 12 sandalye ile yer alır. Herman Müller SPD önderliğinde bir koalisyon kurar. Ekonomi seçimden sonra yeni bir yavaşlama dönemine girer... Adolf Hitler bu dönemlerde sağ kesimin geneli üzerinde söz sahibi olacak kadar güçlenmeye başlar…

1929 yılında Avrupa’da patlak veren ekonomik bunalım Almanya’ya da sıçrar. Ekonomik kriz sonucunda Alman ekonomisi %50 üretimini kaybeder ve 1931 yılında bankaların çoğu iflas eder. Ülkedeki ekonomik kriz ve işsizliğin milyonları bulmasıyla birlikte 1930 yılında yapılan seçimlerde işçiler komünist partiye yakınlaşırlar.

27 Mart 1930 tarihinde Müller kabinesi ekonomik sorunlar yüzünden istifa eder. Sonrasında Brünning yeni bir hükümet kurar fakat anayasayı ihlal ederek ülkeyi kararnamelerle yönetmeye başlar. Ekonomik sorunlar klasik tasarruf önlemleri ve Versailles borçlarının ertelenmesi yoluyla aşılmaya çalışılır. Haziran 1930 tarihinde Brünning kabinesi güven oylaması sonucu düşer.

Bu çalkantılı ortamda Ekim 1930 tarihinde yenilenen seçimlerde liberaller tamamen yenilgiye uğrar; NSDAP mecliste 108 sandalyeyle girer… Devlet Başkanı Hindenburg’un başkanlığa atadığı Heinrich Brüning bir koalisyon hükümeti kürar.

4 Haziran 1932 tarihinde düzenlenen Başkanlık seçimleri sonucunda tekrar Hindenburg cumhurbaşkanlığına seçilir. Bu seçimlerde NSDAP %37 oy almıştır. 13 Ağustos 1932 tarihinde Adolf Hitler şansölyeliğe aday gösterilir fakat Hindenburg tarafından reddedilir… Franz von Papen şansölye olur… Ancak Reichstag dağıtılıp aşırı sağ politikalar uygulamaya konulur. Başta NSDAP ve KDP olmak üzere çeşitli partiler arasında sokak çatışmaları yaşanır… Ülkenin birçok yerinde anarşi başlar. Çatışmalar yaz boyu sürer ve arkasında yüzlerce ölü bırakır. 

1932 seçimlerinde oyların %37’lik kısmını almasına rağmen Nazi Partisi’nin lideri olan Adolf Hitler iktidara gelemez… 3 Aralık 1932 tarihinde Kurt von Schleicher şansölyeliğe atanır ancak Adolf Hitler kabinede yer almayı reddeder. 28 Ocak 1933 tarihinde Kurt von Schleicher istifa eder, Adolf Hitler şansölyeliğe atanarak Hindenburg tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilir...

6. Reichstag Yangını

27 Şubat 1933 tarihinde Reichstag kundaklanarak yakılır… 28 Şubat 1933 tarihinde yangın bahane edilerek Adolf Hitler’e olağanüstü yetkiler verilir. Bu sıralarda ilk toplama kampı Ornienburg'da kurulur. 5 Mart 1933 tarihinde Reichstag seçim yapılır. NSDAP ezici çoğunluğu ele geçirir. Sol kanat komünistler dâhil meclisten dışlanır.

8 Mart 1933 tarihinde Alman Sendikalar Federasyonu merkezi, başını Herman Göring ve Franz von Papen'in çektiği Naziler tarafından basılıp üyeleri pasifize edilir. Bu olaydan sonra sendikalar NSDAP ile bağlarını koparıp SPD'ye yaklaşır. 31 Mart 1933 tarihinde Alman eyaletleri otonomilerini kaybeder. 26 Nisan 1933 tarihinde GESTAPO kurulur… Mayıs 1933 tarihinde birçok sendika lideri tutuklanır, bağımsız sendikaların mallarına el konulur, Reich toprak mirası yasası çıkarılır, işçi kayyumlukları kurulur, KDP’nin mal varlıklarına el konulur. 22 Haziran 1933 tarihinde SPD kapatılır. (Bu bölümü ayrı bir yazıda ele alacağım için kısa geçiyorum.)..

7. Uzun Bıçaklar Gecesi ve SA'ların ortadan kaldırılması

30 Haziran 1934 tarihinde Hitler’in kontrolden çıkan ve kendisine prestij kaybettirdiğini düşündüğü SA liderlerini ve iktidarı önünde engel olabileceğini düşündüğü devlet içinde etkili tüm rakiplerini bir toplantı duyurusuyla bir araya getirerek öldürtür. Hitler’in bahanesi bu grubun kendisine darbe yapacakları iddiasıdır. Olay toplam üç gün sürer… Olayda SA’nın başı Ernst Röhm ve yardımcıları Heinrich Himmler SS tarafından öldürülür… Bu olayda resmi kayıtlara göre 85, tahminlere 200 kişi kurşuna dizilir. Bu olaya Alman tarihinde ‘’die Nacht der langen Messer’’ (Uzun bıçaklar gecesi) olarak anılır. "Es wird eine Nacht der langen Messer geben" deyimi ‘’bazı kafaların uçacağı’’nı anlatmak için kullanılan bir deyimdir. Bu şekilde SA önderleri öldürülerek SA bir gecede tasfiye edilir. Hitler SA’ları ortadan kaldırır, çünkü kendisine körü körüne bağlı 1.5 milyon kahverengi gömlekli ile Ernst Röhm, Hitler'den bile daha güçlü konuma gelmiştir.

Ernst Röhm; gece baskını sırasında tutuklanıp Münih’te cezaevine kapatılır. 1 Temmuz 1934 tarihinde Hitler'in kurmayları tarafından hapishanede kendini öldürmesi için, hücre masasına, SA’ların Hitler’e sözde darbe yapacağını haber veren bir gazete kupürü ile birlikte bırakılan silaha dokunmaz… Ancak 10 dakika sonra ellerinde birer silahla gelen iki askerin çıplak göğsüne açtıkları ateş sonucu öldürülür…

Bu olayda, Kurt von Schleicher ve Gustav Ritter von Kahr gibi SA üyesi olmayan birçok kişi de öldürülür… Bu kişilerin öldürülmelerin sebebi ise bu kişilerin 1923 yılında Hitler'in ’’Birahane Darbesi’’nin başarısız olmasını sağlamalarıdır. Hitler bu olayı unutmaz ve eline geçen ilk fırsatta onlardan intikamını alır… 

8. Weimar Cumhuriyetinin sonu

Temmuz 1933 tarihinde yeni partilerin kurulması yasaklanır. 

2 Ağustos 1934 tarihinde Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ölür… Adolf Hitler bir oldubittiyle Hindenburg’un yerine geçer ve bütün yasama yürütme ve yargı güçlerini elinde toplar. Hitler'in Cumhurbaşkanlığı makamına yükselişinin halkın onayına sunulması için 19 Ağustos 1934 tarihinde bir referandum (Volksabstimmung über das Staatsoberhaupt des Deutschen Reichs) düzenlenir. Referandumun sonucunda %89.93 “evet” oyu çıkar. Bu referandumla Hitler’in Cumhurbaşkanı olmasına, bununla birlikte Şansölyelik (Başbakanlık) görevini de sürdürmesine halk tarafından onay verilir...   

Bu son damla da ‘’Weimar Cumhuriyeti’’nin sonunu getirir… Bundan sonra artık Almanya’da ‘’Nazi Rejimi’’ vardır…

Weimar Cumhuriyeti neyin tarihidir?

Weimar Cumhuriyeti; Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında kurulan taze bir demokrasinin ve genç bir cumhuriyetin; komünist, sosyalist, sosyal demokrat, demokratik sol ya da liberal ve muhafazakâr partiler ve kişilerin kendi aralarında bitmek dinmek bilmeyen egoları, kamplaşmaları,  bölünmeleri, kavgaları, çatışmaları, ve düşmanlıkları neticesinde Nazi Partisine ve Adolf Hitler’e adım adım bir nasıl teslim edildiğinin tarihidir.  

Weimar Cumhuriyeti; cumhuriyete sahip çıkan cumhuriyetçilerle demokrasiye inanan birey ve kurumların eksikliğinin ve yetersizliklerinin nelere mal olduğunun tarihidir…

Weimar Cumhuriyeti; sahte iktidar yapılarının, demokrasi için değil de sanki demokrasiye karşı işlemek için kurulmuş olan ülkenin sözde demokratik kurumlarının, demokratik olmayan sosyal ve ekonomik yapıların nelere mal olduğunun tarihidir…

Weimar Cumhuryeti; ülkedeki demokratik kurumların sahtekârlığının ve iktidarsızlığının nelere mal olduğunun tarihidir…

Weimar Cumhuriyeti; sahipsiz bir cumhuriyetin, hükumet olan ancak yönetemeyen bir demokrasinin Nazi Rejimine ve Hitler’e bir nasıl kuluçka ve beşiklik görevi yaptığının tarihidir…

Weimar Cumhuriyeti; düşünen herkes için alınması gereken bir dersin tarihidir…

Osman AYDOĞAN

Kaynaklar

Ne yazık ki ülkemizde bu ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ dönemi anlatan çok az kaynak vardır. Bunlardan birisi genç İngiliz tarihçilerden Dr. Colin Storer’in  ‘’Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi’’ (İletişim Yayınları, 2015) isimli kitabıdır. Bu dönemi merak edenlerin mutlaka okuması gereken bir kitaptır. Bir diğer kaynak ise 1933 yılında Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınan ve Ankara ve İstanbul üniversitelerinde hocalık yapan Prof. Ernst E. Hirsch'in ''Anılarım Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi'' (TÜBİTAK Yayınları, 1997) isimli kitabıdır... Bir diğer kitap ise ABD’li tarihçi Benjamin Carter Hett’in ‘’Demokrasinin Ölümü; Hitler'in Yükselişi ve Weimar Cumhuriyeti'nin Çöküşü’’ (Profil Yayıncılık, 2019) isimli kitabıdır. Ayrıca İngiliz gazeteci William L. Shirer üç ciltlik ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu - Yükselişi – Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) isimli kitabında Weimar Cumhuriyeti’ne ayrı bir bölüm olarak yer verir…

İki kısa not:

Birinci not:

Yazımın başında ‘’1918 ve 1933 yılları arasındaki dönemi kapsayan ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ ismini alan bu dönem içindeki; savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık yanında aynı dönem içinde sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketlilikler karmaşık ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ döneminin karakterini oluşturur’’ diye yazmış ve ‘’bu karakteristik özelliklerin her birisi ayrı bir yazı konusudur.’’ diye bahsetmiştim… ‘’Weimar Cumhuriyeti’’nin kültürel yapısı da ayrı bir yazı konusudur. Bu kültürel yapıdan kısaca bahsetmek istiyorum:

Bu dönemde şehirler, taşradan iş aramaya gelen yeni insanlarla filizlenerek canlı bir kent hayatına zemin hazırlar. Berlin gibi kent merkezleri, Avrupa'nın sosyal açıdan en liberal yerlerinden biri hâline gelir. Berlin'de barlar ve kabarelerle dolu büyüyen bir gece hayatı vardır… Ancak bu durum muhafazakâr elitlerin fazlasıyla canını sıkar…

Kadın haklarında görülen önemli gelişmeler sağlanır. Weimar Anayasası, oy kullanma hakkını 1919 yılında, 20 yaş üzerindeki tüm erkek ve kadınları kapsayacak şekilde genişletir... Alman Yahudileri de artan sosyal ve ekonomik özgürlükler dönemi yaşar…

Bu dönem, kültürel açıdan önemli ve uzun soluklu sonuçlar doğurur. Tarihçi Peter Gay bu dönem için şöyle yazar: "Cumhuriyet çok az şey yarattı; o, önceden var olan şeyleri özgürleştirdi." Almanya’da ilk sanat filmleri bu dönemde çekilir... Weimar Cumhuriyeti; Franz Kafka, Vladimir Nabokov, W. H. Audaen, Virginia Woolf ve Graham Greene gibi ünlü yazarlara ev sahipliği yapar… Berthol Brecht'in oyunları Alman sahnelerinde bu dönem boy gösterir... Çağdaş Bauhaus hareketi, mimarînin çehresini değiştirir…

Weimar, ayrıca Theodor Adorno ve Herbert Marcuse gibi büyük düşünürler de yetiştirir...  Aralarında ünlü fizikçi Albert Einstein'ın da bulunduğu Alman bilim insanları, 1918'den 1933'e kadar her yıl en az bir Nobel Ödülü kazanır…

İkinci not: 

Girişte ülkemizde yayınlanan kaynaklardan bahsettim. Ancak Weimar Cumhuriyeti konusu Almanya’da çok detaylı işlenen bir konudur. Yine yazımın girişinde Weimar Cumhuriyetinin karakteristiği olarak bahsettim savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık, sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketliliklerin her birisi hakkında Almanya’da onlarca kitap yazılır. Bunlara bir örnek verecek olursam Ocak 1919 ayaklanmasında öldürülen Spartakistlerin önderleri olan Rosa Lüxemburg, Karl Liebknecht ve Kurt Eisner hakkında sayısız kitap yayınlanır.Sadece Rosa Lüxenburg hakkında sayısız kitap vardır.

 

 

Suç ve suça iştirak!

 

05 Aralık 2017

 

26 Haziran 2017 günü gazetelerde ‘’Yok böyle vicdansızlık...’’ başlığı ile şöyle bir haber vardı: ‘’Koşmaktan yoruldu. Yürümekten tükendi. Sonunda kendini asfalta bıraktı ama onu otomobile bağlayan iplerden kurtulamadı. Bir köpeğin, sözde sahibi tarafından otomobilinin arkasına bağlanıp cansız bir beden gibi sürüklendiği görüntüler dehşete düşürdü.’’

 

Haberin görüntüsünde de bir otomobil ve arkasında ona bağlı yerde, asfaltta sürüklenen bir köpek ve bu görüntüyü çeken ve bu arabayı takip eden bir başka otomobil yer alıyordu. Sosyal medyada köpeği sürükleyen otomobil sürücüsüne epey bir tepki yağmıştı.

 

04 Aralık 2017 günü ise önce sosyal sosyal medyada sonra da basında bir haber ve görüntü paylaşıldı. Bu görüntülerde bir insan müsveddesi (‘’hayvan’’ desem hayvanlara hakaret olur!) Erzincan şehir merkezinde bir bahçe duvarında  yakaladığı bir yavru kediye işkence yapıyordu. Bu insan müsveddesi kediye yumruklar atıyor, daha sonra da muhtemel ki üzerinde dikenli tel bulunan duvara birkaç defa çarpıyor sonra da yere fırlatıp daha sonra da yerde can çekişen yavru kediye tekme atarak, hala ölmeyen kediyi yine tekmeyle üzerinden araçların geçtiği caddeye fırlatıyordu… Görüntülerde bu cani bu cinayeti işlerken etrafında bulunun diğer üç dört insanın da bu cinayeti seyrettiği görülüyordu.

 

Yine aynı gün 04 Aralık 2017 günü yine sosyal medyada ve basında Mersin’de güpegündüz bir toplu taşım aracının, minibüsün içinde bir üniversite öğrencisi kızın şehir eşkıyaları tarafından kaçırıldığı haberi ve görüntüleri paylaşıldı. Kamera kayıtlarına göre yine bu olay esnasında minibüste bulanan diğer yolcuların tamamının ve minibüs şoförünün ise olayı sadece seyrettiği görülüyordu…

 

Bu haberler sonunda kamoyunda asıl suçlu olarak köpeği sürükleyen otomobil sürücüsü, kediye işkence yapan insan müsveddesi ve kız öğrenciyi minibüsten kaçıran şehir magandaları, eşkiyaları suçlandı. Bence asıl suçlu bunlar değildi. Bence asıl suçlu olaya müdahale imkânı varken etmeyen diğer insanlardı. Asıl suçlu; arabasını hızlı sürüp bu öndeki otomobili durdurma imkânı varken durdurmayan, köpeğin sürüklenmesini seyreden, bununla da yetinmeyip bunu kameraya alan sürücüydü. Bence asıl suçlu insan müsveddesi kediye işkence ederken olayı hiçbir şey yapmadan seyreden diğer insanlardı... Bence asıl suçlu şehri eşkiyaları feryat figan halinde çığlık çığlığa eşkiyalara direnen genç kızı kaçırırken olayı seyreden diğer yolcular ve minibüs şöforuydü... Bu olayları seyredenlerin bu olayların faillerinden, bu insan müsveddelerinden daha fazla sorumluluk ve suçluluk sahibi olduğunu düşünüyorum...

 

Çünkü toplumsal hastalığımızın tam da uç noktası burasıydı işte: Suçu seyretmek!

 

Anlatmak istediğimi bir örnekle de açıklamak istiyorum:

 

ABD’li sinema sanatçısı Jodie Foster'ın (pek kimse bilmez; Jodie Foster’ın asıl adı da Alicia Christian Foster’dir) Sarah Tobias rolüyle en iyi kadın oyuncu dalında Oscar ve Golden Globe  ödülü aldığı, bir oyunculuk dersi verdiği ve gerçek bir hikâye üzerine kurulu ‘’Sanık’’ isminde (Orijinal ismi: The Accused) 1988 yapımı bir filmi var. Filmin Almancasını izlemiştim ‘’Angeklagt’’ ismiyle. Tabii filmin adına neden ‘’Sanık’’ dendiği de anlamak zor. Çünkü filmdeki kadın sanık değil, davacıdır. Ayrıca filmde de tek bir sanık yok birçok sanık vardır.

 

Filmde Sarah bir barda üç kişinin tecavüzüne uğrar. Ancak kalabalıkça bir grup da tecavüze engel olmadıkları gibi, seyretmekle yetinmeyip bir de tezahürat yaparlar. Konu mahkemeye intikal eder. Tecavüz eden bu üç kişi ceza alır. Sarah karara itiraz eder. Seyredenlerin de ceza alması gerektiğini iddia eder. Ancak mahkeme kabul etmez. Sarah bu seyredenler için avukat tutar bir başka dava açar.

 

Sonuçta mahkeme bu seyredenlere tecavüz suçundan daha ağır ceza verir. Mahkeme başkanı final konuşmasında bu tecavüzü seyredenler için der ki; ‘’Tecavüze engel olma imkânları vardı, olmadılar, tecavüze engel olmadıkları gibi bir de alkışladılar, tecavüzcülerden daha da ağır ceza almaları haktır.’’

 

Sinema ve tiyatro gibi sanat dalları topluma ayna tutarlar, toplumun kendisiyle yüzleşme araçlarıdır. Bu anlamda filmin aslında topluma esas vermek istediği mesaj; ‘’bir suç karşısında sessiz kalanların aslında daha büyük bir suç işledikleridir.’’

 

Şimdi bu filmi burada bırakalım! Bir başka konuya geçelim. Çok değil, biraz, kaç yıl geriye gidelim:

 

Malum FETÖ’nün tezgâhladığı kumpas davaları vardı; Balyoz, Ergenekon, Amirallere Suikast, Casusluk vb. Bu davalarla TSK’nın kırk yılda yetiştirdiği pırıl pırıl, aydın, aydınlık generaller ve general olacak subaylar zindanlara tıkıldı, yıllarca zindanlarda çürütüldüler ve tasfiye edildiler…

 

(Bir not: Kamuoyu sadece bu tasfiyeyi biliyor… Bu görünür tasfiyeden önce bir görünmez tasfiye daha yaptılar. 2010 yılındaki YAŞ toplantısında pırıl pırıl bu generallerden terfi sırasında olanlar davaları devam ettiği için yasa gereği terfi edemediler, TSK de bu personeli emekli etmeyip koruma bahanesiyle tamamının görev sürelerini uzattı. TSK’da general sayısı sabit olduğu için bu grubun dışında kalan terfi sırasındaki aydın, Atatürkçü generallerin tamamını da emekli ettiler. O dönem terfi ettirdikleri az sayıda generalin çoğunu da 15 Temmuz’dan sonra darbeci diye tutukladılar!… Bir yıl sonraki 2011 YAŞ toplantısında da güya korudukları tutuklu generallerin tamamını emekli ettiler. Bu şekilde boşalan kadrolara da terfi ettirdikleri generallerin neredeyse de tamamını 15 Temmuz'dan sonra darbeci diye tutukladılar.)

 

Şimdi gelelim bu kumpas davalarının işbirlikçilerine;

 

O zamanki Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Manisa’da FETÖ’ya seslenerek şunları söylüyordu (Gazeteler, 22 Mart 2014): ''.... biz yıllardır sizinle birlikte sizin menfaatinize sizin hizmetlerinizi sevdiğimiz için her zaman sizin hizmetinizde olduk. Siz ne derseniz yaptık. .... sizi kollarımızın altında koruduk.''

 

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ne demek istiyordu? Arınç’ın söylediklerinin tercümesi şu: ''Biz bu FETÖ’nün hizmetinde olduk, bu FETÖ ne demişse yaptık, biz bu FETÖ’yü kollarımızın arasında koruduk. Bu FETÖ Ordu'ya kumpas kurarken biz de sadece seyretmedik, üstelik detekleyicisi, yardımcısı olduk.''

 

Cumhurbaşkanı da şöyle söylüyordu (3 Ağustos 2016, Olağanüstü Din Şûrası) (Özetle):

 

‘’Milletimiz meşrebi ne olursa olsun Allah diyen peygamber diyen en azından böyle gözüken herkesi desteklemiştir. Rahmetli Özal, Demirel, Ecevit, hatta biz bu yapıya destek olduk. Ben de katılmadığım pek çok yönleri olmasına rağmen bunlara yardımcı oldum.  Yurtdışında yürüttükleri eğitim faaliyetlerinin hatırına bunlara müsamaha gösterdik. Hatta ve hatta Allah dedikleri için müsamaha gösterdik. Her şeye rağmen, bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmanın üzüntüsü içerisindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.’’

 

Ama aynı Cumhurbaşkanı 2008 yılı 15 Temmuz’unda AKP grup toplantısı esnasında bu kumpas davasının aynı zamanda savcısı olduğunu söylüyordu.

 

Şimdi gelelim yine başta verdiğim Jodie Foster'ın ‘’Sanık’’ isimli filmine… Filmde ikinci davada tecavüzcülerden daha ağır ceza alan suçlular tecavüz olayını alkış tutarak sadece seyretmişlerdi…

 

TSK‘ne FETÖ tarafından tecavüz edilirken ise o zamanki hükümet sadece seyretmedi, yeri geldi savcı olarak,  yeri geldi FETÖ savcılarına dokunulmazlık kazandırarak, yeri geldi FETÖ savcılarının altlarına zırhlı araçlar vererek TSK’nin elini ayağını tutarak FETÖ’nün TSK’ne daha kolay tecavüz etmelerini sağladılar… TSK’da yaptıkları tasfiyelerle 15 Temmuz’a giden yolu hazırladılar, bu yola granitten kaymak gibi taşlar döşediler…

 

Hoş, bunların tecavüzüne maruz kalan sadece TSK değildi… Adalet’e de, hukuka da, miili eğitime ve devletin bütün kurumlarına da tecavüz ettiler. Adalet, bu tecavüz sonucu kötü yola öyle bir düştü ki sonunda hâkimi tutuklayan hâkimi de tutuklayan hâkimin tutuklandığı bir adalet haline geldi. (Gazeteler, 08 Mayıs 2017) Sanki şaka gibi, sanki tekerleme gibi…

 

Şimdi de hesabı hukuka değil de Allah’a vermeye kalkıyorlar, hukuktan değil de Allah’tan af diliyorlar…

 

Sadece bu kadar mıydı? Şimdi gelin 15 Temmuz 2016’dan sonrası gazetelerde ve TV’lerde yer alan itirafları bir daha hatırlayın… Şimdi de gelin bu safları, aldatılanları, müsamahakârları, bu FOTÖ denen soysuzu zamanında alkışlayanları, yanında boy boy arz-ı endam edenleri, teee ABD’ye kadar gidip el etek öpenleri, ABD’ye gidenlerle selam gönderenleri, arkasından salya sümük ağlayanları, savunanları, aklayanları, bu hırsız ve din istismarcısı güruhun peşinde gidip beraber yürüyenleri, bu terör örgütünün savcılığını yapanları, bu güruhun adamlarını özenle ve itina ile devletin en önemli makamlarına yerleştirenleri ard arda bir sıralayın sonra da ''Sanık'' filminin son sahnesindeki mahkeme başkanının final konuşmasını bir hatırlayın:

 

‘’Tecavüze engel olma imkânları vardı, olmadılar, tecavüze engel olmadıkları gibi bir de alkışladılar, tecavüzcülerden daha da ağır ceza almaları haktır.’’

 

FETÖ; TSK’ne, adalete, hukuka, milli eğitime devletin bütün kurumlarına tecavüz ederken bunlar sadece seyretmediler, engel olmak bir tarafa; TSK’nin, adaletin, hukukun elini ayağını tutarak FETÖ’nün tecavüzüne yardımcı oldular.

 

Sakın ABD yargısı sizi yanıltmasın, çünkü bu yargı çağdaş bir hukuk sisteminde geçerlidir. Kabile toplumlarda olayı Allah’a havale edersiniz olur biter. Gerçi onlarda bile kenar-ı Dicle'de bir kurt kapsa bir koyunu, gelir de adl-i ilâhi Ömer'den sorar onu!

 

Ve düşünün ki iyi ki burası ABD gibi küffar bir toplum değilmiş diye şükredin. Şükür elhamdülillah Müslüman bir ülkede yaşıyoruz! Mehmet Akif, yaklaşık bir asır önce bugünleri görerek tespitini yapmıştı zaten: “Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir!”

 

Daha dün, itiraf ettikleri gibi, FETÖ ile kol kola olanlar, FETÖ ile ''beraber yürüdük biz bu yollarda'' diye şarkı söyleyenler, FETÖ ile bir olup TSK'nin, hakkın, hukukun, adaletin ırzına geçenler, sözde ''barış'' diye diye PKK ile kol kola olanlar, ülkeye Habur rezaletini yaşatanlar, Oslo'da PKK ile görüşenler, valilere PKK'ya karşı operasyon yapmayın diye talimat verenler, İranlı bir yeni yetme bir zibidi devletin üst makamlarına milyonlarca EURO, milyonlarca Dolar tutarında rüşvet dağıtırken seyredenler; bugün bu suçları eleştirenleri FETÖ ile PKK ile beraber olmakla suçluyorlar... Hiç de komik olmayan mizah gibi, şaka gibi değil mi?

 

Bu yazı uzadı.. Konudan konuya geçtim. Bu yazıdan asıl amacım siyasi bir yazı yazmak değildi. Hele hele bir filmi bahane ederek bir siyasi partinin FETÖ ile olan ilişkisi hiç değildi. Çünkü yazımda da bahsettiğim gibi bu konu Allah'a havale edilerek kapanmıştır! Tekrar tekrar açıp da terbiyesizlik etmenin bir manası da yoktur! Değil mi?

 

Bu yazıdan asıl amacım başta anlattığım köpeği sürükleyen otomobili kameraya çeken diğer sürücüye, bir insan müsveddesi bir yavru kediye işkence yaparken, bir genç kız güpegündüz şehir içinde bir toplu taşım aracından kaçırılırken seyreden diğer insanlara dikkati çekmekti! İşte asıl suçlu o seyreden insanlardı. Çünkü olaya müdahale ederek olaya engel olma imkânları varken etmemişlerdi!  Bu yazıdan asıl amacım bu olayları seyredenlerin, bu olayların faillerinden, bu insan müsveddelerinden daha fazla sorumluluk ve suçluluk sahibi olduğunu vurgulamak, hatırlamak, hatırlatmaktı...

 

İşte bu yazıdan asıl amacım toplumsal hastalığımızın tam da uç noktası olan bu konuya dikkati çekmekti: Suçu seyretmek suça iştirak etmek demekti ve suçu seyretmek faillerden daha büyük bir sorumluluk altına girmek demekti ve ceza olarak da o suçtan daha büyük bir cezayı haketmekteydiler.

 

Aslında benim bu kadar uzun uzun anlatmak istediklerimi Albert Einstein bir cümleyle ifade etmişti: ‘’Dünya yaşamak için tehlikeli bir yer; kötülük yapanlar yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden.’’

 

Osman AYDOĞAN

 

 

İhsan Raif Hanım

 

04 Ocak 2020

 

Dün pek bilinmeyen kadın şairimiz Şükûfe Nihal’i anlatınca bugün de yine pek değil hiç bilinmeyen bir başka kadın şairimiz İhsan Raif Hanım’ı da  anlatmadan geçmek istemedim....

 

Ancak İhsan Raif Hanım’ı anlatmaya başlamadan önce kısa bir edebiyat bilgisi aktarmak istiyorum...

 

Beş Hececiler

 

Beş Hececiler (‘’Hecenin Beş Şairi’’, ‘’Hececiler’’ veya ‘’Hecenin Beş Ozanı” olarak da adlandırılırlar); Birinci. Meşrutiyet’ten sonra hece vezniyle ve konuşulan halk diliyle, Milli Edebiyat akımının görüşleri doğrultusunda şiir yazan beş şairin Türk edebiyatındaki genel adıdır…

 

Grubu oluşturan beş şair; Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel’dir.

 

Şiire I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında başlayan ve aruz vezninde yazdıkları şiirlerle adlarını duyurmuş olan ‘’Beş Hececiler’’in Türkçe ve hece vezniyle şiir yazmayı benimsemelerinde Ziya Gökalp’ın etkisi büyük olur…

 

‘’Beş Hececiler’’; şiirde sade ve özentisiz olmayı ve süsten uzak olmayı tercih ederler… Beş Hececiler şiirlerinde memleket sevgisi, yurdun güzellikleri, kahramanlıklar ve yiğitlik gibi temaları işlerler…

 

İhsan Raif Hanım

 

İşte bu ‘’Beş Hececiler’in öncüsü kimselerin, kimseciklerin hiç bilmediği ‘’Gözyaşları’’ döken bir kadın şairimiz var: İhsan Raif Hanım.

 

Ahmet Haşim bu konuda şöyle der: “Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım.”

 

Rıza Tevfik (Bölükbaşı) (namı diğer Feylosof Rıza) İhsan Raif Hanım’ın aile dostlarıdır ve İhsan Raif Hanım’ın şiir bilgisine katkıda bulunanlar arasındadır. Ancak İhsan Raif Hanım, Rıza Tevfik’le tanışmadan önce de şiirleri vardır.

 

İhsan Raif Hanım ilk şiirlerini, II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte çoğalan kadın dergilerinden biri olan Mehasin’de yayımlamaya başlar. İhsan Raif Hanım 1908’de Meşrutiyet döneminde ateşli bir kadın hakları savunucusudur; kadınlar için üniversite açılmasını savunanlar arasında yer alır.

 

Ailesi ve eğitimi

 

İhsan Raif Hanım’ın ağabeyi Mehmet Fuad Bey, milli edebiyat akımını hazırlayan dilcilerdendir; Halit Ziya Uşaklıgil ise İhsan Raif Hanım’ın eniştesidir.

 

19. yüzyılda mutasarrıflık, valilik, nazırlık, ayan üyeliği ve Şura-yı Devlet başkanlığı yapan Babası Köse Mehmet Raif Paşa Mithat Paşa’nın yanında çalışır. Bu nedenle Sultan II. Abdülhamit kendisinden pek hoşlanmaz ve çekindiği için sık sık taşrada görevlendirir. İhsan Raif Hanım’ın 1877 yılında Beyrut’ta doğmasının nedeni de budur. Babası kendisiyle birlikte sık sık yer değiştiren kızlarının eğitimi için gittiği yerlerde bulduğu özel hocalar tarafından kızlarının eğitimlerini sağlar. Bundan dolayı İhsan Raif Hanım, küçük yaştan itibaren yetkin hocalardan iyi bir eğitimi alır. Tevfik Lami Bey’den Türk ve Batı müziği, piyano ve Fransızca öğrenir. Musiki, edebiyat, felsefe, yabancı dil eğitimiyle hayatı renklenir.

 

Çalışmaları ve ilk şiirleri

 

Balkan Savaşı sırasında Hilal-i Ahmer (Kızılay) cemiyetinde gönüllü hemşirelik yapar. Balkan yenilgisinden sonra Müdafaai Hukuk Derneğinin düzenlediği büyük mitingde de Fatma Aliye ve Halide Edip ile birlikte kürsüye çıkıp şiirler okur. Kurtuluş Savaşı sırasındaki mitinglerde de ateşli nutuklar ve şiirlerle milli mücadeleye destek verir.

 

Kadın dergisi Mehasin’de Halide Edip, Emine Semiye, Şükufe Nihal ve Fatma Aliye’nin yazılarıyla birlikte şiirleri yayımlanır. Bunlar vatanperver şiirlerdir. 1912 yılında şiirlerinin bazılarını yeni yetenekleri destekleyen kadın şair ve yazarlara da sayfalarında yer veren Rübab dergisinde İ.R imzasıyla yayınlar. Bu şiirler vesilesiyle daha sonra anlatacağım üçüncü eşi olacak derginin yayın yönetmeni Şahabettin Süleyman’la tanışır.

 

1914 yılında Mehasin ve Rübab’da yayımladığı elli şiirini ‘’Gözyaşları’’ adıyla kitaplaştırır.

 

Evlilikleri

 

İhsan Raif Hanım’ın başından dört evlilik geçer. Babasının dayatmasıyla gerçekleşmiş Mehmet Ali Bora ile olan on beş yıllık ilk evliliğinden Ahmet Hikmet Bora (1891-1970); Hatice Mehruba Atay (1895-1984 (daha sonraları Falih Rıfkı Atay'ın iknci eşi) ve Mehmet Akif Bora (1899- 1972) adlarında üç çocuğu olur. Şairin bu dönemine yazımın sonunda ayrıntılı bir şekilde yer vereceğim.

 

Mehmet Ali Bora’dan boşanıp çok kısa süren ikinci evliliğinden sonra evlendiği dönemin ünlü yazar ve Rübab dergisinin yönetmeni ve Fecr-i Ati’nin kurucularından, Mekteb-i Sultani Hocası Şahabettin Süleyman’la evlenir. Bu altı yıllık mutlu evliliği süresince Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e, Ruşen Eşref’ten Fazıl Ahmet’e entelektüel bir çevre edinir ve şair olarak kabul, ilgi ve takdir görür.

 

Bu mutlu evlilik, Goethe’nin ‘’Aşkın kitabında az sevinç, çok ıstırap ve ayrılık gördüm. Vuslat ise küçük bir yer işgal ediyordu…’’ sözünü doğrularcasına dağ kürü için birlikte gittikleri İsviçre’de Şahabettin Süleyman’ın İspanyol gribine yakalanarak iki üç gün içinde hayata gözlerini yummasıyla noktalanır. ‘’Söyletme’’ isimli şiirinde o günlerdeki acısını anlatır:

 

‘’Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;

Muhabbet baki kalacak sandım;

Beyhüde yere ateşe yandım;

Bu acı bana ölümden beter.’’

 

İhsan Raif Hanım, bu ani ölümden kısa bir süre sonra İsviçre’de Şahabettin Süleyman’la birlikte tanıştıkları sonradan Müslüman olan ve adını Hüsrev olarak değiştiren Bell adında Strasburglu bir şairle dördüncü evliliğini yapar.

 

Vefatı

 

Son eşiyle İsviçre’de yaşayan şair, Fransa ve Belçika gibi Avrupa ülkelerini de gezer. Son yolculuğu ise tedavi için gittiği Paris’te geçirdiği bir apandisit ameliyatı sırasında 1926 yılının Nisan ayında kırk dokuz yaşında iken vefat eder. Naaşı Türkiye’ye getirilerek Rumelihisarı Kabristanı’na defnedilir.

 

Eserleri

 

İhsan Raif Hanım yalnızca şiir yazmakla kalmaz, şiirlerini besteler, piyanosunun başına geçip bestelediği şarkıları da seslendirir. Güfte ve bestesi kendisine ait on dokuz yapıtı saptanır. Ayrıca başkalarının da bestelediği manzumeleri vardır, çoğu, şairin adı anılmadan seslendirilmektedir. İlk defa Kenan Akyüz, 1958 yılında yayımladığı ‘’Batı Şiiri Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi’’nde ‘’Gözyaşları’’ndan seçilen on bir şiiri antolojiye alır. Akyüz’e göre İhsan Raif, Türk kadın şairlerinin en lirik olanıdır.

 

Bilinen eserleri; ‘’Ey Ehl-i İslâm, Muhterem Askerlerimize Hediye’’ (1912), ‘’Gözyaşları’’ (1914) ve ‘’Kadın ve Vatan’’ (1914)’dır.

 

İhsan Raif Hanım’ın yayımlanmış ve yayımlanmamış tüm şiirleri ancak 2001 yılında Cemil Öztürk’ün yayımladığı çalışmayla edebiyat tarihine kazandırılır. (Dr. Cemil Öztürk, İhsan Raif Hanım, Yaşamı, Sanatçı Kişiliği, Yayımlanmış ve Yayımlanmamış Bütün Şiirleri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2001)

 

Bu tarihten önce ise 1987 yılında Kültür Bakanlığı "Türk Büyükleri" dizisinden Hüveyla Çoşkuntürk, İhsan Raif Hanım’ın yaşamı ve şiirlerinden oluşan bir seçki yayımlar: ‘’İhsan Raif Hanım’’ (Kültür ve Turizm Bakanlığı Türk Büyükleri Dizisi 51, 1987)

 

Kimseye etmem şikâyet

 

Ancak hayat hikâyesini roman şeklinde anlatan tek eser 2008'den itibaren Şişli Kaymakamlığı görevini yürüten Mehmet Öklü tarafından kaleme alınan ve bir bestesi de yapılan bildiğimiz bir şiirinin ilk dizesini de ad olarak alan kitaptır: ‘’Kimseye Etmem Şikâyet’’ (Doğan Kitap, 2013)

 

Günümüzde Şişli Kaymakamlığı binası olarak kullanılan bina İhsan Raif Hanım’ın babasına ait Taş Konak'tır. Kaymakam Mehmet Öklü de bu konağın hikâyesinden yola çıkarak İhsan Raif Hanım’ın hikâyesine ulaşır ve onu romanlaştırır. Ve kitaba ismini veren şiirin konusu da İhsan Raif Hanım 13 yaşındayken bu konakta geçen hazin bir hikâyeye dayanır…

 

İhsan Raif Hanım yukarıda anlattığım gibi iyi bir eğitim almıştır. Naiftir, her kadın gibi incedir, narindir, duygusaldır, her şair gibi içlidir, hassastır, derindir. Öyküsünü anlatmadan, yaşamında nasıl bir ıstırap çektiğini anlayabilmek için kaynağını hatırlamadığım bir söze yer vermek istiyorum: ‘’Tohum ne kadar güçlü ise, uygun olmayan bir toprağa düştüğünde kendine vereceği zarar da o kadar büyük olur.’’ Hiç de kendisine uygun olmayan bir toprağa düşen İhsan Raif Hanım için de bu böyle olur... O güçlü tohum hep kendine zarar verir. İhsan Raif Hanım için o uygun olmayan toprak bir kurt gibi için için kemirir kendisini, yer bitirir, tüketir…

 

Çocuk İhsan Raif Hanım’ın Taş Konak’taki hazin hikâyesi

 

Bundan sonra İhsan Raif Hanım’ın hikâyesini Mehmet Öklü’nün kitabından şöyle özetleyebiliriz:

 

Şiirin, musikinin, edebiyatın tozpembe ikliminde hür ufuklara kanatlanırken hayatın ona hazırladığı başka bir sürprizden habersizdi İhsan. Taş Konak onun hayallerinin mabedi bir sırça köşke dönmüşken, taş atılan bir cam gibi dünyası tuz buz olacaktı. Nasıl mı?

 

İşte o Taş Konak’taki hayal dünyasında bir gün, kardeşi Belkıs’la beşinci kattaki çocuk odasında oynarlarken, odanın kapısı aniden, gürültüyle açılıverir… Hayatında hiç görmediği ve tanımadığı bir adam girer içeriye. Belli ki niyeti kötüdür. İhsan Raif Hanım’ı kaçırmak için gelmiştir. Teşebbüs de eder, ama çocukların korkulu çığlıklarıyla, geldiği gibi koşar adım iner merdivenlerden ve gözden kaybolur.

 

İhsan Raif Hanım’ın hatıralarında “Arap bacıların komplosu” olarak anacağı olayda içeri dalan ve İhsan Raif Hanım’ı kaçırmaya kalkışan adam Reji memuru Mehmet Ali’dir. Mehmet Ali’nin maksadı “karalar çalarak” küçük İhsan Raif Hanım’ı evlenmeye mecbur etmektir.

 

Bu basit gibi görünen hadise, küçük İhsan’ın hayatında beklenmedik değişikliklere ve büyük ıstıraplara yol açar. Baba Raif Paşa hadiseyi kafasında büyütür. Kapıyı açmak dışında hiçbir teması olmadığı ve tamamen masum olduğu halde, hadiseden küçük İhsan Raif Hanım’ı sorumlu tutar. Babaya göre kendisinden habersiz girişilen bu “haneye tecavüz” nedeniyle aile adına sürülen lekenin bir şekilde temizlenmesi gerekir. Babaya göre artık İhsan Raif’in adı ‘’kirlenmiş’’tir.

 

Sonrasını İhsan Hanım'dan dinleyelim:

 

“Babamın terazisinin şaştığını hiç görmedim ben. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma, dizlerine kapandım. Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et...”

 

Şefkat timsali annesinin bazen içine akan, bazen dışına taşan sessiz gözyaşları fayda vermez, sofrasında ekmeğini paylaştığı, dost bildiği insanların ihanetini kimselere anlatamaz İhsan Raif Hanım. Ve babası da İhsan Raif’in ve diğer aile fertlerinin ağlamalarına, yalvarmalarına aldırmaz ve 13 yaşındaki kızını ‘’Nikâh kâfidir! Sessizce gidin!’’ diyerek “O hain’’ Mehmet Ali’yle evlendirir ve İzmir’e bir sürgün havasında yollar.

 

1890’da 14 sene dönemeyeceği İstanbul’a veda ederken İhsan Raif Hanım, ailesinden, çocukluk masumiyetinden, çok sevdiği İstanbul’dan, hem de hiç sevmediği kocaman bir adamın karısı olarak ayrılırken Maçka’ya, Teşvikiye sırtlarına, Dolmabahçe sırtlarına bakıp, içinden, ‘’Elveda çocukluğum, elveda güzel kardeşlerim, annem, babam, evim, yuvam… ‘’ diye için için ağlar, hıçkıra hıçkıra ağlar, bir sel gibi gözyaşları döker…

 

Daha sonra bugünü şöyle hatırlar: ‘’Uykularımda beni yeşil vadilerde uçuran pembe rüyalarımın uçsuz bucaksız bahçelerine veda ediyordum. Kırılırcasına üstüme gelen o kapının adeta hayatımın ikbal kapılarını kapatacağını, bütün acıların açılan bu gedikten hayatıma dolacağını yaşayarak öğrenecektim…’’

 

İzmir’deki sürgün yılları

 

İhsan Hanım henüz 13 yaşında, genç damat Mehmet Ali ise 24 yaşındadır. Gönülsüz geldiği İzmir’den İstanbul’a dönüş yolunun kapalı olduğunu bilen İhsan Raif Hanım, dişi kuş içgüdüsüyle yuvasını sahiplenir. Her kadın gibi o da evlenirken saadet senfonisi bestelemeyi hayal eder, ama sonuç değişmez.

 

Sonrasını İhsan Raif Hanım şöyle anlatır:

 

“Evliliğimizin üçüncü ayında gittiğimiz Doktor Levi , ‘Müjde, bebeğiniz geliyor.’ dediğinde hem sevindim, hem üzüldüm. Bir ağladım, bir güldüm. Ne olurdu Rabbim bu müjdeyi Taş Konak’ta, ailemin arasında alsam, bu sevinci orada yaşasam, anneme babama torun haberini ellerini öperek versem! Yetim gibi, öksüz gibi çaresizdim işte... Eşimden görmediğim sevgi ve destek ümitlerimi kırsa da hayata direnme gücümü artırıyordu diyebilirim. 1 Temmuz 1891 günü oğlum Ahmet Hikmet’i kucağıma aldım. On dört yaşında anne oldum. Mehmet Ali oğlumuzun doğumuna çok sevindi. Hayatımızın meyvesine bakışı, sevinci, onun cevherindeki iyiliği gösteriyordu aslında. Fakat iyice anladım ki, Mehmet Ali elinde olmadan içkinin, nefsinin esiriydi. Her ne olursa olsun içki düşkünlüğünün ve kayıtsız yaşayışının, işe gidiyorum deyip birkaç gün eve uğramayışının, hayatımızın tadını, yuvamızın saadetini yok ettiği bir hakikatti. İzdivacın asude cennetini harlı cehennem gayyasına çeviriyordu. Genç kalbimin heveslerini her zaman kırar, aşk beklentimi hüsrana boğar, sonra kendini sokağa atar, mutluluğu yuvasında aramaz, işkence ederdi. ‘Seni kevser suyuna götürür, bir yudum içirmem’ dediğini nasıl unuturum! Kadehlerde içip dağıtacağına bana bir yudum aşkını verse, dünyanın dönüşü, hayatın akışı değişirdi. Heyhat, saadet güneşim galiba hiç doğmayacak! ..”

 

Sadece bu kadar da değildi yaşadıkları İhsan Raif Hanım’ın. Anlatırdı paramparça olmuş iç dünyasını: ‘’Aşkıma set çeken bu da değildi sanırım. Gönül telimi titretecek nezaket ve nezaheti bulamadım ben. Ruhumdaki sevgi tomurcukları açmadan soldu belki. Benim pembe hayallerim olmadı hiç. Rüyalarım bile baharda esen samyelinin yakıp kavurduğu elma çiçekleri gibi kavruk…’’

 

Mehmet Ali’nin olumsuz alışkanlığı içkiyle, kumarla sınırlı değildi. Derken İhsan Raif Hanım, eşi Mehmet Ali’nin İstanbul’da da Aspasya adlı bir eşi bulunduğunu, bu eşinden de bir çocuğunun olduğunu, çocuğun babasız büyümemesi için kadının tekrar onu İstanbul’a çağırdığını ve kaldıkları yerden hayatlarına devam etmek istediğini öğrenir.

 

“Bir eşin varken, neden benim günahıma girdin? Neden onüç yaşındaki talebe çocuğun hayallerini yıktın? Korkmaz mısın mazlumun inkisarından” diye yakınır, ama yutkunur.

 

Ancak evlilikleri devam eder. Cismen İzmir'de ruhen İstanbul'da ‘’evli bir dul’’ olarak bir hayat yaşar. Bir çocukları daha olur.

 

Sonra, “Babam belki de, Mehmet Ali’nin ilk eşiyle olan münasebetini kesmek için, bizi zaruri gurbete, İzmir’e göndermiştir” diyerek teselli bulur. Ama gerçeğin böyle olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemez.

 

Ve devam eder İhsan Hanım anlatmaya:

 

“Bir babanın evladının kötülüğünü isteyeceğine asla inanmadım. Yüreğimi alev gibi yakmaya başlayan Aspasya meselesini zihnimden uzaklaştırmaya çalışarak hayatıma tutunmaya, sanatın vicdanında huzur bulmaya çalışıyordum. O sonbahar günü, İzmir’in kavakları yaprağını dökerken, benim de ümitlerim onlarla beraber topraklara eleniyordu.”

 

İşte o zaman yazar İhsan Raif Hanım o gönül telimizi tir tir titreten şarkının güftesini. Bu şiir çaresiz bir genç kadının yakarışıdır, başına gelenlere sessiz isyanıdır, içten haykırışıdır:

 

‘’Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime

Titrerim mücrim (suçlu) gibi baktıkça istikbalime

Perde-i zulmet (karanlık perdesi) çekilmiş korkarım ikbalime

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime...’’

 

(İhsan Raif Hanım bu kendi şiirini Suzinak makamında besteler. Daha sonra da bu şiir Kemânî Serkis Efendi tarafından da Nihâvend makamında bestelenir. İhsan Raif Hanım’ın erken vefatı ile kendi bestesi unutulur, Serkis Efendi’nin bildiğimiz bestesi yaygınlaşır.)

 

O günlerde İstanbul’da kalan kız kardeşi Belkis’e yazdığı mektupta şu ifadeleri kullanır:

 

‘’Yaşadığı denizdeki kayadan koparılmış midye gibiyim. Sağır duvarlara hitap etmekten bıktım. Duvarlara attığım yumruklardan ellerim parçalandı. Her şeye rağmen, hayata tutunmak için çırpınan ümit kuşumun kanatlarını kırmamaya çalışarak yaşıyorum. Saadet ülkesine giden bir yolun olduğuna ve bir gün onu bulma inancımı kaybetmemek için çırpınıyorum. Bugün dört yılını dolduran gurbet hayatım, dört asır gibi geliyor bana. Zamanın geçtiğini çocuklarımdan anlıyorum.’’

 

‘’Gözyaşları’’ adlı kitabında yer alan ‘’Ağlarım’’ isimli şiiri İhsan Raif Hanım’ın o günlerindeki ağlayışlarının dile gelen şahidi gibidir:

 

‘’Neden gülmesin gül gibi yüzler;

Niçin ağlasın o güzel gözler,

Niye sevgiye sevimsiz sözler,

Söylenir diye şaşar ağlarım. ‘’

 

Yine kitaba ismini veren ‘’Gözyaşları’’ isimli şiiri o günlerde dökülen gözyaşlarını anlatır gibidir:

 

‘’Sarardı baharın payinda eylul;

Titredi emeller, umidler ma'lul;

Döküldü uzanmış zanbaga melul

Nergis-i ademin har gözyaşları.’’

 

‘’Hırçın’’ isimli şiiri de bu mutsuz evliliğinin dile gelmiş halidir sanki:

 

‘’Bir cananım var gayet hıyanet,

Yaramaz hırçın etmez inayet,

Kendi kendinden eder şikâyet,

Bekleyedursun gönül vefayı’’

 

‘’Genç Günler’’ şiirinde bu dönemimde aşkı nasıl yaşadığını anlatır:

 

‘’Ey, genç kanı gibi kaynayan pınar!

Ey, altına yatıp kaldığım çınar!

Söyledikçe hala yüreğim oynar,

Gölgende okudum kitab-ı aşkı.’’

 

‘’Bu Sevdadan Geçersin’’ şiirini de muhtemeldir ki kocasına Aspava'sı için yazar:

 

‘’Niçin beni yan bakışla süzersin?

Sözlerime neden dudak bükersin?

Bugün sever, yarın belki üzersin

Gel üzülme, bu sevdadan geçersin.’’

 

Ancak 27 yaşında 3 çocuk annesi bir genç kadın olarak döner İzmir’den. Bir süre sonra çapkınlıklarıyla bezdiren hayırsız kocadan boşanmasına izin çıkar.

 

Mehmet Ali Bora’ya duyduğu aşk ve nefret hislerinin tümünü şiirlerine yansıtan İhsan Raif Hanım, ilk eşine olan hislerini şu mısralarla dile getirir:

 

“Sabreyle Ali, bir gün olup mat olacaksın;

Ölsen dahi sen lanet ile yad olacaksın.”

 

Bir başka yerde de şöyle isyan eder Mehmet Ali’ye:

 

‘’Bana çok karalar sürdün, çıldırdın iftiharından

Korkmaz mısın mazlumun inkisarından’’

 

Arap bacıların komplosu

 

İhsan Raif Hanım derin derin düşünür... Ona göre bu olayları başına getiren şey neydi? İhsan Raif’in hatıralarında “Arap Bacıların komplosu” olarak anacağı olayda, yani kendisi tamamen masumken ve konağa içeriden yardım almaksızın girmek mümkün değilken, yetişkin bir erkeğin konağın en mahrem odalarına kadar, elini kolunu sallaya sallaya girmesi nasıl mümkün olmuştu? Yardım edenlerin derdi neydi?

 

Yine İhsan Raif Hanım’dan dinleyelim:

 

“Kalfaların hasetliğinin temelinde kadim bir âdetin yol açtığı çekememezlik duygusunun yattığını hain sırdaşım Gülru Cariyenin anlattıklarından çıkardım: Mısır taşrasından olan Arap kalfalar İstanbul’a geldikten sonra İstanbul kadınlarının sünnet edilmediğini, o kâbusu yaşamadıklarını hayretle görmüşler; Mısır kadınlarının başına gelen bu gayri tabii halin onları diğer hemcinslerine karşı kıskandırdığını, ruh hallerini bozduğunu, ekseri evlenemeyip mesut olamamalarını buna bağladıklarını, evlenenlere karşı derin bir haset beslediklerini ima etmişti... Kalfalarımızın gülen yüzlerinin derinlerinde, meğer çocuk ruhlarına vurulan bir darbenin yarattığı menfi duygular ağının, belki kin ve acılar yumağının çöreklendiğini sonradan fark ettim. Onüç yaşındaki bir çocuğun istikbalini karartan tuzağa ancak böyle talihsiz ruhlar destek olabilir.”

 

Çocuk yaşta evlilikler ve günümüzde bir kanun tasarısı

 

19. yüzyılda bile 13 yaşında zorla evlendirilen bir küçük kızın ruhunda kopan fırtınalar, kıyametler işte böyle… Aldığı eğitim sayesinde İhsan Raif Hanım duygularını dışa vurabilmiş, duygularını şiire, edebiyata dökebilmiştir... Ya duygularını dışa vuramayanlar? Çocuk yaşta genç kızların o meşum, o çaresiz, o üstü örtülen intiharlarının nedeni nedir sanıyorsunuz ki?

 

Günümüzde de böylesi bir geleneğe, böylesine insanın içini karartan bir tuzağa İhsan Raif Hanım'ın söylediği gibi ancak ve ancak Arap kalfalar gibi böylesine talihsiz kara ruhlar destek olabilir...

 

Nasıl mı?

 

2016 yılından beri  çocuk istismarı ve tecavüzünü meşrulaştıracak düzenlemeleri sistematik şekilde TBMM’inde gündeme getirilir..

 

İlk olarak 2016 yılı Kasım ayında Meclis’e getirilen “cinsel istismar suçu işleyenlerin istismar ettiği kişiyle evlenmesi durumunda ceza almamasını” öngören kanun teklifi Meclis Genel Kurulu’na sunulur. Önergede, “16 Kasım 2016’ya kadar işlenen cinsel istismar suçlarında, saldırgan mağdur kadın ya da kız çocuğuyla evlenirse, hükmün açıklanmasının geri bırakılması” istenir.   Kanun teklifinde yine istismar suçunu azmettiren veya yardım edenler hakkındaki kamu davasının düşürülmesi veya cezanın uygulanmaması hükmü de yer alır. Böylece çocuk evliliklerinde hem tecavüzcü, cinsel istismarcı hem de ailenin cezalandırılmasının da önüne geçilmesi planlanır. Dönemin Adalet Bakanı bu önergeyi ‘’Düğün yapılmış, dernek yapılmış, gelmişler, hediyeleri takmışlar, resmen evlenmişler” diyerek savunur. Ancak gelen tepkiler üzerine önerge geri çekilir. Bu önerge çocuk yaşta evlilikleri, çocuk istismarlarını ve tecavüzleri neredeyse yasalaştıracak bir düzenlemedir… .

 

Ancak önerge sahipleri bu önergenin peşini bırakmazlar. 2019 yılı Mayıs ayında açıklanan ''Yargı Reformu Strateji Belgesi'' kapsamında ikinci pakette yer verilmesi konuşulan düzenlemeye göre tecavüz cezasının “çocuk ile şahıs arasındaki yaş farkının 10’un üzerinde olmaması ve evlilik gerçekleşmesi halinde ertelenmesi” düşünülür. Bu şekilde 2016 yılındaki tasarısı ısıtıp tekrar gündeme getirilir…

 

2020 yılı başında TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilip, 15 Nisan 2020 tarihi itibariyle yürürlüğe giren bazı suçlarda infaz indirimi öngören yasanın 67. maddesine bu önerge tekrar eski şekliyle eklenmeye teşebbüs edilmeye çalışılır. Ancak gelen tepkiler üzerine önerge paketten çıkarılarılır...

 

Bu önerge ne zaman gündeme gelse bana benzer kaderi paylaşan İhsan Raif Hanım’ı hazin bir şekilde hatırlatır…

 

Sadece bir sapık bir genç kızın bedenini ve ruhunu iğfal etmiyor... Bazen de bir parlamento bir yasa ile bir toplumun bütünlüğünü ve ruhunu iğfal edebiliyor... Görüldüğü gibi hukukun ana prensiplerine dayanmayan, evrensel hukuk ilkeleriyle bağdaşmayan ve parlamentoda sadece belli bir anda hâsıl olan geçici bir çoğunluğun sağladığı kuvvete dayanarak çıkarılan yasalar toplum vicdanında olumsuz tepkiler yaratabiliyor… Ayrıca böyle bir yasanın usulüne uygun olarak kabulünü ve uygulanmasını hukuk devleti niteliğinde saymak da pek mümkün olmadığı görülüyor…

 

Ve tekrar İhsan Raif Hanım

 

Yazar Mehmet Öklü son olarak kitabını şöyle bitirir:

 

‘’İhsan Raif Hanım, başını Aşiyan yamaçlarına dayamış kabrinden Boğaz’ın mavi sularını, yeşil korularını, asude göklerini dinliyor. Ziyaretçileri mezar taşındaki bin bir ismini andığı Rabb’ine yakaran mısralarını, 4 Nisan 1926 yazan ona vuslat tarihini heceliyor. Onun insani hüznüne, vicdani hüsnüne, deruni yasına bürünmüş derin sessizlik, kıyamete kadar bitmeyecek nöbetini sürdürüyor.

 

Raif Kızı İhsan Hanım! Hecenin, aşkın, hüznün, taze Türkçenin, vicdanın, ezanın ve şühedanın şairi! Kimseye şikâyet etmeden kendi halinde ağlayan, ‘Gözyaşları’nın bestekârı. Nişantaşı’nın, İzmir’in, Davos’un mahzun gelini!

 

Öz dilinin lisanına getirdiğin güzelliği, musikimize hediye ettiğin gönül telimizi titreten ölümsüz nağmeleri dinledik. Elmas taşları gibi saçılan gözyaşlarının boşa akmadığını gördük. Firari feryatlarının vicdanlardaki yankısını duyduk, milletine de duyurmak, göstermek istedik. Yaşadığın, sevdiğin semtin Nişantaşı’nda komşun Nigâr Hanım’a gösterilen vefa gibi, bir sokakta İhsan Raif Hanım adını görmek istediğimiz gibi. Hecenin Beş Şairi’ni anarken, onların ablası olarak en başta senin ismini görmek, seninle beraber altı hece şairinin adını saymak istediğimiz gibi. Hassas ruhun şad, harap gönlün abad olur ümidiyle…’’

 

İhsan Raif Hanım, daha çocukken Nişantaşı’nda Taş Konak’ta hocası Rıza Tevfik ile hocasının bir şiiri üzerinde çalışırlar. Hocası Rıza Tevfik’in şiiri şöyledir:

 

‘’Yürü be hey bî vefâ hercâî güzel

Gönlüm o sevdâdan vaz geldi geçti

Soldu açılmadan gonca-i emel

Sonbahar’a erdik yaz geldi geçti’’

 

İhsan Raif Hanım hocasına bu şiire Türkçeyi kullanmak adına şu düzeltmeyi yapmak istediğini söyler:

 

‘’Hocam, ‘bî vefa’ yerine ‘vefasız’ desek, şiirin havasına daha uygun olmaz mı? Çünkü bu iç sızlatan bir şiir hocam… Vefasız dersek ‘’sız’’ ekiyle mevcut sızıya bir sızlama daha eklenip gönül sızısı artmaz mı?’’

 

İhsan Raif Hanım bu sözleriyle sanki kendi hikâyesini anlatır. Çünkü bu hikâye iç sızlatan bir hikâyedir... Çünkü bu hikâye mevcut sızıya bir sızı daha ekleyip gönül sızısını artıran bir hikâyedir… Çünkü bu hikâye bir gelenek adına hâlâ toplumun ruhunu inim inim inleten, toplumun vicdanını sızım sızım sızlatan bir hikâyedir...

 

Ey hecenin, aşkın, hüznün şairi! Hassas ruhun şad, harap gönlün abad olsun!

 

Osman AYDOĞAN

 

Meraklısı için İhsan Raif Hanım’ın yazımda geçen şiirlerinin tam metni:

 

Söyletme

 

Söyletme beni derdim büyüktür

Ümidim, gönlüm çoktan sönüktür

Hayatım bana bir koca yüktür.

Gönül bağında baykuşlar öter.

 

Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;

Muhabbet baki kalacak sandım;

Beyhüde yere ateşe yandım;

Bu acı bana ölümden beter.

 

‘’Gözyaşları’’ adlı kitabında yer alan ‘’Ağlarım’’ isimli şiiri

 

Neden gülmesin gül gibi yüzler;

Niçin ağlasın o güzel gözler,

Niye sevgiye sevimsiz sözler,

Söylenir diye şaşar ağlarım.

 

Şu gördüğümüz rengârenk, çiçek,

Sevdalı bülbül, arı, kelebek,

Yekdiğerini bırakıp gidecek:

Vefasızlığa bakar ağlarım.

 

Solmasın dersin sümbülüm, gülüm;

Yâri elinden alacak ölüm;

Bütün dünyayı inletse ünüm;

Çaresizlikten coşar ağlarım.

 

Neş'e gizlenir çöker bir melal;

Her vücud, her şey mahkûm zülal;

Son nefese kadar tükenmez cidal,

Tükenmez derdim sayar ağlarım.

 

Aklım ermiyor of, ne haldir bu!

Yaşamak için dert, mihnet kaygu;

Bir zevke bedel bin acı duygu;

Duygusuz felek sorar ağlarım.

 

Zalimler ceza görmeli elbet.

Mazlumlar niçin çeksinler zahmet?

Hak çiğneniyor, nedir bu hikmet?

Haksızlıklara yanar ağlarım.

 

Yine kitaba ismini veren ‘’Gözyaşları’’ isimli şiiri

 

Firari bahardan, aşık hazandan,

Cu-yi dile ma'kes nay-i hicrandan,

Nagme-yi sevdadan, bu-yi figandan

Serpildi melalin elmas taşları.

 

Sarardı baharın payinda eylul;

Titredi emeller, umidler ma'lul;

Döküldü uzanmış zanbaga melul

Nergis-i ademin har gözyaşları.

 

Hırçın

 

Bir cananım var gayet hıyanet,

Yaramaz hırçın etmez inayet,

Kendi kendinden eder şikâyet,

Bekleyedursun gönül vefayı.

 

Sevmek isterim yanımdan kaçar,

Uzak durursam ateşler saçar,

Sitem sözlerle dilde derd acar,

Fakat arttırdı gönül sevdayı.

 

Eziyet etmek en büyük zevki;

Muazzeb görmek neş'esi, şevki;

Şeytanlıkta hiç bulunmaz fevki,

Meşke başladı gönül cefayı.

 

Sevdirebilmek hayli emektir,

Gücendim git, der, gel sev demektir;

Merakı uzup lütf eylemektir,

Onsuz bulamaz gönül sefayı.

 

Genç Günler

 

Ey, genç kanı gibi kaynayan pınar!

Ey, altına yatıp kaldığım çınar!

Söyledikçe hala yüreğim oynar,

Gölgende okudum kitab-ı aşkı.

 

Ey, kumrulu bahçem, sümbüllü bağım!

Ey, bülbüllü derem, mineli dağım!

Sizinle geçti en güzel çağım,

Orada dinledim rubab-ı aşkı.

 

Muhabbet bağında kendimden geçtim,

Ateşler içinde bir lale seçtim,

Yandı yüreğiyim, kanarak içtim;

Kızıl dudağından serab-ı aşkı.

 

Bu Sevdadan Geçersin

 

Niçin beni yan bakışla süzersin?

Sözlerime neden dudak bükersin?

Bugün sever, yarın belki üzersin

Gel üzülme, bu sevdadan geçersin.

 

Sevsen de hoş, sevmesen de sen beni,

Ben vahşiyim, hiç sevdirtmem kendimi;

Bu halimle incitirim ben seni;

İncinmeden bu sevdadan geçersin.

 

Bülbül gibi âşık olma her güle;

Vefasızdır, gül inanmaz, bülbüle;

Çünkü şakır lalelere, sümbüle;

Sümbül gibi aşkın solar geçersin.



Şükûfe Nihal

03 Ocak 2021

Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en duygusal, en içli, en mahzun ve aynı zamanda da en unutulan bir yazarı, şairi ve özgürlüğe tutkun, mücadeleci ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır.


Babası V. Murat'ın başhekimi Emin Paşa'nın oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey’di, entelektüel birisiydi… Annesi Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba tarafından Katipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet'in Başressamı Nakkaş Mehmet Efendi'ye dayanır.

Şükûfe Nihal babasının görevleri gereği gittikleri Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te Arapça, Farsça, Fransızca öğrenir.

1896 doğumlu olan Şükûfe Nihal 1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü'nü bitirerek "Türkiye'nin ilk üniversite mezunu kadını" unvanını alır…

Eserleri

Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk şiir kitabı "Yıldızlar ve Gölgeler" yayımlanır. Aruzla yazılan bu şiirleri hece ölçüsü ile yazdığı şiirler izler. 1928 yılında "Hazan Rüzgârları", 1930 yılında ise "Gayya" adlı şiir kitabı yayınlanır. Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek, sık sık toplumsal konularda yazar. Ancak, kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmaz… O, belki de kadın sorunlarını ve yaşantısını ilk dile getiren kadın şair ve yazarımızdır…

Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini ekonomik açıdan,  üretkenliğini insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular.  Yaşamındaki çok yönlülük, edebiyat alanında da görülür. Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar da yazar…

1928 yılında "Tevekkülün Cezası" adlı öykü kitabı ve ilk romanı "Renksiz Istırap" yayımlanır. Bunları, "Çöl Güneşi" (1933), "Yalnız Dönüyorum" (1938), "Domaniç Dağlarının Yolcusu" (1946), "Çölde Sabah Oluyor" (1951) adlı romanları izler. 1935 yılında "Finlandiya" adlı gezi notları yayımlanır. 1910 yılından itibaren "Kadın", "Tan" ve "Cumhuriyet" gazetelerinde, "Ayda Bir" ve "Her ay" gibi dergilerde köşe yazarlığı yapar. Bu eserlerinden ''Yalnız Dönüyorum'' okunmaya değer bir eserdir. Şükûfe Nihal’in ‘’Domaniç Dağlarının Yolcusu’’ adlı yapıtı Şakir Sırmalı tarafından ''Unutulan Sır'' adıyla filme çekilir, 1945 yılında çekimi başlayan film, 1948 yılında gösterime girer.  

Kişiliği

Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında eylemci kişiliğiyle de tanınır. Cumhuriyetin kurulması aşamasında, ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar'la Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde önemli çalışmalar yaparlar. Şişli'deki evlerinde toplantılar düzenlenir, bu evde kurtuluş mücadelesinin kararları alınır…

Halide Edip, Sultanahmet'te tarihi demecini verirken, Şükûfe Nihal de, Fatih Mitingi'nde dinleyenleri oldukça etkileyen tarihi konuşmasını yapar: “Ey aziz vatan beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın.”

Bununla da kalmayıp Anadolu'ya çıkar, sonraki yıllarda da Anadolu'yu gezer, gördüklerinden etkilenen Şükûfe Nihal, eserlerinde Anadolu sorunlarına yer verir, gördüğü, tanıdığı köyleri ve köy kadınlarını anlatır…

Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk temsilcileri ve savunucularından biri olan Şükûfe Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği'nin de kurucularındandır. Kurtuluş Savaşı sonrasında da, ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının vazgeçilmez konuğudur…

Hâlide Nusret ’’Bir Devrin Romanı’’ isimli kitabında (Timaş Yay. 2009) birinci elden Şükûfe Nihal’den bahseder. Şükûfe Nihal ve Hâlide Nusret İstanbul Kız Lisesinden yakın arkadaştırlar. Hâlide Nusret kitabında Şükûfe Nihal’i şöyle anlatır; ‘’Çok zevkli döşenmiş evinde tertiplediği toplantılarda devrin genç, yakışıklı pek çok şair ve yazarı onun etrafında fır dönüyorlardı. Güzeldi, zarifti, kültürlüydü, üniversite bitirmiş nâdir kadınlardan biriydi.’’

Şükûfe Nihal’in yakın arkadaşı İsmet Kür (yazar Pınar Kür’ün annesi, Hâlide Nusret’in kardeşi), ‘’Yarısı Roman’’ (Everest Yay. 2011) adlı kitabında Şükûfe Nihal’i şu şekilde tanımlar: ‘’Şükûfe Nihal hemen her görenin âşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. ‘Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı... Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu ‘dünyaya metelik vermeyen’ haliydi. Ve de, o sıralar, ‘hayran olunacak kadın’ sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hâlâ sevdiğini biliyorum. Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.’’

Aşkları

Hicran Göze ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ (Kubbealtı Yay. 2010) isimli kitabında Şükûfe Nihal’i, Fâruk Nâfiz’i ve aşklarını anlatır.

Kadınlı erkekli toplantılarda; ‘’Geldikçe Şükûfe sahn-ı meclis – Pürzemzeme gülistana döndü’’ diye övülen bir kadındı Şükûfe Nihal…

Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Şükûfe Nihal’in etrafında ateşin etrafında dönen pervaneler gibi dönen âşıklardan birisi de de Nâzım Hikmet’ti... 1920’li yıllar... Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairlerin yazarların edebi sohbetlerin birindeydi… Hâlide Nusret’in dizlerinin üzerinden Şükûfe Nihal’e uzatılan, onun ise gülerek okusun diye Hâlide Nusret’e verdiği kağıt… Nâzım Hikmet’in delişmen yazısıyla; “Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.”  

Hâlide Nusret’in, kız kardeşi İsmet Kür’e söylediğine göre Nâzım Hikmet, “Bir Ayrılış Hikâyesi” adli şiirini Şükûfe Nihal için yazar:

‘’Erkek kadına dedi ki: 
- Seni seviyorum, 
ama nasıl? 
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp 
parmaklarımı kanatarak 
kırasıya, 
çıldırasıya... 
Erkek kadına dedi ki: 
- Seni seviyorum, 
ama nasıl? 
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz, 
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz 
yüzde hudutsuz kere yüz... ’’

Nazım Hikmet, ‘’Yatar Bursa Kalesinde’’’ isimli eserindeki “İtizârname-i Nâzım” şiirini de Şükûfe Nihal için yazar. 

Dönemin ünlü şairlerinden sadece Nâzım Hikmet âşık değildi Şükûfe Nihal’e. Hâlide Nusret’e göre Faruk Nafiz de Ahmet Kutsi Tecer de Şükûfe Nihal’e âşık edebiyatçılardan biriydi.

İnişli çıkışlı ve dalgalı özel hayatı, karşılıksız ve tinsel aşkları ile farklı bir şairimizdir Şükûfe Nihal… Bu nedenle üzerinde akademik tezler yazılmıştır.  Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı, halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun yayınlanmış olan doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir: ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002) Bir diğer tez de Türkân Yeşilyurt Kayhan’ın ‘’Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri’’ (Bilkent Üniversitesi) isimli yüksek lisans tezidir. 

İlk evliliği

İlk eşi biraz da ailesinin ısrârı ile çok genç yaşta evlendiği Türkçe öğretmeni Mithat Sadullah (Sander) Bey’dir. Aralarında büyük yaş farkı vardır. Babasının zoruyla evlenir, evlenmemek için bileklerini keserek intihara teşebbüs eder. Bu evliliğinden oğlu Necdet (Sander) dünyaya gelir. Zorla evlendirildiği eşinden iki sene sonra ayrılır…

Bu ayrılık günlerindeki sıkıntılarına teselli olan ve ona aruzu öğreten biri vardır. Cenap Şahabettin’in küçük kardeşi (anne bir baba ayrı) edebiyatçı, şair ve ressam olan otuz yaş civarında genç bir adam: Osman Fahri (1890-1920).

Osman Fahri

Gazeteci Cevat Fehmi’nin ‘’izdivaçta aşk lâzım mıdır?” sorusuna Şükûfe Nihal  “İzdivaçta aşk birinci şarttır” diye cevap veren, evlilikte aşkı birinci şart olarak gören Şükûfe Nihal, Sander’le evliliğinde aradığı aşkı bulamayınca da Osman Fahri’ye karşı ilgisiz kalamaz.

Adile Ayda “Şükûfe Nihal, Böyle İdiler Yaşarken’’ (Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1984) adlı kitabında Nihal’in hayatta tek sevdiği kişinin Osman Fahri olduğunu ifade eder. Yazar, Şükûfe Nihal’in kendisine “Zaten insan hayatında bir defa sever. Gerisi kapılış, aldanış. Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım. Hep onu anlattım, ona seslendim” dediğini yazar.

İsmet Kür, ‘’Yarısı Roman’’ (Yapı Kredi Yayınları, 1995) adlı yapıtında şairin ağzından şu sözleri aktarır: “Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı.”

Şükûfe Nihal gerek Adile Ayda’ya gerekse İsmet Kür’e tek aşkının Osman Fahri olduğunu söylese de bu aşkı başlangıçta pek ciddiye almaz, biraz da uçarı biçimde yaşar…

Şükûfe Nihal, ‘’Yerden Göğe’’ adlı kitabında yer alan ve ağırlıklı olarak Osman Fahri ile olan aşkını anlattığı “Mermer Kapı” isimli şiirinde Osman Fahri ile aşkını bir oyun olarak yaşadığını ve bu sırada on yedi yaşlarında olduğunu belirtir:

“Bir on yedi bahar ki nankör, çılgın, zalimdi,
Seven de reddeden de o şımarık kalbimdi…
Sensiz kalmak muhâlken, hayır, aldandın, derdim!..
Sanırdım ki bu oyun ömrümce sürecektir…”

“Mermer Kapı”da yer alan dizelerinde ayrıca Osman Fahri’nin de kendisine şiirler yazdığını da ifade eder:

“Bir damla gözyaşıma
Kaç mısra dökülürdü
Kaleminin ucundan,
Kim bilir?”

Prof. Dr. Hülya Argunşah’ın doktor tezi olan ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal’’’ isimli eserinde şu bilgiyi verir: Osman Fahri, Şükûfe Nihal’in eşi Mithat Sadullah Sander ile yakın arkadaştır.  Arkadaşının karısına âşık olmayı kendisine yakıştıramayan Osman Fahri, biraz da başlangıçta Şükûfe Nihal’in kendisine umut vermeyişinden kaynaklanan ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle ve Cervantes’in söylediği; ‘’aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır’’ sözüne uyup öğretmen olarak  tayinini İstanbul’dan Elazığ’a aldırır. Şükûfe Nihal’in Sander’le evliliği boşanmayla noktalansa bile Şükûfe Nihal Osman Fahri’yle bir daha bir araya gelmez. Şükûfe Nihal’e çılgınca âşık Osman Fahri’nin Şükûfe Nihal’i unutması da pek de mümkün olmaz.

Genç adam ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle öğretmen olarak gittiği Elazığ’dan da yalvarır:

‘’Sen benim hem dem-i hayalâtım,
Ben senin yârı tesellikârın
Olacakken; fakat nedense, Nihal
Sen benim gözlerimde dert aradın…
Ah! Mâdem ki sen de bir şair,
Ben de şâirim, bu kâfidir’’

Hepsi boşunaydı. Sevdiği kadından tamamen ümidini kesip, buhrana girip kafasına tabancayı dayayıp hayatına son verdiğinde takvimler 1920 senesini gösterir…

Bu intihar girişiminde beyninde kurşun kalan Osman Fahri İstanbul’a getirilerek Fransız hastanesine yatırılır ve bir süre sonra burada çıldırarak ölür.

Şükûfe Nihal, karşılıksız aşkı yüzünden intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca hiç unutmaz, unutamaz… Şükûfe Nihal’in ‘’Yerden Göğe’’ adlı kitabında yer alan “Mermer Kapı” adlı uzun şiirinde hep Osman Fahri’nin izlerine rastlanır.

Şükûfe Nihal “Mermer Kapı” da Osman Fahri’nin cinnetine şöyle hatırlatma yapar:

“Sana Mecnun dediler,
Mukaddestir gözümde
Cinnet o günden beri…”

Şükûfe Nihal ikinci eşinden de ayrılıktan sonra daha çok içine kapanır ve tekrar hayatta olmayan Osman Fahri’ye sığınır.  O kadar ki bir zamanlar Osman Fahri’nin yaşadığı Elazığ’a gider. Zeynep Kerman’ın ‘’Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’ (Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1998) isimli kitabında yazdığına göre Elazığ’da Osman Fahri’nin yaşadığı eve gider ve saçından kestiği bir tutamı onun evinin bulunduğu bahçeye gömer.

Şükûfe Nihal, saçından kestiği o bir tutam saçı Osman Fahri’nin bahçesine gömerken kafesinde çırpınan bir kuş gibidir kalbi, çırpın çırpın çırpınır… Cama çarpan bir kuş gibidir kalbi göğüs kafesinde çırpın çırpın çırpınır…  Çırpınan bir deniz gibidir, sahile vuran azgın dalgalar gibidir damarlarındaki kanı, damarlarında çırpın çırpın çırpınır… Kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibidir kalbi çığlık çığlığadır… Yörüngesiz kalmış kuşlar gibi feryaad figan halindedir kalbi çırpın çırpın çırpınır hep…

Şükûfe Nihal bu bahçeyi “Mermer Kapı”da şöyle anlatır:

‘’Yolunmuş sarmaşıklar, 
Söndürülmüş ışıklar, 
Bir türbe şimdi balkon… 
Diyorlar: ‘Orda en son, 
Seni sormuştu bize, 
Sarılıp elimize… 
Seni beklemiştik hep… 
Gelmedin neydi sebep?’..’’

Osman Fahri yaşarken Elazığ’a gitmediği için suçluluk duyan Şükûfe Nihal, yine “Mermer Kapı”da ondan af diler:

“O gurbet illerinde hep anmışsın adımı…
Gelemedim, affeyle, kırdılar kanadımı!..”

Ancak Şükûfe Nihal’in Osman Fahri’ye karşı duyduğu aşk zamanla marazî bir hal alır. Artık hayattaki tek isteği ona kavuşmaktır. Yine “Mermer Kapı”da ona seslenir:

“Yedi kat yeri delebilsem de,
İzini bulup gelebilsem de,
En son zerremle kavuşsam sana,”

Şükûfe Nihal iyice hayata küsmüştür artık... Bu hissiyatını ''Sabah Kuşlar'' adlı kitabındaki ''Neme Yetmez'' şiirinde görürüz:

‘’Yakut, mine, zümrüt bana birdir kayalarla;
Bir gül dikeninden kanayan el neme yetmez?
Kâşâne, sedir, sırma, ışık onların olsun;
Bir köhne kitap, bir sarı kandil neme yetmez?

Rûhum ki yanıktır ve şifâsızdır ezelden,
Sarmak dilesem, bir kara mendil neme yetmez?

Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?
Yanmaz ateşinden deli gönlüm bu diyârın,
Gökten bir alev bağrımı dağlar, neme yetmez?

Kestimse ümîd artık ezelden ve ebetten;
Bir eski rübâb ömrümü bağlar, neme yetmez?

Bir çölde biten dal gibi ıssızsa da rûhum,
Dost âleminin ettiği kem söz neme yetmez?
Vardır anacak bir gün olup ismimi elbet,
Bir servinin altında dolan göz neme yetmez?

Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?

(Cinuçen Tanrıkorur şairin bu “Neme Yetmez?” adlı şiirinden bir bölümü 1979 yılında uzzâl makamında nakış yürük semaî usulünde besteler…)

Bu hassas, bu nadide, bu duygulu şair artık iyice içine kapanır. Muhafazakâr çevre yapısı ve dışarıdaki katı dünya ile özgür, başı dik kadın yapısı ve hassas ve modern dünyası arasında sıkışır kalır.  Sonuçta topluma, çevreye ve kendisine yabancılaşır... Tabii bu haleti ruhiyesi de şiirlerine yansır. Gayya’daki “Söndürün” şiirinde şöyle der:

“Söndürün karşımda yanan ateşi;
 Kalbimin dört yanı buzla örtülü.
Bakışlarım ölü, şuurum ölü…”

“Taş Gibi” şiirinde iç dünyasının fotoğrafını çeker:

“Ben bu gece ruhumu elimle boğacağım,
Yarına bir kaskatı taş gibi doğacağım…”

“Heykel” şiirinde ruhunu anlatır, eşten dosttan kopuşunu:

“Gece bir heykeldir o, oyulmuş sarı taştan,
Ruhunun son bağları kopmuş eşten, yoldaştan…” 

Şükûfe Nihal ‘’Yakut Kayalar’’ romanını da Osman Fahri’yle yaşadığı aşk üzerine kurar. Romanda idealist bir genç kadın kendisi gibi toplumsal sorunlara ve sanata karşı duyarlı bir erkekle bir aşk yaşarken, ailesinin ve toplumun değer yargılarına uygun “zengin bir koca”yla evlenmeye zorlanınca erkeklere ve topluma isyan eder. Sevdiği adam ise tıpkı Osman Fahri gibi cinnet geçirir ve ölür. Başlangıçta onun cinnetine ve ölümüne kayıtsız kalan genç kadın, bir gün duyduğu bir ney sesiyle bu aşkın içinde yeniden canlandığını fark eder. Ancak kendisine kara taşları, toprakları “yakut kayalar” olarak gösteren aşkını artık kaybetmiştir: “Ve anladım ki, dünyanın kara taşlarını, topraklarını bana ‘yakut kayalar’ şeklinde gösteren füsûnu, ben artık kaybetmişim!..”

Şükûfe Nihal, ideal erkek imgesini ‘’Yakut Kayalar’’ isimli romanında şöyle anlatır: “O, benim için ideal bir insandı. Bütün eksik yaratılmışların arasında, o, kafası, kalbi, duyguları, sanatı, mantığı, ilmi, güzelliği ve gururuyla tam bir insandı.”

Zeynep Kermen’ın bahsi geçen ‘’Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’’ kitabında verdiği Osman Fahri’nin “İhtizaz-ı leyal” adlı şiirinde Osman Fahri de Şükûfe Nihal’in Elazığ’a gelmesini beklemektedir:

“Gece, her yer sükûta müstağrak
Sana ruhum gelirse ağlayarak:
Onu bir lahza dinle, sonra uyu:
O senin şimdi bekliyor yolunu…”

Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Bu kişilerden sadece Osman Fahri’yi unutmadı, unutamadı Şükûfe Nihal… Aşkı sadece ruhunda yaşıyordu. Kaldığı huzur evinde ölene kadar düşüncesinde, dilinde, kaleminde, şiirlerinde hep Osman Fahri vardı...

Âdile Ayda ‘’Böyle İdiler Yaşarken’’ (Edebî Hatıralar, Ankara, 1984) adlı kitabında Şükûfe Nihal’in Osman Fahri için kendisine şu ifadeyi kullandığını yazar; ‘’Ben ona layık değildim. O mütekâmil insandı. Bir dâhi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı hâtıra defterini, karaladığı şiirleri her gören aynı fikirde…’’ (Elazığ’da Osman Fahri’nin yakın dostu Mehmet Mevlüt Osman Fahri’nin Elazığ’da kalan evrakını saklar. Ancak çıkan bir yangında evrakın bir kısmı yok olur. Mehmet Mevlüt, Şükûfe Nihal’e yazdığı 10 Haziran 1942 tarihli mektupta bu hadiseyi anlatır ve yangından kurtarılmış olan evrakı kendisine postalar. Şükûfe Nihal Elazığ’a geldiğinde de Mehmet Mevlüt ona mihmandarlık yapar, Osman Fahri’nin evini gösterir.)

Yakın dostlarına da Osman Fahri için; "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yanar gerçek aşkın kıymetini bilmeyen her fâni gibi…

İkinci evliliği

İkinci evliliğini İstanbul Üniversitesinden arkadaşı olan Ahmet Hamdi Başar’la yapar. Otuzbeş sene sonra nihayete erecek olan bu evlilikten kızı Günay dünyaya gelir… Hâlide Nusret’in çok sevdiği Günay…

Fâruk Nâfiz Çamlıbel

Şükûfe Nihal’in edebiyat çevrelerindeki en bilinen ikinci aşkı ise hiç şüphesiz, Fâruk Nâfiz Çamlıbel’di... Hicran Göze  ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ isimli kitabında Fâruk Nâfiz bölümünde bu aşkı şu şekilde anlatır;

Fâruk Nâfiz Çamlıbel Şükûfe Nihal’i, halası Saide Hanım’ın Erenköy’deki köşkünde görür ve ilk görüşte âşık olur. Aşkları karşılıklıdır. Hep şiirler yazarlar birbirlerine.

Fâruk Nâfiz’in 1928’de yayınladığı ‘’Suda Halkalar’’ kitabının ‘’Macera ve Gençlik’’ bölümünde yazmış olduğu şiirde geçen kızın adı da Nihal’dir…

Şu iki mısrada ise Fâruk Nâfiz sevgilisinin adını da açıklar:

‘’Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyarımdan uzakta.’’

Bir şiirinde gene sevgilisinin adı vardır:

‘’İnce bir kızdı bu, solgun, sarı, heykel gibi lâl
Sanki rûhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihal.
Ben küreklerde, Nihal’in gözü enginlerde
Gizli sevdâlar için yol soruyorduk nerde.’’

Aşkları üzerine roman yazarlar. Fâruk Nâfiz Çamlıbel ‘’Yıldız Yağmuru’’nda, Şükûfe Nihal ise ‘’Yalnız Dönüyorum’’ adlı romanında sevdalarını dile getirirler…

1922 yılında Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmesi Şükûfe Nihal’i oldukça üzer.  Şükûfe Nihal ‘’Gayya’’ isimli kitabındaki ‘’Son Hâtıra’’ adını taşıyan şiirinde kendisini üzen ani ayrılığın acısını dile getirir:

‘’Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’’

Şükûfe Nihal, Gayya’da “Senden Sonra” adlı şiirinde Çamlıbel’in gitmesinden dolayı duyduğu derin üzüntüyü anlatır:

“Buradan gittin gideli nasıl içliyiz, bilsen!
Göklerin gözü yaşlı, kırlar hazin, ben hasta,
Sensiz geçecek günler için bütün köy yasta…
Gelsen de bir gün olsun göz yaşımızı silsen!..” 

Yine Gayya’da “Köy Arkadaşlarıma” adlı şiirinde ise bu ayrılıktan sonraki halini anlatır:

“Gezdiğimiz yerleri bir hayal gibi gezdim,
Köyün ruhunda siyah bir hicran rengi sezdim:
Her taraf derdimizle harap, bitkin, perişan,
Hâlâ şifa bulmamış belli bu ayrılıktan…”

Faruk Nafiz Çamlıbel de bu ayrılıktan üzüntülüdür.  İsmini Ulukışla’dan Kayseri’ye giderken mola verdiği Ulukışla'daki Öküz Mehmet Paşa Hanı (Şimdiki adı Kervansaraydır), Niğde'den sonraki Araplıbeli Hanı ve İncesu Hanı’ndan alan ‘’Han Duvarları’’ adlı kitabında bulunan 1923 tarihli “Gurbet” adlı şiirini de Şükûfe Nihal’e ithaf eder ‘’Şükûfe Nihal Hanımefendi’ye’’ diyerek:

“Kaç yıl geçecek böyle hazin, böyle habersiz,
Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar giden ağlar.’’

Halil Soyuer, “Aşklarında Yaşayan İki Şair: Faruk Nafiz Çamlıbel - Şükûfe Nihal”. Şair Dostlarım’’ (Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2004) isimli eserinde Şükûfe Nihal ile Faruk Nafiz Çamlıbel arasındaki aşkın zaman zaman gazetelerin dedikodu sayfalarına taşındığını yazar.

Faruk Nafiz Çamlıbel 1932 yılında aniden bir başkasıyla evlenir. Fâruk Nâfiz’in bu aşkı olanca coşkunluğu ile yaşarken yaptığı ani evlilik herkesi olduğu gibi Şükûfe Nihal’i de şaşırtır. Fâruk Nâfiz, 1932 senesinde kendisiyle aynı lisede görevli Biyoloji öğretmeni Azîze Hanımla evlenir. Epeydir araları açıktır, uzun zamandır konuşmuyorlardır. Fâruk Nâfiz’in kocasından ayrılarak kendisiyle evlenmesi için ısrar etmesine hep olumsuz cevap verir Şükûfe Nihal. Şükûfe Nihal, kızı Günay’ı babasız bırakmamak için Faruk Nafiz Çamlıbel’in ısrarlarına rağmen eşinden boşanıp onunla evlenmez.

Bu evlilik Şükûfe Nihal’in Faruk Nafiz Çamlıbel’e karşı duyduğu sevgiyi nefrete dönüştürür. Ancak kalbi kırılmıştır Şükûfe Nihal’in. Şükûfe Nihal’in ‘’Yıldızlar ve Gölgeler’’’de yer alan “Yavru Kuş” adlı şiirinde bu kırıklık yer alır:

“Penceremden ölen çiçeklerimin
 Renk-i yeisiyle münkesir, mağmûm 
Düşünürken elemli, pek nermin,
İnce bir sesle titredi ruhum!”

Buzlu bir dalda nazlı bir yavru
 Ağlıyor ruhunun enîniyle…
Sanki donmuş gözünde bir şule;
Küçücük kalbi bir yıkık bârû!”

‘’Su’’’daki “Ömrümce Beklediğim” adlı şiirinde ay gibi solacağını ifade eder: 

‘’Doğan, batan güneşe bir zaman esir oldum; 
Solgun aya dalarak yıllarca ben de soldum; 
Sakin bir göl başından atıldım ummanlara; 
Boş kırlardan çekildim kökü yok ormanlara… 
Ne oradaki sükûnet, ne buradaki azamet 
Kâfi geldi ruhuma; 
Beynimde hep o ateş, hep o acayip humma.’’

Şükûfe Nihal dökülen yapraklara hitaben yazdığı ‘’Hazan Rüzgârları’’ isimli şiirinde de ümidini  ve ümitsizliğini anlatır:

‘’Kollarıma düştünüz
Solgun periler gibi;
Ruhumla öpüştünüz,
Bir ümid diler gibi...’’

Fâruk Nâfiz 1954’te Cumhuriyet gazetesinde çalışan Sermet Sami Uysal’ın: “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” sualine “Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik; duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu.” diye cevap verir… Gençlik devrinin fırtınalı aşklarını şiirlerine döken şairin asil ruhlu Azîze Hanım’a hissettikleri belki aşktan da üstündü. Aklın ve mantığın arkadaşlığında bir beğenme ile başlayan bu evlilik aşktan da üstün bir sevgi ve dayanışmayla yıllarca sürer…

Azîze Hanım’ın bir amansız hastalıktan ani ölümü ile perişan olan Fâruk Nâfiz, Azîze’sinin arkasından o zor günlerini dile getiren bir şiir yazar ve ‘’Bunu senin bestelemeni ve ölümsüzleştirmeni istiyorum’’ diyerek yakın dostu üstad Alâeddin Yavaşça’ya verir. Bu güzel güfte Alâeddin Yavaşça tarafından hicaz makamında bestelenince gönül tellerini titreten bir şarkı oluşur:

‘’Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok’’

Fâruk Nâfiz’le birbirlerine âşık olduklarında, Şükûfe Nihal evlidir. Bu arayış nedeniyledir ki sadece tinsel ve uzaktan uzağa nezih, ulvi bir aşkı yaşar ve romanlarında ve şiirlerinde yaşatırlar bu aşkı. Bu nedenle evli olmasına rağmen, bu ulvi tinsel aşk herkes tarafından, hatta eşi tarafından da bilinmesine rağmen hep saygıyla kabul görür…

Fâruk Nâfiz’in eşinden ayrılıp evlenmelerini hep reddeder Şükûfe Nihal. Çünkü evlenmezlerse tene değmezse o devasa sevda, aynı ulviyetini muhafaza edecektir, kirlenmeyecektir ve ölümsüz olacaktır. Bir taraftan da Şükûfe Nihal kızı Günay’ı babasız bırakmamak istemektedir. İşte bu nedenlerle reddeder Fâruk Nâfiz’i Şükûfe Nihal. Ancak bu aşk huzursuz eder Şükûfe Nihal’i…

Selim İleri, ‘’Mavi Kanatlarında Yalnız Benim Olsaydın’’ (Everest Yayınevi, 2010)  adlı romanını bu iki şairin aşkı üzerine kurar… Romanda Şükûfe Nihal’in bu huzursuzluğundan bahsedilir:

“Renksiz Istırap romanının yazarı asrî yaşayışın bize özgü uyarsızlıkları ortasında yasak bir aşkın kurbanı oluyordu. Galiba ikinci izdivacında da mutluluğa kavuşamıyor, galiba evli bir beyle, kendisi de evliyken bir gönül macerası geçiriyor. Onu artık salonlarda, edebi toplantılarda, çay saatlerinde, şiir günlerinde öyle şuh, azametli, göremiyormuşsunuz. Gitgide zayıflıyor, sözleri azalıyor, neşesi soluyor, elleri titriyor, gözleri ikide bir hep yaşarıyormuş. Girip çıktığı evlerde, katıldığı toplantılarda, bulunduğu mekânlarda durup dururken buhranlara kapılıyormuş, artık yerinde duramıyormuş, oralardan çılgıncasına fırlayıp gidiyormuş… Hem edebî toplantılar olmaksızın yaşayamıyormuş, hem de edebî toplantılara katlanamıyormuş… Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklar takmadan içiyormuş, birini yakıp, birini söndürüyormuş. Başka konular, edebi, siyasi, içtimai konular konuşulurken o sözü ille aşka, sonu meçhul aşklara getiriyormuş. Bu salonlarda yalnızca aşkın acıları, hüsranları konuşulsun istiyormuş… Kendisinden rica edildiğinde yeni şiirlerini okuyormuş ve bu yeni şiirlerin hepsi aşkı Fuzulî’ye yaraşık bir gönül küskünlüğüyle dile getiriyormuş. O artık Nedimvâri şuhlukları büsbütün unutmuş, büsbütün yalnızmış… Çünkü âşık olduğu evli bey, galiba yuvasına dönmek istiyormuş. Şükûfe Nihal Hanım hislerini gizleyemediğinden bu yasak aşk herkes tarafından konuşuluyormuş. Yasak aşk dile düşmüş. Sözler, dedikodular, kınayışlar Şükûfe Nihal Hanım’ın kulağına çalındıkça, o, hislerini, hasretlerini hiç dinginleyemiyormuş. Sevdiği adamın adını sayıklayacak kertelere geliyormuş ve onu kimse anlamıyormuş. O artık bu aşkı… aşkı kendi kendine yaşıyormuş.’’

Şükûfe Nihal’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’

Kader midir, rastlantı mıdır bilinmez; Fâruk Nâfiz, eski aşkı Şükûfe Nihal huzur evinde öldüğü zaman o bir hanım arkadaşıyla Samsun vapuruyla çıktığı Akdeniz gezisindedir… Şiirler yazdığı kadının ölümünü duymadan o da o vapurda son nefesini verir…

Şükûfe Nihal aradığı huzuru ikinci evliliğinde de bulamaz. Şükûfe Nihal, 64 yaşındayken Ahmet Hamdi Başar ile olan ikinci evliliğini de bitirir.

Huzuevi

Şükûfe Nihal’in 1960 yılında başına talihsiz bir olay gelir… Kızından dönerken sokaktaki bir çukura düşerek kalça kemiğini kırar. Kaza sonucu birçok ameliyat geçirir, yatağa mahkûm kalır. Çok sevdiği kızı Günay’ın hayata gözlerini yumması (1969) da yaşamla ilişkisinin tamamen kopmasına neden olur…

Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten sonra Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan ilk eşinden olan oğlu Necdet Sander, annesinin bu durumuna çok üzülür ve onu böyle görmemek için ‘’yüreğim dayanamıyor’’ diyerek yanına uğramaz, annesiyle alâkasını keser.

Hayatın zorlaşması sonucu yakın arkadaşları Hasene Ilgaz (Bir zamanlar CHP Çorum Milletvekili) ve İffet Halim Oruz’un açtıkları Bakırköy’deki huzurevine yerleşir. Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş da artık yaşlanmışlardı, sık gelemezler huzurevine. Yalnızlığı ve hüznü olanca şiddetiyle yaşadığı ve belki de geçmişin muhasebesini yaptığı son durağıdır huzur evi…

Huzur evinin o kasvetli havasında her vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini açar, yazdığı şiirleri okur, yenilerini yazar… Âdile Ayda bu şiirleri ‘’Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır’’ diye tanımlar…

‘’Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı?
Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?
Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…
Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan.
Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…’’

Yaşamı boyunca hep mükemmel aşkı arayan, aşkta da tensel değil, tinsel aşkı arayan Şükûfe Nihal’in ‘Bir Şey Unuttum’’ isimli şiirindeki şu dizeleri sanki huzur evindeki hesaplaşmasını anlatır:

‘’Yalnız,
Gönlümde bir acı var, adını bulamadım;
Kırık gibi kanadım!
Bir şey mi kaybettim, ne? Ellerim bomboş gibi.. .
Bir yakuttan kadeh ki varlık çatlamış gibi .. .

Ses mi, çiçek mi desem;
Işık mı, renk mi desem;
Sanki, geçtiğim yolda bir şey unuttum!... ‘’

Huzur evinde bütün ilişkileriyle hesaplaşır. Evlilikleriyle, kendine âşık olan herkesle iç hesaplaşması yapar. Bunlar arasında Nazım Hikmet, Fâruk Nâfiz ve Ahmet Kutsi Tecer de vardır... Bir tek, aşkı uğruna ölümü seçen ve yakın dostlarına, "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yandığı Osman Fahri'yle hesaplaşamaz… Son nefesini verdiği 24 Eylül 1973 yılına kadar onu düşünür. Son nefesine kadar Osman Fahri’yi hayalinde yaşatır ve ona duyduğu aşkla hayata veda eder.

‘’Şükûfe’’ Farsça kökenli bir isimdi, ‘’açmamış çiçek, tomurcuk’’ anlamına gelirdi...  Şükûfe Nihal adı gibi açmadan solan bir çiçek olarak bu dünyadan göçüp gider…

Selim İleri’nin ‘’Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” isimli kitabının sonlarına doğru “Uzlet” başlığıyla yer alan bölümde Şükûfe Nihal’in huzur evindeki son günleri anlatılır.

Kitapta bir yakınını huzurevinde ziyaret eden anlatıcı şu şekilde anlatır Şükûfe Nihal’i:

“ ….. o kadar mahzun, yalnız, içli, o kadar ‘mükedder’miş ki, yarı ’mefluç’ olmasa bile aşağıya, oturma odasına, öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi ‘mehpes’inde hala şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya dargın, küskün ayrılıyormuş. (Mehpes: Hapishane. Mükedder: Kederli, üzgün. Mefluç: Felçli )

Huzurevinde bir iki kez ziyaret ettiğimiz gözleri sürmeli Bedia Hanım, ille Şükûfe Nihal Hanımın odasına da uğramamızı isterdi. Yatağında yarı doğrulmuş, daima eski şiirlerini okurken ya da yeni şiirler yazmak isterken bulurduk onu. Daima diyorum ama, Şükûfe Nihal Hanımı en çok gördüğüm gün beş on dakikadan öteye geçmez…

Gözleri sürmeli Bedia Hanım bir edebiyat aşığı olduğumu söyleyince, Şükûfe Nihal, ‘Size bir şiir okumamı ister misiniz çocuğum?’ diye sormuştu. Arkadaşının elini bırakıp gittiğini söylediği bu şiiri dudağımı ısırarak dinlemiştim. Sonra bir seçki de rastlayınca ağlamaktan kendimi alamadım:

Son Hatıra

Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!..

İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…

Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
‘Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere’
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…

Şükûfe Nihal Hanım şiirini bitirince ‘Uzlet köşesindeki şu ihtiyar kadını, sizin için okuduğu şiiri hepten unutmanızı temenni ediyorum’ demiş, hayatımda ‘uzlet’ sözcüğüne bir yer açmıştı.”

(Uzlet: Tasavvuf yolcularının kutlu manalar yüklediği yalnızlığın adıdır, ayrılmak, bir köşeye çekilmek anlamına gelir..)

Vefa

Artık ne o aşklar kaldı, ne de o Şükûfe Nihal, ne de Osman Fahri… Hepsini unuttuk…

Soner Yalçın ‘'Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor’' (Doğan Kitapçılık, 2009) isimli kitabında Şükûfe Nihal'den bahseder.

Soner Yalçın kitabında Şükûfe Nihal için adı okullara verilmiş diye yazsa da, adını sadece Ankara Yenimahalle Şentepe’deki bir okul taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal İlköğretim Okulu’’ İstanbul Bahçelievler’de de bir sokak adını taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal Sokağı’’

Yine Soner Yalçın, Şükûfe Nihal’in Rumeli Hisarı Aşiyan Mezarlığı’ndaki mezarı için iç acıtacak kadar bakımsız diye yazsa da, mezarı o iç acıtan bakımsızlığından o kadar harap haldedir, ismi bile yazılı değildir. Mezar kayıtlarında dahi ismi yoktur. Gittiğinizde bulamazsınız.

Unuttuğumuz sadece Şükûfe Nihal değildi… Unuttuğumuz sadece ‘’uzlet’’, ‘’mefluç’’, ‘’mehbes’’ de değildi… Bir toplum ‘’vefa’’yı unutmuştu ‘’vefa’’yı... Bu ülkenin böyle bir şairine, yazarına, vatanperverine sahip çıkacak, doğru dürüst bir mezarını yaptıracak hiç mi bir kuruluşu yoktur? Bu ülkede bakanlıklar, belediyeler, edebiyatçı dernekleri, sanatsever işadamları, büyük büyük holdingler, kuruluşlar ne iş yaparlar?

Pek bilinmez, dile getirilmez ama; İstanbul’un Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar mandacılığı savunurken, İstanbul’un Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir” diye haykırır…

Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en unutulan bir değeridir. Ülkemizde Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı,  daha önce bahsettiğim gibi halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir:  ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002)

Bu eserin son sözünün son paragrafını şu şekilde yazar Hülya Argunşah: "Şükûfe Nihal yetmiş yedi yıl süren ömründe sanat ve kültür hayatımıza birçok katkılarda bulunmuştur. Ancak yaşadığı talihsiz hayat ve içli mizacı onu daha ziyade ferdi sızlanışların yazarı yapmıştır. O, birçok edebiyat tarihinde Cumhuriyet yıllarının idealist tiplerini örnekleyen idealist bir kadın yazar olarak kaydedilmiştir. Fakat edebiyat tarihi onu büyük bir umursamazlıkla daha ölmeden tozlu sayfalarına gömmüş ve unutturmuştur. Eğer şairler ve yazarlar Türkçenin ses mimarları ise, Şükûfe Nihal’ın yeniden okunması ve düşünülmesi gerekir. Bu onun yeniden dirilişi olacaktır. Yaşarken ne yazık ki anlaşılamamış olan bu Türk kadın yazarı, etrafındaki dedikoduların korkunçluğu ile kaçtığı, sonra da öldüğü köşesinden çıkarılmayı beklemektedir. Bu ona göstermek zorunda olduğumuz bir vefa borcudur. Türk kadın hareketlerindeki çalışmaları ve Türk edebiyatındaki eserleriyle o, bu manevi dirilişi çoktan hak etmiştir. Bugün harap halde bulunan ve ismi bile yazılı olmayan mezarına ancak bu yolla bir ışık yakılabilecektir."

Aşkı bilen, tadan ve düşünen herkese olduğu gibi bu duygu yüklü şair Şükûfe Nihal'e de büyük saygı duyuyorum, unutulmasın istiyorum.

Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Ve yazımı Şükûfe Nihal’in bir şiirle sonlandırmak istiyorum: ‘’Su’’

‘’Kalbinden kalbime akan bir sesti 
Akşam gölgesinde çağlayan o su... 
Sesini en tatlı yerinde kesti 
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su. 

O su, bir sır gibi mırıldanırdı; 
Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı; 
Bizi Leyla ile Mecnun sanırdı 
Gamlı yolumuzda ağlayan o su... 

Sessiz ruhumuzu o bestelerdi, 
Bize "Unutalım dünyayı" derdi... 
Bir aldı sonunda verdi bin derdi, 
Bizi bizden fazla anlayan o su. 

Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere; 
Yolumuz ayrıldı başka ellere; 
Benzetti bizi bir kırık mermere 
Ruha zehir gibi damlayan o su. 

Kalbinden kalbime akan bir sesti 
Akşam gölgesinde çağlıyan o su; 
Sesini en tatlı yerinde kesti, 
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su... 

Osman AYDOĞAN

 


Libya’ya pirince giderken!


02 Ocak 2021

Tam bir yıl önce bun, 02 Ocak 2020 tarihinde Libya'ya asker gönderilmesine ilişkin Cumhurbaşkanlığı tezkeresi olağanüstü olarak toplanan TBMM’inde görüşülüp onaylanmıştı.

Libya tezkeresindeki hukuki eksiklikler

Ancak bu tezkerede hukuki olarak büyük eksiklikler vardı. Şöyle ki;

T.C. Anayasası 92. madde yurt dışına asker gönderme konusunu şöyle düzenler: ‘’Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hali ilanına ve Türkiye'nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir.’’  TBMM’nin kabul ettiği bu tezkerenin Anayasa’da yer alan "milletler arası hukukun meşru saydığı hallerde" ifadesini karşılamadığı değerlendirilmektedir.

Libya'daki insan ve göçmen kaçakçılığı da bu tezkere ile ilişkilendirilmiştir ki bu gerekçe hiçbir şekilde Türkiye’nin ulusal çıkarı ile ilgili bir konu değildir.

Tezkere metninde şöyle bir cümle yer almaktadır: "Türkiye'nin milli çıkarlarına yönelik her türlü tehdit ve güvenlik riskine karşı uluslararası hukuk çerçevesinde her türlü tedbiri almak, Libya'daki gayri meşru silahlı gruplar ile terör örgütleri tarafından Türkiye'nin Libya'daki menfaatlerine yönelebilecek saldırıları bertaraf etmek."

Bu cümlede ise yer alan "her türlü tehdit" ve "her türlü tedbir" gibi ifadelerin ne anlama geldiği tezkere metninde yer almadığı gibi tezkerenin hiçbir yerinde ve hiçbir şekilde tehdit veya risk altındaki ulusal çıkarların ne olduğunun tarifi de yapılmaz…  

Libya’ya gönderilecek asker sayısı, nerede ve nasıl görev yapacakları ise tezkerede Cumhurbaşkanlığı tarafından belirleneceği ifade edilir. Bu ise, TBMM’nin ucu nereye gideceği belli olmayan bir yetkiyi CB da olsa yetkisini aşan bir şekilde yetki devri yaptığı anlamına gelmektedir.

Ayrıca tezkere BM Güvenlik Konseyinin herhangi bir kararına da dayanmamaktadır.

Tezkerede olmayan ‘’siyasi hedef’’

Ancak Libya tezkeresinin en büyük eksikliği bunlar değildir. Libya teskeresinin en büyük eksikliği tezkerede bir askerî harekâtta olmazsa olmaz unsur olan siyasi hedefinin bulunmamasıdır. Her askerî harekâtın ulusal çıkarlara göre belirlenmiş olan bir siyasi hedefi olur. O siyasi hedefe göre de ulusal çıkarların korunmasını garanti altına alacak şekilde harekâtta kullanılacak askerî gücün tipi, miktarı, büyüklüğü, kapsamı ve hedefi belirlenir. Tezkerede ulusal çıkarların ne olduğu belli olmadığı gibi gönderilecek askerî unsurların büyüklüğü, cinsi, miktar ve zamanı da ‘’CB tarafından takdir ve tayin olunacak’’ ifadesiyle ucu açık, muğlak, belirsiz bırakılmıştır. 

Libya tezkeresinin muhtemel siyasi hedeflerinin incelenmesi

Teskerenin bilinen amacı: Libya’nın Tobruk merkezli General Halife Hafter güçlerine karşı Trablus kentinde kurulu Ulusal Uzlaşı Hükümeti (UUH)’ni koruma amacıyla askerî destek vermek…

Sorun da burada başlıyor. Adı üstünde, ‘’askerî destek’’; askerî bir hedef… Siyasi hedef nedir?

Eğer siyasi hedef; Libya’nın birliği ise bu askerî hedef bu hedefi sağlamaz, tam tersine Libya halkını birbirine kırdırır… Türkiye de bu kırım da bir tarafta yer alır… Eğer siyasî hedef; Libya’nın birliği ise bu size Libya’daki bütün güçlerle eşit mesafede olmayı, arabulucu olmayı ve bu şekilde Libya’nın birliğini sağlamayı gerektirir… Eğer bu hedefi tek başına, yalnız gerçekleştiremezseniz bu maksatla BM’ni davet edersiniz, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)’nı davet edersiniz ve bu görevi BM veya İİT şemsiyesi altında yürütürsünüz.

Eğer siyasî hedef; Doğu Akdeniz’deki haklarımızı UUH ile beraber sağlamak ise bu siyasi hedef size öncelikle Doğu Akdeniz’de Suriye, Ürdün, Lübnan, İsrail ve Mısır ile ortak hareket etmeyi öngörür… Yani bölge ülkeleri ile işbirliğini gerektirir…

Söylenmeyen hedef eğer dünyada sadece Katar’ın desteklediği siyasal İhvan’ı desteklemek ise… Suriye’de, Mısır’da, Libya’da batan, sönen, biten siyasal İhvan’ı destek beraberinde Türkiye’nin de bataklığa sürüklenmesini getirir… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’yi İhvan dışındaki tüm Arap dünyasını karşısına alır… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’yi tüm bir AB ülkelerini ve ABD’yi karşısına alır. Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’nin Rusya’yı, Çin’i karşısına bulmasına vesile olur… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’yi Libya çöllerinde sıcak bir çatışmaya sürükler… Çünkü böylesine bir siyasal İhvan desteği Türkiye’nin tüm kaynaklarını Fizan çöllerinde tüketmesine yol açar…

Bu sayfada geçen sene Tezkere’nin TBMM’inde kabul edildiği günden bir gün sonra 03 Ocak 2020 tarihinde ben bunları, olacakları bu sitemde diğer yurt dışı askerî harekâtlarla birlikte inceleyerek yazdım. Hem de çok detaylı bir şekilde.  Eğer askerî harekâtlarla ilgiliyseniz mutlaka okumanızı arzu ederim. Bu yazımın bağlantısını yazımın sonunda veriyorum…

İşte bu tezkere bu haliyle TSK unsurlarının Libya’daki görev süresini 18 ay daha uzatacak şekilde 22 Aralık 2020 tarihinde TBMM’inde bir daha kabul edilir… Bu uzatma tezkeresinin ne anlama geldiğini yazımın sonunda anlatacağım.

Libya’da gelinen nokta

Libya’da 2015 yılından 2020 yılına kadar yaşanan gelişmeleri ise bu sayfalarda 24 Ekim 2020 tarihinde ‘’Libya’da kalıcı ateşkese varılırken’’ başlığı altında yayınlamıştım... Libya’yı daha iyi anlamak için bu yazımın da okunması gerekir diye düşünüyorum. 2015 yılından beridir Libya’daki iç savaşın tarafları birbiriyle savaşırken aynı zamanda kalıcı bir barış için de değişik mekân ve ortamlarda görüşmelerini sürdürmüşlerdir. Bu yazımda Libya’da son aylarda yaşanan bu gelişmeleri aktarmak istiyorum.

5+5 askerî komite görüşmeleri

Birleşmiş Milletler tarafından, Libya'da kalıcı ateşkes sağlamak amacıyla İsviçre’nin Cenevre kentinde beş üyesinin UUH, diğer beş üyesinin de Halife Hafter'e bağlı Libya Ulusal Ordusu tarafından belirlendiği 5+5 formatındaki ortak askerî komite toplantıları kapsamında, 01 Ekim 2020 tarihinde, Mısır’ın Hurghada şehrinde bir araya gelen Libyalı taraflar, görevi ‘’Libya ordusunu birleştirmek’’ olan askerî bir organı oluşturmayı kabul ederler...

Ateşkes Anlaşması

BM Genel Sekreteri Libya Özel Temsilci Vekili Stephanie Williams 23 Ekim 2020 tarihinde Cenevre Ofisi’nde düzenlenen imza töreninde yaptığı açıklamada "Libya'da savaşan tüm tarafların kalıcı ateşkeste anlaştığını" duyurur.  

Williams yaptığı açıklamada; Libya’da bulunan tüm paralı askerlerin ve yabancı savaşçıların üç ay içinde Libya’yı terk etmek zorunda olduklarını, cephedeki bütün askeri birliklerin ve silahlı grupların üslerine geri döneceğini belirterek Libya’ya yabancı güçlerin müdahalesini eleştirir. “Yabancı müdahalenin kapsamı kabul edilemez” diyen Williams, “Bu ülkeler ellerini Libya’dan çekmeliler” ifadelerini kullanır.  

Avrupa Birliği ateşkes kararını “memnuniyet verici” olarak değerlendirirken, AB Komisyonu Sözcüsü Peter Stano, “Kalıcı ateşkes siyasi diyaloğa devam edilmesinin anahtarıdır” yorumunu yapar. Cumhurbaşkanı Erdoğan da “üst düzeyde bir ateşkes değil. Kalıcılığını zaman gösterecek” diye memnuniyetsizliğini belirterek bu anlaşmaya şüpheyle yaklaşır.

Tunus görüşmeleri

Bu ateşkes anlaşmasından hemen sonra Tunus’ta, 9 Kasım 2020 tarihinde, Libya’da çatışan tarafların temsilcileri buluşarak görüşmeler yaparlar…

BM Genel Sekreteri Libya Özel Temsilci Vekili Stephanie Williams, Libya'da çatışan tarafların temsilcilerinin Tunus'ta yapılan görüşmelerde devlet başkanlığı ve parlamento seçimlerinin 24 Aralık 2021 tarihinde yapılması konusunda mutabakata vardıklarını açıklar...

Libya tezkeresinin uzatılması

Cenevre’de kalıcı ateşkesin imzalanmasından ve Tunus görüşmelerinden hemen sonra TSK unsurlarının Libya’daki görev süresinin 18 ay daha uzatılmasını öngören Cumhurbaşkanlığı tezkeresi 22 Aralık 2020 tarihinde TBMM’inde kabul edilir…

Hâlbuki bahsettiğim gibi 23 Ekim 2020 tarihinde Cenevre’de taraflarca imzalanan ateşkes anlaşmasının en önemli maddelerinden birine göre, Libya savaşına taraf olan bütün yabancı askeri unsurların üç ay içinde ülkeyi terk etmesi öngörülüyordu... Bu üç ay ise 23 Ocak 2021 tarihinde sona eriyordu.

Hafter’in cüreti ve Türkiye’den uzaklaşan Serraj

Libya’da barışın artık görünür hale gelmesi Libya’da savaşan taraflarla Türkiye arasında şöyle bir sonuç doğurur: Libya’da barışın artık görünür hale gelmesi hem Türkiye’nin düşman bellediği General Hafter’i Türkiye’ye karşı cesaretlendirir hem de Türkiye’nin desteklediği UUH Başbakanı Serraj’ı Türkiye’den adım adım uzaklaştırırken aynı zamanda Serraj’ı Libya’daki iç savaşın aktörlerinden Fransa ve Mısır’a yaklaştırır…

26 Aralık 2020 tarihinde General Hafter, kendisine bağlı güçlere Türk askerlerini “ülkeden kovma” çağrısı yaparak, “Topraklarımızda bir sömürgeci var olduğu sürece barış olmayacak” açıklamasında bulunur.  Muhtemel ki bu tehdidin ardında hem barışın artık görünür hale gelmesi hem de TSK unsurlarının Libya’daki görev süresinin 18 ay daha uzatılmasını öngören tezkerenin TBMM’inde kabulü yatmakta olduğu değerlendirilmektedir...


Hafter’in bu tehdidinin ardından, 27 Aralık 2020 tarihinde MSB Akar, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları ile beraber Trablus’a bir ziyaret yaparlar. Türk heyeti, UUH’’nin üst düzey ilgilileri ile görüşürse de UUH Başbakanı Serraj’la bir görüşme yapılmaz. Bu durum Serraj’ın Türkiye’ye verdiği soğuk bir mesaj olarak değerlendirilir.

Aslında bu soğukluk yeni de değildir. Geçen sene 18 Ağustos 2020 tarihinde MSB Akar’ın ziyaretinde Türkiye’nin Katar ile beraber Misrata’da 99 yıllığına bir deniz üssü açacağı haberi verilmişti. Ancak, Libya’da barışın görünür hale gelmesi ve muhtemelen Fransa ve İtalya’nın da baskısıyla UUH Başbakanı Serraj tarafından bu konu bir daha gündeme getirilmez.  

UUH Başbakanı Serraj’la da yeni bir siyasi süreç başlatan Fransa’nın Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü 30 Aralık 2020 tarihinde yaptığı açıklamada “Libya için askeri bir çözüm yok. Öncelik, yabancı güçlerin ve paralı askerlerin ülkeden ayrılmasını ve BM’nin gözetiminde siyasi sürecin devam etmesini sağlayan 23 Ekim 2020 tarihli ateşkes anlaşmasının uygulanmasıdır” diyerek taraflara ve tezkereyi uzatan Türkiye’ye mesaj verir.

Ayrıca Türkiye’nin desteklediği UUH içinde de Başbakan Serraj ve İçişleri Bakanı Fethi Başağa arasında bir iktidar mücadelesi yaşanıyor. Bu kapsamda UUH Başbakanı Serraj, Macron ile görüşürken, Trablus’u ziyaret eden MSB Akar ile görüşmüyor. Ayrıca UUH içindeki güç odaklarından ve Türkiye’nin desteklediği İçişleri Bakanı Başağa da Mısır ve Fransa ile ilişkilerini geliştiriyor. Ayrıca Başağa, Şubat 2021 ayında General Hafter’i destekleyen Rusya’ya da bir ziyaret planlıyor.

Türkiye Libya’dan dışlanıyor

Libya’da iki taraf savaşmaktadır. Her iki taraf da Libyalıdır. Her iki taraf da Müslümandır. Almanya’sından Fransa’sına, BAE’inden Fas’ına, Rusya’sından Mısır’ına kadar tüm ülkeler hem de çoğunluğu Hristiyan olmasına karşın Libya’daki birbiriyle savaşan bu iki taraf ile görüşüyorlar. Bu ülkeler Libya’daki çatışan her iki tarafla görüştükleri gibi bir tarafın yanında yer almalarına rağmen diğer tarafı da ‘’düşman’’ olarak nitelemiyorlar. Örneğin Mısır, Hafter’i desteklemesine rağmen bu günlerde Trablus’ta diplomatik temsilcilik açmaya hazırlanıyor! MSB Akar Trablus’ta iken aynı zamanda 2014 yılından beridir ilk kez Mısır’dan bir heyet de Trablus’ta resmi bir ziyarette bulunuyor… Libya’da Hafter’i destekleyen Mısır bu Trablus ziyareti ile UUH yetkilileri ile görüşerek yeni bir süreç başlatıyor…

Ülkelerin bu iki grupla olan ikili diyalogları sayesindedir ki Libya ile ilgili tarafların yaptığı bütün barış görüşmeleri Paris’te, Berlin’de, Cenevre’de, Abu Dabi’de, Fas’ta ve Tunus’ta yapılıyor. Ancak Türkiye, daha doğrusu AKP Hükumeti Libya’da savaşan her iki grup arasında bir ‘’büyük’’ olarak arabulucu olacağına, birbiri ile savaşan Müslümanları barıştıracağına sadece ve sadece savaşanlardan bir tarafı ile Serraj ile görüşüyor, Hafter’e açık açık düşmanlık besleyip Hafter’i darbecilikle suçluyor.

Sonuç mu? Libya ile ilgili hiçbir barış görüşmesinde Türkiye’nin adı geçmiyor… Sonuç Türkiye’nin bütün masalardan dışlanması oluyor.  Tarafların, 23 Ekim 2020 tarihinde Cenevre vardıkları ‘’ateşkes anlaşması’’nın artık kalıcı hale geldiği görülüyor. Libya’daki iç savaş taraflarının temsilcilerinin 09 Kasım 2020 tarihinde Tunus'ta yapılan görüşmelerde vardıkları mutabakata göre devlet başkanlığı ve parlamento seçimleri de 24 Aralık 2021 tarihinde yapılacağı öngörülüyor. Bu seçim sonucunda oluşacak Libya Hükümetinin tarafların iç savaş esnasında diğer ülkelerle yaptıkları anlaşmaları geçersiz saymaları kuvvetle muhtemeldir. Bu durum Türkiye'nin Libya için yaptığı bütün çabaların boşa gitmesi demek oluyor…  

Ayrıca Libya’da taraflar arasında 23 Ekim 2020 tarihinde ateşkes anlaşması yapılmışken, bu ateşkes anlaşması uyarınca Libya’daki yabancı askerî güçlerin üç ay içerisinde Libya’yı terk etmesi öngörülürken ve 09 Kasım 2020 tarihindeki Tunus görüşmelerinde taraflar 24 Aralık 2021 tarihinde devlet başkanlığı ve parlamento seçimleri üzerinde uzlaşmışken; Türkiye tarafından 22 Aralık 2020 tarihinde tezkere süresinin uzatılması Türkiye’yi bölgedeki barışı ve çözüm sürecini bozmaya çalışan bir ülke algısını yaratıyor. Bu durum ise zaten barış görüşmelerinin dışında kalan Türkiye’yi iyice barış görüşmelerinin ve çözüm sürecinin dışına itiyor…

Bu sırada AKP hükümeti 10-11 Aralık 2020 tarihinde Brüksel’de yapılan AB Liderler Zirvesinde Türkiye’ye karşı alınacak yaptırım kararlarını engelleyebilmek için ‘’ABD ve AB’ye beyaz sayfa açma çağrısı’’ yapıyor. (Çavuşoğlu, 24 Kasım 2020) AB, ABD ile eşgüdüm halinde uygulayabilmek için yaptırımları Mart 2021 zirvesine erteliyor. Bu arada 14 Aralık 2020 tarihinde ABD, NATO tarihinde ilk kez bir NATO müttefikine, Türkiye’ye, “ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası” (CAATSA) bağlamında yaptırımlara başlıyor…


27 Kasım 2019 tarihinde de Türkiye ile UUH arasında imzalanan “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” gereği Doğu Akdeniz’de hidrokarbon arama çalışmalarını sürdürecek olan Oruçreis araştırma gemisinin AKP hükumeti tarafından 24 Aralık 2020 tarihinde alınan bir kararla 15 Haziran 2021 tarihine kadar Antalya Körfezi açıklarına çekildiği duyuruluyor…

Sonuç

Yazılarımda ve konferanslarımda hep anlatırım. Bu konuyu uzun uzun anlattığım için kısa geçiyorum: Artık uluslararası ilişkilerde sadece askerî güçle sonuç almak devri kapanmıştır. Devir jeoekonomik ve jeokültürel güçleri arkaya alarak diplomasi ile sonuç alma devridir.


Ayrıca; yapıyorsanız da askerî hareketler siyasi bir hedefi olan ulusal çıkarlar için yapılır. Ancak ulusal çıkarlar için değil siyasal bir iktidarı desteklemek için yurt dışı bir askerî harekât yapıyorsanız eğer o zaman da böylesine sığ bir strateji ile de ancak bu kadar oluyor…

Sonuçta Libya’ya pirince giderken evdeki bulgurdan da olunuyor…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Yurt dışı askerî harekâtlar üzerine bir değerlendirme:
http://www.sehriyar.info/?pnum=854

Yeni yılda düşünün!

01 Ocak 2021


Jacques Prévert (1900 - 1977), Fransa’nın Can Yücel’i olarak tanınan bir şair ve senaristtir. Prévert'in şiirlerinden yapılan seçmeler Türkçede "Şiirler" (1963) ve "Seçme Şiirler" (1980) adıyla yayımlanmıştır. Türkçede yayımlanan diğer kitapları arasında "Sisler Rıhtımı", "Haylaz Çocuklara Öyküler", "Ay Operası", "Harikalar Tablosu" ve "Cin Sıpa" isimli eserleri vardır.

Jacques Prévert’in üzerinde düşünmemiz gereken yaşam üzerine güzel bir şiiri vardır. Mutlu olmak için elzem olan ancak pek de dikkat etmediğimiz, yapmadığımız, yapamadığımız ‘’küçücük’’ konulara değinir bu şiirinde Prevert;

‘’Bu yılı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ya siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelene kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimenlere uzandığınız oldu mu? Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez fark ettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şey”e bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?

Yeni yılda düşünün…
Yayılın çimenlerin üzerine...
Acele edin...
Er ya da geç...
Çimenler yayılacak üzerinize...’’

Anonim bir deyiş vardır, şöyle söyler yaşam için;

‘’Yaşam bir çiçek, aşk ise onun dalıdır.
Yaşam bir şarkıdır, şarkıyı söyleyin.
Yaşam bir oyundur, oyunu oynayın.
Yaşam bir düştür, düşlerinizi yaşayın.
Yaşam fedakârlıktır, herkesle paylaşın.
Yaşam bir savaştır, savaşı siz kazanın.
Yaşam sevgidir, tadını çıkarın.’’

Yaşamın tadını çıkarmak demişken ‘’yaşamın tadını çıkarmak’’ üzerine bir hikâye;

Bir çocuk, ünlü bir Uzakdoğu sporları ustasıyla çalışmak için Japonya’nın bir ucundan diğerine seyahat etmiş. Usta ona ne istediğini sormuş. Delikanlı ona, ülkedeki en iyi Uzakdoğu sporcusu olmak istediğini söylemiş ve bunun için ne kadar süre eğitim görmesi gerektiğini sormuş. Usta ‘’En az on yıl’’ demiş. Delikanlı ‘’Peki tüm öğrencilerinizin hepsinden iki kat daha fazla çalışsam?’’ diye sormuş. ‘’Yirmi yıl’’ demiş usta. ‘’Yirmi yıl mı? Tüm çabamla gece gündüz çalışsam?’’ diye sormuş delikanlı. Usta ‘’Otuz yıl’’ diye cevap vermiş. Delikanlının kafası iyice karışmış. Ustaya ‘’Nasıl oluyor da, daha çok çalışacağımı söylediğim her sefer, sürenin daha uzun olacağını söylüyorsunuz?’’ diye sormuş. ‘‘Cevap açık’‘ demiş usta; ‘’Bir gözünü varış noktasına diktiğinde, yolu bulman için geriye sadece bir göz kalıyor...’’

Müthiş bir hikâye. Bir gözümüzü amaca diktiğimizde, nasıl düşünerek ve derinlemesine bakabiliriz? Bir gözümüzü amaca diktiğimizde, yaşamda güzel olan her şeyi kucaklamayı nasıl öğreniriz? Cevap basit: Öğrenemeyiz.

Bu konuda Amerikalı yazar, psikoterapist ve motivasyon konuşmacısı Richard Carlson’ın güzel bir kitabı var: ‘’Ufak Şeyleri Dert Etmeyin’’ (Beta Kitap, 2020) Kitap New York Times Besteller listesinde 100 haftayı aşkın bir süre boyunca yerini korumuş, 135 ülkede ve 35 dilde yayınlanmış ve Amerika’da ilk defa bir kitap bir yılda 5.7 Milyon adet satmış. Kitap tanıtım bölümünde şunları yazar: ‘’Ufak şeyleri dert etmediğiniz’ zaman yaşamınızın kusursuz olmayacak fakat hayatın size sunduklarını daha az dirençle kabullenmeyi öğreneceksiniz. Zen felsefesinin anlattığı gibi, bütün gücünüzle direnmek yerine, sorunları ‘bırakmayı’ öğrendiğiniz zaman, yaşamınız su gibi akmaya başlayacaktır. Sükûnet duasının önerdiği gibi siz de ‘Değiştirebileceğiniz şeyleri değiştirecek, değiştiremediklerinizi kabullenecek ve ikisinin arasındaki farkı anlayacak kadar bilge olacaksınız.’ ‘’

Kitapta Alfred D. Souza’ya da bir bölüm ayrılır:

"Uzun bir süre ‘güzel hayat başlamak üzere’ diye düşündüm. Gerçek güzel hayat! Ama hep bir engel daha vardı önde. Öncelikle yapılması gereken bir şey, bitmemiş bir iş, tamamlanması gereken bir hizmet, ödenecek bir borç... Hemen sonra güzel hayat başlayacak. Sonunda uyandım ki, hayat zaten bu engeller. Bu perspektif mutluluk için bir yol olmadığını, bilakis mutluluğun kendisinin asıl yol olduğunu görmeme yardımcı oldu. Öyleyse yaşanan her anın keyfini çıkarmalı ve bu anlar, paylaşılacak özel biri ile geçirildiğinde daha da çok keyfi hissedilmeli.

Zamanın kimseyi beklemediğini unutmamak lazım. Öyleyse; Okulun bitmesini, okula gitmeyi, on kilo vermeyi, altı kilo almayı, çocuk sahibi olmayı, çocukların büyüyüp evden ayrılmalarını, işe başlamayı, emekli olmayı, evlenmeyi, boşanmayı, cuma akşamını, cumartesi sabahını, yeni araba-ev almayı, yeni araba ve evin borcunun bitmesini, baharı, yazı, sonbaharı, kışı, ayın birini, onbeşini, şarkınızın radyoda çıkmasını, ölmeyi, yeniden doğmayı beklemeyin daha fazla mutlu olmak için.

’’Mutlu olmak için daha iyi bir zamanı beklemekten vazgeçin...  Mutluluk bir hedef değil yoldur. Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha alçakta. Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır... Paraya ihtiyacınız yokmuş gibi çalışın, hiç incitilmemiş gibi sevin, kimse sizi seyretmiyormuş gibi dans edin... "

Mutluluğa ve yaşama dair İrlandalı yazar Bernard Shaw’ın (1856-1950) güzel bir anlatımı var;

‘’Genç adam, bir çocuğa bir elma verdi. Çocuk çok sevindi. Bir elma daha verdi. Çocuk daha çok sevindi. Bir elma daha verince çocuk sevinçten deliye döndü. Ve bir elma daha verince, çocuk dört elmayı elinde tutamadı, sonuncusunu yere düşürdü. Bu kez ağlamaya başladı çocuk.

Yaşamda da böyledir işte. Düşlemediğimiz bir mutluluğa eriştikten sonra, onun bir lokmasını bile kaybetmek bizi perişan eder. Bu özellikle bir emek harcamadan elde ettiğimiz durumlarda gösterir kendini. Aslında keyifler değildir yaşamı değerli yapan. Yaşamdır, keyif almayı değerli kılan. Fakat ne yazık ki birçok insan bunu bilmediğinden kendine boşuna acı çektirir.’’

Arthur Miller de derdi ki;

‘’Öğrenmenin de maliyeti vardır:
Önceden öğrenenler indirimli fiyattan öğrenir;
Otoriteden öğrenenler özgürlük bedeliyle öğrenir;
Deneyerek öğrenenler etiket fiyatından öğrenir;
Hayattan öğrenenler gecikme zammıyla öğrenir;
Hayattan da öğrenemeyenler boşa gitmiş hayatlarıyla öğrenirler.’’

Bernard Shaw ise hayatı şöyle tanımlıyordu; ‘’Yaşam, keyif almayı değerli kılmaktır.’’ 

Jacques Prévert’in söylediği gibi;

‘’Yeni yılda düşünün…
Yayılın çimenlerin üzerine...
Acele edin...
Er ya da geç...
Çimenler yayılacak üzerinize...’’

Yeni yılda daha huzurlu olmanız için ufak şeyleri dert etmemeniz, çimenler üzerinde keyifle yayılmanız, küçük şeylerden keyif almanız ve bu keyfin yaşamınızı değerli kılması dileği ile…

Osman AYDOĞANPapa Franciscus’ın Irak ziyareti ve pul hadisesi

11 Mart 2021

İki bin yıllık bir geçmişi olan Papalığın günümüzdeki temsilcisi olan Cizvit mezhebinden Papa Franciscus, 05-08 Mart 2021 tarihleri arasında Irak’ta yaşayan Katolik cemaatinin daveti üzerine Irak’a resmi bir ziyaret yapıyor… Böylece tarihte ilk kez bir Papa, Irak’ı ziyaret etmiş oluyor…  

Papa’nın bu ziyareti Türkiye’de, Irak Kürt Bölgesel Yönetiminin bu ziyaret şerefine bir hatıra pulu bastırmasıyla gündeme geliyor. Bu pulda Papa'nın başının üzerinde ve arkasında bulunan haritada Hatay, Sivas, Erzurum, Kars gibi birçok il, sözde Büyük Kürdistan haritasına dâhil edilmiş halde gösteriliyor. Bu pul hadisesi olmasa Papa’nın bu önemli Irak ziyareti neredeyse Türkiye’de gündeme gelmiyor…

Papa’nın bu ziyareti bu puldan daha başka anlamlar da içeriyor. Bu pula tekrar dönmek üzere şimdi bu anlamları kısaca bir gözden geçirelim…

Papa’nın ziyaretinin maksadı

Tabii ki bu ziyaret dini olmaktan çok politik bir ziyaret oluyor.

İkinci Dünya savaşı öncesinde İngiliz dışişleri bakanı ile Fransız dışişleri bakanı sürekli birbirlerini kollarmış. Her ikisi de birbirlerinin her sözüne her hareketine siyasi bir maksat yüklerlermiş. Bir gün bu bakanlardan birisi ölmüş. Diğeri kara kara düşünmeye başlamış: ‘’Acaba neden öldü? Niçin öldü? Maksadı neydi?’’


Dolayısıyla iki bin yıldan beri bir papa ilk defa olarak Irak’ı ziyaret ediyorsa ve bu ziyaretini de Papa Franciscus 84 yaşına rağmen ve salgın hastalık ortamımda yapıyorsa, bundan da doğal olarak siyasi bir maksat veya maksatlar aranmalıdır diye düşünüyorum.

Gerçi Papa Franciscus, gezinin resmi maksadı olarak; “Bu bir sembolik ziyaret, bir görevdir; Irak uzun süredir bir şehitler-kurbanlar ülkesidir” diye açıklamada bulunuyor.. Papa Franciscus, Bağdat’a vardığında da bu maksadını ifade ederek ilk demeci “Irak’a bir barış hacısı olarak geliyorum” oluyor. Tabii ki bu açıklama ziyaretin görünen resmi maksadını açıklıyor.

Gelelim ziyaretin görünmeyen maksatlarına

Suriye’de Rusya – ABD rekabeti

ABD’nin John F. Kennedy’den sonra ikinci Katolik başkanının da Biden olması da bu ziyareti önemli kılıyor. Bu açıdan bakınca, bu ziyaretin; Suriye’deki Fırat’ın doğusu ve batısı şeklinde Suriye’de yaşanan Rus – ABD rekabetinde Rus Ortodoks Kilisesine karşı ABD’nin ve Papalığın Doğu Hıristiyanlarının yeni patronu ve “Ortadoğu Hıristiyanlarının hamisi” olma iddiasının olduğu değerlendiriliyor…  

İşte bu nedenle de ABD Başkanı Joe Biden, Papa Françesko’nun Irak’ı ziyaretini ‘’tarihi’’ ve “memnuniyetle karşılanan” bir durum olduğunun belirterek bu ziyaretin ‘’tüm dünya için umut sembolüdür’’ açıklamasını yapıyor…

Irak’ta Kum – Necef rekabeti

Papa Franciscus, Irak devlet yetkilileri ile görüşmeleri dışında ziyaret programı çerçevesinde şu görüşmeleri de yapıyor:

Papa, Irak’ta Şiîlerin kutsal şehri Necef’i ziyaret ediyor… Papa burada Irak Şiilerinin lideri Âyetullah Sistanî ile görüşüyor. Papa’nın Necef’teki bu ziyaretinde Papa'nın ziyaret ettiği bölgelerde ana caddeler üzerine Hıristiyanları koruyan genel tutumu da bilinen Sistanî tarafından "Siz bizden bir parça, biz de sizden bir parçayız" yazılı afişler asılıyor… Bu ziyaret sıradan bir nezaket ziyareti sınırlarını çok çok aşıyor... Bu ziyaret ile Papa; İran – Kum - Hameney Şiiliğine karşı Irak - Necef –Sistanî Şiiliği rekabeti veya Farisi-Arap Şiiliği rekabeti arasında Papalığın ikinci tarafta yer aldığı mesajını veriyor. ABD’nin İran’a diş bilediği günümüzde bu ziyaretin bir anlamı olduğu düşünülüyor... Zaten böyle de anlaşıldığı için Şii milis bir grup olan İran yanlısı Irak Hizbullah Örgütü askerî sözcüsü Ebu Ali el-Askerî şu açıklamayı yapıyor: “Papa’nın ziyareti ve evlerimizi sakin ve huzurlu hale getireceği konusunda iyimser olmamalıyız.”

Irak’ta Sünni - Şii rekabeti

Papa bu ziyaretinde Haşdi Şabi ile de görüşüyor. Haşdi Şabi, Sistanî tarafından İŞİD’e karşı kurulan,40 farklı gruptan oluşan ve Irak hükümetinin de desteklediği bir örgüt. Haşdi Şabi’nin Sincar’da PKK ile işbirliği yaptığı biliniyor. Papa, burada Haşdi Şabi’nin Hıristiyan kolu olan İncil Tugayları’nın (Babiliun) başı olan Reyyan Salim el-Keldani ile de görüşüyor. Papa bu görüşmesinde Keldani’ye kendi tespihini hediye ediyor... Son zamanlarda Haşdi Şabi’nin Türkiye’yi tehdit ettiği biliniyor… Papa bu ziyareti ile Irak’ta Sünnilere karşı Şiileri desteklediği mesajını veriyor.

Dinler arası diyalog

Papa, 6 Mart 2021 tarihinde Hz. İbrahim’in doğduğu Ur antik kentinde Kur’an dinleyip Müslüman ve Yahudi cemaat temsilcileriyle beraber dua ediyor. Süryanî ve Keldanî katedral-kiliselerinde ayin yapıp kanaat önderleriyle görüşüyor. Irak Başbakanı Kâzimî, Papa ile Sistanî’nin görüşmesi ve Ur’daki farklı din mensupları arasındaki buluşma vesilesiyle 6 Mart tarihini Irak’ta “Ulusal Hoşgörü ve Birlikte Yaşama Günü” ilan ediyor. Papa bu ziyareti ile uzun bir süredir savunduğu dinler arası diyalog mesajını veriyor…

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ne destek

Papa 7 Mart 2021 tarihinde de Erbil'e giderek Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Neçirvan Barzani ile görüşüyor. Papa ile Neçirvan Barzani görüşmesine IKBY Başbakanı Mesrur Barzani ve diğer yetkililer de katılıyor.. Papa, burada Harirî Stadyumunda düzenlenen ayinlere katılıyor.

Papa'nın 7 Mart 2021 tarihindeki bu Erbil ziyareti şerefine Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bir hatıra pulu bastırıyor. Bu pulda Papa'nın başının üzerinde ve arkasında bulunan haritada Hatay, Sivas, Erzurum, Kars gibi birçok il, sözde Büyük Kürdistan haritasına dâhil edilmiş halde gösteriliyor. Bu konuyu detaylıca yazımın sonunda veriyorum.

Ortadoğu’daki Hristiyanların hamiliği

Papa Erbil’deki bu görüşmenin ardından helikopterle Musul’a geçiyor. Musul’da Iraklı Hristiyanların başkenti olarak da adlandırılan Hamdaniye (Karakuş) ilçesinde Dört Kilise Meydanı’nda savaş mağdurları için dua ediyor. Burada İŞİD’in yıktığı kiliseleri gündeme getiriyor…

Irak’ta 20 yıl önce içinde Keldaniler, Süryaniler, Ermeniler ve az sayıda Protestan-Evanjelik grupların da bulunduğu yaklaşık bir buçuk milyon Hıristiyan inancına mensup insanlar yaşarken bugün bu sayının 250 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Papa bu ziyareti ile Hristiyanların çoğunlukta bulunduğu bu bölgede (Hamdaniye – Karakuş)  Hristiyanlara yurtlarını terk etmelerinin Hristiyanlık açısından büyük bir kayıp olduğu mesajını vererek onları Irak’ta kalmaya teşvik ediyor.

Şimdi gelelim pul konusuna..


Pul konusu ve sözde Büyük Kürdistan

Papa'nın 7 Mart 2021 tarihindeki bu Erbil ziyareti şerefine Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bir hatıra pulu bastırıyor. Bu pulda Papa'nın başının üzerinde ve arkasında bulunan haritada Hatay, Sivas, Erzurum, Kars gibi birçok il, sözde Büyük Kürdistan haritasına dâhil edilmiş halde gösteriliyor.



Türkiye'den ise konu ile alakalı sert bir açıklama geliyor: "IKBY makamlarından bu vahim hatanın derhal düzeltilmesi için gerekli adımların atılmasını bekliyoruz." Bu açıklama karşısında IKBY hükümet sözcüsü tarafından Türkiye'nin tepkisini çeken pul bastırma planının onaylanmadığı belirtilerek şu açıklama yapılıyor: "Birkaç sanatçı pulun basılması için dizayn örnekleri sundu. Ancak şu ana kadar hiçbir pul basım için onaylanmadı. Basım için seçilecek olan pul dizaynı, yasa ve kanunlara göre olacaktır.’’

Girişte anlattığım gibi bu pul konusu olmasa nerdeyse Papa’nın Irak ziyareti görmezden gelinecekti. Ve bu pulda Papa’nın başının üstü ve arkasında gösterilen sözde Büyük Kürdistan konusu da sanki yeni ortaya çıkmış gibi bir tepki gösteriliyor…

Aslında bu sözde Büyük Kürdistan haritası bir Sevr haritasıdır. Bu harita PKK’nın büyük kongrelerinde kullandığı haritadır. Bu harita zamanında Başbakan Erdoğan’ın 2005 yılında “Biz genişletilmiş Ortadoğu’nun eşbaşkanlarından biriyiz. Aynı zamanda bu görevi yapıyoruz” dediği ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu haritasıdır. Bu harita ABD Başkanı Bush’un o dönemdeki Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Condoleezza Rice, 7 Ağustos 2003’te The Washington Post’ta yayımlanan yazısında söylediği “Ortadoğu’yu dönüştürmekten vazgeçmeyeceğiz!” dediği haritadır.

Yani bu harita yeni değildir. Bu haritanın bir benzerini 2006 yılında ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde Amerikalı emekli Albay Ralph Peters yayınlıyor… Papa’nın ziyareti sırasında Barzani’nin bastırdığı pulda Hatay üzerinden sözde Büyük Kürdistan’a Akdeniz’e çıkış kapısı veriliyor. Albay Peters’in haritasında ise sözde Büyük Kürdistan’a deniz çıkışı Akdeniz’den değil Karadeniz’den veriliyor…



Haritada sınırları çizilen sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ nasıl kurulacak? Haritadaki bu sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ nerede kurulacak? Önce Irak, sonra Suriye, sonra Türkiye’deki ve sonra da İran’daki Kürtleri birleştirerek... Bu nasıl olacak? Önce bu ülkelerde ayrı ayrı adı ne olursa olsun federal, özerk veya bölgesel Kürt yönetimlerini kurmak sonra da bu özerk veya federal Kürt bölgelerini birleştirerek sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak. Bunda bir tereddüt var mı? Yok... Tereddüt ediyorsanız eğer söylediğim gibi açın bakın PKK’nın kongrelerinde aldıkları kararlara...

Eeee… PKK’nın amacı bu ise... Size öncelikle politik olarak hangi görev düşüyor? Irak, Suriye ve Türkiye’yi parçalayan BOP eşbaşkanlığı mı yoksa bu ülkelerle sıkı bir işbirliği, bu ülkelerin ülke bütünlüğünü korumak mı?

Peki, Türkiye’deki son yılların siyasi iktidarları ne yapıyorlar? Tam tersini... Irak’ı parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yapılıyor… Türkiye’nin el vermesiyle ve desteği ile sözde Büyük Kürdistan’ın bir parçası olarak Irak’ta ‘’Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’’ni kuruluyor… IKBY’nin liderleri Ankara’da kırmızı halılarla devlet başkanı protokolleri ile karşılanıyor… Suriye’yi parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yapılıyor… Suriye’nin kuzeyi bu maksatla boşaltılıyor. 

Sonra da Doğu’nun dağlarında, Irak’ın Kuzeyinin dağlarında PKK operasyonu diye fidan gibi gencecik insanlarımız harcanıyor... Sonra da Papa’nın başının üstünde / arkasında BOP haritası olan sözde Büyük Kürdistan haritasını görünce sanki yeni görmüşler gibi hemen IKBY’ne celalleniliyor…

Ne de olsa ‘’hafıza-i beşer nisyan ile maluldür’’ değil mi?  

Eğer gerçekten hala BOP eşbaşkanı değilseniz, eğer gerçekten bu haritaya karşı iseniz hemen barışın Suriye ile barışın Irak ile. Yoksa boşu boşuna da bir pula kızmayınız…

Sizin hafızanız nisyan ile malulse de el âlem “Ortadoğu’yu dönüştürmekten vazgeçmeyeceğiz’’ sözünü unutmuyor… Bunun için bu salgın ortamında bile oraya 84 yaşındaki Papa’yı gönderiyor…

Bana da arz etmek düşüyor…

Osman AYDOĞANHükm-ü Karakuşî

16 Nisan 2021

Bermekîler, Halife El Memûn ve Behlül Dânâ ile başladığım Ramazan ayı hikâyelerine bugün de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ ve onun hikâyeleri ile devam edeceğim… Benim Ramazan ayı hikâyelerim böyle işte…

’Hükm-ü Karakuşî’’nin hikâyelerine geçmeden önce çok kısa bir bilgi vermek istiyorum…

Şöyle bir tarihi bilgi rivayet edilir: Selahaddin-i Eyyûbi devrinde önemli görevler ifa eden ve vezir ve aynı zamanda kadılık da yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet adamı varmış. Aynı zamanda Bahaüddin Karakuşî yolsuzlukları ile de ünlüymüş... Karakuşî kadı olarak sadece yanlış değil hep abuk sabuk hükümler de verirmiş ve bundan dolayı da Karakuşî’nin verdiği hükümlere de ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denirmiş. Günümüzde de gerçi genç hukukçularımız pek bilmezler ama eski hukukçularımız bilirler, mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ derler…

Aslında gerçek böyle değildir!... Yazımın sonunda bu Kadı Bahaüddin Karakuşî’nin bu anlatımdan farklı olan gerçek hikâyesini anlatacağım…

Neyse gelelim Hükm-ü Karakuşî'nin hikâyelerine…

Önce Rahmetli Süleyman Demirel'in anlattığı bir Hükm-ü Karakuşî hikâyesi:

Pişmiş ördek uçtu

Bir gün 9. Cumhurbaşkanı Rahmetli Süleyman Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş… Demirel de soruyu yönelten kişiye: "Bak sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel de ülkenin durumu karşısında benim gibi Hükm-ü Karakuşî’yi hatırlayarak onun bir hikâyesini anlatmış.


Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in o zamanki ülkenin durumu hakkında anlattığı Hükm-ü Karakuşî’nin hikâyesi:

Bir gün Karakuşî kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var.... Karakuşî kadı, fırıncıya:
- '’Ben bunu aldım'’ demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.

Az sonra ördeğin asil sahibi gelmiş:
- '’Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp:
- ‘‘Uçtu’' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı o uzun küreği ile araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor... Fırıncı bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, bu düşmeyle çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşî kadının karşısına çıkarmışlar.

Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi,
- '’Bu adam ördeğimi hiç etti'’ diye şikâyet etmiş.
Karakuşî kadı, fırıncıya sormuş:
- '’Ne yaptın bu adamın ördeğini?'’
Fırıncı
- '’Uçtu’' demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış:
- ‘’Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil'’ diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş.

Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş. Onun şikâyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
- '’Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o Müslim’in tek gözü çıkarıla...’’
Davacı:
- '’Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?’' diye sorunca Karakuşî kadı;
- '’Şimdi' demiş, ‘’fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.’’ Tabii gayrimüslim şikâyetinden hemen vazgeçmiş. Fırıncı bu davadan da beraat etmiş…

Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşî kadı:
- ‘’Tamam'’ demiş, ‘'karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak’'. Böyle olunca adam da şikâyetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş…

Kadı dönmüş Yahudi’ye:
- ‘’Senin şikâyetin nedir bre?'’ Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış…
- '’Ne diyeyim kadı efendi’' demiş, '’hiç adaletinizden sorgu sual olur mu? Adaletinle bin yaşa sen, e mi !’’?

Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek konuşmasını şöyle bitirmiş; ‘’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Agnadın mı?"

Bugünkü ülkenin durumunu merak edenlere Rahmetli Demirel işte böyle cevap vermiş..

Karakuşî’nin verdiği o tuhaf hükümlerin diğerlerini de anlatayım da bu karantina günlerinde sizlere biraz neşe (!) olsun...

Diğer ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ hikâyeleri

Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!

Hırsız bir evi gözüne kestirmiş, etrafı kolaçan etmiş. En iyisi balkondan girmek demiş. Gece bastırınca bahçeye dalmış, balkona tırmanmaya başlamış... Bir adım, bir adım daha, tam çıkmak üzere, balkonun korkuluğu kırılıp kopmuş. Hırsız düşüp ayağını kırmış...


Sabah olunca, hırsız doğru kötü ve abuk, sabuk hükümleriyle (Hükm-ü Karakuşî) meşhur "Karakuş Kadı"ya gitmiş, halini göstermiş: "Kadı efendi, ben soymak için eve girecektim, fakat balkon korkuluğu çürük çıktı, koptu. Ben de düşüp ayağımı kırdım!" demiş.

Kadı da pek anlamamış: "Eeee ne istiyorsun, şimdi seni hırsızlığa teşebbüsten içeri atayım mı?" diye sormuş. Adam da, "hayır kadı efendi, bir dinleyin.” Bunun üzerine Karakuşî Kadı, "anlat bakalım!" demiş.

Hırsız başlamış anlatmaya; "Ev sahibinden davacıyım, eğer balkonun korkuluğunu sağlam yaptırsaydı, ben de düşüp ayağımı kırmazdım... Tamam hırsızlık suç ama cezası balkondan düşüp ayak kırmak değil!"

Karakuşî Kadı keyiflenmiş, tam ona göre bir dava, çağırmış ev sahibini: "Be adam, niçin evinin balkonunu sağlam yaptırmıyorsun? Korkuluk sağlam olsaydı bu adam düşüp ayağını kırmazdı!"

Ev sahibi şaşırmış: "Aman efendim, balkonun korkuluğunu Marangoz Ahmet usta yaptı. Çürük yaptıysa benim günahım ne?"

Kadı efendi, hemen Marangoz Ahmet Ustayı çağırın demiş, Marangoz gelmiş. Sorgu suale çekilmiş ve başlamış anlatmaya; "Efendim ben balkonun korkuluğunu çakarken yoldan yeşil başörtülü bir hanım geçiyordu. Başörtüsü o kadar güzel yeşile boyanmıştı ki, herhalde gözüm ona daldı. Çiviyi boşa çakmış olacağım!" demiş.

Kadı emretmiş: "Hemen o yeşil başörtülü kadını bulup getirin!" demiş. Kadıncağız gelmiş, tir tir titriyor: "Kadı efendi, benim günahım ne? Ben başörtüsünü, boyasın diye boyacıya verdim, o boyadı!"

Sıra boyacıya gelmiş; kadı sorguya çekmiş: "Ulan, başörtülerini böyle göz alıcı renge boyuyorsun, marangozun gözü başörtüsüne takılıyor, çiviyi boşa çakıyor. Balkona tırmanmaya çalışan hırsız düşüp ayağını kırıyor!" Boyacı verecek cevap bulamayınca, kadı da hükmünü vermiş: "Götürün bu herifi asın!"

Biraz sonra cellat gelmiş: "Kadı efendi, bu boyacıyı boyu sehpaya uzun geldiği için asamıyorum!"

Kadı elini sarığına dayamış, çözüm bulmuş: "Git, kısa boylu bir boyacı bul, onu as!"

Terzi ve avcı

Bir terzi ve bir avcı arkadaş olur, beraber ava gitmeye karar verirler. Av sırasında avcı attığı bir ok ile terzinin bir gözünü kör eder. Terzi dayanamaz gider avcıyı dava eder. Kadının karşısına çıkarlar. Kadı Karakuşî'dir. Karakuşî terziye sorar: ‘’Anlat bakalım, ne istiyorsun’’. Terzi cevaben ‘’efendim bu avcı benim gözümü çıkardı. Mesleğim terziliktir. Tek gözümle bu işimi icra edemiyorum. Avcı cezalandırılsın ve bedel ödesin’’. Karakuşî; ‘’Avcının gözünü çıkartın’’ diye emir buyurur. Bu defa avcı itiraz eder; ‘’Efendim ben avcılıkla geçiniyorum, tek gözle avlanamam’’  der.  


Karakuşî biraz sakalını okşar ve kararını verir: ‘’Kapıdaki bekçilerden birini getirip bir gözünü çıkarın, o tek gözle de idare edebilir.’’ (!)

O senden önce davrandı

Dayak yiyen bir genç Karakuşî'nin yanında alır nefesi ve kendisini dövenden şikâyetçi olur. Karakuşî, suçluyu getirmeleri için beş muhafız yollar. Bunu duyan suçlu hemen Karakuşî'ye gider. Mahkemede davacı gençle karşılaşınca onun bir şey söylemesine fırsat vermeden dayak attığı genci göstererek ‘’işte beni döven budur’’ der. Bunun üzerine Karakuşî dayak yediği için davacı olan gence dayak atılmasını emreder. Genç yediği dayaktan neredeyse ölecek duruma gelir.


Genç, ‘’dayak yiyen bendim’’ diye feryat edince; Karakuşî gence ‘‘o senden önce davrandı’’ diye cevap verir. (!)

Sadaka

Karakuşî her senenin Hicrî Takvime göre Muharrem ayında fakirlere sadaka verirmiş. Yine bir Mu­harrem ayında bütün sadakayı dağıttıktan sonra, yaşlı bir kadın, kapısını çalmış ve: “Kocam öldü, fakat kefen alacak param yok!” de­miş.


Karakuşî şöyle cevap vermiş: “Bu sene sadakayı dağıttım. Sen git, seneye bu va­kitlerde gel. Ben kocanın kefenini alacağım söz.” (!)

Köse

Bir gün, uzun sakallı iki kişi, yanlarına saçsız sa­kalsız bir adamı alarak, Karakuşî’nin huzuruna gelmişler ve: “Bu köse bizim saçımızı sakalımızı yoldu!” diye şikâyette bulunmuşlar.


Karakuşî bakmış, suçlunun ne sakalı var, ne de sa­çı. Hemen hükmünü vermiş: “Bu kösenin saçı sakalı çıkana kadar, sizi hapsedeceğim. Çıktığında, siz de onun saçını sakalını yolacaksınız!” Tabi, o ikisi hemen davalarından vazgeçmişler.

Şahin

Yine mübalağalı bir rivayete göre, Karakuşî’nin çok güzel bir şahini varmış, kafesinden kaçmış. Kara­kuşî emretmiş ve şahin kaçmasın diye şehrin bütün kapılarını kapatmışlar. (!)


Suçlu

Karakuşî bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri masum olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek: ‘’Biz suçluyuz! Cezamızı elbette çekeceğiz!’’ demişler.


Bunun üzerine Karakuşî zindancı başına şu emri vermiş: ‘’Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını da bozmasınlar!’’

Karakuşî hakkında rivayet edilen hikâyeler şimdilik bu kadar… Şimdi de sıra geldi Hükm-ü Karakuşî’nin gerçekte kim olduğuna…

Hükm-ü Karakuşî gerçekte kimdir?

Bir rivayete göre de Karakuşî, asıl adı Ebu Said Bahaüddin bin Abdullah Esedî (Kısaca Said Bahaattin) olan bir kimsedir. Kadı Karakuş’un ölüm tarihi 1200’dir... Selahattin Eyyubî’nin veya onun kardeşi Sirkûh’un kölesi iken, her ne meziyeti var ise, yükselmiş ve önemli mevkilere gelmiştir. Karakuşî’nin önemli hizmetleri, başarılı işleri de olmuş. Selahaddin-i Eyyûbi kendisinin yokluğunda Kadı Karakuşî’yi Kahire’ye vekil olarak bırakırmış. Akka’da valilik yapmış, orada Haçlılara esir düşünce Selahaddin-i Eyyûbi onu, on bin altın fidye ödeyerek kurtarmış. Kahire’ye kale, yol, köprü, han, çeşme gibi eserler bırakmış. Fakat iyi bir eğitimi olmadığı, devlet yönetiminde tecrübesiz ve garip bir yaratılışa sahip olduğu için zaman zaman keyfi, sert, tuhaf ve yanlış hükümler verirmiş.


Burada yer alan bilgiler Necdet Rüştü Efe’nin ‘’Türk Nüktecileri’’ (Nebioğlu Yayınevi) isimli kitabından (s.131-133) alınmıştır. Bu kitabında Necdet Rüştü Efe ‘’Hükm-ü Karakuşî’’yi şöyle anlatır: ‘’Bunlar kanun, örf gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmaya çalışılmış öyle hükümlerdir ki; bu mantıksızlık karşısında, mahkûmun müdafaa cehtini (gayretini, çabasını) daima hayrete çevirmiştir. Yüzyıllar boyunca, bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümler; Anadolu’da doğup, yaşlılığında Mısır’da Selahadin-i Eyyûbi maiyetinde emirlik ve kadılık yapmış olan Karakuşî’ye aittir. Yedi yüz elli önce yaşamış olan bu zat halis Türk’tür.’’

‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu safça ve abuk sabuk verilen hükümler aslında Selahattin Eyyubi’nin veziri Bahaüddin Karakuşî’yi yıpratmak için rakibi Esad bin Memmati tarafından yazılmış "Kitab el Faşuş fi Ahkami Karakuş" isimli uydurma mahkeme kararlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerçekle hiçbir ilgisi yoktur bu hikâyelerin ve bu hükümlerin...

Sonuç

Hükm-ü Karakuşî hikâyeleri görüldüğü gibi uydurmadır, gerçekle hiç bir ilgisi yoktur. Fakat bu uydurma mahkeme kararlarından yaklaşık sekiz yüz yıl sonra, ağır usul ihlalleri yapılarak yargının tarafsızlığının siyasal konjonktüre feda edildiği günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan, vazgeçtim ‘’hukukun üstünlüğü’’ ilkesine, vazgeçtim ‘’hukuk devleti’’ ilkesine, ''kanun devleti'' ilkesine bile ters düşen hukuk ihlalleri ise gerçektir ve tam da hikâyelerdeki gibi bir ‘’Hükm-ü Karakuşî’’dir…


Görelilik (relativite) kuramı, atom ve kuantum fiziği ile bilimin ve felsefenin kavram yapısının köklü değişikliklere uğradığı bir dünyada, 19. yüzyıldan kalma düşünce kadroları ve gene 19. yüzyıldan kalma hukuk yöntemleriyle “hukuk eylemek” görüldüğü gibi ancak ve ancak ‘’Hükm-ü Karakuşî’’ hükümleri doğurmaktadır… “Yasa”lar değil, “zihniyet’’ değişmelidir. Gerisi “laf-ü güzaf”tır…

Ramazan ayı kutsal bir aydır. Devletin de dinin de temel direği de ‘’adalet’’ir. Kutsal Kitap Kur’an’da en çok geçen kelime ‘’adalet’’, en çok geçen buyruk da ‘’adil olun!’’ buyruğudur. Böylesi kutsal bir ayda hatırlatılacak tek kelime de ‘’adalet’’ kelimesi, tek buyruk da ‘’adil olun!’’ buyruğudur…  Bu yazım da bu maksada matuftur…

Arz ederim…

Osman AYDOĞANYanlış bilgi felaket kaynağıdır!

21 Mayıs 2021

19 Mayıs haftası nedeniyle Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile ilgili bir hikâye, bir hatıra İnternette dolaşıyor. Bu hikâyeyi bir yığın gazeteci ve yazar da bu hikâye, bu hatıra gerçek mi diye araştırıp sormadan, incelemeden gerçekmiş gibi gazetelerinde yazıyorlar, TV’lerde anlatıyorlar… Zaten bu hikâyeyi İnternette dolaştıranlar da kaynak olarak bunları kullanıyor…

Örneğin Rahmi Turan, Hürriyet (07 Kasım 2011), Altemur Kılıç, Yeniçağ (16 Ağustos 2009), Cemil Koçak, Star (22 Haziran 2012) gazetelerinde bu hikâyeyi yazıyorlar… Belgesel Tarih Dergisi bu hikâyeye yer veriyor (19 Mayıs 2019). Kimi sıfatında koca koca ‘’Profesör’’ yazan akademisyenler bu hikâyeyi yerel gazetelerde (Prof. Dr. İbrahim Bakırtaş, Karadeniz, 2 Mayıs 2019) ve değişik değişik internet sitelerinde paylaşıyorlar… Daha yeni 19 Mayıs 2021 Çarşamba günü ise Erol Mütercimler bu hikâyeyi Serhat Asker’in Halk TV'deki programında ciddi ciddi anlatıyor… Dediğim gibi bu hikâye, bu hatıra gerçek mi değil diye araştırmadan, incelemeden, sorgulamadan…

Bahsi geçen hikâye şu şekilde:

Emekli Hava Albayı Kemal İntepe hatıralarında anlatıyor

Hikâye ‘’Emekli Hava Albayı Kemal İntepe hatıralarında anlatıyor’’ diye başlıyor ve şöyle devam ediyor:

1941 yılında İngiltere'ye uçuş eğitimi için gitmiştik. Londra'ya vardığımızda, yaşlı bir İngiliz hava binbaşısı, irtibat subayı olarak görevlendirilmişti. Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe'yi bizlerden daha iyi konuşuyordu.

Mr. Salter'i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu. Emekli Binbaşı Salter bir akşam bana şunları anlattı:

‘’1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun'daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığı'ndan şifreli bir telsiz telgrafı aldım. Bu telgraf, ‘16 Mayıs 1919 günü, Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan ayrıldığını, eğer Samsun'a inecek olursa tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesini' istemekte idi.

Gerekli emirleri verdikten sonra Samsun'a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı. Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı görünüyordu. Siyah çizmeli, külot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkatimi çekti. Sonradan bunların Türk subayları olduğunu öğrendim. Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir'i işgal etmişler, Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyordu. Bütün gece hiç uyuyamadım.

19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Askerlerimle çevreyi kordon altına aldım.

Denizde, batı tarafında bir duman göründü. Sahildeki kalabalık heyecanlıydı. Bir de baktım ki, her askerimin arkasında siyah çizmeli, kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.

Vapur iyice göründü. Görevimi iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Mustafa Kemal Paşa'yı orada tutuklayacaktım.

Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak, tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım. Güvertede beni selamlayan iki tayfaya: ‘Vapurdaki generali görmek istiyorum' dedim.

Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi salona aldı... Herkes ayakta idi...

Ortada, mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü: ‘Taburum emrinizdedir!'

Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Rum tercümanım şaşırdı, bir an durakladı. Ben kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti.

Mustafa Kemal Paşa'nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktı.

Sanıyorum, bakışlarından etkilenip bir anda teslim olma kararı vermiştim. Gözlerinin, inanılmaz bir etkileyici gücü vardı.

Öteki sandallar da vapura ulaşmışlar, çevreyi doldurmuşlardı.

Mustafa Kemal Paşa, gemiye çıkan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra, vapurdan benim motorumla ayrıldık.

İskeleye vardığımızda muavinime, taburu safta toplayıp silah çattırmasını ve hepsinin Türk makamlarına teslim olmasını emrettim. Biraz durakladı, sonra asker selamı verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişiler teslim almıştı...

Bu yüzden, İngiltere'ye dönünce askeri mahkemede yargılandım. ‘Bir İngiliz subayı, nasıl olur da bir Türk generalin emrine girer? Bu vatan hainliğidir!' diyorlardı.’’

Mr. Salter, olayın devamını şöyle anlatıyor: ‘‘Mustafa Kemal Paşa benim yanıma, o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle ve kendi şoförümle birlikte, misafir edileceğimi söyledikleri Ankara'ya gönderdi.

Taburumun tutuklu erlerinin de, Çorum, Çankırı ve Kastamonu'da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğini öğrendim.

Türklerin Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar Ankara'da, Hacıbayram Camii'nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap evde kaldım.

Hizmetimi göreceğini söyledikleri, fakat aslında gardiyanım olan ve sıksa suyumu çıkaracak kuvvetteki bir kadınla dört seneye yakın bu evde oturdum. Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta'daki Türk esirlerle değiştirildik.

İngiltere'ye döner dönmez tutuklandım ve vatana ihanet suçundan divanı harbe verildim. Hakkımda ağır hapis isteniyordu!

Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi. Onlardan yararlanarak, kısa fakat öz bir savunma hazırladım. Bana isnat edilen suç, taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi. Savcı, teslimiyetimin vatana ihanetle eşdeğerde bir suç olduğunu iddia ediyor ve en ağır şekilde cezalandırılmamı istiyordu.

Yüksek Askeri Mahkeme'nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim:

‘Sayın hâkimler... Başbakanımız Lloyd George, Avam Kamarası'nda şöyle bir soruya muhatap olmuştur: Yunanlıları silahlandırarak 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkarttık... Ve o tarihten bu yana milyarlarca sterlini bulan masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlılar İzmir'de denize döküldüler. Ayrıca Anadolu'daki bütün Rumlar atıldılar veya göçe zorlandılar. Bu olayda bizim kazancımız nedir? Hiç... Bu akılsızca bir gaf, korkunç bir hata, büyük bir felaket değil midir? Bu sert ve suçlayıcı soruya karşılık Başbakanımız Lloyd George şu cevabı vermiştir: Yüzyıllar bir veya iki dâhi yetiştirir. 20'nci yüzyılın dâhisinin Mustafa Kemal adıyla Türkiye'den çıkacağını ben nereden bilebilirdim? Görüyorsunuz sayın hâkimler... Karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği 20'nci yüzyılın dâhisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi? Eğer ben o gün başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gelecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.'

Beraat ettim ve terhise tabi tutuldum. Ailemle birlikte Türkiye'ye gidip Mustafa Kemal Paşa'yı ziyaret ettim. Paşa beni muhteşem nezaketiyle karşıladı. Tekrar görevli olarak İngiltere'ye çağırılmasaydım, Türkiye'de kalacaktım...

İngiltere'ye döndüğümde beni, Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne aldılar ve... İstihbarat Başkanlığı'nda önemli bir görev verdiler. Türkiye ile İngiltere arasında irtibatı sağlayan grupta görev yapıyorum.’’

Emekli Hava Albayı Kemal İntepe anılarında Binbaşı Salter için “İki yıldan fazla bir süre birlikte olduk. Bu süre içinde her zaman bizleri savundu ve kendisini daima bizden biri saydı. Büyük bir Atatürk hayranıydı’’ diyor.

Bahsi geçen anı, hatıra, hikâye bu kadar...

Gerçeğin kendisi

Bu yazı veya anı veya hatıra her neyse yıllardır bu şekilde İnternette dolaşıp duruyor… Bu hikâye hala değişik İnternet sitelerinde kocaman kocaman duruyor… Ancak bu yazı veya anı veya hatıra adı her neyse gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını değerlendiriyorum…

İşin acı olanı ise bu yazıyı sözde kendilerini tarihçi, yazar, gazeteci olarak tanıtanların sayfalarına sütunlarına alıp işlemeleri, yayınlamalarıdır...

Daha acı olanı ise bu yazının TSK Dergisinin Mayıs 1984 tarihli 291 nolu sayısında da yayınlanmış oluşudur. Bu daha çok acıdır çünkü TSK Dergisi ATASE Başkanlığı çıkarıyor, içinde onlarca tarihçi barındırıyor.

Yazıyı yazan bu albayın (Kemal İntepe) yayınlanmış hiçbir kitabı bulunmuyor. Bu sözde anısı da yazdığım gibi sadece ve sadece TSK dergisinde yayınlanıyor… Sanırım diğer insanlar da bu dergiye ve sahibine güvenerek doğruluğunu araştırmadan, incelemeden, sorgulamadan oradan alıp yayınlıyorlar…  

Hatıratta deniyor ki Mustafa Kemal’i Samsun’da İngiliz askerleri tutuklayacaklardı... Ancak İngilizlerin verdiği böyle bir emir yoktur. Kaldı ki Mustafa Kemal’e İstanbul’dan Samsun vizesini İngilizler vermişlerdi. Gemi yolculuğu iki gün sürdüğüne göre İngilizler ne oldu ki fikir değiştiresinlerdi. Mustafa Kemal’i tutuklayacaksalardı İngilizler isteselerdi İstanbul’da iken Şişli’de tutuklarlardı.

Hatıratta Mustafa Kemal’in Samsun’da iskeleye çıkışında sabah namazından çıkan kalabalıklar tarafından karşılandığını yazıyor. Ancak Mustafa Kemal’i hiç de kalabalıklar karşılamıyor… O an Mustafa Kemal kurtarıcı da değildir. Kimse daha Mustafa Kemal’in niyetini ve kim olduğunu bilmemektedir.

İngiliz Subayın Mustafa Kemal'e verdiği “Taburum emrinizdedir” tekmili tamamen asılsız bir safsatadır. Kâzım Karabekir’in Erzurum’da söyleyeceği cümle buraya aşırılıyor…


Hatıratta geçen Samsun’da bir İngiliz İşgal Taburu olduğu doğrudur. Ancak Bilâl Şimsir’in “İngiliz Belgelerinde Atatürk” (Türk Tarih Kurumu, 1992) kitabında Samsun’daki İngiliz İşgal Taburu Komutanı olarak Binbaşı Salter’den değil, Yüzbaşı Hurst’dan bahsediyor… Aynı şekilde Gotthard Jaeschke de “Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri” (Türk Tarih Kurumu, 1991) aynı yüzbaşıdan (Hurst) bahsediyor…

Daha önce Mustafa Kemal Atatürk’ün biyografisini de yazan Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in daha bu ay yayınlanan ‘’Mustafa Kemal’le Anadolu’da Yolculuk’’ (Doğan Kitap, Mayıs 2021) adlı kitabında Ordu Müfettişi Mustafa Kemal’in Bnb. Salter ile olan karşılaşmalarını anlatıyor. (s.50-52) Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in kitabında Bnb. Salter, İngiliz İşgal Taburu Komutanı olarak değil İngiliz Samsun Kontrol Subayı olarak veriliyor. Bu kitaba göre Ordu Müfettişi Mustafa Kemal, Bnb. Salter ile iki kere karşılaşıyor; biri Samsun’da, diğeri ise Havza'da. Hiç de hatıratta geçtiği gibi ne Salter’in Mustafa Kemal’i tutuklamak istemesi ne de İngiliz İşgal Taburunun teslim olması söz konusu… Ancak Havza’daki karşılaşmada Mustafa Kemal, Bnb. Salter’i bir güzel azarlıyor. (s. 52)

16 Mart 1920'de İstanbul'un Müttefiklerce resmen işgali ve bazı milletvekillerinin tutuklanması ve Malta’ya sürgüne gönderilmeleri üzerine Mustafa Kemal'in emriyle Anadolu’daki İngiliz kontrol subayları tutuklanıyor… Mustafa Kemal, muhtemel olarak Malta'daki Türklerin serbest bırakılmasını hızlandırmak için bir pazarlık unsuru oluştursunlar diye bu İngiliz kontrol subaylarını tutuklatıyor. Bu tutuklular arasında Lord Curzon‘un yeğeninin kocası ve İngiliz Hükumetinde Dışişleri Komisyon Başkanının kardeşi olan Yb. Rawlingson da bulunuyor. Ancak tutuklular arasında Bnb. Salter’in adı geçmiyor. Muhtemel o da tutuklanıyor.  Kriz çözüldükten sonra da, Sakarya Muharebesi sonrası bu tutukluların tamamı serbest bırakılıyorlar.

Tutuklanan bu İngiliz subaylar öyle cezaevine, esir kampına falan da konulmuyorlar. Bu insanlar evlerde konuk edilerek gözetim altında tutuluyorlar. Gündüz dışarıda, çarşıda, pazarda vakit geçiriyorlar. Yalnızca vilayet dışına çıkmaları yasaktı...

Hatırata göre İngiliz Binbaşı dört yıl Ankara’da kalıyor, savaş bitince de Malta’daki Türk esirleriyle değiştiriliyor… Hâlbuki Malta’daki değiş tokuş yukarıda anlattığım gibi Sakarya Muharebesi sonrası, daha 1921 yılının Ekim ayında tamamlanıyor…


Hatıratta İngiliz Taburunun Çorum, Çankırı ve Kastamonu’da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğinden bahsediliyor. O zaman için bu illerde böyle bir esir kampı da bulunmuyor. Zaten Türkiye’deki Mustafa Kemal’in emriyle tutuklananlar hariç bütün İngiliz tutsaklar, Mondros ateşkes anlaşmasına göre serbest bırakılıyorlar…

Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonunda (1919) karacı binbaşı rütbesinde olan bu İngiliz subayının İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında (1941) tekrar göreve çağırılıp uçuş eğitimi veren havacı bir birlikte bu sefer de aradan geçen yirmi yıla rağmen hem hala binbaşı rütbesinde kalması hem de havacı olarak görev alması biraz fantezi oluyor…

Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk ne “Nutuk”ta ne de bir başka hatıratında veya söyleşisinde kendisini teslim almak isteyen veya hatıratta yazdığı gibi kendisine teslim olan bir İngiliz taburundan bahsediyor.

Asıl zararı Atatürk’e bu insanlar veriyorlar… Atatürk’e en büyük zararı okumadan, araştırmadan, incelemeden, bilmeden, sorgulamadan duyduklarına inananlar, duyduklarını aktaranlar zarar veriyor… Bu yazının TSK Dergisinde yayınladığı tarih: Mayıs 1984. 12 Eylül dönemi... Sözde Atatürkçülerin 12 Eylül yönetimine yaranmak için veya sözde Atatürkçü 12 Eylül yönetiminin Atatürk’ü efsaneleştirmek için uydurdukları bir hikâye olduğu akla geliyor…

Ben yazar, çizer, tarihçi, akademisyen falan değilim… Ben, sadece ve sadece dikkatli bir okurum. Hata yapma ihtimalimi saklı tutuyor ve konuyu gerçek tarihçilere havale ediyorum…

Çünkü yanlış bilgi felaket kaynağıdır…

Kazım Karabekir’in kızı Hayat Karabekir Feyzioğlu, Genelkurmay Karargâhında yapılan bir anma töreninde de şöyle konuşuyor: “Babamın bir sözü vardır, sık sık tekrarlamak ihtiyacı duyarım; ‘Vatandaş! Yanlış bilgi felaket kaynağıdır. Her işin evvela hakikatini ara ve öğren! Sonra münakaşasını istediğin gibi yap! Birincisi vicdanına, ikincisi seciye ve irfanına dayanır.’ ”

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN 
Yorumlar - Yorum Yaz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam84
Toplam Ziyaret433335
Etkinlik Takvimi